REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te Şuç ifadesini içeren 232 kelime bulundu...

ab-keş

  • Delikli kevgir. (Farsça)
  • Su çeken, sucu, saka. (Farsça)
  • Kadeh sunucu. (Farsça)

abdullah ibn-i ömer

  • Bi'setten bir yıl önce doğdu. Hicri yetmişüç tarihinde Haccâc-ı Zalim'in emri ile şehid edildi (R.A.) Sahabe-i Kirâmın ileri gelenlerinden ve Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâmın çok bağlılarından ve dâima onun ahlâkını yaşamağa çalışanlardandı. Hz. Ömer Radıyallahü Anh'ın oğlu idi. Hilâfet ve Val

adalet

  • Zulüm etmemek. Herkese hakkını vermek ve lâyık olduğu muâmeleyi yapmak. Mahkeme. Hak kanunlarına uygunluk. Haksızları terbiye etmek. İnsaf. Mâdelet. Dâd. Cenab-ı Hakk'ın emrini emrettiği şekilde tatbik etmek. Suçluya Allah'ın emrini icra etmek.

afv

  • Bağışlama. Allahü teâlânın, ihsânı ile, âsî ve günâhkâr kullarının kusur ve günâhlarını bağışlaması.
  • Bir kimsenin, düşmanından veya suçludan intikâm almaya, karşılığını yapmaya gücü yettiği halde bir şey yapmaması, intikâm almaması.
  • Affetme, suçu bağışlama.

agande

  • Sucuk, yastık, minder gibi zorla doldurulmuş olan şeyler. (Farsça)
  • Bir çeşit zehirli olan haşere, böcek. (Farsça)

alude-gan / alude-gân

  • (Tekili: Alude) Suçlular, kabahatliler. Bulaşıklar, bulaşmışlar. (Farsça)

asfad

  • (Tekili: Safed) Suçluların el ve ayaklarına takılan kelepçeler.

azab

  • Dünyada işlenen suç ve kabahate karşılık olarak âhirette çekilecek ceza.
  • Eziyet. Büyük sıkıntı. Şiddetli elem.

bakaya

  • Artıklar, fazlalıklar.
  • Ask: Son yoklamaları yapıldıktan sonra istenildiklerinde gelmeyen veya gelip de kıtalarına varmadan savuşanlar. (Bakayadan sayılmak suçtur.)

balin / bâlîn / بالين

  • Başucu. (Farsça)
  • Yastık. (Farsça)

beraat

  • Temize çıkma, suçsuz olduğunun anlaşılması.

beraat kararı

  • Temize çıkma, suçsuz bulunduğuna dair verilen karar.

beraat verme

  • Temize çıkarma, suçsuz olduğunu bildirme.

beraet / berâet

  • Temize çıkarmak. Bir şahsın, hakkında iddia edilen suçtan uzak olduğunun veyâ işlediği söylenilen suçun gerçekte suç olmadığının anlaşılması.
  • Kurtuluş vesîkası.
  • Temize çıkma, suçsuz olduğunun anlaşılması.
  • Temize çıkma. Temizlik, münezzehiyet. Bulaşık ve giriftâr olmama. Âri olma.
  • Huk: Bir davânın neticesinde suçsuz olduğu anlaşılma.

beraet-i zimmet / berâet-i zimmet

  • Zimmetinde birşey olmayış, suçsuzluk.
  • Aksine bir delil bulunmadığı müddetçe şahsın suçsuz ve borçsuz olması.

berat / berât / بَرَاتْ

  • Temize çıkma, suçsuz olduğunun anlaşılması.
  • Suçlamadan kurtuluş belgesi.

beşaat

  • Kabahat, suç.
  • Yiyecek ve içeceklerdeki acılık.

beyyab

  • Saka, sucu.

beze / بزه

  • Kabahat, suç, hata. Günah. (Farsça)
  • Günah. (Farsça)
  • Suç. (Farsça)

bezekar / bezekâr / بزه كار

  • Suçlu, günahkâr. (Farsça)
  • Günahkar. (Farsça)
  • Suçlu. (Farsça)

bezekari / bezekârî

  • Suçluluk, günahkârlık. (Farsça)

bigünah / bîgünah / بى گناه

  • Günahsız. (Farsça)
  • Suçsuz. (Farsça)

bühtan

  • İftira. Birisine yalandan bir şey isnad etme. Birisini suçlu gösterme.
  • Dalgınlık.
  • Medhûş ve mütehayyir olma.
  • Yalan, iftira, birine işlemediği suçu yükleme.

canih

  • (Cünha. dan) Suç işlemiş, mücrim, cinayet işleyen.

carim

  • Cürüm ve kabahat sahibi. Suçlu.
  • Ailesinin maişetini kazanan.
  • Kesen.
  • Hurma toplayan.

çarmıh

  • (Çar: Dört; Mıh: Çivi) Salib. Suçluyu haça germek için kurulmuş, haç şeklinde darağacı. (Farsça)
  • Geminin direkleri başından aşağıya inen kalın ipler. (Farsça)
  • (Dörtçivi) Suçluyu cezalandırmak için kurulmuş haç şeklinde darağacı.
  • Suçluyu bağlamak için kurulmuş haç şeklinde ağaç.

çarmih / çârmîh

  • Dört çivi. Birbiri üzerine dikey olarak konulmuş iki tahtadan meydana gelen, suçluları îdâm etmek için kullanılan haç şeklindeki darağacı. Bu cezâya çarptırılan kişi iki yana açılmış kollarından ve bağlanmış ayaklarından çivilenerek öldürülürdü.

cehennem

  • Allah yerine, tabiat, madde, sebepler vb. yaratılmış şeyleri ilâh kabul eden; Allah'a kul olacaklarına, arzularına ve heveslerine, başka insanlara ve mahlukata kul olanların işledikleri cürüm ve suçtan dolayı İlâhi adaletle ceza görecekleri yer. Cehennem'in varlığını bütün geçmiş peygamberler ve onl

celde

  • Fık: Suç işleyen birisine kamçı veya değnekle bir vuruş.

çem

  • Naz ve eda ile salınarak yürüme. (Farsça)
  • Ziynetli, süslü, düzgün. (Farsça)
  • Cürüm, kabahat, suç. (Farsça)
  • Taam, yemek. (Farsça)
  • Mâna. (Farsça)
  • Kazanılmış, toplanılmış. (Farsça)

ceraim / cerâim / جرائم

  • (Tekili: Cerime) Cerimler, suçlar, kabahatlar, cinayetler.
  • Suçlar. (Arapça)

ceraim-i müştereke

  • Müşterek işlenen suçlar. Ortak kabahatlar.

cerim

  • Kabahatli, câni, suç işlemiş.
  • (Çoğulu: Cirâm) Kuru hurma.
  • Hurma çekirdeği.

cerime / cerîme / جریمه

  • Suçludan alınan para cezası, cereme.
  • Günah, zenb, suç.
  • "Cürm"ün çoğulu. Suçlar, günahlar.
  • Suç. (Arapça)
  • Para cezası, cereme. (Arapça)
  • Ceza ödeme. (Arapça)

cerire

  • Kabahat, suç.

ceylan

  • Geyik çeşidinden küçük, ince bacaklı, pek hafif ve çok koşucu bir kara hayvanı, gazâl.

ceza / cezâ

  • Suça karşılık verilen acı.

cinayat / cinâyât

  • (Tekili: Cinayet) Büyük cezâları gerektiren suçlar. Cinayetler.
  • Büyük cezaları gerektiren suçlar, cinayetler.

cinayet / cinâyet

  • Suç, hukuka uymayan davranış.
  • Adam öldürme, ağır suç.

cünha / جنحه

  • Suç, kabahat. Te'dib cezâsına müstahak olanın suçu.
  • Küçük suç. (Arapça)

cürm / جرم

  • Suç, günah.
  • Suç, günah, kabahat.
  • Suç.
  • Suç.
  • Suç. (Arapça)

cürm-nak

  • Suçlu, kabahatli. (Farsça)

cürm-ü meşhud

  • Suç üzerinde suçluyu yakalamak. Görülen suç. (Suç üstü)

cürm-ü meşhut

  • Suçüstü.

cürmümeşhud

  • Suçüstü.

cürüm / جُرُمْ

  • Suç.
  • Suç.
  • Suç.

divan-ı harp

  • Harp divanı. Yüksek rütbeli askerlerin harp mes'eleleri veya harp suçluları hakkında işler için toplandıkları meclis.

dü-şah

  • Çatal ağaç. (Farsça)
  • Tomruk. (Farsça)
  • Eskiden suçlunun boynuna takılan çatal ağaç. (Farsça)

el-halim

  • Suçluların cezalarını derhal vermek iktidarında olduğu halde sonraya bırakan ve yumuşak muamele eden, çok halim. (Allah (C.C.)

esim

  • (İsm. den) Günahkâr, günah işlemiş, kabahatlı, cürümlü, suçlu, yalancı kişi.

eznab

  • (Tekili: Zenb) Suçlar, günahlar.
  • Kuyruklar.

fail-i müşterek / fâil-i müşterek

  • Huk: İşlenmiş olan bir suçta parmağı olan. Suç ortağı.

felak

  • Tan zamanı, subh, fecir.
  • İki tepe arasındaki düzlük.
  • Bütün mahlukat.
  • Suçlunun ayağına vurulan tomruk, falaka.
  • Cehennem.

fezayıh / fezâyıh

  • Suç ve hatalar, kusurlar.

fidye

  • Bir suçtan veya esirlikten kurtuluş parası.

firişte

  • (Çoğulu: Firiştegân) Mâsum, suçsuz, günahsız. (Farsça)
  • Melek. (Farsça)
  • Mc: İyi huylu kimse. (Farsça)

gaffar / gaffâr

  • Ne kadar çok ve büyük olursa olsun, dilediği kullarının her türlü suç ve günahını defalarca bağışlayan Allah.

gafir-üz zenb

  • Günahları örtüp afveden, suçları bağışlayan Cenab-ı Hak (C.C.) (Farsça)

gafur

  • (Gaffar ile aynı mânadadır.) Çok mağfiret ve merhamet eden, suçları en çok afveden. Cenab-ı Hak (C.C.)

gull

  • Kelepçe. Suçlunun boynuna veya ayaklarına takılan zincir, pranga.

günah / günâh / گناه

  • Dince suç olan şey.
  • Suç, kabahat. (Farsça)
  • Dinî suç. (Farsça)

günahkar / günahkâr / گناهكار

  • Günah sahibi, suçlu. (Farsça)

hab

  • Günah. Suç.

hadd-i şer'i / hadd-i şer'î

  • İşlenen suçlar için İslâmiyette miktarı kesin olarak bildirilen ceza.

hadd-i te'dib

  • Bir suç işleyeni başkalarına örnek olacak şekilde cezalandırmak. Darp ve ta'zir gibi.

hadd-i zina

  • Zinâ suçu işleyene verilen ceza.

hata / hatâ

  • Yanlışlık. Yanılma.
  • Suç. Günah.
  • Yanlışlık, suç, günah.

hata-puş

  • Kabahatleri örtbas eden, suçları örten, hataları göstermeyen. (Farsça)

hatakar / hatâkâr

  • Hatalı, suçlu.

hatie / hatîe

  • Hatâ. Günah. Kabahat. Suç.

hayat-ı masumane / hayat-ı mâsumane

  • Günahsız, suçsuz hayat.

hem suçlu hem güçlü

  • Suçlu olduğu hâlde suçunu bilmez ve suçsuz olduğunu iddia eder kimse hakkında kullanılan bir tâbirdir.

hıt'

  • Suç, günah. Günah işlemek.

hıtta

  • Günahlardan istiğfar etmek.
  • Başkasının üzerinden suçluluğu kaldırmak.
  • (Çoğulu: Hıtat) Diyar, ülke, memleket.

hiyab

  • (Hiyâbet) Kabahat, suç, günah.
  • Kötü bir durumun başlangıcı.
  • Yokluk.

hudud-u şer'iyye

  • Şer'i hadler. Muayyen suçlara karşılık tatbik edilen şer'i cezâlar.

i'tiraf

  • (İtiraf) Kabahatini saklamamak. Suçunu söylemeği kabul etmek. Gizleyip söylemek istemediği şeyi açıklamak.

i'tiraf-ı cürm

  • Maznunun yaptığı suçu söylemesi, itiraf etmesi.

iade-i mücrimin / iade-i mücrimîn

  • Suçluların kendi memleketlerine iade edilmesi.

iddianame / iddiânâme

  • İddia yazısı; savcının, yapılan soruşturmalar neticesinde tutuklu hakkındaki suçlamalarını bildirmek üzere mahkemeye sunduğu yazı.

ifk

  • Bühtan. Bir suçu birisine yüklemek. İftira.

iftira / iftirâ / افترا

  • Birinin üzerine suç atmak. Bühtan. İfk. Yalan yere birisini suçlu göstermek.
  • Yalan yere birisini suçlama, suç atma.
  • Birine aslı olmayan bir suç yükleme.
  • Yapmadığı hâlde kötü bir işi birisine yükleme, yalan yere birisine suç isnat etme gösterme. Birine suç atma, bühtân.
  • Birine işlemediği suçu yıkma. (Arapça)

iftiraat

  • (Tekili: İftira) İftiralar, asılsız isnatlar, aslı esası olmayan suç yüklemeler.

intisac

  • (Nesc. den) Doku peyda eylemek. Doku, nesic hâsıl olmak.
  • Mensucat gibi iki taraftan çizgili ve dokumalı olma.

intizah

  • Suç ve kabahattan sıyrılma. Temize çıkma.
  • Def-i hâcet yaptıktan sonra temizlenme. Tahâretlenme.

iplikhane

  • Eskiden suç işlemiş kimselerin hapsedilip çalıştırıldıkları yere verilen addır.
  • Gemilere lüzumlu halatlarla yelken bezini yapan eski bir deniz müessesenin adı idi.

irtikab / irtikâb / ارتكاب

  • Suç işleme. (Arapça)

isam

  • (İsm. den) Ceza. Bir kabahat veya suçun gerektirdiği netice, karşılık.

iskarlat

  • İtl. Eski devirlerde Venedik mensucatından, boyası has ve kumaşı dayanıklı bir nevi çuhanın adı idi ve şarkta pek makbuldü. Yeniçeri Ocağı ileri gelen ağalarına, sekbanbaşıya ve yeniçeri kâtibine her sene bu çuhadan verilir veya bedeli para olarak tahsis olunurdu. Bu paraya da "İskarlat bedeli" deni

ism

  • Günah, suç, cürüm.
  • Günah, suç.

ismet

  • Günahsızlık, mâsumluk. Günahlardan kaçınmak melekesine sâhib olmak. Suçsuzluk.
  • Peygamberlik vasıflarından birisidir. Peygamberler (A.S.), hiç bir zaman gizli, âşikâr herhangi bir ma'siyete yaklaşmazlar; bütün kusur ve hatâlardan ve şâibelerden müberrâdırlar.

ismet-i beşer

  • İnsanlığın masumluğu, suçsuzluğu.

isnad-ı acz

  • Güçsüzlükle suçlama.

itham / ithâm / اتهام / اِتْهَامْ

  • Suçlama.
  • Kabahatli görmek. Suç isnad etmek. Töhmetlendirmek. Kabahatli görünmek. Töhmetli olmak.
  • İtham etmek: Suçlamak.
  • Suçlama.
  • Suçlama.
  • Suçlama, töhmet altında bırakma. (Arapça)
  • Suçlama.

itham etme

  • Suçlama.

itham etmek

  • Suçlamak.

ithamkarane / ithamkârane

  • İtham ederek, suçlayarak.

ithamname / ithâmnâme / اِتْهَامْنَامَه

  • Suçlama metni, yazısı.
  • Suçlama yazısı.
  • Suçlama yazısı.

itiraf

  • Kabahatını saklamamak, suçunu söylemeyi kabul etmek, açıklamak.

ittiham / ittihâm

  • Suç altında bulunmak. Suçlamak. Töhmet altında olmak. Suçlandırmak. (İtham yerine de kullanılır)
  • Suçlama.
  • Suçlanma.

ittiham eden

  • Suçlayan.

ittiham edilme

  • Suçlanma.

ittiham etme

  • Suçlama.

ittiham etmek

  • Suçlamak.

ittihamkarane / ittihamkârâne / ittihâmkârâne

  • Suçlarcasına.
  • Suçlanarak.

ittihamname / ittihâmnâme

  • Suçlama belgesi.
  • Suçlanma yazısı.

ızlak

  • Süçtürüp kaydırma.

kabahat / kabahât / قباحت

  • Suç.
  • Kusur, suç.
  • (Tekili: Kabahat) Kusurlar, kabahatler. Suçlar, çirkin hareketler.
  • Suç, kusur. (Arapça)

kabaih / kabâih / قبائح

  • Suçlular, kabahatliler. (Arapça)

kadi / kadî

  • Hâkim. Peygamber (A.S.M.) nâmına suçluyu ve suçsuzu ayırıp şeriatla hükmeden hâkim.
  • Kaza eden.

kanun-u adalet ve tedip

  • Adaleti sağlama ve suçluları cezalandırmaya yönelik düzenlenen kanun.

kararname

  • Suçlama veya aklamaya dair resmi yazı.

kazf-i muhsanat / kazf-i muhsanât

  • Temiz ve namuslu kadınları zina ile suçlama, iftira etme.

kazif / kâzif

  • Bir kadına zina suçu isnat eden.

keffaret / keffâret

  • Dini suçun affı ümidiyle dünyada çekilen ceza.

kelebçe

  • Yakalanan suçluların iki bileğine birden takılan demir halka. Demir bilezik.

kemiyy

  • Bahadır kişi.
  • Kahraman, şucâ.

kısas / kısâs / قِصَاصْ

  • Cinayette ödeşmek. Bir suç işliyenin aynı şekilde cezalandırılması. Öldürme veya yaralanmada suçlu olana aynı şeyin yapılması. Suçsuz yere adam öldürene veya yaralayana şeriatın aynı cezayı tatbik etmesi.
  • İşlenen bir suçun cezası.
  • İşlenen suçun, yapılan kötülüğün aynısını suçluya tatbîk ederek cezâlandırma, öldüreni öldürme, yaralıyanı yaralama, bir uzvu kesenin uzvunu kesme cezâsı.
  • İşlediği suçun aynısıyla cezâlandırma.

kubh

  • Günah ve çirkin hareket. Kabahat. Suç.
  • Fık: Aklen ve şer'an müstehcen olup dünyada zemme, âhirette azaba ve itaba mahal olan şey.

kudahis

  • Bahâdır, kahraman, şucâ.

künde

  • Suçlu bir kimsenin ayaklarına geçirilen tomruk. (Farsça)
  • Kalın ve yüksek ağaç. (Farsça)

lakanık

  • Sucuk gibi içi doldurulmuş olan şey.

lale

  • Lâle denen meşhur çiçek.
  • Vaktiyle suçluların ve delilerin boynuna takılan halka.
  • İncir koparmak için ucu çatallı değnek.

lian / liân

  • Lânetleşmek, erkeğin zevcesini (hanımını) zinâ etmekle suçlaması veya bu çocuk benden değildir demesi hâlinde dört şâhid getiremezse, zevcenin isteği üzerine eşlerin hâkim huzûruna çağrılarak usûlüne uygun (âyet-i kerîmedeki bildirildiği şekilde) kar şılıklı yemîn etmeleri ve lânetleşmeleri. Buna mu

linç

  • Halk tarafından öldürülme. Halkın bir suçluyu tutup derhal öldürmesi.

ma'füvv

  • Suçu bağışlanmış, affolunmuş.
  • Muaf tutulan, istisna edilen.
  • Suçu afvedilmiş. Bağışlanmış.
  • İstisnâ edilmiş, müstesnâ kılınmış, ayrı tutulmuş.

ma'ret

  • Kabahat, suç, ayıp, günah.

ma'sum / ma'sûm

  • Günahsız, suçsuz.
  • Suçsuz, günahsız. Günâh işlemekten korunmuş kimse.

ma'sumane / ma'sumâne

  • Günahsızcasına, suçsuz olarak.

ma'sume

  • Suçsuz kadın veya kız.

ma'sumiyet

  • Ma'sumluk, kabahatsizlik, suçsuzluk.

ma'zeret

  • Elde olmadan suç, kabahat işleme.
  • Mücbir sebeblerini söyleyerek yardım dileme. Özür dileme.

magmuz

  • Kabâhatli, suçlu.

mahkun

  • Suçsuz, masum.

masum / mâsum / معصوم

  • Günahsız, suçsuz.
  • Suçsuz, günahsız. (Arapça)
  • Küçük çocuk. (Arapça)

masumane / mâsûmâne

  • Suçsuz, günahsız bir biçimde.

masume / mâsume / معصومه

  • Suçsuz, gühahsız kız çocuk.
  • Suçsuz kadın veya kız.
  • Suçsuz, günahsız. (Arapça)
  • Küçük kız çocuğu. (Arapça)

masumiyet / mâsumiyet / معصوميت

  • Suçsuzluk.
  • Masumluk, suçsuzluk. (Arapça)

maznun

  • (Zann. dan) Zannolunmuş. Zan altında bulunan, kendisinden şüphe edilen.
  • Huk: Bir suç dolayısı ile sorguya çekilen kimse. Sanık.

me'sem

  • (Me'seme) Günah. Kabahat, suç.

me'sum

  • Günahlı, suçlu, maznun.

medar-ı itham / medâr-ı ithâm / مَدَارِ اِتْهَامْ

  • Suçlama sebebi.
  • Suçlama sebebi.

medar-ı ittiham / medâr-ı ittiham

  • İtham etme, suçlama sebebi.

medar-ı mesuliyet / medâr-ı mesuliyet

  • Bazı suçlardan sorumlu tutulma sebebi.

medar-ı suç / medâr-ı suç

  • Suçlama sebebi.

meşhud

  • Görünen. Şehadet edilen.
  • Resul-u Ekrem'in (A.S.M.) dünyaya teşrifinden ve risaletinden önce meleklerce ve enbiya hazerâtının dilinde nübüvvet ve risaletlerine şehâdet edilmiş olduğundan kendilerine verilen bir isim.
  • Suç üstü yakalanan.
  • Göz ile görülmüş.
  • Cuma g

mevlel-muvalat / mevlel-muvâlât

  • Bir zımmînin yâni gayr-i müslim (müslüman olmayan vatandaşın) veya harbî yâni vatandaş olmayan pasaportlu bir kâfirin bir müslümanın yardımı ile îmâna gelerek, bu müslümanı velî kabûl edip ona; "Sen benim mevlâmsın (velîmsin), şâyet ben bir cinâyet(suç) işlersem diyetini (borcunu) sen ver, ben ölünc

mirsad

  • Gözetleme yeri. Rasad yeri.
  • Gözetleme âleti.
  • Suçluları gözleyip duran.
  • Pusu.
  • Suçlular için hazır bekleyen.

mücaveze

  • Haddinden ileri geçmek. Normali aşmak. Bir şeyin, hadd-i itidâli geçmesi.
  • Birini suç ve günahı ile muâheze eylemeyip görmemezlik ile afv ve müsamaha eylemek.

mücazat

  • Ceza. Suçlara karşı verilen karşılık.
  • Karşılık.
  • Karşılık.
  • Bir suça verilen ceza.

mücrim / مجرم / مُجْرِمْ

  • Cürüm ve kabahat işlemiş olan. Suçlu.
  • Günahkâr, suçlu.
  • Suçlu.
  • Suçlu. (Arapça)
  • Suçlu.

mücrim-i siyasi / mücrim-i siyasî

  • Siyasi suçlu.

mücrimin / mücrimîn

  • (Tekili: Mücrim) Mücrimler, suçlular. Cürüm işlemiş olan kimseler.

müftereyat

  • Başkasının üzerine atılan suçlar, kabahatler. İftiralar.

müfteri / müfterî

  • İftira eden. Başkasına suç isnad eden. Yapmadığı kötülüğü isnâd eden.

mükerrir

  • Tekrar eden. Aynı şeyi bir sefer daha veya daha fazla tekrar eden.
  • Huk: Birden fazla suç işleyen.

mülaane / mülâane

  • Zevcesini (eşini) zinâ ile suçlayan erkeğin dört şâhit getirememesi hâlinde, zevcenin isteği üzerine eşlerin hâkim huzûruna çıkarak usûlüne uygun (âyet-i kerîmelerde bildirilen ifâdelerle) karşılıklı yemin etmeleri ve lânetleşmeleri.

müntakim / müntakîm

  • (Nakm. dan) İntikam alan, öç alan, suçluya cezasını veren.
  • Suç işleyene cezasını veren Allah.

müsadere etmek

  • Suç karşılığı olarak, malın tamamına ya da bir bölümüne el konulması.

müsta'fi

  • Bir işten isteği ile çekilen, istifa eden.
  • Suçunun bağışlanıp afvedilmesini isteyen.

mütecenni

  • Meyve devşiren, meyve toplayan.
  • Birine suç isnad eden, iftira atan. Müfteri.

müttehem / مُتَّهَمْ

  • Suçlanan, itham altında kalan.
  • Suçlanan.
  • Suçlanan.

müttehemiyet

  • Suçlandırılma, suçlu olduğu tasavvur edilme. Maznunluk.

müznib

  • Günahkâr, suçlu, günah sahibi.

müznibin / müznibîn

  • Suçlular, günah işleyenler.

nesic

  • (Çoğulu: Nüsüc) (Nesc. den) Dokunmuş, nescolunmuş.

nişane-i beraat / nişâne-i beraat

  • Suçsuz olduğuna dair nişan, işaret.

palaheng

  • Yular, dizgin. (Farsça)
  • Av veya suçlu bağlanacak kement. (Farsça)
  • Kemer. (Farsça)
  • Tazı boynuna geçirilen ağaç halka. (Farsça)

payzen

  • .f Ayağına pranga vurulmuş. Forsa, deniz esiri.
  • Suçlu.
  • Esir.
  • Hizmetçi, uşak.

puyeger

  • Koşucu. (Farsça)

puyende

  • Koşan. Seğirtici. Koşucu. (Farsça)

refuşe

  • Lâtife, şaka. (Farsça)
  • Suç, günah. (Farsça)

rü'yet-i taksir / rü'yet-i taksîr

  • Kendini günâhkâr ve kabahatli, kusurlu görmek, kendini suçlamak.

sabık / sâbık

  • Geçmiş. Önceki.
  • Zamanca veya rütbece ileride olan.
  • Eskiden işlenmiş suç.

sabıka / sâbıka / سابقه

  • Önceden işlenmiş suç.
  • Geçmişte kalan suç. (Arapça)
  • Bir insanın geçmişteki hali. (Arapça)

sabıka-i mükerrere / sâbıka-i mükerrere

  • Birden fazla suç işleme.

safh

  • Suç bağışlama, dostluk etme. Günah ve cürmü afveyleme.
  • Bir şeyin bir tarafı.
  • Bir şey içirme.
  • Yüz çevirme.
  • Suç bağışlama, affetme.

şafi'

  • (Şefaat. den) Şefaat eden. Bir kimsenin suçunun bağışlanması için vasıtalık eden.

saka

  • Sucu, meşrubatçı.

saki / sâkî

  • (Saky. dan) Sulayan, içecek su veren, sucu.
  • Kadeh sunan. İçki sunan.
  • Sucu, su veren.

sakka

  • Çok su dağıtan, çok sulayan, sucu.

sanık

  • Suçlu olduğu sanılan kimse.

şantaj

  • Bir kimsenin suçunu veya yüz karasını meydana çıkarmak tehdidiyle menfaat sağlamaya çalışma. (Fransızca)

sebeb-i itham

  • Suçlama sebebi.

sebeb-i ittiham

  • Suçlama sebebi.

secc

  • (Sücuc) Akıcı bir şeyin kesretle dökülüp akması, akıtılması. Su akmak.

şecen

  • (Çoğulu: Eşcân-şücun) Dal, budak, kol.
  • Hâcet, ihtiyaç.
  • Keder, hüzün.

şecn

  • (Çoğulu: Şücun) Dere içinde ağaçlar arasında olan yol.

şefi' / şefî'

  • Şefaatçı. Suçların affı için yardım eden.
  • Şefâat eden, bir suçun, günâhın bağışlanması için vâsıta, aracı olan.

şerik-i cürm

  • Huk: Suç ortağı.

sevabık

  • (Tekili: Sâbıka) Geçmiş şeyler. Geçmiş haller. Geçmişte işlenmiş suç ve kabahatlar.

seyyiat

  • (Tekili: Seyyie) Kötülük, günahlar, suçlar. Kötülüğe karşı çekilen sıkıntılar.

seyyie

  • Kötülük, günah, suç. Yaramazlık, fenâlık.

şica'

  • (Bak: Şücâ)

sicn

  • (Çoğulu: Sücun) Hapis, zindan.

siyahkar / siyahkâr

  • (Çoğulu: Siyâhkârân) Günah işlemiş, suçlu. (Farsça)

sücre

  • (Çoğulu: Sücür) Yağmur suyundan biriken su.

şüfea'

  • (Tekili: Şefi') Şefaatçiler. Şefaat edenler, bir suçun bağışlanması için aracılık yapanlar.

sultan-ı mazlum / sultan-ı mazlûm

  • Suçsuz Sultan; İkinci Abdülhamid.

ta'kib

  • Gözlemek.
  • Yolunda gitmek.
  • Peşinden yürümek.
  • Suçlunun suçunu araştırmak.
  • Bir kimsenin aynı senede yine gazaya gitmesi.
  • Bir şeyi ciddiyetle istemek.

ta'kibat / ta'kibât

  • Suç işleyene karşı harekete geçmek ve suçluluk derecesini araştırmak.

ta'n / طعن

  • Ayıplama, kınama, kötüleme, suçlama. (Arapça)
  • Ta'n edilmek: Ayıplanmak, kınanmak, kötülenmek, suçlanmak. (Arapça)
  • Ta'n etmek: Ayıplamak, kınamak, kötülemek, suçlamak. (Arapça)

ta'ne / طعنه

  • Ayıplama, kınama, kötüleme, suçlama. (Arapça)

ta'nezen

  • Ayıplayan, kınayan, kötüleyen, suçlayan. (Arapça - Farsça)

ta'zir / ta'zîr

  • Siyaset.
  • Tehdit etmek.
  • Tazim ve tathir. Temizlemek ve hürmet etmek.
  • Lügatta red, icbar, tahkir, te'dib, hak üzere tevkif mânalarına gelen bu tabir, İslâm hukukunda: Hakkında muayyen bir şer'î ceza olmayan suçlardan dolayı ulülemr (hükümdar, padişah) veya vekili tarafı
  • Suça ve şahsa göre değişen tenbîh (uyarma), ihtâr, tekdîr ve dövmek gibi cezâlarla cezâlandırma.
  • İslâm hukukunda hakkında belli bir ceza olmayan suçlardan dolayı uygulanan cezalar.
  • Red, icbar, tedib.

ta'zir-i te'dib

  • Âkıl bâliğ olduğu halde henüz mükellefiyet çağında bulunmayan bir çocuğun yaptığı bir suçtan dolayı hakkında te'dib ve ta'zib maksadıyla yapılan ta'zirdir.

ta'zir-i ukubet

  • Mükellef bir şahıs tarafından irtikâb olunup da şer'an muayyen bir cezası bulunmayan bir suçtan dolayı ukubeten yapılan ta'zirdir. Mücrimin bu hususta müslim ile gayr-i müslim; hür ile âbid; erkek ile kadın olması müsavidir.

taammüd

  • (Amd. den) Bilerek ve isteyerek suç işlemek. Kasıt ve niyet etme, bilerek ve isteyerek bir iş yapma.

tahliye-i sebil

  • Bir suçluyu bırakma, salıverme.

takip

  • Gözetmek, yolunda gitmek, peşinden yürümek, suçlunun suçunu araştırmak, izlemek.

taksir

  • (Kasr. dan) Kısaltma, kısma.
  • Kusur, hata, kabahat, suç. Günah.
  • Bir işi eksik yapma.
  • Bir şeyi yapabilir iken yapmama.
  • Zayıflatmak, süstlük etmek.
  • Geri kalmak.

taksirat

  • (Tekili: Taksir) Kusurlar, suçlar, günahlar, kabahatlar.

tazende

  • Koşucu. (Farsça)

te'dib / te'dîb

  • Terbiye etme, edeblendirme.
  • Suçluyu cezâlandırma.

tebrie

  • (Tebriye) Bir kimseyi şüpheden ve zan altından kurtarmak. Temizliğini ve suçsuzluğunu meydana çıkarmak.
  • Borçtan kurtarmak.
  • Nezahet, ismet.
  • Beraet ettirmek.

tecrim

  • Suçlandırma. Cezalandırma. Cürüm isnad etme.
  • Bir taifeden ayrılıp gitme.

tefsik

  • Birisini günahkârlık ile suçlama.

tehim

  • (Töhmet. den) Suçlu, kabahatlı.

tekaver / tekâver

  • Koşucu, seğirtici. (Farsça)
  • Yorga yürüyüşlü at. (Farsça)

tekfir / tekfîr / تكفير

  • Kafirlikle suçlama. (Arapça)

tenkis / tenkîs / تَنْق۪يصْ

  • Noksânlıkla suçlama.

tenzih / tenzîh

  • Suç ve noksanlıktan uzak saymak. Cenab-ı Hakk'ı (C.C.) her çeşit kusur, noksan, şerik gibi hallerden uzak bilip söylemek.
  • Kabahati yok olduğu anlaşılmak ve onu ifade etmek.
  • Suç ve noksanlıktan uzak saymak.
  • Kabahatsiz olduğu anlaşılmak ve onu ifade etmek.

töhem

  • (Tekili: Töhmet) Suçlar, töhmetler, kabahatler.

töhmet / تهمت

  • Birisine isnad edilen, fakat kat'iyyetle işleyip işlemediği belirsiz olan suç, kabahat.
  • İtham altında olma.
  • Birine isnat edilen suç.
  • Suç. (Arapça)

töhmetlendirmek

  • Suç isnad etmek.

tühem

  • (Tekili: Töhmet) Suçlar, töhmetler, kabahatlar.

vazir / vâzir

  • (Vâzire) Günah işleyen. Suç işleyen.

yele

  • Kuvvetle saldıran. (Farsça)
  • Otlağa salınmış hayvan sürüsü. (Farsça)
  • Koşan, koşucu, seğirten. (Farsça)
  • Bazı hayvanların ensesindeki kıllar. (Farsça)

zanin

  • Suç işlediği zannedilen kimse. Töhmetli, suçlu kimse.

zelle

  • Sürçme, sürçüp kayma.
  • Yanılma. Yanlış. Ufak suç.
  • Ayak sürçüp kayma.
  • Hata, suç.

zenb / ذنب

  • Günah, suç, kabahat.
  • Suç, günah, kabahat.
  • Suç, günah.
  • Günah, suç, kabahat.
  • Suç, günah. (Arapça)

zeval

  • Zail olma, sona erme.
  • Aşağılama, inme.
  • Güneşin başucunda, tam tepeden bulunma zamanı zeval vakti, öğle vakti.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın