REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te Şak ifadesini içeren 1549 kelime bulundu...

nehy-i anil münker

  • Günahlardan ve kötülüklerden sakındırmak, alıkoymak.

a'mal-i saliha / a'mâl-i sâliha

  • Dinin emir ve yasaklarına uygun iyi iş ve davranışlar.

a'rac

  • Anadan doğma topal (aksak).

a'raf suresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 7. suresidir. Mekke-i Mükerremede nâzil olmuştur. Suret-ül Mikat, Suret-ül Misak, Elif lâm mim sâd gibi isimleri de vardır.

a'rec

  • Topal, aksak.

ab'ab

  • Taze civanlık.
  • İbrişim halı.
  • Dağ tekesi.
  • Yumuşak yünden yapılan kisve.

ab-ı zen

  • Küçük havuz. (Farsça)
  • Su birikintisi. (Farsça)
  • Yumuşak, lâtif sözlerle hatır alan ve bu manâda emir. (Bak : Avzen) (Farsça)

ab-keş

  • Delikli kevgir. (Farsça)
  • Su çeken, sucu, saka. (Farsça)
  • Kadeh sunucu. (Farsça)

abi / abî

  • Çekinen.
  • Tiksinen.
  • Sakınan.
  • Nazlanan.

abkar / âbkâr / آبكار

  • Saka. (Farsça)
  • Ayyaş. (Farsça)

abkeş / âbkeş / آبكش

  • Saka, su çeken. (Farsça)
  • Kevgir. (Farsça)

adahik

  • (Tekili: Udhuke) Şakalar, gülünç şeyler.

adalet / adâlet

  • Her işte hakkı gözetme ve orta yolu tutma. Haklıya hakkını verme. Haksızlıktan sakınma. Zulmün zıddı, kânun önünde eşitlik.

adem-i hilim

  • Yumuşak ve uysallıktan uzak.

adude

  • Yumuşaklık. Tazelik.

afif / afîf / âfîf

  • Temiz. Güzel. Nezih. İffetli ve namuslu olan. Haramdan sakınan.
  • Müstakim.
  • Temiz, iffetli, nâmuslu, haramdan (günahtan) sakınan.
  • İffetli, namuslu, terbiyeli, haramdan sakınan, nezih.

afsun

  • (Efsun) Büyü, sihir, tılsım. (Büyücülük yapmak ve büyücülere uymak, Müslümanlıkta yasak ve günahtır.) (Farsça)

ahd

  • Vâdetme. Söz verme. Vefâ. Yemin. And. Misak. Peymân.
  • Asır. Devir. Tevhid. Mukavele.
  • Vasiyet.

ahin / âhin

  • (Çoğulu: Avâhin) Fakir.
  • Hazır, sabit kimse.
  • Yumuşak hurma ağacı.

ahkam / ahkâm

  • Hükümler. Allahü teâlânın emirleri ve yasakları. Hükm'ün çokluk şeklidir.

ahkam-ı fıkhiyye / ahkâm-ı fıkhiyye

  • Fıkıh ile ilgili hükümler. Bedenle yapılması ve sakınılması lazım gelen şeyler, emirler ve yasaklar.

ahkam-ı şer'iyye / ahkâm-ı şer'iyye

  • İslâm dîninde bir işin yapılması veya yapılmaması gerektiğini bildiren hükümler. Emirler ve yasaklar. Bunlara Ahkâm-ı ilâhiyye, Ahkâm-ı İslâmiyye ve Ahkâm-ı Kur'âniyye de denir.

ahşa'

  • (Tekili: Haşâ) Vücuttaki bağırsak, ciğer gibi organlar.
  • Mahaller, bölgeler, cihetler.

ahu

  • Saç ve sakalı ak olup şayan-ı hürmet ve tâzim olan. Ahubaba, yalnız bu tabirde kullanılır.

ahu-yi simin

  • Sevgili.
  • Sâki.

ahveri / ahverî

  • Yumuşak, beyaz nesne.

ak'ak

  • Saksağan.

ak'aka

  • Saksağan sesi.

akak

  • (Çoğulu: Akâık ) Saksağan kuşu.

akb

  • Sakalın kaba ve sık olması.

aksab

  • (Tekili: Kusb) Kalın bağırsaklar.

akzel

  • Çok aksak; pek fazla topal.

alaim-i sema / alâim-i semâ

  • (Alâim-üs semâ) Al yeşil kuşak.

alak

  • Zahmet, meşakkat gidermek.
  • Sakız.

alat-ı lehv / âlât-ı lehv

  • Dinen yasak olan eğlencelerde kullanılan aletler, yasak eğlencelere mahsus çalgılar.

albatr

  • Yumuşak ve beyaz bir çeşit mermer, kaymak taşı. (Farsça)

alenen

  • Açıkça, saklanmadan.

alic / âlic

  • İki hörgüçlü büyük deve. Yumuşak nesne.
  • Kırda bir kumlu yer.
  • Alcân dedikleri otu yiyen deve.

alil / alîl / عليل

  • Hasta, sakat.
  • Hasta, hastalıklı, illetli. (Arapça)
  • Sakat. (Arapça)

alim-i hafiz / alîm-i hafîz

  • Sonsuz ilmiyle herşeyi hakkıyla bilen ve herşeyi koruyup saklayan ve yarattıklarını esirgeyip gözeten Allah.

allak

  • Sakızcı.

aman

  • (Emân) Emniyet. İmdat. Yardım dileği. Afv, ricâ, niyâz.
  • Sabırsızlıkla hiddet ve infiâl ifâdesi.
  • Tenbih, sakındırma.

amas

  • şiddetli harp.
  • Zahmet, meşakkat.

amelmande

  • İş yapmaz hâle gelmiş olan. Muattal. Battal. Çok yaşlı. Sakat veya hasta olup çalışamaz hâle gelmiş olan. (Farsça)

amih

  • Şaşkın, şaşırmış, şaşakalmış.

amil / âmil

  • İş yapan.
  • İslâmiyet'in emirlerini yapıp, yasaklarından sakınan.
  • Herhangi bir bölgenin zekât, harac, öşr ve ganîmetlerinin tahsîli (toplanması) için, halîfe, sultan, melik veya emir tarafından vazîfelendirilen ve yerine göre dînin emirlerini öğreten me'mur.

amir / âmir

  • Büyük me'mur. Emreden, iş gösteren.
  • Huk: Bir kimseyi öldürmek veya bir uzvunu kesmek ve sakatlamak tehdidiyle bir filli yapmaya veya yapmamaya zorlayan ve bu tehdidi yapmaya muktedir olan kimse.

amize-muy / âmize-muy

  • Saçı sakalı kırlaşmış olan adam. Kır sakallı kimse. (Farsça)

amize-muyi / âmize-muyî

  • Kır saçlı ve kır sakallı kimse. (Farsça)

ammered

  • Her şeyin uzunu.
  • Yaramaz huylu.
  • Belâ ve meşakkat.

amudi / amudî

  • Yukarıdan aşağıya dikey olarak. Direk gibi yukarıdan aşağıya düz ve şakulünde olarak.

ana' / anâ'

  • Zahmet, meşakkat, güçlük, zorluk.

anak / anâk

  • (Çoğulu: Ânuk) Dişi keçi yavrusu.
  • Zahmet, meşakkat.
  • Karakulak dedikleri hayvan.

anber

  • Güzel koku. Adabalığı ve kaşalot denilen büyük balıkların barsaklarında teşekkül eden güzel kokulu madde.
  • Derisinden kalkan yapılan bir balık.

anem

  • Bir ağaç cinsi ki, kızıl yumuşak budakları olur.

anet

  • Günah. Zinâ .
  • Helâk.
  • Fesâd.
  • Meşakkat.
  • Kalb darlığı.
  • Hata. Galat.
  • Tıb: Kırılan bir kemiğin sarıldıktan sonra tekrar kırılması.

anka

  • İsmi olup cismi bilinmeyen bir kuş. Çok büyük olduğu anlatılır. Zümrüd-ü Anka ve Simurg gibi isimlerle de anılır.
  • Uzun boyunlu kadın.
  • Arabdan bir kimsenin lakabı.
  • Zahmet, meşakkat.

anye

  • Güçlük, engel, zorluk, meşakkat.

arca

  • (Müz: Arec) Topal ve aksak kişi.
  • Sırtlan.

ardiyye

  • Ticaret eşyasının saklandığı yer.
  • Böyle bir yerde saklanan eşya için ödenen ücret.

arec

  • Topallık, aksaklık.

arecan

  • Aksak ve topal kişinin yürümesi.

aren

  • Davar ayağında olan kuru kemre.
  • Yarık.
  • Bir nesne yumuşak olmak.

aric / âric

  • (Uruc. dan) Yukarı çıkıp yükselen. Çıkıp inen. Uruc eden.
  • Topal, aksak, noksan.

arıza / ârıza

  • Aksama, aksaklık, engebe.

arşiv

  • Eski ve tarihçe kıymetli olan resmi kayıt ve kâğıtların saklandığı yer. (Fransızca)
  • Bir mevzu hakkında toplanmış muhtelif vesikaların hepsi. (Fransızca)
  • Kıymetli belgelerin saklandığı yer.

asal

  • (Çoğulu: Asâl) Davarın kuyruğu devrik olmak.
  • Bağırsak.

asbest

  • yun. Oldukça yumuşak ve ateşle hususiyeti değişmeyen lifli bir madde.

asdag

  • (Tekili: Sudg) Tıb: Şakaklar, yüzdeki şakaklar.

asem

  • Kesbetmek. Kazanmak. çalışmak.
  • Dirsekten itibaren elin kuruyup çolak ve eğri olması.
  • Ayağın topuktan kuruyup eğilmesi ve aksak olması.

ashab-ı kehf / ashâb-ı kehf

  • Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyan'da bahsi geçen ve devirlerinin zâlim padişahından gizlenerek ve onun şerrine âlet olmaktan çekinerek, beraberce bir mağaraya saklanıp, Rabb-ı Rahimlerine (C.C.) sığınan, dindar ve makbul büyük zâtlar. İsimleri rivâvette şöyle sıralanır: Yemlihâ, Mekselinâ, Mislinâ, Mernüş, D

asi / âsî

  • İsyân eden, emre karşı gelen, itâatsizlik eden.
  • Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymayan, günâhkâr.
  • Hükûmete, devlete baş kaldıran. Bâgî.

asib

  • Dolmuş bağırsak.
  • Katı nesne, şedid.
  • Şiddetli sıcak, çok sıcaklık.
  • Talihsizlik.

asım / âsım / عاصم

  • Günahtan sakınan. (Arapça)
  • İffetli. (Arapça)

asker

  • (Çoğulu: Asakir) Devlet ve memleketin muhafazası için ücretli veya ücretsiz olarak veya kur'a ile toplanarak hazır bulundurulan ve resmi elbise giyen silahlı adamlar topluluğu. Er, leşker, nefer.

askul

  • (Çoğulu: Asâkil) Beyaz, büyük mantar.

asrem

  • Kulağı sakat, hasta.
  • Ailesini geçindirmek için sıkıntı çeken (kimse).
  • Bölük bölük.

asude / asûde / âsude

  • Rahat, huzur içinde. Dinç. Müsterih. Sâkin. (Farsça)
  • Bir cins helva adı. (Farsça)
  • Rahat, huzurlu, sakin.

avarız / avârız

  • Arızalar, aksaklıklar, noksanlıklar.

aven

  • Çok sâkin, en sâkin.

aylem

  • (Çoğulu: Ayâlim) Yumuşak nesne.
  • Suyu çok olan kuyu.

ayn-ı lezzet-i sefihane / ayn-ı lezzet-i sefihâne

  • Yasak zevk ve eğlencelerde bulunan lezzetin kendisi.

ayse

  • Yumuşak yer.

azimet / azîmet

  • Kuvvetli irâde, istek, arzu. Haramlardan, dinde yasak edilen şeylerden sakınmakla berâber, mümkün olduğu kadar ruhsatlardan yâni dinde izin verilen kolaylıklardan uzak durup; evlâyı, en iyi olduğu bildirilenleri, nefse zor gelenleri yapmak; takvâ yol u.

azreng

  • Çok üzüntü, meşakkat, eziyet. (Farsça)
  • Son derece sert ve katı. (Farsça)

bahal

  • Malını kimseye vermeyip saklamak.

bahiz / bâhiz

  • Güçsüz, âciz. Meşakkatli.

bahz

  • Sıkıntılı olma, can sıkma.
  • Yük ağır gelip hayvanı çökertme.
  • Bir adamı çenesinden, sakalından tutup çekme.

bak / bâk

  • Korku, havf, çekinme, sakınma. (Farsça)

bakıl

  • Sakalı belirmiş kişi.

bakl

  • (Çoğulu: Bükûl) Tere ve sebzevatın her birisi.
  • Sakal bitmek ve diş çıkmak mânâsına mastardır.

bam

  • Dam.
  • Çatı.
  • Kubbe.
  • Kemer
  • Sakf.
  • Sabah vakti.
  • Telli sazlarda en kalın tel.

bame

  • Sakalı gür olan. (Farsça)
  • Sık, uzun ve kaba olan sakal. (Farsça)

bar-hane

  • Yük yeri, yüklük. (Farsça)
  • Yolcu eşyası indirilecek ve saklanacak yer. (Farsça)

başeng

  • Tohumluk olmak için saklanan sarı, iri hıyar, salatalık. (Farsça)
  • Asma üzerindeki üzüm salkımı. (Farsça)

baskın

  • t. Ağır, sakil.
  • Basıp geçen, galip, üstün.
  • Ansızın, birdenbire hücum.

basra

  • Yumuşak küfki taşı. (Bu sebepten Basra şehri, "Basra" diye isimlendirilmiştir.)

basur / bâsûr

  • (Çoğulu: Bevâsir) Tıb: Mayasıl. Kalın bağırsakta ve makadın etrafındaki siyah kan damarlarının şişmesi ve bazen iltihablanması sebebiyle, makadın içinde ve dışında meydana gelen memeler yüzünden makaddan kan ve cerahat gelmesi hastalığı.

batın / بطن

  • Karın. (Arapça)
  • Kuşak, nesil. (Arapça)

batn / بطن

  • Karın, kuşak, nesil.
  • Karın. (Arapça)
  • Kuşak, nesil. (Arapça)

bayram

  • İslâm dîninin bildirdiği ve müslümanların neşelenip sevindikleri Fıtr (Ramazan) ve Kurban bayramı.
  • Cumâ günü.
  • Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınarak, günâh işlemeden, haram lokma yemeden geçirilen günler.
  • Müslümanın rûhunu teslim (vefât) edeceği zama

baziguş / bazigûş

  • Lâtifeci, şakacı, şen kimse. (Farsça)

be's

  • Azab, şiddet. Korku.
  • Zarar, ziyan.
  • Zorluk, meşakkat, zahmet.
  • Fenalık. (Arapçada: "Savaşta şiddetli harekette bulunmak veya sıkıntı ve fakirlikten fenâ durumda olmak" mânâlarına gelir.)

behne

  • Yumuşak yer.

behnes

  • Çirkin, sakil ve kaba olan adam.

behreme

  • Saç ve sakalın kınayla boyanması.
  • Çiçeğin göz alıcı ve câzib olan güzellik ve parlaklığı.
  • Hindlilerin ibadeti.

beht / بهت

  • Şaşkınlık. (Arapça)
  • Behte uğramak: Şaşakalmak, şaşkınlığından donakalmak. (Arapça)

behzet

  • Ağırlaştırmak, meşakkatli yapmak.
  • Zebûn etmek.

beis

  • Sakınca.

belbus / belbûs

  • Bir nevi haşhaş. (Farsça)
  • Yabani soğan. Dağ soğanı, sarmısak. (Farsça)

belva-yı am / belvâ-yı âm

  • Umûmî sıkıntı, meşakkat, kaçınılması mümkün olmayan zorluk.

benna-guş / benna-gûş

  • Kulağın aşağı sarkan yumuşak kısmı ki, küpe asılan yerdir. (Farsça)

berah

  • Şiddet. Ezâ ve meşakkat.

bere

  • Sipersiz ve yumuşak olan bir çeşit başlık. (Fransızca)
  • Sipersiz ve yumuşak olan bir çeşit başlık.

berere

  • (Tekili: Bârr ve Berr) Dindar ve temiz kimseler. Takvâ ehli olan, her çeşit günahlardan sakınanlar. Çok hayır sahibi kimseler.

berh

  • Şiddet, eziyet, meşakkat, zorluk, zahmet.

bers

  • (Çoğulu: Bürâs-Ebrâs) Çukur, yumuşak yer.

besa'

  • Yumuşak yer.
  • Benî Selim vilayetinde bir yerin adı.

besare-nişin / besâre-nişin

  • Sofada oturan, uşak, hâdim, hizmetçi. (Farsça)

beşir ve nezir / beşîr ve nezîr

  • Müjdeleyen ve sakındıran Peygamber efendimiz Hz. Muhammed (a.s.m.).

besne

  • Yumuşak yer.

besniyye

  • Alçak ve yumuşak yerde biten buğday.
  • Şam diyarında belli bir yerde yetişen buğdaya da derler.

beştek

  • (Beştük) Zarf. Vazo. Kap. Kâse. Çiniden yapılmış saksı. (Farsça)

betül

  • Erkekten sakınan namuslu kadın.

bevarid

  • (Tekili: Bârid) Soğutulmuş yemekler.
  • Omuzlarda boyun arasında, gerdanın yanında veya kulaklar arasında ve ensede olan etler.
  • Sakat şeyler.

bevga

  • Yumuşak toprak.

bey'-i mekruh / bey'-i mekrûh

  • Aslı ve sıfatı İslâmiyet'e uygun ise de kendisine dînin yasak etmiş olduğu bir şey karışmış olan satış.

beyhan

  • Sır saklamıyan, aklında ve kalbinde olanları söyleyen kimse. Boşboğaz.

beyin

  • Kafatasının en büyük kısmını kaplayan, kalınca ve dayanıklı üç zarla örtülmüş olan bir sinir merkezidir. Yumuşak ve beyazımsı bir kitle olan beyin, duygu ve bilgi merkezidir. Ak ve boz maddeden yapılmıştır ve iki yarım küre olarak yaratılmıştır. Yarım kürelerden birinde bir arıza sebebiyle bu merkez (Türkçe)

beyniye

  • Tecvidde: Harfler okunurken sesin mükemmelen akıp akmama arasında olması, kalın ile yumuşak arası okunması. Bu durumda okunan harfler şunlardır: (Râ, mim, ayn, nun, lâm.)

beyyab

  • Saka, sucu.

bezg

  • Yarmak, şakk.
  • Neşter vurmak.

bezle / بذله

  • Lâtife, hoşa giden kibar ve nâzik söz. Şaka tarzında söylenen söz. (Farsça)
  • Ahenk ile okunan şiir. (Farsça)
  • Şaka, latife. (Arapça)

bezle-baz / bezle-bâz

  • Şakacı, lâtifeci. (Farsça)

bezlegu / bezlegû / بذله گو

  • Şakacı. (Arapça - Farsça)

bıdada

  • Derinin nazik ve yumuşak olması.

bıngıldak

  • Yeni doğmuş olan çocuğun kafasının üst tarafı. Bu kısım yumuşaktır.

bizle

  • Lâtife, şaka. (Farsça)

blok

  • Birbirine bitişik yapılar. (Fransızca)
  • Büyük ve ağır yığın. (Fransızca)
  • Resim kağıtları saklanan karton kap. (Fransızca)

boşboğaz

  • Yerli yersiz mutlaka bir şey söylemeden içi rahat etmiyen. Saklanması gereken şeyleri söyleyiveren, sır saklamayan. (Türkçe)

bükse

  • Kiremit parçası.
  • Saksı.

bumbar

  • Koyun ve benzeri gibi hayvanların kalın bağırsağı. (Farsça)
  • İçine kıyma, pirinç vs. doldurulmuş bağırsakla yapılan bir cins yemek. (Farsça)

buraha

  • Şiddet. Ezâ ve meşakkat.

bürme

  • (Çoğulu: Birem-Birâm) Çömlek yapımında kullanılan yumuşak taş.
  • Çömlek.
  • Baş örtüsü.

bürufe

  • Mendil. (Farsça)
  • Sarık. (Farsça)
  • Kuşak, bel kuşağı. Forma. (Farsça)

büruk

  • Bir şeyin şakıması, parlaması.
  • (Tekili: Berk) Berkler, şimşekler.

butun / butûn / بطون

  • Karınlar. (Arapça)
  • Kuşaklar, nesiller. (Arapça)

bütun / bütûn / بطون

  • Karınlar. (Arapça)
  • Kuşaklar, nesiller. (Arapça)

caiz / câiz / جَائِزْ

  • Sakıncasız, doğru, geçerli.
  • İşlenmesinde sakınca olmayan, dine uygun.

çakaçak / çâkâçâk / چاكاچاک

  • Kılıç şakırtısı. (Farsça)

cazim

  • Kat'i karar veren.
  • Gr: Cezmedici, cezmeden. Arabça bir kelimenin başına gelen bazı harfler o kelimenin sonunu sâkin okutur, o harfe de "câzim" denir. Meselâ "Lem yezuk" aslında (Yezuku) idi. Başına "lem" harfi geldiğinden " Yezuk" diye sâkin okundu.)

cebrail aleyhisselam / cebrâil aleyhisselâm

  • Dört büyük melekten biri. Peygamberlere vahy getirmek, onlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmekle vazîfeli melek. Buna Cibrîl, Rûh-ul-emîn, Rûh-ul-kuds, Nâmûs-ı ekber de denir.

çekaçak / çekâçâk / چكاچاک

  • Kılıç şakırtısı. (Farsça)

celu

  • Şakacı, lâtifeci kimse. (Farsça)
  • Kebap şişi. (Farsça)

cenin

  • (Cenne. den) Ana karnındaki harekete başlıyan çocuk.
  • Gizli ve mestur, saklı olan şey.

çerbi / çerbî

  • Tatlılık, yumuşaklık. (Farsça)

ceşm

  • Meşakkatli iş buyurmak, zor bir iş söylemek.

cevaz-ı şer'i / cevaz-ı şer'î

  • Şer'an câiz olma. Şeriatça yasak olmayan husus.

ceyl

  • (Çoğulu: Ecyâl) İnsan topluluğu, zümre, kavim.
  • Nesil, batın, kuşak.
  • Yengeç.

ceyvad

  • İttika', günahtan sakınma. (Farsça)

cezm

  • (Cezim) Kat'î karar. Yemin. Kararlaştırmak.
  • Kesmek.
  • Niyet. Tahmin. Takdir.
  • İlzam.
  • İcâbe.
  • Gr: Arabçada kelime sonundaki harfi sâkin okumak. Kur'ân-ı Kerim okurken harfleri yerlerine vaz'edip mahrecinden çıkarırken tâne tâne, fesahat, beyan ve teenni ve

cidden

  • Şaka olmayarak. Gerçekten. Ciddi olarak.

ciddi / ciddî

  • Gerçek. Hakikat.
  • Ağırbaşlı, hâlleri sakin olan kişi.
  • Mühim.

ciddiyet

  • Ciddîlik.
  • Ağırbaşlılık, sakin hâllilik.
  • Ehemmiyet.

cil

  • Cemaat, insan güruhu. Millet. Boy, aşiret, kuşak.

çirag

  • Fitil, kandil, mum, lâmba. (Farsça)
  • Çırak. (Farsça)
  • Talebe, öğrenci, şakird. (Farsça)
  • Tekaüd, emekli, emekliye ayrılmış olan kişi. (Farsça)

cire

  • Çırak, uşak ve hizmetçilere verilen yevmiye, yemek ve para. (Farsça)

cirriyye

  • Kursak.

civcive

  • Kuşların coşkulu ötüşleri, şakımaları.

çolpa

  • Bir ayağı sakat olan. (Farsça)
  • Yürürken ilk defa sol ayağını atan. (Farsça)
  • Mc: Beceriksiz. Eli yakışıksız. (Farsça)

cürun / cürûn

  • Bezin eskimesi.
  • Yumuşak olmak.
  • Bir nesne aşınmak.
  • Alışkanlık, itiyat.

da' / dâ'

  • (Çoğulu: Edvâ) Maraz, hastalık.
  • Meşakkat, zahmet.

da'sa

  • Güneşten çok ısınan yumuşak, çukur yer.
  • Yumuşak yer.

dagt

  • Zahmet. Meşakkat.
  • Bir şeyi bir yere zorla sıkıştırmak. Sıkışmak.

dah

  • Hizmetçi, uşak, cariye. (Farsça)
  • On (10). Aşer. (Farsça)
  • Korkak. Alçak, aşağılık, âdi kimse. (Farsça)

daire-i şeriat

  • Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin bulunduğu daire.

daire-i takva / daire-i takvâ

  • Takvâ dairesi; Allah'tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyma dünyası.

damik

  • (Çoğulu: Devâmik) Belâ, musibet, dâhiye. Meşakkat, zahmet.

darc

  • Yarmak, şakk.

darende

  • Saklayan, tutan. (Farsça)
  • Ulaştıran, vâsıl eden, kavuşturan, getiren. (Farsça)

deb'

  • Yumuşak yer.
  • Kuvvetle basmak.

define

  • Para veya altın gibi eskiden saklanmış şeylerin bulunduğu yer.
  • Kıymetli eşya. Kıymeti ve değeri yüksek olan şeyler veya kimse.

dehkel

  • Zahmet, meşakkat.
  • şiddetli ve meşakkatli zaman.

dehme

  • Yumuşak yemek.

dehmeka

  • Yumuşak ve güzel yemek.
  • Her nesnenin yumuşağı.

dehs

  • İçine ayak batan yumuşak yer.

delas

  • Yumuşak ve berrak şey.

dels

  • Karanlık, zulmet.
  • Bir şeyi saklamak, gizlemek.
  • Sonbaharda yapraklanan bir ot çeşiti.

demes

  • (Çoğulu: Dimâs) Yumuşak kumlu yer.

derviş / dervîş

  • Allahü teâlâdan başka şeyleri kalbinden çıkarıp bütün âzâsıyla İslâm dîninin emir ve yasaklarına uyan, dünyâ malına gönül bağlamayan kimse.

deskere

  • (Çoğulu: Desâkir) Dağ başında olan harab kale.
  • Küçük köy.

dı'bil

  • Belâ.
  • Meşakkat, güçlük.

dı's

  • Kum.
  • Kumdan yığılmaş yumuşak tepe.

dıbabe

  • Yumuşak nesne.

dıkak

  • Herşeyin ufalmışı, incesi, kırıntısı.
  • Şirden adı verilen bağırsak.

dılamis

  • Yumuşak ve berrak olan şey.

dilas

  • Yumuşak ve berrak olan nesne.

dimase

  • Yumuşak.
  • Asanlık, kolaylık.

din

  • Allahü teâlânın insanları dünyâ ve âhirette râhat, huzûr ve seâdete (mutluluğa) kavuşturmak için peygamberleri vâsıtasıyla bildirdiği yol, emirler ve yasaklar.

din ehli

  • Dindarlar; dinin emir ve yasaklarına uyanlar.

disiplin

  • Uyulması lâzım gelen kaide ve yasaklar. (Fransızca)
  • Nizam ve intizam te'mini için zihnî, ahlâkî, ruhî, cismanî tâlim ve terbiye. (Fransızca)

diyanet ve şeriat-ı islamiye / diyanet ve şeriat-ı islâmiye

  • Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi; İslâmiyet.

dü-muy

  • Saçına sakalına kır düşmüş adam. (Farsça)

düabe

  • Lâtife etme, şaka yapmak.
  • Oyun.

dugta

  • Şiddet.
  • Meşakkat, zorluk.

duha vakti / duhâ vakti

  • Kuşluk vakti. Oruç zamânının yâni imsak ile iftar vakti arasındaki müddetin dörtte birinin tamam olmasından îtibâren başlayan vakit.

dum

  • Sâbit ve sâkin olmak.

dümasir

  • (Demser) İnişi yumuşak olan yer.
  • Etli, büyük deve.

dümlus

  • Berrak, yumuşak nesne.

dünya / dünyâ

  • Yer küresi.
  • Ölümden önce olan her şey.
  • Kalbi Allahü teâlâdan gâfil eden, O'nu unutturan her şey.
  • Allahü teâlânın haram (yasak) ettikleri ile Resûlullah efendimizin mekrûh dediği şeyler.

dürhamin

  • Belâ. Zahmet, meşakkat.

düvam

  • Sabit ve sakin olmak.

e'rac

  • Anadan doğma topal, aksak.

eali

  • (Tekili: A'lâ) İtibarı ve şerefi yüksek zâtlar. İyiler. Günahtan sakınan temiz ve sâlih amel sâhibi kimseler.

ebedi mahrem / ebedî mahrem

  • Dinde kendileriyle evlenilmesi ölünceye kadar haram, yasak olan kimseler.

ebrar / ebrâr

  • İyi kimseler. Îmânlarında sâdık (doğru), Allahü teâlânın yasak kıldığı şeylerden sakınıp, emirlerine uyan, bozuk inanışlardan, kötü ahlâktan ve çirkin işlerden uzak duranlar. Teklik şekli berr'dir.

ecred

  • Tüysüz adam, köse. Genç.
  • Çorak, otsuz yer. Bir şey yetişmeyen arazi.
  • Tüyü yumuşak ve kısa olan at.

edeb

  • Güzel hallere ve huylara sâhib olma ve utanılacak hareketlerden sakınma, her hususta haddini bilip, sınırı gözetme hâli.
  • Namazda müstehab ve mendup olan şeyler.

edvek

  • Devenin, misvak ağacını yemesi.
  • Bir yerde sâkin olmak.
  • Yaranın veremi sakin olmak.

ef'al-i mükellefin / ef'âl-i mükellefîn

  • İslâm dîninde mükelleflerin (dînî vazîfeleri yerine getirmekle yükümlü, sorumlu kimselerin) yapmaları ve sakınmaları lâzım olan emirler ve yasaklar. Ahkâm-ı İslâmiyye (fıkıh bilgileri), din bilgileri.

efgar

  • (Figâr) Yaralı, kötürüm, sakat, cerih. (Farsça)

eftah

  • Parmaklarının boğumu yassı ve yumuşak olan.
  • Tırnaklarının boğumları yumuşak olan kuş.

ehl-i dalalet ve sefahet / ehl-i dalâlet ve sefahet

  • Doğru ve hak yoldan sapmış ve yasak zevk ve eğlenceye düşkün kimseler.

ehl-i gaflet

  • Âhirete, Allah'ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olan kimseler.

ehl-i gaflet ve dalalet / ehl-i gaflet ve dalâlet

  • Âhirete ve Allah'ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız ve hak yoldan sapmış kimseler.

ehl-i iman ve takva / ehl-i iman ve takvâ

  • Allah'a inanıp Onun emir ve yasaklarına titizlikle uyan kimseler.

ehl-i iman ve'l-kur'an / ehl-i iman ve'l-kur'ân

  • Allah'a ve Kur'ân'a inanıp emir ve yasaklarına titizlikle uyan kimseler.

ehl-i inad

  • İnat edenler; Allah'ın emir ve yasaklarına boğun eğmeme konusunda inat edenler.

ehl-i sefahet

  • Zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkün olan kimseler.

ehl-i sefahet ve dalalet / ehl-i sefahet ve dalâlet

  • Yasak eğlence, zevklere düşkün olan, doğru ve hak yoldan sapan, sapık kimseler.

ehl-i takva / ehl-i takvâ / اَهْلِ تَقْوَا

  • Takvâ sahipleri; Allah'tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan kimseler.
  • Günahlardan sakınanlar.

ehl-i takva ve salahat / ehl-i takvâ ve salâhat

  • Allah'tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan ve dindarlıkta çok ileri olan kimseler.

ehlitakva

  • Allahtan korkup günahtan sakınan kimseler.

ekseh

  • Aksak kimse.

ektem

  • Çok sır saklayan, esrar gizleyen kimse.
  • Büyük karınlı ve şişman olan adam.

el-buğzu fillah

  • Allah için buğzetmek. Bütün şiddet, adavet ve düşmanlık Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) rızası dairesindedir. İhlâsı kıracak, hissî hareketten sakınmaktır.

el-halim

  • Suçluların cezalarını derhal vermek iktidarında olduğu halde sonraya bırakan ve yumuşak muamele eden, çok halim. (Allah (C.C.)

el-hazer

  • Sakın! Sakınınız! (manasınadır)

el-iyazü-billah

  • Allah'a sığınır, Allah'a iltica ederiz. Allah korusun, Allah saklasın (meâlinde duâ).

elif-i sakine / elif-i sâkine

  • Sakin, harekesiz elif.

em'a / em'â / امعا

  • (Tekili: Miâ) Bağırsaklar.
  • Bağırsaklar. (Arapça)

em'a-i galiza / em'â-i galiza

  • Kalın bağırsaklar.

em'a-i rakika / em'â-i rakika

  • İnce bağırsaklar.

emir ve nehy

  • Allah'ın emir ve yasakları.

emir ve nehy-i ilahi / emir ve nehy-i ilâhî

  • Allah'ın emretmesi ve yasaklaması.

emir ve nehy-i kur'ani / emir ve nehy-i kur'ânî

  • Kur'ân'ın emrettiği ve yasakladığı şeyler.

emles

  • Avuç içi gibi düz ve yumuşak olan.

emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker / emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker

  • Dinin iyi gördüğü şeyleri emretmek ve kötü gördüğünden sakındırmak.

emr-i teklifi / emr-i teklîfî

  • Allahü teâlânın insanlara yapmaları veya sakınmaları için verdiği emirler. Buna Emr-i teşrîî de denir.

emred

  • Henüz tüyü bitmemiş, sakalı gelmemiş olan genç.
  • Bâliğ olmamış (ergenlik çağına gelmemiş), sakalı çıkmamış parlak genç.

Emzik / Bibs / Kidful

  • About Page template By Adobe Dreamweaver CC
    sample

    Bibs Kauçuk Emzik


    Söz konusu emzik olunca, BIBS Colour gerçek bir klasik. Yaklaşık 40 yıldır Danimarka'da tasarlanıp üretilen BIBS Colour emzikler, %100 doğal kauçuk ucuyla, hava akışı sağlayan delikleri ve cilt tahrişini önlemek için geliştirilen hafif eğimli yapısı ile gerçek bir efsane! BIBS Colour, yuvarlak ve yumuşak kauçuk uç kısmı ile anne memesine en yakın forma sahip olduğundan, çocuklar tarafından kolay kabul ediliyor. Anne memesini taklit ederek, emiş sırasında hava akışı sağlıyor. Ultra hafif ve sağlam yapısı ile bebeğinizi yormuyor. BPA, PVC ve phthalates gibi zararlı maddeler içermiyor ve dünyaca geçerli EN 1400 standardına göre üretiliyor. Hiçbir emzik markasında göremeyeceğiniz kadar fazla renk çeşitine sahip olan BIBS Colour, klasikleşen zamansız tasarımı ve elegant duruşu ile tasarım ve işlevselliği birleştiriyor. BIBS Colour, bir emzikten beklenen tüm detaylara sahip olmasının yanısıra; bir emzikten beklenmeyen güzellikte tasarımı ile, tüm dünyada hem anneleri hem çocukları kendine hayran bırakıyor…

    https://www.kidnkind.com/bibs

sample

Kidful Bitkisel Boyalı Emzik Askısı


KIDFUL Emzik Askıları, çocuk ürünlerinde kullanıma uygun olan, en kaliteli %100 gerçek deriler kullanılarak EN 12586 standartlarına göre üretilir. KIDFUL'un organik serisinde kullanılan boyalar tamamen bitkiseldir ve kimyasal madde içermez. KIDFUL'un özel olarak üretilen metal klipsi kurşun ve krom içermez. Metal klipsin kıyafetlere zarar vermemesi için, klips içerisinde plastik aparatı bulunur. KIDFUL emzik askısını, güçlü lastik ve güçlü bağlantı yapısı ile, uzun seneler yıpranma sorunu yaşamadan kullanabilirsiniz...
https://www.kidnkind.com/kidful


Kidnkind Emzik Anne Bebek ve Tekstil Ürünleri Ticaret Limited Şirketi


Web sitesi :www.kidnkind.com

Telefon : 0(216) 606 21 06

(www.kidnkind.com)

enase

  • Demirin yumuşak olması.

enbar

  • (Tekili: Nibr) Anbarlar, nibrler. İçinde çeşitli mallar saklanan kapalı mahfaza, oda.

ensal / ensâl / انسال

  • Nesiller, kuşaklar.
  • Nesiller, kuşaklar. (Arapça)

enva-ı salihin / envâ-ı salihîn

  • Dinin emir ve yasaklarını eksiksiz olarak yerine getirenler.

erakk

  • Çok ince, ziyade rakik, ince ve yumuşak.

erfak

  • En ziyade yumuşak.
  • Arkadaş, refik olmaya en çok lâyık, elyak.

eriş

  • Sakatlanan bir uzuv için yaralayandan alınan şer'i diyet.
  • Satıldıktan sonra kusuru ve noksanları belli olan malın, kıymetinden bunun için indirilen miktar.

eşakk

  • Meşakkatli, zahmetli.

esaret / esâret / اسارت

  • Esirlik, tutsaklık.
  • Esirlik, tutsaklık.
  • Tutsaklık. (Arapça)

esdaf

  • Sedefler, inci kabukları; sedef gibi içinde hakikat incilerini saklayan Kur'ân ifadeleri.

eşell

  • Çolak. Kolu sakat olan.
  • Eli dâima hareketli olan kimse.

esir / esîr / اسير

  • Tutsak. (Arapça)

esiran / esîrân / اسيران

  • Tutsaklar. (Arapça - Farsça)

esis

  • Titremek.
  • Küp veya desti saksısı ki, içinde reyhan ekerler.

eşka

  • En şaki, haydut, eşkiya, katı-üt tarik.

eskal

  • (Sakil. den) Daha sakil, en ağır, en çirkin.
  • Kaba, can sıkıcı.

eskam

  • (Tekili: Sakam) İlletler, hastalıklar, dertler.

eskef

  • (Çoğulu: Esâkif) Kunduracı, eskici.

eşkiya

  • Şakiler. Yol kesenler. Asiler. Allah'a veya kanunlara isyan edip kötülük yapanlar. Haydutlar, anarşistler, âsiler. Hak ve kanunlara baş kaldıranlar, Allahın emirlerine karşı gelenler.

esmat

  • (Çoğulu: Sümut) Saçının ve sakalının karası beyazıyla karışıp ikisi beraber olmak.

eşmat

  • Saç ve sakallarına kır düşmüş olan.

esrar-ı hafiyye

  • Gizli ve saklı sırlar.

eşyeb

  • (Şeyb. den) Saçı sakalı ağarmış, yaşlanmış olan kişi. İhtiyar.

ev'iye

  • (Tekili: Viâ) Mahfazalar, kaplar, gizlemeye veya saklamaya yarayan şeyler.
  • Damarlar.

evamir u nevahi / evâmir u nevâhî

  • Emirler ve yasaklar.

evamir ve nevahi-i şer'iye / evâmir ve nevâhî-i şer'iye

  • İslâmın emir ve yasakları; Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklar.

eyke

  • Sık ve birbirine karışmış ağaç.
  • Yumuşak.
  • Ağaç bitiren bataklık.

fak'

  • (Çoğulu: Fıkıa) Bir cins beyaz yumuşak mantar.

fakıa

  • Zahmet, meşakkat.

fakıra

  • Büyük musibet, zahmet, meşakkat. Dâhiye. Belleri kırıp parçalayan şiddet.

farat

  • Öne çıkan, geçen.
  • Issız yerlerde konan nişan ve işaret.
  • Kervan halkından önce su yerine varıp sakalık eden kimse.

farz-ı kifaye / farz-ı kifâye

  • Bir kısım müslümanların yerine getirmesiyle diğerlerinden sakıt olan farz. Cenaze namazı gibi.

fasık-ı gafil / fâsık-ı gafil

  • Âhiretten ve Allah'ın emir ve yasaklarından habersiz davranan günahkâr kimse.

favori

  • Sakalın kulak hizasından yanağa doğru inen kısmı. (Fransızca)
  • Bir müsabakayı kazanacağı tahmin edilen şahıs, takım veya hayvan. (Fransızca)

faza

  • (Çoğulu: Fivâz) Zahmet, meşakkat.

fecr-i kazib / fecr-i kâzib

  • Fecr-i sâdıktan iki derece kadar önce doğuda görülen ve sonra kaybolan geçici beyazlık. İmsak vakti.

fedm

  • Ahmak, bön, kalın kafalı, budala.
  • Yaşamak.
  • Yaşlanmak, ihtiyarlamak.
  • Yorulmuş, sakil kimse.

fegak

  • Haremini yabancılardan sakınmayan, kaltaban.

fekahe

  • Latife etmek, şaka yapmak.
  • Gururlanmak, tekebbürlenmek.

fekahet / fekâhet / فكاحت

  • Lâtifecilik, şakacılık.
  • Şakacılık, muziplik. (Arapça)

felah / felâh

  • Selâmet. Saadet. Kurtuluş. Hayır ve ni'metlerde refah, rahatta dâim olmak. Fevz ve zafer. Necat ve beka.
  • Sahur yemeği.
  • Şakketmek.

felh

  • (Çoğulu: Füluh) Yarmak, şakk.
  • Kesmek.

felk

  • Yarmak, şakk.

fenek

  • Kursak.
  • Körük yapılan şey.

ferce

  • Gamdan ve tasadan kurtulmak.
  • Kurtuluş.
  • Şiddetten kurtulmak.
  • Yarık, şak.
  • Girecek yer, medhal.
  • Açıklık, ferahlık.

ferişte

  • (Ferişteh) Melek. Günahsız. Masum. Yumuşak huylu. (Farsça)

fes'e

  • Sâkin olmak, sâkin etmek.

fetah

  • Yumuşak.

fetk

  • Şak etme. Ayırma. Yarma. Yarılma.
  • Tıb: Dikilmiş bir şeyi söküp ayırmak.
  • Kasık yarığı, kasık zarının yarılması ile barsakların torba içine dolmasından ibaret sakatlık. Fıtık hastalığı.
  • Şafak sökmesi. Fecir ağarması.
  • Parçalanıp birbirine düşmüş cemaat.

fidye

  • Bir şeyin yerine geçmek üzere verilen bedel.
  • Çok yaşlı ve hasta olan kimsenin tutamadığı oruç, ölüm hastalığına yakalananın kılamadığı namaz, vefât etmiş kimsenin namaz ve oruç borçları için ve hacda, ihramlının hastalık özründen dolayı ihramın bâzı yasaklarını işlemesine karşılık vermesi ge

fıkh

  • Bilmek, anlamak. İslâmiyet'i bilmek. Dinde yapılması ve sakınılması lâzım gelen işleri bildiren ilim.

filk

  • Zahmet, meşakkat.
  • Acib emir.
  • Parça.

firc

  • Sır saklamayan kişi.

fısk

  • Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymama, isyân, günâh.

frenk sakalı

  • Eskiden frenkleri taklid suretiyle bırakılan sakal hakkında kullanılan bir tabirdi. Çeneye gelen kısım uzunca bırakılıp, yukarı tarafları kısa kesilen veya traş edilen sakal demektir.

fuhşiyat / fuhşiyât

  • Çok çirkin, aşağılık, helâl olmayan işler; Dinen yasaklanan ve haram sayılan davranışlar.

fükahet

  • (Çoğulu: Fükâhât) Hoşa giden söz, lâtife, şaka, mizah.

fürayık

  • (Çoğulu: Ferâyık) Yumuşak bedenli güzel yiğit.

füyuz

  • (Tekili: Feyz) Feyizler. İnâyetler. Keremler.
  • Suyun çoğalıp taşması.
  • İnsanın içindeki gizli şeyleri saklamayıp izhar etmesi.
  • Bir haberin fâş ve şayi' olması.

gaber

  • Büyük meşakkat.

gabgab

  • (Çoğulu: Gebâgıb) Çifte gerdan çene altı. Şakak.

gade

  • Bedeni yumuşak olan kadın.

gafil / gâfil

  • Gaflette olan. Allahü teâlâyı, emir ve yasaklarını unutan kimse.
  • Duyarsız, umursamaz.
  • Allah'ın emir ve yasaklarından habersiz davranan.

gaflet

  • Umursamazlık; âhirete, Allah'ın emir ve yasaklarına duyarsız kalma hali.
  • Nefsin arzularına uyarak, Allahü teâlâyı, emir ve yasaklarını unutma hâli.

gaflet-i mutlaka

  • Tam anlamıyla âhiretten, Allah'ın emir ve yasaklarından habersiz davranma hâli.

gafletli

  • Allah'ın emir ve yasaklarına duyarsız davranan.

gaile / gâile / غائله

  • Uğraşı, telaş, meşakkat. (Arapça)
  • Savaş. (Arapça)

galfak

  • Geniş, vâsi.
  • Yumuşak.
  • Su içinde yetişen yassı yapraklı bir ot.
  • Kurbağa yosunu.

gamil / gamîl

  • Tüyü gitmiş yumuşak deri.

gamin / gamîn

  • Yumuşak.

gamn

  • Yumuşaklık.

gamz

  • (Çoğulu: Gamuz) Göz yummak, gizli olmak, yumuşak muamele etmek.
  • Kolay görerek ihmal etmek.
  • Çukur yer.

garb

  • (Çoğulu: Gurub) Güneşin battığı taraf. Batı.
  • Sığır derisinden yapılan büyük kova.
  • Sakaların su koydukları büyük tulum.
  • Atıldıktan sonra bulunmayan ok.
  • Yürügen at.
  • Nasır acısı (gözde olur).
  • Göz yaşı.
  • Göz yaşının geldiği damar.
  • Ke

gayda

  • (Çoğulu: Guyed) Nazik ve yumuşak tenli genç kadın. (Müz.: Agyed)

gaydak

  • Geniş.
  • Yumuşak.
  • Kerim kişi. İyi huylu kimse.
  • Keler yavrusu.
  • Büluğ çağına varmamış çocuk.

gayed

  • Nazik ve yumuşak tenli olmak.

gayrimeşru / gayrimeşrû

  • Helâl olmayan, yasak.

gazid

  • Katı sesli.
  • Yumuşak ot.

gazıf

  • Yumuşak, geniş.

gazir

  • Mülâyim, yumuşak. Nâzik, uysal.

gedikli

  • t. Tar: Yeniçeri efradı arasında eskilikleri dolayısıyla imtiyazlı olanlar. Bunlar diğer yeniçerilerden ayrılmak için bellerine seraser denilen kumaştan kuşak sararlardı.
  • Yıkık, çentikli ve düşük yeri olan.
  • Mülk olduğu halde vakfa ait bir tarafı olan.
  • Deniz assubayı k

gılk

  • Acip ve garip.
  • Zahmet, meşakkat, güçlük.

giran / girân

  • Ağır, sakil.
  • Fenâ, kokmuş.
  • Bıktırıcı, usandırıcı.

girifte-leb

  • (Çoğulu: Giriftelebân) Dudağı tutulmuş. (Farsça)
  • Mc: Sessiz, sakin (kimse). (Farsça)

günah / günâh

  • Dinde yasak olan şeyler.

gunm

  • Bir şeye meşakkatsiz nâil olmak veya düşmandan doyumluk almak mânalarına gelir ve alınan doyumluğa da isim olarak ıtlak olunur ki ganimet de, her iki mânada böyledir. Şeriatta ise ganimet, küffardan anveten, yani harben alınan maldır. Binaenaleyh, velevse harbin neticesi olsun bir sulh ve ahd ile al

gunz

  • Tasa, keder.
  • Zahmet, meşakkat.

gurve

  • Burnun ucundaki kıkırdaktan yapılmış yumuşak kısım.

gurzuf

  • Kıkırdak.
  • Yumuşak olan kemik.

hab'

  • Gizli, saklı, hafi.
  • Gizlemek, örtmek, setretmek.

habhabe

  • Yumuşaklık, rahavet.
  • Muzdarip olmak, acı çekmek.

habra'

  • (Çoğulu: Habâri-Haberât) Sedir ağacı biten düz yer. Yumuşak yer.

habrence

  • Güzel yemek.
  • Yumuşak.

haccac

  • Çok eskiden Irakta vâlilik yapan fakat, Hz. Resul-ü Ekremin (A.S.M.) soyundan gelenlere ve onlara taraftar olanlara çok zulmeden, haddini aşmış bir zâlimin ünvânı. Asıl ismi Yusuf bin Sakafi'dir. Haccac-ı Zâlim diye de anılır.
  • Irak valisi olup, müslümanlara zulmeden Yusuf bin Sakifî'nin ünvanı.
  • Delil ile galip olan.

hacr

  • (Hicr) Men'etmek. Birisine bir şeyi yasak etmek. Malını kullanmaktan men'etmek.
  • Kucak. Ağuş.
  • Men etme, yasak etme.
  • Kucak, oğuş, himaye.

hacr-ı tahrim / hacr-ı tahrîm

  • Haramı yasaklamak.

hadba'

  • Uzun boylu akılsız kadın.
  • Yumuşak gönüllülük.

hadıl

  • Yumuşak taze ot.
  • Islanmış, nemlenmiş.

hafa

  • Gizlilik. Gizli olmak. Saklılık.

hafi / hafî

  • Gizli. Açıkta olmayan. Saklı.
  • Fık: Sigasından dolayı değil, bir ârızadan dolayı mânası kapalı kalan lafız.
  • Gizli, saklı.

hafiye

  • Saklı ve gizli şeyleri araştıran.
  • Casus.
  • Polis.

hafiyyat-ı umur / hafiyyat-ı umûr

  • İşlerin saklı tarafları, gizli kısımları.

hafiyyen

  • Gizlice, saklı olarak, gizliden. Aşikâr olmıyarak.

hafiyyeten

  • Gizlice, gizli ve saklı olarak.

hafiz / hafîz

  • Her şeyi koruyan ve saklayan Allah.

hafiz-i alim / hafîz-i alîm

  • Herşeyi koruyup saklayan, ilmi herşeyi kuşatan sonsuz ilim sahibi Allah.

hafız-ı hakiki / hâfız-ı hakikî

  • Asıl olarak herşeyi koruyup saklayan ve yarattıklarını esirgeyip gözeten Allah.

hafiz-i hakim / hafîz-i hakîm

  • Herşeyi hikmetle yapan ve koruyup saklayan Allah.

hafız-ı kütüb / hâfız-ı kütüb

  • Kitabları hıfzeden, saklayan. Kütüphane me'muru, kütüphaneci.

hafıza / hâfıza

  • Hıfz etme (ezberleme) ve hatırda tutma kuvveti. His organları ile duyulmayan fakat duyulanlardan çıkarılan mânâları saklayan mânevî duygu merkezlerinden biri.

hafizallah

  • Allah korusun. Allah muhafaza etsin, Allah saklasın (anlamındadır).

hafizane / hafîzâne

  • Koruyup gözeten, saklayan.

hafiziyet-i rabbaniye / hâfiziyet-i rabbâniye

  • Her bir varlığı terbiye ve idare eden Allah'ın her şeyi koruyup saklaması.

haft

  • Sâkin olmak.
  • Sözü gizli söylemek.

hakek

  • Yumuşak beyaz taş.

hakhaka

  • Zahmetli ve meşakkatli yolculuk yapmak.

hakile / hakîle

  • Uzun buğday.
  • Bağırsak içinde olan su.

hakim-i hafiz / hâkim-i hafîz

  • Herşeye hükmeden ve herşeyi saklayıp koruyan Allah.

halal / halâl

  • Yasak edilmiş olmayan, yâhut yasak edilmiş ise de, İslâmiyet'in özr, mâni ve mecbûriyet saydığı sebeblerden birisi ile yasaklığı kaldırılmış olan şeyler.

halal lokma / halâl lokma

  • Haram olmayan, dinde yenilmesi yasak edilmeyen yiyecek.

halet-i ihtizar

  • Can çekişme hali, sakınılacak hal.

halim / halîm / حليم / حَل۪يمْ

  • Yumuşak huylu, uysal.
  • Yumuşak huylu. Hoş muamele yapan.
  • Yumuşak huylu, kızmayan.
  • Yumuşak huylu. (Arapça)
  • Yumuşak huylu.

halim selim

  • Yumuşak huylu ve sağlam karakterli kişi.

halim ve selim

  • Yumuşak huylu, uysal.

halim-i alihimmet / halîm-i âlihimmet

  • Yumuşak huylu olmasının yanı sıra kutsal değerler uğruna gayret gösteren.

halim-selim

  • Yumuşak huylu ve doğru.

halimane / halîmâne

  • Yumuşak bir şekilde, uysalca.
  • Yumuşak surette. Yumuşak huylulara yakışır bir tarzda. (Farsça)

halime / halîme

  • Yumuşak huylu kadın.
  • Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın süt anasının ismi. Beni Sa'd bin Bekr kabilesindendir. Halime-i Sa'diye diye de anılır. (R.A.)
  • Yumuşak huylu kadın. (Peygamberimizin süt annesinin adı)
  • Yumuşak huylu kadın, Peygamberimizin süt annesi.

ham'

  • Eğrilik, aksaklık.

hamas

  • Verem.
  • Yumuşaklıkla ve kolaylıkla bir şeyi çıkarmak.

hamid

  • Alevi sönen ateş.
  • Ölü, ölmüş. Sönmüş. idrâksiz. Sâkit ve sessiz. Ölü gibi halsiz olan.

hamra

  • (Müennes) Çok kırmızı, kızıl renk.
  • Şiddet ve meşakkatli geçen yıl.
  • Şiddetle olan ölüm.
  • Arap olmayan cinsten.
  • Yüzü kızarmış kadın.

hamus

  • Sâkin olmak, susmak.

hamuş

  • Susmuş. Sessiz. Sâkit. (Farsça)

han

  • Yolcuların misafir olduğu bina. Kervansaray. Otel. (Farsça)
  • Ticaret ehlinin sakin olduğu yer. (Farsça)

handistan

  • Şaka, lâtife. (Farsça)

harac

  • Güçlük, sıkıntı, eziyet.
  • Bir farzı yapma veya haramdan sakınma esnâsında karşılaşılan güçlük.
  • Müslüman olmayan vatandaşlardan seneden seneye alınan toprak vergisi.

haram / harâm

  • Allah ve resulü tarafından kesin olarak yasaklanmış şey.
  • Dince yasak edilmiş şey.
  • Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde yapmayınız diye açıkça yasak ettiği şeyler.

haram lokma / harâm lokma

  • Helâl olmayan ve dînen yenmesi yasaklanan yiyecek.

haramiyet / harâmiyet

  • Haramlık, yasaklık.

harem

  • Mekke-i mükerreme şehrinden biraz daha geniş olup, hudûdunu İbrâhim aleyhisselâmın diktiği taşların gösterdiği yer, alan. Bu sâha içine gayr-i müslimlerin girmesi yasak ve ihrâmlı iken bâzı işleri yapmak harâm olduğu için Harem denilmiştir.
  • Müslümanların evlerinde, saray, konak ve be

harem-i şerif

  • Kâfir ve müşriklerin girmesi yasak olan ve canlı mahlukun öldürülmesi men'edilen Mukaddes Kâbe ve civârı.

haremeyn

  • İki mukaddes harem. Müşrik ve kâfirlere yasak olan mukaddes Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere.

harim / harîm

  • Herkesin girmesi yasak yer, harem.

hariz / harîz

  • Mahfuz, hıfzolunmuş, saklanılmış.

haşa-i batın / haşâ-i batın

  • Bağırsaklar.

haşefe

  • (Çoğulu: Haşef-Haşefât) Sünnet mevziine varana kadar olan zeker başı.
  • Yaşlanmış kuru kadın.
  • Kuru hamur.
  • Yumuşak taş.

hasıraltı etmek

  • Ist: Unutmak, saklamak, gizlemek, terviç etmemek manasında kulanılan bir tâbirdir. Hasır, eskiden halı ve kilim yerinde kullanıldığı ve onun altında kalan şeyler unutulup gittiği için bu tâbir meydana gelmiştir.

hasna / hasnâ

  • Çok fazlasıyla kendini haramdan saklayan kadın. Çok iffetli, çok nâmuslu kadın.

hassa

  • Saç ve sakalı döken bir hastalık.

hasur

  • Mânevi mücahededen dolayı kadınlara yaklaşmaya rağbet etmeyen.
  • Sır saklayan. Keder ve üzüntüden gönlü daralan, tasadan içi sıkılan.
  • Çok bahil kimse. (Halkla yer ve içer, birşey vermez)
  • Oğlu ve kızı olmayan.
  • Avrete cimâ edemeyen.
  • İhlili dar olan deve.

haşv

  • (Haşiv) (Çoğulu: Ahşâ) Tıb: Vücudun içindeki uzuvlardan her birisi.
  • Minder, yastık gibi şeylerin içini dolduran pamuk, kuru ot.
  • Kırılması ihtimali olan eşyanın arasına konan yumuşak, ot gibi şey.
  • Edb: İbarede lüzumsuz söz bulunması, aynı mânada iki kelimeyi yanyana sö

hatıra

  • Hatıra gelen. Hatırda kalan şey.
  • Bir kimseyi veya bir hâdiseyi hatırlatması için yazılan veya saklanan veya birisine verilen şey.

hatt

  • Sınır. Çizgi. Hudud.
  • Yazı. El yazısı.
  • Nâme. Mektup.
  • Gençlerde yeni çıkan bıyık veya sakal.
  • Çizgi gibi uzanan belirsiz hafif yol.
  • Deniz yalısı.
  • Gemilerin hareketteki istikameti.
  • Parmağın onikide biri olan bir ölçü.
  • Ferman, buyruk

hatt-aver

  • Sakalları yeni çıkmaya başlayan genç.

hava'

  • Hâli olmak, boş olmak.
  • Düşmek, sâkıt olmak.

havb

  • (Hub - Havbet) Günah, ma'siyet.
  • Fakirlik.
  • Meşakkat.
  • Maraz, ağrı, dert.
  • Ana, baba.

havd

  • Güzel ahlâk.
  • Güzel ve yumuşak vücutlu câriye.

haver

  • Zayıf olmak.
  • Yumuşak, çukur yer.
  • Denize suyun akıp döküldüğü yer.

haviye

  • Şenliksiz olan yer. Harabe. Issız, boş yer.
  • Sâkıt. Göçük, çökük.

haviyye

  • (Çoğulu: Havâyâ) Yağlı bağırsak.
  • Bağırsak.
  • Deve palanı.

havz

  • Suya girme.
  • Sakınılacak işe girişmek.
  • Başlamak.

hayat-ı beşeriye-i sefihane / hayat-ı beşeriye-i sefihâne

  • İnsanların haram ve yasak eğlence hayatı.

hayr

  • Sakınmak.
  • Büyük avlu.

hazaze

  • Tıb: Bulaşıcı, müzmin bir cilt hastalığı olup sonradan bağırsaklara geçerse öldürücü olur.

hazen

  • (Çoğulu: Hızân) Etin kokması.
  • Toplamak, cem'edip yığmak.
  • Gizlemek, saklamak.

hazer / حذز / حَذَرْ

  • Sakın.
  • Sakınma, kaçınma, korunma, çekinme.
  • Sakınma. (Arapça)
  • Sakınma.

hazer ve ibaha / hazer ve ibâha

  • Yasaklar ve mübahlar. Fıkıh kitablarında dînen yasaklanan ve izin verilen şeyleri anlatan bölüm. Bâzı fıkıh kitaplarında bu bölüm kerâhiyye ve istihsân adıyla anılır.

hazine / hazîne

  • Define.
  • Kıymetli şeyleri saklayacak sağlam yer.
  • Hazine, devlet malının saklandığı yer.
  • Altın, para ve mücevher gibi kıymetli şeylerin saklandığı yer.

hazine kethudası

  • Tar: Yavuz Sultan Selim Han zamanında kurulan hazine kethudâlığı, saraya girip çıkan demirbaş eşyanın korunup saklanmasıyla mes'ul idi. Bu müessesenin başında bulunan memura da hazine kethudâsı denilirdi.

hazm

  • Cem'etmek, toplamak.
  • Zaptetmek.
  • Kast etmek.
  • Bağlamak.
  • Yumuşak yüksek yer.
  • Sağlam re'y. Doğru ve kat'i karar.
  • Basiretle hareket etmek.

heda

  • Sakin olmak.

hedy

  • Cenab-ı Hakk'ın rızası için veya ihramda iken yapılması yasak olan herhangi bir fiili işlemekten dolayı kusurunu affettirmek ricasiyle, keffaret olarak Harem-i Şerif'e götürülen veya kendisi veya parası gönderilen kurban.

hels

  • Çok hayır.
  • Gizlemek, saklamak.

hemime / hemîme

  • Yumuşak rüzgâr.
  • Ufak taneli yağmur.

hemk

  • Yumuşak. Kof.

hend

  • İmsak etmek.

hetr

  • Bunama, alıklaşma. Ateh getirme, ihtiyarlıktan çocuk gibi olma.
  • Sersemleşme, aptallaşma.
  • Birisini kötüleme.
  • Acib emir.
  • Zahmet, meşakkat.
  • Enine yarmak.

heva / hevâ

  • Kabiliyet ve duyguları nefsin yasak arzu ve isteklerinin emrine verme.

heva-yı nefis

  • Kabiliyet ve duyguları nefsin yasak arzu ve isteklerinin emrine verme.

hevade

  • Yavaşlık.
  • Yumuşaklık.
  • Kavmin içinde salah ve muvâfakata sebep olması mümkün olan kimse.

hevaperest / hevâperest

  • Yasak arzuları peşinde koşan.

hevaperestane / hevâperestâne

  • Yasak arzuların peşinde koşarcasına.

heves-i nefsaniye

  • Nefsin yasak arzu ve istekleri.

hevesat / hevesât

  • Hevesler, geçici arzular, yasak istekler.

hey'urur

  • Meşakkat, zahmet.

heyam

  • Hayranlık hâli.
  • Çok yumuşak kum.

heybet

  • Hürmetle beraber koruk hissini veren hal. Sakınıp korkulacak hal. Azamet.

heyhat

  • Teneffür ve tehassür ifâde eder; "sakın, savul, yazıklar olsun, uzak ol" mânalarına geldiği gibi, daha ziyade; Eyvah, yazık, ne yazık, ne kadar uzak... gibi mânalar için söylenir.

hezeyan

  • Kötü sözler. Soğuk şakalar.
  • Sayıklama. Saçma sapan konuşma.

hezl / هزل

  • Eğlence, alay, şaka.
  • Latife.
  • Mizah.
  • Şaka, şakalaşma. (Arapça)

hezl-gu / hezl-gû

  • Şakacı. Lâtifeci, mizahlı söz söyleyen.

hezlamiz / hezlâmiz

  • Şaka ile karışık söz. Mizahlı kelâm.

hezlgu / hezlgû / هزل گو

  • Şakacı. (Arapça - Farsça)

hezliyat / hezliyât

  • (Tekili: Hezl) Mizah ve şakayla ilgili söz veya şiirler.

hicab-ı gaflet

  • Gaflet perdesi; Allah'a inanmayı, emir ve yasaklarına uymayı engelleyen şeyler; mâneviyatı görmeme ve düşünmeme hâli.

hidayet / hidâyet

  • Doğru yolu gösterme, doğru, Allahü teâlânın râzı olduğu yolda bulunma.
  • Cenâb-ı Hakk'ın insanın kalbinden her sıkıntı ve darlığı çıkarıp, yerine rahatlık, genişlik verip, kendi emir ve yasaklarına uymada tam bir kolaylık ihsân etmesi ve kulun rızâsını kendi kazâ ve kaderine tâbi eylem

hıfz

  • Saklama. Koruma. Siyanet. Muhafaza.
  • Ezber etmek. Hatırda tutmak. Kur'an'ı ezberde tutmak.
  • Koruma, ezberleme, saklama.
  • Devâm etmek, yerine getirmek, gözetmek.
  • Ezberlemek.
  • Saklama, koruma, ezberleme.
  • Saklama, koruma, ezber.

hıfz-ı ziynet

  • Süsün korunması, saklanması.

hikmet-i teşri

  • Kanun yapma hikmeti. Allah'ın emir ve yasaklarında gözetilen Rabbanî incelikler.

hilallemek / hilâllemek

  • Abdest alırken, el ve ayak parmakları ile sakalın ve kadınlarda sık saçların arasına ıslak parmaklarını sokarak hareket ettirmek.

hill

  • Hac veya umre için ihrâma girilen mîkât denilen yerler ile Harem yâni Mekke şehri sınırı arasına verilen ad. Harem adı verilen yerde ihramlı iken yapılması haram (yasak) edilen şeyler, burada helâl olduğu için Hill adı verilmiştir. Hill'in Mekke-i mü kerremeye en yakın yeri batı taraftaki Ten'im den

hilm / حلم

  • Doğuştan olan huy yumuşaklığı. Şiddete tahammül. Nefsini heyecandan korumak.
  • Vakar. Sükûn.
  • Yumuşak huylu olmak, kızmamak. Gücü yettiği halde affetmek.
  • Yumuşaklık, insanın tabiatında olan yumuşaklık duygusu.
  • Yumuşaklık, kızmama.
  • Yumuşaklık. (Arapça)

hilm ü haya / hilm ü hayâ

  • Yumuşaklık ve utanma duygusu.

hilm-i himari / hilm-i himarî

  • İfrat derecede yavaşlık, yumuşak huyluluk.

hilmiyyet

  • Yumuşaklık, yavaşlık, yumuşak huyluluk.

hınaf

  • Devenin yulardan burnunu çözmesi.
  • Deve bileğinde olan yumuşaklık.

hınna

  • Kına. Saça, sakala veya kadınların, parmaklarının uçlarına sürdükleri sarımtırak pembe boya ve bunun esası olan toz.

hırka-i saadet dairesi

  • İstanbul'da Topkapı Sarayı'nda "mukaddes emanetlerin" bulunduğu yer. Burada yüzyıllardan beri, başta Peygamberimiz Hz.Muhammed'in (A.S.M.) hırkaları olmak üzere İslâmî nitelikte birçok mukaddes eşya saklanmaktadır. Bu eşya Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim tarafından, Mısır'ın fethinden (1517) son

hırs

  • Saklamak.

hirşemm

  • Yumuşak taş.

hırz

  • Koruma, saklama.

hırz-ı bigayrihi / hırz-ı bigayrihî

  • Aslında eşya saklamaya mahsus olmayan, izin almadan girilebilen ve konacak malların yanında muhafızı olan yer. (Yol, mescid, meydan gibi)

hırz-ı binefsihi / hırz-ı binefsihî

  • İçerisinde mal ve eşya saklamak için yapılmış, hazırlanmış ve içine izinsiz girilemiyen ev, dükkân, çadır, depo vs. gibi mahaller. (Kasa, sandık, dolap, çuval da bu hükümdedir.)

hiskil

  • (Çoğulu: Hasâkil) Her canavarın yavruları içinde küçük olanı.

hıyata

  • Terzilik, dikiş dikme işi.
  • Tıb: Ameliyat esnasında kesilip yarılan yerin tekrar kaynaması için dikilmesi.
  • Ameliyatta dikiş için kullanılan bağırsak ve benzeri şeylerden yapılan iplik.

hıyre-dest

  • Aldığı işi bozar olan (kimse.). Eli sakar kişi. (Farsça)

hizane

  • (Hizânet) Hazine, kıymetli mücevheratın saklandığı yer.
  • Hazinedarlık.
  • Mc: Kalb, gönül, hatır.

horata

  • (Rumca) Şaka, eğlence, lâtife, mizah.

hubar

  • Taşlı, yumuşak yer.

hubb

  • (Hibâb - Hibb - Mehabbet) Sevgi, muhabbet, bağlılık, dostluk. Bir şeyi birisine sevdirmek.
  • Hulus, lüzum ve sübut.
  • Muhafaza ve imsâk.

hucne

  • Kuşak.

hucze

  • (Çoğulu: Hucez) Kuşak yeri.
  • Ateşli odun parçası.

hüd'

  • Sâkin olmak.

hudir

  • Yumuşak taze ot.

hufut

  • Sâkin olmak. Ateşin sönmesi.
  • Sesin kesilmesi.

hufye

  • Saklanma, gizlenme.
  • Etrafı herhangi bir şeyle ihata edilen şey.

hükm-i müleffak

  • Helâl ve haram, emir ve yasak, ibâdet ve tâatte, belli bir mezhebin hükümlerine uymayıp, birkaç mezhebin hükümlerini karıştırarak kolayına geleni seçtiği hüküm.

hükre

  • Cem'olmak, toplanmak, birikmek.
  • Yiyecek maddelerini, pahalanacak diye saklamak.
  • Azlığından bir yerde toplanan su.

hüku'

  • Sâkin olmak.

humal

  • Aksaklık.

humud

  • Düşme. Zayıflama.
  • Sâkin olmak. Soğumak. Ateş sönmiyerek alevi azalmak.
  • Bayılmak ve kendini kaybetmek.
  • Ne helâle, ne de harama iştihası olmamak.

huntuf

  • Sakalını yolan.

huremat - hurmat - hurumat / huremat - hurmât - hurumat

  • Haram olan şeyler, dince yasak olan şeyler.

hurmet

  • Haram olma, yasak olma.
  • Haramlık, yasaklık.

hurmet-i müsahere / hurmet-i müsâhere

  • Erkeğin herhangi bir kadın ile zinâ etmesi veya herhangi bir yerine unutarak ve yanılarak da olsa şehvetle (lezzet alarak) dokunması hâlinde, o kadının neseb (soy) ile ve süt ile olan anası ve kızları ile; kadının da o erkeğin oğlu ve babası ile evle nmesinin ebedî, sonsuz olarak haram, yasak olması

hurmet-i şedide

  • Şiddetli yasaklama.

hürriyet

  • Hürlük, serbestlik.
  • Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyup, herkesin hakkını gözetmek.
  • Maddî ve mânevî her türlü şeyin sevgisinden gönlünü kurtararak yalnız Allahü teâlâya kul olmak.

huru'

  • Tanelerinden hintyağı çıkartılan ağaç.
  • Sütleğen otu.
  • Yumuşak ot.

hurum

  • Haramlar, dince yasak ,olanlar.

huşe / hûşe / خوشه

  • Salkım. (Farsça)
  • Başak, sümbül. (Farsça)
  • Salkım. (Farsça)
  • Başak. (Farsça)

huşe çin / huşe çîn

  • Başak toplayan. Salkım toplayan. (Farsça)

huşe-çin

  • Başak toplayan.

huşeçin / hûşeçîn

  • Başak toplayan; harman sonunda tarlada kalan başakları toplayan.

hüsn-ü ta'lil

  • Edb: Herhangi bir hâdisenin hakiki sebebini saklayarak, güzel ve hayalî bir sebep göstermeye hüsn-ü ta'lil denir. Bu gösterilen sebep hakiki olmamalı, fakat güzel olmalıdır.Bağ-ı âlemde yüzün menendi bir gül isteyüp.Cüst ü cu idüp gezer gülzarı bülbül şah şah. (Fatih Sultan Mehmed)Bülbülün, gül bahç

i'kar

  • Kadının dölyatağını sakatlama.

i'nat

  • Zahmete uğratma, meşakkate maruz bırakma.
  • Edb: Mukayyed kafiye ve mukayyed seci' san'atı.

i'tidal

  • Bir şeyde veya halde ifrat veya tefrite düşmemek. Vasat derece olmak.
  • Yumuşaklık. Uygunluk.
  • Gündüz ve gecenin birbirine denk, eşit olması.
  • Miktar ve keyfiyyet hususunda iki hâlet arasında mutavassıt olmak.

i'tiraf

  • (İtiraf) Kabahatini saklamamak. Suçunu söylemeği kabul etmek. Gizleyip söylemek istemediği şeyi açıklamak.

i'tisam

  • Günahlardan sakınmak.
  • Pâk olmak.
  • Bir şeye yapışarak sıkı tutmak ve korunmak.

i'tisar

  • Zorluk, güçlük, meşakkat.

ia'

  • Bir nesneyi kab içine koyup saklamak.

ibadet / ibâdet

  • Kulluk, kulluk vazîfelerini İslâmiyetin bildirdiği şekilde yerine getirmek. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymak.

ibadetullah

  • Allah'a ibadet etme, Ona kullukta bulunma; emirlerini yerine getirip, yasaklarından kaçınma.

ibaha

  • (İbahe) Sevab veya günah olmamak. Bir şeyin yasak ve haram olmaktan çıkması.
  • İzin vermek. Mübah ve helâl kılmak.
  • Bir şeyi izhâr etmek.

ibahiyye / ibâhiyye

  • İslâmiyet'in haram ve yasak kıldığı şeyleri helâl ve mübâh sayan bozuk bir fırka. Bâtiniyye, İsmâiliyye. Karâmita da denir.

icab / îcâb

  • Zorunlu kılma; bir fiilin yapılmasını isteme ve onun terk edilmesini yasaklama.

ictinab / ictinâb

  • Çekinmek. Sakınmak. Uzak olmak.
  • Çekinme, sakınma.
  • İçtinap, sakınma, kaçınma.

içtinab / içtinâb

  • Uzak durma, sakınma.

ictinab / اجتناب

  • Sakınma.

içtinab-ı kebair / içtinab-ı kebâir

  • Büyük günahlardan kaçınmak, sakınmak.

içtinaben

  • Sakınarak, kaçınarak.

ictinap

  • Kaçınma, sakınma.

iddihar

  • Biriktirmek, toplamak, yığmak.
  • Kıtlık zamanında yüksek fiatla satmak üzere zahire toplayıp saklama.

idfa'

  • Soğuktan sakınıp giyinmek.
  • Isıtmak.

ifasa

  • Yumuşak söylemek.
  • Aşikâre söylemek. Açık açık konuşmak.

ıfdac

  • (Çoğulu: Ufâzic) Semiz, besili hayvan.
  • Yumuşak nesne.

ifraz hazinesi

  • Tar: Kullanılmayan kıymetli eşyanın saklandığı yer. Bu gibi kıymetli şeylerden ikinci dereceden olanların muhafaza olunduğu yere de "Bodrum Hazinesi" denilirdi.

iftar

  • Oruç açmak. Oruç açılırken yenen yemek. (Zıddı: İmsak)

ihba'

  • Örtmek, saklamak, gizlemek.
  • Ateşi basıp söndürmek.

ihbak

  • Boyun eğme, inkıyâd, yumuşaklıkla söz dinleme.

ihfa / ihfâ / اخفا

  • Saklamak. Gizlemek. Ketmetmek. Gizlenilmek.
  • Tecvidde: Harflerden birisini söylerken gizli ve zayıf söylemek.
  • Saklamak, gizlemek.
  • Örtmek, gizlemek; tecvidde bir terim. On beş ihfâ harflerinden önce gelen tenvin veya sâkin nunu, izhâr (birbirinden ayırmak) ile idgâm (birbirine katmak) arasında, şeddeden uzak olarak gunne ile genizden çıkarmak.
  • Gizleme, saklama.
  • Gizleme, saklama. (Arapça)

ihlal / ihlâl

  • (Halel. den) Sakatlamak. Bozmak. Halel vermek.
  • Birini ihtiyaç içinde bırakmak.
  • Düşmanın haklarına vefa etmeyip gadretmek.
  • "Halel"den bozma, sakatlama, kusurlu hale getirme.
  • Bozma, sakatlama.

ihmal / ihmâl / اهمال

  • Boşlama, savsaklama.
  • Önemsememe, savsaklatma. (Arapça)

ıhmar

  • Gizli etmek, saklamak.

ihram / ihrâm

  • Hacıların örtündükleri dikişsiz elbise.
  • Yün yaygı. Büyük yün çarşaf.
  • Fık: Hac veya umreyi yada her ikisini eda etmek için mübah olan şeylerden bazılarını nefsine menetmek ve onlardan sakınmak.
  • Mîkât denilen mahalde (yerde) hacca veya umreye niyet ederek, peştemal gibi dikişsiz iki parça örtüyü giymek ve telbiye getirmek sûretiyle, daha önce mubah (serbest) olan bâzı şeyleri kendine haram kılmak yâni bunları yapmaktan sakınmak. İhrâmlı kims eye muhrim denir. İhrâm elbisesinin belden aşağı

ihsan

  • (Hısn. dan) Sağlamlaştırmak. Tahkim etmek.
  • Zevcesini nâmahremden korumak. Kadın kendisini haramdan sakınmak.
  • Ehl-i azamet olmak.

ihtiba'

  • (Habâ. dan) İyice saklayıp gizleme.

ihticab

  • Örtünme. Saklanma. Gizlenme. Perdelenme.
  • Doğumun belirli zamanından fazla uzaması.

ihtidab

  • Kına ile saç ve sakalı boyama.
  • Boyanma, renklenme.

ihtifa

  • Gizlenme. Saklanma.

ihtifaz

  • Darılma, küsme.
  • Bir şeyi nefsine hasretme.
  • Kendini sakınma, muhafaza etme.

ihtikar / ihtikâr / اِحْتِكَارْ

  • Bir şeyi kıymetlensin diye saklamak.
  • Ist: İnsanların veya ehlî hayvanların yiyeceklerine âit şeylerin satış kıymetleri yükselsin diye kırk gün kadar saklamak. Böyle yapan kimseye muhtekir denir.
  • Vurgunculuk, bozgunculuk.
  • Vurgunculuk; fazladan kazanç sağlamak amacıyla, hayat için zarurî olan ihtiyaç maddelerini satın alıp fiyatı artsın diye bir süre saklama.
  • Malı kıymetlensin diye saklama.
  • Pahalı satmak üzere mal saklama, vurgunculuk.

ihtiraz / ihtirâz / اِحْتِرَازْ

  • Sakınmak, çekinmek, kaçınmak.
  • Sakınma, çekinme.
  • Sakınma.

ihtirazen

  • Korunarak, sakınarak, muhafaza olunarak.

ihtirazi / ihtirazî / ihtirâzî

  • Çekinmeye ait, sakınmayla alâkalı.
  • Çekinme, sakınma ile ilgili.

ihtisab / ihtisâb

  • Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyulmasının, ilim ve ehliyet sâhibi bir devlet me'muru olan muhtesib tarafından sağlanması, emr-i ma'rûf nehy-i münkerin yâni iyiliği emretmek kötülükten sakındırmak vazîfesinin el ile yapılması vazîfesi.

ıhtitat

  • Sakal bitmek. Yer tutmak.
  • Hatla işaret koymak.

ihtitat

  • Sınırlandırma, hududlandırma. Hat çekme.
  • Sakal bitme.

ihtiyar-ı zahmet

  • Zahmet ve meşakkate katlanma.

ihtiyat

  • Sakınmak. İşleri iyi düşünmek. Tedbirlilik. İşlerde basiret üzere bulunmak. Yedek.

ihtiyatkarane / ihtiyatkârane

  • İhtiyatla, sakınganlıkla. (Farsça)

ihtizab

  • (Saç, sakal v.s.yi) boyama.

ihtizam

  • Kemer takma, kuşak bağlama.

ihtizar / ihtizâr

  • Hazer etmek. Korunmak. Sakınmak.
  • Çekinme, sakınma.

ihzal

  • Şaka ve alay ile çok uğraşma.

ikman

  • Gizleme, saklama, örtme.

iknan

  • Örtme, saklama, gizleme.

iktam

  • (Ketm. den) Gizleme, saklama.

iktihal

  • İhtiyarlama, yaşlılanma, kocama.
  • Saç ve sakala kır düşme.

iktihan

  • Kır saçlı ve sakallı olma.

iktiman

  • Gizlenme, saklanma.

iktina'

  • Künyelenme.
  • Anlaşılmayacak şekilde söyleme.
  • Gizlenme, saklanma.
  • Yığma, biriktirme.
  • Çalışarak kazanma.
  • Meslek edinme.
  • Tuzak kurup avlanma.
  • İmsak etme.
  • Sermâye verme.

iktinan

  • Saklanma, gizlenme.

iktitam

  • (Ketm. den) Ketmetme, gizleme, saklama.
  • Sararma.

ilel

  • (Tekili: İllet) İlletler. Esaslar. Temeller. Sebebler.
  • Sakatlıklar. Hastalıklar.

ilel ü emraz

  • Hastalıklar ve sakatlıklar.

ılk

  • Sakız.
  • Ağızda çiğnenen şey.

ille

  • (İllet) Esas sebeb. Vesile.
  • Hastalık, maraz, dert, sakatlık. Mûcib, maksad, gaye.

ilm-i ahlak / ilm-i ahlâk

  • İyi huylar edinme ve kötü huylardan sakınma yollarını öğreten ilim.

ilm-i fıkıh

  • Dînimizin emir ve yasaklarını bildiren ilim.

iltiha'

  • (Lihye. den) Sakal bırakma.
  • Kabuk soyma.

iltisak / iltisâk / التصاق

  • Kavuşma, yapışma. (Arapça)
  • İltisak etmek: Kavuşmak. (Arapça)

iltisaki / iltisakî

  • İltisakla alâkalı.
  • Yapışan, birleşen. Kavuşan, bitişen.

iman-ı istidlali / îmân-ı istidlâlî

  • İslâm dîninin îmân ve ibâdet bilgilerini, emir ve yasakları bir âlimden veya kitaptan okuyup, öğrenerek, bilerek inanmak.

imsakiye

  • Ramazanda imsak vakitlerini gösteren cetvel.

imtişat

  • Tarama. Saç veya sakal tarama.

inhifa

  • Gizlenip saklanma.

inhişaş

  • (Çoğulu: İnhişâşât) Birbirine dokunup hışırdama, hışırtı. Şakırtı, şakırdama.

inhişaş-ı esliha

  • Silâhların şakırtısı.

inkitam

  • Gizli tutulma, saklı tutulma.

insak

  • (Nesak. dan) Düzenli yazı yazma.
  • Kâfiyeli, secili ve akıcı bir tarzda söz söyleme.

insan-ı gafil

  • Âhirete, Allah'ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olan insan.

insan-ı kamil / insan-ı kâmil

  • Kemâle ermiş, olgun insan. İslâmiyet'in emrettiği bütün emirleri yapan, yasaklardan sakınan, Peygamber efendimizin güzel ahlâkıyla ahlâklanan, hareketleri ve sözleri hep Allahü teâlânın ilhâmı ile olan üstün insan.

insidad-ı em'a / insidad-ı em'â

  • Tıb: Bağırsakların birbirine dolanması neticesinde tıkanması.

inşikak suresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 84. Suresi olup İnşakkat suresi de denir. Mekkî'dir.

intitak

  • Kemer veya kuşak bağlama.

inzar / inzâr

  • (Çoğulu: İnzârât) (Nezr. den) Neticenin kötü olacağını bildirerek fenalıktan sakındırmak. Azab ve ceza va'detmek.
  • Korkutmak, sakındırmak.

inzicar

  • Azarlanma, sakındırılma, menedilme.

irha

  • Tatlılıkla ve kibarca hareket etme, yumuşak davranma, tatlı muâmele etme.

irhem yareb

  • Tıb: Bağırsak tıkanması veya dolanması.

ırkil / ırkîl

  • Belâ. Zahmet, meşakkât.
  • Çok güç nesne.

irşad / irşâd

  • Yol gösterme, rehberlik etme. İnsanları, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına ve Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uymaya, her zaman Allahü teâlâyı anmaya, O'nu unutmamaya, kalbde O'ndan başkasının sevgisine yer vermemeye çağırmak, Allahü te âlânın râzı olduğu yolu göstermek.

irtida'

  • Dinin yasak ettiği şeyleri yapmama, geri durma.

işabe

  • Saç ve sakal ağartma, beyazlatma. Genç yaşta saç ve sakal ağarması.

işfak

  • Acıyarak sakınma. Şefkat ve inayet etme.
  • Sevme.
  • Sakınma ve korkma.
  • Azaltma.
  • Lütfetme, bağış, ihsan.

ishal

  • Mülâyim ve düz bir yere varmak.
  • Tıb: Barsakların iltihabından soğuk algınlığından hâsıl olan sürgün, iç sürme.

işka'

  • Şaki ve bedbaht eylemek.

iskan / iskân

  • Yerleştirmek. Bir yeri mesken yapıp oturmak.
  • Sâkin.

islam / islâm

  • Boyun bükerek teslim olmak. Allahü teâlânın Muhammed aleyhisselâm vâsıtasıyla bildirdiği emirler ve yasakları.

islamiyyet / islâmiyyet

  • Allahü teâlânın Cebrâil ismindeki melek vâsıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma gönderdiği, insanların dünyâda ve âhirette râhat ve mes'ûd olmalarını sağlayan usûl ve kâideler, emirler ve yasaklar.

ismet

  • Peygamberlerin sıfatlarından biri. Peygamberlerin, peygamber oldukları bildirilmeden önce ve sonra; küçük olsun, büyük olsun bilerek veya bilmeyerek günah işlemekten korunmuş olmaları.
  • Günahlardan sakınma, kötü ve çirkin şeylerden uzak durma.

israr

  • (Sırr. dan) Sır saklamak, gizlemek. Gizlenmesi lâzım bir şeyi gizlemek.

istiare-i mutlaka

  • (Temlihiye veya tehekkümiye) Edb: Şaka, lâtife veya alayı içine alan bir istiaredir. Meselâ: Tilkinin eşeğe "gelsem olmaz mı huzura, a benim aslanım" demesi gibi... (Edb.S.)

ıstıhab

  • Saklama, gizleme.
  • Dostluk kurma.
  • Konuşma, musâhabe etme.

istihfa'

  • Gizlenme, saklanma.

istika'

  • (Saky. den) Su isteme. İçmek için su alma.
  • Kendini zorlıyarak ve sun'i olarak kusma.

istiknan

  • Gizlenme, saklanma.

istikrar

  • Karar ve sebat üzere olmak. Karar kılma. Sâkin olmak. Yerleşmek.

istiktam

  • Gizlemeğe çalışma. Saklamak için uğraşma.

istimsak

  • (İmsak. dan) Nefsine hâkim olma, kendini tutma.

istiska'

  • (Saky. den) Su isteme. Susama.
  • Yağmur duasına çıkma.
  • Vücudun bazı yerlerinde su toplanması hastalığı.

itiraf / îtiraf / itirâf / اعتراف

  • Kabahatını saklamamak, suçunu söylemeyi kabul etmek, açıklamak.
  • Saklamayıp söyleme.
  • Sakladığı şeyi söyleme. (Arapça)
  • Hakkın verme. (Arapça)

ittika / ittikâ

  • Korkup sakınma.
  • Sakınmak. Çekinmek. Günahlardan ve bütün kötülüklerden kendini çekmek. Takvâ ile amel etmek.
  • Sakınma.
  • Sakınma. Takva ehlinden olma.
  • Allahü teâlâdan korkma, haramlardan, günâhlardan sakınma.

ızbandut

  • Eskiden Rum korsanlarına verilen addır.
  • Haydut, yolkesen, şaki, eşkiya.
  • İri vücutlu, korkunç.

ızmar

  • (İzmâr) Kalbde gizlemek, saklamak. Belli etmemek.

izmar / izmâr

  • Gizleme, saklama.

ızmar-ı gayz

  • Kin saklama.

ıztıram

  • Saç ve sakala kır düşme.
  • Alevlenme.

ka'ka

  • Kuru, yâbis. Meşakkatli yol.
  • Yemame'den Kûfe'ye giden geniş yol.

ka'm

  • (Çoğulu: Kiâm) Devenin ağzını bağladıkları şey.
  • İçinde silah saklanan kap.
  • Bağlamak.
  • Öpmek.

kaf'a

  • Yumuşak kuru ot.
  • Parmakları soğuktan dökülmüş ayak.

kalak

  • Can sıkıntısı. Gönül darlığı. Kararsızlık.
  • Zahmet. Meşakkat.

kalb-i mübarek

  • Mübarek kalp, yumuşak kalp.

kalb-i salih

  • Dinin emir ve yasaklarına uygun hareket eden insanın kalbi.

kalib aleyhisselam / kâlib aleyhisselâm

  • İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Yâkûb aleyhisselâmın on iki oğlundan Şem'ûn'un neslindendir. Babasının ismi Yuknâ'dır. Kendisine Yûşâ aleyhisselâmdan sonra peygamberlik verildi. Mûsâ aleyhisselâma bildirilen dînin emir ve yasaklarını ins anlara tebliğ etti (bildirdi).

kamin / kâmin

  • Saklı. Gizli. Belirsiz. Pusuda duran.

kaminun / kâminun

  • (Tekili: Kâmin) Saklı ve gizli olanlar.

kamkam

  • (Çoğulu: Kumâkım) Ulu, şerif kimse.
  • İyi, keskin kılıç.
  • Büyük deniz.
  • Çok adet.
  • Saç dibine düşen yavşak.
  • Küçük kene.

kansa

  • (Kuşlarda) Kursak.

kanun / kânun

  • (Çoğulu: Kavânin) Herkesin uyması için devletin teşri kuvveti tarafından konulan her türlü meşru nizam, kaide, emir, nehiy ve yasaklar.
  • Kaziye-i külliye. Kâinatta Allah'ın koyduğu değişmez nizam.
  • Ocak. Ateş yanan yer. Zaman.
  • Kış mevsimi.
  • Sakil, ağır adam.
  • Kış mevsiminin ilk iki ayı.
  • Mangal. Soba.

kanun-ı ilahi / kânûn-ı ilâhî

  • Allahü teâlânın kullarının dünyâ ve âhirette huzûr ve seâdete (mutluluğa) kavuşmaları için Peygamberleri (aleyhimüsselâm) vâsıtasıyla insanlara bildirdiği emirleri ve yasakları, İslâmiyet.
  • Allahü teâlânın kâinâtta (varlık âleminde) koyduğu nizâm, düzen.

karar

  • Değişmez hâle gelmek.
  • Sabit ve sakin olmak.
  • Ne az ne çok olan tam ölçü. Ölçülülük.
  • Gitmeyip kalmak.
  • Oturaklı yer. Sâkin olacak yer.
  • Anlaşılan ve sabit hâle gelen son karar sözü.
  • Mahkemece verilen son söz ve neticeye bağlama.
  • Dolanmak.

kari

  • (A, uzun okunur) Köyde sâkin olan, köylü.

kartabus

  • Zahmet, meşakkat.

kasvet

  • Katılık, sertlik, kalbden hayır (iyilik) ve yumuşaklığın çıkması.

katı-ı tarik-ı ilahi / kâtı-ı tarîk-ı ilâhî

  • İnsanların Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına uymalarına ve rızâsına kavuşmasına mâni olan, hidâyet ve saâdetlerini engelleyen, saptırıcı, yol kesici.

katim / kâtim

  • (Ketm. den) Ketmeden, saklıyan, tutan. Sır saklayan.

katim-i esrar / kâtim-i esrar

  • Sır saklıyan.

kavl-i leyyin

  • Yumuşak söz.
  • Yumuşak söz. Sert olmayan söz. Enâniyetli olmayan söz.

kazel

  • Çok fazla aksaklık. (Müe: Kazlân)

kazur

  • Temiz olmayan şeylerden sakınan kimse.

kebed

  • Ciğer ağrısı.
  • Kara ciğer.
  • Meşakkat. Şiddet. Mihnet.
  • Karnın şişmesi.

kecre'y

  • Reyi, sakat, düşüncesi ters olan. (Farsça)

kecrev

  • Eğri giden. (Farsça)
  • Tuttuğu yol sakat ve yanlış olan. (Farsça)

kedid

  • Davar tırnağıyla didilmiş ve yumuşamış olan yumuşak yer.

kefa

  • Sıkıntı, meşakkat, mihnet. (Farsça)

keff

  • Vaz geçme, el çekme, çekinmek, men'etme, imtinâ etmek, sâkit olmak.
  • Avuç, el, avuç içi.
  • Nimet.

kelani / kelânî

  • (Kilâet. den) Sakladı ve beni muhafaza etti veya eder, (meâlinde).

kelle

  • Kafa, baş. (Farsça)
  • Ekinlerde başak. (Farsça)
  • Baş gibi yuvarlak olan nesne. (Farsça)

kemal-i hilm / kemâl-i hilm

  • Yumuşak huyluluğun mükemmel derecede olması.

kemer

  • Kavisli yapı, kuşak.
  • Yay gibi eğik olan yapı. (Farsça)
  • Bele bağlanan kuşak. (Farsça)
  • İç çamaşırın bele rastlayan kısmı. (Farsça)

kemerbeste

  • Kuşak bağlamış, hazırlanmış.
  • Kuşak bağlamış, hazır olmuş. Hazır olup emri bekler hâlde olan. (Farsça)

kemin

  • (Çoğulu: Kemâin) Pusuya saklanmış adam.
  • Pusu.
  • Belirsiz. Gizli yer.

kenfile

  • Kaba ve uzun sakal.

kenud

  • Çok küfran-ı nimet eden kimse. Çok levm ve küfreden cahud.
  • Birşey yetiştirilemiyen verimsiz arazi.
  • Kocasının hukukuna ve iyiliklerine küfran eden nankör kadın.
  • Yemeğini misafirden sakınarak yalnızca yiyen cimri.
  • Kölesini, uşağını çok döven kimse.

kenz

  • Şiddet, zorluk, meşakkat.
  • Define, hazine. Yer altında saklı kalmış kıymetli eşya, para veya altın gibi şeyler.

kerahe

  • (Kerâhiye) Meşakkat, zahmet, şiddet.

kerahet

  • İğrenme, istemeyerek zor altında yapma.
  • Şeriatin yasaklamadığı fakat harama yakın olma ihtimali olan ve çekinilmesi gereken husus.

kerahet-i tahrimiyye / kerâhet-i tahrîmiyye

  • Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfteki delilinden zan ile anlaşılan yasak. Harama yakın mekruh.

kerahet-i tenzihiyye / kerâhet-i tenzîhiyye

  • Yasak olmasına kuvvetli ve açık bir delil bulunmayan ancak yapılması iyi olmayan şeyler. Helâle yakın mekrûh.

kerihet

  • Harpte şiddet.
  • Zahmetli ve meşakkatli olan.

kesh

  • Aksaklık.

kess

  • Sakal kıllarının sık ve kıvırcık olması.

ketm / كتم

  • Saklamak. Gizlemek. Sır tutmak. Söylememek.
  • Gizleme, saklama. (Arapça)

ketm-i esrar / ketm-i esrâr

  • Sırları saklama.

ketm-i nüfus

  • Kendini göstermeme. Saklama.

ketum / ketûm / كتوم

  • Sır saklayan. Herkese her şeyi konuşmayıp sırrını belli etmiyen.
  • Her şeyi gizleyen.
  • Sır saklayabilen.
  • Sır saklayan, ağzı sıkı. (Arapça)

keud / keûd

  • Meşakkatli sarp yokuş.

kıdn

  • Havan.
  • Kadının mahfe içinde kendisi için koyup sakladığı giyim eşyası.

kil-u-kal / kîl-u-kâl

  • Dedi-kodu. Gîbet.Geçirme ömrünü mü'min, sakın ki, kîl-ü-kâl üzre! Sözün mânâsını anla, ne yürürsün hayâl üzre.

kila' / kilâ'

  • Saklamak, korumak.

kımatr

  • Eşya veya kitab saklanan yer. Kitaplık.

kimya-yı saadet

  • Rezaletlerden sakınıp nefsi tehzib ve tezkiye ve faziletleri kazanmak sureti ile nefsi tahliye etmek, süslemek, tezyin etmek.
  • İmâm-ı Gazalinin bir eserinin ismi.

kıntar

  • Belâ, meşakkat, zahmet.

kınve

  • Koyunu döl için saklamak.

kıraat-ı seb'a

  • Kur'an-ı Kerim'i yedi türlü okuma tarzı. Mâna değişmemek üzere Kur'an-ı Kerim Kureyş, Huzeyl, Havâzin, Kinane, Sakif, Temim ve Yemen lehçeleriyle "sırat, mâlik, cibril" gibi kelimelerin yedi türlü okunmasına denir.
  • Yedi türlü okuma.

kırba

  • (Çoğulu: Kıreb-Kırebat) Saka tulumu. Deriden su kabı.
  • Tıb: Çocuklarda karın şişmesi.
  • Süt tulumuna da kırba denir.
  • 13 bin dirhemlik veya 32 okıyyelik bir kab.

kırtit / kırtît

  • Zahmet meşakkat.

kısra

  • Ekincilerin kesmik dedikleri başakta kalan buğday. Buğday çalkandığında kalbur içinde kalan kaba buğday başları.

kıtb

  • (Çoğulu: Aktâb) Bağırsak.

kitman / kitmân / كتمان

  • Sır saklama, kimseye sır açmama hali, sır tutarlık.
  • Sır saklama. Kimseye sır açmama hâli.
  • Sır saklama, ketumluk. (Arapça)
  • Kitmân etmek: Saklamak. (Arapça)

kiyya

  • Sakız.

kiyye

  • Sakız.

kıza

  • Yumuşak yerlerde biten bir ot cinsi.

koç yiğit

  • Güçlü kuvvetli, bahadır, gözünü budaktan sakınmaz, cengâver.

koy

  • Küçük körfez. Karanın içine girmiş, rüzgârdan saklı deniz parçası. Deniz koyuna benzer, çevresi mahfuz yer. Köşe, bucak.

küçük günah

  • Fitne çıkarmak, adam öldürmek, zinâ etmek gibi büyük günahlara göre daha küçük sayılan günahlar, yasaklar, mekrûhlar.

kufan

  • Zahmet, meşakkat.
  • Kufe dedikleri beldenin adı.

kulunç

  • Tıb: Şiddetli bağırsak ağrısı. Omuzlarda ve vücutta bir ağrı.

kumri / kumrî

  • (Çoğulu: Kamâri) Kumru. Dişisine "kumriye", erkeğine "sakhar" derler.

kündüs

  • Saksağan kuşu.

künun

  • Birşeyi gizleme, saklı tutma.

kunut

  • Yatsı veya sabah namazlarında ayakta okunan duâ. İbadet. Duâ. Taat. Şükür eylemek.
  • Namazda dünya kelâmından imsak eylemek, yani kendini tutup konuşmamak.

kunyan

  • Kişinin nefsi için saklayıp elden çıkarmadığı mal.

kunye

  • Kişinin nefsi için saklayıp elden çıkarmadığı mal.

kurb

  • Yakınlık. Yakında oluş. Yakın olmak. Yakınlık kazanmak. (Zamanda, mekânda, nisbette, hatvede ve kuvvette kullanılır.)
  • Tıb: Böğür. Karnın yumuşaklığına kadar olan yer.

kürh

  • Sıkıntı, meşakkat, zahmet.

kurmus

  • (Çoğulu: Karâmıs) Avcıların dağda olan kulübesi veya soğuktan sakındıkları küçük çukur yer.

kurnuk

  • Yumuşak bedenli delikanlı.

kusakıs

  • Çok acı olan sarmısak.

kusb

  • (Çoğulu: Aksâb) Göden bağırsak denilen büyük bağırsak.

kusbe

  • (Çoğulu: Kuseb) Göden bağırsak.

kuşluk vakti

  • Orucun başlaması (imsak) ile güneşin batması arasındaki zamânın ilk dörtte biri geçince başlayan ve güneşin zeval (tepe) noktasına ulaşmasından, bir müddet öncesine kadar devâm eden vakit, duhâ vakti.

küsse

  • Kaba sakal.

kusur

  • Noksanlık. Eksiklik. Noksan ve âcizlik. İhmal. Tedbirsizlik.
  • Cem' olmalar.
  • Pahalanmak.
  • Eksilmek.
  • Şiddetli olan şeyin yavaşlayıp sâkin olması.
  • Bereketlenmek.
  • İmtina', âciz olmak.
  • Bir hesabın üstü. Artan kısım.
  • (Tekili: Kasr) Kası

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

kuttan

  • (Tekili: Katın) Yerliler, oturanlar, sâkinler.

kuvve-i lamise / kuvve-i lâmise

  • Dokunma ve hissetme duygusu. Sertliği ve yumuşaklığı anlama duygusu.

la't

  • Sakınmak, sakındırmak.

lag

  • Lâtife, şaka. (Farsça)
  • Oyun. (Farsça)

lagb

  • Zahmet, meşakkat.
  • Güve yemiş kuş kanadı.
  • Zayıf adam.

lahs

  • Darlık.
  • Şiddet.
  • Meşakkat, zahmet.

lahy

  • Sakalın bittiği yer.

lal / lâl

  • Sakin, sessiz, dilsiz.

lameşru / lâmeşrû

  • Yasak.

lane-i nermin / lâne-i nermin

  • Sıcak ve yumuşak yuva.

latif / latîf / lâtif / لطيف

  • Mülâyim. Yumuşak. Nâzik. Mütenasip.
  • Güzel. Şirin. Küçük ve hoşa giden.
  • Cisimle alâkası olmayan. Göze görünmeyen.
  • Çok lutf edici.
  • Derin, gizli.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından. Lütf ve ihsân edici, dâimâ güzel muâmelede bulunan.
  • Yumuşak, hoş, güzel, nâzik. Âdem oğlu aç gözünü, yeryüzüne kıl bir nazar, Gör bu latîf çiçekleri, hangi kuvvet yapar, bozar.
  • Gözle görülmeyen.
  • Yumuşak, güzel, şirin, ince.
  • Hoş, yumuşak. (Arapça)

latife / latîfe / lâtife / لطيفه

  • Hoş söz. Şaka. Mizah. Söz ile iltifat. İnsanın çok ince ve hassas olup kalbe bağlı bir duygusu. (Mukabili ciddiyettir)
  • Hoş, tatlı söz, şaka.
  • Maddeli, zamanlı ve ölçülü olmayan Âlem-i emirdeki beş mertebeden her biri.
  • İnce duygu, hoş söz, nazik şaka.
  • Şaka. (Arapça)

latife etmek:

  • Şaka yapmak. (Arapça - Türkçe)

latifegu / latifegû / لطيفه گو

  • Lâtifeci, şakacı. Lâtife söyliyen. (Farsça)
  • Şakacı. (Arapça - Farsça)

latifeperdaz

  • Şakacı, lâtifeci. Lâtife yapan. (Farsça)

latifeperdazan

  • (Tekili: Lâtifeperdâz) Şakacılar, lâtifeciler. (Farsça)

laübali / lâübâlî

  • Başkalarıyla saygısızlığa varacak şekilde senlibenli; çekinmesi ve sakınması olmayan.

lebeb

  • (Çoğulu: Elbâb) Göğüste gerdanlık takılan yer.
  • Atın göğsüne yapılan sinebend.
  • Devenin ve sâir davarın göğsüne bağladıkları nesne.
  • Dağ eteğinde olan azıcık yumuşak kum.

lebik

  • Tatlı sözlü. Yumuşak konuşan.
  • Zeki, anlayışlı, akıllı.

lebk

  • Akıllı olmak.
  • Islah etmek, terbiye etmek.
  • Karıştırmak.
  • Yumuşak etmek, yumuşatmak.

leca'

  • Sığınmak.
  • Saklanmak, gizlenmek.
  • Zaruret.

ledn

  • (Çoğulu: Lidân-Ledun) Taze ve yumuşak olan ağaç budağı.

lehk

  • şiddet.
  • Meşakkat, zahmet.
  • Birbiri içine girmek.

lehviyat / lehviyât

  • Dinen yasak olan oyun ve eğlenceler.

lem

  • (Arabçada cezm harfidir) Muzari fiilinin başına getirilirse, nefyeder, cezmeder, sâkin okutur. "Gelir" fiilini "gelmedi" yaptığı gibi.

lemm

  • Parça parça şeyleri toplamak, cem' etmek.
  • Islâh etmek.
  • Bulduğu şeyi, haram helâl demeyip yemek.
  • Şiddet ve meşakkat.
  • Az şey.
  • Konmak. Nâzil olmak.

lemme

  • (Çoğulu: Lemmât) şiddet. Meşakkat, zorluk.
  • Az şey.

leng / لنگ

  • Topal, aksak. Yolcuların bir yerde iki gün kalması. (Farsça)
  • Tenasül organı. (Farsça)
  • Aksak, topal. (Farsça)

lengi / lengî

  • Aksaklık, topallık. (Farsça)

letafet / letâfet / لطافت

  • Hoşluk, lâtiflik.
  • Cisimden alâkayı kesip bir nevi nurâniyet kesbetmek.
  • Güzellik, nezaket, yumuşaklık, hafiflik.
  • Hoşluk, yumuşaklık, tatlılık.
  • Hoşluk, güzellik, incelik, yumuşaklık.
  • Hoşluk. (Arapça)
  • Yumuşaklık. (Arapça)
  • Güzellik. (Arapça)

letaif / letâif / لطائف

  • Şakalar, fıkralar, latifeler. (Arapça)

leviyye

  • Bir kimse için ayrılıp saklanan yiyecek.

levt

  • Gizlemek, saklamak.
  • Sorduklarını değil de başkasını haber vermek.

leynet

  • Yumuşak koltuk yastığı.

leyyin / لين

  • Yumuşak. Mülâyim. Hafif. Yavaş olan.
  • Yumuşak.
  • Yumuşak.
  • Yumuşak. (Arapça)

lezzet-i gayr-ı meşrua

  • Dinen helâl olmayan, yasaklanmış lezzet.

liha

  • (Tekili: Lihye) Lihyeler, sakallar.

lihaf

  • (Tekili: Lahfe) Yumuşak beyaz taşlar.
  • Yufka kaymak.

lihevi / lihevî

  • Lihye ile alâkalı. Sakala ait, sakalla alâkalı.

lihyani / lihyanî

  • Uzun ve kaba sakallı olan.

lihye / لحيه

  • Sakal.
  • Sakal.
  • Sakal. (Arapça)

lihye-i saadet

  • Peygamber Efendimize ait saç ve sakal.

lıhye-i seadet / lıhye-i seâdet

  • Peygamber efendimizin sakal-ı şerîfleri.

lihye-i şerif

  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'e (A.S.M.) âit sakaldan bazıları. Sakal-ı Şerif.

lihyedar / lihyedâr

  • Sakallı. (Farsça)

likat

  • Tarlada kalan başakları toplama.
  • Hizada olma.

lin / lîn

  • Yumuşaklık ve mülayim olmak.
  • Tecvidde: Bu sıfata sahib olan vav, ye harfleridir.

linet / lînet

  • (Liynet) Mülâyimlik, yumuşaklık.

litaf

  • (Tekili: Latif) Yumuşaklıklar.

live / lîve

  • Aldatıcı, dolandırıcı. (Farsça)
  • Şakacı, lâtifeci. (Farsça)
  • Çevik, atılgan. (Farsça)

liyan

  • (Mülâyene) Mülayemetle, yumuşaklıkla muamele etmek.

luaa

  • Yumuşak yaş ot.

lüdane

  • Yumuşaklık.

lüdune

  • Yumuşaklık.

lügub

  • Yorgunluk, açlık, meşakkat. Ta'b.

lüheym

  • Zahmet, meşakkat.

lükaa

  • Zahmet, meşakkat.
  • Ahmak, akılsız kişi.

lütf u kerem

  • Kerem ve iyilik; iyilik ve yumuşaklıkla muamele; cömertlik, merhamet ve ihsan.

ma'd

  • Taze hurma.
  • Taze ot.
  • Yumuşak.
  • Yoğunluk, gılzat.
  • Gitmek.
  • Çekmek.

ma'kal

  • (Çoğulu: Meâkıl) Sığınacak ve saklanacak yer.
  • Kale.

ma'lul

  • İlletli, hasta, sakat, kötürüm.
  • Harpte bir uzvunu kaybetmiş gazi.
  • İlletli, hastalıklı, sakat.

ma'lulen

  • Mâlul olarak, sakat olarak.

ma'lulin / ma'lulîn

  • (Tekili: Ma'lul) Sakatlar. Hastalıklı ve illetli kimseler.

ma'nevi huzur / ma'nevî huzûr

  • Allahü teâlâyı anarak emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınmak sûretiyle kalbde meydana gelen rahatlık.

ma'siyyet

  • İtâatsizlik, isyân. Günâh olan işler, Allahü teâlânın beğenmediği şeyler; Allahü teâlânın emrettiği şeyi yapmamak veya yasak ettiğini yapmak, haramlar. Allahü teâlânın yasak ettiği şeyler, günahlar.

ma'tuh

  • (Ateh. den) Bunamış, bunak.
  • Sakat, kötürüm. Amelmânde.

maazallah

  • Allah korusun, Allah saklasın.

mad

  • Yumuşak taze ot.

mags

  • Bağırsak ağrısı.

maharim

  • Mahremler, yasaklar, gizliler.

mahasin

  • (Mehâsin) İyilikler. İyi ahlâklar.
  • İnsanın vücudunda hüsün ve cemal yerleri.
  • Güzel tavırlar.
  • İnsanın yüzüne güzellik veren bıyık ve sakal.

mahazir / mahâzîr / محاذیر

  • (Tekili: Mahzur) Korkulacak ve sakınılacak şeyler. Maniler, engeller.
  • Sakıncalar. (Arapça)

mahba

  • (Çoğulu: Mehâbi) Elbise saklayacak mevzi. Kiler.

mahbun

  • Kıtlık için saklanan şey.
  • Edb: İkinci harfi düşürülmüş vezin.

mahfi / mahfî

  • Gizli, saklı.
  • Gizli, saklı.

mahfiyyen

  • Gizlice. Gizli ve saklı olarak.

mahfuz / محفوظ

  • (Hıfz. dan) Hıfzolunmuş, saklanılmış.
  • Ezberlenmiş. Hafızaya alınmış.
  • Korunup gözetilmiş.
  • Gizlenmiş, saklanmış.
  • Saklanmış, korunmuş.
  • Ezberlenmiş.
  • Levhi mahfuz: Allah tarafından takdir edilenlerin ezelde yazılı bulunduğu levha.
  • Korunmuş, saklanmış. (Arapça)

mahrem

  • Dînen evlenilmesi ebedî haram (yasak) olan, soy, süt veya evlenme sebebiyle nikâhı haram olan kimse.
  • Gizli, herkese söylenmeyen.
  • Gizli, yasak, başkasına haram olan, evlenilmesi haram olan akraba.

mahremane

  • Gizli ve saklı olarak. Mahrem bir tarzda. (Farsça)

mahremiyet

  • Mahremlik, gizlilik, yasaklık.

mahsus

  • Ayrılmış, tâyin edilmiş.
  • Herkese âit olmayıp bazılara âit olmuş olan. Yalnız birine âid olan. Hususileşmiş. Müstakil.
  • Bile bile, istiyerek.
  • Yalandan, şakadan, lâtife olarak.

mahzun

  • Hazinede saklanan şey.

mahzur / mahzûr / محذور

  • Yasak, engel.
  • Sakınılacak, korkulacak şey, engel, sakınca.
  • (Hazr. dan) Haram. Memnu şey. Yasak olan şey.
  • Sakınca.
  • Sakınca. (Arapça)
  • Mahzur görmek: Sakıncalı bulmak. (Arapça)

mahzurat / mahzûrât

  • Yasaklar. Mâniler. Haram şeyler.
  • Hazer edilip korunulacak şeyler. Yasak olanlar. Engeller.
  • Haram sayılan ve sakınılması gerekli iş ve davranışlar.
  • Dinde yasak edilmiş şeyler, haramlar.
  • Sakıncalar.

mahzure

  • Çekinme, sakınma, içtinâb etme.
  • Cidâl, muharebe.
  • (Çoğulu: Mahzurât) Şer'an yasaklanmış olan şey. Men ve haram edilmiş şey.

mahzurlu

  • Sakıncalı.

makam-ı zem ve zecir

  • Kötüleme ve yasaklama makamı.

makv

  • Cilâ yapmak.
  • Yıkamak.
  • Saklamak.

mal / mâl

  • İnsanın arzuladığı, ihtiyâç, yâni lâzım olunca, kullanmak için saklanabilen ayn, yâni madde, cisim.

malulen / malûlen / معلولا

  • Sakatlanmış olarak, özürlü olarak. (Arapça)

malulin / malûlîn / معلولين

  • Hastalar, sakatlar. (Arapça)

marin

  • Burun ucunda olan yumuşak kemiksiz yer.

maşaallah / mâşâallah

  • Allah'ın istediği gibi.
  • Allah korusun, Allah saklasın (meâlinde duâdır.)
  • Allah dilemiş ve ne güzel yapmış ve Allah nazardan saklasın gibi anlamlara gelen ve beğeniyi ifade etmek için kullanılan bir söz.

masan

  • Eşya saklanacak yer.

masarin / masarîn

  • Bağırsaklar.

mastaki

  • Sakız.

mastihi

  • Kıbrıs ve Sakız adalarında yetişen bir ağacın adı.

masun / masûn / مصون

  • Korunan, saklanan.
  • Korunmuş, saklanmış. (Arapça)
  • Masûn kalmak: Korunmak, zarar gelmemek. (Arapça)

matamir / matamîr

  • (Tekili: Matmure) Mezarlar, kabirler.
  • Bazı şeyleri saklamak için kullanılan toprakaltı yerler.

matmure

  • Toprak altında bazı şeyleri saklamağa mahsus yer.
  • Kabir, mezar.

matruş / matrûş / مطروش

  • Traş olmuş. Sakalsız.
  • Sağır kimse.
  • Sakalsız. (Arapça)
  • Tıraşlanmış. (Arapça)

mayu'ref

  • Bilinmez.
  • Minder altında saklanan şey.

mazarra

  • Meşakkat, zahmet.
  • Ziyân.

maziye

  • Şarap, hamr.
  • Beyaz iyi bal.
  • Beyaz ince yumuşak gömlek.

mazlum

  • Zulüm görmüş. Kendine zulmedilmiş.
  • Halim, selim, sakin, sessiz.

me'd

  • Yumuşak taze ot.
  • Titremek.
  • Sallanmak.

me'sur / me'sûr

  • Esir edilmiş, tutsak, yolu kesilmiş. Dinî geleneklere uygun olan, rivayete dayanan.

mear

  • Saç ve sakalın dökülmesi.

mearre

  • Keffaret, diyet.
  • Elem, meşakkat, dert, günah.

mebad / mebâd / مباد

  • (Mebâdâ) Sakın, olmaya ki... (Farsça)
  • Sakın, aman sakın, olmaya. (Farsça)

mebada / mebâdâ / مبادا

  • Sakın, aman sakın, olmaya. (Farsça)

mecane

  • Ne bulursa sakınmadan yapmak. Mecnunluk.

medsus

  • Gömülerek saklanmış olan. Gizli bulunan.
  • İçine desise karışmış şey.

mehist

  • Ağır, sakil. (Farsça)

mehul

  • Yumuşak yay.

mekfuf

  • Kulplarından sıkıca bağlanıp heybe gibi asılmış.
  • Kilitlenmiş.
  • Heybe.
  • Dürülmüş, toplanmış.
  • Men olunmuş. Yasak edilmiş.

mekin / mekîn

  • Yüksek rütbe sâhibi. Vakarlı. Temkinli. Nüfuz ve iktidar sahibi.
  • Yerleşmiş. Oturmuş. Sâkin, Muhkem.
  • Sakin, vakarlı, saygın.

mekmun

  • Gizli. Saklı.

meknun / meknûn

  • Örtülü, gizli. Saklı.
  • Dizilmiş. Dizili. Manzum.
  • Gizli, saklı.

mekruh / mekrûh

  • Hoş görülmeyen, beğenilmeyen şey. Peygamber efendimizin beğenmediği ve ibâdetin sevâbını gideren şeyler. Yasak olduğu haram gibi kesin olmamakla berâber, Kur'ân-ı kerîmde, şüpheli delil ile, yâni açık olmayarak bildirilmiş veya bir sahâbînin (Peygamb er efendimizin arkadaşlarının) bildirmesi ile anl

mektum / mektûm

  • Gizli. Saklı. Gizli kalmış.
  • Hükümetten gizli tutulan.
  • Gizli, saklı.
  • Gizli, saklı.

melami / melâmî

  • Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için çalışan, bu yolda farzları yapıp, haramlardan sakınan, şöhretten kaçındıkları için nâfile ve sünnetleri gizli yapan kimse. Nefislerini kınadıkları için melâmî adı ile anılmışlardır.

melaset

  • Yumuşaklık. (Zıddı: Huşunet)

meld

  • Yumuşak olmak.

melk

  • Dalkavukluk.
  • Yumuşaklık yapmak.
  • Mahvetmek.
  • Yıkamak.
  • Emmek.
  • Vurmak.

melyene

  • Yumuşaklık.

memkure

  • Sirkeli ve sarmısaklı balık.

memnu / memnû / ممنوع

  • Yasaklanmış.
  • Men edilmiş, yasaklanmış.
  • Yasak.
  • Yasak. (Arapça)

memnu' / memnû' / مَمْنُوعْ

  • Yasaklanmış.
  • Yasak. Menedilmiş. Mâni olunmuş.
  • Yasaklı.
  • Yasak. Dînen yasak edilmiş.
  • Yasaklanmış.

memnua / memnûa / ممنوعه

  • Yasak. (Arapça)

memnuat

  • (Tekili: Memnu ve Memnua) Yasak şeyler.

memnuiyet / memnûiyet / منوعيت

  • Yasaklanmış olmak, men edilmek.
  • Yasak olma hali. (Arapça)

memnuiyyet

  • Yasaklık. Haram veya yasak oluş.

memzuc

  • Bitişik. Karışık. Karışmış. Birlik olmuş. Birbirine mezc olmuş.
  • Şakalaşmak.
  • Oynamak.

men

  • Yasaklama.
  • Yasaklama.

men edilme

  • Yasaklanma, engellenme.

men edilmek

  • Yasaklanmak.

men etme

  • Engelleme, yasaklama.

men etmek

  • Yasaklamak, engellemek.

men' / منع / مَنْعْ

  • Yasak etmek. Durdurmak. Bırakmamak. Bir şeyi diriğ etmek, esirgemek.
  • Yasaklama.
  • Yasaklamak.
  • Engel olma, alıkoyma. (Arapça)
  • Engel olunma, alıkonulma. (Arapça)
  • Yasaklama. (Arapça)
  • Yasaklanma. (Arapça)
  • Men' edilmek: Yasaklanmak. (Arapça)
  • Men' etmek: (Arapça)
  • Engel olmak, alıkoymak. (Arapça)
  • Yasaklamak. (Arapça)
    • (Arapça)
    • Yasaklama.

    men'etme

    • Yasaklama.

    menahi / menâhî

    • (Tekili: Nehi) Menedilmiş şeyler. Şer'an yasak edilmiş olan şeyler.
    • Yasaklananlar.

    mendub

    • Yapılması beğenilen iş. Şeriatın yasak etmediği veya emretmediği iş olmakla beraber yapılmasında sevab ve mendubiyet olan amel. Müstehab.
    • İyilikleri anlatılarak arkasından gözyaşı döküp ağlanan ölü.
    • İyilikleri sayılarak arkasından ağlanan ölü.
    • Şeriatçe yapılıp yapılmamasında bir sakınca olmayan ama uygun görülen işler.

    menhi / menhî / منهى

    • Yapılması şer'an yasaklanmış, haram olmuş.
    • Menhiyyat: Şeriatin yasak ettiği şeyler.
    • Nehyedilen, yasaklanan şey.
    • Şer'an yapılması yasak olan, haram olan şey.
    • Yasaklanan.
    • Yasaklanmış. (Arapça)

    menhiyat / menhiyât / منهيات

    • Yasaklananlar.
    • Dinen yasak edilmiş, yasaklanan şeyler.
    • Yasaklar. (Arapça)

    menhiyat-ı şer'iye / menhiyât-ı şer'iye

    • İslamiyetin yapılmasını yasakladığı şeyler.

    menhiyyat

    • Şer'an haram edilenler. Yasak edilmiş, İlâhi emirle men'edilmiş olanlar. Nehyedilenler. Yasak olanlar.

    menkub

    • (Nekbet. den) Dert ve meşakkatlere mâruz kalmış olan.
    • Rütbe ve haysiyyetten düşmüş olan.

    menuat

    • Men'etmeler. Yasaklar.

    meranet

    • Yumuşaklık.
    • Bir mâdenin çekiç vasıtası ile dövüldüğünde yayılması vasfı.

    mered

    • Kötülükte inad.
    • Sakal belirmemek, sakal çıkmamak.

    merfak

    • Yumuşak yer.

    mermare

    • Yumuşak vücutlu kadın.

    mermeris / mermerîs

    • Zahmet, meşakkat.

    meşakk / meşâkk

    • Meşakkatler, güçlükler.
    • Eziyetler. Sıkıntılar. Meşakkatler. Mihnetler.

    meşakk-ı hayat / meşâkk-ı hayat

    • Hayatın meşakkat, zahmet ve sıkıntıları.

    meşakkat / مشقت

    • Sıkıntı, güçlük. (Arapça)
    • Meşakkat çekmek: Sıkıntı çekmek, güçlüğe katlanmak. (Arapça)

    mesgabe

    • Açlık. Meşakkat ve yorgunluk içinde açlık.

    meşgel

    • Yol kesen, haydut, şaki, eşkiyâ. (Farsça)

    meshele

    • Yumuşak yer.
    • Alçak yer.

    meskat

    • (Çoğulu: Mesâk-Mesâki) Su maslağı.

    mesken

    • Ev. Sâkin olunacak yer. Hâne.

    meskeniyet

    • Mesken oluş. Sâkin olup durulacak yer olmak.

    meşruat

    • (Tekili: Meşru) Hak ve meşru olan şeyler. Haram ve yasak olmayan şeyler.
    • Şeriatla alâkalı şeyler.

    meşrube

    • İçine yiyecek veya elbise koyup sakladıkları yer.

    meşruiyyet

    • Meşruluk. Meşru' olma. Kanuna, şeriata uygun bulunma. Yasak olmayış.

    mest

    • Adamın elini deve karnında yavrunun yattığı yere sokması.
    • Bağırsak içinde iken sıvayıp çıkarmak.

    met'abe

    • (Çoğulu: Metâib) Meşakkat, zahmet. Yorgunluk.

    metaib

    • Yorgunluklar. Meşakkatler. Eziyet verecek şeyler.

    mevasik

    • Mevsuk şeyler. Misaklar. Ahd ü peymanlar. Yeminler. Sözleşmeler.

    mevsil

    • (Vusul. den) Kavşak. Kavuşacak yer.
    • Ek yeri.

    meysa

    • (Çoğulu: Miyes) Yumuşak yer.

    mezh

    • (Müzâh-Müzâha-Mizâh) : Lâtife, şaka.
    • Mezc, katma, karıştırma.

    mezheb taklidi

    • Amelde yapılacak işlerde bir müctehidin ictihâdlarına, fetvâlarına tâbi olma. Mevcût dört hak mezhebden birini öğrenip, kabûllenip, onunla amel etme.
    • Dört mezhebden birine uyan kimsenin bir işi yapmada ihtiyâç veya zarûret (başka hiçbir çâre bulunmama) veya meşakkat (güçlük) bulundu

    mezzah

    • Lâtifeci, şakacı.

    mia' / miâ'

    • (Çoğulu: Em'â) Bağırsak.

    mia-i a'ver / miâ-i a'ver

    • Körbağırsak.

    mia-i galiz / miâ-i galiz

    • Kalınbağırsak.

    mia-i rakik / miâ-i rakik

    • İncebağırsak.

    miai / miâî

    • (Miâiyye) Bağırsakla alâkalı.

    mihrban

    • Merhamet ve şefkat sahibi. Muhabbetli, sevimli, yumuşak huylu ve güleryüzlü. (Farsça)

    mimsiz medeniyet

    • Vahşilik, denîlik. Alçaklık.
    • Medeni kelimesinin, Kur'ân alfabesine göre "mim" harfini kaldırırsak, denî kelimesi kalır. Buna binaen, "mimsiz medeniyyet" de denî, alçak ve zâlim yerinde kullanılmıştır.

    minnet

    • Yapılan bir iyiliği, verilen bir şeyi başa kakma. Minnetin bu kısmı İslâmiyet'te yasaklanmıştır.
    • Görülen iyiliğe karşı teşekkür etme.
    • Allahü teâlâya hamd ve senâ etmek, şükretmek.
    • Nîmete kendi eliyle, kendi çalışmasiyle kavuşmadığını, Allahü teâlânın lütfu ve ihsânı o

    mıntaka

    • (Mıntıka) Muayyen bir yer. Havali. Taraf. Kısım. Kuşak. Kenar. Yeryüzünde bir kısım. Bölge.

    mıntaka-i memnua

    • Yasak bölge.

    mirtaz

    • Dinin yasaklarından sakınan kimse.

    mıska'

    • (Çoğulu: Mesâki) Fasih dilli, güzel sesli kişi.

    miskab

    • (Çoğulu: Mesâkıb) Mâden, kemik veya tahta gibi şeyleri delmekte kullanılan âlet, matkap.

    mişkas

    • (Çoğulu: Meşâkıs) Ensiz uzun demir.

    miskat

    • (Çoğulu: Mesâki) Su bardağı. Su kovası.

    mısyaf

    • Yaz günlerinde çok yağmur yağan yer.
    • Sakalı ağarmayınca evlenmeyen erkek.

    mıtla

    • (Çoğulu: Metâli) Dikenli otlar biten yumuşak yer.

    miyanbend

    • Kemer, kuşak. (Farsça)

    mizah / mizâh

    • Şaka, lâtife.
    • Edb: Bâzı düşünceleri nükte, şaka veya takılmalarla süsleyip anlatan bir yazı çeşidi. Hoş, nükteli söz. (Zıddı ciddiyettir)
    • Latîfe, şaka.

    mu'tell

    • İlletli. Hasta. Sakat. Alil.
    • Gr: İçinde harf-i illet bulunan kelime kökü.

    mü'yed

    • Büyük emir.
    • Zahmet, meşakkat, zorluk.

    muallel

    • Sakat, eksik, noksan.
    • Hasta, illetli.

    mubah / mubâh

    • Dînimizde yapılması emr olunmayan ve yasak da edilmeyen şeyler.

    mübah

    • Dinen yapılmasında ve yapılmamasında herhangi bir sakınca olmayan, helal olan davranışlar.

    mübah-mubah

    • Yapılıp yapılmamasında şer'an bir sakınca olmayan.

    mücanebet

    • Sakınma. Çekinme. İnsanlardan uzağa bir tarafa çekilme.

    mücanib

    • Çekinen. Sakınan. Kaçan.

    müctenib

    • İctinâb eden, uzak duran, çekinen, bir şeye karışmayan, sakınan.

    müctenibane / müctenibâne

    • Kaçınırcasına, sakınırcasına.

    müd'abe

    • Lağv ve lâtife etmek. Şaka yapmak.

    muda'

    • Fık: Emâneten kendine bir şey bırakılan kimse.
    • Serkeş ve oynak olmayıp, mazlum ve sâkin olan at.

    müda'mes

    • Gizli, saklı.

    müdaabe

    • (Müdâabet) Karşılıklı takılma, lâtife yapma, şakalaşma.

    müdahere

    • Çekinmeden ve sakınmadan mukavele yapma.

    müdahmes

    • Gizli, saklı.

    müddahar

    • Toplanıp saklanmış.
    • Biriktirilmiş.

    müddahir

    • Biriktiren. Toplayıp saklayan.

    müddehir

    • Biriktirilen, toplayıp saklayan. İddihar eden.

    müdehmes

    • Gizli, saklı.

    müdellis

    • Sattığı malın kusur ve ayıbını müşteriden saklıyan.

    müdemlic

    • (Çoğulu: Demâlic) Yuvarlak nesne.
    • Yumuşak nesne.

    müfakehe

    • Şakalaşma, lâtife yapma.

    müfayele

    • Yüzük saklama oyunu.

    mugayyebe

    • Gizli şey. Görünmeyen ve saklı olan nesne.

    mugazele

    • (Ga, uzun okunur) Aşıkane şakalaşma, lâtifeleşme.

    muhacir

    • Göç eden, bir memleketten kalkıp, başka bir yere yerleşen.
    • Mc: Allah'ın yasak ettiğinden uzaklaşan.

    muhafaza / محافظه

    • Zarar ve ziyandan sakınıp korumak.
    • Himâye ve hıfzetmek. Gözetlemek.
    • Bir şeye devamlı olmak.
    • Koruma. (Arapça)
    • Muhafaza etmek: Korumak, saklamak. (Arapça)
    • Muhafaza olunmak: Korunmak, saklanmak. (Arapça)

    muhafaza eden

    • Koruyan, saklayan.

    muhafaza etmek

    • Korumak, saklamak.

    muhafız

    • Muhafaza eden. Değiştirmeyen. Saklayan. Koruyan. Bekçi.
    • Muhafaza eden, saklayan, koruyan, bekçi.

    muhareze

    • Saklamak.

    muharrem

    • Arabi ayların başı, birincisi.
    • Haram edilmiş olan.
    • Bu muharrem ayında Müslümanlıktan evvel Arablar arasında muharebe yasaktı. Bundan dolayı bu isim verilmiştir.
    • Haram kılınmış, tahrim olunmuş.

    muharremat / muharremât / محرمات

    • Haram ve yasak olan şeyler.
    • Yapılması dînen yasaklanmış, haram olan işler, haramlar.
    • Nikâhlanılması (evlenilmesi) dînen haram kimseler. Nikâh düşmeyenler.
    • Dinî yasaklar. (Arapça)

    muhazzir

    • Tahzir eden. Sakındıran. Çekindiren.

    muhill

    • (Halel. den) İhlâl eden. Bozan. Sakatlayan. Karıştıran.

    muhled

    • Saçı ve sakalı geç ağaran kişi.

    muhlis

    • Saç ve sakalına kır düşmüş olan kimse.

    muhnis

    • Yumuşak kimse; yâni şiddeti ve katılığı olmayan. Mülâyim.

    muhsın

    • Kale gibi mahfuz ve sağlam olan. Kendini haramdan saklayan.

    muhtariyye / muhtâriyye

    • Şia fırkasının kollarından biri. Bu fırkaya Keysâniyye ve Bedâiyye de denir. Kurucusu Muhtâr bin Ebî Ubeyd es-Sakafî'dir.

    muhtecib

    • Hicablanmış. Perdeli. Örtülü. Örtülmüş. Saklanan. Gizlenen.

    muhtefi / muhtefî

    • Gizlenen. Saklı, gizli.
    • İftira eden.

    muhtekir

    • İhtikâr yapan. Vurguncu, ihtiyaç mallarını kıymeti artsın da satayım diye saklayan. Halkın zararına çalışarak malı saklayan.
    • Kıymetlensin diye mal saklayan vurguncu.

    muhteris

    • (Muhteriz) Sakınan. Çekinen. Çekingen.

    muhteriz

    • Sakınan. Çekinen. Çekingen.

    muhterizane / muhterizâne

    • Sakınarak, çekinerek. Çekine çekine. (Farsça)

    muhtesib

    • Eskiden İslâm devletlerinde iyiliği emredip, kötülüğü yasaklayan, engel olan ve cemiyette güzel ahlâk ve fazîletlerin korunmasına ve dînî hükümlerin uygulanmasına, çarşı ve pazarların düzenine bakmakla vazîfeli, ilim, fazîlet ve kuvvet sâhibi kimse.

    muhtezir

    • Sakınan, çekinen.

    mükadebe / mükâdebe

    • Meşakkat çekme, bir işten zorluk görme.

    mukanfez

    • Üzeri yumuşak dikenlerle örtülü olan hayvan. Kirpi.

    mükellef

    • Bir şeyi yapmaya ve yerine getirmeye mecbûr olan; Allahü teâlânın emir ve yasaklarından mes'ûl (sorumlu) olan; îmânı olan, âkil (akıllı) ve bâliğ (evlenme yaşına, ergenlik çağına ulaşmış) olan kimse.

    mükerrem

    • Hürmet ve tâzim edilen. İkram olunmuş. Muhterem. Kerim olan. (İnsan fıtraten mükerrem olduğundan, hakkı arıyor. Bazan batıl eline gelir, Hak zannederek koynunda saklar. Hakikatı kazarken, ihtiyarsız, dalâlet başına düşer; hakikat zannederek kafasına giydiriyor. Mek.)

    müktinn

    • Gizlenen, saklanan. Başkasınca gizlenip saklanmış olan.

    mülaim

    • Mülâyim. Yumuşak. Lâtif.

    mülasaka

    • Ulaşma, yanaşma.
    • Bitişme, yapışma, iltisâk etme.

    mülasık

    • (Lüsuk. dan) İltisaklı. Bitişik. Yapışık. Yanyana bulunan.

    mülatafa

    • (Mülâtefe) (Lutf. dan) Birbirine lâtife etmek. Şakalaşmak. İltifat etmek. Güzel muâmele.

    mülatafat

    • (Tekili: Mülâtafa) Lâtifeler, mülâtafa etmeler, şakalaşmalar.

    mülatafe / mülâtafe

    • Lâtifede bulunma, espiri yapmak, edep sınırlarını aşmadan şaka ile takılma, karşılıklı şakalaşma.

    mülatefe / mülâtefe

    • Lâtifeleşme, şakalaşma.

    mülatıf

    • Lâtife eden, şakacı, lâtifeci.

    mülayemet / mülâyemet

    • Lâtife etmek, şaka yapmak.
    • Sevinç izhar etmek.
    • Yumuşaklık. Uygunluk. Yumuşak huyluluk.
    • Bağırsakların yumuşaklığı.
    • Yumuşaklık.

    mülayenet

    • Yumuşak etmek.
    • Yumuşaklık.

    mülayim / mülâyim / ملایم

    • Yumuşak. Yavaş. Uygun. Yumuşak huylu.
    • Yumuşak.
    • Yumuşak. (Arapça)

    mülayimane / mülâyimane / mülâyimâne

    • Yumuşakça.
    • Yumuşak ve uysal bir şekilde.

    mülessen

    • Dil gibi uzun ve yumuşak olan ayak veya ayakkabı.

    müleyyin

    • Yumuşatan, yumuşaklık veren, yumuşaklık verici.

    mülsak

    • (Melsuk) Bitiştirilmiş, yapıştırılmış olan. İlsak edilmiş.

    mültehi / mültehî

    • (Lihye. den) Sakalı çıkmış olan genç.

    mülteka

    • Kavuşup buluşulacak yer, iki şeyin birleştiği yer.
    • Kavşak.
    • Hanefi hezhebinin meşhur bir fıkıh kitabının ismi.
    • Buluşma yeri; kavşak.
    • Kavuşma yeri, kavşak.

    mum

    • Yumuşak. (Farsça)
    • Mum. (Farsça)

    mümasaha

    • Sözle birbirine yumuşak davranma.

    mümatala

    • Savsaklama, borcu uzatma.

    mümazaha

    • Lâtife yapma, şakalaşma.

    mümsik

    • Çok imsak eden, eli sıkı, bahil.
    • Bir şeye sağlam yapışan.

    mündemiç olan

    • Bir şeyin içinde var olan, bulunan, saklı olan.

    münehmes

    • Örtülü, saklı, gizli.

    munkabız

    • Sıkıntılı. Mânevi sıkıntı.
    • Çekilmiş. Büzülmüş. Daralmış. Toplanmış.
    • Barsakları sıkışmış. Kazâ-i hâcet edemeyen. Kabız.

    münker

    • Yapılması uygun olmayan, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerle ve müctehidlerin (dinde söz sâhibi âlimlerin) söz birliği ile yasak edilen şey; günah.

    münkerat / münkerât

    • Dince yapılması yasak olan şeyler.
    • Şeriatçe yapılması yasaklanmış şeyler.
    • (Tekili: Münker) Haram işler. Şeriatın menettiği, Allah'ın yasak kıldığı şeyler.

    münşakk

    • (Şakk. dan) İnşikak eden, yarılan, yarılmış.
    • Yaymak.

    müntemis

    • Gizlenen, saklanan. Gizli.

    münzecir

    • Yasak edilmiş, men edilmiş, yapılmaması emredilmiş, alıkonulmuş, mâni olunmuş.

    münzevi / münzevî

    • İslâmiyet'in emirlerini yapmak, yasaklarından sakınmak, kötülüklerden korunmak ve kalb huzûru ile ibâdet yapabilmek için bir köşeye çekilmiş olan kimse.

    münzir

    • Korkutan, sakındıran.

    müraat

    • Riayet, saygı göstermek.
    • Korumak, hıfzetmek, saklamak.
    • Riayet etmek.
    • Bir şeyin akibetinin ne olacağını gözetmek. Söze kulak vermek.
    • Bir kimsenin hakkına riâyet eylemek.
    • Göz ucuyla bakmak.

    mürabata

    • Bağlamak.
    • Düşman gelecek yerleri gözleyip sakınmak.

    mürd

    • (Tekili: Emrüd) Sakalı belirmemiş genç yiğitler.

    murdar

    • Dinen yenmesi yasak olan ölü hayvan; leş.

    müreccih

    • Tercih eden, üstün tutan, bir şeyi daha iyi ve mühim gören.
    • Tercih ettiren sebep.
    • Meyilli ve sakil, ağır şey.

    mürid

    • İrade eden, istiyen.
    • Tarikata girmiş olan. Şeyhin veya mürşidin şakirdi, talebesi.

    mürn

    • Yumuşaklık.

    mürtedi'

    • Yasak olan şeyleri yapmayan, onlardan kaçınan.

    müsadere

    • (Sudur. dan) Yasak edilen bir şeyin kanuna göre elden alınması. Zulüm ve cebir.

    musakka

    • (Saky. den) Sulanmış, sakyedilmiş.

    musakkab

    • (Sakb. dan) Delinmiş, teskib olunmuş.

    müsakkaf

    • (Çoğulu: Müsakkafât) (Sakf. dan) Üstü dam veya tavanla örtülmüş. Tavanı veya damı olan.

    müsakkal

    • Ağırlaştırılmış. Sakilleştirilmiş.

    müsakkib

    • (Sakb. dan) Delen, delici, teskib eden.

    müsakkıl

    • (Siklet. den) Ağırlaştıran, sakil eden.

    müsal

    • Sakal.

    müşarata / müşârata

    • Şartlaşma, sözleşme. Nefs muhâsebesinin (nefsi hesâba çekmenin) ilk basamağı olup, Allahü teâlânın beğendiği işleri yapma, beğenmediklerinden sakınma ve âhirete hazırlanma husûsunda nefsle sözleşme.

    müşaş

    • Omuz başı.
    • Yumuşak kemik başları. (Çiğnenmesi mümkündür).
    • Yumuşak yer.

    muşata

    • Tararken dökülen saç veya sakal teli.

    müşate

    • Saç ve sakaldan dökülen kıllar.

    musaye

    • Küçük sidik kabı.
    • Büyük kursak.

    musaytır

    • Bir şeyin üzerine kaim olup, ahvâlini görüp gözetir olan kimse.
    • Musallat.
    • Galip. Yaramaz işlerden men' edip saklayan ve koruyan.

    müsekkin / مسكن / مُسَكِّنْ

    • Teskin edici, sakinleştirici.
    • Sakinleştirici, yatıştırıcı. (Arapça)
    • Sâkinleştiren, uyuşturan.

    müshil

    • (Çoğulu: Müshilât) (Sehl. den) Kolaylaştıran.
    • Bağırsakları temizleyen. İshal veren. Kazuratı kolaylıkla dışarı attıran ilâç.

    müshilat / müshilât

    • (Tekili: Müshil) İshal veren, bağırsakların temizlenmesine yardımcı olan ilâçlar.

    müslim

    • Mûteber ve güvenilir olduğu bütün İslâm âlimleri tarafından kabul edilen, Kütüb-i sitte denilen altı hadîs kitâbının ikincisi.
    • Allahü teâlânın, peygamberi Muhammed aleyhisselâm vâsıtasıyla gönderdiklerine îmân edip, O'nun emirlerini yerine getiren, yasaklarından kaçan kimse.

    müsliman

    • Allahü teâlânın, peygamberleri vâsıtasıyla gönderdiklerine ve Muhammed aleyhisselâma îmân edip, Allahü teâlânın emirlerini yerine getiren, yasaklarından kaçan kimse.

    müsta'ciben

    • Şaşakalarak, şaşırarak, taaccüb ederek.

    müstağni-i muhteriz / müstağnî-i muhteriz

    • Gözütok davranıp istemekten çekinen; başkalarından yardım istemekten sakınıp çekinen.

    müstagrib

    • (Çoğulu: Müstagribîn) Gurbete gitmek isteyen.
    • (Garabet. den) Şaşakalan, şaşıran, garibine giden.

    müstagribin / müstagribîn

    • (Tekili: Müstagrib) (Garabet. den) şaşakalanlar. Garibine gidenler, taaccüb edenler.

    mustaka

    • Sakız.

    müstakarr

    • (Karar. dan) Karar bulan, bir yerde sabit ve sakin olan. Kararlı.
    • Karargâh. Durulan yer.

    müştakk

    • (Müştak) (Şakk. dan) Gr: Başka kelimeden ayrılmış, başka kelimeden çıkmış, türemiş.
    • İştikak etmiş, aralarında mâna ve terkib ciheti ile münâsebet; siga ciheti ile mugayeret olmak üzere diğer kelimeden ihraç olunmuş kelime.

    müştakkat

    • (Tekili: Müştakk) (şakk. dan) Türemiş kelimeler.

    müştakkun minh

    • (Şakk. dan) Kendisinden diğer bir kelime türemiş olan asıl kelime.

    müstehas

    • Toprağın altında kalıp saklanmış.

    müstekinn

    • (Kenn. den) Saklanan, gizlenen.

    müstekmin

    • (Kemn. den) Saklanan, gizlenen.

    müstenşıkk

    • (şakk. dan) Temizlemek için burnuna su çeken.

    müster'i / müster'î

    • Bir kimseden bir şeyin saklanıp muhafaza edilmesini isteyen.

    müsteski / müsteskî

    • (Saky. den) Karnı su toplamış, istiska olmuş.

    müstetir

    • (Setr. den) Örtülü, gizlenen. Gizli, saklı.
    • Gizlenen, gizli, saklanan, saklı.

    mutamene

    • Teskin etmek, sâkinleştirmek.

    mutammer

    • Anbarda veya çukur içinde saklanan şey.

    mutayebat

    • (Tekili: Mutâyebe) Eğlenceli hikâyeler. Fıkralar.
    • Şakalaşmalar, lâtife yapmalar.

    mutayebe / مطایبه

    • Lâtifeleşme, şakalaşma.
    • Şakalaşma, birbirine fıkra anlatma. (Arapça)

    müteaccib

    • Taaccüb eden, şaşan, şaşakalan.

    müteaccibane / müteaccibâne

    • Şaşakalma suretiyle. Taaccüb eder şekilde. (Farsça)

    mütecanib

    • (Cenb. den) İçtinab eden, çekinen, sakınan, uzaklaşan, karışmıyan.

    mütecennib

    • Sakınan, içtinab eden, korunan, kaçınan.

    mütedeyyin

    • Dindar. Din ile vazifeli. Sağlam müslüman, dine muhalefetten sakınan, dinine sâdık olan.
    • Borçlu olan.

    müteenniyane / müteenniyâne

    • Temkinli olarak. Ağır davranarak. Çekinip sakınarak. (Farsça)

    mütehaffız

    • (Çoğulu: Mütehaffızîn) (Hıfz. dan) Korunup sakınan, tahaffuz eden.

    mütehaffızin / mütehaffızîn

    • (Tekili: Mütehaffız) Korunup sakınanlar, tahaffuz edenler.

    mütehallim

    • (Hilm. den) Yumuşak huylu görünen.
    • Meme gibi yuvarlaklaşan.

    mütehami

    • Korunan, sakınan, kendini himaye eden.

    mütehamiyane

    • Sakınarak, korunarak. Kendini himaye edercesine. (Farsça)

    müteharriz

    • Korunan, sakınan.

    mütehaşi

    • (Haşy. den) Çekingen, sakıngan.

    mütehaşiyane / mütehaşiyâne

    • Çekingenlikle, sakınganlıkla, kaçınırcasına. (Farsça)

    mütehazzir

    • (Hazer. den) Sakınan, çekinen, dikkatli davranan.

    mütehazzirane / mütehazzirâne

    • Çekinerek, sakınarak, dikkatli davranarak. (Farsça)

    mütelattıf

    • (Lütf. dan) Yumuşak ve nazik davranan.

    müteleyyin

    • (Leyyin. den) Yumuşak olan. Gevşeyip yumuşayan.

    mütemaşşit

    • Saçını sakalını tarayan.

    mütemazih

    • Şakalaşan, birbirine lâtife ve şaka yapan.

    mütemekkin

    • (Mekân. dan) Yerleşen, Mekânlanan, temekkün eden. İkamet eden, sâkin olan.
    • Gr: Üç harekeyi de kabul eden kelime.

    mütenessik

    • (Nask. dan) Biteviye olan, yeknesak olan.

    mütereffik

    • (Çoğulu: Mütereffikîn) Sükûnetle ve yumuşaklıkla davranan.

    mütereffikin / mütereffikîn

    • (Tekili: Mütereffik) Sükûnetle, yumuşaklıkla davrananlar. Yumuşak muâmele edenler.

    mütesahil

    • (Çoğulu: Mütesahilîn) Yumuşak davranan, iyi muâmelede bulunan.

    mütesahilin / mütesahilîn

    • (Tekili: Mütesahil) Yumuşak davrananlar, sükunetli ve iyi muâmele edenler.

    müteşakil / müteşâkil

    • Şakelce benzer.

    mütesakkıb

    • (Sakb. dan) Ortası delik olan. Delinen, delinmiş bulunan.

    mütesettir

    • Saklanıp gizlenmiş olan. Tesettür eden, gizlenen.

    mütevahhiş

    • Issız, sakin, korkulu.

    mütevakki / mütevâkki

    • Tevakki eden. Kendini gözeten, tehlikeli şeylerden sakınan ve çekinen.
    • Sakınan.

    mütevari

    • (Verâ. dan) Gizli, saklı. Bir şeyin arkasına veya altına çekilerek saklanan.

    mutmainne

    • İtmînân bulan, rahatlayan, huzur ve sükûna kavuşan.
    • İslâmiyet'in emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınarak ve Allahü teâlâyı zikrederek itminana huzur ve sükûna kavuşan, şüphe ve tereddütlerden kurtulan nefis.

    muttaki

    • Allah'tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan kimseler.

    müttaki / müttakî

    • Günahtan sakınan, çekinen, takva sahibi.
    • Takva ehli, Allah'tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan.

    mütteki / müttekî

    • Takvâ sâhibi. Allahü teâlâdan korkup, haramlardan, dinde yasak edilen şeylerden sakınan.

    müvasat

    • Yumuşaklıkla davranmak.

    müzdecer

    • Sakınılması lâzım gelen âkıbet.
    • Sakındıracak nasihat. Vaz geçirecek, zecr edecek olan.

    muzmer

    • Gizli, saklı, örtülü. İzmar edilmiş. İçinde saklı kalmış.
    • Gizli, saklı.
    • Gizli, örtülü, saklı, dışarıya vurulmamış, içte gizli.
    • Gizli, saklı.

    muzmer-i hakaik

    • Saklı, gizli kalmış, meydana çıkarılmamış hakikatler. Hakikatlerin gizlisi.

    muzmerat

    • (Tekili: Muzmer) Örtülü, saklı, gizli, dışarı vurulmamış.

    muzmir

    • Meydana çıkarmayan. İçinde saklayan. İzmar eden. Gizli tutan.

    na'çe

    • Yumuşak yer. (Farsça)

    na'sel

    • Erkek sırtlan.
    • Uzun sakallı bir kimsenin adı.

    nahi

    • (Nehy. den) Nehyeden, yasak eden, önleyen.

    naice

    • Yumuşak yer.

    naim

    • Taze, körpe.
    • Kılçıksız, yumuşak, kemiksiz.
    • Etli sebze.

    naime

    • Rahatlık içinde nazlı büyütülmüş kadın.
    • Yumuşak yapılı hayvancıklar.

    nak'

    • (Çoğulu: Nuk'-Enku) Su saklayacak yer.
    • Kuyu içinde olan su.
    • Deve kuşu avazı.
    • Feryâd etmek, bağırıp çağırmak.
    • Susuzluğu teskin etmek, susuzluğu gidermek.
    • Sıcak suda haşlama.
    • İlâç olarak çıkarılan su.
    • Suda ıslanma.
    • Toz.

    nameşru / nâmeşrû

    • Dine uymayan, yasak.

    nasab

    • Dert.
    • Zahmet, meşakkat.

    nasaf

    • Hizmetçi, uşak.

    nasik

    • (Nesak. dan) Düzenleyen, tertib eden.

    nayibe

    • (Çoğulu: Nâibat-Nevâib) Musibet, belâ.
    • Zahmet, meşakkat.
    • Şiddet.

    nebv

    • Sakız.

    neciy

    • Sırdaş, sır saklayan.

    necl

    • (Çoğulu: Encâl) Oğul, evlât, çocuk.
    • Kuşak, nesil, sülâle.
    • Atmak.
    • Ayak ucuyla vurmak.
    • İstihrac etmek, meydana çıkarmak.
    • Yerden çıkan su.

    need

    • Belâ, musibet. Zahmet, meşakkat.

    nefs-i emmare / nefs-i emmâre

    • İnsanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere sevk eden duygu.

    nefs-i rezile

    • İnsanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere sevk eden alçak ve âdi duygu.

    nefs-i rezile ve deniye

    • İnsanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere sevk eden alçak ve âdi duygu.

    nehar-ı şer'i / nehâr-ı şer'î

    • İmsâktan, akşam namazının vaktinin girmesine kadar olan zaman.

    nehiy / نهى / نَهِيْ

    • Yasak etmek. Menetmek.
    • Gr: Emrin menfi şekli.
    • Yasak.
    • Yasaklama.
    • Olumsuzluk. (Arapça)
    • Yasaklama. (Arapça)
    • Yasaklama.

    nehy / نهى

    • Yasaklama.
    • Yasak, yasak edilen şey.
    • Kur'ân-ı kerîmde yapılması istenmeyen şeyleri bildiren kelâm-ı ilâhî (Allahü teâlânın mübârek sözü).
    • Nehiy, yasaklama.
    • Olumsuzluk. (Arapça)
    • Yasaklama. (Arapça)
    • Nehy etmek: Yasaklamak. (Arapça)

    nehy-i ilahi / nehy-i ilâhî / نَهْيِ اِلٓهِي

    • Allah'ın yasaklaması.
    • Allah'ın yasaklaması.

    nehy-i kur'ani / nehy-i kur'ânî

    • Kur'ân tarafından konulan yasak.

    nehy-i sarih

    • Açık bir şekilde yasaklama.

    nehyetmek

    • Yasaklamak.

    nehyianilmünker

    • Kötülükten sakındırma.

    nekbe

    • (Çoğulu: Nekebât) şiddet, meşakkat.
    • Bir şeyin kesilmesiyle olan cerahat.

    nergis-dan / nergis-dân

    • Nergis saksısı. (Farsça)

    nerm / نرم

    • (Nermi - Nermin) Yumuşak. (Farsça)
    • Yumuşak. (Farsça)

    nermdil

    • Yüreği yumuşak. Merhametli. (Farsça)

    nermgu / nermgû

    • Yumuşak sözlü. (Farsça)

    nermi / nermî

    • Gevşeklik, yumuşaklık. (Farsça)

    nermin / نرمين

    • Yumuşak. (Farsça)
    • Yumuşak. (Farsça)

    nermiyet

    • Yumuşaklık, gevşeklik.

    nermsaz

    • Yumuşak adam. (Farsça)

    nesh

    • Emir ve yasaklarla ilgili şer'î (dînî) bir hükmün, ondan sonra gelen şer'î bir delîl (hüküm) ile kaldırılması, yürürlülük zamânının sona erdiğinin haber verilmesi, açıklanması. Hükmü kaldırılan delîle, nâsih; kaldırılan hükme mensûh denir.

    nesl / نسل

    • Soy, sop. Zürriyet, döl, kuşak.
    • Halk.
    • Çocuk hâsıl etmek.
    • Kıl yolmak.
    • Mumsuz, süzme bal.
    • Nesil, soy, kuşak.
    • Kuşak, nesil. (Arapça)

    nest

    • Sâkin olmak.

    neuzü billah / neûzü billah

    • "Allahü teâlâya sığınırız" mânâsına, tehlikeli hâllerden ve îmânı gideren şeylerden sakınma ve korkma mânâsını ifâde eden bir söz.

    nevahi / nevahî / nevâhî

    • (Nehy. den) Yasak edilmiş şeyler.
    • Allah (C.C.)tarafından menedilmiş olanlar.
    • Nehiyler, yasaklar.
    • Yasaklar, yapılması yasaklanan işler.

    nevahi-i şer'iye / nevâhî-i şer'iye

    • Şeriatın nehiyleri, yasakları.

    nevhat

    • Sakalı yeni çıkmış genç.

    neytal

    • (Çoğulu: Neyatîl) Belâ, musibet, felâket, meşakkat.
    • Kova.
    • İçki ölçeği.

    nigahdar / nigâhdar

    • Bekçi, gözcü. (Farsça)
    • Koruyucu, muhafaza eden, saklayıcı. (Farsça)

    nigehdar / nigehdâr

    • Gözcü, bekçi. (Farsça)
    • Saklayıcı, koruyucu. (Farsça)

    nihan / nihân / نهان

    • Gizli, saklı. Bulunmayan. Mevcut olmayan. (Farsça)
    • Sır. (Farsça)
    • Gizli, saklı.
    • Gizli, saklı.
    • Gizli. (Farsça)
    • Gizlice. (Farsça)
    • Nihan olmak: Gizlenmek, saklanmak, kaybolmak. (Farsça)

    nihanhane

    • Saklanacak yer. Mağara, bodrum, mahzen. (Farsça)

    nihani / nihanî

    • Gizlilik, saklılık. (Farsça)

    nikar / nikâr

    • Tasavvuf yolunda ilerliyenlerin birbirlerine emr-i ma'rûf nehy-i anil-münker yapmaları yâni Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmeleri.

    nikat / nikât

    • (Tekili: Nükte) Nükteler. İnce mânâlar.
    • İnce mânâlı, şakalı ve zarif sözler.

    nitak

    • Kemer, kuşak.
    • Kuşak yeri.
    • Peştemal.

    niyet-i içtinab

    • Kaçınma, sakınma niyeti.

    nu'man

    • (Tekili: Niam) Dört ayaklı hayvanlar.
    • Kan.
    • İmam-ı Azam Hazretlerinin adı.
    • Şakayık-ı nu'man denen bir lâle çiçeği.

    nuaa

    • Yumuşak ot.

    nüfus-u emmare / nüfus-u emmâre

    • İnsana daima kötülüğü emreden, yasak zevk ve isteklere teşvik eden nefisler.

    nüha

    • Yüksek olmak.
    • Miktar.
    • Bir kimse hakkında olan yasak ve men.

    nühüft

    • Saklı, gizli. (Farsça)

    nühüfte

    • Saklı, gizli. (Farsça)

    nühüftegi / nühüftegî

    • Gizlilik, saklılık. (Farsça)

    nusb

    • (Çoğulu: Ensâb) Meşakkat, zahmet, elem.
    • Zehir, ağu.
    • Belâ, musibet.
    • Put, sanem, heykel.

    nüume

    • Yumuşaklık.

    nuumet

    • Yumuşaklık.

    oruç

    • İslâm'ın beş şartından biri. Fecrin (tan yerinin) ağarmasından yâni imsaktan güneş batıncaya kadar yimeği, içmeği ve cimâ'ı terk etmek.

    özür

    • Bir kusurun afvı için gösterilen sebep.
    • Bahane, sebep.
    • Mâni, engel. Kusur, nakise, sakatlık.
    • Fevz. Zafer.
    • Bir adamın kusur ve kabahatinin çok olması.
    • Fık: Abdesti bozucu ve devamlı olan şey.

    pad

    • Saklayan, hıfzeden. (Farsça)
    • Büyük, ulu. (Farsça)
    • Bekleyen, muhafaza eden, koruyan. (Farsça)

    parule

    • Şakacı, lâtifeci. (Farsça)
    • Yonga. (Farsça)
    • Hayırsız ve işe yaramaz kişi. (Farsça)

    payzen

    • .f Ayağına pranga vurulmuş. Forsa, deniz esiri.
    • Suçlu.
    • Esir.
    • Hizmetçi, uşak.

    penam

    • Gizli, saklı. Örtülü. (Farsça)

    perhiz

    • Sakınmak, çekinmek. (Farsça)
    • Vücuda zararlı ve tıbben muzır; ve dinen, zevk veren şeylerden sakınmak. (Farsça)
    • Hastalıkta bazı yiyecek ve içeceklerden sakınmak. (Farsça)

    perhizkar / perhizkâr / پرهيزكار

    • Perhiz eden, nefsini tutan. Zararlı şeylerden, günahlardan sakınan.
    • Sakınan. (Farsça)

    perva / pervâ

    • Çekinme, sakınma, korku.

    pesrev

    • Arkadan gelen. (Farsça)
    • Uşak, hizmetçi. (Farsça)

    peygamber

    • Allahü teâlânın, emirlerini ve yasaklarını kullarına bildirmeleri için insanlar arasından seçtiği ve kendilerine mûcizeler verdiği üstün zâtlar.

    pinhan / pinhân / پنهان

    • Gizli, saklı, hafi, mahfi, mestur, müstetir. (Farsça)
    • Gizli, saklı.
    • Gizli, saklı. (Farsça)

    pise

    • Saksağan. (Farsça)
    • Alaca renk. (Farsça)

    ra'c

    • Şimşeklerin birbiri ardınca şakımaları.

    rahasa

    • Yumuşaklık.

    rahi

    • Rahat yürüyüşlü binek.
    • Sâkin, rahat.

    rahih

    • Yumuşak, sulu balçık.

    rahis

    • Ucuz, yumuşak elbise.
    • Ansızın ölüm.

    rahs

    • Yıkamak.
    • Yumuşak.

    raiyye

    • (Çoğulu: Raâyâ) Saklı, mahfuz.

    rakak

    • Üstü yumuşak, altı sert olan düz yer.

    rakraka

    • Nâzik ve derisi yumuşak olan kadın.

    ratb

    • Rutubet, nemlilik yaşlık.
    • Rutubetli, yaş.
    • Yaş hurma.
    • Mülâyim, yumuşak.

    ratb-ül lisan / ratb-ül lisân

    • Yumuşak sözlü. Mülâyim lisanlı.

    rath

    • Yoğurmak.
    • Yumuşak etmek, yumuşatmak.

    ratic

    • Çam sakızı.

    ratin

    • Reçine. Çam sakızı.

    ratiyan

    • (Râtiyâne) Çam sakızı, reçine. (Farsça)

    raz

    • Gizli sır, saklı şey. (Farsça)
    • Mimar. (Farsça)
    • Marangozların işini tanzim eden. (Farsça)

    raz puş

    • Sır saklayan, sır gizleyen. (Farsça)

    rebaz

    • Şehrin yarısı ve etrafı.
    • Her nesnenin eğlenecek ve duracak yeri.
    • Koyun ağılı.
    • "Göden bağırsak" denilen büyük bağırsak.

    rebis

    • Bahadır, kahraman.
    • Meşakkat.

    reda'

    • Önleme, men'etme, yasaklama.

    refik / refîk

    • Dost ve arkadaş.
    • Yumuşak huylu, rıfk sâhibi.

    refref

    • Kuşu çok olan çimenlik, kır.
    • Mânevi bir binek.
    • Dalları salkım salkım olan ağaç.
    • Kenar saçağı.
    • Yeşil elbise.
    • İnce yumuşak kumaş.
    • Döşek.
    • Cennet.
    • İnce, yumuşak kumaş.
    • Kemer saçağı.
    • Döşek, döşeme.
    • Kuşu çok çimenlik.
    • Dalları salkım salkım ağaç.
    • İnce, yumuşak kumaş, bir çeşit döşek; Peygamber efendimizin mîrâc esnâsında (bilinmeyen yerlere götürüldüğü, Cennet'i ve Cehennem'i gördüğü gece) bindikleri Cennet yaygısı.

    refuşe

    • Lâtife, şaka. (Farsça)
    • Suç, günah. (Farsça)

    regabe

    • Yumuşak arazi.

    reha'

    • Geçim bolluğu.
    • Genişlik, gevşeklik, pörsüklük, yumuşaklık.

    rehabe

    • Göğüs üzerinde olan yumuşak kemik.

    rehah

    • Yumuşak.
    • Geniş.

    rehaset

    • Tazelik, yumuşaklık, incelik.
    • Ucuzluk.
    • Bir işi gevşek tutma.

    reku'

    • Sâkin olmak.
    • Kesilme.

    renc / رنج

    • Sıkıntı, zahmet, meşakkat. (Farsça)

    renevna

    • Dâim sâkin olmak, devamlı durmak.

    reşreş

    • Yumuşak döş kemiği.

    reyde

    • (Çoğulu: Ruyud) Dağın sivri ve yumru tarafı.
    • Yavaş ve yumuşak esen rüzgâr.

    ribabe

    • Ahd, söz, yemin, misak.

    rıfk

    • Yumuşak huyluluk.
    • Yumuşak ve hoşgörülü davranma.
    • Yumuşaklık, yavaşlık, tatlılık, nezaket. (Zıddı: unf)
    • Yumuşaklık, tatlılık.

    rıfki / rıfkî

    • (Rıfkıye) Yumuşaklıkla, tatlılıkla ilgili.

    rıhv

    • Yumuşak.

    rikk

    • Kulluk, ubudiyet.
    • Ist: Esir olmuş, hürriyetini kaybetmiş olan ehl-i harb.
    • Yufka, yumuşak nesne.

    rikkat

    • Acıma, incelik, yufka yüreklilik. Yumuşaklık.
    • Kalb inceliği ve yumuşaklığı.
    • Acıma, yumuşaklık, yufka yüreklilik, kalb inceliği.

    riş / rîş / ریش

    • Yara. (Farsça)
    • Yaralı. (Farsça)
    • Tüy. Kıl. Kuş kanadı. (Farsça)
    • Sakal. (Farsça)
    • Yara. (Farsça)
    • Sakal. (Farsça)
    • Kök. (Farsça)

    rişbüz

    • Keçi sakalı gibi sivri olan sakal. (Farsça)

    rişdar

    • Sakallı. (Farsça)

    riştab

    • Kıvırcık saç ve sakal. (Farsça)

    ritic

    • Çıkmaz yol. Yasak olan şey. Haram.

    ruam

    • Burun suyu, sümük.
    • Sakağı (mankafa) hastalığı.

    rude

    • (Çoğulu: Rudegân) Bağırsak. (Farsça)

    ruha

    • Ferahlık.
    • Yumuşak rüzgâr.

    ruhsat

    • İslâmiyet'in, meşakkat ve zarûret gibi sebeblere bağlı olarak, ibâdetlerde ve diğer işlerde tanıdığı izin ve kolaylık; azîmetin zıttı.

    sa'd

    • Mihnet, meşakkat, zahmet.

    sa'de

    • (Çoğulu: Siad) Yumuşak hurma.

    sabah vakti

    • Fecr-i sâdık denilen beyazlığın doğuda görünen ufkun bir noktası üzerinde doğması ile başlayan vakit. İmsâk vakti.

    şabb-ı emred

    • Bıyığı, sakalı henüz çıkmış delikanlı.

    şabb-i emred / şâbb-i emred

    • Henüz sakalı, bıyığı çıkmamış genç.

    sabr

    • Emirleri yapmakta, yasaklardan sakınmakta, başa gelen belâ ve musîbetlere tahammül etme, katlanma.

    safsaf

    • (Çoğulu: Safsâfe) Her nesnenin kemi, kötüsü, hor ve hakiri.
    • Döğülmüş yumuşak toprak.
    • Mâkul olmayan kelimeler.
    • Mânâsız şiir.
    • Yaramaz ve kötü işler.

    safvan

    • (Safvâ) Yumuşak, düz ve kaygan taş veya kaya parçası.
    • Çok soğuk ve açık olan gün.

    sahib-i zühd ve takva / sahib-i zühd ve takvâ

    • Zühd ve takva sahibi; her türlü nefsanî arzulara karşı koyarak kendini ibadete veren ve Allah korkusuyla dinin yasaklarından kaçınan kimse.

    sahur / sahûr

    • Güneşin batmasından imsak vaktine kadar olan zamânın son altıda biri, seher vakti; oruç tutmak için yemeğe kalkılan vakit.

    sahva'

    • (Çoğulu: Sehâvât) Yumuşak, geniş, bol yer.

    şaka

    • Meşakkatli ve güç.
    • Musibet ânında yakasını ve yüzünü yırtan kadın.

    sakal-ı şerif / sakal-ı şerîf

    • Peygamber efendimizin mübârek sakal-ı şerîfi.

    sakalan

    • (Sakaleyn) İnsanlar ve cinler.

    sakaleyn

    • (Bak. SAKALÂN)

    sakamet / sakâmet / سقامت

    • Sakatlık. (Arapça)
    • Yanlışlık. (Arapça)

    sakar

    • (Çoğulu: Sükur-Sakâr-Sıkâre-Sukure-Eskur) Çakır kuşu.
    • Çok ekşimiş süt ve pekmez.
    • Bir şeyi kırmak.

    saki / sâkî / ساقى

    • (Saky. dan) Sulayan, içecek su veren, sucu.
    • Kadeh sunan. İçki sunan.
    • İçki sunan. (Arapça)
    • Saka. (Arapça)

    sakib

    • (Sâkibe) Dökülen.

    şakife

    • (Çoğulu: Şukuf) Su dökülmemiş saksı parçası.

    şakik / şakîk

    • Ferâiz ilminde yâni mîrâs hukûkunda ana-baba bir erkek kardeşler (Benül-a'yân). Ana-baba bir kız kardeşe şakîka denir.

    şakika

    • (Çoğulu: Şakayık) Yarım baş ağrısı.
    • Ana - baba bir olan kız kardeş. Öz kız kardeş.
    • Çatlak, yarık.

    sakim / sâkim / سقيم

    • Hasta, sakat.
    • Hastalıklı, sakat. (Arapça)

    sakin

    • Hareketsiz, kendi hâlinde. Bir yerde oturan. Kararlı.
    • Gr: Harekesi olmayıp cezimli (sakin okunan) harf.

    sakinan

    • (Tekili: Sâkin) Bir yerde oturanlar. Sâkinler.

    sakinane / sakinâne

    • Sâkin olana yakışır şekilde. Sessizce. (Farsça)

    şakirdan / şakirdân

    • Şakirdler, talebeler.

    şakiri / şakirî

    • (Şakiriyye) Şakird, talebe, tilmiz.

    sakıt / sâkıt / ساقط

    • Düşük, düşük cenin. (Arapça)
    • Düşen. (Arapça)
    • Sâkıt olmak: Düşmek. (Arapça)

    sakite

    • (Bak: SAKİT)

    sakıyy

    • (Çoğulu: Eskiye, Sakiyye) İri taneli yağmurlu bulut.
    • Hurma ağacı.

    sakk

    • (Çoğulu: Sukuk-Sıkâk-Esak) Kitap.
    • Kapı yapmak.
    • Vurmak, darbetmek.

    şakk

    • (Meşakkat. den) Eziyetli, zahmet verici, güç.

    sakka / سقا

    • Saka. (Arapça)

    sakta

    • (Çoğulu: Sakatât) Sözdeki bozukluk veya yanlışlık.

    şakuli / şakulî

    • Şâkule bağlı, onunla alâkalı, onunla nisbeti olan şey. Geo: Düşey.

    salih

    • Dinin emir ve yasaklarına uygun hareket eden, takva sahibi.

    salih aleyhisselam / sâlih aleyhisselâm

    • Semûd kavmine gönderilen peygamber. Nûh aleyhisselâmın oğullarından Sâm'ın neslindendir. Hazret-i Âdem'in on dokuzuncu kuşaktan torunudur.

    salih amel / sâlih amel

    • Faydalı, yararlı iş; dinin emir ve yasaklarına uygun davranış.

    saliha

    • Dinin emir ve yasaklarına uygun hareket eden, Allah'ın sevgili kulu mü'mine kadın.

    salihin / salihîn

    • Dinin emir ve yasaklarına uygun hareket edenler, Allah'ın sevgili kulları.

    salihlik / sâlihlik

    • Dinin emir ve yasaklarına uygunluk.

    samam

    • Belâ.
    • Zahmet, meşakkat.

    samg

    • Zamk, ağaç sakızı.

    samitane

    • Sessizce, ses çıkarmaksızın, sâkitane. (Farsça)

    samma

    • Sesi çıkmayan, sessiz.
    • Sağır ve dilsiz.
    • Katı ve son kaya.
    • Sağlam ve sert yer.
    • Belâ.
    • Zahmet, meşakkat.

    sandid

    • Bela.
    • Meşakkat, zahmet.
    • Şiddetli yağmur ve rüzgâr.

    sarb

    • Sütü birbiri üstüne sağmak.
    • Bevlini hapsetmek.
    • Çok ekşimiş süt.
    • "Zamk-ı talh" denilen ağaç sakızı.

    şari' / şârî'

    • Kullarının dünyâ ve âhiret seâdetine (mutluluğuna) kavuşmaları için Peygamberleri aleyhimüsselâm vâsıtasıyla emir ve yasaklarını bildiren Allahü teâlâ. Şâri-i mübîn de denir. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etmesi (ulaştırması) gerektiğinde, kapalı hususları açıklaması bakımında

    savm

    • Oruç. Fecrin (tan yerinin) ağarmasının evvelki vaktinden (imsaktan) akşam namazı vakti girinceye kadar, yemeği, içmeği ve cimâ'ı terk etmek.

    sayadid

    • Belâ.
    • Zahmet, meşakkat.

    şayib

    • (Çoğulu: Şevâyib) Ayıp. Noksan.
    • Pis, murdar.
    • Saçı ve sakalı beyazlamış olan kimse.

    sayife

    • (Çoğulu: Sayifât) Ufak, yumuşak kum.

    saylem

    • Zorluk, meşakkat.

    sebeb

    • Vâsıta. Âlet.
    • Alâka.
    • Bahane.
    • Edb: Harekeli bir harf ile sâkin bir harften veya iki harekeli harften meydana gelen parça.

    sebtel

    • Satıl adı verilen kab. (At bakıcıları onunla davara su verirler.)
    • Susak. (Pınarlarda su içilir.)

    secah

    • Letafet, güzellik. Rıfk. Adl.
    • Yumuşak yer.

    secic

    • Asan, kolay.
    • Yumuşak yer.

    secsec

    • Ne yumuşak ne sert olan yer.

    şedaid

    • (Şedâyid) Afât. Meşakkatli haller. Şiddetli musibetler.

    sedd-i zerai'

    • Şer'an memnu olan bir şeye vesile teşkil eden mübah fiillerin de men edilmesi. "Def-i mefasid, celb-i menafiden evlâdır." Buna binaen insan, şer'an memnu olan herhangi bir şeye sâik olacak şeylerden sakınması icab eder, o şeyler hadd-i zâtında mennu olmasa da. Bu husus Mâlikî Mezhebinde delil kabul

    şedide / şedîde

    • Harf sükun ile ve nefesin hepsi hapsolarak sâkin bir halde okunduğu zaman sesin aslâ akmaması.

    sefahet / sefâhet

    • (Sefeh) Zevk ve eğlenceye ve yasak şeylere düşkünlük. Akılsızlık edip lüzumsuz yere, sonunu düşünmeden, hazz-ı nefs için masraf etmek.
    • Yasak zevk ve eğlencelere düşkünlük, beyinsizce davranış, budalalık.

    sefahet-i beşeriye

    • İnsanların zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlükleri, budalalıkları.

    sefahet-i hayat

    • Hayattaki dinen yasaklanmış olan zevk ve eğlencelere düşkünlük.

    sefahet-i medeniyet

    • Batı medeniyetinin teşvik ettiği yasak zevk ve eğlenceye düşkünlük.

    sefahet-i mutlak

    • Yasak zevk ve eğlencelere düşkünlük.

    sefahetkarane / sefahetkârâne

    • Yasak zevk ve eğlenceye düşkün olarak, beyinsizce.

    sefalethane

    • Yasak zevk ve eğlencelerin ve çirkin işlerin yapıldığı yer.

    sefih / sefîh

    • Yasak zevk ve eğlencelere düşkün.

    sefihane / sefîhâne

    • Yasak zevk ve eğlencelere düşkün bir şekilde; beyinsizce.
    • Dinen yasaklanmış zevk ve eğlencelere düşkün olarak.

    şefşaf

    • Soğuk yumuşak rüzgâr.

    sehah

    • Yumuşak ve sıcak yer.

    seher vakti

    • Duâların kabûl olduğunun bildirildiği, gecenin (güneşin batmasından imsâk vaktine kadar olan zamânın) son altıda biri.

    sehl

    • Kolay.
    • Toprağı yumuşak düz yer.
    • Sâde.

    sekene / سكنه

    • Sâkinler, ikâmet edenler.
    • Sâkin olanlar, oturanlar. Bir yerde devamlı oturanlar.
    • Oturanlar, sâkinler. (Arapça)

    sekene-i arz / سَكَنَۀِ اٰرْضْ

    • Yeryüzü sâkinleri.

    sekene-i habise

    • Kötü ve pis sakinler.

    sekene-i karye

    • Köyde oturanlar. Köyün sâkinleri.

    sekene-i zemin

    • Yeryüzü sakinleri.

    sekine / sekîne

    • Sakinlik, okuyana sakinlik veren önemli bir dua.

    sekinet / sekînet

    • Sakinlik, huzur.
    • Sakinlik, gönül huzuru, kalbin rahat olması.

    sekn

    • Sâkin olmak.

    şekur / şekûr

    • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kendisi için yapılan az tâate yüksek dereceler ihsân eden, sayılı günlerde yapılan ibâdete, sayısız mükâfât veren.
    • Çok şükreden, kendisine ihsân edilen nîmetlerin kıymetini bilip, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyetle O'

    selis

    • Kolay, yumuşak.
    • Boyun eğmiş, bağlı.

    selsel

    • Tatlı ve yumuşak su.

    sema

    • Gök yüzü. Asuman. Gök.
    • Her şeyin sakfı.
    • Gölgelik.
    • Bulut ve emsali örtü.

    sema'

    • Yağlı yemek yedirmek.
    • Baş yarmak.
    • Ekmeği terid etmek.
    • Sakalı boyamak.

    semit

    • Temiz pişirilmiş olan kebap.
    • Arınmış, temizlenmiş ve pâk olmuş.
    • Doldurulmuş bağırsak.
    • Birbiri üstüne yığılmış kiremit.
    • Bir kat sahtiyan.

    semre

    • (Çoğulu: Semür-Semürât) Sakız ağacı.

    semure

    • Dikenli bir ağaç.
    • Sakız ağacı.

    senabil

    • Sünbüller. Başaklar.

    şeng

    • Neşeli, kıvrak. (Farsça)
    • Haydut, şaki, eşkiya. (Farsça)

    ser'

    • Üzüm çubuğu.
    • Yaş ve taze çubuk.
    • Yumuşak bedenli yiğit.
    • Uzun boylu adam.

    şer'

    • Şeriat, Allah tarafından bildirilen İlâhî emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi.

    şer'-i islam / şer'-i islâm

    • İslâm şeriatı, Allah tarafından bildirilen, emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi.

    şer-i ahmedi / şer-i ahmedî

    • Pegamberimiz Hz. Muhammed'in getirdiği şeriat; Allah tarafından bildirilen İlâhî emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi.

    ser-kerde

    • Bir güruhun, bir takımın başı, reisi. (Farsça)
    • Şaki, haydut. (Farsça)

    şeriat / şerîat

    • Din, ilâhî kanunlar, Allahın emirleri ve yasakları.
    • Peygamberlere gelen ilâhî hükümler (emirler ve yasaklar), din. İslâmiyet.

    şeriat-ı islamiye / şeriat-ı islâmiye

    • İslâm şeriatı; Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi, İslâm.

    şeriat-i islamiye / şeriat-i islâmiye

    • İslâm şeriatı; Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi, İslâm.

    şeriat-i meşhure

    • Herkesçe bilinen şeriat; Allah tarafından bildirilen İlâhî emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi.

    sermele

    • Yemeği sakalına döküp ellerini bulaştıra bulaştıra yemek.

    şerr

    • Kötülük.
    • Kavga gürültü,
    • Dinin yasak kıldığı iş.

    sertem

    • Uzun, tavil.
    • Yumuşak sözlü kişi.
    • Hışmını ve gadabını süratle yenen kimse.

    setat

    • Sakalın hafif olması.

    setl

    • (Çoğulu: Estâl) Pınarlarda su içmeye mahsus susak.
    • Hamam tası.
    • Bakıcıların hayvanlara su verdikleri kap.

    setriavret

    • Gösterilmesi yasak yerleri örtme.

    sevaki / sevakî

    • (Tekili: Sakıye) Su yerleri, sâkiyeler.

    sevakıb

    • (Tekili: Sâkibe) Parlak yıldızlar.

    şevakil

    • (Tekili: Şâkile) Tarikler, yollar. Mezhebler, tarikatlar, meslekler. Şâkileler.

    sevakin

    • (Tekili: Sâkin) Bir yerde oturanlar, sakin olanlar.

    sevakıt

    • (Tekili: Sâkıta) Düşükler, düşmüşler.

    sevg

    • Aşağı batmak. Suyun boğaza girmesi.
    • Kolay, âsan ve yumuşak olmak.

    şeyb

    • İhtiyarlık. Yaşlılık.
    • Saç, sakal ağarması.

    şeyh

    • İhtiyâr.
    • Bir ilim dalında ihtisas etmiş olan.
    • Mürşîd-i kâmil; insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatan, dîni, İslâm'ı yayan ve onların mânen olgunlaşmalarını sağlayan rehber zât. Çoğul şekli meşâyıh ve şüyûhtur.

    seyis

    • Atın tımarına, yemine vesairesine bakan adam, uşak.

    sibd

    • (Çoğulu: Esbâd) Belâ, zahmet, meşakkat, dahiye.

    siccin / siccîn

    • Şeytanların, kafirlerin (Allahü teâlâya ve Resûlullah efendimize inanmayanların) ve günahkâr mü'minlerin amellerini toplayan bir kitap; insanların ve cinlerin kötülerine mahsûs amel defterleri.
    • Şakîlerin, kötülerin ve azâb olunan rûhların bulunduğu yer.
    • Yerin altında veya Ceh

    şiddet

    • Sertlik, katılık.
    • Ziyadelik.
    • Sıkılık.
    • Tecvidde: Harf sükun ile ve nefesin hepsi habs olarak sakin bir halde okunduğu zaman savtın asla akmamasına denir. Şiddet iki kısma ayrılır:Şedide-i mechure : Elif, bâ, cim, dal, tı harfleri.şedide-i mehmuse : Kaf ve tâ harfleri.<

    şiddet-i takva / şiddet-i takvâ / شِدَّتِ تَقْوَا

    • Şiddetle günahlardan sakınma.

    sika'

    • Sakaların içine su doldurdukları köseleden yapılmış kap, kırba.
    • (Çoğulu: Eskiye-Eskıyât-Esâk-Esâki) Su kurbağası.

    şıka'

    • (Bak: ŞAKA')

    sıkat

    • (Bak: SAKTA)

    silahhane

    • Askerî depo. Silahların saklandığı yer. (Farsça)

    sinn-i mükellefiyet

    • Dinî emir ve yasaklarla sorumlu olma yaşı.

    siper

    • Arkasına saklanılacak şey. Koruyan. (Farsça)
    • Mânia. Sığınak veya set arkası, duvar altı gibi kuytu yerler. (Farsça)
    • Okun, giderken kabzayı zedelememesi için sol elin üzerine konulan âlet. (Farsça)
    • Muharebede askerin kurşun ve gülleden korunması için toprak kazılarak açılan ve ön tarafına, çıkan (Farsça)
    • Arkasında saklanılan şey; sığınak, dayanak.

    sir / sîr / سير

    • Tok, kanmış, doymuş. (Farsça)
    • Sarımsak. (Farsça)
    • Sarmısak. (Farsça)

    şirhar

    • Tar: Acemiliğe alınmayan veya sayısı beşten az olan esirlerden bir kısmı. Pencik kanuni hükümlerine göre esirler: Şirhâr, beççe, gulamçe, gulâm, sakallı ve pir olmak üzere sınıflara ayrılır ve bu tertibe göre vergiye tâbi tutulurdu. Üç yaşına kadar olan çocuklara, süt emen mânâsına gelen şirhâr; üç (Farsça)

    sırr

    • Gizli hakikat. Gizli iş. Herkese söylenmeyen şey.
    • Müşâhedetullah'ın mahalli bulunan kalbdeki lâtife.
    • İnsanın aklının ermediği şey. Allah'ın hikmeti. (Sırrını kimseye fâş etme sırrın fâş olur.Sen kendi sırrını saklayamazsanEl sana nasıl sırdâş olur.)

    sırrdaş

    • Birbirinin sırrını bilen.
    • Sır saklıyan.

    sıyam / sıyâm

    • Oruç tutmak. Fecrin ağarmasından (imsaktan) güneş batıncaya kadar, yemeyi, içmeyi ve cimâ'ı terk etmek.

    sıyan

    • Elbise saklama yeri, sandık.

    su'rur

    • Ağaç sakızı parçası.

    sudg

    • (Çoğulu: Esdâg) şakak.
    • şakaklardan sarkan saç.

    süham

    • (Sühamî - Sühamiye) Lezzetli, sindirici, hoş içilecek şey.
    • Kuş yelekleri arasındaki yumuşak tüyler.
    • Yumuşak kumaş, elbise.

    süheyl

    • Kolay, uygun ve yumuşak.
    • Semânın güney tarafında ve Yemenden daha iyi görülen bir yıldız adı. (Bunun için buna Süheyl-i Yemâni denir. Kuzey kutup yıldızının naziri, benzeridir.)
    • Kolay, uygun, yumuşak, bir yıldız.

    süheyla

    • Yumuşak huylu kadın.

    şuhmeşreb / şûhmeşreb / شوخ مشرب

    • Şen şakrak. (Farsça - Arapça)

    sühve

    • Yumuşak. Sükun, sessizlik.

    sükala'

    • (Tekili: Sakil) Ağırlar. Kabalar. Çirkinler. Sözü sohbeti çekilmeyen kimseler.

    şükat

    • (Tekili: şâki) şikâyet edenler, şikâyetçiler.

    sükkan / sükkân / سكان

    • (Tekili: Sâkin) İkamet edenler, oturanlar.
    • Gemi kuyruğu.
    • Sâkinler, oturanlar.
    • Oturanlar, sakinler. (Arapça)

    sükkan-ı belde / sükkân-ı belde

    • Şehirde oturanlar. Şehir sâkinleri.

    sükkan-ı hane / sükkân-ı hâne

    • Evde oturanlar. Hâne sâkinleri.

    sukm

    • (Çoğulu: Eskâm) Zahmet, meşakkat. Hastalık, maraz.

    şükr

    • Verilen nîmetleri yerli yerinde kullanma. Allahü teâlâya, verdiği nîmetlerle isyân etmeme. Nîmetleri kullanırken sâhibini unutmama. Görülen iyiliğe karşı teşekkür. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyma.

    şüku'

    • (Bak: ŞAKA')

    sukub

    • (Tekili: Sakb ve Sukb) Delmeler veya delinmeler.
    • Bir tarafdan diğer tarafa kadar açık olan delikler.

    sükub

    • (Tekili: Sakb) Delikler.

    sukuf

    • (Tekili: Sakf) Tavanlar, ev örtüleri.
    • Uzun ve sarkık şeyler.
    • Semavat.

    şukuk

    • (Tekili: Şakk) Çatlaklar, yarıklar.

    sükun / sükûn / سكون

    • Sakin ve huzurlu ortam.
    • Durgunluk. Sâkin olmak. Hareketsizlik.
    • Dinmek, kesilmek.
    • Gr: Bir harfin (a,e,i,o) okunmayıp yalnız ses vermesi, harfin harekesiz olarak kendi sesi ile okunması.
    • Sakinlik, hareketsizlik. (Arapça)

    sükunet / sükûnet / سكونت / سُكُونَتْ

    • Sakinlik, durgunluk.
    • Sakinlik, hareketsizlik. (Arapça)
    • Rahatlık. (Arapça)
    • Sükûnet bulmak: Yatışmak, sakinleşmek. (Arapça)
    • Sakinlik.

    sükunet-i umumiye / sükûnet-i umumiye

    • Genel sakinlik.

    sükunetsiz / sükûnetsiz

    • Sakin kalmayan, hareketli.

    sukya

    • (Saky. den) Sulamak.

    suleha / sulehâ

    • Dinin emir ve yasaklarına uygun hareket eden sâlih kimseler.

    sum

    • Sarımsak.

    sünat

    • (Çoğulu: Sünut Esnât) Sakalı olmyaan veya bir maktar çenesinde olup başka yerinde olmayan köse kimse.

    sünbül

    • Başak.
    • Başak, filiz.

    sünbülat / sünbülât

    • (Tekili: Sünbül) Sünbüller, başaklar.

    sünbüle / سنبله

    • Başak.
    • Başak. (Arapça)

    sünbüllenmek

    • Filizlenmek, başaklanmak, çoğalmak.

    sünnet-i kifaye / sünnet-i kifâye

    • Başkalarının meselâ beş-on kişiden birinin işlemesiyle, diğerlerinden sâkıt olan (düşen) sünnet.

    sünnet-i seyyie

    • İslâmiyet'in yasak ettiği, sonradan ortaya çıkan, kötü, beğenilmeyen şeyler. Peygamber efendimiz ve dört halîfesinin zamânında bulunmayıp da, onlardan sonra, dinde meydana çıkarılan ibâdet olarak yapılan şeyler. Bid'at.

    suples

    • Yumuşaklık, esneklik. (Fransızca)

    sür'uf

    • Yumuşak, hafif.

    sürdah

    • (Çoğulu: Serâdih) Semiz etli dişi deve.
    • Ufak otlar yetişen yumuşak yer.

    suretlerin tahrimi / sûretlerin tahrimi

    • Resimlerin haram kılınması, yasaklanması; haset, gurur, riya, şehvet gibi nefsanî duyguları kabartan ve İslâmiyetin sakındırdığı sonuçların doğmasına sebep olan resimlerin, fotoğrafların yasaklanması.

    şürsuf

    • (Çoğulu: Şerasif) İyeği kemiğinin yumuşak kısmı.

    suvan

    • (Çoğulu: Esvine) Kaftan ve giyecek eşya koyup saklanılan yer veya kap.

    ta'b

    • Latife etmek, şaka yapmak.

    ta'nif

    • Şiddetle azarlamak.
    • Darılmak.
    • Meşakkat vermek. Melâmet etmek.

    ta'riz

    • Gizleme, saklama.
    • Sağlamlaştırma.
    • Alıp götürme.

    taarüc

    • Aksaklanmak.

    taat / tâat

    • İtaat, Allah'ın emirlerine uyup yasaklarından kaçınma.

    tabakat-ül-fukaha / tabakât-ül-fukahâ

    • Fıkıh âlimlerinin tabakası. Helâl ve haramı, emir ve yasakları bildiren fıkıh ilmi ile uğraşan âlimlerin dereceleri.
    • Fıkıh âlimlerini derecelerine göre tertîb edip (sıralayıp), hayatlarını ve eserlerini anlatan kitablar.

    tabut-i sekine / tâbût-i sekîne

    • İsrâiloğullarının, içinde mukaddes emânetleri sakladıkları ve Mûsâ aleyhisselâmdan beri nakledilerek gelen altın kaplamalı sandık.

    taftaf

    • Yumuşak taze ot.
    • Ağacın çevresi.

    tağut / tâğût

    • Allahü teâlânın emir ve yasaklarına karşı gelen ve ibâdetten alıkoyan şeytânî varlık ve güçler.

    tahaffuz

    • Korumak, sakınmak. Kendini muhafaza etmek.
    • Barınmak.
    • Korunmak, sakınmak.

    tahaffuzkar / tahaffuzkâr

    • Korunan, sakınan. Kendisini muhafaza eden. (Farsça)

    taharrüm

    • (Haram. dan) Haramdan sakınma. Kaçınma, sakınma, çekinme.

    taharrüs

    • Sakınmak, korunmak.

    taharrüz

    • Sakınma, çekinme, korunma.

    tahayyür / تحير

    • Şaşakalmak. Hayret etmek. Şaşırmak. Hayran olmak.
    • Şaşakalma.
    • Hayranlık. (Arapça)
    • Tahayyür etmek: Hayran kalmak, şaşakalmak. (Arapça)

    tahayyürat / tahayyürât

    • (Tekili: Tahayyür) Hayrete düşüp şaşakalmalar. Hayran olmalar.

    tahazzür

    • (Hazer. den) Sakınma, korunma, çekinme.

    tahbie

    • Gizlemek, saklamak.
    • Kadını perdeye koyup kimseye göstermemek.

    tahlil etmek / tahlîl etmek

    • Abdest alırken el ve ayak parmakları arasına sol, sakalın sarkan kısmının içine ise sağ elin yaş parmaklarını tarak gibi sokarak karıştırmak.

    tahlim

    • (Hilm. den) Kızgınlığını ve öfkesini giderme. Sâkinleştirme, yumuşatma, teskin etme.

    tahrim / tahrîm / تحریم

    • Haram kılma. Haram kılınma. Dince yasak edilme.
    • Kudsî sayarak yaklaşmayı yasak etme.
    • Haram kılma, yasak etme. Mahrum bırakma.
    • Yasaklama. (Arapça)
    • Yasaklanma. (Arapça)

    tahrimen mekruh / tahrîmen mekrûh

    • Kur'ân-ı kerîmdeki ve hadîs-i şerîfteki delîlinden zan ile anlaşılan yasak. Harama yakın olan fiil, iş.

    tahzib

    • (Hizab. dan) Saç, sakal boyama.

    tahzin

    • Hazinede saklama.

    tahzir / tahzîr / تحذیر

    • (Çoğulu: Tahzirât) (Hazer. den) Menetme, sakındırma, önleme.
    • Yasaklama, sakındırma, önleme.
    • Hazırlama.
    • Sakındırma.
    • Sakındırma. (Arapça)
    • Tahzîr etmek: Sakındırmak. (Arapça)

    taki / takî

    • Kendini koruyan, saklayan.
    • Takvalı kimse. Günahtan çekinen.
    • Allah'tan korkan, emir ve yasaklarını gözeten.
    • Sakınan.

    takıyye / تقيه

    • İdâre, korunmak, sakınmak; iki yüzlülük; sevmediği kimse ile dost geçinmek. Bir kimsenin hakîkatte sâhib olduğu görüş ve inancını saklaması.
    • Sakınmak. Kendini koruyup çekinmek.
    • Birinin mensub olduğu mezhebi gizlemesi.
    • Mümâşât.
    • Sakınma, çekinme.
    • Sakınmak, kendini koruyup, çekinmek.
    • Birinin bağlı olduğu mezhebi gizlemesi.
    • Gizleme. (Arapça)
    • Sakınma. (Arapça)
    • Takıyye yapmak: (Arapça)
    • Mezhebini gizlemek. (Arapça)
    • Amacını gizlemek. (Arapça)

    taklid / taklîd

    • İnanılacak şeylerde düşünmeden, anlamadan, yalnız başkasından işiterek, görerek inanma, îmân etme.
    • Amelde yâni yapılacak işlerde delîlini araştırmadan bir müctehidin ictihâdlarına (mezhebine) uyma, bağlanma.
    • Kendi mezhebine göre yapmasında harâc (meşakkat) veya zarûret buluna

    takva / takvâ / تَقْوٰي

    • Bütün günahlardan kendini korumak. Dinin yasak ettiğinden veya haram olduğunda şüphesi olan şeylerden çekinmek.
    • Allah'tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyma.
    • Allahü teâlâdan korkarak, haramlardan (yasaklardan, günâhlardan) sakınmak. Harama düşmemek için, şüphelilerden (haram veya helâl olduğu belli olmayan şeylerden) sakınmaya ise verâ denir. Bu bakımdan, haramlardan daha çok sakınma derecesi olan verâ da takvânın mânâsı altına girer.
    • Günahlardan sakınma.
    • "Vikâye"den. Allah'ın emirlerini tutup, yasaklarından kaçınmak.
    • Günahlardan sakınma.

    takva ehli / takvâ ehli

    • Takvâ sâhibi. Allahü teâlâdan korkarak haramlardan sakınanlar.

    takva-yı kamile / takvâ-yı kâmile

    • Allah'tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyma.

    takvacı / takvâcı

    • Allah'tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan.

    takvacılar / takvâcılar

    • Allah'tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyanlar.

    takvadarane / takvâdârâne

    • Günahlardan sakınırcasına.

    talebe

    • (Tekili: Tâlib) İstekliler.
    • Şakird. Tahsile çalışan. Öğrenen. Öğrenci.

    talha bin ubeydullah

    • (R.A.) : Aşere-i mübeşşeredendir. Çok muharebelere iştirak etti, fedakârlığı büyüktü. Peygamberimiz (A.S.M.) ile muharebede iken kılıç darbesine karşı kolunu gerer ve onu muhafazaya çalışırdı, kendisinden ziyade Hz. Peygamber'i (A.S.M.) muhafazaya azmederdi. Kolu bu yüzden sakatlandı. Hz. Ali (R.A.)

    tamn

    • Sâkin olmak, sessiz olmak.

    tantik

    • Bir kimsenin beline kuşak bağlamak.

    tarem

    • Dam, kubbe, künbet. Sakf. Satıh.

    tasarruf

    • İdâreli kullanma, sarfetme. Tutumlu olma; harcamada isrâftan ve cimrilikten sakınıp orta yolu seçme.
    • İdâre etme, hükmetme.
    • Bir velînin Allahü teâlânın izniyle sevdiklerini mânen yetiştirmesi, düşmanlarını ise cezâlandırması.

    tasavvün

    • Kendini sakınmak.

    tazarru'en ve hufyeten

    • Gizlenip saklanarak.

    teannüt

    • Meşakkate düşmek.
    • Hasmın kötülüğünü ve zilletini istemek.

    tebezzül

    • Yarılma. Şakk.
    • Terk-i hıfz etmek; yâni ne olursa sakınmayıp her yerde kullanmak.

    tebliğ / teblîğ

    • Peygamberlerin, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını, insanlara eksiksiz ve noksansız olarak bildirmeleri.

    tecanüb / tecânüb

    • Sakınma. Çekinme.
    • Sakınma.

    tecennüb

    • Sakınma. Çekinme.
    • Sakınma, uzak durma.

    tedaül

    • Gizlenme, sinme. Zâyi olma. Saklanma.
    • Küçülme. Büzülme.

    tedbib

    • Yumuşak etmek.
    • Sür'atle gitmek, hızla gitmek.

    tedeyyün

    • Dinini sakınmak.
    • (Deyn. den) Borçlanma. Borca girme.

    tedmis

    • Yumuşak etmek, yumuşatmak.

    tedvim

    • Teskin etmek, sâkinleştirmek.
    • Kuşun, uçarken dönüp deverân etmesi.
    • Dili ağızda döndürmek.
    • Tatmak.

    teessüm

    • (İsm. den) Günahtan sakınma.

    tefaküh

    • (Fâkihe. den) Birbirlerine karşılıklı yemiş atma.
    • Mc: Şakalaşma.

    tegil

    • Sakalları yeni çıkmağa başlayan genç. (Farsça)

    tehami

    • (Çoğulu: Tehâmiyât) Kendini sakınma, korunma.
    • Avukatlık etme.

    tehaşi

    • (Haşy. dan) Korkup çekinme, sakınma.

    teheccüd namazı

    • Gecenin üçte ikisi geçtikten sonra ve imsak vaktinden önce iki ile on iki rek'at arasında kılınan namaz.

    tehevvür

    • Çok kızmak, çok öfkelenmek, sertlik; hilmin (yumuşaklığın) zıddı. Gadabın, kızmanın aşırısı. Atılganlık.

    tehevvüs

    • Heveslenmek.
    • Yumuşak yerde ağır ağır yürümek.

    tehnid

    • Lâtifeleşmek, şakalaşmak, birbirine lütuf etmek.

    tekabkub

    • Bağırsaklarda gazların meydana getirdiği gurultu.

    tekatüm

    • Birbirinden sır saklama.

    telattuf / تلطف

    • Yumuşak davranma. (Arapça)

    telbid

    • Bir yere toplayıp yığmak.
    • İhramda olan kimsenin saçı dağılmasın diye başına sakız yapıştırması.

    teleyyün

    • (Leyn. den) Yumuşak. Yumuşak olmak. Sulanmak.

    telfik

    • Helâl ve harâm, emir ve yasak, ibâdet ve tâatte, belli bir mezhebin hükümlerine uymayıp, mezheblerin hükümlerinden kolay olanı yapma ve karıştırma.

    telvik

    • Yemeği yumuşak ve yağlı yapmak.

    temaşager

    • (Temaşakâr) Seyirci. İbretle etrafı temaşaya çıkmış olan. (Farsça)

    temazüc

    • Birbiriyle karışmak.
    • Şakalaşma.

    temazuh

    • Şakalaşmak.

    temelluk

    • Yaltaklanmak.
    • Tevâzu ve yumuşaklık göstermek.
    • Dalkavukluk.

    temeşşut

    • (Muşt. dan) Saçını, sakalını tarama.

    temrin

    • Yumuşak etme. İdman ettirme.
    • Tekrarlatarak çalıştırma. Egzersiz.

    temyis

    • Yumuşak yapmak, yumuşatmak.

    tenkirat

    • Hoş görmeme, yasaklama.

    tenük

    • Dayanıksız, kuvvetsiz, zayıf. (Farsça)
    • İnce, rakik, nârin. (Farsça)
    • Az, hafif. (Farsça)
    • Yumuşak. (Farsça)

    tenük-ru

    • Yüzü yumuşak olan kimse, yüzü yumuşak adam. (Farsça)

    tenzede

    • Sessiz, sâkin, susmuş. (Farsça)

    tenzihen mekruh / tenzîhen mekrûh

    • Yasak olmasına kuvvetli, açık bir delil, senet bulunmayıp, yapılması iyi olmayan şeyler.

    tereccül

    • Paklanmak, temizlenmek.
    • Süslenmek, ziynetlenmek.
    • Saç ve sakal taramak.
    • Yayan yürümek.
    • Kuyu içine girmek.

    teref

    • İyi ve güzel yemek.
    • Yumuşaklık.
    • İnce, güzel şey.

    tereffuk

    • (Rıfk. dan) Tatlı dil ve güler yüzlülükle davranma. Yumuşaklıkla muâmele etme.

    terennüm / ترنم

    • şarkı söyleme, şakıma. (Arapça)
    • Dile getirme. (Arapça)
    • Terennüm etmek: (Arapça)
    • Şarkı söylemek, şakımak. (Arapça)
    • Dile getirmek. (Arapça)

    terhim

    • Atmak.
    • Kolaylaştırmak, âsân etmek.
    • Deveyi sebepsiz kesmek.
    • Yumuşak ve ince etmek.
    • Bir ismi kısaltma.

    tesahül

    • Yumuşak davranma. Rıfk ve mülâyemetle tatlı muamele etme.
    • Gaflet ve ihmal etme.

    teşakk

    • Muhalefet edişmek, uyuşamamak.
    • Zor ve meşakkatli olmak.

    tesakkub

    • (Çoğulu: Tesakkubât) (Sakb. dan) Delme, delinme.
    • Zâhir olmak, görünmek.
    • Parlamak, ruşen olmak.

    teşakkuk

    • (Şakk. dan) Yarılma, ikiye ayrılma.

    teşbib

    • Saç ve sakal ağarmak.
    • Ateş yakma.
    • Kasidede mahbubdan bahsetme.

    tesebbüt

    • Rahatlık.
    • Sâkin olmak.

    tesekkün-i derya

    • Denizin sâkinleşmesi.

    teskib

    • (Sakb. dan) Delik açma, delme.

    teşkik

    • (Şakk. dan) Parça parça yarma. İkiye ayırma. Yarmak.

    teskil

    • (Sakl. dan) Ağırlaştırma. Ağırlığını artırma.

    teskim

    • (Sakm. dan) Hasta etme.
    • Bozuk ve yanlış sayma.

    teskin / teskîn / تسكين / تَسْك۪ينْ

    • Rahatlandırma. Yatıştırma. Sükunet verme. Şiddet, hiddet ve ıztırabını izale etme.
    • Gr: Bir harfi sâkin okuma.
    • Sakinleştirme, rahatlatma.
    • Sakinleştirme, yatıştırma.
    • Yatıştırma, sakinleştirme. (Arapça)
    • Teskîn etmek: Yatıştırmak, sakinleştirmek. (Arapça)
    • Teskîn olmak: Yatışmak, sakinleşmek. (Arapça)
    • Sâkinleştirme.

    teskıye

    • (Saky. dan) Su verme.
    • Sulama.

    teşri / teşrî

    • Kânun koyma. Allahü teâlânın ve peygamberlerinin, insan hayâtının maddî ve mânevî bütün yönlerine dâir emir ve yasaklar koyması.

    teşri' eylemek

    • Dinî emir ve yasakları bildirmek. Kanun bildirmek. Bir emrin kanun gibi tatbikini istemek.

    tesrih-i lihye

    • Sakal bırakma.

    testir

    • Gizleme, saklama, setretme, örtme.

    tevabi'

    • (Tekili: Tabi') Maiyyet. Bir kimseye tâbi olanlar. İman ve İslâmiyet veya herhangi bir hususta birisine bağlı bulunanlar.
    • Uşaklar.
    • Bir merkeze bağlı olan yerler.
    • Gr: Evvelki kelimeye göre hareke alan kelimeler.

    tevakki / توقى

    • Çekinme, hazer etme, sakınma, korunma.
    • Çekinme, sakınma, korunma.
    • Sakınma, korunma, çekinme. (Arapça)

    tevellüh

    • (Çoğulu: Tevellühât) (Veleh. den) Şaşakalma. Şaşırıp sersemleşme.
    • Hayran etme.
    • Kadını çocuğunden ayırma.

    teverru'

    • Haramdan ve şüpheli şeylerden sakınmak.

    teveşşi

    • Saç ve sakalı kır olmak, alacalanmak.

    tevkıye

    • Çok sakınmak.

    tevsir

    • Yumuşak etmek, yumuşatmak.

    tevtine

    • Yumuşak etmek, yumuşatmak.

    ticaret eşyası / ticâret eşyâsı

    • Ticâret niyetiyle alınıp, ticâret için saklanılan eşyâ.

    til'

    • Etrafına çok iltifat eden kişi. Etrafdakilerle şakalaşan kimse.

    timlak

    • Mülayemet etmek, yumuşaklık göstermek.
    • Tereddüt etmek, karar verememek.

    tımr

    • (Çoğulu: Etmâr) Eski kaftan.
    • şakrak kuşu.

    tukat

    • Nefsini haramdan ve şüpheli nesnelerden saklamak.

    tukye

    • Sakınma.

    tullab-ı nur

    • Nur talebeleri, Kur'an şakirtleri.

    tura

    • (Aslı: Tuğra) t. Topuz gibi yapılmış mendil, kuşak gibi oyun âleti. Kös, davul, trampet gibi şeylere vurmaya mahsus ip veya çomak.
    • Kamçı, örme kırbaç.
    • Demet, bağ, paket.

    turfe

    • (Çoğulu: Etrâf) Nâziklik, yumuşaklık.
    • Nimet.
    • Güzel yemek.
    • Zarif, iyi nesne.
    • Üst dudağın ortasında fazlalık olarak yumru et olması. (O kişiye "etref" derler.

    udlet

    • (Çoğulu: Uzul) Zahmet, meşakkat.
    • şiddet.

    ufuc

    • (Çoğulu: Afâc) Vurmak.
    • Göden bağırsağı denilen bağırsak.

    ukabeyn

    • İşkence veya asmak için dikilen iki tane dar ağacı.
    • Kovayı muhafaza etmek için kuyu içinde olan yumru taş.
    • Kuyu duvarı arasına koyulan saksı parçası.
    • Havuz içinde akan suyun yolu.
    • Büyük ilim.

    ukd

    • Düğüm.
    • Yoğun.
    • Gazap, hiddet.
    • Sâkin olmak.

    ülkü

    • Bazı öz türkçecilik taraftarlarınca kullanılmış bir kelimedir. Divan-ı Lügat-ıt Türk'te "Peyman" mânasına geldiğine merhum A. Hamdi Elmalılı işaret ediyor: "Ahd ü misak" da denir. Emanî, ideal mânâsına kullananlar varsa da yanlıştır.

    ülü'l-azm

    • Şerîat sâhibi, yeni din getiren peygamberlerden altı tânesine ve en büyüklerine verilen ad. Bunlar; Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed aleyhimüsselâmdır. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara anlatırken çok sıkıntı çektikleri ve bu sık ıntılara sabr ettikleri için kendilerine bu isim

    ülü'l-emr

    • Emir sâhibleri. Devlet başkanı ve onun vazîfe verdiği kimseler veya İslâmiyet'in emir ve yasaklarını insanlara öğreten ve anlatan âlimler.

    üsera / üserâ / اسرا

    • Tutsaklar, esirler. (Arapça)

    üskuf

    • (Çoğulu: Esâkıf) Kâfirlerin kadısı ve ruhbanları.
    • (Çoğulu: Esâkife) Pabuç diken, kunduracı.

    üslub-u müzeyyen / üslûb-u müzeyyen

    • (Ziynetli ve parlak üslub) Bu üslub tergib ve terhib (teşvik etme ve sakındırma) gibi hususları tazammun eder. Hitabiyat ve iknaiyatta kullanılır.
    • Süslü, parlak üslûp (Bu üslûp teşvik etme ve sakındırma gibi özellikleri ihtiva eder.).

    usnun

    • (Çoğulu: Asânin) Sakal ucu.
    • Her nesnenin evveli.
    • Devenin çenesi altında olan uzun kıllar.

    usr

    • Zorluk; meşakkat.

    uşşakiyye / uşşâkiyye

    • Evliyânın büyüklerinden Hasan Hüsâmeddîn Uşâkî'nin tasavvuftaki yolu.

    usve

    • Çoktandır taranmamış sakal.

    vahy

    • Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını, peygamberlerine melek vâsıtasıyla veya vâsıtasız olarak bildirmesi.
    • Allah tarafından gelen emir ve yasaklar.

    vahy-i ilahi / vahy-i ilâhî

    • Allah tarafından peygamberlere bildirilen emir ve yasaklar.

    vahy-i ilahiye / vahy-i ilâhiye

    • Allah tarafından vahiyle gelen emir ve yasaklar.

    vakf

    • Bir kimseyi veya bir şeyi alıkoymak, durdurmak. Kımıldatmamak.
    • Hareketten fariğ olmak, imsak etmek. Hapsetmek. Aslâ satılmamak, başka şeye tebdil olunmamak şartı ile bir mülkü Allah yoluna vermek. Menfaatı hayır nevilerinden birisine âit olmak üzere bir mülkü ilelebed vermek.

    vaki / vâkî

    • (Vikaye. den) Saklayan, koruyan, vikaye eden, esirgeyen.
    • Önleyici tedbir veya ilaç.

    vakıa' / vâkıa'

    • Vuku bulmuş, olmuş, var olan mevcud bir hâdise.
    • Olan olmuş.
    • Rüya, düş.
    • şiddetli hâdise.
    • Meşakkat, musibet.
    • Kıyamet.
    • Cenk, savaş.

    vara'

    • Haramdan ve yaramaz işlerden sakınmak.

    vasif / vasîf

    • (Çoğulu: Vusafâ - Vesâif) Hizmetçi, uşak.

    vaşık

    • Dağ köpeği. Vaşak.

    vati

    • Yumuşak ve kolay olan şey. (Kuş tüyünden yapılmış yastık gibi)

    vedi'

    • Başkasının malını saklamaya memur kimse.

    vedia / vedîa

    • Güvenilen kimseye saklamak için verilen mal. Emânet.

    velhan

    • Şaşakalmış, şaşkın, sersem.

    vemye

    • Meşakkat, sıkıntı. Belâ, musibet.

    vera' / verâ'

    • Haramlardan ve helâl ve haram olduğu bilinmeyen şüpheli şeylerden sakınmak.

    verik / verîk

    • Gür sakallı adam.
    • Sık yapraklı ağaç.

    vesaif

    • (Tekili: Vasif) Hizmetçiler, uşaklar.

    veşak / وشق

    • Vaşak. (Arapça)

    vesik

    • (Çoğulu: Visâk) Çok sağlam, kuvvetli.

    vika

    • Kendi ile bir şey saklanan nesne.

    vird

    • Suya ve sair şeye yakın gelme. Su hissesi. Suya müteveccih cemaat. (Farsça)
    • Talebe, şakird, mürid. (Farsça)

    vuhufet

    • Kılın yumuşak ve çok siyah olması.
    • Çok fazla kıllı oluş, çok kıllılık.

    vusafa

    • (Tekili: Vasif) Hizmetçiler, uşaklar.

    vusuk

    • (Tekili: Visâk ve Vesâk) Bağlar, râbıtalar.
    • Sözleşme yerleri.
    • Andlaşmalar.

    yafuh

    • Bıngıldak. Yeni doğan çocukların baş kemiklerinin arasındaki yumuşaklık.

    yesag

    • Kanun, nizam. (Farsça)
    • Yasak. (Farsça)

    yunus emre

    • (Vefat Mi: 1320) Porsuk Nehri'nin Sakarya'ya döküldüğü yere yakın Sarıköy'de doğduğu söylenir. Tasavvufî halk edebiyatının veli şâiri olan Yunus Emre, yaşadığı devirde halk tabakasını irşad ve tenvir etmiştir. Bir çok memleketleri ve bu arada Konya, Şam ve Azerbeycan'ı dolaştı. Konya'da Mevlâna ile

    zacir

    • Mâni olan, alıkoyan, yasak eden. Zecreden. Zorlayan.

    zagafe

    • (Çoğulu: Züguf) Nazik, yumuşak gömlek.
    • Geniş nesne.

    zahire / zahîre

    • Anbarda saklanan yiyecek, hububat. Azık.
    • İlerisi için saklanan yiyecek. Azık.

    zahmet / زحمت

    • Sıkıntı, meşakkat. (Arapça)
    • Güç. (Arapça)

    zal

    • İhtiyar. Ak sakallı. (Farsça)
    • İranlı meşhur kuvvet ve pehlivanlık senbolü Rüstemin babasının adı. (Farsça)

    zali'

    • (Çoğulu: Zulu') Eğri, meyilli.
    • Müttehem kimse. Töhmetli.
    • Aksak hayvan.

    zaruret / zarûret

    • Haram olan, yasaklanan bir işin yapılmasını mübâh (dînen serbest) kılan sebeb, özür.

    zat-ı hafiz / zât-ı hafîz

    • Her şeyi koruyan ve saklayan Zât, Allah.

    zat-ı hakim-i hafiz / zât-ı hakîm-i hafîz

    • Herşeyi koruyup saklayan ve hikmetli bir şekilde yapan Zât, Allah.

    zecir / زَجِرْ

    • Sakındırma.
    • Yasaklama, zorlama.

    zecirkarane / zecirkârâne

    • Şiddetle sakındırarak, engelleyerek.

    zecr

    • Azarlama, sakındırma.
    • Sakındırma, zorlama.
    • Yasaklama, yaptırmama.
    • Zorlama, zorla yaptırma, angarya işletme sıkma, eziyet.

    zecr-i kur'ani / zecr-i kur'ânî

    • Kur'ân'ın şiddetli azarlaması, sakındırması.

    zecren

    • Sakındırma, yasaklama.

    zekeriyya aleyhisselam / zekeriyyâ aleyhisselâm

    • İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Yahyâ aleyhisselâmın babasıdır. Soyu Süleymân aleyhisselâma ulaşır. Mûsâ aleyhisselâmın dîninin emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etti. Yahûdîler tarafından şehîd edildi. Kabri Haleb'dedir.

    zelik

    • Düşük oğlan, sakat çocuk.

    zelul

    • Yumuşak huylu. Sert başlı olmayan. İtaatlı ve râm olan.
    • Hecin devesi.
    • İnsanların emrindeki yeryüzünün hâli.

    zeluli / zelulî

    • Başı yumuşak. Dayanıklı. Sabırlı, tahammüllü.

    zemel

    • Bir yanı üzerine çöküp öbür yanını yukarıya kaldırarak koşmak.
    • Devenin ayağına ârız olan aksaklık.
    • Su tulumunun sarkması.

    zemk

    • Sakal yolmak. (Yolunan sakala "zemika" veya "mezmuka" derler.)

    zenub

    • Sakaların su dağıttıkları bir kapdır ki; Kur'ân'da azabdan nasib mânasına istiare olunmuştur.

    zerari / zerarî

    • (Tekili: Zürriyet) Zürriyetler, kuşaklar, nesiller.

    zevacir

    • (Tekili: Zâcire) Yasak edenler, men'edenler, önleyenler.

    zeval-i gaflet

    • Gafletin dağılması; Allah'ın emir ve yasaklarına duyarsız davranma hâlinin sona ermesi.

    zıhri / zıhrî

    • (Çoğulu: Zıhârâ) Bir ihtiyaç için hazırlanıp saklanan nesne.

    zımni / zımnî

    • İçinde saklı, gizli olarak.
    • Kendiliğinden.
    • Saklı, gizli, örtülü.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın