REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te Şaş ifadesini içeren 879 kelime bulundu...

kaved

  • Kısas olarak, öldüreni öldürme.

acaib / acâib

  • (Tekili: Acib) Şaşırtacak ve hayret verici şeyler.
  • Şaşırtıcı, acayip.
  • Şaşırtıcı ve garip şeyler.

acaib-i ef'al / acaib-i ef'âl

  • Şaşırtıcı ve hayret uyandırıcı işler ve fiiler.

acaib-i imkanat / acaib-i imkânât

  • İmkân dairesindeki şaşırtıcı eserler.

acaib-i masnuat

  • Şaşırtıcı güzellikte olan san'at eserleri.

acaib-i mucizat / acâib-i mûcizât

  • Mucizeyle yaratılan mahluklardaki şaşırtıcı özellikler.

acaib-i seb'a-i alem / acâib-i seb'a-i âlem

  • Dünyanın yedi tane şaşılacak, acaib şeyi. (Çin seddi bunlardan biridir.)

acaib-i vezaif / acaib-i vezâif

  • Vazifelerin şaşırtıcılıkları.

acaibü'l-mahlukat / acâibü'l-mahlûkat

  • Yaratılmışların şaşırtıcı, hayret verici halleri.

acaip / acâip

  • Hayret verici ve şaşırtıcı.

aceb

  • Taaccüb, şaşma, hayret.
  • Garib, hoş, lâtif ve nâdir-ül vücud olduğundan bir şey için inkâr ve istiğrab etme hâli.

acib / acîb

  • Hayret veren. Şaşılacak şey.
  • Şaşılan ve hayret uyandıran şey. Benzeri görülmeyen. Garib. Taaccüb olunan şey.
  • Hayret verici, şaşırtıcı.
  • Şaşılacak ve hayret edilecek şey.
  • Benzeri görülmeyen, şaşırtıcı.

acibe / acîbe / عجيبه

  • Şaşılan ve hayret uyandıran şey; benzeri görülmeyen; garip.
  • Alışılmış surette olmayan. Çok hârika. Acib ve garip, hayret verici, şaşılacak şey.
  • Şaşılacak şey. (Arapça)

acibü'ş-şekil / acîbü'ş-şekil

  • Hayret edilecek şekil, şaşılacak şekil.

acip / acîp

  • Hayret verici, şaşırtıcı.

acip tevafuk

  • Harika, şaşırtıcı uygunluk, denk düşme.

acube / acûbe

  • Çok acayip, garip, şaşırtıcı.
  • Şaşılacak şey.

acube-i hilkat-i rabbaniye / acube-i hilkat-i rabbâniye

  • Herşeyin Rabbi olan Allah'ın yarattığı varlıklardaki şaşkınlık veren özellikler.

adalet-i mahza-yı kur'aniye / adalet-i mahzâ-yı kur'âniye

  • Kur'ân'da emredilen ve bütün yönleriyle hak ve hukuku esas alan adalet; 'Hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz' şeklinde ifade edilen, ferdin ve masumun hakkını hiçbir gerekçeyle çiğnenmesine izin vermeyen adalet.

afv-i anil ceraha

  • Huk: Kendisine cinayet yapılmış olan kimsenin, yaralanmadan dolayı malik olduğu kısas, diyet veya hükümet-i adl; yani, ehl-i vukufca tayin edilen diyet hakkını caniye bağışlamasıdır.

afv-i anilkat'

  • Huk: Azalarından biri kesilen bir şahsın, buna karşılık hak kazandığı diyet veya kısas davalarından vaz geçmesi.

agreb-ül garaib / agreb-ül garâib

  • Şaşılacak şeylerin en garibi.

ahar

  • Hattatların kullandıkları kâğıda sürülen nişastalı yumurta. (Farsça)
  • Kahvaltı. (Farsça)
  • Bir nevi çelik. (Farsça)

ahder

  • (Çoğulu: Ehadir) Kavi ve galiz olmak. Kaba olmak.
  • Şaşı adam.

ahiret / âhiret

  • İnsanın ölümü ile başlayan ebedî (sonsuz) hayat. Âhirete îmân, inanılması lâzım olan altı esastan beşincisidir.

ahiret ehli / âhiret ehli

  • Âhiret hayatını esas tutan kimseler.

ahkam / ahkâm

  • Hükümler, esaslar.

ahkam-ı bi-nazir / ahkâm-ı bî-nazîr

  • Benzersiz hükümler, esaslar.

ahkam-ı din / ahkâm-ı din

  • Dinin hükümleri, esasları.

ahkam-ı diniye / ahkâm-ı diniye

  • Dinin hükümleri, esasları.

ahkam-ı ezeli / ahkâm-ı ezelî

  • Bütün zamanlarda geçerli olan ezelî hükümler, esaslar.

ahkam-ı imaniye / ahkâm-ı imaniye

  • İman esasları.

ahkam-ı kat'iye / ahkâm-ı kat'iye

  • Kesinleşmiş hüküm ve esaslar.

ahkam-ı kat'iye-i islamiye / ahkâm-ı kat'iye-i islâmiye

  • İslâmın kesinleşmiş hüküm ve esasları.

ahkam-ı kur'aniye / ahkâm-ı kur'âniye

  • Kur'ân'ın hükümleri, esasları.

ahkam-ı şer'iye / ahkâm-ı şer'iye

  • Şeriatın hükümleri, esasları.

ahkam-ı şeriat / ahkâm-ı şeriat

  • Şeriatın hükümleri, esasları.

ahkam-ı ubudiyet / ahkâm-ı ubudiyet

  • Kulluk esasları, kulluğun hükümleri.

ahkam-ı zımniye / ahkâm-ı zımniye

  • Açıkça söylenmeyip dolayısıyla anlatılan hükümler, esaslar.

ahmak

  • (Humk. dan) Pek akılsız, sersem, şaşkın. Anlayışsız.

ahvel / احول

  • Şaşı.
  • Bir şeyi çift gören, şaşı.
  • Şaşı. (Arapça)

akademi

  • Bir ilim dalında ihtisas sahibi kimselerin çatısı altında toplandığı kuruluş.

akaid

  • (Tekili: Akide) Akideler. İtikad olunan hakikatlar. İtikada dâir kaziye ve hükümler, esaslar.

akaid ilmi / akâid ilmi

  • Îmân esaslarını anlatan ilim dalı.

akaid-i diniye

  • Dinin inanç esasları, temelleri.
  • Dini akideler. İmâni esaslar.

akaid-i imaniye / akaid-i imâniye

  • İman esasları.

akaidi / akaidî

  • İnançla ilgili, iman esaslarıyla ilgili.

akide

  • İnanılan ve itikad edilen esas. İmân.
  • Bir nevi şeker adı.

akide-i umumiye

  • Genele ait iman, inanç esasları.

akl

  • (Akıl) Men'etmek.
  • Sığınacak yer.
  • Kırmızı mihfe örtüsü.
  • Diyet.
  • İnsanın; hayrı, şerri ve ilimleri anlayan, sebeblerden neticeleri çıkaran ve eserden eser sahibine intikal eden hassası. Düşünme ve anlama kabiliyeti. Zihin, zekâ, tefehhüm, fehim, irade, anlayış, k

akser-i eyyam

  • En kısa gün, günlerin en kısası.

akser-i turuk

  • En kısa yol, yolların en kısası.

ale-l-acaib

  • Tuhaf şey, şaşılacak şey.

allame / allâme

  • Çok büyük alim. Meşhur olmuş büyük mütefekkir. Her ilimde ihtisas sahibi.

allame-i küll / allâme-i küll

  • Bir şeyin ilmine vâkıf olan. Bir hususda ihtisas sahibi olan.

amelde mezheb

  • Mutlak müctehid denilen derin âlimin, Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf, icmâ ve Eshâb-ı kirâma âit nakilleri esas alarak, iş ve ibâdetle ilgili hükmü açıkça bildirilmeyen husûslarda çıkardığı hükümlerin hepsi.

amentü / âmentü

  • İslâm dîninde inanılması lâzım olan altı temel esas.
  • "İmân ettim" demek olup Ehl-i Sünnet Mezhebi olan mü'minlerin iman esaslarını kısaca toplayan ifâdenin has ismidir.
  • Îman esasları.

amih

  • Şaşkın, şaşırmış, şaşakalmış.

amürg

  • Fayda, menfaat, kâr. (Farsça)
  • Kader, kıymet. (Farsça)
  • Zahire, meyve. (Farsça)
  • Esas, hülâsa, özet. (Farsça)
  • Bir mikdar. (Farsça)

anarşizm

  • Anarşiyi istiyen tahribci bir nazariye. Anarşistlik. İnsanın insan tarafından idaresi esasına dayanan her türlü devlet, hukuk düzenlerinin adaletsiz, haksız ve zulüm olduğunu iddia eden ve devletsiz, kanunsuz, her insanın kendi başına buyruk yaşıyacağı bir düzensizlik istiyenlerin görüşü.

anasır / anâsır

  • (Tekili: Unsur) Unsurlar. Bir şeyin meydana gelmesine sebeb olan temel esaslar. Elementler.

anasır-ı esasiye / anâsır-ı esasiye

  • Esas unsurlar, temel konular.

anasır-ı seb'a

  • Yedi unsur, esas, madde.

anayasa

  • (Bak: Teşkilât-ı esâsiye)

antropomorfizm

  • Sosy. İnsan şeklinde putlara inanma ve tapma esasına dayanan batıl bir din. Allah'ı insan vasıflarıyla tasavvur eden dinî inançlar da antropomorfizm'in başka kılıkta görünüşleridir. Meselâ aslı bozulmuş Musevilik ve Hıristiyanlıkta Allahın insan şeklinde düşünülmesi antropomorfizm denilen putperestl

ararot

  • Ufak çocuklara yedirilen besleyici bir cins nişasta ki, Amerika'da hasıl olan bir kökten çıkarılır.

arızi / ârızî

  • Zâtî ve irsî olmayıp sonradan hâsıl olan. Zâtî ve esastan olmayıp sonradan zuhur ve taalluk eden. Muvakkat, geçici.

arsa-i alem / arsa-i âlem

  • Alem arsası, dünya meydanı.

asa-yı musa / asâ-yı musâ

  • Hz. Mûsânın (A.S.) Asâsı.
  • Kafir sihirbâzları Cenab-ı Hakkın izniyle mağlub eden ve taşa vurduğunda hemen Cenab-ı Hakkın izni ile su çıkaran Hz. Mûsânın (A.S.) mucizeli değneği. Bu mucizeye teşbih olarak, her bir zerrede ve her şeyde Allahın (C.C.) varlığını, birliğini ve kudsi sıfatl

asabi / asabî

  • Sinirli, hassas.

asıl

  • Esas.

asil

  • Esas. Yedek olmayan.
  • Köklü.
  • Edebli, soylu.
  • Fık: Muamelâtta kendi nâmına hareket eden.
  • Akşam vakti.
  • Ölüm, mevt.

asime

  • Akılsız, şaşkın, sersem. (Farsça)

asime-gi / asime-gî

  • Akılsızlık, şaşkınlık, sersemlik. (Farsça)

asiven / âsiven

  • Şaşkın, sersem, aklı dağınık. (Farsça)

asl

  • Temel, esas, kök. Bidâyet. Mebde', dip, hakikat. Hâlis, sâfi. Haseb ve neseb. Soy sop. Zâten, en ziyâde.
  • Kök, temel, esas.

asl-ı hilkat-i arz

  • Toprağın yaratılışının esası.

asl-ı i'caz / asl-ı i'câz

  • Mu'cizeliğin aslı; insanları aczde bırakan sözün aslı, esası.

aslen

  • Kök veya soy bakımından, aslında, esasında; temelden, kökten.

asli / aslî

  • Asıl, esas.

asmende

  • Şaşkın, alık, dalgın. Hile ile kandıran, hileci.

ass

  • Her nesnenin aslı, her şeyin esası.

avare / avâre

  • İşsiz, şaşkın, başıboş.

avca

  • (Müe.) Eğri. Şaşı.
  • Yay. Kavs.
  • Arık, zayıf deve.

avra

  • Şaşı. Kör kadın. Tek gözlü.
  • Mc: Kör fikir.
  • Çirkin ve kabih söz.
  • Sâdece dünyayı düşünüp âhireti unutan.

ayet-i acibe / âyet-i acîbe

  • Hayret ve şaşkınlık uyandırıcı âyet.

ayyar

  • Hırsız. Hileci, dolandırıcı, hilebaz, dessas.
  • Zeki, kurnaz.

bahira / bahîra

  • Süryâni rahiblerindendir. Zamanın ilim ve fenlerine vâkıf ve bilhassa hey'et ve nücumda ihtisas sahibiydi. Bu sebepten rahiblerin câhilleri kendisinden hoşlanmazlardı. Hazret-i İsâ'nın ulûhiyetini ve Hz. Meryem'in ümmullah olduğunu inkâr ve ilân ettiğinden, bulunduğu manastırın reisi tarafından kovu

bair

  • Şaşkın, şaşırmış. Perişan durumlu.

başgun / başgûn

  • Uğursuz. (Farsça)
  • Ters, başaşağı. (Farsça)

batıniyye

  • Kur'an-ı Kerim'deki âyetlerin ve hadis-i şeriflerin zâhir ve âşikâr mânalarından ayrılarak, usûlsüz ve yanlış te'viller ile âyet ve hadislerin gizli ve sırlı mânalarını bulmak iddiasında olan sapık bir tarikat ve buna bağlı olanlar.Esasen âyet ve hadislerin ince, derin ve küllî mânalarını tefsir ve

bazgeşt / bâzgeşt

  • Nakşibendiyye yolunda on bir temel esastan biri. Sâlik'in (tasavvuf yolcusunun) Kelime-i tevîhdden sonra kalbinden; "İlâhî! Maksûdum Sensin. Matlûbum (maksadım) Senin rızândır."demesi.

bazgun / bazgûn

  • Uğursuz. (Farsça)
  • Ters, başaşağı. (Farsça)

becel

  • Şaşma, tuhafına gitme.
  • Yalan, iftira.

beht / بهت / بَهْتْ

  • Yalan söylemek.
  • Ansızın bir şeyi almak.
  • Tenbellik galebe etmek.
  • Şaşkınlık. Hayranlık.
  • Şaşkınlık.
  • Şaşkınlık, hayranlık.
  • Şaşkınlık. (Arapça)
  • Behte uğramak: Şaşakalmak, şaşkınlığından donakalmak. (Arapça)
  • Şaşkınlık.

behut

  • (Çoğulu: Bühüt) İşitenleri şaşkına uğratan iftira, yalan.

benevre

  • Temel, esas, asıl. (Farsça)

beşuş / beşûş

  • (Bak: Beşaş)

beyhoş

  • (Bihûş) Şaşkın. Akılsız. Deli. Serseri. (Farsça)

bi-bünyad / bî-bünyad

  • Esassız, temelsiz. (Farsça)

bi-çare / bî-çare

  • Çaresiz. Zavallı. Şaşkın. (Farsça)

bihaste / bîhaste

  • Şaşkın. Yorgun. Aciz. (Farsça)

bihuş / bîhûş

  • Şaşkın, sersem.
  • Şaşkın, sersem.

bikarar eyler / bîkarar eyler

  • Kararsız eder, şaşkın yapar.

bina'

  • (Çoğulu: Ebniye) Yapı, ev. Yapma, kurma.
  • Gr: Müteaddi, lâzım, meçhul, mütavaat gibi fiillerin esasını mevzu yapan kitab.

bıtn

  • Zengin.
  • Bodur.
  • Obur.
  • Şaşkın.
  • Yalnız kendi nefsini düşünen.

bizatihi / bizâtihi

  • Kendi kendine, aslında, kendiliğinden, esasında, kendisi, yalnızca zâtından, aslından.

bücr

  • Şaşılacak, taaccüb edilecek şey.
  • Şer, kötü, iyi olmayan.

buht / بهت

  • Şaşkınlık. (Arapça)

buhter

  • Her şeyin esası, aslı.
  • Kısa boylu.

bülaceb / بوالعجب

  • Şaşılacak şey. (Arapça)

bün

  • Temel, esas, kök, netice, son.

bündad

  • Temel. Binanın esası. (Farsça)
  • Destek, payanda. Duvar, set. (Farsça)

bünlad

  • Destek, payanda, duvar, set. (Farsça)
  • Temel. Esas, bina. (Farsça)

bünyad

  • Temel, esas. Yapı, binâ. (Farsça)

bünyan

  • Yapı. Bina. Duvar. Esas. Yapı yapmak.

burak-ı meşveret-i şer'iye

  • Şer'î meşveret bineği; şeriatın her türlü meselenin çözümünde esas aldığı istişare ve danışma kurulu.

bürhan-üt temanü' / bürhan-üt temânü'

  • İstiklâliyet, ulûhiyetin zâtî bir hassası ve zaruri bir lâzımı olduğuna dair ve şirkin butlanını isbat eden delil ki; eşyanın yaradılışı müteaddit ellere ve esbaba verilse, âlemdeki nizam bozulup karışıklıklar çıkacağını gösterir, isbat eder.

busayri / busayrî

  • (Şeref-üd-din) (Mi: 1213-1295) Busayr'da doğdu. Meşhur Arap şair ve hattatıdır. "Kaside-i Bürde" sahibidir. Esas ismi "El-Kevakib-üd-Dürriyye fi Medh-i Hayrilberiyye" olan kasidesine; tutulmuş olduğu hastalıktan, rü'yasında Resûlullah'ın hırkasını (bürde) üzerine örtüp şifa bulması sebebiyle "Kaside

bütlal

  • Şaşa kalan, hayret eden, hayran olan. (Farsça)

ca-yı taaccüp / câ-yı taaccüp

  • Şaşılacak ve hayret edilecek şey.

carud

  • Nasrani rüesasından olup Şam'ın da reislerindendi. Kitablarında Hz. Peygamber'in (A.S.M.) vasıflarını görüp imân edenlerdendir. Asr-ı Saâdetten önce yaşamıştır.

celcelutiye

  • Peygamberimizin Resul-i Ekremin (A.S.M.) derslerine istinâden, aslı cifir ve ebced hesâbı ile alâkalı olarak Hz. Ali (R.A.) tarafından te'lif edilen Süryânice bir kasidedir. Esas mânası; bedi' demektir.

cem'iyyet

  • (Cemiyet) Topluluk, birlik. Hey'et.
  • Bir yere cem' olma.
  • Mânevi birlik teşkil eden cemaat.
  • Huk: Kazanç paylaşmaktan başka bir maksadla, ikiden ziyade şahsın ilim ve mâlumâtlarını ve faaliyetlerini devamlı bir şekilde birleştirmek suretiyle bir esas nizamnameye müstenid

cem'ü'l-cevami' / cem'ü'l-cevâmi'

  • Tacüddin es-Subkî'nin (ö.1370) yazdığı fıkhın esaslarına dair bir eserdir.

cemü'l-cevami / cemü'l-cevâmi

  • Tacüddin es-Subkî'nin (ö.1370) yazdığı fıkhın esaslarına dair bir eserdir.

cennet-i kur'aniye / cennet-i kur'âniye

  • Kur'ânî cennet; bu tabirle, insana dünya ve âhiret saadetini bahşeden Kur'ân'î hakikatler ve esaslar kastediliyor.

cevher

  • Bir şeyin özü, esası.
  • Kıymetli taş.
  • Çelik üzerindeki nakış.
  • Edb: Noktalı harf.
  • Yalnız noktalı harflerin ebcedîsi hesab edilerek yazılan manzum tarih.
  • Harflerin noktası.
  • Fls: Varlığı kendinden olan, var olmak için kendi dışında başka birşeye muh

cihad

  • (Cehd. den) Düşman ile muharebe. İlim ve imanla, sözle, fiile, mal ve canla bütün kuvvetini sarf etmek. Allah (C.C.) yolunda muharebe. Din için çalışmak. Erkân-ı imâniye ve esasât-ı diniyeyi muhafaza ve imânı takviye için cehd ve gayret etmek. Şeriat-ı Garrâ'nın ahkâmını muhafaza, Kelimetullah'ı i'l

cihazat-ı acibe / cihâzât-ı acîbe

  • Şaşırtıcı, harika cihazlar, âletler.

cihet-ül vahdet-i ittihad

  • Birleşmenin birlik ciheti. Yani birleştiren temel unsur. Birleştiren ve birleşilen esas.

cüruf / cürûf / جروف

  • Maden atığı, maden posası. (Arapça)

cüz'i

  • Azdan olan. Parçaya âit olan. Biraz. Pek az. Kıymetsiz. Mühim olmayan. Esasa ait olmayan. Cüz'e âit olan. Külli olmayan.

cüz-ü hakikat-ı imaniye

  • İman hakikatinin bir parçası, iman esaslarının biri.

dakik / dakîk / دقيق

  • İnce, hassas. (Arapça)
  • Dakika şaşmayan. (Arapça)

dal

  • Kur'ân ve imân yolundan sapan. Dalâlete giden, azan.
  • Azdırıcı, sapkın.
  • Şaşkın.

dalalet

  • İman ve İslâmiyetten ayrılmak. Azmak. Hak ve hakikatten, İslâmiyet yolundan sapmak. Allah'a isyankâr olmak.
  • Şaşkınlık.
  • Sapkınlık, islâmdan ayrılma, şaşkınlık.

dall-i bi-l fehva / dâll-i bi-l fehvâ

  • (Dâllibilfehvâ) Fık: Söylenen sözün veya ifâdelerin hülâsasından çıkan mânaya göre delil ve işaret olmak.

debeş

  • Evin esası.

dehşet

  • Korkup kaçılacak şey. Ürkmek, şaşmak. Korku ve telâş içinde olmak.

delil-i inayet

  • Allah'ın inâyetinin tecellisinden gelen ve kâinatta görülen hikmet ve maslahatlara uygun en mükemmel nizam ve tam esaslı san'at; ve kâinattaki eşyaların menfaat ve faydalarını bildiren âyetler, bu inâyet delilini gösteriyorlar.

deng

  • Hayran, şaşkın, şaşmış olan, ahmak, ebleh, bön, sersem. (Farsça)
  • İki katı maddenin tokuşmasından hasıl olan ses. (Farsça)
  • Pergel noktası. (Farsça)

derd-i dil

  • Gönül tasası, gönül gamı.

derketmek

  • Bir şeyin en esasını, dibini öğrenmek, iyice anlamak.

dervah

  • Şaşkın, şaşırmış olan, hayran. (Farsça)
  • Başaşağı asılmış. (Farsça)
  • Lâzım, zaruri, lüzumu olan, gerekli. (Farsça)

devlet

  • Sınırları belli olan bir memleketin sahibi olan insanların kurduğu siyasî, hukukî, idarî mahiyetteki merkezî teşkilât. Devlet, teşekkül tarzı, takip ettiği esas siyaset, temsil ettiği hâkimiyet ve iktidarın mahiyeti bakımından çeşitlere ayrılır:1- Kapitalist Devlet: İktisadî siyasete, şahsî mülkiyet

dıbk

  • Bürc dedikleri nesne ki ağaçta biter; yazda ve kışta bitmez.
  • Ağaç posası.

diktatör

  • Mevcut kanunları çiğneyerek, örf ve adalet esaslarına aykırı olarak, devleti keyfine göre idare eden devlet adamı. Müstebid. (Fransızca)

dirayet tefsiri / dirâyet tefsîri

  • Resûlullah'tan sallallahü aleyhi ve sellem gelen rivâyetler (açıklamalar) esas alınarak, Kur'ân-ı kerîmin lisan bilgilerine ve zamanın fen bilgilerine, aklî ilimlere göre yapılan açıklaması. Bu tefsîre ma'kul, re'y tefsîri ve te'vîl de denir.

dok

  • ing. Gemi tamir veya inşasında kullanılan üstü örtülü havuz.
  • Ticari eşya için rıhtımlarda yapılan büyük depo.

dürer-i ahkam / dürer-i ahkâm

  • İnci tanesi gibi çok değerli hükümler, esaslar.

düstur / düstûr

  • Kânun, kaide, kural, esas.

düstur-u esasi / düstur-u esasî / düstûr-u esâsî / دُسْتُورِ اَسَاس۪ي

  • Temel düstur, esas prensip.
  • Esasa âit kāide.

düstur-u esasiye

  • Esas düstur, temel prensip.

düstur-u esasiye-i şer'iye

  • Şeriatın esas prensipleri, ana kanunları.

düstur-u fıtrat

  • Yaratılış yasası, kanunu.

eacib / eâcib / eâcîb / اعاجب

  • (Tekili: U'cube) Çok tuhaf ve acaib, şaşılacak şeyler.
  • Şaşılası şeyler. (Arapça)

eacib-i dehr / eâcib-i dehr

  • Dünyanın ve zamanın çok şaşılacak yerleri, şeyleri.

ebrkar / ebrkâr

  • Şaşkın, sersem, ne yapacağını bilmeyen adam. (Ebr'in "bulutun" yerinde durmayıp gezici olmasından kinâye olarak, bu mânayı aldığı sanılmaktadır.) (Farsça)

ecza / eczâ

  • (Tekili: Cüz) Eczacılıkta kullanılan çeşitli maddeler.
  • Ciltlenmemiş kitab ve saire.
  • Cüz'ler, parçalar, kısımlar.
  • Bir kimyevi terkible vücuda gelip yanma hassası gibi böyle bir kuvvet ve te'siri haiz bulunan şey.

ecza-i unsuriyye / eczâ-i unsuriyye

  • Esas teşkil eden parçalar.

ecza-yı esasiye / اَجْزَايِ اَسَاسِيَه

  • Esas parçalar.

edille-i şer'iyye

  • Din bilgilerinin elde edilmesine esâs olan ve bunlara bağlı bulunan deliller.

ef'al-i acibe-i ilahiye / ef'âl-i acîbe-i ilâhiye

  • Cenab-ı Allah'ın şaşırtıcı ve hayret uyandırıcı harika fiilleri.

efid

  • (Eftid) : Medhedici, öven, sena eden. (Farsça)
  • Hayret edilecek, şaşılacak, taaccüb edilecek şey. (Farsça)

efşürde

  • Sıkılmış, posası çıkartılmış (şey.) (Farsça)

ehass

  • Daha uyanık. Daha hassas.

ehl-i ahiret / ehl-i âhiret

  • Âhiret ehli, âhiret hayatını esas tutan kimseler.

ehl-i felsefe

  • Felsefeciler, düşüncede felsefeyi esas alanlar.

ehl-i ihtisas

  • İhtisas sahibi olan kimseler. Bu kişiler yalnız kendi meslekleriyle uğraşırlar, çeşitli meslek ve meselelerle fikirlerini dağıtmazlar.

ehl-i iman ve salahat / ehl-i iman ve salâhat

  • Allah'a ve iman esaslarına inanan takva sahipleri, sâlih kimseler.

ehl-i irfan

  • Cenab-ı Hakkı tanıyıp bilen, hak ve hakikatin özüne ve esasına ulaşan, bilgi ve marifet sahibi kimseler.

ehl-i vukuf / ehl-i vukûf

  • Bir mes'ele hakkında ihtisâs ve bilgi sâhibi olan, bilirkişi.

ehsa

  • Şaşmış, şaşa kalmış, hayret etmiş ve taaccübüne gitmiş olan kimse.

ehvar

  • Şaşkın, şaşırmış kimse. Alık, sersem adam. (Farsça)

ehyemin

  • (Tekili: Heyeman) Âşık olmalar, şaşkınlıklar.

eimme-i isna aşer / eimme-i isnâ aşer

  • On iki imâm. Silsile-i sâdâttan olup müceddit olan imâmlar hakkındaki bir tâbirdir. Bu zâtlar esasât-ı İslâmiye ve hakaik-i Kur'âniye ve imâniyenin, dini esasların ve şeriatın muhafazasına çalışan, saltanat işlerine karışmayan mânevi riyâset ve ilim sahibi şahsiyetlerdir.

eksantrik

  • Lât. Merkezden uzakta kurulmuş.
  • Mat: İç içe olduğu hâlde merkezleri ayrı olan daireler.
  • Müstesna, taaccüb edilip şaşılacak, hayret verici.

eksper

  • Uzun tecrübe neticesi bir sahada ihtisas kazanan, meleke sahibi olan kimse. (Fransızca)

el-aceb

  • Acayip, Şaşılacak şey. Tuhaf şey.

elektrik-i hakaik-i islamiyet / elektrik-i hakaik-i islâmiyet

  • İslâmiyetin hakikat ve esaslarının elektriği, ışığı.

elfaz-ı garibe / elfâz-ı garîbe

  • Şaşılacak, tuhaf sözler.

elhasıl

  • Hasılı, sözün özü, kelâmın lübbü, neticesi, kısası, kısacası. Hülasa-i kelâm, netice-i kelâm, filcümle.

elkıssa

  • Sözün kısası, sözden anlaşıldığına göre, hülâsa.

enbuzen

  • Asıl, esas, madde. (Farsça)

enkaz-ı remime

  • Kazaya uğramış ve esaslı tarafları tahrib olmuş gemi veya tekne enkazı.

er'an

  • Ahmak, bön, salak, ebleh.
  • Deli, çılgın.
  • Şaşkın, şaşırmış, taaccüb etmiş.
  • Uzun boylu, akılsız kişi.
  • Leşker.
  • Dağ. (Müe: Ra'nâ)

erkan / erkân / اركان / اَرْكَانْ

  • (Tekili: Rükn) Rükünler. Esaslar. Temeller. İleri gelen kimseler.
  • Bir şeyin bir parçasını veya bütününü meydana getiren şeyler, esaslar. Rüknün çoğuludur.
  • Rükunlar, esaslar, direkler, üniteler, bölümler.
  • Esaslar, rükünler.
  • Esaslar.
  • Direkler. (Arapça)
  • Temeller, esaslar. (Arapça)
  • İleri gelenler, üst düzeyde bulunanlar. (Arapça)
  • Önderler. (Arapça)
  • İleri gelenler, temel esaslar.

erkan ve ahkam-ı zaruriye / erkân ve ahkâm-ı zaruriye

  • İslâmın yerine getirilmesi zorunlu temel esasları ve hükümleri.

erkan-ı alem / erkân-ı âlem / اَرْكَانِ عَالَمْ

  • Âlemin temel esasları.

erkan-ı azime / erkân-ı azîme

  • Büyük ve önemli esaslar.

erkan-ı hamse / erkân-ı hamse

  • Beş esas, şart.

erkan-ı hükümet / erkân-ı hükümet

  • Hükümetin ileri gelenleri, esas üyeler.

erkan-ı iman / erkân-ı iman

  • İman esasları.

erkan-ı islami / erkân-ı islâmî

  • İslâmî esasları.

erkan-ı islamiye / erkân-ı islâmiye

  • İslâmın esasları.
  • İslâmiyetin esasları, temelleri, rükünleri. (Şehâdet getirmek, Namaz kılmak, Oruç tutmak, Zekât vermek ve Hacca gitmek.)

erkan-ı islamiyet / erkân-ı islâmiyet

  • İslâmiyetin esasları, şartları.

erkan-ı sitte / erkân-ı sitte

  • Altı esas, şart.

esas-ı akaid

  • İman esası.

esas-ı azimet

  • Azimetin (en üstün hükmün) esası, temeli.

esas-ı bahire / esas-ı bâhire

  • Açık ve âşikâr esas.

esas-ı din

  • Dinin esası, temeli.

esas-ı faside

  • Bozuk esas, çürük temel.

esas-ı fikirleri

  • Düşüncelerinin temeli, aslı esası.

esas-ı i'caz / esas-ı i'câz

  • Mu'cizeliğin esası.

esas-ı kafi / esâs-ı kâfi

  • Yeterli esas, yeterli temel taşı.

esas-ı lazım ve metin / esas-ı lâzım ve metin

  • Gerekli ve sarsılmaz esas, temel kural.

esas-ı maksad

  • Maksadın esası.

esas-ı metin

  • Sağlam esas, ana metin.

esas-ı mühim

  • Önemli esas.

esas-ı müselleme

  • Doğruluğu şeksiz, şüphesiz kabul edilen temel esas.

esas-ı şeriat

  • Şeriatın esasları, kuralları.

esas-ı takva / esas-ı takvâ

  • Takvânın esası, temeli.

esas-ı ubudiyet / esas-ı ubûdiyet

  • Kulluğun esası, özü.

esas-ı velayet / esas-ı velâyet

  • Veliliğin esası, temeli.

esasat / esasât / esâsât / اساسات

  • (Tekili: Esas) Esaslar. Temeller, kökler.
  • Temeller, esaslar.
  • Esaslar, temeller.
  • Asıllar, esaslar. (Arapça)

esasat-ı aliye / esasat-ı âliye

  • Yüksek esaslar, hakikatler.

esasat-ı diniye / esâsât-ı diniye

  • Dinin esasları, temelleri.

esasat-ı faside / esâsât-ı fâside

  • Bozuk esaslar, çürük temeller.

esasat-ı imaniye / esâsât-ı imâniye

  • İmanın esasları.

esasat-ı imaniye ve kur'aniye / esâsât-ı imaniye ve kur'âniye

  • İmanın ve Kur'ân'ın esasları, şartları.

esasat-ı islamiye / esâsât-ı islâmiye

  • İslâm'ın esasları, şartları.

esasat-ı kat'iye / esâsât-ı kat'iye

  • Kesin esaslar.

esasat-ı kur'aniye / esâsât-ı kur'âniye

  • Kur'ân'ın esasları, temel kuralları.

esasat-ı mühimme

  • Önemli esaslar.

esasat-ı sadıka / esâsât-ı sâdıka

  • Doğru esaslar, sağlam temeller.

esasat-ı san'at / esâsât-ı san'at

  • San'at esasları.

esasat-ı şeriat / esâsât-ı şeriat

  • Şeriatın, dînin esasları, temelleri.

esasat-ı sünnet-i seniye / esâsât-ı sünnet-i seniye

  • Sünnet-i Seniye'nin esasları, temelleri.

esasi / esasî

  • Esasla ilgili.

esasiyye

  • Asılla temelle alâkalı. Esasa ait ve müteallik.

esis

  • Asıl esas, hak, doğru.
  • Hediyeler. Armağan olarak verilen şeyler.

esnaf

  • Sınıflar. Sıralar. Türlüler, menbalar, menşe'ler, asıllar, esaslar.

esnah

  • (Tekili: Sinh) Kökler, menbalar, menşe'ler, asıllar, esaslar.

evham / evhâm

  • Vehmler, zanların esâsı olan kıyaslar.

fabrika-i acibe

  • Hayret verici, şaşılacak fabrika.

fakülte

  • (Faculty) Üniversitelerin, ihtisas mevzuu bakımından ayrılmış kollarından her biri. (Fransızca)
  • Hassa, meleke, iktidar. Kabiliyet, kuvvet. (Fransızca)

faraza

  • (Esası: Farzâ) Meselâ, öyle sayalım ki, farzedelim ki, ola ki, tutalım ki.

fark-ı esasi / fark-ı esasî

  • Esastaki fark, temeldeki farklılık, ayrılık.

felsefe ilimleri

  • Aklı esas alan, vahye itimat etmeyen ilimler.

fer' / فَرْعْ

  • Esasa âit olmayan.

fer'i / fer'î / فَرْع۪ي

  • (Fer'iyye) Esasa âit olmayan. Kollara ve şu'belere âit ve müteallik.
  • Esasa ait olmayan, ayrıntı.
  • Esasa âit olmayan.

ferah

  • Geniş, iç açıcı, tasasız.

ferman-ı ahkem

  • Sağlam esaslar içeren buyruk.

fernas

  • Şaşkın, dalgın, gafil. (Farsça)
  • Şaşkınlık, gaflet, dalgınlık. (Farsça)

feya sübhanallah / feyâ sübhanallah

  • Ey her türlü eksiklikten sonsuz derecede yüce olan Allah mânâsında bir şeyin tuhaflığını bildirmek için şaşkınlık ifadesi olarak kullanılır.

filhakika

  • (Fi-l-hakika) Hakikatte, esasında, hakikaten, doğrusu.

fir'avn

  • Mısır'da, hususan Hazret-i Musa (A.S.) zamanında Allah'a isyan edip ilâhlık dâvasında bulunan, Musa Peygamber'e inanmayan hükümdar.
  • İlâhlık iddia eden dinsiz, azgın ve şaşkın insan.

fıtrat-ı asliye

  • Esas yaratılış gayesi.

fünun-u acibe / fünun-u acîbe

  • Şaşırtıcı ve hayranlık verici ilimler.

füru-mande

  • Yorgun. bitkin. (Farsça)
  • Şaşkın, şaşırmış. (Farsça)
  • Âciz, beceriksiz. (Farsça)
  • Aşağıda, geride kalmış olan. (Farsça)

füruat / fürûat

  • Kökten ayrılan kısımlar. Füru'lar. Esastan olmayıp geniş bilgide ortaya çıkan mes'eleler.
  • Detaylar, ayrıntılar; aynı soydan gelenler, esastan olmayan talî meseleler.

füsun

  • Şaşırtıcı, hayret verici ve kendine cezbedici bir güzellik. (Farsça)
  • Büyü. (Farsça)

garaib-i fen / garâib-i fen

  • İlimdeki şaşırtıcı ve hayret verici şeyler.

garaibat

  • (Tekili: Garâib) Garib ve şaşılacak şeyler. Alışılmadık, tuhaf ve acaib nesneler.

garaip / garâip

  • Şaşılacak şeyler.

garaz-ı asli / garaz-ı aslî

  • Asıl gaye, esas maksad.

garibeler

  • Garip, şaşırtıcı, harika şeyler.

garibüzzaman

  • Zamanın garibi; zamanın şaşırtıcı, hayret verici kişisi.

garik-ı beht ve hayret / garîk-ı beht ve hayret

  • Hayret ve şaşkınlığa düşmek.

garip

  • Hayret verici, şaşırtıcı.

gava

  • Yoldan çıkmış. Yolunu şaşırmış. Azgın.

gavi / gavî

  • (A, uzun okunur) Çok azgın. Çok sapkın. Yoldan şaşıp azıtan zâlim.

gavr

  • Bir şeyin dibi. Çukur.
  • Batmak.
  • Derinlik, nihayet. Kök, esas, temel.
  • Tefekkür, teemmül.
  • Dolanmak.
  • Hakikat.

gavr-ı mes'ele

  • Mes'elenin esası, mevzuun künhü.

gayet-ül-gaye

  • Gayenin esası, en son derece.

gayetü'l-gayat / gayetü'l-gâyât

  • Gayelerin gayesi, gayelerin son noktası, esas hedef.

gayetü'l-gaye

  • Gayelerin gayesi, son noktası, esas hedef.

gevden

  • Sersem, ahmak, şaşkın, anlayışsız. (Farsça)

gevher

  • Akıl ve edeb. (Farsça)
  • Asıl ve neseb. (Farsça)
  • Elmas, cevher, mücevher. İnci. (Farsça)
  • Bir şeyin künhü ve esası. Hakikat. (Farsça)
  • Noktalı olan harf. (Farsça)

guful

  • Dikkatsizlikten veya şaşırmaktan dolayı bir işte hata yapma.

gümrah

  • Yolunu şaşırmış. Doğru yoldan sapmış. (Farsça)
  • Bol, gür. (Farsça)
  • Yolunu şaşırmış.

hacalet

  • Utanma, utangaçlıkla şaşırma.

haclet

  • Şaşırma, acaibine gitme, taaccüb.
  • Utanma, arlanma.

hadisat-ı acibe / hâdisât-ı acibe / hâdisât-ı acîbe

  • Tuhaf, şaşırtıcı olaylar.
  • Şaşılacak, garib olaylar.

hadise-i acibe-i cevviye / hâdise-i acîbe-i cevviye

  • Atmosferdeki şaşırtıcı olay, hâdise.

hair

  • Hayrette kalmış, mütehayyir. Şaşırmış, taaccüb etmiş.

hair-i bair

  • Şaşkın, sapıtmış.
  • Aklını kaybederek ne yapacağını bilemiyen.

hak tarikatler / hak tarîkatler

  • Ehl-i sünnet anlayışını benimseyen, İslam'ın temel esaslarını uygulayan ve mânevî bir silsileye sahip mürşidler tarafından temsil edilen tarîkatler.

hakaik / hakâik

  • Hakikatler, gerçekler, esaslar.

hakaik-ı acibe

  • Şaşırtıcı ve hayrette bırakan gerçekler.

hakaik-ı akaid-i islamiye / hakâik-ı akâid-i islâmiye

  • İslâmın temellerini meydana getiren iman hakikatleri, inanç esasları.

hakaik-i aliye / hakaik-i âliye

  • Yüce, yüksek hakikatler, esaslar.

hakaik-i aliye-i imaniye / hakaik-i âliye-i imaniye

  • İmanın yüce hakikatleri, esasları.

hakaik-i aliye-i kur'aniye / hakaik-i âliye-i kur'âniye

  • Kur'ân'ın yüce hakikatleri, esasları.

hakaik-i diniye

  • Dini esaslar, dini meselelere ait hakikatler, gerçekler.

hakaik-i erkan-ı imaniye / hakaik-i erkân-ı imaniye

  • İman esaslarının hakikatleri.

hakaik-i esasiye

  • Temel, esas gerçekler.

hakaik-i i'caz / hakaik-i i'câz

  • Mu'cizeliğin hakikatleri, esasları.

hakaik-i ilmiye

  • İlme ait gerçekler, esaslar.

hakaik-i iman

  • İman hakikatleri, esasları.

hakaik-ı imaniye

  • İman hakikatleri, esasları.

hakaik-i imaniye / hakaik-i imâniye

  • İman hakikatleri, esasları.

hakaik-i imaniye ve kur'aniye / hakaik-i imaniye ve kur'âniye

  • Kur'ân ve iman hakikatleri, esasları.

hakaik-i imaniye-i kur'aniye / hakaik-i imaniye-i kur'âniye

  • İman ve Kur'ân hakikatleri, esasları.

hakaik-ı islamiye / hakaik-ı islâmiye

  • İslâmın gerçekleri, esasları.

hakaik-i islamiye / hakaik-i islâmiye

  • İslâmî hakikatler, esaslar.

hakaik-ı kudsiye-i imaniye / hakaik-ı kudsiye-i imâniye

  • Kutsal iman hakikatleri, esasları.

hakaik-i kudsiye-i imaniye

  • İmanın kutsal hakikatleri, esasları.

hakaik-i kur'an / hakaik-i kur'ân

  • Kur'ân'ın hakikatleri, esasları.

hakaik-i kur'aniye / hakaik-i kur'âniye

  • Kur'ân'ın hakikatleri, esasları.

hakaik-i kur'aniye ve islamiye / hakaik-i kur'âniye ve islâmiye

  • İslâm ve Kur'ân hakikatleri, esasları.

hakaik-i meşrutiyet

  • Meşrutiyetin hakikat ve esasları.

hakaik-i muhkeme

  • Sağlam hakikatler, esaslar.

hakaik-i şeriat

  • Şeriatin hakikatleri, esas ve gerçekleri.

hakikat

  • (Çoğulu: Hakaik) Bir şeyin aslı ve esâsı. Mahiyeti. Gerçek. Doğru. Sahih. Künh. Sâbit ve vâki.
  • Kadirbilirlik. Sadâkat, doğruluk. Kâinat ve tabiat ve uluhiyet hakkında bütün teşbih ve mecazlardan âri ve zâhir olan gerçek.
  • "Mecâz" karşılığı, esas olarak kullanılan kelime.
  • <

hakikat ve hak

  • Doğru ve gerçek; asıl ve esas.

hakikat-i alem / hakikat-i âlem

  • Âlemin gerçek mahiyeti, esası, içyüzü.

hakikat-i cazibedar / hakikat-i câzibedar

  • Asıl ve esasıyla çekici olan hakikat.

hakikat-i din

  • Dinin hakikati, esası.

hakikat-i islamiye / hakikat-i islâmiye

  • İslâmiyet'in hakikati, aslı, esası.

hakikat-i islamiyet / hakikat-i islâmiyet

  • İslâmî gerçek; İslâmiyetin üzerine kurulu olduğu gerçekler, esaslar.

hakikat-i kainat / hakikat-i kâinat

  • Yaratılmış olan herşeyin aslı, esası.

hakikat-i kemalat / hakikat-i kemâlât

  • Mükemmelliklerin hakikati, esası.

hakikat-i mahza / hakikat-i mahzâ

  • Bir şeyin özü, esası, tam hakikati.

hakikat-i meşrutiyet-i meşrua / hakikat-i meşrutiyet-i meşrûa

  • Dine uygun meşrutiyetin esası.

hakikat-i mirac

  • Miracın aslı ve esası, gerçek mahiyeti.

hakikat-i namaz

  • Gerçek namaz; namazın gerçek mahiyeti, esası.

hakikat-i şeriat

  • Şeriatın hakikat ve esası.

hakikat-i ubudiyet-i ahmediye / hakikat-i ubûdiyet-i ahmediye

  • Peygamberimizin kulluğunun aslı ve esası.

hakikatin ruhu

  • Gerçeğin ruhu, özü, aslı ve esası.

halba

  • Ahmak. Şaşkın.
  • Aldatıcı, hilekâr, sahtekâr.

halvet der-encümen

  • Nakşibendiyye yolunda on bir esastan biri. Halk içinde Hak ile (Allahü teâlâ ile) olmak.

hamiyet-i diniye-i milli / hamiyet-i diniye-i millî

  • Dinî ve millî esasların harekete geçirdiği hamiyet ve gayret duygusu.

harekat-ı garibe / harekât-ı garîbe

  • Hayret verici, şaşırtıcı hareketler.

harikat / hârikat

  • (Tekili: Hârika) Şaşılacak şeyler, hârikalar. İnsanda hayret uyandıran şeyler.

harikulade / hârikulâde

  • Olağanüstü. İnsan gücünün üzerinde, insanı hayrette bırakan âdet dışı şaşılacak iş.

hasasa

  • (Çoğulu: Hasâs) Fakirlik.
  • Hali yaramaz olmak.
  • Küçük delik.
  • İki kişinin arasındaki açıklık.

hasase

  • (Bak: HASASET)

hasıl-ı kelam / hasıl-ı kelâm / حاصل كلام

  • Sözün kısası.

hasılı kelam / hâsılı kelâm

  • (Hâsıl-ı kelâm) Sözün kısacası, sözün kısası.

hassas / حساس

  • Duygulu, hassas. (Arapça)

hassas bölgeler

  • Sivil savunmada düşmanın hedef tutacağı bölgeler. Her hassas bölgenin ehemmiyeti aynı değildir. Hava savunması bakımından eldeki imkanlar ve hassas bölgeler arasında öncelik tesbitine ihtiyaç vardır. Hassas bölgeler, sırasıyla:1) Atomik vurucu üslerin bulunduğu bölgeler.2) Yüzeyden yüzeye füze üsler (Türkçe)

hassasane

  • Hassas ve duygulu olana yakışacak şekil ve surette. (Farsça)

hassase

  • Hassas.

hassasiyet

  • Hassaslık. Duygulu olmak. İhtimamlılık. Dikkatlilik.

hassasiyet-i fevkalade / hassasiyet-i fevkalâde

  • Olağanüstü hassasiyet, duyarlılık.

hassasiyet-i kalbiye

  • Kalbî hassasiyet, duyarlılık.

hassasiyetli

  • Duyarlı, hassas.

hassasiyyet / hassâsiyyet / حساسيت

  • Hassaslık. (Arapça)

hati / hatî

  • Şaşırtan, yanıltan, hatâya düşüren.

havel

  • Eğrilik.
  • Şaşılık. Bir şeyin yerinden ayrılması.

havla'

  • Gözü şaşı olan kadın. (Müz: Ahvel)

hayır

  • Hayrette kalan, mütehayyir. Şaşıran.
  • Birikmiş su.

hayran / hayrân / حيران

  • Takdirkârlığından dolayı şaşa kalmış. Çok takdir etmiş. Çok beğenmiş.
  • Çok beğenmiş, şaşıp kalmış.
  • Şaşkın.
  • Şaşkın. (Arapça)
  • Hayran, tutkun. (Arapça)

hayret / حيرت

  • Hiçbir cihete teveccüh edemeyip kalmak. Şaşkınlık. Ne yapacağını bilememek.
  • Taaccüb, şaşkınlık. Şuuru yerinde olmama hâli.
  • Şaşma, şaşırma, ne yapacağını bilmeme.
  • Şaşma.
  • Şaşkınlık. (Arapça)

hayret-bahş

  • Hayret veren, şaşırtan. (Farsça)

hayret-bahşa / hayret-bahşâ

  • Hayret veren, şaşkınlık veren, hayrete düşüren. (Farsça)

hayret-feza / hayret-fezâ

  • Hayret verici, şaşırtıcı.

hayret-i sırfe

  • Tam bir şaşkınlık.

hayret-nümun

  • Hayret verici, şaşırtıcı.

hayret-zede

  • Hayrete düşmüş ve şaşırmış olan. (Farsça)

hayretfeza

  • Hayret verici, şaşırtıcı.

hayretinden ağlama

  • Şaşkınlığın tesiriyle ağlama.

hayretnüma / hayretnümâ

  • Hayret verici, şaşırtıcı.

hayretnümun / hayretnümûn

  • Hayret veren, şaşırtan.

hayretzede / حيرت زده

  • Şaşkın. (Arapça - Farsça)

hazakat

  • İhtisas. Meharet peyda etmek. Üstad olmak. Bir san'atta, hususan tıbda gereği gibi öğrenip mâhir ve mütehassısı olmak.

hedef-i maksat

  • Asıl gaye, esas hedef.

hekir

  • Taaccüp eden, şaşıran.

hekr

  • Taaccüp etmek, şaşırmak.

hemec

  • Kıymetsiz, değersiz.
  • Şaşkın.
  • Övez (denen at sineği).

hemicek

  • Şehre köyden yeni gelip bir şey bilmez şaşkın ve kaba adam.

heşaşe

  • (Bak: HEŞAŞET)

heşuş

  • (Bak: HEŞAŞ)

hetepete

  • Kekeleme. Konuşurken şaşırıp tereddüd etme.

heyeman

  • (Heym) Şaşkınlık. Tutkun olmak, âşıklık.

heym

  • (Heyemân) Şaşkınlık.
  • Âşık olma, tutkun olma.
  • Yüzü yere koymak.

hicri şemsi sene / hicrî şemsî sene

  • Resûlullah efendimizin hicret ederek Medîne'ye girdiği Eylül ayının 20'nci Pazartesi günü başlayan ve dünyânın güneş etrâfında bir defâ dönmesini (365,242 güneş gününü) esas alan takvim senesi.

hicri şemsi takvim / hicrî şemsî takvim

  • Resûlullah efendimizin Medîne'ye hicreti esnâsında Kubâ köyüne ayak bastığı Rebî'ul-evvel ayının sekizinci Pazartesi gününe rastlayan mîlâdî Eylül ayının yirminci gününü başlangıç ve güneş yılını esas alan takvim.

hicri tarih / hicrî tarih

  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) Mekkeden Medine'ye hicret ettiği günü başlangıç olarak alan tarih. Milâdi ve Rumi tarihler gibi oniki ay esasına dayanan hicri sene, Muharrem adı verilen ayla başlar, zilhicce ile sona erer. Oniki ayın adları şunlardır: Muharrem, safer, rebiül-evvel, rebiül-âhi

hikem-i cesime / hikem-i cesîme

  • Büyük ve esaslı hikmetler, faydalar.

hıkmık etmek

  • Bir işten veyahut bir suale cevap vermekten kaçınmak için esassız bahaneler ileri sürmeye çalışmak. Tereddütlü davranmak. (Türkçe)

hilaf-ı usul / hilâf-ı usûl / خِلاَفِ اُصُولْ

  • (Ehl-i sünnetin) İnanç esaslarına aykırı.

hile-i şer'iye

  • Müşkül bir mes'eleyi, şer'i esaslar üzeri, hazakatla hall ve izah etmek ve şer'an muahaze ve mes'uliyeti mucib olmayacak surette te'vilini bulmaktır. Bu tabir kanuna, yani şeriata karşı irtikâb edilen, hile, oyun, aldatma veya şer'î bir hükmü bertaraf etmek mânasına olmayıp, ancak karışık bir durumu

him

  • Deveye ârız olan susuzluk hastalığı.
  • Kürtçede: Temel, esas.

hınna

  • Kına. Saça, sakala veya kadınların, parmaklarının uçlarına sürdükleri sarımtırak pembe boya ve bunun esası olan toz.

hiras

  • Korku. Şaşırıp bozulmak, ürküp çekinmek. (Farsça)

hıred-suz

  • Şaşırtıcı, akıl yakıcı. (Farsça)

hıss

  • (Çoğulu: Hısas) Nasip, hisse.

hiss-i zahir / hiss-i zâhir

  • Zâhirde ve varlığın dış yüzünde olanları kavrayan hisler, duyular; görme, işitme, tatma duyuları gibi (Varlığın mânâ boyutu ile ilgili sezgi ve ihtisaslara vesile olan aklî, rûhî, kalbî, vicdanî hislere hiss-i bâtın denir.).

hısse

  • (Bak: HISASE)

hıyre-gi / hıyre-gî

  • Kamaşıklık, donukluk (göz hakkında). Şaşkınlık. (Farsça)

hoca tahsin efendi

  • (Vefatı: Mi. 1880) Yanya civarından (Filâtlı) olup Osmanlı Alimlerinin sonuncularındandır. Tarih-i Tekvin ve Esas-ı İlm-i Hayat gibi eserleri vardır.

hokkabaz

  • Elçabukluğu ile birtakım şaşırtıcı oyunlar göstermeyi kendine meslek edinmiş kişi.
  • Mc: Başkalarını aldatarak yalan ve hile ile iş çeviren kimse.

hukuk

  • (Tekili: Hakk) Haklar.
  • İnsanın cemiyet hayatında riâyet etmesi lâzım gelen kaideler, esaslar, yâni; şer'i ve adli hükümler. Haklıyı haksızdan ayıran kaideler.
  • Şeriat kitablarında yazılı olan haklar, kanunlar ve kaideler.
  • Üniversitenin hukuk tahsili yaptıran kısmı.

hulasa

  • Bir şeyin, bir bahsin özü. Kısaca esası.

hulasa-i kelam / hulasa-i kelâm

  • Sözün hülâsası. Sözün özü.

hülasa-i kelam / hülâsa-i kelâm

  • Sözün özü, kısası.

hulasa-i kelam / hulâsa-i kelâm / خلاصهء كلام

  • Kısacası, sözün kısası.

hülasa-i kitap / hülâsa-i kitap

  • Kitabın özü, esası.

hulel-i fahire / hulel-i fâhire

  • Kıymetli, şaşaalı, parlak elbiseler.

hulul / hulûl

  • İlâhî sıfatların mahlûklar ile bütünleştiği onlara nüfuz ettiği esasına dayalı bâtıl bir görüş.

humar-alud / humar-âlud

  • Süzgün ve baygın göz. (Farsça)
  • Kendinden geçmiş, şaşkın. (Farsça)

hurafat / hurâfât

  • (Tekili: Hurafe) Aslı esası olmayan, bâtıl rivayetler. Bâtıl inanışlar. Hurafeler.
  • Aslı, esası olmayan sözler ve rivayetler, hurafeler.
  • Aslı esası olmayan saçma inanışlar.

hürriyet-i vicdan

  • Amme hukuku ile ferdî hukuka tecavüz etmemek şartıyla herhangi bir kimsenin her hangi bir fikir veya dini kabul etmekte veya kabul etmemekte serbest olması. Ancak, İslâmiyeti kabul etmiş olan bir kimse, İslâmın esaslarını kısmen de olsa, inkâr ve reddetmekte serbest değildir; İslâm hukukunda mürted

huş der dem / hûş der dem

  • Nakşibendiyye yoluna âit on bir esastan biri. Her nefeste Allahü teâlâyı hatırlamak.

huss

  • (Çoğulu: Husas) Kamıştan yapılmış ev.

hüviyyet

  • Asıl. Mâhiyyet. Birisinin kimliği, kim olduğu, kökü, esası ve ne olduğu.
  • Cenab-ı Hakkın varlık sıfatı.
  • Hamiyyet ve istikametten, ulüvv-ü cenâbdan ibâret olan sıfât-ı hamide.

hüyyam

  • (Tekili: Hâim) Sevgiden dolayı şaşırmış olanlar.

huz

  • Tuz ağacı dedikleri nesnedir ve denize yakın yerlerde posası denize düşüp rüzgârla dalga döve döve kehribar olur.

i'cab

  • Şaşırtmak. Hayran etmek. Hayrete düşürmek.
  • Hodpesendlik. Kendini beğenmişlik.

i'caz / i'câz / اعجاز

  • Âciz bırakmak. Acze düşürmek, şaşırtmak.
  • Edb: Mu'cize derecesinde düzgün ve icazlı söz söylemek. Benzerini yapmada herkesi acze düşürmek. Güzel söz söylemekte insanların muktedir olmadıkları derece.
  • Mu'cizelik olan şey.
  • Aciz bırakma. (Arapça)
  • Şaşırtma. (Arapça)

i'la-yı kelimetullah / i'lâ-yı kelimetullah

  • İslâm esaslarını ve yüceliğini yaymak için gösterilen gayret, bu gaye ile yapılan cihat.

i'tiraziye

  • İtiraza, kabul etmediğine dair yazı.
  • Edb: Cümlenin esasından olmayıp yalnız bir husus hakkında söylenen ibare.

ibn-i ishak

  • (Ebu Abdullah Muhammed) Medine'de büyümüştür. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) hayatına dair vak'aları derin bir alâka ile toplamağa başladı. Daha sonra Mısır'a, oradan da Irak'a gitti. Hi: 151 veya 152 tarihinde Bağdat'ta vefat etti. Siyere dair iki eser vücuda getirmiştir.1. Kitab-ül Mübtedâ ve Kısâs-ul E

ibnü'l-hacer

  • İbn Hacer el-Heysemî'nin (ö.1567) fıkıh esasları üzerine kaleme aldığı eseri.

ibtar

  • Şaşma, tuhafına gitme, hayrette kalma.
  • Alabileceği miktardan fazla yük yükletme.

içli

  • t. İçi dolu.
  • Çabuk müteessir olan, hassas duygulu.
  • Kin tutan, haset eden.

icmali iman / icmalî iman

  • İman esaslarını kısaca bilmek. Allah'a ve Peygamberine imân ettiğini söylemek ve tasdik etmek.

iftilak

  • Taaccüb etmek, şaşırmak.

iftiraat

  • (Tekili: İftira) İftiralar, asılsız isnatlar, aslı esası olmayan suç yüklemeler.

iğtişaşat

  • (Tekili: İgtişaş) Karışıklıklar, kargaşalıklar, fenâlıklar.

ihata / ihâta

  • Kuşatma, etrafını çevirme.
  • Geniş tam bilgi ve ihtisas.

ihlas / اخلاص / ihlâs / اِخْلَاصْ

  • (Hulus. dan) Kalbini safi etmek. İçten, samimi, riyasız sevgi. İçten gelen sevgi ile doğruluk ve bağlılık.
  • Sırf Allah emretmiş olduğu için ibadet etmek. Yapılan ibadet ve işlerde hiçbir karşılık ve menfaati, hakiki ve esas gaye etmeyerek yalnız ve yalnız Allah rızasını esas maksat ve
  • Allah rızasını esas yapma.
  • Allah rızâsını esas tutma, samîmiyet.

ihlas suresi

  • Kur'an-ı Kerim'de şirkin ve küfrün envâını reddedip, tevhidi ilân eden 112. Sure. Bu sureye: Esas, Tevhid, Tefrid, Tecrid, Necat, Velâyet, Marifet, Samed, Muavvize, Mazhar, Berâe, Nur, İman suresi de denilmektedir. Maâni, Müzekkire gibi isimleri de vardır.

ihlas-ı tam / ihlâs-ı tâm / اِخْلَاصِ تَامْ

  • Tam olarak Allah rızâsını esas tutma, samîmî olma.

ihsa'

  • Yalnız bir ilim ve san'at dalıyla meşgul olup, o hususda ihtisas yapıp terakki etme. Husyelerini çıkarma, iğdiş etme, eneme, erkekliğini giderme.

ihtisasiyyun

  • İhtisas sâhibi kimseler, mütehassıslar.

iktinah

  • (Künh. den) Bir işin esâsını, künhünü, kökünü ve gerçeğini anlama. İçyüzüne, derinliğine varma.

iktisas

  • Birinin izinden, ardından gitmek.
  • Kısas istemek. İntikam almak.
  • Kıssa.
  • Hikâyeyi veya bir haberi doğruca söylemek.

ilel

  • (Tekili: İllet) İlletler. Esaslar. Temeller. Sebebler.
  • Sakatlıklar. Hastalıklar.

ilkaat

  • Zararlı sözlerle şaşırtmak.
  • Bırakmalar, terk etmeler.

ille

  • (İllet) Esas sebeb. Vesile.
  • Hastalık, maraz, dert, sakatlık. Mûcib, maksad, gaye.

ille-i gaye

  • Esas gaye, temel amaç.

illet / علت

  • Esas sebep, maksat.
  • Esas sebep.

illiyet

  • Sebeb ile alâkalı. Esas sebeble alâkadarlık. Sebeb arayış.

ilm-i kelam / ilm-i kelâm

  • Cenab-ı Hakk'ın zât ve sıfatlarından ve nübüvvet ve itikada ait mes'elelerinden İslâmî esaslar dairesinde bahseden ilim. Usul-üd din de denir. Bu hususlara çalışan İslâm allâmelerine "Mütekellimîn" denir.

ilmi kelam / ilmi kelâm / عِلْمِ كَلاَمْ

  • İman esaslarını isbat eden kelâm ilmi.

ilmihal / ilmihâl

  • İman esaslarıyla, namaz, abdest gibi amel ile ilgili meseleleri halkın seviyesinde anlatan kitap.

iltibas

  • Birbirine benzeyen şeyleri şaşırıp birbirine karıştırmak. Yanlışlık. Karışıklık.
  • Tereddüt. Şüphe.
  • Benzeyen şeyleri birbirine karıştırma. Şaşırıp yanılma.

iltimah

  • (Lemh. den) Bir şeye şaşkın şaşkın bakınma.

imad

  • Direk, kolon.
  • Temel, esas.
  • Kuvvet.
  • Bir kavmin reisi ve başta geleni.
  • Yüksek bina.

iman akideleri

  • İman esasları.

iman rüknü

  • İman esası.

iman-ı tahkiki / îman-ı tahkikî

  • İnandığı şeylerin aslını, esâsını bilerek inanma; sarsılmaz iman.

imtisal

  • Nümune kabul etme.
  • Uymak. Ayrılmamak üzere inkıyad etme.
  • Mesel ve kıssa söyleme.
  • Bir şeyin suretine girme.
  • Muvafakat ve mutabakat etme.
  • Katili kısas etme.

inhişaş

  • (Çoğulu: İnhişâşât) Birbirine dokunup hışırdama, hışırtı. Şakırtı, şakırdama.

inkılabat-ı acibe / inkılâbât-ı acîbe

  • Şaşırtıcı ve hayret verici değişimler.

intibah

  • Uyanıklık, göz açıklığı. Hassasiyet. Agâh ve münebbih olmak. Hakikatı ve hakkı anlayıp yanlıştan, fenadan dönmek.
  • Sinirlerin uyanması. Uzuvların harekete gelmesi.

intikas / intikâs

  • (Nüks. den) Başaşağı dönme veya düşme.

ishan

  • Aslında kalınlık demek olan sihan ve sehânetten kalınlaştırmak demektir. Siklet de sehanetin lâzımı olmak itibariyle: "Falan kimseyi, hastalığı veya yarası ağırlaştırdı, yerinden kımıldatmaz etti." mânâsına "İshanehül maraz evilcerh" denilir. Harbde düşmanın esaslı kuvvetlerini iyiden iyiye vurarak,

isnadiyyat

  • İsnad ile ilgili düşünceler.
  • Aslı esası olmadığı halde birisine isnad edilen sözler.

isti'cab

  • (Aceb. den) Şaşma, taaccüb etme, hayrette kalma.

istiare-i temsiliyye / istiâre-i temsiliyye

  • Teşbihin esas unsurlarından biri ile yapılan benzetme.

ıstıbar

  • Sabretmek.
  • Kısas almak.

istifa-yı kısas

  • Kısas hakkının bilfiil yerine getirilmesi. Câni hakkında kısas cezasının tatbik edilmiş olması.

istigrab

  • Şaşırmak, garib bulmak, taaccüb etmek, tahayyür.

istiğrap

  • Şaşırma, hayret etme.

istihare

  • Tefe'ül. Sual sorup cevap istemek.
  • Hayırlı olmayı istemek.
  • Hayran olmak, şaşmak, taaccüb etmek.
  • Bir işin hayırlı olup olmıyacağı niyetiyle abdest alıp, dua edip rüya görmek üzere uykuya yatma.

istihva

  • Şaşırıp kalmak. Divane olmak. Hevâ ve hevesi hoş görmek.

istikade

  • Adam öldürmüş olan katilin kısasını isteme.

istikra / istikrâ

  • Birey veya olayları tek tek inceleyerek onlardaki ortak vasıfları tesbit etmek sûretiyle çıkartılan genel sonuç; tümevarım, endüksiyon; yani peygamberleri tek tek araştırıp "peygamberliğin sebebi olan küllî esaslar"ı tespit etmek bir istikra işlemidir. İşte bu esaslar Peygamber Efendimizde en mükemm

istıksas

  • (Kısas. dan) Kısas isteme. Bir katilin şeriatça öldürülmesini isteme.

ittihad-ı islam / ittihad-ı islâm

  • İslâm birliği. İttihad-ı İslâmın varlığı ve devamı için: 1-İslâm milliyetini esas alıp, menfi unsuriyet fikrini bırakmak. 2-İslâm dünyasındaki dini cemaatler, gayede ve dinî esaslarda ittifak edip teferruat meseleleri medar-ı niza etmemek. 3-İslâm devletleri arasında meşveret-i şer'iyeyi yapmak.Bunl

ittikan

  • Muhkem yapılmak. Esaslı ve şüphesiz yakından bilmek.

iz'an-rüba

  • Anlayışı şaşırtan. Aklı oynatan. Çok hayret ve taaccüb veren. Aklı alan. (Farsça)

iz'an-rüba-i kainat / iz'an-rüba-i kâinat

  • Kâinatın aklı alan vechesi, herkese hayret ve şaşkınlık veren yüzü.

izhaf

  • Yalan söyleme.
  • Hıyanet etme, verdiği sözünü tutmama.
  • Hayrette bırakma, şaşırtma.

kabs

  • Her şeyin esası, aslı.
  • Tâlim etmek.

kafir / kâfir / كَافِرْ

  • Hakkı görmeyen ve örten. İyilik bilmeyen. Allah'ı inkâr eden. Dinsiz. İmanın esaslarına veya bunlardan birine inanmayan. Mülhid.
  • Îman esaslarına inanmayan.

kaide / قاعده / kâide

  • Esas. Temel. Düstur. Nizam. Yol. Ayaklık.
  • Dip taraf.
  • Bir şeyin meydana gelmesine şart ve düstur olan husus.
  • Bir ilim ve fennin düsturlarından her biri.
  • Fık: Hayızdan ve çocuktan kesilmiş kadın.
  • Esas, temel.
  • Usul, nizam, kural.
  • Taban.
  • Ayaklık.
  • Yaprakların köke birleştiği yer.
  • Esas.
  • Kural. (Arapça)
  • Temel, esas. (Arapça)

kaide-i esasiye

  • Esas kaide, temel kural.

kaideten / kâideten / قاعدة

  • Kural olarak, esas itibarıyla. (Arapça)

kaime

  • Ayakta sağlam duran, esaslı.

kaj / kâj

  • Eğri, bükülmüş. (Farsça)
  • Şaşı. (Farsça)

kalb-i hassas / kalb-i hassâs

  • Hassas, nazik ve duyarlı kalp.

kanun-u esasi / kanun-u esasî / kanun-u esâsî

  • Temel kanun. Temel ve esasa ait kanun. Bir bünyenin aslını ve mahiyetini teşkil eden kanun.
  • Ana prensipler, ana esaslar; anayasa.

kanun-u esasi-i kur'ani / kanun-u esasî-i kur'ânî

  • Kur'ân'ın ana prensibi, ana esası.

kanun-u esasi-yi beşeriye / kanun-u esasî-yi beşeriye

  • İnsanların temel kanunu, anayasası.

kaş'

  • (Kış') Şaşkın ve ahmak adam. Zayıf adam.
  • Açmak.
  • Gidermek. Dağıtmak.
  • Kuru deri. Deriden olan çadır.
  • Hamam pisliği.
  • Deriden yapılmış döşek.
  • Balgam.

kasas suresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 28. Suresidir. Mekkîdir. (Kısas da denir.)

kasr-ı garip

  • Şaşkınlık uyandıran saray.

kavad

  • Katili maktul yerine kısas etmek.

kavaid-i esasiye

  • Esası teşkil eden temel kaideler.

kaziye-i cehliyye

  • Man: Esası cehl üzere mebni olan bâtıl kaziyyedir.

kecbin / kecbîn / كجبين

  • Şaşı. (Farsça)
  • Eğri gören. (Farsça)
  • Yanlış ve ters düşüren. (Farsça)
  • Şaşı. (Farsça)

kecçeşm

  • Şaşı gözlü. Gözü şaşı olan. (Farsça)

kefa'

  • Kabı başaşağı etmek, ters çevirmek.

kejçeşm

  • Şaşı, eğri bakışlı. (Farsça)

kelam / kelâm

  • Söz. Bir mânayı ifâde eden, bir maksadı anlatan ifâde.
  • Allah'a mahsus bir sıfat.
  • Fık: Allah (C.C.) Kelâm sıfatını da hâizdir. Onun kelâmı harften ve savttan (sesden) münezzehtir, ezelidir, ebedidir.
  • Ist: Hikmet ve mantık esaslarıyla Allah'ın (C.C.) varlığı, birliği, İ

keling

  • Şaşı. (Farsça)

kemal-i hayret / kemâl-i hayret

  • Tam bir hayret ve şaşkınlık.

kemal-i taaccüp / kemâl-i taaccüp

  • Çok fazla şaşırma.

kenet

  • (Esâsı: Kinet) İki sert cismi birbirine bağlamak için çakılan iki ucu kıvrık madeni parça.

keramet-i acibe

  • Şaşırtıcı bir şekilde gerçekleşen keramet.

kesb-i muarefe / kesb-i muârefe

  • Bir mevzuda çalışarak ihtisas sahibi olmak. Birbinini tanımak ve alışmak.

keyfiyyet

  • Bir şeyin esâsı ve iç yüzü. Nasıl olduğu ciheti.
  • Kalite. Madde. (Kemmiyetin zıddıdır.)
  • Bir şeyin mâhiyeti, esâsı, içyüzü, nasıl olduğu. "Allah Arş üstündedir" buyurur Rabbimiz Lâkin keyfiyyetini, anlayamaz aklımız.

kibar

  • (Tekili: Kebir) İnce ve nârin yapılı. Terbiyeli ve nezaket sahibi. Hassas.
  • Kebirler. Büyük rütbeliler. Büyükler.

kısasen / kısâsen

  • Kısas yoluyla, kısas yaparak öldüren veya yaralayanı cezalandırma.
  • Kısas yoluyla. Öldüren veya yaralayanı eşit şekilde cezalandırarak.
  • Kısas olarak.

kışri / kışrî

  • Kışra, kabuğa dair. Dış yüce ait ve müteallik. Yüzünden. Derinden ve esastan olmayan. Künhü ve esası olmayan.

kıssa-i acibe

  • Şaşırtıcı, hayrette bırakan ibretli hikâye.

kıssa-i müdafaa

  • Müdafaa bahsi, kıssası.

kıssa-i musa / kıssa-i mûsâ

  • Hz. Mûsâ'nın kıssası.

kıssa-i yusuf

  • Hz. Yusuf'un kıssası, hikâyesi.

kitab-ı akide / kitab-ı akîde

  • İnanç esaslarını ele alıp açıklayan kitap.

kitab-ı mübin / kitâb-ı mübîn / كِتَابِ مُب۪ينْ

  • Kaderde olan her şeyin gerçekleşmesinde esas tutulan kānunların bütünü; Allahın geçmiş ve gelecekten ziyâde, şimdiki hâle bakan ilmi.

kıyas-ı hadsi-i hafi / kıyas-ı hadsî-i hafî

  • Gizli olan hükmün illetine (sebebine) güçlü bir sezgi ile (zihnin hemen intikali olan hads ile) ulaşmak sûretiyle yapılan kıyas; yani peygamberlik sebebi olan bütün peygamberlerdeki esasların Peygamber Efendimizdeki (a.s.m.) esaslar ile kıyaslanmasıdır ki, zihin bu esasların Peygamber Efendimizde da

kudsi hakaik / kudsî hakaik

  • Kutsal hakikatler, esaslar.

kur'an'ın ahkamı / kur'ân'ın ahkâmı

  • Kur'ân'ın hükümleri, esasları.

küsbe

  • Yağı veya suyu çıkartılmış her çeşit nebâti artıklar. Yağ posası.

kuskus

  • (Çoğulu: Kusâs) Kaba, kısa boylu erkek.

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

kutb

  • Esas.

kutb-u imani / kutb-u imanî

  • İmanın kutbu, esası.

laik

  • Dine istinad etmeyen. Ruhanî olmayan kimse. Dini olmayan şey. Dinî olmayan fikir, dinî olmayan müessese, sistem veya prensip. Devleti dinî esas ve hükümler ile idare etmeyen sistem. Temel esasların ve kanunların menşeini ve teşri'de (kanun yapmakta) hareket noktasını ve değer ölçüsünü dine isnad etm (Fransızca)

lal ü ebkem / lâl ü ebkem

  • Şaşa kalmış. Sükuta mecbur olmuş. Susmuş.

lam-ı cer / lâm-ı cer

  • Kelimeyi cerreden lâm harfi. Kelimenin sonunu "i" diye okutur. Lillâhi, Lieclillâhi'de olduğu gibi. İstihkak ve ihtisas, has ve müstehak ve zarfiyyet, illet mânâsını verir.

lass

  • (Çoğulu: Lüsus-Elsâs) Hırsız, sârık.

latife

  • Hoş söz. Şaka. Mizah. Söz ile iltifat. İnsanın çok ince ve hassas olup kalbe bağlı bir duygusu. (Mukabili ciddiyettir)

lenf

  • (Lenfâ) Tıb: İnce damarların içinde dolaşan beyaz kan. Kanın esasını teşkil eden sıvı.
  • Eski tıbba göre; ahlât-ı erbaa'dan birisi.

lıss

  • (Çoğulu: Lüsus-Elsâs) Hırsız.

lu'bet

  • Oynayan veya oynatılan şey. Oyuncak.
  • Herkesi hayrette bırakıp şaşırtacak şey.

lübb

  • İç. Öz. Her şeyin iyisi, hülâsası.
  • Akıl, içli şeyin içi.

luç

  • Şaşı. (Farsça)

luss

  • (Çoğulu: Lüsus-Elsâs) Hırsız, sârık.

ma'kus

  • Tersine dönmüş, aksetmiş, başaşağı çevrilmiş, zıddı.
  • Uğursuz.

madde

  • Zahir duygularla hissedilen, ruhâni olmayıp, ağırlığı olan, cismâni bulunan.
  • Asıl, esas, cevher, mâye.
  • Bend, fıkra, kısım.
  • İlm-i Kelâmda: His âzâmız üzerine bir takım muayyen ihtisâsât husule getiren veya getirebilen, her şey.
  • Tıb: Çıbanın içinde hasıl olan ya

maddi felsefe / maddî felsefe

  • Aklı esas alıp herşeyi maddî ölçülere göre değerlendiren düşünce sistemi; materyalist felsefe.

maddiyyun

  • (Maddiyun) Maddeciler. Her şeyin esası madde olduğunu iddia edip, ruhaniyatı inkâr eden dinsizler. Her şeyi madde ile ölçenler. Masnuât-ı İlâhiye olan mahlukatı ve zerrelerin muntazam hareketini, tesadüf eseri gibi kabul ve tevehhüm edip dinsizliğe yol açmağa çalışanlar.

magbun

  • (Gabn. dan) Alışverişte aldanmış olan.
  • Şaşkın. Şaşırmış.

magbuniyet

  • Şaşkınlık.

mahall-i garaip

  • Hayret verici ve şaşırtıcı yerler.

mahiyat

  • Mahiyetler. Esaslar. Hakikatlar. İç yüzleri.

mahiyet / mâhiyet / ماهيت

  • Bir şeyin içyüzü, aslı, esası. Bir şeyin neden ibâret olduğu, künhü, esası, hakikatı.
  • Bir şeyin aslı, esası, içyüzü, özü.
  • Esas, nitelik, içyüz.
  • Asıl, esas, içyüzü. (Arapça)

mahiyet-i hayat

  • Hayatın mahiyeti, esası, içyüzü.

mahiyet-i hayatiye

  • Hayatın yapısı, esası, hakikatı.

mahiyet-i küfür

  • Küfrün iç yüzü, esası.

mahiyyet / mâhiyyet

  • Öz, asıl ve esas.

mahlukat-ı acibe / mahlûkat-ı acibe

  • Şaşırtıcı mahlûklar, harika yaratıklar, varlıklar.

mahşer-i acaip ve garaip

  • Şaşırtıcı ve garip şeylerin toplandığı yer.

makasıd-ı esasiye

  • Esas maksatlar, asıl gayeler.

maksad-ı esas

  • Esas maksat, asıl gaye.

manen

  • Mânâca. Mânâ cihetiyle. Ruhca. Esasca. Bâtınen. İç varlık bakımından.

materyalizm

  • Allahü teâlâyı inkâr ve maddeyi her şeyin esâsı kabûl eden görüş, düşünce; toplum hayâtını ve fertler arasındaki münâsebetleri ve davranışları belirleyen tek faktörün madde olduğunu savunan felsefe akımı; maddecilik.

maya

  • Esas, temel.

maye / mâye

  • Damızlık.
  • Esas. Temel.
  • Bir şeyin mayalanması ve ekşimesi (tahammürü) için konulan madde.
  • Para, mal. İktidar. Güç.
  • İlim.
  • Dişi deve.
  • Esas, temel; maya.
  • Maya, asıl, esas.
  • Para, mal.
  • İktidar, güç,
  • Bilgi.
  • Dişi deve.

meal-i icmali / meâl-i icmalî

  • Kısaca hülâsası, kısaca mânâsı. İcmalî meâl.

mebani

  • Temeller. Esaslar.
  • Yapılar. Binâlar.

mebani-i kelam / mebani-i kelâm

  • Sözün esâsını teşkil eden şeyler.

mebde'

  • Baş taraf. Başlangıç. Başlama.
  • Kaynak. Kök. Temel. Esas.

mebhut / mebhût / مبهوت

  • Hayretle, şaşkın, mütehayyir. Sersem.
  • Şaşkınlık içinde kalmış olan.
  • Şaşkın.
  • Şaşkın. (Arapça)

mebna

  • Temel. Yapı yeri.
  • Üss-ül esas. Asıl ve esas.

medar-ı hayret ve takdir

  • Şaşkınlık ve övgü sebebi.

medar-ı taaccüp

  • Şaşkınlık sebebi, şaşkınlığa sebep olan nokta.

medfu / medfû / مدفوع

  • Çıkarılmış. (Arapça)
  • Dışkı. (Arapça)
  • Para kasasından çıkmış. (Arapça)

medhuş

  • Dehşete uğramış. Şaşırmış. Korkmuş.

meftun / meftûn

  • Sihirlenmiş, fitneye düşmüş.
  • Gönül vermiş, tutkun, vurgun.
  • Hayran olmuş, şaşmış.

meftunane

  • Meftuncasına, kendinden geçmiş olarak, tutkuncasına. Şaşarak, hayrancasına.

mehbut / mehbût

  • Korkudan şaşırmış. Hayret ve korkuya kapılmış.
  • Korkudan şaşıran.

mehyum

  • Şaşmış, hayrette kalmış, şaşırmış.
  • Sevgi ve aşkdan serseme dönmüş.

melamilik / melâmîlik

  • Kendini kınamayı esas alan bir tarikat.

meleke-i hassasiyet

  • Hassasiyet melekesi; duyarlılık alışkanlığı, duyarlılık konusunda yatkınlık.

melekut / melekût

  • Birşeyin iç yüzü, aslı, esası.

melekut ciheti / melekût ciheti

  • Birşeyin iç yüzü, aslı, esası.

menfaatperest

  • Yaptığı işin sadece faydasını düşünen. Sadece nefsine ait kârları, faydaları düşünerek çalışan. Allah rızasını esas gaye yapmayan kimse. (Farsça)

menşê

  • Esas, kök, kaynak.

menşe'

  • Bir şeyin çıktığı yer, esas, kök.
  • Yetişilen yer, bitirilen mektep.
  • Kaynak, esas.
  • (Neş'et. den) Esas. Kök. Bir şeyin çıktığı, neş'et ettiği yer. Beslenip yetişilen yer.

mesail-i dakika / mesâil-i dakika

  • İnce ve hassas meseleler.

mesas

  • Esas, asıl, kök.

meşduh

  • Şaşkın, şaşırmış. Ürküp korkmuş.

meşher-i acaip

  • Şaşırtıcı şeylerin sergilendiği yer.

meslek-i esas

  • Esas mesleği.

meşreb-i aşk / مَشْرَبِ عَشْقْ

  • İlâhî aşkı esas alan yol.

meşrutiyet

  • Başında hükümdar bulunmakla birlikte seçimle belirlenmiş bir yasama meclisine dayanan, yürütmesi denetime açık anayasal idare şekli; Osmanlılarda 1876 anayasasıyla başlayan, 1908 değişikliğiyle devam eden hukukî ve siyasi döneme verilen ad.

mevhum / mevhûm

  • Vehmolunmuş, aslı esâsı yokken zihinde kurulmuş olan, kuruntuya dayanan. Hayâlî.

mevzua

  • Kabul edilmiş esas. İlk önce ele alınan fikir. Müsellem ve âşikâr olan kaziyye, hüküm.

mevzuat

  • Bahsedilen hususlar. Bir şeyin esasını teşkil eden hususat. Tatbikat halinde olan hükümler ve kaideler.

mezahib

  • Mezhebler. İslâm itikadı ve amel hususunda esas ittihaz olunan yollar.

mezheb

  • Yol. Gidilen yol. Tutulan çığır.
  • Dinin esaslarında ve esas temel mes'elelerde bir olmakla beraber, teferruatta bazı muhtelif mes'eleler olması sebebiyle birbirinden az farklı müctehidlerin yolları. Müctehidlerden, kendilerine tâbi olunanların seçtikleri meslekleri. Füruatta Hanefi ve
  • Gidilen yol, dinin esaslarında aynı ayrıntılarında farklı görüşler.

mıknatısiyyet

  • Mıknatıs kuvveti ve hassası.

miladi yıl / mîlâdî yıl

  • Hazret-i Îsâ'nın doğduğu iddiâ edilen yılı başlangıç kabûl eden ve 365,242 günlük güneş yılını esas alan takvim senesi.

minhac-ı kavim-i ehl-i sünnet / minhâc-ı kavîm-i ehl-i sünnet

  • Doğru esaslar üzerine kurulmuş olan Ehl-i Sünnet yolu.

misal

  • Bir şeyin benzer hali. Benzer. Örnek.
  • Düş. Rüya.
  • Ahlâk ve âdâbla ilgili kıssa ve hikâye.
  • Bir şeyin örneği ve sıfatı. Kısas.
  • Gr: İlk harfi harf-i illet olan (yani; elif, vav veyahut da yâ olan) fiil veya kelime.

mu'cib

  • (Aceb. den) Taaccübe, hayrete düşüren. Şaşkınlık veren.

mu'cibe

  • Taaccüb edilecek, şaşılacak şey.

mu'cizat-ı seb'a

  • Yedi meşhur mu'cize, yedi külli i'caz esasları.

mu'temed

  • Sözüne güvenilir kimse.
  • Müctehîd âlimlerin dînî bir mevzûdaki sözlerinden esas alınan kavl (söz), ictihad.

mübarek

  • İlâhi hayrın bulunduğu şey. Bereketlenmiş, çoğalmış. Bereketli, uğurlu. Hayırlı. Mes'ud.
  • Beğenilen, kendisine kızılan ve şaşılan kimse veya şey.

mücerredat-ı sırfa

  • Esas mücerred olan, soyut kavramların ta kendisi.

mucib-i taaccüp / mûcib-i taaccüp

  • Şaşkınlık sebebi.
  • Şaşkınlık sebebi.

müdheş

  • Hayret verici, hayret veren, şaşırtan.

müessese

  • (Çoğulu: Müessesât) (Esas. dan) Bina, kuruluş.
  • Kurum.

müessisin / müessisîn

  • (Tekili: Müessis) (Esas. dan) Meydana getirenler, tesis edenler. Kurucular, kuranlar.

müfettin

  • (Fitne. den) Meftun ve hayran eden. Şaşkın bir hâle getiren.
  • Fitneye düşüren.

müfezzi'

  • Hayretle ve şaşkın şaşkın baktıran.

muhabbet-i acibe / muhabbet-i acîbe

  • Şaşkına döndüren sevgi.

muhaddis

  • Hadîs âlimi. Çok sayıda hadîs toplayıp, senet ve metinleriyle ezberleyen, râvilerin cerh ve ta'dîl (güvenilir olup olmadıkları) noktasından durumlarını bilen, bu ilimde ihtisas kazanıp kitaplar yazmış olan âlim. Muhaddisin çoğulu muhaddisîn'dir.

muhassal

  • Netice. Husule gelen. Tahsil olunan. Hâsıl olmuş bulunan. Toplanılmış, cem'olunmuş. Hülâsa. Sözün kısası.

muhassal-i kelam / muhassal-i kelâm

  • Sözün kısası.

muhassasat

  • (Tekili: Muhassas) Devlet bütçesinden, devlet dâireleri için ayrılan para.
  • Bir kimseye verilmiş olan maaş veya tayın.

muhayyir

  • Hayret veren. Hayrette bırakan. Şaşkınlık veren.

muhayyir-ül ukul

  • Akıllara hayret veren. Akılları şaşırtan, akılları durduran.

muhayyirü'l-ukùl

  • Akıllara şaşkınlık veren.

muhazane

  • Çocuklara şaşırtıp sevindirecek şeyler söylemek.

muhtar kavl / muhtâr kavl

  • Bir mes'elede, bir mezhebin âlimlerinin çoğu tarafından mezhebin içinde mevcûd ictihâdlardan (büyük âlimlerin kitâb ve sünnetten çıkardıkları hükümlerden) seçilen ve bu seçime göre üstün tutulan ve fetvâya esâs alınan kavl, söz.

mukaddir

  • Takdir eden. Bütün mahlukatın ve her şeyin esaslarını tanzim ve takdir edip sıralayan. Allah (C.C.). Bir şeyin kıymetini biçen, takdir eden. Beğenen.

mukannen

  • (Kanun. dan) Muntazam. Tertibli.
  • Kanun ile vâcib ve mukarrer olan.
  • Zaman ve miktarı hiç şaşmayan. Tertibe dahil olarak kararlaşmış olan.
  • Zaman ve miktarı hiç şaşmayan, düzenli.

mukasmel

  • Asâsı çok şiddetli olan.

mukassa

  • Kısas etmek.
  • Üzerlerinde olan borcu birbirine takas edişmek.

mülahhas

  • Hülâsası, özü çıkarılmış. Telhis edilmiş.

mümarese

  • (Çoğulu: Mümaresat) Çalışarak meharet kazanmak, üstadlık etmek. Bir işe devam ederek ihtisas sahibi olmak.
  • Duruşmak.

münekkes

  • Başaşağı edilmiş.

münhadir

  • İnişli, eğik.
  • Yokuşaşağı inen.

müntekis

  • Başaşağı dönen. Tersine yuvarlanan.

müredded

  • Bir hususta hayran ve sergerdan olmuş, şaşırmış olan.

mürekkeb

  • (Rükub. dan) Terkib edilmiş, bir kaç maddeden yapılmış.
  • Yazı yazmaya mahsus boya terkibi.
  • Karışmış, muhtelit.
  • Bitecek yer, münbit.
  • Asıl, esas.

muşa'şa / muşa'şâ

  • Şaşaalı, gösterişli.

müşa'şa / مشعشع

  • Parlak, şaşâlı, gösterişli.
  • Gösterişli, şaşaalı. (Arapça)

muşa'şa'

  • Şaşaalı, gösterişli, parlak.

müsellemat / müsellemât

  • (Tekili: Müsellem) Doğruluğunda şüphe edilmeyen umumi bilgi ve kaideler. İslâmiyete ait, sağlamlığında şüphe olmayan esâslar.
  • Man: Dinleyenin hemen münakaşasız kabul ettiği kaziyeler.
  • Dinin herkesçe kabul edilmiş esasları.

müşevveş olma

  • Şaşırma.

müsta'ceb

  • Şaşılacak olan.

müsta'cib

  • (Aceb. den) Şaşan, taaccüb eden.

müsta'ciben

  • Şaşakalarak, şaşırarak, taaccüb ederek.

müstagreb

  • (Garabet. den) Garip ve tuhaf görülmüş, şaşılmış.

müstagrib

  • (Çoğulu: Müstagribîn) Gurbete gitmek isteyen.
  • (Garabet. den) Şaşakalan, şaşıran, garibine giden.

müstagribane

  • Garibine ve tuhafına giderek, şaşırarak. (Farsça)

müstagribin / müstagribîn

  • (Tekili: Müstagrib) (Garabet. den) şaşakalanlar. Garibine gidenler, taaccüb edenler.

müstakıss

  • Kısas istiyen.

müsteham

  • Şaşırmış, şaşa kalmış, hayran.

müsteknih

  • (Künh. den) Künhünü, doğrusunu ve esâsını araştıran.

müteaccib

  • Taaccüb eden, şaşan, şaşakalan.
  • Şaşıp kalan.

müteaccibane / müteaccibâne

  • Şaşıp kalırcasına.
  • Şaşakalma suretiyle. Taaccüb eder şekilde. (Farsça)
  • Şaşırarak, şaşkın bir şekilde.

mütehassıs

  • İhtisas sahibi, uzman.
  • İhtisas sahibi, uzman.
  • İhtisas sâhibi, uzman. Bir işin hakîkatini, iç yüzünü çok iyi bilen, bir ilim dalında veya meslekte mâhir olan.

mütehassis olma

  • Duygulanma, hislenme, hassas olma.

mütehassıs olmak

  • İhtisas sahibi olmak, uzmanlaşmak.

mütehayyer

  • Hayrette kalınan şey, şaşılacak şey.
  • Şaşılacak.

mütehayyir / متحير / مُتَحَيِّرْ

  • Şaşmış, hayrette kalmış.
  • Şaşmış, şaşırmış.
  • Şaşkın, şaşırmış. (Arapça)
  • Hayrette kalan, şaşırmış.

mütehayyirane / mütehayyirâne

  • Şaşkınca, şaşkın şaşkın, şaşırarak. (Farsça)

mütehayyirin

  • (Tekili: Mütehayyir) Şaşırmış olanlar. Şaşmış kimseler. Hayrette kalanlar.

mütekellimin / mütekellimîn

  • İslâm ve iman esaslarını, hakaik-ı Kur'aniye ile isbat ve izahını yapan büyük İslâm allâmeleri, âlimleri, İlm-i Kelâm âlimleri.

mütenekkis

  • Ters dönüp başaşağı olan kimse.

mütevellih

  • Hayran olup şaşıran. Şaşan, şaşmış.

na-fercam

  • Asıl ve esastan âri olan, akibetsiz olan. Faydasız. (Farsça)

nagız

  • Şaşırdığında başını sallayan kimse.
  • Kürek başında olan kıkırdak.

nakli delil / naklî delil

  • Şer'î hükümler için naklî delil esastır. Yalnız akıl ile din namına hüküm getirilmez ve böyle bir hükmün dinle alâkası olmaz. Dinî meselelerde aklın ve ilmin vazifesi; dinî hükümlerdeki hikmetleri ve hakkaniyet delillerini görüp izhar etmektir. Kur'anın bazı âyetlerinde yapılan akla havaleler ve Kur

nakş

  • Bir şeyi çeşitli renklerle boyamak.
  • Resim.
  • Tezyin etmek.
  • Bedene batmış dikeni çıkarmak.
  • Bir şeyin esasını araştırmak.
  • Yaymak.
  • Suda ıslanmış hurma.
  • İpekle, sırma ile işleme.
  • Mc: Hile.

nakş-ı acib / nakş-ı acîb

  • Şaşırtıcı, eşsiz nakış.

nakş-ı acib-i san'at

  • San'atın şaşırtıcı nakşı.

namus-u tahavvül ve tekamül / namus-u tahavvül ve tekâmül

  • Dönüşüm ve mükemmelleşme kanunu, yasası.

natıka

  • (Nutk. dan) Düşünüp söylemek hassası. Fesahat ve belâgatta söyleme kuvveti. Talâkat-ı lisan, güzel konuşabilme kabiliyeti.

nazm-ı lafz

  • Kelâmın, lâfız esas alınarak düzenlenmesi.

nefs-i ihbar

  • Tam haber. Haberin tam esası.

nefs-i natıka / nefs-i nâtıka

  • Akli ve nakli mes'elelerin münasebetlerini hissetmeğe ve anlamağa istidadı olan zâti ve cevheri hassası. Zâtında maddeden mücerred, fiilinde maddeye mukarin olan cevher. İnsan ruhu.

nefs-i şeriat

  • Şeriatın özü, esası, aslı.

nefsü'l-emr

  • İşin temeli, esası.

nefsülemir

  • Birşeyin gerçek hâli ve konumu; işin aslı esası.

neks

  • Başaşağı etmek, ters döndürmek.
  • Aynı hastalığın geri gelmesi.

neşa

  • Nişasta.

neşastec

  • Nişasta.

netice-i kelam / netice-i kelâm

  • Sözün kısası.

netuc

  • Çıkma.
  • Ağaç posası.

nezaket / nezâket / نزاكت

  • İncelik. (Osmanlıca > Arapça)
  • Hassaslık. (Osmanlıca > Arapça)

niam-ı esasiye

  • Esas nimetler, en lüzumlu maddeler. İman, din gibi en kıymetli İlâhi ihsanlar.

nigun

  • Tersine dönmüş, altüst olmuş, başaşağı. (Farsça)
  • Ters, uğursuz, aksi. (Farsça)

nigunsar / nigunsâr

  • Başaşağı. (Farsça)

nikah / nikâh

  • İman ve Kur'ân esaslarına uygun evlenme.

nişa

  • Nişasta. (Farsça)

nisab

  • Zekât ölçüsü, ölçü miktarı.
  • Üzerine zekât verilmesi farz olan mal miktarı.
  • Asıl, esas. Sermaye mal. Derece, had.
  • Fık: Altının nisabı: 20 miskal; gümüşünki 200 dirhem (yani 600 gram); koyun ile keçinin 40 adet; sığır, manda 30; ve devenin nisabı da 5'dir.
  • Bir m

nizam-ı garip

  • Şaşırtıcı düzen.

nükte-i esasiye

  • Esas nükte, ince ve derin mânâ.

nur-u muhammedi / nur-u muhammedî

  • Bütün varlıkların yaratılışının mayası, aslı, esası olan Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (a.s.m.) nuru.

nur-u tarikat

  • Tasavvufa dayalı, mânevî derecelere ulaşmayı esas alan yol ve yöntemlerin aydınlığı, güzelliği.

nuşirevan-ı adil / nuşirevân-ı âdil

  • Adaletiyle ün salmış meşhur, eski bir İran Sâsânî Hükümdarı.

nuşirvan

  • İran'da Milâdi (531 - 579) tarihleri arasında hükümdarlık etmiş Sâsâni padişahı olup adâlet ve doğruluğu ile meşhur olmuştur.

perva

  • Korku, çekinmek. (Farsça)
  • Alâka, ilgi, bağ. (Farsça)
  • Takat. (Farsça)
  • Durup dinlenmek. (Farsça)
  • Bilmek. (Farsça)
  • Vesvese. (Farsça)
  • Kayd. (Farsça)
  • Iztırab. (Farsça)
  • Terk, feragat. (Farsça)
  • Hayran, şaşmış. (Farsça)
  • Meyl, teveccüh, iltifat, kayırmak. (Farsça)
  • Gussalanmak. (Farsça)

piçtab

  • Sıkıntı, telâş. (Farsça)
  • Şaşkınlık. (Farsça)

pişnihad

  • Usûl, kanun. (Farsça)
  • Temel, esas. (Farsça)

prensip

  • Esas, ilke.

rabıta-i esas

  • Esas bağ.

racih-i mercuh

  • Bürhan ve delillerin tercih ve üstünlük esasları.

rafıza

  • Şii fırkalarından bir tâife. Hak mezhepten ayrılmış, namazsız, itikadı bozuk kimse.
  • Asker kaçağı güruhu.
  • Düstur, akide ve nizam kabul edilen esaslardan ayrılanlar.

rahat

  • Üzüntüsüz, tasasız, kedersiz bir halde olmak. İstediği her şeyi bulup telâşsız olmak. Müsterih.
  • Dinlenmek.
  • El ayası.

rahat-ı kalb

  • Kalb rahatlığı, kalbin huzurlu ve tasasız oluşu.

rakik / رقيق

  • İnce. (Arapça)
  • Hassas. (Arapça)
  • Köle. (Arapça)

recefe

  • Zelzele.
  • Ortalığı sarsacak kışkırtmalar yapmağa ircaf denir. Yalan, yanlış haberlerle umumî efkârı şaşırtıcı neşriyatlara ise Eracif denmektedir.

reform

  • Düzeltme, tanzim. Asıl şeklini verme. Islah etme. Avrupa'da başlayan dinde reform hareketini, İslâm dinine tatbik etmenin yeri yoktur. Çünkü İslâm dini, bütün zaman ve mekânların insanlarına her cihetle cevap verecek câmiiyette olduğundan ve ilmi esaslara dayanmış olarak asliyetini muhafaza ettiğind (Fransızca)

rehk

  • Aradan yetişip yaklaşma.
  • Yürüme.
  • şaşa kalma, taaccüb etme, hayrette kalma.
  • Kötü şeylere düşkünlük.

resas

  • (Bak: Rasas)

reşaş

  • (Reşâşe) Serpinti ve toz gibi ince yağmur.

reşidiyye

  • Reşid olanla ilgili.
  • Şeker ve nişasta ile yapılan bir çeşit tatlı.

resse

  • (Çoğulu: Rises-Risâs) Eski ve çürümüş, köhne.
  • Ev eşyasından eskiyip atılanı.

rev'a

  • Korkak kadın.
  • Kendisini görenleri şaşırtacak derecede güzel olan kadın veya kız. (Müz: Ervâ)REVA' : Tatlı.

rikkat / رقت

  • İncelik, hassaslık. (Arapça)
  • Acıma. (Arapça)

rişaşe

  • (Bak: RİŞAŞ)

rübai / rübaî

  • Dörtlük olan. Dörtle ilgili.
  • Edb: Dört mısralık belli vezinlerle yazılmış manzume. Aynı esasta 24 şekilli vezinle yazılan 4 mısralık şiir.
  • Gr: Mastarını meydana getiren dört harften hepsi de aslî olan kelimeler.

rükn / ركن

  • Direk. Esas.
  • Kuvvet.
  • Bir şeyin en fazla sağlam olan tarafı veya köşesi veya temeli.
  • Bir cemaatin ileri gelenlerinden olan.
  • Nüfuzlu, kuvvetli ve ehemmiyetli kimse.
  • Esas, şart.
  • Direk, sütun. (Arapça)
  • Esas. (Arapça)

rükn-ü azim / rükn-ü azîm

  • Büyük esas, şart.

rükn-ü dahili / rükn-ü dâhilî

  • İçteki esas unsur. Namazın içindeki farz ve şart olan esas.

rükn-ü imani / rükn-ü imanî

  • İmanın şartı, esası.

rükn-ü metin

  • Sağlam esas.

rükn-ü mühim

  • Mühim bir rükün, esas, önemli şart.

rükün / ركن / رُكُنْ

  • Esas, şart.
  • Esas.
  • Esas, ileri gelen.

rumi / rûmî

  • Eskiden Osmanlılarda kullanılan güneş esasına dayalı takvim.

sada-yı hayret ve taaccüp / sadâ-yı hayret ve taaccüp

  • Şaşkınlık ve hayret sesi.

sadir

  • Şaşan, hayrette kalan.

şahi / şahî

  • şaha, hükümdara ait, şah ile ilgili. (Farsça)
  • Hükümdarlık, şahlık. (Farsça)
  • Eski topların bir çeşiti. (Farsça)
  • Nişastalı, yumurtalı bir helva. (Farsça)
  • Tar: Osmanlı Padişahlarından Yavuz Sultan Selim Han'ın bastığı altun para. (Bu ismin verilmesi, üzerinde "şah" kelimesinin yazılı bulunmasından (Farsça)

sahib-i ihtisas

  • İhtisas sahibi, söz sahibi, uzman.

şahrah / şahrâh

  • Büyük ve işlek yol, cadde. Şaşırılması mümkün olmayan doğru ve işlek yol. (Farsça)
  • En büyük, en işlek ve şaşırılması imkânsız olan yol.

salat / salât

  • Allahü teâlâdan rahmet, meleklerden istiğfâr, mü'minlerden duâ.
  • İslâm'ın beş esâsından (temelinden) birisi olan namaz.
  • Peygamber efendimizin ism-i şerîfleri anıldığında, işitildiğinde veya yazıldığında söylenen ve yazılan "sallallahü aleyhi ve sellem". sözü ve benzerleri. Çoğ

şani'

  • Adavet etmek, kin tutmak mânasına "şeneân" dan ism-i fâil olup, buğz eden, kin tutan demektir. Esas murad ise; buğz edip geçmiş olan değil, buğzunda devam ve ısrar eden demektir.

sani'-i hakiki / sani'-i hakikî

  • Doğrudan doğruya, hiç bir şeye muhtaç olmadan her şeyin aslını, esasını ve teferruatını yapan, yaratan. Allah (C.C.).

şaş

  • Şaşı.

şaş adam / şâş adam

  • Şaşı adam.

şaşaa-i medeni / şâşaa-i medenî

  • Medeniyetin şâşaası, gösterişi.

sasaniler

  • İran'da ikibin yıl önce devlet kuran bir sülâledirler. İlk meşhur hükümdarları Erdeşir'dir. Devleti kuvvetlendirdi ve Doğu Anadolu'yu Romalılardan aldı. Ünlü pâdişahlarından ve âdil ismi ile tanınan Nuşirevan İslâmiyetten önce yaşamıştır. Altıyüz seneden ziyade devletleri devam eden Sâsâniler, İslâm

şasıye

  • (Çoğulu: şevâss-şasâyât) Dolu sokak.

şayan-ı hayret

  • Şaşmağa değer. Hayret edip şaşılacak şey.

şayan-ı istiğrab / şâyân-ı istiğrab

  • Şaşkınlık sebebi, hayret verici, şaşırtıcı.

se'r

  • İntikam, öç almak.
  • Kin.
  • Kısas etmek.

seb'a-i meşhure

  • Altı iman rüknü ile beraber İslâmiyetin esası olan ibadet hakikati.

sebbabegeza / sebbabegezâ

  • Şaşarak parmağını ısıran. (Farsça)

sebt

  • (Çoğulu: Esbât-Sübut-Esbüt) Rahat etmek.
  • Boyun vurmak.
  • Saç sarkıtmak. Bir çeşit deve yürüyüşü.
  • Cumartesi günü.
  • Şaşırmak, hayrette kalmak.
  • Çok zeki, dâhiye.
  • Başı tıraş etmek.

sebuiyet

  • Yırtıcılık, parçalayıcılık. Yırtıcı hayvanın fıtri hassası.

secir-i ineb

  • Üzüm posası.

sefer der vatan

  • Nakşibendiyye yolunun on bir temel esâsından biri. Sâlikin (tasavvuf yolunda bulunan kimsenin) kötü ahlâk, beşer (insan) tabiatının sıfatlarından kurtulması, beşerî sıfatlardan meleklere âit sıfatlara, kötü, çirkin vasıflardan, iyi, güzel ahlâka geçm esi.

sefsefe

  • Nişasta, un gibi şeyleri eleme.

sehivsiz

  • Yanılmadan, şaşırmadan.

şehla / şehlâ / شهلا

  • Elâ göz. Koyu mavi göz. Tatlı şaşı.
  • Mc: Çok güzel.
  • Elâ göz, tatlı şaşı.
  • Hafif şaşı. (Arapça)
  • Ela gözlü. (Arapça)

şehrah / şehrâh

  • Cadde, ana yol; şaşırılması mümkün olmayan doğru ve açık yol.

sekre

  • Sarhoşluk.
  • Şaşkınlık.
  • Şiddet.

şem'un

  • Hz. İsa'nın (A.S.) havarilerindendir. Petros veya Sen Piyer de denir. Antakya kilisesini yaptırmıştır. Mi: 65'de Roma'da Neron tarafından hapsedilmiş ve çarmıha gerilerek şehid edilmiştir. Hristiyan âlemine büyük hizmeti vardır. Esas adı, Şem'un-us Safâ'dır.

serab

  • Çölde, sıcak ve ışığın tesiriyle ilerde veya ufukta su ve yeşillik var gibi görünme olayı. Şaşkın hale gelme.
  • Şaşkın, şaşırmış.
  • Şaşkın hâle gelme. Çorak yerlerde, çölde sıcak ve ışığın te'siriyle ileride, yakında yahut ufukta su veya yeşillik var gibi görünme hâdisesi.

sergerdan / sergerdân / سرگردان

  • Başı dönmüş, şaşkın. Hayran. (Farsça)
  • Şaşkın, başıboş.
  • Avare, aylak. (Farsça)
  • Şaşkın. (Farsça)

sermaye

  • Ana mal. Esas para. İlk elde mevcut olan para. (Farsça)
  • Kazanılmış ilim. (Farsça)
  • Hayat. Ömür. (Farsça)

sernigun / سرنگون

  • Başaşağı, tepetakla. (Farsça)
  • Sernigûn olmak: Tepetakla olmak, başaşağı gelmek, yenilmek. (Farsça)

şesar

  • (Şâsır) Geyik buzağısı. (Müe: Şesara)

şess

  • (Çoğulu: şisâs) Boya otu.

sevr

  • Osmanlı topraklarını paylaşmayı esas alan sözleşme.

şeydai / şeydâi

  • Çok fazla sevgiden hâsıl olan divanelik, şaşkınlık. (Farsça)

şeyh

  • İhtiyâr.
  • Bir ilim dalında ihtisas etmiş olan.
  • Mürşîd-i kâmil; insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatan, dîni, İslâm'ı yayan ve onların mânen olgunlaşmalarını sağlayan rehber zât. Çoğul şekli meşâyıh ve şüyûhtur.

şeyhan

  • (şeyheyn) Esasen iki şeyh demek olup; bazı eserlerde, Buharî ve Müslim yerinde kullanılır. Her ikisinin Hadis Kitablarına birden Sahihan denir.
  • Hazret-i Ebubekir ile Hazret-i Ömer'in (R.A.) beraberce bâzı mühim kitaplarda geçen isimleri.
  • Bazı fıkıh kitablarında, İmam-ı A'zam

şia / şîa

  • Hz. Ali'nin (r.a.) taraftarlığını esas alanlar topluluğu.

simat

  • (Çoğulu: Sümut) Sofra. Yemek masası.
  • Yemek.
  • Ziyâfet.

şiraze

  • Kitap ciltlerinin iki ucuna konulan ve yaprakları muntazam tutan, ibrişimden örülmüş ince şerit. (Farsça)
  • Pehlivan kispetinin paçası. (Farsça)
  • Mc: Düzen, nizam, esas. (Farsça)

sırr-ı esas

  • Esas sır, asıl hakikat.

sırr-ı ihlas / sırr-ı ihlâs / سِرِّ اِخْلَاصْ

  • Allah rızâsını esas tutma, samîmiyet sırrı.

sistem

  • Bir bütün meydana getirecek şekilde, karşılıklı olarak birbirine bağlı unsurların hepsi. (Fransızca)
  • İlimde bir bütün meydana getirecek esasların hepsi. (Fransızca)
  • Bir nizâm dâiresinde çalışan takım. (Fransızca)
  • Proğramlı çalışmak. (Fransızca)
  • Manzume. (Fransızca)

şit

  • Hz. Âdem'in (A.S.) oğullarından ve ondan sonra peygamber olan zât olup kendisine 50 sayfalık kitab nâzil olmuştur. Kâbe-i Mükerreme'yi ilk önce taştan bina eden zât olduğu Kısas-ı Enbiya'da mezkûrdur.

sofestai / sofestaî / sofestâî

  • (Sevfestâi) Kâinatın yaratıcısını, Cenab-ı Hakkı kabul etmemek için herşeyi inkâr eden. Müsbet veya menfi hiç bir hükme varmayan, daima şüphe içinde kalmayı esas alan felsefi bir doktrinin (Septisizm) mensubu. Septik. Alemde hakikat namına hiç bir şey tanımayan ve hakikatı araştırmaktan sarf-ı nazar
  • Şüpheci; herşeyi, hattâ kendisini dahi inkâr eden, olumlu veya olumsuz hiçbir hükme varmayan daima şüphe içinde kalmayı esas alan bir felsefi zihniyet ve tutum sahibi, septik.

sofi-meşrep / sofî-meşrep

  • Tasavvuf ve tarikat tarzını esas alan.

sosyalizm

  • İktisadî teşebbüsleri ve teşekkülleri devlete vermek isteyen görüş. İştirakiyecilik. Güya, herkese müsavi mal verme esasını idare sisteminde yerleştirmeyi ve mal birliğini iddia eden ve insan fıtratına zıt olarak hürriyetleri daraltıcı ve din aleyhdarı bir sistem. Serserilere, zenginlerin mallarını (Fransızca)

sükuti / sükûtî

  • Sessizlik kuralı esas olan.

sülasi mezid / sülasî mezid

  • Esası, kelime kökü üç harften ibaret olduğu halde, başka harfler ilâvesiyle, başka masdar teşkil edilmiş olur. Aslı üç harfli masdar demektir.

süleyman çelebi

  • İlk mevlid yazan ve bunda en çok muvaffak olan ehl-i velâyet bir zât olup, hicri 780'de Bursa'da vefat etmiştir. "Vesilet-ün Necât", meşhur mevlid kitabının esas adıdır.

süraka

  • (Ebu Süfyan Sürâka b. Mâlik) Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hz. Ebu Bekir ile beraber hicret için Mekke'den çıktıklarında, Kureyş Rüesasının mühim bir mal mukabilinde onları öldürmek için gönderdikleri cesur bir adam olup, Hz. Peygamber'in mu'cizesiyle atının ayakları kuma saplanmış ve bu üç

suret-i zaife-i vahiye / suret-i zaife-i vâhiye

  • Zayıf ve esassız görüntü.

suretperest

  • Görünüşe, surete çok kıymet veren. Esasa kıymet vermeyen. (Farsça)
  • Resimleri çok seven ve meftun olan. (Farsça)

sürpriz

  • Beklenilmeyen bir anda meydana gelen ve şaşırtarak insanı sevindiren veya üzen hâdise. Umulmadık şey. (Fransızca)

şurut

  • (Tekili: Şart) Şartlar. Bir şeyde bulunması lâzım gelen esaslar, temeller.

ta'cib

  • Hayrete düşürme, şaşırtma.

ta'dil-i erkan / ta'dil-i erkân

  • Fık: Namazın bütün rükünleri, esaslarını usulüne uygunca yerine getirerek ve namazın tertib ve düzeninin hakkını vererek kılmak. Meselâ : "Secdeyi sükunetle yerine getirmek ve iki secde arasında "Sübhânallah" diyecek kadar doğrularak oturmak. Kıyamda ve rüku'dan sonraki kıyamda sükunet üzere olmak v

ta'mik

  • (Umk. dan) Derinleştirmek. Derin kazmak.
  • İnceden inceye araştırmak. Esasına varacak şekilde araştırmak.

ta'zirat

  • (Tekili: Ta'zir) Vesile ve bahane aramalar. Esassız özür bildirmeler.

taaccüb / تعجب

  • Hayret etme, şaşkınlık.
  • Şaşma, hayret etme. Tahayyür.
  • Şaşma.
  • Şaşma, hayret etme, tahayyür.
  • Şaşırma. (Arapça)
  • Taaccüb etmek: Şaşırmak. (Arapça)

taaccübü mucip

  • Şaşkınlığı, gerektiren, hayret sebebi.

taaccüp

  • Şaşma, hayret etme.

tabassur

  • (Basar. dan) Dikkatle bakıp, esasını kavrama. Dikkatle gözetiş.

tabayi'-i esasiye

  • Temel ve esas olan tabiatlar, karakterler, yaradılışlar.
  • Toprak, su, hava gibi veya oksijen, hidrojen karbon, azot gibi unsurların hususiyetleri.

tabayi-i esasiye / tabâyi-i esasiye

  • Esas unsurların özellikleri.

tadil-i erkan / tâdil-i erkân

  • Namazı şartlarına uygun şekilde kılma ve rüku ve secde gibi temel esasların arasında biraz bekleme.

tahayyür / تحير

  • Şaşakalmak. Hayret etmek. Şaşırmak. Hayran olmak.
  • Şaşakalma.
  • Hayranlık. (Arapça)
  • Tahayyür etmek: Hayran kalmak, şaşakalmak. (Arapça)

tahayyürat / tahayyürât

  • (Tekili: Tahayyür) Hayrete düşüp şaşakalmalar. Hayran olmalar.

tahh

  • Ekşi hamur.
  • Susam posası.

tahlis

  • Kurtarmak. Halâs etmek.
  • Bir şeyin özünü, hülâsasını almak.

tahliye

  • (Haly. den) Süslemek. Donatmak. Donatılmak.
  • Tatlılandırmak.
  • Kim: Bir madde içine hassasını veya kokusunu değiştirmek için şeker, baharat ve benzeri gibi şeyleri katmak.

takassi

  • Bir şeyin aslını esasını araştırma.

taktik

  • Asker kuvvetlerini harb meydanlarında düşmanı şaşırtarak kullanma. Bu işi tedkik eden ilim. (Fransızca)
  • Mc: Bir işte muvaffakiyet için lüzum eden yolları kullanma. (Fransızca)

takvim-i arabi / takvim-i arabî

  • Hicretten 17 sene sonra görülen lüzum üzerine Hazret-i Ömer (R.A.) tarafından Kamer senesi esas ve hicret tarihi başlangıç sayılmak suretiyle tertiplenen takvim.

tanagguz

  • Taaccüb edip, şaşırıp, hayrette kalıp başını sallamak.

tarik-i cehriye / tarîk-i cehriye / طَرِيقِ جَهْرِيَه

  • Allah'ı açıktan zikri esas alan tarikat.

tarikat / tarîkat

  • Tasavvufa dayalı, mânevî derecelere ulaşmayı esas alan yol ve yöntemler.

tarsis

  • (Rasas. dan) Kurşunla perçinleme, kurşunlaştırma, sağlamlaştırma.
  • Kadının sadece gözleri görünecek şekilde örtünmesi.

tassuc

  • (Çoğulu: Tasâsic) Cânip. Nâhiye. İki tane.

tast

  • (Çoğulu: Tısâs-Tısât) Büyük tas.

tavr-ı esasi / tavr-ı esâsi

  • Esas tavır.

te'sis

  • Kurma, temelleştirme, esaslar koyma.
  • Esas koymakla sâbit, sağlam ve kararlı kılmak.

te'sis-i islamiyet / te'sîs-i islâmiyet / تَأْس۪يسِ اِسْلاَمِيَتْ

  • İslamiyetin esaslarını koyma.

tebahhur

  • (Bahr. den) Bir şeyin içine dalma ve derinliğine varma. Bir ilimde derin ihtisas kazanma.

tebelbül

  • Dil karmaşası.

tecdid-i iman

  • İman esaslarını kalben tasdik ettiğini, dil ile de tekrar edip yenilemek.

tedliye

  • Sarkıtmak. Yukarıdan aşağıya bırakma.
  • Şaşırma, dehşete düşme.
  • Delil ve vesika hazırlama.
  • (Akıl) gitmek.
  • Ahmak etmek, salaklaştırmak.

tefe'ül

  • Fal açmak.
  • Bazı hâdiseleri, tevafukları uğurlu saymak. Meselâ: Bir kitabı rast gele açarak ilk tevafuk eden yeri okuyup ona dikkat ederek onu uğurlu ve esas bir ders sayma gibi.
  • Olacak şeyi tahmin etmek. (Zıddı: Teşe'üm)

tefekkün

  • Pişman olmak.
  • Taaccüb etmek, hayrette kalmak, şaşırmak.

tefennün etmiş

  • İhtisaslaşmış, ayrı ayrı uzmanlık dallarına ayrılmış.

tegavvür

  • (Gavr. dan) Derine dalma.
  • Bir şeyin esâsını arama.

tehabbür

  • (Haber. den) Esasını bilme, iyice bilme.

tehekkür

  • Taaccüb etmek, hayrette kalmak, şaşırmak.

teheyyüm

  • Şaşma, şaşırma. Şaşıp kalma. Hayran olma.
  • Susuz olma.

tela'süm

  • Dil dolaşma, şaşırma.
  • Cevap verilecek yerde veremeyip kekeleme.
  • Saçmasapan cevap verme.

teleclüc

  • Söylerken şaşırarak ağzında lâkırdıyı karıştırarak söylemek.
  • Kımıldatmak. Hareket etmek.
  • Tereddüt.

telhis

  • Kısaltma. Hülâsasını alma.

telif kanunu

  • Yazarlık yasası, yazı yazma kanunu.

telkin

  • (Çoğulu: Telkinât) Zihinde yer ettirmek. Fikir aşılamak. Zihinde yer etmiş düşünce.
  • Yeni müslüman olana İslâm esaslarını anlatmak.
  • Ölü gömüldükten sonra imam tarafından söylenen söz. (Telkini fenden almış,Medeniyetten taklid,Hürriyet tenkid vermiş,Gururdan dalâlet çıkmış.) (L

temkin zamanı / temkîn zamânı

  • Güneşin doğuş, batış vakti ve namaz vakti hesapları yapılırken, vakitlere eklenen veya çıkarılan zaman miktârı. Bu vakitler hesâb edilirken deniz ve ova gibi düz yerlerde güneş merkezinin hakîkî ufkun altına inmesi esas alınır. Hâlbuki o yerin en yük sek tepesinde bulunan bir kimsenin gördüğü ufukta

tenekküs

  • (Nüks. den) Başaşağı olma.

tenkihü'l-menat

  • Menatın (illetin) ayıklanması; kıyasın dört esasından biri olan illetin, hükümle ilgisi olmayan yabancı unsurlardan ayıklanması.

tenkis

  • Başaşağı etme. Sernigun etme.
  • Boşaltma.

teokrasi

  • (Theocratie) Din hükümlerine göre idare edilen ve dinî esaslara bağlı olan idare şekli. Allah namına papazlar idaresi. (Fransızca)

terbiye-i esasiye

  • Esas terbiye, temel eğitim.

teşa'şu'

  • Şaşaalanma, parıldama.

teşettüt-ü ara / teşettüt-ü ârâ

  • Fikir dağınıklığı, kargaşası.

teşkilat-ı esasiye / teşkilât-ı esasiye

  • Anayasa. Kanun-u esasî. Devletin temel kuruluş şeklini tayin eden ve teşrinin yani meclisin, hükümetin ve mahkemelerin salâhiyetleri nasıl kullanılacağını; vatandaşların umumi hak ve hürriyetlerini gösteren temel kanunlardır.

teslis

  • Üçleme. Hristiyanların sonradan uydurdukları ve dinlerinin esasında olmayan bir akidedir ki; bazılarının hâşâ, Cenab-ı Hakk Üçdür, bazıları da Üçü birdir diyerek, Allah'a şerik ve ortak tanımaları. Cenab-ı Hakk'ı Üç Unsurdur diye tevehhüm etmeleri. (Ekanim-i selâse de denir.)

tesrib

  • Esasen işkembeden içyağını ayırmak demek olup, mecâzen: Tekdir ve muaheze mânasına kullanılır.
  • Darılma. Ayıplama.
  • Başa kakma.

tevafuk-u acibe

  • Hayret verici, şaşırtıcı uygunluk, denk gelme.

tevafukat-ı acibe

  • Şaşırtıcı uygunluklar.

tevafukat-ı gaybiye-i acibe

  • Şaşkınlık veren gaybî tevafuklar.

tevellüh

  • (Çoğulu: Tevellühât) (Veleh. den) Şaşakalma. Şaşırıp sersemleşme.
  • Hayran etme.
  • Kadını çocuğunden ayırma.

tevil

  • Yorumlama, yorum; sözün ilk anlamını değil de ihtimal dahilinde bulunan başka anlamlarını (mecâzî) esas alarak yorumlama.

tevlih

  • Şaşırtma. Sersemleştirme.

teyh

  • (Teyhâ) Şaşkınlık.
  • Hayran olmak.
  • Tekebbürlenmek, gururlanmak.

tezgah / tezgâh

  • Dokuma âleti. (Farsça)
  • Ticaret masası. İş yeri. (Farsça)

tezkir-i müsellemat / tezkir-i müsellemât

  • Kesin esasları hatırlatma.

turfe

  • Görülmemiş, tuhaf, yeni şey. Şaşılacak şey.

turfe-kar / turfe-kâr

  • Garip şeylerle uğraşan. Şaşılacak şeyler yapan. (Farsça)

u'cube / u'cûbe / اعجوبه

  • Acayip, şaşılacak şey. (Arapça)

u'cube-i hilkat

  • Yaratılıştan insanlara hayret verici olan. Şaşılacak, hayrete düşülecek hilkat garibesi.

ucab

  • (Uccâb) Çok şaşılacak fazla gülünç olan şey.

ucbe

  • Acaib ve şaşılacak şey.

uccab

  • (Çoğulu: Eâcib) Şaşırıp taaccüp edecek nesne.

ucube / ucûbe

  • Şaşılacak şey.

üfkuhe

  • Şaşılacak şey.

uknum / uknûm

  • Hıristiyanların kabûl ettiği teslis (üç tanrı) inancındaki üç asıl veya üç esas varlıktan her birine verilen ad. Üçüne birden üç uknum mânâsına ekânim-i selâse denir.

ukubat

  • (Tekili: Ukubet) Cezalar. İşkenceler, eziyetler.
  • Kısas ve şahsî cezalar.

ümm

  • Ana, anne, vâlide. Nine.
  • Asıl, esas.
  • Başlıca olan şey.

ümm-ül kitab

  • Kitabın anası, esası. Levh-i Mahfuz ve ilm-i İlâhî. (Yâni: Kur'ân, İlm-i İlâhîde, Levh-i Mahfuz'da ezelî ve ebedî olarak mahfuz bulunduğundan Kur'anın aslı ve anası mânasında kullanılan bir tabirdir.)
  • Kur'an-ı Kerim'in müteşabih olmayan muhkem âyetlerine de kitabın anası, esası mânas

ümmehat / ümmehât / امهات

  • (Tekili: Ümm) Analar.
  • Esaslar, asıllar.
  • İslâmî ana eserler. Me'haz olabilecek kıymetli ilmî eserler.
  • Anneler. (Arapça)
  • Temeller, esaslar. (Arapça)

unsur / عُنْصُرْ

  • Kimyevî maddeden her biri. Mürekkeb cisimlerde bulunan basit maddelerin her birisi.
  • Umumdan ayrılan kısım.
  • Tam olan şeyin her bir parçaları.
  • Madde, esas, kök. Element.
  • Asıl, esas, birleşik maddelerin her bir parçası, asıl madde.

unsur-u islamiyet / unsur-u islâmiyet

  • İslâmiyetin esası.

unsuru'l-belagat / unsuru'l-belâgat

  • Belâgat maddesi; belâgatin esaslarını ele alan bölüm.

us

  • (Çoğulu: İsâs) Büyük kadeh.

üslub-u garip / üslûb-u garip

  • Hayret verici, şaşırtıcı ifade ve anlatım tarzı.

üss / اس

  • Esas, asıl. Kök, temel.
  • Askerlikte herhangi bir düşman hücumuna karşı esas dayanak olmak üzere önceden hazırlanmış yer.
  • Harb gemilerinin, noksanlıklarını tamamladıkları yer.
  • Mat: Bir sayının hangi kuvvete çıkarıldığını gösteren sayı.
  • Esas, kök, temel.
  • Üs. (Arapça)
  • Esas. (Arapça)

üss-ül harekat / üss-ül harekât

  • Askerî harekâtın başlangıcına esas olan yer.

üssü'l-esas

  • Temel esas.

üssül'esas

  • Temel esas.

üssülesas / üssülesâs

  • Esasların esası.

usul / usûl / اصول

  • (Tekili: Asıl) Ana, baba. Cedler.
  • İstinadgâh.
  • Râcih delil, kaide. Asıllar, kökler, temeller. Bir ilmin asıl mevzuundan önce öğrenilmesi lâzım gelen esaslar. Bir hedefe ulaşmak için tutulan düzenli yol.
  • Tarz, metod, tertip.
  • Tarz, metod, yol, düzen, temel, asıl, esas.
  • Esaslar.

usūl / اُصُولْ

  • Asıllar, esaslar.

usul ve erkan-ı imaniye / usul ve erkân-ı imaniye

  • İmanın esasları ve temelleri.

usul-i imani / usul-i imanî

  • İmanın esasları, şartları.

usul-i imaniye

  • İman esasları.

usul-ü diniye

  • Dinin esasları.

usul-ü fıkıh / usûl-ü fıkıh / اُصُولُ فِقْه

  • Fıkıh ilmi, esasları.

usul-ü fıkıh ilmi

  • Fıkıh ilmine âit bilgilerin esası ve istinadgâhı olan bir ilimdir. Şer'i hükümlerin mufassal ve muayyen delilleri ve hikmetleri bu sayede bilinir ve bu dini hükümler, bu muayyen ve müşahhas deliller vâsıtası ile istinbat ve isbat olunur. Bu ilme "Hikmet-i teşriiye" de denilmiştir.

usul-ü hakaik-i diniye

  • Dine ait gerçeklerin esasları.

usul-ü imaniye

  • İmanın esasları.

usul-ü islamiye / usul-ü islâmiye

  • İslâm'ın esasları, temelleri.

usul-ü islamiyet / usul-ü islâmiyet

  • İslâm esasları.

usul-ü şeriat

  • Şeriatın esasları, İslâm Hukuku Usûlü.

usulü'd-din allameleri / usûlü'd-din allâmeleri

  • Kelâm âlimleri, mütekellimler; Allah'ın zât ve sıfatlarından, peygamberlik, âhiret ve inançla ilgili diğer meselelerden İslâmî esaslar dâiresinde bahseden âlimler.

usulü'd-din düsturları / usûlü'd-din düsturları

  • İslâmî esaslar, dinin temel prensipleri.

vahy-i zımni / vahy-i zımnî

  • Mücmel ve hulâsası vahye ve ilhama istinad eden; tasvirât ve tafsilatı Resul-ü Ekrem'e (A.S.M.) âit olan vahiydir.

valih / vâlih / واله

  • Keder ve hüzünle aklı gitmiş, şaşırmış, hayrette kalmış.
  • Şaşa kalmış, şaşırmış.
  • Şaşkın. (Arapça)

valihane / vâlihâne

  • Şaşkınca. (Farsça)

valihin / vâlihîn

  • Hayrette kalanlar. Şaşıranlar.

varun / vârûn / وارون

  • Ters, başaşağı. (Farsça)

varune / vârûne / وارونه

  • Ters, başaşağı. (Farsça)

vazife-i asliyesi

  • Esas vazifesi.

vaziyet-i acibe

  • Şaşırtıcı durum.

vefk-i müselles

  • Üçlü vefk; bir âyet veya ibarenin ebced ve cifir değerleri esas alınarak, dağıtıldığı ve üç rakamının karesi biçiminde dokuz küçük kareden oluşan tılsımlı kare alan.

veleh

  • Hayret, şaşkınlık.
  • Fazla hüzünden akıl gidip tembel olmak.

veleh-resan

  • Hayret verici, hayret edilen, şaşkınlık veren.

velehresan / velehresân

  • Şaşkınlık veren.

velehza

  • Şaşırmış.

velhan

  • Şaşakalmış, şaşkın, sersem.

velhasıl / velhâsıl / والحاصل

  • Sözün kısası, özü, kısacası.
  • Sözün kısası.
  • Kısaca, sözün kısası. (Arapça)

velvele-i hayret

  • Hayret ve şaşkınlık bağırtısı, sesi.

vukuf-i adedi / vukûf-i adedî

  • Nakşibendiyye yolunun on temel esâsından biri. Tasavvuf yolunda ilerlemek ve yükselip olgunlaşmak için yapılan zikri, bildirilen adede (sayıya) göre yapmak. Meselâ bir nefeste 1, 3, 5, 7, 11 kerre Allah demek gibi teke riâyet ederek zikretmek.

yad-ı daşt / yâd-ı daşt

  • Nakşibendiyye yolundaki on temel esastan biri. Zikrin, Allahü teâlâyı anmanın ve hatırlamanın kalbe yerleşmesi, meleke hâline gelmesi.

yad-ı gird / yâd-ı gird

  • Hatırlamak; Nakşibendiyye yolundaki on temel esastan biri. Her an Allahü teâlâyı anıp hatırlamaya çalışmak.

yed-i tula / yed-i tulâ

  • En uzun el.
  • Geniş nüfuz.
  • Tam, çok geniş ilim ve ihtisas.
  • Büyük kudret.

yütm

  • (Bu kelime esasen infirad mânasına gelir) Bir çocuğun pederi vefat etmekle pedersiz kalması ki: Bu, yalnız insanlara mahsustur. Hayvanatta ise vâlidesiz kalmaya denir. Yetim de denir.

zabt

  • Zabt etmek. İdâresi altına almak.
  • Sıkıca tutmak. Kendine mal etmek.
  • Kavramak.
  • Kaydetmek. Hülâsasını yazmak.
  • Bağlamak.

zaruriyat-ı diniye / zaruriyât-ı diniye

  • Dince yapılması zorunlu olan işler, dinî esaslar.

zaruriyyat-ı diniyye

  • İman edilmesi zaruri olan dinin esasları, (Allah Teâlâya, Âhiret gününe, Meleklere, Peygamberlere, Kitaplara ve hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna inanmak.)

zaten / zâten

  • Esâsen, aslında, asıl olarak.
  • Esasen, aslında.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın