REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te Ķul ifadesini içeren 2313 kelime bulundu...

bain talak / bâin talak

  • Boşamada kullanılan sözleri söyler söylemez, evliliği sona erdiren boşama.

işa-i rabbani / işâ-i rabbânî

  • Hıristiyanların, dinlerinin temel inançlarından biri gibi kabûl ettikleri akşam yemeğinde güyâ Îsâ aleyhisselâmın etini yiyip, kanını içerek onunla birleşeceklerine ve böylece günâhlarının döküleceğine inanmaları.

müceddid / müceddîd

  • Yenileyici, kuvvetlendirici. İslâm dînini kuvvetlendiren, bid'atleri yâni İslâm dînine sokulmak istenen reformları, hurâfeleri söküp atan ve sünnetleri ortaya çıkaran âlim.

a'bel

  • Ak, beyaz.
  • Ağaç yaprağının dökülmesi.

a'kas

  • Boynuzu kulağı ardında bitmiş veya boynuzu kulağı ardına gelmiş nesne.

a'sab-ı guş / a'sâb-ı gûş

  • Kulak sinirleri, kulaktaki sinirler.

a'sac

  • Saçları alnı üzerine dökülmüş.

ab-dest

  • Namaz ve sair dini ibadetler için usulüne uygun olarak, el, ağız, burun, yüz, dirseklere kadar kolları ve topuk kemiği üzerine kadar ayakları üçer defa yıkamak ve kulaklara, başa ve enseye meshetmektir. (Farsça)
  • Azarlama, paylama. (Farsça)

ab-gir

  • Suyun biriktiği yer, havuz. (Farsça)
  • Dokumacılıkta kullanılan fırça. (Farsça)

ab-ı ru-yi habib-i ekrem / âb-ı rû-yi habîb-i ekrem

  • Allah'ın sevgili kulu olan Hz. Muhammed'in (a.s.m.) yüz suyu.

ab-yari / ab-yarî

  • (Asıl mânâsı sulama ise de, lisanımızda yalnız mecazi mânâsiyle bazı eski nesir yazarları tarafından kullanılmıştır). Yardım, itimat. (Farsça)

aba

  • Kule.

abd / عبد / عَبْدْ

  • Kul, köle.
  • Kul, köle, Allah'ın kulu. Mahluk, insan. Hizmetçi. (Hür'ün zıddı). "Abd kelimesi Allah'ın bazı isimleriyle birleştirilerek erkek isimleri meydana getirilir. Abdullah (Allah'ın kulu). Abdulbâki (Ebedi olan Allah'ın kulu) gibi. Bu isimleri taşıyan insanlar buna lâyık olmaya çalışmalıdırlar."
  • Kul.
  • Kul.
  • Köle.
  • Kul, köle, mahlûk. Tasavvufta kâmil müslüman.
  • Kul. (Arapça)
  • Köle. (Arapça)
  • Kul.
  • Kul.

abd-i aciz / abd-i âciz

  • Allah'ın âciz ve zayıf kulu.

abd-i aziz

  • İzzetli kul, Allah'tan başkasına müracaat etmeyen ve minnet duymayan kul.

abd-i gubar

  • Günahkâr kul; toz ve çamura bulanmış gibi günahlarla kirlenmiş kul anlamında bir ifade.

abd-i has

  • Özel, seçilmiş kul.

abd-i hüdabin / abd-i hüdâbin

  • Cenab-ı Hakkı tanıyan kul.

abd-i külli / abd-i küllî / عَبْدِ كُلِّي

  • Bütün varlıkların ibadetlerini kendi şahsında temsil eden kul.
  • Umum kâinatın ibadetlerini temsil eden kul.

abd-i mahsus

  • Özel, seçilmiş kul.

abd-i mahsūs / عَبْدِ مَخْصُوصْ

  • Özel kılınmış kul.

abd-i memluk

  • Kul, köle.

abd-i mü'min / عَبْدِ مُؤْمِنْ

  • İman etmiş kul.
  • Îmân eden kul.

abd-i mükerrem / عَبْدِ مُكَرَّمْ

  • İkram edilen, saygı gösterilen kul.
  • İkrâm olunmuş, değer verilmiş kul.

abd-i pür-taksir / abd-i pür-taksîr

  • Kusurlarla dolu kul.

abd-i pürkusur

  • Kusurlarla dolu olan kul.

abd-i sacid / abd-i sâcid

  • Allah'a secde eden kul.

abdiyet

  • Kulluk.
  • Kulluk.
  • Kul olduğunu bilerek dininde, emredildiği üzere ibâdet ve itaatte bulunmak.
  • Kulluk.

abdiyyet

  • Kulluk makamı. Evliyâlığın en yüksek makâmı, derecesi. İyilikleri Allahü teâlâdan bilip kendinden bilmemek.

abdulkadir

  • Allah'ın kulu.

abdullah

  • Allah'ın kulu.
  • Bu isim Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın mübarek ve şerefli isimlerindendir. Çünkü, Allah'a itaat ve ibadette, kulluk yapmada devamlı ve en ileride olup bütün ömürlerinde Cenab-ı Hakka maddi manevi bütün hâlâtında itaatttan ayrılmamıştır (A.S.M.). Hem muhterem ba
  • Allah'ın kulu, kölesi.

abdullah çavuş

  • Abdullah Çavuş (Kula).

abid / abîd / âbid / عبيد

  • Kullar. Köleler.
  • Allah'a ibadet eden, kul.
  • Kullar. (Arapça)
  • Köleler. (Arapça)

abid-i müsebbih / âbid-i müsebbih

  • Allah'ı tesbih eden kul.

abidane / abîdâne

  • Kul olarak, ibâdet edene yakışır surette. (Farsça)
  • Kulluğa yakışır bir şekilde.

abkame

  • Anadolunun bazı doğu illerinde ve Bağdat'da yapılan, turşu veya salataya benzer bir çeşit yiyecek maddesi. (Farsça)
  • Ekşi hamurdan pişirilerek sirkeye konulan ve turşu olarak kullanılan bir gıda maddesi. (Farsça)

acemi ve ecnebi huruf / acemî ve ecnebî huruf

  • Arap alfabesinin dışında kullanılan yabancı harfler.

acizane / âcizâne

  • Âciz bir şekilde, güç yeteden anlamında kullanılan bir tevazu ifadesi.

acz-i abd

  • Kulun acizliği, güçsüzlüğü.

adalet-i izafiye / adâlet-i izafiye

  • İzafi adalet veya adâlet-i nisbiye de denir. Küll'ün selâmeti için, cüz'ü feda eden adalet usulüdür.

adat-ı cariye / âdât-ı cariye

  • Kullanılan âdetler, yaşayan sosyal kurallar.

ade / âde

  • Âdet kelimesinin arabca terkiblerdeki kısalmış şekli. Meselâ: Harikulâde, alelâde, fevkalâde.

adet-i islam / âdet-i islâm

  • İslâm âdeti. Küfür alâmeti olmayan ve en az iki müslüman tarafından kullanılan âdetle ilgili şeyler.

adiyat / âdiyat

  • (Tekili: Âdi) Her zaman meydana gelen hârikulâde ve birer mu'cize-i kudret olmakla beraber, insanlarca alışılmış olduğundan kuymeti bilinmeyen hâdiseler.
  • Kıymetsiz şeyler.

adli / adlî

  • Adâlete mensup, adâletle alâkalı, ilgili.
  • Sultan II. Bayezid'in şiirlerinde kullandığı mahlası.

adrenalin

  • Tıb: Böbrek üstü salgısından çıkarılan bir hormon. Sentetik olarak da yapılır. Damar daraltmak ve kanamayı önlemekte kullanılır. (Fransızca)

aftab-gerdan / aftâb-gerdan

  • Güneşten korunmak üzere başa giyilen şey. (Farsça)
  • Avcı kulübesi. (Farsça)

afv

  • Bağışlama. Allahü teâlânın, ihsânı ile, âsî ve günâhkâr kullarının kusur ve günâhlarını bağışlaması.
  • Bir kimsenin, düşmanından veya suçludan intikâm almaya, karşılığını yapmaya gücü yettiği halde bir şey yapmaması, intikâm almaması.

agavat

  • (Tekili: Ağa) Saray hizmetlerinde kullanılan harem ağaları.

agdef

  • Uzun ve sarkık kulaklı.

agleb

  • Daha galib. Çok kerre, ekseriya. Çoğu. ("Ağleben - Ağlebâ" şeklinde de kullanılır.)

agnam

  • (Tekili: Ganem) Koyunlar, keçiler.
  • Hayvanlardan alınan vergi anlamında kullanılan bir tabirdir.

agrandisman

  • Büyütme (Fotoğrafçılıkta kullanılır.) (Fransızca)

agüs

  • Taşcıların oymacılıkta kullandıkları demir kalem. (Farsça)

ah

  • Aferin, bravo! manasına kullanılır. (Farsça)
  • Maddi veya mânevi bir acı hissolundukta kullanılır.
  • Nedamet, pişmanlık ve teessüf beyan eder.
  • Birine acındığına, keder ve esef edildiğine delalet eder. Meselâ : Ah! Evladım! gibi.

ahar

  • Hattatların kullandıkları kâğıda sürülen nişastalı yumurta. (Farsça)
  • Kahvaltı. (Farsça)
  • Bir nevi çelik. (Farsça)

ahd-i atik

  • Eski ahd. Hıristiyanlarca Mûsâ aleyhisselâma inen kitab. Bu ismi ilk olarak hıristiyanlar kullanmışlardır. Hıristiyanların Kitab-ı mukaddes denilen kitabları Ahd-i Atîk ile Ahd-i Cedîd'den meydana geldiğinden onlar da Ahd-i Atîk'i kutsal kabul etmekt edirler. Yahûdîler, Ahd-i Atîk yerine Tanah demek

ahilik

  • Asırlar önce Anadolu'da gelişen bir halk ocağı. Sosyal bir kuruluş olan ahilik iş alanında adam yetiştirmek, çalışma sevgisini aşılamak, istihsali çoğaltmak gibi gayeleri vardı. Günlük hayatta ise teavün, yoksulları koruma gibi insani duyguları; ayrıca müzik, silah kullanma, binicilik kabiliyetlerin

ahkam-ı ubudiyet / ahkâm-ı ubudiyet

  • Kulluk esasları, kulluğun hükümleri.

ahkar-ul ibad / ahkar-ul ibâd

  • Kulların en hakiri.

ahker

  • Ateşli kül, kül ile karışık ince kor. (Farsça)

ahlet

  • Saçı dökülmüş kişi.

ahrab

  • Kulağı kesik.
  • Kulaktaki küpe deliği.

ahraz

  • (Ahrad) Kirpikleri dökülmüş, çipil gözlü.

ahreb

  • Çok harap, perişan, yıkık.
  • Kulağı yarık kimse.
  • Edb: Rübai vezinlerinden "Mef'ulü" ile başlayan oniki şekilden herbiri.

ahtel

  • Sarkık kulaklı.

ahu

  • Saç ve sakalı ak olup şayan-ı hürmet ve tâzim olan. Ahubaba, yalnız bu tabirde kullanılır.

ahval-i acizane / ahvâl-i âcizâne

  • Bir tevazu ifadesi olarak "Allah'ın âciz ve zavallı bir kulu olarak sağlık durumum, halim" mânâsında bir ifade.

ahzad

  • Eğrilip bükülen, esnek.

ajans

  • Her türlü havadisi toplayıp, ilgili mevkilere bildiren kuruluş. (Fransızca)
  • Ticari bir teşekkülün kolu. (Fransızca)

ajende

  • Çamur. (Farsça)
  • Binalarda kullanılan harç. (Farsça)

aka

  • İran Türkleri "ağa" yerine kullanırlar.

akabe

  • (Çoğulu: Akabât) Bâdire. Sarp ve çıkılması müşkül yokuş.
  • Tehlikeli geçit. Dar ve iki tarafı pusu yeri olan boğaz.
  • Muhatara, tehlike.
  • Hastalığın veya başka bir halin en tehlikeli ve korkulur süresi.
  • Kızıldenizin kuzey ucunda, Süveyş'in doğu tarafında bulunan da

akakir

  • (Tekili: Akkar) Tıb: İlaç yerine kullanılan nebâtî kökler.

akar

  • Gelir, gelir getiren gayr-ı menkuller.

akas

  • Çirkin kokulu olma.

akça

  • (Akçe) Beyaz, oldukça beyaz.
  • Para.
  • Eskiden para ölçüsü olarak kullanılan küçük gümüş sikke.

akçe

  • Osmanlı Devletinin ilk zamanlarından îtibâren bastırılan ve kullanılan gümüş para birimi. İlk sikkesi gümüşten yapıldığı için ak (beyaz, parlak) para mânâsına akçe denildi.

akderi

  • Eski zamanda kağıt yerine kullanılan ve üzerine yazı yazılan deri.

akfen

  • Kulağı küçük ve kalın olan.

akıs / âkıs

  • Pis kokulu.

akl-ı feal / akl-ı feâl

  • İşrâkiyye (Yeni Eflâtunculuk) felsefesinde ukûl-ı aşerenin (on akılın) sonuncusu olup, yaşadığımız âlemle alâkalı akla verilen ad. Öldürme ve yaratma işlerine bakan mertebe.

aknan

  • (Tekili: Kınn) Kullar, köleler.

akra'

  • Başı kel olan.
  • Saçları dökülmüş olan.
  • Çıplak dağ.

akrebiyet

  • Çok yakınlık; Cenab-ı Hakkın kula yakınlığı.

akrebiyet-i ilahiye / akrebiyet-i ilâhiye

  • İlâhî yakınlık, Allah'ın kula olan yakınlığı.

aktar

  • (Tekili: Kutr) Kuturlar. Çaplar. Dâirenin merkezinden geçen doğru hatlar.
  • Her taraf.
  • Güzel kokulu yağlar vesaire satan adam. Güzel kokular tâciri.
  • Ecza, ilâç satan adam.
  • Mahalle aralarında bazı baharatla iğne, iplik vesaire satan satıcı.

akves

  • Sıkıntılı an.
  • İhtiyarlıktan beli bükülmüş kimse. Kamburu çıkmış ihtiyar kişi.

alat-ı lehv / âlât-ı lehv

  • Dinen yasak olan eğlencelerde kullanılan aletler, yasak eğlencelere mahsus çalgılar.

alat-ı rasadiyye / âlât-ı rasadiyye

  • Meteoroloji ve astronomi araştırmalarında kullanılan âlet ve cihazlar.

alaybozan

  • Eskiden kullanılmış olan bir çeşit fitilli tüfek.

alçı

  • Sağlam harç yapmada kullanılan beyaz toz, cibs.

ale / âle

  • İlaç için kullanılan ve "Hint Sünbülü" adı verilen çiçek. (Farsça)

alek / âlek

  • İlaç için kullanılan ve "Hint Sünbülü" adı verilen bir çiçek. (Farsça)

alem-i hab / âlem-i hâb

  • Uyku ve rüyâ âlemi. Bazan âlem-i mâna, âlem-i misal, âlem-i nevm gibi tâbirler de kullanılır.

alet / âlet

  • Bir işte veya bir san'atta kullanılan vasıta. Bir makinayı vücuda getiren ve işlemesine yardım eden parçalardan her biri.
  • Sebeb, vesile, vesâit.
  • Edevat. Avadanlık.
  • Bir iş veya sanatta kullanılan vasıta.

alet olma / âlet olma

  • Vasıta olma, kullanılma.

alet-i cerrahiye / âlet-i cerrâhiye

  • Cerrahların, yaraları tedaviye çalışan doktorların kullandıkları edevat, takım.

aleyhisselam / aleyhisselâm

  • Allahü teâlânın selâmı onun üzerine olsun mânâsına daha çok peygamberler ve dört büyük melek için kullanılan duâ ve tâzim (saygı) ifâdesi. İki kişi için aleyhimesselâm, daha çok kişi için aleyhimüsselâm denir.

alkış

  • Tar: Padişahlarla vezirlerin kadirlerini yükseltmek maksadıyla yapılan merasim hakkında kullanılan bir tabir.

amay

  • Süsleyen, dolduran mânasına gelir ve kelimelere eklenerek kullanılır. (Farsça)

ambargo

  • Bir para veya malın kullanılması veya başka bir yere götürülmesi ya da bir geminin bulunduğu limandan ayrılması yasağı.

amed / âmed

  • (Mâzi fiili olup mastar gibi kullanılır). Gelmek, geliş, vürud eyleme. (Farsça)

amin alayı

  • Eskiden çocukların ilk okula başladığı gün yapılan merasim.

ampirizm

  • (Deneyci felsefe) Her çeşit bilginin kaynağının duyu organlarının kullanılması sonucu kazanılan tecrübe olduğunu, duyu organlarının kullanılmadan hiçbir bilginin akılda yer alamıyacağını savunan felsefe. Akılcı felsefe gibi bu felsefenin de aşırı iddiasının yanlışlığını, tenkitçi felsefe ve psikoloj

amr

  • Eski fetva metinlerinde erkeği temsil etmek için kullanılan umumi isimlerden birisi.

amudi / amudî

  • Yukarıdan aşağıya dikey olarak. Direk gibi yukarıdan aşağıya düz ve şakulünde olarak.

amyant

  • Kolayca bükülebilen, ateşe dayanıklı liflerden yapılmış bir çeşit asbest.

an

  • Arabçada harf-i cerrdir. Ekseri ismin, kelimenin başına getirilir. Türkçe karşılığı "den, dan" diyebiliriz. Bedel için olur. Meselâ: Ona bedel ben geldim, cümlesinde olduğu gibi. Tâlil için olur. Bu'd yerinde kullanılır. Zarfiyyet için, mücâveze için ve harf-i cerr olan "min" mânasına, "bâ" mânasına

anak / anâk

  • (Çoğulu: Ânuk) Dişi keçi yavrusu.
  • Zahmet, meşakkat.
  • Karakulak dedikleri hayvan.

anasır-ı külliye / anâsır-ı külliye

  • Külli ve dünyanın her tarafından yayılmış bulunan unsurlar.

anber

  • Güzel koku. Adabalığı ve kaşalot denilen büyük balıkların barsaklarında teşekkül eden güzel kokulu madde.
  • Derisinden kalkan yapılan bir balık.
  • Güzel kokulu bir madde.

anber-bar

  • Güzel kokulu. Anber kokulu. (Farsça)

anber-nisar

  • Güzel koku yayan. Anber kokulu. (Farsça)

anber-sirişt

  • Anber gibi güzel kokulu. (Farsça)

anberbu / anberbû / عنبربو

  • Amber kokulu. (Arapça - Farsça)

anberin / anberîn

  • Güzel kokulu. Anber kokulu.

andem

  • Tıb: Kanı durdurmak için kullanılan bir çeşit reçine.

ane / âne

  • Kelime sonuna getirilerek zarfiyet ifâdesi için kullanılan nisbet edatıdır. Meselâ: Mütefekkirâne (: Mütefekkire yakışır halde) kelimesinde olduğu gibi. (Farsça)

antropoloji

  • yun. İnsan dediğimiz varlığı inceleyen ilim. İnsan biyolojik özellikleri açısından incelendiğinde biyolojik antropoloji, cemiyet halinde yaşıyan bir varlık olması açısından incelendiğinde sosyal antropoloji veya kültür antropolojisi, insanın mahiyeti, diğer varlıklardan farkı, hayatının mânası, düny

aposteriori

  • Fels: Tecrübe sonunda meydana gelen bilgi ve düşünceyi anlatmak için kullanılan bir sıfat. Meselâ ateşin yakıcı olduğunu denedikten sonra anlarız. Bu bilgi, aposteriori bir bilgidir.

apriori

  • fels. Tecrübeden önce insan aklında varlığı kabul edilen bilgi ve düşünceyi anlatmak için kullanılan bir sıfat. Meselâ: "Her sayı kendine eşittir" hakikatı hiçbir deneye baş vurmadan bilinen bir apriori bilgidir.

arabesk

  • Süslemede kullanılan bir çeşit tezyinat.

arabi aylar / arabî aylar

  • Hicrî senenin on iki ayı. Hicrî takvimde kullanılan Arabî ayların adları sırasıyla şunlardır: Muharrem, Safer, Rebî'ul-evvel, Rebî'ul-âhir, Cemâzil-evvel, Cemâzil-âhir, Receb, Şa'bân, Ramazan, Şevvâl, Zilka'de, Zilhicce.

arakiyye

  • Yünden yapılan bir cins külâhtır ki, bilhassa dervişler kullanırlar.

arakıyye / عرقيه

  • Derviş külahı. (Arapça)

arare

  • (Çoğulu: Arâr) İyi kokulu bir ot.
  • Şiddet
  • Kötü ahlâk.
  • Evin avlusu, ev içi.
  • Soğuk şiddetli olmak.

arazi-i mahlule / arâzi-i mahlule

  • Huk: Araziyi kullananın intikal sahibi mirasçı bırakmaksızın ölümüyle hükümete kalan arâzi-i emiriye.

arazi-i mektume / arâzi-i mektume

  • Huk: Beytülmâle haber verilmeksizin kullanılan mahlul veya müstahik-i tapu araziler.

arazi-i mevat / arazi-i mevât

  • Huk: Hiç kimse tarafından kullanılmayan ve halka verilmeyen, meskun mahallerden biraz uzakta bulunan taşlık ve kıraç arazi.
  • İşlenmemiş toprak.

argo

  • Bir meslek veya topluluk sınıfı arasında kullanılan özel söz. (Fransızca)
  • Mc: Serserilerin ve külhanbeylerin kullandığı söz veya deyim. (Fransızca)

arif / ârif

  • Bilen, tanıyan, ilim ve irfân sâhibi.
  • Allahü teâlânın rızâsını kazanmış, O'ndan başkasının sevgisini kalbinden çıkarmış, tasavvufta yetişip, kemâle ermiş velî zât. Ârif-i billah da denir.
  • Mütehassıs olduğu ilmi, zorlanmadan tatbik eden, kullanabilen kimse.

ariye

  • (Ariyet) Geri verilmek üzere alınan, iğreti. Bir kimsenin geri almak üzere, karşılıksız olarak başkasının faydalanmasına terk ettiği mal. Kullanılmak üzere alınan emanet mal.

ariyet / âriyet

  • Kullanıp geri vermek üzere, emanet.

ariyeten

  • İğreti olarak, emâneten mânasında kullanılır.

aruz

  • Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere etrafındaki nahiye ve köyler.
  • Edb: Şiirin ahenk ölçülerinden, nazmın vezinlerinden bahseden ilim. Arap, Fars, Türk şiirinde kullanılan vezin ki, hecelerin uzunluk (kapalılık) ve kısalık (açıklık) değerlerine dayanır.
  • Bir beytin birinci

arz-ı ubudiyet / arz-ı ubûdiyet

  • Kulluğun arz edilmesi, sunulması.
  • Kulluğun sunulması.

asa / asâ

  • (Fiil veya harftir) Ümid veya korku bildirir. Şek ve yakin manalarına delalet eder; (ola ki, şayet ki, meğer ki, olur, gerektir) manalarına gelir. Ekseri, (lâkin) (leyte) mânasına temenni için kullanılır. Hitab-ı İlahî kısmında yakîn ve vücubu ifade eder.

asan / âsân

  • Kolay. Suhuletli. Yesir. (Farsça)
  • Bükülmüş ipin her katı. (Farsça)

aselbent

  • Tıbda ve kokuculukta kullanılan bir reçinedir ve aynı adla anılan ağacın kabuklarının çizilmesiyle elde edilir.

aseli / aselî

  • Bal gibi sarı renkte olan.
  • Yahudilerin ayırdedilmek için, omuzbaşlarına taktıkları sarı kumaş parçası.
  • Eskiden kullanılan bir kumaş çeşidi.

aşevi

  • Yoksullara parasız olarak yemek yedirilen veya dağıtılan yer, aşhane.
  • Para ile yemek yenilen yer, lokanta.
  • Düğün gibi toplantılarda, yemekleri hazırlamak için iğreti mutfak olarak kullanılan yer.
  • Bazı tekkelerde yemek pişirilen yer.

asfiya / asfiyâ

  • Hz. Peygamber yolundan giden ilim ve takvâ sahibi velî kullar.
  • Sâflar, temizler; Allahü teâlânın evliyâ kulları. Tekili safiyy'dir.

ashab / ashâb

  • (Tekili: Eshâb) (Sahib) Arkadaş olanlar. Sahip olanlar, kullanma yetkisine sahip kişiler.
  • Halk, ahali.
  • Sahabeler, yani Peygamberimiz Hz. Muhammed'i (A.S.M.) görmüş ve mü'min olarak ona ve onun mesleğine bağlı kalmış olan zatlar. Bu kişiler, insanlık, doğruluk ve her türlü faz

asin / âsin

  • Pis kokulu. Bozulup kokan su.

asir

  • Ağır. Zor. Güç. Müşkül. Düşvâr.

aşiret / aşîret

  • Dil ve kültürü büyük ölçüde aynı türden olan, birçok boydan oluşan, yapısındaki aileler arasında sosyal, ekonomi, din, kan veya evlilik bağları bulunan göçebe veya yerleşik nitelikteki topluluk; oymak.

aslah

  • Kulağı hiç işitmeyen.

aslem

  • Kulağı kesik olan, kesik kulaklı.

asma'

  • Küçük kulaklı.
  • Zeki kimse.

asmıha

  • (Tekili: Sımah) Kulak kanalları.

asrem

  • Kulağı sakat, hasta.
  • Ailesini geçindirmek için sıkıntı çeken (kimse).
  • Bölük bölük.

astronomi

  • yun. Kozmoğrafya. Gök ilmi. Felekiyat.Astronomi ilmi dünyanın birgün hareketinin duracağını; coğrafya, karaların alçalarak dünyanın sularla kaplanacağını, iklimin değişerek canlılar için yaşanmaz hâle geleceğini; fizik, güneşin birgün söneceğini, kâinattaki enerjinin artık kullanılamaz, işe yaramaz

astronot

  • yun. Feza yolculuğu yapan vasıtaları kullanan kişi. (Amerikada ve batıda astronot; Rusyada ve komünist ülkelerde kozmonot tâbiri kullanılmaktadır.)

ateş-i rumi / ateş-i rumî

  • Eskiden kullanılan bir silâh çeşitidir. Kara ve deniz muharebelerinde yangın çıkartmak için kullanılırdı.

ateş-kar / ateş-kâr

  • Külhancı. (Farsça)
  • Mc: Aceleci, kızgın veya merhametsiz adam. (Farsça)

ateş-zen

  • Ateş yakmak için kullanılan alet, çakmak. (Farsça)

ateşkar / âteşkâr / آتش كار

  • Külhancı, ateşçi. (Farsça)

atf-ı tefsir

  • Bir mânada olup mücerred tasdik ve te'kid için "ve" ile müteradifine (aynı mânadaki kelimeye) atfolunan kelime. Meselâ: "İhsan ve kerem, hüzün ve keder" ifadesindeki "ve" ler gibi. Diğer bir ifade ile: Aynı olan ayrı iki kelimenin birlikte kullanılması. ("deli divâne"de olduğu gibi.)

athal

  • Kül renginde.

atır

  • (Itr. dan) Güzel kokulu, ıtırlı.
  • Kokuları seven kimse.

atom

  • yun. Maddenin bölünemez en küçük parçası manasında eski çağ felsefesinde kullanılan bir tâbir, günümüze kadar gelmiş ve ilmî tabir olarak kalmıştır. Atom, maddenin bölünmez bir parçası değil, kendisi de daha küçük parçalardan yaratılmış çok küçük bir âlemdir. Dünyada, kâinatta ve atom âleminde hep a

atr

  • İyi kokulu şeyler sürünmek.

avaik

  • (Tekili: Âika) Mânialar. Engeller. Müşküller.
  • Nuh (A.S.) Kavminin sonradan taptıkları bir put ismi.

avrupalılaşmak

  • Avrupalıların fikirlerini ve yaşayış tarzını benimsemek. Türkiye'de batılılaşma olarak kullanılmaktadır. Avrupa zamanımızda ilim ve teknikte ilerlemiş olmakla beraber inanışları, ahlâkları, felsefeleri ve yaşayış tarzı ile geri bir düşünüşü temsil eder. Avrupaya, batıya özenmek, eşkiyanın gasbettiği

ayan / âyan

  • Parlamentonun aldığı kararları düzeltmek için üyelerinin bir kısmı devlete mensup, bir kısmı da halktan seçilmiş olan meclis ve bu meclis üyelerinin her biri ("âyan meclisi", "âyandan falan zat" şeklinde kullanılır).

ayniyyat

  • (Tekili: Ayniyye) Kullanılmaya veya harcanmaya elverişli olup taşınabilen ve para eden şeyler.

azam-ı aktab / âzam-ı aktâb

  • Kutupların, Allah'ın sevgili kulları velilerin ileri gelenlerinin en büyükleri.

azan

  • (Tekili: Üzn) Kulaklar.

azmayiş

  • Deneme, sınama, tecrübe. (Farsça)
  • Tar: Emekdar tirendâzların kullandığı bir çeşit ok. (Farsça)

azürde-püşt

  • Beli bükülmüş ihtiyar. (Farsça)
  • Yükten sırtı berelenmiş olan hayvan. (Farsça)

ba'

  • Kulaç.
  • Erişme.
  • Yetme.
  • Kuvvet, kudret, beceriklilik.
  • şeref, kerem.
  • Vergili, verimli olma.

ba'detteşekkül

  • (Ba'de-t teşekkül) Teşekkül ettikten sonra, oluştuktan sonra.

babil / bâbil

  • Asurlular devrinde Irak'ta kurulan şehirlerden biri. Bağdat'ın aşağı tarafında bulunan ve büyücülüğünden dolayı, eski edebiyatımızda "Çeh-i Bâbil" olarak yer alan ve birçok dillerin meydana gelmesi bakımından da adı geçen "Bâbil Kulesi"nin bulunduğu ilkçağdan kalma bir şehir.

babil kulesi / bâbil kulesi

  • Tevrat'ın rivayetine göre Hz. Nuh'un (A.S.) oğulları tarafından gökyüzüne ulaşmak için yaptırılmış büyük bir kuledir. Rabbimiz bu kulede çalışmakta olanların dillerini değiştirmiş ve birbirlerini anlamaz hale getirmiştir. Bundan dolayı tamamlanamamış ve 72 dil burada meydana gelmiştir. (Buna "tebelb

badiyet-üş-şam / bâdiyet-üş-şam

  • Fırat ve Dicle nehirlerinin birleşip denize döküldükleri yerden, batıya doğru uzanan çöl.

bahar

  • Güzellik.
  • Güzel.
  • Papatya.
  • Ölçek.
  • Put, sanem.
  • Atılmış pamuk.
  • Tarçın, karanfil ve karabiber gibi güzel kokulu ve ısıtıcı tohumlar ki, bazı yiyecek ve içeceklere de karıştırılır.
  • Sığır gözü.
  • İyi kokulu bir sarı çiçek.

baharat

  • Karanfil, tarçın, karabiber gibi sert kokulu şeyler.

bahire

  • Kulağı kesik deve.

bahıyre

  • Cahiliyye devrinde beş batın doğuran devenin beşinci yavrusu erkek olursa kulağı yarılır ve salıverilirdi. Artık hiç bir işte kullanılmayan bu deveye bu ad verilirdi.

bahr-i ubudiyet / bahr-i ubûdiyet

  • Kulluk denizi.

bahur / bahûr

  • Sıcakta yerden yükselen buhar.
  • Tütsü. Yakılarak güzel kokular elde edilen ot ve sâir şey.

bakir / bâkir

  • Kullanılmamış, bozulmamış.

bakl

  • (Çoğulu: Bükûl) Tere ve sebzevatın her birisi.
  • Sakal bitmek ve diş çıkmak mânâsına mastardır.

bakteri tedavisi

  • Bazı hastalıkların tedavisinde ölü veya canlı bakterilerin kullanılması ile yapılan tedavi.

balimez

  • 16. ve 17. yy. larda Osmanlılar tarafından kara ve deniz savaşlarında kullanılan uzun menzilli top.

balin

  • Yastık. Koltuk. İskemle yerine kullanılan yuvarlak yastık. (Farsça)

balon

  • Hava veya hafif gazlarla doldurulan küre. Bugünkü uçaklar balonculuğun geliştirilmesiyle elde edilmiştir. Zeplin adı verilen güdümlü balonlar hava ulaşımında ve savaşta kullanılmıştır. (Fransızca)

balyemez

  • Osmanlıların bir zamanlar kullandıkları uzun menzilli toplar.

balyoz

  • Vaktiyle Avrupa devletlerinin büyükelçi ve büyük konsoloslarıyla, general ve amiral gibi kişilerine verilen bir ünvandır. (Fransızca)
  • (Yunancadan) Kazık çakmak, büyük taşları kırmak için kullanılan uzun saplı, iri ve ağır çekiç. (Fransızca)

ban

  • Dam, çatı.
  • Sorgun ağacı. Bey söğüdü.
  • yun. Sevgilinin boyu. Farsçada kelime sonuna gelerek, Türkçedeki "ci, cu" ekleri yerini tutan mânâda kullanılır. Meselâ: Bağban: Bağcı.

banyol

  • Bu kelime; zindan, hapishâne mânâlarında kullanılırdı. Buraya katiller, hırsızlar ve beylik esirlerin satışa yaramıyanları konurdu.

barbut altını

  • Tanzimattan önce Osmanlılarda kullanılan bir çeşit altın sikke. Yüzlük Mecidiye altını kıymetinde ve ayarında, iki kırat ağırlığında idi.

barekallah / bârekâllah

  • "Allah ne mübarek yaratmış".
  • Allah hayırlı ve mübarek kılsın anlamında, beğeniyi ifade etmek için kullanılan bir söz.

barika / bârika

  • (Çoğulu: Berâik) Üzerine biraz yağ dökülmüş olan süt.
  • (Çoğulu: Bevârık) Parıltı. Parıldayan.

barut

  • yun. Güherçile ile kükürt ve kömürden mürekkeb, alev alıcı bir maddedir ki, toz halinde olup, umumiyetle ateşli silahlarda ve taş kırmak gibi işlerde kullanılır.
  • Mc: Çabuk kızan, şiddet ve hiddete kapılan.

basbasa

  • Dalkavukların nefret edilecek hâlleri, tabasbusları, yaltaklanması.
  • Köpeğin, kuyruğunu sallayarak sokulması.

başıbozuk

  • Bir harp çıktığında orduya süvari veya piyade olarak katılan gönüllü asker. Başıbozuk tâbiri, gelişigüzel ve intizamsız idare tarzına da alem olmuştur. Bir zamanlar bu tâbir, asker olmayan siviller için de kullanılmıştır. (Türkçe)

basın

  • Uydurma bir kelime olup "matbuat" yerine kullanılır. Gazete, mecmua gibi belli zamanlarda çıkan matbuatın hepsi.

basıt / bâsıt

  • Açan. Yayan. Serici.
  • Ferahlık veren.
  • Dilediği kulunun rızkını genişlendiren Allah (C. C.).
  • Mücerred olup, mürekkep ve müellef olmayan.
  • Tıb: Bir uzvu uzatıp açan adele.

basit / bâsit

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarından bâzısına rızkı az, bâzısına çok veren, sadakaları kabûl edip sevâb veren. Bâzısının rûhunu kabzeden (alan) bâzısının ömrünü uzatan, bâzısının kalbini daraltıp hayırlara (iyiliklere) rağbetsiz, bâzısınınkini ise geniş yapıp, hayırla

başmak

  • Eskiden kullanılan bir çeşit ayakkabı.

batıl satış / bâtıl satış

  • Sahîh olmayan, yâni dînen bulunması lâzım gelen şartların hepsi veya bir kısmı bulunmayan satış, alış-veriş. Satılacak malın mütekavvim olması (kullanılmasına dînen izin verilmesi, kıymetli ve kullanılabilir olması) bu şartlardandır. Buna göre; domuz, içki ve denizdeki balık mütekavvim değildir.

batıniyye

  • Kur'an-ı Kerim'deki âyetlerin ve hadis-i şeriflerin zâhir ve âşikâr mânalarından ayrılarak, usûlsüz ve yanlış te'viller ile âyet ve hadislerin gizli ve sırlı mânalarını bulmak iddiasında olan sapık bir tarikat ve buna bağlı olanlar.Esasen âyet ve hadislerin ince, derin ve küllî mânalarını tefsir ve

batman

  • Eski ağırlık ölçülerinden olup, iki okkadan sekiz okkaya kadar yeryer değişir. Ekseriya altı okkadır. Bu, hâlen kullanılan sekiz kilo kadardır.
  • Eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi.

battal

  • İşsiz, çürük, kullanılmaz.
  • Boş. Hükümsüz.
  • İşsiz.
  • Metrûk. Kullanılmaz. olan.
  • Bâtıl. Mensuh ve mefsuh.
  • Faydasız.
  • Pek büyük. Hantal.

baz

  • Yeniden, tekrar oynatan, oynayan, geri ve arka tarafa doğru... gibi manalara gelir. Kelimenin sonuna veya baş tarafına getirilerek kullanılan bir "ek" dir. Meselâ: Ateşbâz : Ateşle oynayan. (Farsça)

bazirgan / bazirgân

  • Eskiden Musevi tüccarlar hakkında kullanılan bir tabirdi.

bazoka

  • (Bazuka) Tanklara karşı kullanılan bir çeşit silâhtır. Soba borusuna benzer, omuza konarak nişan alınıp ateşlenir.

be

  • Kelime başına getirilerek, Türkçedeki: "de, da, den, dan, ile, için" mânalarında kullanılır. (Farsça)

bed-bu

  • Fena kokulu, pis kokan. (Farsça)

bed-fercam

  • Sonu kötü. Sonu korkulu ve lânetlenmiş olan. Akibeti fena. (Farsça)

bedbu / bedbû / بدبو

  • Kötü kokulu. (Farsça)

bedel-i ferag

  • Huk: Arazi-i emiriye ve icareteynli vakıf gayr-i menkullerinin tasarruf haklarının devredilmesi karşılığı alınan bedeldir.

bedergah

  • Kapıya çıkma. (Farsça)
  • Tar: Çeşitli hizmetlerde kullanılmak üzere, acemi ocağına ve ocak dışına verilen acemilerin, Yeniçeri Ocağı'na kayıt edilmeleri. (Farsça)

bedpesend

  • Kötülüğü beğenen, kötülüğü öven, medheden. (Farsça)
  • Güç beğenir, müşkülpesend. (Farsça)

beftere

  • Avcılar tarafından kullanılan ve hususi olarak alıştırılmış kuş. (Farsça)

begter

  • Eskiden kullanılan zırhlı elbise. (Farsça)

behişt

  • Cennet. Ahirette iyi kulların gideceği mükâfat yeri. Adn. Firdevs. (Farsça)

behramec

  • Çiçeği kokulu bir nevi söğüt ağacı.
  • Her renkte olan leylâk çiçeği.

behramen

  • Bir çeşit kırmızı yakut. (Farsça)
  • Kadınların kullandıkları allık. (Farsça)
  • İpekten dokunan güzel bir kumaş. (Farsça)
  • Kırmızı gül, asfur çiçeği. (Farsça)

behur

  • Tütsü. (Dilimizde buhur şeklinde kullanılır)

beka-billah / bekâ-billah

  • Dâimâ Allahü teâlâyı anma ve hatırlama hâli üzere olma. Hakîkî kulluk derecesi. Fenâ fillah'tan sonraki makam.

bekre

  • Kuyu ve benzerlerinde kullanılan makara, çıkrık, çark.
  • Mafsallarda bulunan makara şeklindeki kemik.

beladir

  • Kadınların kullandıkları altun, gümüş, zümrüt, yakut, elmas gibi süs eşyası. (Farsça)
  • Belâyı def etmek için verilen sadaka. (Farsça)

belham

  • Çiftçilikte kullanılan saban. Çift sürmeğe yarayan âlet.

bende / بنده

  • Bağlı, esir, köle, hizmetçi, kul.
  • Bağlanmış olan. Köle. Esir. Hizmetçi. Hizmetkâr. Kul. (Farsça)
  • Kul.
  • Kul. (Farsça)
  • Köle. (Farsça)

bende-i ferman / bende-i fermân

  • Emir kulu, ferman kölesi.

bende-i halka-beguş / bende-i halka-begûş

  • Kulağı halkalı olan köle, esir.
  • Mc: İtaatli, muti'.

bendegan / bendegân / بندگان

  • Kullar. (Farsça)
  • Köleler. (Farsça)

bendegi / bendegî / بندگى

  • Kölelik. Hizmetçilik.
  • Ubudiyyet, kulluk.
  • Kulluk. (Farsça)
  • Kölelik. (Farsça)

bendeyan

  • Hizmetçiler. Kullar.
  • Mensuplar.

benefşe

  • Menekşe denilen güzel kokulu, küçük çiçek. (Farsça)
  • Mor. (Farsça)

beng

  • Bir bitki ve tohumu ki, afyon gibi uyuşturan, keyf verici olarak da kullanılan bir madde. Esrar. (Farsça)
  • Atlas üzerine işlenmiş sırma işlemeli bir çeşit kumaş. (Farsça)
  • Küçük çitlenbik. (Farsça)

benna-guş / benna-gûş

  • Kulağın aşağı sarkan yumuşak kısmı ki, küpe asılan yerdir. (Farsça)

berahihte

  • Daha ziyade silâh hakkında kullanılan bir tâbirdir. Çıkarılmış, çekilmiş mânâlarına gelir. (Farsça)

beraya

  • (Tekili: Beriye) Halk. Bütün mahlûkat.
  • Halkın kılıç kullanabilenleri ve vergi hârici tutulan müslüman kısmı.

berdi

  • Hasır yapımında kullanılan bir ot cinsi.

bere

  • Tıb: Ezilme veya kılcal damarların kopması sonunda kanın, dokular içinde birikmesi ve bundan dolayı meydana gelen morluk. (Türkçe)

bergamot

  • Turunçgillerden bir ağaç ve bu ağacın meyvesi. Meyvenin kabuğundan güzel kokulu bir esans da çıkarılır.

berham

  • Yahudiler arasında kullanılan bir isim.

berkende

  • Koparılmış, sökülmüş, kökünden çıkarılıp atılmış. (Farsça)

beşam

  • Hicaz'da yetişen bir cins ağaçtır ki, hoş kokuludur ve dallarından misvak yapılır.

bev'

  • Kulaç, kulaçlama.
  • Sataşma, musallat olma.
  • Kuytu yer.

bevarid

  • (Tekili: Bârid) Soğutulmuş yemekler.
  • Omuzlarda boyun arasında, gerdanın yanında veya kulaklar arasında ve ensede olan etler.
  • Sakat şeyler.

bevaşe

  • Çiftçilerin harman savurmakda kullandıkları çatal şeklindeki tahta kürek, yaba.

beyne'l-evliya

  • Allah'ın sevgili kulları arasında.

beyrem

  • (Çoğulu: Beyârim) Marangoz rendesi.
  • Uzun ve sert taş.
  • Bir yeri kazmakta kullanılan kazma âleti.

bezir

  • Ekilecek tohum, tane.
  • Keten tohumundan çıkarılan bir yağ. Bu yağ, yağlıboya yapmakta kullanılır.

bezirgan / bezirgân

  • Mesleğini sadece kazanç için kullanan kimse, tüccar.

bi-

  • Başına eklendiği kelimeyi "e" haline getirir. İle, için mânâlarını vererek Farsçadaki "be" edatıyla aynı vazifeyi görür. Harf-i cerdir. Yâni; kendinden sonraki kelimeyi esre ("İ" diye) okutur. Yemin için de kullanılır.

bid'at-üz zaman

  • Zamanın bid'ası. Yeni çıkan harikulâde şey. Zamanın acib ve garibi.

bidayet mahkemesi

  • Bu tâbir eskiden Asliye Mahkemeleri için kullanılırdı.

bidiyat / bidîyât

  • Bidatlar, dine sonradan sokulanlar.

bila / bilâ

  • Olmayarak, sahib olmıyan "...sız,...siz" mânâları yerine kullanılan edattır. Kelimenin başına getirilerek menfi mânâ hasıl olur.

bila teşbih / bilâ teşbih

  • Benzetme olmaksızın; Allah'ı yaratılmışlara benzemekten uzak tutmak için kullanılır.

binaguş

  • Kulak tozu. (Farsça)
  • Kulak memesi. (Farsça)

bini / binî

  • Burun. (İnsan ve deniz için kullanılır.) (Farsça)
  • Dağ tepesi. (Farsça)
  • Zirve, uç nokta. (Farsça)
  • Yayın ele alınan kısmının ucu. (Farsça)
  • Görürlük, görmeklik. (Farsça)

bişar

  • Esir, kul, köle. Harpte teslim alınan kimse. (Farsça)
  • Altın, gümüş kakmalı işlemeler. (Farsça)
  • Takatsiz, dermansız, halsiz. (Farsça)

bitüm

  • Yerin altında bulunup sıvı ve sarımtırak veyahut katı ve kara bir durum ve renkte olan maddedir ki, asfalt yol yapılırken kullanılır.

biyoloji

  • yun. Canlı varlıkları inceliyen ilim. Hayvanları inceleyen bölümüne zooloji; bitkileri inceleyen bölümüne botanik denir. Biyoloji, incelediği konulara göre çeşitli isimler alır. Canlının dış yapısını inceleyen: Morfoloji; dokuları inceleyen; histoloji canlıların büyüyüp gelişmelerini: embriyoloji; h

Bolşevizm

  • Rusça'da çoğunluk anlamına gelir.

    Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi (RSDIP) içindeki ayrılıkta Lenin ile aynı görüşü savunanlar kongre çoğunluğu sağlamışlar ve bu tarihten sonra Leninist görüşleri savunmanın diğer adı Bolşevizim olmuştur. Bu kelimenin Rusça'daki zıddı; Menşevik.

    Bu kongrede azınlıkta kalan grup ise Menşevikler olarak adlandırılmıştır. Marksist literatürde menşevik bir hakaret olarak kullanılır.

bostan

  • (Bustan) Ağacı, çiçeği, yeşilliği çok olan yer, kokulu yer. Sebze bahçesi. (Farsça)
  • Kavun, karpuz. (Farsça)

bostan-ı huda / bostan-ı hudâ

  • Huda'nın, Allah'ın bostanı meâlinde olup, İlâhî güzellikleri ve tecelli-i İlâhînin aksettiği yer mânâsında kullanılır. "Vahidiyet mertebesi" diye de söylenmiştir. (Farsça)

bül'a

  • Değirmen taşının tane dökülecek yeri.

burc

  • Muayyen bir şekil ve sûrete benzeyen sâbit yıldız kümesi.
  • Tek hisar kule, kale çıkıntısı.
  • Dünyaya göre güneşin döndüğü yerin onikide bir kadarı.

büresa'

  • Nâs mânâsına kullanılan bir isim.

burhan-ı inni / burhân-ı innî

  • İnneli (elbetteli) delîl. Eserden müessire (o eseri yapana), san'attan san'atkâra ve netîceden sebebe götüren delîl. Kelâm (akâid) ilminde daha çok bu delîl kullanılır.

burhan-ı tatbik / burhân-ı tatbîk

  • Kelâm ilminde Allahü teâlânın varlığını ve kadîm (ezelî), olduğunu (başlangıcının olmadığını) isbâtta kullanılan delîllerden biri.

burhan-ı temanü / burhân-ı temânü

  • Kelâm ilminde Allahü teâlânın varlığını ve birliğini isbâtta kullanılan delîl.

burhani / burhânî

  • Delillere dayalı ispat yöntemini kullanan.

bürin

  • Dilim (Daha çok meyveler için kullanılır.) (Farsça)

bürme

  • (Çoğulu: Birem-Birâm) Çömlek yapımında kullanılan yumuşak taş.
  • Çömlek.
  • Baş örtüsü.

burs

  • Devlet veya bazı müessese yahut şahıslarca tahsil veya ilmî tetkik için gerekli masraflara kullanmak üzere verilen para. (Fransızca)

buruc

  • (Tekili: Burc) Burçlar, hisarlar, kuleler.

büruc

  • (Tekili: Burc) Burç, aslında âşikar şey mânasına gelir. Her bakanın gözüne çarpacak şeklide zâhir olan yüksek köşk mânasına da kullanılmıştır.
  • Bunlara teşbihen veya zuhur mânâsıyla semâdaki bir kısım yıldızlara veya bazı yıldızların toplanmasından meydana gelen şekillere ve farazi su

büş

  • At yelesi. (Farsça)
  • Kahkül. (Farsça)
  • Noksan, eksik. (Farsça)

bustan

  • Çiçek ve gül kokularının çok olduğu yer, bahçe. (Farsça)

buy-dar / bûy-dar

  • Kokulu. (Farsça)

buya / bûya

  • Güzel kokulu.

buydar / bûydâr / بویدار

  • Kokulu. (Farsça)

büyü

  • Sihir. İlme, fenne uymayan gizli sebebler kullanarak garib işler yapmayı sağlayan ilim.

ca'l

  • Yaratmak, halk.
  • Almak.
  • İş işlemek. Yapmak.
  • Bu kelime Kur'ân-ı Kerim'de onüç vecihle kullanılmıştır:1- Tafak ve ahz (inşâ ve ikbal) mânasına; bir işi işlemeğe müteveccih olup başlamak ve işler olmak.2- Halketmek, yaratmak.3- Kavl ve irsal.4- Tehiyye ve tesviye (tanzim

ca-yı istimal / câ-yı istimâl

  • Kullanma yeri.

cadı

  • Avrupa'da putperestlik çağından beri gelen bir inanca göre, şeytanın gücünü kullanarak büyü yolu ile insanlara kötülük eden, felâketler getiren kadın. Bu bâtıl inanç yüzünden birçok yaşlı masum kadın, cadı diye Hristiyanların kurduğu Engizisyon mahkemeleri kararıyla yakılmıştır.

çağatay

  • Cengiz Han'ın oğlu Çağatay Han'ın ismine nisbetle Mâvera-ün Nehr taraflarında oturan Doğu Türklerine ve edebî lisan olarak kullandıkları Doğu Türkçesine verilen isimdir.

çağdışı

  • Askerliğe alınma çağı dışında.
  • Çağın fikirlerine felsefesine uymayan. Bu mânada bazı kimselerin kelimeyi hakaret olarak kullanmaları dar görüşlülüğün ve cehaletin neticesidir. Çünkü çağın insanlık için zararlı öyle fikirleri ve felsefeleri vardır ki, gelecek devirler bunu anladıkları

cahh

  • Ayakları uzun, yeşil çekirge.
  • Adamın beli bükülüp eğilmek.

çaker / çâker / چاكر

  • Kul, köle. (Farsça)
  • Kul. (Farsça)
  • Hizmetkâr. (Farsça)

çakeri / çâkerî / چاكری

  • Abd'e, köleye ait. (Farsça)
  • Kölelik. Kulluk, abdlik, esirlik, cariyelik. (Farsça)
  • Kulluk. (Farsça)
  • Hizmetkârlık. (Farsça)

çala

  • İsimlerden önce kullanılarak, devam ve şiddetli ve pervasız kullanılmasını bildirir. Meselâ: Çalakalem: Çabuk ve gelişigüzel ve ilmi olmayan yazı yazmak.

çam

  • Eğrilme, bükülme. (Farsça)
  • Salınma. (Farsça)

camgul / camgûl

  • Külhanbeyi. (Farsça)

camit

  • Eski ve Ortaçağlarda Giresun ile Samsun arasında kalan dağlık mıntıkaya verilen ad. Osmanlılar zamanında bu kelime Canik olarak kullanılmıştır.

cankurtaran

  • t. Ölüm tehlikesinde olanları kurtarmak için kullanılan vasıta.
  • Hasta ve yaralıları hastahaneye taşıyan otomobil. Ambulans.

car

  • Faydasız bağırıp çağırmayı ve gevezeliği ifade eder ve ekseriya mükerrer kullanılır.

çar-erkan-ı cuvani / çar-erkân-ı cuvanî

  • Padişahın özel hizmetlerinde bulunan ve Enderun'un azamlarından olan dört kişi hakkında kullanılan bir tabirdir.

çarmih / çârmîh

  • Dört çivi. Birbiri üzerine dikey olarak konulmuş iki tahtadan meydana gelen, suçluları îdâm etmek için kullanılan haç şeklindeki darağacı. Bu cezâya çarptırılan kişi iki yana açılmış kollarından ve bağlanmış ayaklarından çivilenerek öldürülürdü.

çarşaf

  • Yatağın üstüne serilen veya yorgana kaplanan bez örtü.
  • Kadınların kullandığı baştan örtülen, pelerinli eteklikli sokak elbisesi. Kadınların örtünmesi farzdır. Bu maksatla çarşaf ucuz, pratik, hafif olması ve zengin fakir herkesin kolayca sağlıyabilmesi bakımından yaygın olarak kulanı

casum / casûm

  • Korkulu rü'ya, kâbus.

cay-i işkal / cây-i işkâl

  • Güçlük, zorluk, müşkülât noktası.

cebanet

  • Korkaklık, ürkeklik. Korkulmayacak şeylerden bile korkmak.

cebbar / cebbâr / جَبَّارْ

  • (Sıfat-ı İlahiyedendir) İstediğini mutlak yapan, dilediğine muktedir olan. Büyüklük, azamet ve kudret sahibi. İmar eden Cenab-ı Hak. Kullarını ıslah edip tevbeye götüren Allah Teâlâ Hz.leri (C.C.)
  • Zâlim, gaddar, müstebid, mütemerrid insanlar da bu sıfatla tavsif edilir. Meselâ; Cengi
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarının hallerini ıslâh edip tövbeye götüren, dilediğini yaptırmaya gücü yeten.
  • Kibirli, zorba, gaddâr.
  • Aşırı zor kullanan.

cebir / جَبْرْ

  • Kulun iradesini inkar eden batıl Cebriye mezhebi.

cebr

  • Zorlama, zor kullanma. İrâde ve ihtiyârın zıddı.

cebre

  • Kemik sarmakta kullanılan ağaç.
  • Tahta parçaları.

cebren

  • Zorla. Cebir ve kuvvet istimali ile. Kuvvet kullanarak.

cebri / cebrî / جَبْرِي

  • Kulun iradesini inkar eden batıl Cebriye mezhebi.

çeç

  • Hububat elenen kalbur. (Farsça)
  • Harman savurmakta kullanılan yaba. (Farsça)

ced'

  • Burun, kulak, el kesmek.
  • Hapsetmek.

cedid

  • Yeni, kullanılmamış.

cefakar

  • Eziyet eden, cefa eden. (Farsça)
  • Halk arasında: Eziyet çeken, cefa çekmiş mânalarında da kullanılır. (Farsça)

cehennem

  • Allah yerine, tabiat, madde, sebepler vb. yaratılmış şeyleri ilâh kabul eden; Allah'a kul olacaklarına, arzularına ve heveslerine, başka insanlara ve mahlukata kul olanların işledikleri cürüm ve suçtan dolayı İlâhi adaletle ceza görecekleri yer. Cehennem'in varlığını bütün geçmiş peygamberler ve onl

cehr

  • Görünmek, zâhir olmak.
  • Açıktan ve yüksek sesle olan söylemek veya okumak.
  • Tecvid'de: Harf hareke ile okunduğu zaman, mahreçte aralık kalmıyarak nefesin akmayıp, küllisi veya ekserisi hapsolmuş bir şekilde sesin çıkmasına denir.

çeki

  • Odun gibi ağır cisimleri tartmada kullanılan 250 kiloluk ağırlık ölçüsü.

çekide

  • Gürz ve topuz gibi eski zamanlarda kullanılan savaş âletleri. (Farsça)
  • Damlamış. (Farsça)

celah

  • Başın iki tarafından saçın dökülmesi.
  • Devenin ağaç yemesi.

cele

  • Başın ön tarafının saçı dökülmek.

celem

  • Koyun kırkmakta kullanılan büyük makasın herbir yüzü.

cenbiyye

  • Arapların kullandıkları bir cins eğri kamadır ki, yan taraflarına takarlar.

cerahor

  • Tar: Osmanlılarda ordu hizmetlerinde kullanılan Hıristiyanlara verilen isim.

cerbeze

  • İşleri incelemek, anlamak kuvvetini, lüzumsuz yerlerde kullanmak, ukalâlık etmek, gereksiz aklî yorumlarda bulunmak. Hikmetin aşırısı.

cerib

  • İmparatorluk zamanında Arabistan ülkelerinde kullanılan takriben 216 litrelik bir hacim ölçüsü.
  • Dönüm.
  • Eni ve boyu 60 arşın olan arazi ölçüsü.

cerid

  • (Çoğulu: Cerâyid) Hurma budağı.
  • Yaprağı dökülmüş olan hurma ağacı.

cerrahhane / cerrahhâne

  • Osmanlılarda ordu için cerrah yetiştiren müessese. Yüksek dereceli okul.

cevher-dar / cevher-dâr

  • Elmaslı. (Farsça)
  • Noktalı harf. Meselâ: Cim, şın harfleri gibi. (Farsça)
  • Eskiden kullanılmış tüfeklerden birinin ismi. (Farsça)
  • Siyah ve beyaz dalgalı, benekli kılıç. (Farsça)

cezbe

  • Çekme, çekilme. Allahü teâlânın sevdiği bir kulu kendisine çekmesi, yüksek derecelere kavuşturması. Bu da nefsi terbiye ederek, Allahü teâlâyı çok anmakla olur.

cezma

  • Kulağı kesik koyun.
  • Kulağı delik koyun.

çi

  • (Çe) Ne? Nasıl? (Soru edatı) (Farsça)
  • Taaccüb ve hayret yerinde de kullanılır. (Farsça)

cial

  • (Çoğulu: Cüul) Ocaktan çömlek ve tencere gibi sıcak şeyleri tutup indirmekte kullanılan bez.

cibab

  • Car dedikleri kaftan.
  • Ağaç aşılamak. (Ekseri hurma ağacında kullanılır.)

cinas / cinâs

  • Münasebet, benzeyiş. Birçok mânâlara yorulabilen söz. İmalı, telmihli söz. Telaffuzu aynı anlamı ayrı olan kelimelerin bir söz içinde kullanılması.

cins

  • Fıkıhta; çeşit, tür, kullanıldıkları yerler arasında çok fark bulunmayan şeylere ortak olarak verilen isim.

çipil

  • Gözleri ağrılı ve kirpikleri dökülmüş kimse.
  • Çepel.

civcive

  • Kuşların coşkulu ötüşleri, şakımaları.

civelek

  • Tar: Yeniçeri Ocağı'nda bulunan ve aşçıbaşı maiyetinde yaver gibi kullanılan gençler.
  • Canlı, hareketli ve neş'eli deve yavrusu veya genç.

ciz'

  • Ağaç kütüğü. Ağaç kökü. Kuru direk. Hurma ağacının kökü. Hurma ağacı.
  • Çatı örtüsünde kullanılan ağaçlar.

cizirman

  • Hurma yaprağının aslı; yâni dibi ki, yaprağı dökülünce ağaçta kalır.

cübb

  • Kuyu.
  • Küp. Kulpsuz desti.
  • Vaktiyle zindan gibi kullanılan çukur, susuz kuyu.

cudi-i islamiyet / cûdî-i islâmiyet

  • İslâmiyetin Cûdî Dağı; insanları maddî ve mânevî tufanlardan ve felâketlerden koruyan İslâm dini için bir benzetme olarak kullanılmış.

cumhuriyet

  • Devlet reisi, millet veya Millet Meclisleri tarafından seçilen hükümet şekli. Demokraside temsili hükûmet şekli. Halkın hür olarak seçtiği temsilciler (Millet vekilleri ve senatörler) aracılığı ile egemenliğini, (hâkimiyetini) kullanmasına dayanan hükûmet şekli. Cumhuriyetin birbirinden farklı üç ta

cuşacuş / cûşâcûş / جوشاجوش

  • Coşkun, coşkulu. (Farsça)

cüsale

  • Sonbaharda dökülen yapraklar.

cüz

  • Kısım, parça. Bir şeyin bir parçası.
  • Kitab forması.
  • Küllün mukabili.
  • Kur'ân-ı Kerim'in otuzda bir parçası.
  • Kanaat. İktifâ eylemek.
  • Düğümü sağlam yapmak. Bir şeyi pekiştirip muhkem kılmak.
  • Kız evlâdı.

cüz'-i ihtiyari / cüz'-i ihtiyârî / جُزْءِ اِخْتِيَار۪ي

  • Kulun tercîhi, irâdesi.

cüz'i

  • Azdan olan. Parçaya âit olan. Biraz. Pek az. Kıymetsiz. Mühim olmayan. Esasa ait olmayan. Cüz'e âit olan. Külli olmayan.

dabi

  • Kül, ramâd.

dafik

  • Atılarak dökülen. Su ve emsali gibi akarak dökülen.

dağıt

  • Emin.
  • Nâzır, bakan.
  • Şiddet veren.
  • Üzüm toplamada kullanılan âlet.

dahdaha

  • Suyun dökülüp saçılması.
  • Serabın uzaktan su gibi görünüp parlaması.

dahi

  • Eşine ender rastlanır, hârikulâde zekâ, fatanet ve hikmet sâhibi.

dahiye / dâhiye

  • Hârikulâde zekâ ve fetanet sahibi.
  • Âfet, belâ, musibet. Kazâ. Emr-i azîm. Büyük iş ve hâdise.

dahül

  • Bostan korkuluğu. (Farsça)

daire-i hindiyye / dâire-i hindiyye

  • Namaz vakitlerinin tesbitinde kullanılan ve güneş gören düz bir yere çizilen dâire veya bu şekle uygun olarak yapılan âlet.

daire-i ihtiyar ve şuur

  • İrade ve şuurun kullanıldığı alan.

daire-i imkan / daire-i imkân

  • Kâinat. İmkân âlemi. Mükevvenat. Mümkün olan, şartların müsait olduğu âlem. (Daire-i mümkinat da aynı mânada kullanılır.)

daire-i inkıyad / daire-i inkıyâd

  • İtaat dâiresi, Allah'a kulluk dâiresi.

daire-i ubudiyet / daire-i ubûdiyet

  • Kulluk dairesi.

dakaik-aşina

  • İlmî incelikleri bilen, anlaşılması ve tefhimi müşkül, yüksek ve ince ilmî mes'elelere vâkıf olan. (Farsça)

danişmend

  • (Çoğulu: Dânişmendân) Bilgili, ilimli. (Farsça)
  • Tanzimattan evvel, kadıların yanında stajyer olarak çalışan kimseler için kullanılan bir tâbirdi. (Farsça)

dar-ı imtihan / dâr-ı imtihan

  • İmtihan yeri.
  • Dünya.
  • Dar-ı mihnet, meydân-ı ibtilâ gibi tâbirler de aynı mânada kullanılır.

dar-ün nedve / dâr-ün nedve

  • Müslümanlıktan evvel, Kureyş kabilesinin münakaşalar için toplandığı bir yerin adı olup, Kusey ibn-i Kilâb tarafından kurulmuştur. (Sonradan Hz. Muhammed'e (A.S.M.) karşı bulunanların toplanmalarından dolayı fesat ve münafıkların toplandıkları yer mânâsına kullanılmaya başlanmıştır.)

dar-ut-teklif / dâr-ut-teklîf

  • Kulların Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmekle mükellef, sorumlu tutulduğu yer. Dünyâ.

daru'l-muallimin / dâru'l-muallimîn

  • Öğretmen okulu; 1847'de rüştiyelere (ortaokullara) öğretmen yetiştirmek üzere kurulan eğitim kurumu.

darülmuallimat / dârülmuallimât / دارالمعلمات

  • Kız öğretmen okulu. (Arapça)

darülmuallimin / dârülmuallimîn / دارالمعلمين

  • Erkek öğretmen okulu. (Arapça)

dav'

  • Hoş kokular kokmak. Depretmek.

davmeran

  • Fesleğen denilen iyi kokulu çiçek.

debbağhane

  • Hayvan derilerinin kullanılacak duruma getirilme işleminin yapıldığı yer.

debistan

  • Mekteb, okul. (Farsça)

defa

  • Boynuz ve kanat uzunluğu.
  • Bir şeyin eğilip ikiye bükülmesi.

dehre

  • (Dahra) Testere gibi dişli ve eğri budama âleti. Bağ budamak için kullanılan testere gibi dişli olan bıçak. (Farsça)

dek

  • Edat olup zaman ve mekân için kullanılır. "Hatta, tâ, kadar" mânalarına gelir. Meselâ: Akşama dek çalıştım. (Türkçe)

dekan

  • Lât. Üniversitelerde bir fakültenin başkanı.

delta

  • yun. Nehirlerin taşıdığı toprakların (alüvyonları) akarsuyun, denize veya göle döküldüğü yerde yığılmasıyla meydana gelen kısım.

dem-i mesfuh

  • Dökülmüş kan.

demdeme-i tesbih

  • Allah'ı tesbih etmenin coşkulu sesleri.

demode

  • Modası geçmiş, kimse kullanmaz hâle gelmiş olan. (Fransızca)

demokrasi

  • yun. (Demos: Halk; Kratia: İdare, iktidar) Halk iktidarına dayanan hükümet şekli. Devlet iktidarını elinde bulunduranların, halkın çoğunluğunun iradesiyle seçildiği hükümet şeklidir. Tatbikatı üç şekildir:1- Vasıtasız hükümet şekli: Halk, devlet iktidar ve hâkimiyetini vasıtasız olarak kullanır. Kan

denen

  • Bir kişinin belinin bükülüp eğri olması.
  • Kolları çok kısa olmak.
  • Hayvanların ayakları kısa ve göğüsleri yere yakın olması.

der-niyam

  • Kınına sokulmuş, kınında, kılıfta. (Farsça)

derece-i ubudiyet

  • Kulluk derecesi.

derek

  • Urgan ucuna eklenip, kovanın kulpuna bağlanan ip parçası (urgan suya değmesin diye)
  • Kiriş uçlarında olan halka (yayın başlarına geçirirler.)

derem

  • Baldır etli olduğundan dolayı topuğun görünmeyip belirsiz olması ve sâir kemiklerin etlilikten belirmeyip örtülmesi.
  • Ağızdan dişlerin dökülüp yerini et bürüyüp belirsiz olması.
  • Davarın yavaş yürüyüp adımlarını birbirine yakın atması.

derrace

  • Eskiden kullanılan bir çeşit harb âletidir ki, üstü sığır derisi ile örtülü olup, tekerlekleri içinde dönerdi.
  • Bisiklet.

desak

  • Bir kabın dolduktan sonra taşıp dökülmesi.

dest-i tasarruf-u kudret

  • Allah'ın herşeyi dilediği gibi kullanan ve yöneten kudret eli.

destak

  • Şarabın beyazlığı ve dökülmesi.

deste / دسته

  • Grup. (Farsça)
  • Demet. (Farsça)
  • Kulp. (Farsça)

devair-i ubudiyet / devâir-i ubûdiyet

  • Kulluk daireleri.

devle

  • "Devlet" kelimesinin Arapça tabirlerde geçen bir şekli.
  • İki asker muharebe ettiklerinde birinin diğerine galip olması. (Düvlet malda; devlet harpte ve mertebede kullanılır.)

devlet

  • Sınırları belli olan bir memleketin sahibi olan insanların kurduğu siyasî, hukukî, idarî mahiyetteki merkezî teşkilât. Devlet, teşekkül tarzı, takip ettiği esas siyaset, temsil ettiği hâkimiyet ve iktidarın mahiyeti bakımından çeşitlere ayrılır:1- Kapitalist Devlet: İktisadî siyasete, şahsî mülkiyet

devlet-abadi / devlet-abadî

  • Hindistan'ın Devlet-âbâd şehrinde imal edilen ve güzel san'atlarda kullanılan bir çeşit kâğıt. (Farsça)

devletlü necabetlü / devletlü necâbetlü

  • Osmanlılar zamanında şehzâdeler için kullanılan bir tabirdir.

devletlü re'fetlü

  • Eskiden seraskerler için kullanılan ünvan.

devr-i tefrih

  • Kuluçka devri.

dibagat

  • Tabaklama. Deriyi kullanılır ve temiz hale koyma işi.

dıhrıs

  • (Çoğulu: Dehâris) Terzilerin kullandığı tiriz denen cisim.

dimişki / dimişkî

  • Şam şehriyle alâkalı. Şam'a ait ve müteallik.
  • Şam'da yapılan ve güzel san'atlarda kullanılan bir nevi kâğıt.

din

  • Peygamberin bildirdiği biçimde kulluk görevlerini belirleyen ilâhî nizam.

dinar

  • Lât. Eskiden kullanılan altın ve sikkeli para.
  • Eskiden kullanılan bir para.

dirayet tefsiri / dirâyet tefsîri

  • Resûlullah'tan sallallahü aleyhi ve sellem gelen rivâyetler (açıklamalar) esas alınarak, Kur'ân-ı kerîmin lisan bilgilerine ve zamanın fen bilgilerine, aklî ilimlere göre yapılan açıklaması. Bu tefsîre ma'kul, re'y tefsîri ve te'vîl de denir.

direm

  • (Dirhem) Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Şimdiki üç gram ağırlık. Okka denen eski ağırlık ölçüsünün (1/400) kadarıdır. Şer'an, orta büyüklükte yetmiş tane arpa ağırlığı. (Farsça)
  • Eskiden kullanılan ve beş kuruş değerindeki gümüş para. Akça. (Farsça)

dirhem

  • Eskiden kullanılan ve yaklaşık 3 gramlık ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi.
  • İslâmiyet'ten önce ve sonra kullanılan değişik ağırlıktaki gümüş paralar.

dirhem-i şer'i / dirhem-i şer'î

  • Peygamber efendimiz zamânında kullanılan (3,36) üç gram ve otuz altı santigram ağırlığındaki gümüş para.

dirhem-i urfi / dirhem-i urfî

  • Bir memlekette kullanılması âdet olan veya hükûmetlerin kabûl ettikleri belli ağırlıktaki dirhem.

disam

  • Şişe ağzına konulan tıpa.
  • Yaraya bağlanan bez.
  • Kulak içine sokulan şey.
  • Yarık ve delik tıkamada kullanılan tıkaç.

disar

  • (Çoğulu: Düsür) Üste giyilen kaftan, elbise.
  • Yatak çarşafı.
  • Arapçada elbise demek olduğu hâlde Osmanlıcada yalnız Farsça kaidesi ile yapılan sıfat terkiblerinde ziyadelik, çokluk, bolluk mânasında kullanılmıştır.

divan

  • Arap şiiri, Divan-ı Arab, Arab'ın şiir külliyatı.

divan-ı deavi nezareti / divan-ı deâvî nezareti

  • Çavuşbaşılığın kaldırıldığı 1836 (Hi: 1252) tarihinde bunun yerine kurulan daire. Fakat 1870 (Hi: 1287) tarihinde Adliye Nezareti'nin teşekkülü üzerine kaldırılmıştır.

divit

  • Yazı yazmak için kullanılan hokka ve kalemi bir arada ihtiva eden mahfaza.

diyanat / diyânât

  • Allahü teâlâ ile kul arasında olan işler, ibâdetler. Teklik şekli, diyânettir.

diyanet / diyânet

  • Allahü teâlâ ile kul arasındaki dînî iş, ibâdet.

dizçek

  • Dizleri muhafaza etmek için muharebelerde kullanılan bir nevi zırh.

dok

  • ing. Gemi tamir veya inşasında kullanılan üstü örtülü havuz.
  • Ticari eşya için rıhtımlarda yapılan büyük depo.

doktrin

  • yun. Hatt-ı hareket. Hareket tarzı. Düstur, tarik. Re'y.
  • Fls: Bir sistem meydana getiren fikir ve kanaatlerin hepsi. Bir felsefe veya edebiyat okulunun fikirlerinin tümü.

dua ordusu / duâ ordusu

  • Sıkıntı ve darda kalan müslümanlara duâları ile yardımda bulunan Allahü teâlânın sevgili kulları, velîler.

dudhar

  • Kelebek. (Farsça)
  • Aşçı, yemek pişiren kimse. (Farsça)
  • Külhancı. (Farsça)

düfuk

  • Atılmak.
  • Dökülmek.

dünyayı terketmek / dünyâyı terketmek

  • Bütün haram olan şeyler ile berâber, mübâhları da, yâni günâh olmayan lezzetlerin çoğunu da bırakıp, yaşamak için zarûrî olan miktârını kullanmak.
  • Harâm ve şüpheli şeylerden kaçıp mübâhları kullanmak.

duzah

  • Cehennem. Tamu. (Farsça)
  • Mc: Keder. Külfet. (Farsça)

ebcedhan / ebcedhân / ابجدخوان

  • Okula yeni başlamış öğrenci. (Arapça - Farsça)
  • Acemi, deneyimsiz. (Arapça - Farsça)

ebhekan

  • Kuzu kulağı adı verilen ot.

ebrişüm / ابریشم

  • İpek, bükülü ipek. (Farsça)

ecda'

  • Burnu kesik olan kimse.
  • Kulağı, eli ve dudağı kesik kimse.

ecl

  • İllet, sebeb, cihet. İçin, dolayı... den. Arabçada "Li" ilâve ederek kullanılır. Meselâ: Li-eclillâh : Allah için, Allah rızası için.

eclah

  • Devenin veya üstü düz olan arabaların üzerlerine yapılan ufak kulübe.
  • Başı kel olan adam.

ecnebi ve acemi huruf / ecnebî ve acemî huruf

  • Arap alfabesinin dışında kullanılan Lâtin harfleri.

ecza / eczâ

  • (Tekili: Cüz) Eczacılıkta kullanılan çeşitli maddeler.
  • Ciltlenmemiş kitab ve saire.
  • Cüz'ler, parçalar, kısımlar.
  • Bir kimyevi terkible vücuda gelip yanma hassası gibi böyle bir kuvvet ve te'siri haiz bulunan şey.
  • Cüzler.
  • Eczacılıkta kullanılan maddeler.
  • Bir kitabın parçaları. Kur'ân-ı Kerim'in cüzleri.

edat

  • Tek başına bir anlam ifade etmeyen, kullanıldığı kelimelerle sebep, sonuç, vasıta benzerlik vb. bakımlardan ilişkisi olan kelime (dahi, gibi, için vs.).

edeb-i ubudiyyet

  • Kulluk edebi.

edfa

  • (Edfâk) Beli kamburlaşıp bükülmüş kimse.
  • Uzun boynuzlu keçi.
  • Kanadı uzun kuş.

edhan

  • (Tekili: Dühn) Sürülecek güzel kokulu yağlar.

edille-i erbaa

  • (Edille-i şer'iye) Fık: Fıkıh ilminin istinad ettiği deliller: Kitab (yani Kur'an-ı Kerim'deki deliller), sünnet, icma-ı ümmet ve kıyas-ı fukaha. (Usul-ü erbaa ve edille-i asliye tabirleri de aynı mânada kullanılır.)

edille-i taliye / edille-i tâliye

  • Huk: Örf, âdet, teâmül, istishab, asıl ve amel, maslahat-ı mürsele, kaide-i külliye, âsâr-ı sahabe ve âsâr-ı kibar-ı tabiîn gibi deliller.

edred

  • Dişsiz, dişi çıkmamış veya dökülmüş kimse.

ef'al-i ibad / ef'âl-i ibâd

  • Kulların işleri.

ef'al-i ihtiyariye / ef'âl-i ihtiyariye

  • Kulun irade ve isteğiyle yapılan davranışlar, fiiller.

efaviye

  • Yemeklere konulan kokulu baharat.

efendi

  • (Rumcadan) Sahib, mâlik, mevlâ. Ağa. Şer'î hâkim, kadı, molla. (Saygı ve nezâket mübalağası olarak kullanılır. Eskiden büyüklere ve şâyân-ı hürmet zâtlara Efendimiz denildiği gibi, her zaman için Hz. Peygamber Aleyhissalâtu Vesselâm'a da, mü'minler Efendimiz diyerek hürmet ve sevgilerini ifade ederl

eflec

  • (Felc. den) Seyrek, sık olmayan diş. Bazıları dökülmüş olan diş.
  • Geniş omuzlu, kollarının arası açık olan adam.
  • Nüzul hastalığına tutulmuş olan kimse.

efrenc

  • (Franc. dan) Bu kelime, Ortaçağda teşekkül ederek, o sıralarda Frankların ve bilhassa Charlemagne'in hükmü altında bulunanlara ve zamanla genişleyerek bütün Avrupalılara denmiştir. Frenk. Avrupalı ve hasseten Fransız. (Fransızca)

efsun / efsûn

  • Fen yolu ile tecrübe edilmemiş maddeler ve Kur'ân-ı kerîmden olmayan, mânâsız yazılar kullanmak. Mânâsı bilinmeyen ve îmânın gitmesine sebeb olan şeyleri okumak.

efyun-keş

  • Afyon kullanmaya alışmış olan. Afyon tiryakisi. (Farsça)

efzar

  • Ayakkabı, kundura. (Farsça)
  • Gemi yelkeni. (Farsça)
  • Yemeklere koku ve tad vermesi için konulan baharat. (Farsça)
  • San'atkârların kullandıkları san'at âletleri. (Farsça)

egani

  • (Tekili: Ugniyye) Nağmeler, şarkılar, türküler, âhenkler.

ehass

  • Saçı dökülmüş kişi.

ehl-i mektep

  • Okulda ilim öğrenen ve öğretenler.

ehl-i tevekkül

  • Allah'a tevekkül içinde olanlar.

ehl-i velayet / ehl-i velâyet / اَهْلِ وَلَايَتْ

  • (Allah'ın) veli kulları.

ehligaflet

  • Gaflette olanlar, kul olduğunu hatırlamadan yaşayanlar.

ehred

  • Yırtık şey. (Üstbaş hakkında kullanılır.)

ehval / ehvâl

  • (Tekili: Hevl) Korkular. Korkulacak hâller. Fenalıklar.
  • Korkular.
  • Korkular.

ehval-i haşir

  • Haşir meydanının verdiği korkular, korkulu hâller.

ehval-i muhavvifane / ehvâl-i muhavvifane

  • Dehşetli korkular.
  • Dehşetli korkular.

ehven-i şerreyn

  • İki şer (kötülük)den zararı en az olanı. Bu kelime, halk arasında Ehven-i şer olarak kullanılmaktadır.

ekol

  • Bir fikir üzerine kurulu okul, meslek.

ekselans

  • Eskiden bakanlar, elçiler ve cumhurbaşkanları için kullanılan bir ünvan. (Fransızca)

ekşem

  • Doğuştan kusurlu olan. Burnu, kulağı kesik veya noksan doğan (adam).
  • Pars denilen vahşi hayvan.

ekvah

  • (Tekili: Kûh) Kamıştan yapılan penceresiz ufak kulübeler.

el-aman

  • Meded, aman, imdâd (mânasına olup yardım ve şikâyet edâtı olarak kullanılır).

el-kasibü habibullah / el-kâsibü habibullah

  • Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) ma'rifetini ve rızâsını kazanan onun habibidir, sevgili kuludur. (Hadis meâli)

ela / elâ

  • Arabçada söze başlarken kullanılır. İstiftah harfi tâbir edilir. Beş vecih üzere bulunur: 1 - Tevbih ve tenbih, 2 - İnkâr, 3 - İstifham-ı anin-nefiy, 4 - Arz, 5 - Teşvik ve rağbet ettirme, makamlarında.

elass

  • Sık dişli.
  • Çenesi kulaklarına yakın olup boynu kısa olan.

elbette

  • (Te'kid edâtı) Kat'i veya kat'iye yakın hükümlerde kullanılır. Yazılı sözlerde daha çok "elbet" şeklinde geçer.

elsine-i külliye

  • Küllî, kapsamlı diller.

em'at

  • Gövdesinde kılı olmayan kimse.
  • Tüyü dökülen kurda "zi'b-i em'at" derler.

emin / emîn

  • Kalbinde korku ve endişesi olmayıp rahatta olan. Korkusuz.
  • Kendisinden korkulmayan.
  • Kendine inanılan. İtimat edilen.
  • İnanan, güvenen.
  • Çok iyi bilen, şüphe etmeyen.
  • Kendisine güvenilen.
  • Peygamber efendimizin lakabı. Peygamber olduğu bildirilmeden önce de, Kureyş kabîlesi Resûlullah'a sallallahü aleyhi ve sellem çok güvenir, inanır ve; "Muhammed-ül-emîn" derlerdi.
  • Vücuttaki bütün âzâlarını İslâmiyete uygun şekilde ve uygun yerlerde kullan

emma ba'dü / emmâ ba'dü

  • Bundan sonra, asıl meseleye gelince mânâsında olup, söze başlarken kullanılan ve gelecek ifadenin büyük önemini bildiren söz.

emret

  • Kaşının kılı dökülmüş kimse.
  • Yeleksiz ok.

Emzik / Bibs / Kidful

  • About Page template By Adobe Dreamweaver CC
    sample

    Bibs Kauçuk Emzik


    Söz konusu emzik olunca, BIBS Colour gerçek bir klasik. Yaklaşık 40 yıldır Danimarka'da tasarlanıp üretilen BIBS Colour emzikler, %100 doğal kauçuk ucuyla, hava akışı sağlayan delikleri ve cilt tahrişini önlemek için geliştirilen hafif eğimli yapısı ile gerçek bir efsane! BIBS Colour, yuvarlak ve yumuşak kauçuk uç kısmı ile anne memesine en yakın forma sahip olduğundan, çocuklar tarafından kolay kabul ediliyor. Anne memesini taklit ederek, emiş sırasında hava akışı sağlıyor. Ultra hafif ve sağlam yapısı ile bebeğinizi yormuyor. BPA, PVC ve phthalates gibi zararlı maddeler içermiyor ve dünyaca geçerli EN 1400 standardına göre üretiliyor. Hiçbir emzik markasında göremeyeceğiniz kadar fazla renk çeşitine sahip olan BIBS Colour, klasikleşen zamansız tasarımı ve elegant duruşu ile tasarım ve işlevselliği birleştiriyor. BIBS Colour, bir emzikten beklenen tüm detaylara sahip olmasının yanısıra; bir emzikten beklenmeyen güzellikte tasarımı ile, tüm dünyada hem anneleri hem çocukları kendine hayran bırakıyor…

    https://www.kidnkind.com/bibs

sample

Kidful Bitkisel Boyalı Emzik Askısı


KIDFUL Emzik Askıları, çocuk ürünlerinde kullanıma uygun olan, en kaliteli %100 gerçek deriler kullanılarak EN 12586 standartlarına göre üretilir. KIDFUL'un organik serisinde kullanılan boyalar tamamen bitkiseldir ve kimyasal madde içermez. KIDFUL'un özel olarak üretilen metal klipsi kurşun ve krom içermez. Metal klipsin kıyafetlere zarar vermemesi için, klips içerisinde plastik aparatı bulunur. KIDFUL emzik askısını, güçlü lastik ve güçlü bağlantı yapısı ile, uzun seneler yıpranma sorunu yaşamadan kullanabilirsiniz...
https://www.kidnkind.com/kidful


Kidnkind Emzik Anne Bebek ve Tekstil Ürünleri Ticaret Limited Şirketi


Web sitesi :www.kidnkind.com

Telefon : 0(216) 606 21 06

(www.kidnkind.com)

enbar

  • Yığın, dolu, küme. (Farsça)
  • Gübre. Ekinlere, kuvvet vermesi için dökülen eski fışkı, hayvan tersi. (Farsça)

enbuh

  • Ziyade, çok, kalabalık. (Farsça)
  • Çokluk, ziyadelik, cemaat, izdiham. (Farsça)
  • Meclis, kurultay. (Farsça)
  • Kalın, yoğun. (Farsça)
  • Duvarın yıkılıp dökülmesi. (Farsça)

enbüre

  • Dere, çay. (Farsça)
  • Tüyü dökülmüş olan hayvan. (Farsça)
  • Dolap beygiri. (Farsça)
  • İşkembe. (Farsça)

endiş

  • Düşünen, mülâhaza eden, ölçülü davranan mânasında sıfat terkiblerinde kullanılır. Meselâ: Akibet-endiş : Her işin sonunu düşünen.

enes

  • Üns mânasına kullanılır ve vahşetin zıddıdır.

engaz

  • San'atkârların kullandıkları san'at âletleri. (Farsça)

engüj

  • Filcilerin fili idare etmekte kullandıkları ucu eğriltilmiş demir karga burnu. (Farsça)

ensac / ensâc / انساج

  • Dokular. (Arapça)

ensice / انسجه

  • Dokular. (Arapça)
  • Kumaşlar. (Arapça)

erbab-ı dil / erbâb-ı dil

  • Gönül sâhipleri Erbab-ı kulûb, İbn-ül-Vakt.

erbab-ı fesahat

  • Dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması noktasında uzman olanlar.

erdeb

  • Bir ağırlık ölçüsüdür. Arab ülkelerinde kullanılır. Miktarı, İstanbul kilesiyle dokuz kileyi karşıladığı gibi, kullanıldığı mahalle göre de değişir.

erfeş

  • Nefsî isteklerine düşkün olan.
  • Kulakları uzun ve kaba (adam).

ermed

  • Kül rengi, gri. Boz renkli nesne.
  • Gözü ağrıyan adam.

ermeda

  • Ateş külü.

ermida'

  • Kül.

errahim

  • En merhametli, büyük nimetler veren, verdiği nimetleri iyi kullananları daha büyük ve ebedi nimetler vermek suretiyle mükâfatlandıran Allah (C.C.)

ersusa

  • Şeair-i İslâmiyeden olan ve Osmanlı İmparatorluğu zamanında kullanılan kavuk, büyük sarık.

eş'as

  • Saçı dağınık olan.
  • Saçı dökülmüş kişi.

esalib-i arab / esâlîb-i arab

  • Arap edebiyatında kullanılan üsluplar, ifade ve anlatım tarzları, Arap kelâmının kalıpları.

esalib-i arap / esâlîb-i arap

  • Araplar'ın üslupları; Arap Edebiyatında kullanılan ifade tarzları.

esamm

  • (Çoğulu: Summun) Kulağı sağır olan.
  • Katı taş.

esans

  • Çeşitli yollarla bitkilerden elde edilen veya suni olarak yapılan, kokulu ve uçucu sıvı.

esaret

  • Esirlik. Kölelik. Kullara kendini teslim etmiş olmak. Başka milletten olanlara boyun eğmek.

esas-ı ubudiyet / esas-ı ubûdiyet

  • Kulluğun özü.
  • Kulluğun esası, özü.

eşbeh

  • Mert, yiğit, kabadayı, cesur kimse. (Bu tâbir bilhassa yeniçeriler hakkında kullanılırdı.)

esekk

  • Tavşan.
  • Kulağı kesik olan.
  • Küçük kulaklı.
  • Kulağı işitmeyen. Sağır.

esir

  • Kul, köle. Harpte teslim alınan düşman. Teslim olan.

esiri / esirî

  • Esirlik, kölelik, kulluk.

eşk-i şadi / eşk-i şâdi

  • Sevinçle ağlayış. Sevinçten dökülen gözyaşı.

esma'

  • Kulaklar. İşitmeler.

esnaf-ı salihin / esnaf-ı salihîn

  • Salih kulların oluşturduğu sınıflar.

esrar-keş

  • Esrar denen zehiri kullanan kimse. Esrar içen. (Farsça)

esrem

  • Kırık dişli, dişleri kırılmış veya dökülmüş olan kişi.

esvedeyn

  • İki siyah mânâsına gelen bu kelime, yılanla akreb için kullanılır.

eşya

  • (Tekili: Şey) (Bu kelime, Türkçede müfret gibi kullanılır.) Ev döşemeye mahsus halı, dolap v.s.
  • Elbise, yatak, çamaşır gibi malzemeler.
  • Yük, yük eşyası.

et-tevvab

  • Tevbeleri kabul edici olan Allah. Kendine tevbe ve rücu' eden kulları çok. Tevbeyi kabulde çok beliğdir. Tevbe edeni hiç günah yapmamış gibi afv u rahmeti ile bahtiyar eder.

etfal-i mekatib / etfal-i mekâtib

  • Mekteb çocukları, okul talebeleri.

etnografya

  • (Etnografi) yun. Kavmiyyat. Kavimlerin, milletlerin gelişmesini, terakkisini ve has vasıflarını inceleyen, onların kültürlerinden bahseden ilim kolu.

etras

  • (Tekili: Türs) Türsler, harpde kullanılan kalkanlar.

ettun

  • (Çoğulu: Etâtin) Hamam külhanı.

ev

  • Şek, tahayyür, ibham, istisnâ, şart, teb'iz için kullanılan harf-i atıf. "yahut, veya, meğer ki, bel, belki ister" gibi kelimelerle türkçeye terceme edilebilir.

evamir-i teklifiye / evâmir-i teklifiye

  • Allah'ın kullarını uymakla yükümlü tuttuğu emirler.

evbaş / evbâş / اوباش

  • Ayak takımı, külhanbeyler. (Arapça)

evham-ı muzlime

  • Karanlık vehimler, kuşkular.

evhamlı

  • Kuşkulu, kuruntulu.

evliya / evliyâ

  • "Velî"nin çoğulu. Allah'ın ermiş kulları.
  • Velîler, Allah'ın sevgili kulları.
  • Velî kelimesinin çoğuludur.
  • Dostlar.
  • Allahü teâlânın sevgili kulları, nefsin esâretinden kurtulup, sözleri, işleri ve hareketleri İslâmiyet'e uygun olanlar, devamlı Allahü teâlâyı hatırlayıp, ananlar.

evliya-yı kamilin / evliya-yı kâmilîn

  • Olgun, kemâl ve fazilet sahibi olan Allah'ın velî kulları.

evliyaullah / evliyâullah

  • Allah'ın sevgili kulları.
  • Allahın velîleri, sevgili kulları.

ey

  • (Arabçada) "Bak, dinle, dikkat et, yahut, demektir ki" mânalarına gelir. Bir ibareyi tefsir için kulanılır. Türkçede: Yakın nidâ içindir.

eya

  • Acaba mânasına nidâdır. "Hey, ey" gibi çağırma, nidâ, seslenme edatı olarak da kullanılır. (Farsça)

eydi

  • (Tekili: Yed) Eller.
  • Mc: Kuvvetler. (Daha çok Eyâdi şeklinde kullanılır.)

eyne

  • Nere? Nerede? Nereye? (mânasına sual için söylenir ve zarf-ı mekândır).
  • Zaman. An.
  • Yorgunluk (mânâsında da kullanılmıştır.)

eysar

  • Çadır eteğini kazığa bağlamakta kullanılan kısa ipler.
  • Ot.

eyyü

  • Sual sormak için "Hangi? Ne? Ne vakit?" mânalarına kullanılır.

eyyub / eyyûb

  • (A.S.) : Kur'ân-ı Kerim'de ismi geçen İshak Aleyhisselâm'ın oğlu olan Ays'ın evlâdından Eyyûb Aleyhisselâm, bir peygamber idi. Pek çok malı ve Şam tarafında çok mülkü vardı. Her makbul kulunu ve peygamberini Allah imtihana çektiği gibi onu da denedi. Cümle emlâki emvâli elinden gitti. O yine şükrett

ez'af-ül ibad

  • Kulların en zayıf olanı.

ez'afü'l-ibad / ez'afü'l-ibâd

  • Kulların en zayıfı.

ezfer

  • Güzel kokulu şey.

ezfir

  • Çok iyi kokulu nesne.

ezlam / ezlâm

  • Câhiliye devri Arablarının kullandıkları fal okları.

eznem

  • Kulakları ucunda sarkık uzun kılları olan keçi.

ezra

  • Kulağı beyaz, gövdesi siyah olan davar.

fahamet

  • (Fehâmet) Büyüklük. Kadr ü şânı yüksek. (Eskiden büyük zatlara veya sadrazamlara karşı kullanılan hitab şekli idi. Fehametli Sultânım... gibi)

fahr-i alem / fahr-i âlem

  • Âlemin kendisi ile övündüğü zât. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm için kullanılan saygı ifâdesi.

fahr-i enam / fahr-i enâm

  • Yaratılmışların kendisiyle övündüğü zât. Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm için kullanılan hürmet ve saygı ifâdesi. Gece-gündüz dilimde, salât-ü selâm, O mübârek rûhuna, ey Fahr-ül-enâm.

fahr-i kainat / fahr-i kâinât

  • Kâinâtın kendisi ile övündüğü zât. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm için kullanılan saygı ifâdesi.

fakahetlu / fakahetlû

  • Evvelce müftüler hakkında kullanılmış olan resmî bir lâkab.

fakir-i pür-taksir / fakir-i pür-taksîr

  • Kusurlarla dolu fakir anlamına gelen, tevazu ifadesi olarak "ben" yerine kullanılan ifade.

fakir-i pürkusur

  • Kusurlarla dolu muhtaç anlamında, tevazu ifadesi olarak "ben" yerine kullanılan söz.

fakire

  • Muhtaç anlamında, tevazu ifadesi olarak, bayanlar için "ben" yerine kullanılan söz.

fakirhane

  • Tevazu ifadesi olarak, kendisinden bahseden kişinin kendi evi için kullandığı ifade.

fakis / fakîs

  • Çiftçilerin kullandığı âletlerden halka gibi bir demir.

fakr-ı mutlak

  • Mutlak fakirlik. Mü'min bir kulun Cenâb-ı Hakka karşı mutlak muhtaç halde olduğunu bilişi. Nihayetsiz muhtaç olduğu Allaha (C.C.) ve emirlerine tam teslimiyyetle sığınması hâleti.

fantaziye

  • yun. Yalandan gösteriş, boş debdebe. Zâhirî süs ve zinet. Lüzumlu ihtiyaçtan olmayan ve zevk için kullanılan pahalı eşya.

faraş

  • (Feraşe. den galat) Süprüntüleri toplamağa ait kulplu kutu, kürekçik. Süpürge.

farig

  • İşini bitirmiş, boş kalmış, alâkasını kesmiş, rahat, vazgeçmiş, çekilmiş.
  • Fık: Tasarrufu altında olan mülkün kullanma ve tasarruf hakkını başkasına devreden.

faruk

  • Hz. Ömer için kullanılan bir sıfat; hakkı batıldan ayıran.

fasid daire / fâsid daire

  • Man: A yı B ile, B yi A ile ispat etmek. Bir düşünceyi isbat etmek için isbat edilmemiş başka bir düşünceyi delil olarak kullanmak ve bunu da isbat için isbatı istenen ilk düşünceyi doğru sayıp buna delil diye kullanmak. Yani isbat edilen ile isbat edeni birbirine delil saymak olup isabetsizdir.

favori

  • Sakalın kulak hizasından yanağa doğru inen kısmı. (Fransızca)
  • Bir müsabakayı kazanacağı tahmin edilen şahıs, takım veya hayvan. (Fransızca)

fayiha

  • (Çoğulu: Fevâyıh) Meyve ve çiçek kokusu.
  • Güzel kokulu nesne.

fazi' / fazî'

  • Korkulu nesne.

fe

  • (Buna ta'kib edâtı denir) "Sonra, hemen" mânalarını ifâde için fiillerin başına getirilen edât harfi. Bazan mecaz olarak vav yerinde de kullanılır.

fe'd

  • Kebap yapmak.
  • Kül içinde ekmek pişirmek.

fe-keyfe

  • "Nasıl?" anlamına kullanılan eski bir tabir.

feddan

  • (Çoğulu: Fedâdin) Bir çift öküz.
  • Bir günde bir çift öküzle sürülebilen arazi.
  • Daha çok mısırda yer ölçülerinde kullanılan bir kelime.

fekk

  • Açmak. Ayırmak.
  • Kırmak.
  • Kaldırmak.
  • Kesmek.
  • El ve bilek, yerinden burkulup çıkmak.
  • Rehin verilen şeyi kurtarıp çıkarmak.
  • Köle azadetmek.
  • Pir-i fâni olmak.

felah-ı vatan / felâh-ı vatan

  • Vatanın kurtuluşu. Vatanın selâmeti.
  • Tar: 10 Şubat 1920'de İstanbul Mebuslar Meclisi'nde teşekkül etmiş olan bir grup.

felence

  • Hoş kokulu sarı renkli bir tohumdur. Yemen'den gelir.
  • Besbâse yaprağı.

fenafillah

  • (Fenâ fillâh) Tas: Abdin zât ve sıfâtının, Hakk'ın zât ve sıfâtında fâni olması. Başka bir ifade ile: Dünya alâkalarını külliyen kat' ve ehadiyet dergâhına tam bir teveccühle istiğrak haletidir. Sofi, bu maksada erebilmek için her şeyi terk eder.

fenapezir / fenapezîr

  • Fena bulan, yok olan. Fenayâb da aynı mânada kullanılır. (Farsça)

fennin iliştiği

  • Bazı materyalist bilginlerin maddî ilimleri kullanarak Kur'ân'daki bazı âyetlerin gerçek dışı olduğunu ileri sürmeleri.

ferc

  • Yarık, çatlak. Korkulacak yer.
  • Ud yeri. Dişi tenasül âleti.

ferek

  • Kulağın sarkık ve sülpük olması.

ferheng / فرهنگ

  • Kültür. (Farsça)
  • Sözlük. (Farsça)

ferraş

  • Cami, mescid, imaret gibi müesseselerin temizliğini sağlamak; ve kilim, halı ve hasır gibi mefruşatını yayma hizmetleriyle vazifeli olan kişiler hakkında kullanılır bir tâbirdir. Ferraş; arapçada, yayıcı, hizmetçi, döşeyici anlamlarına gelir. Yeniçeri teşkilâtında bu işi görenlerle, Kâbe'yi süpürenl

fersan

  • Derisi kürk yapımında kullanılan bir sansar cinsi. (Farsça)

fertute

  • Kadın esirler hakkında kullanılan tâbirlerdendir. Esir edilen kadınlar hakkındaki diğer tâbirler şunlardır: Mâriye, ümmülveled, acuze, duhter, yekdest, yekçeşm, mâyube.

fesahat / fesâhat

  • Dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması.

fesübhanallah / fesübhânallah

  • "Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir" anlamında kullanıp hayret ve hayranlığı ifade eden kelime.

fetiyle

  • Yanmış fitil ucu.
  • Bükülmüş ince sicim.
  • İki parmak arasındaki kir.

fettah / fettâh

  • Zafer kazanmış, üstün gelmiş.
  • Fetheden, açan.
  • Kullarının kapalı işlerini açan, Cenab-ı Hakk.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarına hayır kapılarını, dileklerine kavuşmak istiyen kullarına kapalı kapıları açan, peygamberlerini düşmanlarının elinden kurtarıp, memleketlerin fethini müyesser (kolay) kılan; evliyâsına (sevdiği kullarına) melekûtünün (gözle görülmeyen

fevaih

  • (Tekili: Fâih) Meyve ve çiçek kokuları.

fevehan

  • (Tekili: Fevh) Güzel kokular.

fevehat

  • (Tekili: Fevha) Güzel kokular.

feveranlı

  • Coşkulu, aktif, faal.

fevkalküll

  • (Fevk-al kül) Hepsinin fevkinde. Bütününün üstünde.

fevt-i fursat

  • Fırsat kaçırma. Fırsatı değerlendirememe. Ele geçen bir imkânı kullanamama.

feya sübhanallah / feyâ sübhanallah

  • Ey her türlü eksiklikten sonsuz derecede yüce olan Allah mânâsında bir şeyin tuhaflığını bildirmek için şaşkınlık ifadesi olarak kullanılır.

feylekus

  • Fil kulağı dedikleri büyük yassı yapraklı ot.

feyyaz-ı rahmani / feyyaz-ı rahmânî

  • Kullarına karşı çok merhametli olan ve rahmet eserleri bütün varlık âlemini kuşatan Allah'ın feyiz, bereket ve ihsanı.

feyz-i rahman / feyz-i rahmân

  • Kullarına karşı çok merhametli olan ve rahmet eserleri bütün varlık âlemini kuşatan Allah'ın lûtfu, ihsanı.

fi / fî

  • Arabçada harf-i cerrdir. Mekâna ve zamana âidiyyeti bildirir. Ta'lil için, isti'lâ için ve yine harf-i cerr olan "bâ, ilâ, min, maa" harflerinin yerine kullanılır. Geçen mef'ul ile gelecek fasıl arasında geçer. Te'kid mânası da vardı. Başka bir ifade ile kısaca (fî) : "İçinde, içine, hakkında, husus

fi'l-i şeni'

  • Irza vuku bulan tasallut hakkında kullanılan bir tabirdir. Bununla birlikte, mutlaka cima' manâsına değildir.

fi'liyyat / fi'liyyât / فعليات

  • Eyleme dökülen işler. (Arapça)

fidam

  • (Feddâm) : Su kabının üzerine koydukları süzgeç.
  • Mecusilerin ağızlarını bağlamakta kullandıkları bez.

fidye-i necat

  • Bir kimsenin esirlikten veya başına gelen bir belâdan kurtulmak için, kendisi veya kendi namına başkası tarafından mecburen verilen para vesaire hakkında kullanılan bir tabirdir. Tabirin karşılığı, can kurtarma akçası demektir.

fikr-i ruhbaniyet

  • Hıristiyanlık dininde Allah ile kullar arasında vasıta olarak ruhbanların bulunması gerektiğine dair düşünce.

filiz / فلز

  • Ağaç ve çiçek fidanı, taze sürgün.
  • Eritilip temizlenmemiş olan altun, gümüş,demir, bakır gibi külçe, ham maden.
  • Erimiş bakır.
  • Maden külçesi. (Arapça)

fina / finâ

  • Şehir kenarı, büyük mezarlıklar (fabrika, mektep, kışlalar) ve kasabadakilerin harman yapmak, hayvan koşturmak, eğlenmek için devamlı kullandıkları yerler.

fırat

  • Ön Asya'nın en büyük nehridir. Diyadin civarında çıkar, Anadolu'nun doğu taraflarına kadar gelip Mezopotamya'yı dolaştıktan sonra Irak'ta Dicle ile birleşerek Basra Körfezi'ne dökülür.

firavun

  • Eski Mısır krallarının lâkabı; katı yürekli, inatçı ve zâlim kimseler için kullanılan bir tabir.

firengi / firengî

  • Batı kültürü.

fireuni / fireunî

  • Hat, minyatür, tezhib gibi güzel san'atlarda kullanılan bir kâğıt cinsi.

fırışka

  • Bütün yelkenleri camadana vurmaksızın kullanabilmeğe münasib olan rüzgâr hakkında söylenilen bir tabirdir. Bu rüzgârın, saniyedeki sür'ati 5-12 metredir.

firkateyn

  • Buharın icadından evvel kullanılan harp gemilerindendir. Bu gemiler, güvertelerinin altında bir batarya topu hâvi olup hızlı giderlerdi. Bu gemilerin üç direkleri vardı ve içlerinde mürettebatının binbeşyüzü bulanları da vardı.

fitil

  • Eskiden ağırlık ölçüsü olarak kullanılan dirhemin kesirlerinden biri. Dirhemin dörtte birine: denk; dengin dörtte birine: Kırat; Kıratın dörtte birine: Fitil denilir.
  • Eski Fitilli tüfeklerin namlusundaki baruta ateş vermek için kullanılan kükürtlü ip veya kaytan parçası.
  • Topa

fitne-i diniye

  • Dine ve dindarların içine sokulan fitne, fesat.

fitne-i diniye narı / fitne-i diniye nârı

  • Dine sokulan fitnenin ateşi.

forma

  • Cüz. Kısım. Parça. (Fransızca)
  • Şekil. Biçim. Askeri nişan. Rütbe işareti. (Fransızca)
  • Bükülünce 8, 16, 32 sayfa olan kitap dizgisi. (Fransızca)

frenk sakalı

  • Eskiden frenkleri taklid suretiyle bırakılan sakal hakkında kullanılan bir tabirdi. Çeneye gelen kısım uzunca bırakılıp, yukarı tarafları kısa kesilen veya traş edilen sakal demektir.

fülgur

  • Kuzukulağı dedikleri ot.

fürafür

  • Kulağı yırtık kişi.

fürraa

  • Kalem silmekte kullanılan bez.

füru

  • Aşağıda. Âciz. Beceriksiz. Geride kalmış... mânaları ifade eder, kelimenin önüne veya sonuna getirilerek ek olarak kullanılır. (Farsça)

füsafis

  • Keneye benzer murdar kokulu bir böcek.
  • Tahta kurusu.

futa

  • Hamamlarda kullanılan bir kumaş cinsi. (Farsça)
  • Peştemal. Havlu. (Farsça)

gadab

  • Hiddet, öfke, kızgınlık.
  • Allahü teâlânın, emrine karşı gelen kullarından intikam almak istemesi.

gaffar / gaffâr

  • (Gufran. dan) Günahları örten, günahları bağışlayıcı. Mağfireti çok.
  • Kullarının günahlarını afveden Cenâb-ı Hak (C.C.)
  • Ne kadar çok ve büyük olursa olsun, dilediği kullarının her türlü suç ve günahını defalarca bağışlayan Allah.

gafil

  • Habersiz, kul olduğunu hatırlamadan yaşayan.

gaflet

  • Olup biteni sezmeme, kul olduğunu unutma hâli.

gafur / gafûr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kulların günâh, ayıb ve hatâlarını pek çok örtüp, bağışlayan.

gafurü'r-rahim / gafûrü'r-rahîm

  • Kullarının günahlarını çok bağışlayan ve kullarına özel rahmet, merhamet ve şefkat gösteren Allah.

galat-ı meşhur

  • Yanlış olduğu hâlde herkes tarafından kullanılan kelime veya terkib.

galat-ı tahakkümi / galat-ı tahakkümî

  • Bir kelimenin gerek lâfzı ve gerekse mânası itibariyle herkesin kullandığı gibi kullanılmaması.Bu, başlıca üş şeyden olur:1- Nazımda vezne uydurmak için bir kelimenin telâffuzunu değiştirmek, hecesini uzatmak ve kısaltmak yahut harfini gizlemek.2- Çeşitli mânâları olan bir kelimeyi meşhur olmayan bi

galif

  • Gön ve deri dibâgat etmekte kullanılan bir ot.

galiye

  • Galeyan eden.
  • Değerinden çok pahalı.
  • Misk ve amberden yapılmış meşhur koku.
  • Hoş kokulu kıymetli madde.

galiye-bar / galiye-bâr

  • Güzel kokulu şey saçan. (Farsça)

galiye-dan / galiye-dân

  • Güzel kokulu şeylerin muhafaza edildiği kap, mahfaza. (Farsça)

gangren

  • Bulunduğu organı kullanılmaz hâle getiren bir hastalık.

garabet

  • Yabancılık. Gariblik.
  • Tuhaflık.
  • Âcizlik, beceriksizlik.
  • Gizli olmak. Hilaf-ı âdet olmak.
  • Iraklık.
  • Edb: Ne demek olduğu herkesçe anlaşılmayacak kelime ve tabirlerin söz arasında kullanılması.

gareb

  • Gümüş kadeh.
  • Kavak ağacı.
  • Havuzla kuyu arasına dökülen su.
  • Bir nevi koyun hastalığı.

gasak

  • (Gusuk-Gasekan) İlk koyu karanlık.
  • Küfrün karanlığı.
  • Gözün dumanlanıp, seçemez olması.
  • Göz kararması.
  • Herhangi bir şeyin akması, dökülmesi.
  • Çok soğuk ve fena kokan içki veya su.
  • Kuvve-i şeheviyye.
  • Seyelân.

gassak

  • Ehl-i cehennemin vücudundan akan irin.
  • Çok soğuk ve fenâ kokulu içilmez şey.

gasul

  • Su. Bir şey yıkamakta kullanılan su.

gavali / gavalî

  • (Galiye) Güzel kokular.

gavs

  • Yardım eden. Evliyâ arasında kullara yardımla vazîfelendirilen velî zât.

gavsü'l-vasılin / gavsü'l-vâsılîn

  • Hakikate, marifete ermiş anlamına gelen, Allah'ın sevgili kulu, irşad eden büyük zât.

gaye-i ubudiyet

  • Kulluğun gayesi.

gaylem

  • Kul, cariye.
  • Kablumbağanın erkeği.
  • Mevzi ismi.
  • Mugaylân ağacı.

gayr-ı mebzul

  • Çok kullanılmayan. Az bulunan şey.

gayr-ı mütevekkil

  • Tevekkül etmeyen, sadece sebeplere takılıp neticeyi Allah'tan beklemeyen.

gayr-ı zahid / gayr-ı zâhid

  • Dünyanın zevk ve süslerine dalan ve kulluk görevini ihmal eden.

gayret-i ilahiyye / gayret-i ilâhiyye

  • Allahü teâlânın kullarından beğenmediği hallerin ayrılmasını istemesi, böyle şeylere rızâ göstermemesi.

gazel

  • Tek kişinin özel bir ahenkle okuduğu manzume. (Aşk ve nefis gibi hislere ait olup, anlamı dine aykırı olursa ve kadın sesi ile câiz değildir.)
  • Edb: Klâsik şark şiirlerinin en çok kullanılan ve (5-15) beyitlik şekil.
  • Sonbaharda ağaç üzerinde kuruyan yapraklar.
  • Ceylân.<

gazf

  • Kulağın sarkık olması.
  • Kırmak.
  • Geceleyin karanlık olmak.

geçer akça

  • Rayiç para yerine kullanılır bir tabirdir. Bu tabir, eskiden halk arasında yapılan senetlerde, hükümet tarafından akdolunan mukavelelerde kullanılırdı. (Türkçe)

gem vurmak

  • Mecaz yoluyla mâni olmak, zabtetmek, bağlamak yerinde kullanılan bir tabirdir.

genday

  • Kokmuş, fenâ kokulu. (Farsça)

gılman-ı enderun

  • Tar: Topkapı Sarayı (Yenisaray) iç oğlanları hakkında kullanılan bir tabirdir. Bunlar derece ve hizmet itibariyle başka başka odalara ayrılmışlardı.

gırajova ateşi

  • Tar: Eskiden kale müdafaalarında hücum edenlere karşı ve deniz savaşlarında düşman gemilerini tutuşturmak için kullanılan ve su ile sönmeyen bir cins ateş. Balmumu, kükürt, ispirto, kâfuru karmasından ibarettir. Bu ya doğrudan doğruya tutuşturulur veya buna batırılmış yuvarlak yün parçaları ateşlene

giran-guş

  • (Çoğulu: Giranguşân) Sağır, kulağı ağır işiten. (Farsça)

girgin

  • Her yere sokulan, herkesle görüşen, sokulgan.
  • Mensub, alâkalı, müteallik.

girih-küşa

  • Düğüm açan, bağı çözen. (Farsça)
  • Mc: Müşkülâtları yenen, zorlukları halleden. (Farsça)

girive

  • (Girve) Çıkmaz yol. Çıkmaz sokak. (Farsça)
  • İçinden çıkılması müşkül olan durum. (Farsça)

girye-zar

  • Oturup ağlanılan, gözyaşı dökülen yer. (Farsça)

gışa-yı tabli / gışa-yı tablî

  • Tıb: Kulak zarı.

gisu / gîsu

  • Uzun saç, omuza dökülen saç. (Farsça)

giyotin

  • Eskiden Fransa'da idam cezalarının infazı için kullanılan, kafa kesmeye yarar âlet. (Fransızca)

gönder

  • Tar: Seferde ordunun ve ileri gelen vezir ve diğer devlet ricalinin atlarına bakmak ve sair zamanlarda ise has ahır ve çayır hizmetlerinde kullanılmak üzere gayr-ı müslimlerden ve hasseten Bulgarlardan tertip edilmiş bir sınıf olan voynukların her mıntıkada iki, üçü ve dördü hakkında kullanı

gudde-i nekfiyye

  • Tıb: Kulak memesinden çeneye kadar olan kısımda bazan ufak ufak meydana gelen bezler.

gulampare

  • Dost, sevgili, mahbup. (Halk ağzında kulampara şeklinde kullanılır.)

güle

  • Zülüf. Bükülmüş ve kıvrılmış saç. (Farsça)

gülgune

  • Gül renkli. (Farsça)
  • Gül yanaklı. (Farsça)
  • Kadınların kullandıkları gül rengindeki düzgün. (Farsça)

gülnefesi / gülnefesî

  • Lâtif ve hoş sözlülük. (Farsça)
  • Güzel kokulu olmak. (Farsça)

gunya

  • Geometride kullanılan bir âlet. Gönye. (Farsça)

gürs

  • Kir, leke, pas. Açlık, sefâlet. (Farsça)
  • Zülf, kâhkül. (Farsça)

gürz

  • Silâhın icadından evvel kullanılan bir harp âleti. Gürz, yekpare veya yalnız baş tarafı demir ve bakırdan, sapı ise ağaç ve demirden olan bir nevi topuzdur. Gürzün Türkçesi "bozdoğan" dır. Bozdoğan bir cins yırtıcı kuştur. Gürz, bozdoğanın kafasına benzediği için bu adla anılmıştır. Gürzün baş kısmı

gurze

  • (Çoğulu: Guruz) Pamuklu elbisede kullanılan kaba dikiş.

guş / gûş / گوش

  • Kulak. (Farsça)
  • Mc: İşitmek. (Farsça)
  • Kulak. (Farsça)

guş-dar

  • "Kulak tutan." Sözü tam mânasıyla dinleyen, kulak veren. (Farsça)

guş-hurde

  • Kulağı bükülmüş, terbiye edilmiş. (Farsça)

guş-i can

  • Can kulağı.

guş-i huş

  • Akıl kulağı. Can kulağı.

guş-i kabul-i cane / gûş-i kabul-i câne

  • Canın kabul kulağı; birşeyi can kulağıyla dinleme.

guş-var

  • Küpe, kadınların kulaklarına taktıkları mücevher. (Farsça)

guş-zed

  • Kulağa çarpan, işitilen. (Farsça)

guşetmek

  • İşitmek. Dinlemek, kulak vermek, mesmu' olmak.

güsiste

  • Kopmuş, kırılmış. (Farsça)
  • Sökülmüş, çözülmüş, gevşemiş. (Farsça)

guşmal

  • Yola getirme, te'dib etme, kulak bükme, ihtar etme. (Farsça)

guzruf

  • (Çoğulu: Gazârif) Kulak kemiği.
  • Kıkırdak.

hab-alud

  • Uykulu. Uyku karışık.

hab-nak

  • Uykusu gelmiş kimse, uykulu kişi. (Farsça)

habalud / hâbâlûd / خواب آلود

  • Uykulu. (Farsça)

habalude / hâbâlûde / خواب آلوده

  • Uykulu. (Farsça)

habeşi / habeşî

  • Habeş memleketi ahalisinden olan. Habeş'e mensub ve müteallik olan.
  • Koyu esmer renkli adam.
  • Hat, tezhib, minyatür gibi güzel san'atlarda kullanılan bir cins kâğıt.

habib / habîb

  • Allah'ın en sevdiği kul olan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (a.s.m.).
  • Sevgili.

habib-i ekrem / habîb-i ekrem

  • Allah'ın en sevdiği kul olan Peygamberimiz Hz. Muhammed.

habib-i huda / habib-i hudâ

  • Allah'ın en sevdiği kul olan Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.).

habib-i hüda

  • Allah'ın en sevgili kulu; Hz. Peygamber (a.s.m.).

habib-i rahman / habib-i rahmân

  • Sonsuz merhamet sahibi ve yarattığı bütün varlıklara şefkatle rızıklarını veren Allah'ın en sevdiği kulu olan Hz. Muhammed.

habib-i rahmani / habib-i rahmânî

  • Sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan Allah'ın sevgili kulu; Hz. Muhammed (a.s.m.).

habib-i zişan / habib-i zîşân

  • Şan ve şeref sahibi, Allah'ın en sevdiği kul olan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (a.s.m.).

habibiyet / habîbiyet

  • Allah'ın en sevgili kulu olma.

habibullah / habîbullah

  • Allah'ın en sevdiği kul olan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (a.s.m.).
  • Allahın sevgili kulu.

habnak / hâbnâk / خوابناک

  • Uykulu. (Farsça)

habul

  • Hurma ağacına çıkarken kullanılan urgan.

hacegan-ı divan-ı hümayun / hâcegân-ı divan-ı hümayun

  • Eskiden devlet dairelerindeki yazı işlerinin başında ve bir takım mühim memuriyetlerde bulunanlar hakkında kullanılan bir tâbirdi. İkinci Mahmud zamanında yenilikler yapılıp memuriyete mahsus rütbeler ihdas olunurken hâcegânlık da rütbe sayılmış ve bunlara ait nişanla, resmi günlerde giyecekleri elb

haço

  • Ermeniler tarafından kulanılan bir isim.

hacr

  • (Hicr) Men'etmek. Birisine bir şeyi yasak etmek. Malını kullanmaktan men'etmek.
  • Kucak. Ağuş.

hacren

  • Malını kullanmaktan menetmek suretiyle.

hadi / hâdî

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarından dilediğine doğru yolu gösteren, kullarının havâssına (seçilmişlerine) doğrudan insanların avâmına (havâsstan aşağı derecede olanlara) yarattıkları varlıkları vâsıtasıyla kendini tan ıtan yüce Allah.

hadire / hadîre

  • Hurması gök iken dökülen hurma ağacı.

hadise-i külliye / hâdise-i külliye

  • Küllî hadise; büyük ve kapsamlı hâdise, olay.

hafız mektebi

  • Kur'ân-ı Kerimi ezberlemek için gidilen okul.

hafiz-i rahim / hafîz-i rahîm

  • Sonsuz rahmetiyle kullarını koruyup gözeten Allah.

hakb

  • Devenin semerini karnına bağlamakta kullanılan ip.
  • Tutulmak.

hakem

  • Her şey hakkında küllî ve genel hükmü veren ve her şeyi küllî hükme göre adalet ve denge ile yaratan Allah.

hakikat

  • (Çoğulu: Hakaik) Bir şeyin aslı ve esâsı. Mahiyeti. Gerçek. Doğru. Sahih. Künh. Sâbit ve vâki.
  • Kadirbilirlik. Sadâkat, doğruluk. Kâinat ve tabiat ve uluhiyet hakkında bütün teşbih ve mecazlardan âri ve zâhir olan gerçek.
  • "Mecâz" karşılığı, esas olarak kullanılan kelime.
  • <

hakikat-i tevekkül

  • Tevekkül gerçeği.

hakikat-i ubudiyet-i ahmediye / hakikat-i ubûdiyet-i ahmediye

  • Peygamberimizin kulluğunun aslı ve esası.

hakim / hakîm

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hikmet sâhibi, ilmi kâmil, işi güzel, uygun işler yaratıcı ve kullar arasında hükmedici.
  • Hikmet ehli. Din bilgilerini fen bilgileri ile isbât eden âlim.

hakim-i hakem-i hakim-i zülcelali ve'l-cemal / hâkim-i hakem-i hakîm-i zülcelâli ve'l-cemâl

  • Herşeyin hâkimi, her varlığın küllî hükmünü veren, her şeyi hikmetle ve yerli yerinde yaratan, sonsuz büyüklük ve güzellik sahibi.

hakim-üş şer' / hâkim-üş şer'

  • Kadılar (hâkimler) için kullanılan bir tâbirdir. Kadılar davaları şer'î hükümler dairesinde hall ü faslettikleri için bu tâbir meydana gelmiştir. Şeriat hâkimi demektir.

hakir kalb / hakîr kalb

  • Bir tevazu ifadesi olarak, bu fakirin ehemmiyetsiz, kıymetsiz kalbi mânâsında kullanılan bir deyim.

hakister / hâkister / خاكستر

  • Kül, ateş külü. (Farsça)
  • Kül. (Farsça)

hakisteri / hâkisterî / خاكستری

  • Kül rengi. (Farsça)

hakperestlik

  • Yalnız Allah'a kulluk etmek.

hal / hâl

  • Durum, vaziyet, tavır. Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin kalbine gelen sevinç, hüzün, darlık, genişlik, arzu ve korku gibi mânâlar. Bunlar kulun gayreti ve çalışması olmadan kalbe gelir. Bu yönden makam ile arasında fark vardır. Makam, tasavvuf yolun da bulunan kimsenin çalışmakla kazandığı mânevî d

halife-i müslimin / halife-i müslimîn

  • Yavuz Sultan Selim Han'dan sonraki Osmanlı Padişahları hakkında kullanılmış bir tabirdir. Müslümanların halifesi demektir.

halife-i ruy-i zemin

  • Yeryüzünün halifesi mânâsına gelen bu tabir, Yavuz Sultan Selim Han'dan sonra Osmanlı Padişahları hakkında kullanılmıştır.

halıkın hukuku / hâlıkın hukuku

  • Hukukullah, Yaratıcının hukuku.

halim / halîm

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hep hilm sâhibi olan; günâh işleyenlerin, günâh işlemelerini ve emirlerine muhâlefetlerini, karşı geldiklerini gördüğü hâlde gazablanmaya ve onları cezâlandırmaya gücü yettiği hâlde, acele etmeyen. Allahü teâlâ kullarına cezâ vermekte

halkabeguş

  • Kulağı küpeli, kulağı halkalı. (Farsça)
  • Mc: Köle, esir. (Farsça)

hall ü akd

  • Çözme ve düğümleme. İdame etme. Müşkül mes'eleleri ve işleri halledip neticeye bağlama.

hallal-ı müşkilat / hallâl-ı müşkilât

  • Zorlukları yenen, müşkülâtı halleden kimse.

ham

  • Bükülmüş, kıvrılmış, eğrilmiş. (Farsça)
  • Eğri, bükülmüş.

hamd

  • Medih, övmek.Cenab-ı Hakk'a karşı kulların memnuniyet ve sevinçlerini ve O'na hamd ve şükür ile medihlerini bildirmeleri, senâ etmeleri.

hamide / hâmide

  • Uzun müddet geçmesi sebebi ile rengine tegayyür ve siyahlık gelip eskimiş olan.
  • Nebatsız kuru yer.
  • Yanmış kül olmuş.

hamir / hamîr

  • Eyer yapmada kullanılan tüysüz beyaz deri.

hamşüde

  • Bükülmüş, eğrilmiş. (Farsça)

hancer

  • Ucu sivri, iki tarafı keskin büyük bıçak. Halk dilinde hançer şeklinde kullanılır. Divan edebiyatında şâirler, güzellerin kaşlarını hancere benzetirlerdi.

hanif / hanîf

  • İslâmdan önce eski dinlerin kalıntılarıyla kulluk eden kimse.

hannan-ı mennan / hannân-ı mennân

  • Rahmetlerin en hoş cilvesini kullarına bağışlayan ve sonsuz minnete lâyık olduğunu gösterecek şekilde kullarını nimetlendiren Allah.

hanve

  • Güzel kokulu bir ot.

hanya'

  • Beli bükülmüş kadın.

harba'

  • Kulağı delik koyun.

harbesisa

  • "Şey" mânasına kullanılan bir isimdir.

harbi / harbî

  • Dâr-ül harbde bulunan ve müslim olmayan kimse. Arada anlaşma yapılmamış düşman.
  • Harbe mensub ve müteallik.
  • Tüfek temizliği için kullanılan demir çubuk.

harbiye / حربيه

  • Harb işlerine ait. Harb okulunun adı. Harbiye mektebi.
  • Harble ilgili, askeri okul.
  • Harp okulu. (Arapça)
  • Harbiyeli: Harp Okulu öğrencisi. (Arapça)
  • Harbiye nezareti: Savunma bakanlığı. (Arapça)

harc

  • Gider, sarfiyat, bir iş için kullanılan madde.
  • Vergi.
  • Çıkmak.
  • Yeni çıkan bulut.
  • Yemâme vilayetinde bir yer.
  • Ecir.
  • Buğday. (Dinimizde lüzumsuz harcamak, israf haramdır. Zillet ve fakirliğe sebeptir.)

hardal

  • Çok küçük tohumları olan ve yaprakları yenen bir nebat ismi. Döğülerek macun haline getirilir ve sofrada iştah açmak için kullanılır.

harf

  • Ağızdan çıkan her bir sese âit verilen işaret. Alfabeyi meydana getiren şekilli çizgilerden herbiri.
  • Müstakil bir mânâya değil de başka harflerle birleşerek, başka muayyen ve müstakil çok mânaların ifadesi için kullanılan şekil. Başkasının mânalarını gösteren işaret.
  • Vecih, ü

harık-ı ade / hârık-ı âde

  • Âdeti yırtan, âdetin dışarısında, hârikulâde.

harime / harîme

  • Bir kimsenin, istediği gibi kulanabilecek hakka sahib olduğu malı.

harita

  • yun. Yeryüzünün veya bir parçasının belli bir ölçüye göre küçültülerek muvafık bir yere çizilen taslağı.
  • Dağarcık, kulplu kese.

hark-ı kebir

  • Büyük yangın.
  • Cihan Harbi. (daha ziyade ihrak olarak kullanılır)

harka'

  • Kulağı delik koyun.
  • Çeşitli yönlerden esen rüzgâr.

hars / حرث

  • Tarla sürmek.
  • Yarmak.
  • Ekin, kültür.
  • Kültür. (Arapça)

harsi / harsî / حرثى

  • Kültürel. (Arapça)

hartavi / hartavî

  • Tar: Sipahilerin yeniçeri keçesine mümasil olarak giydikleri toparlak keçe külâh.

has / hâs

  • Tek bir mânâ için konulan her lâfız ve tek başına belirli ferdler için kullanılan her isim.

hasba

  • Hafif tahkir yerinde kullanılan bir tabirdir. Halk dilinde "haspa" şeklinde kullanılır.

haşeb

  • Kereste imâlinde kullanılan kalın ve kuru ağaç.

hasf

  • Ayakkabı dikmek.
  • Birbirine yapıştırmak.
  • Tasmalı nâlin.
  • Ağacın yaprağının dökülmesi.

hasıraltı etmek

  • Ist: Unutmak, saklamak, gizlemek, terviç etmemek manasında kulanılan bir tâbirdir. Hasır, eskiden halı ve kilim yerinde kullanıldığı ve onun altında kalan şeyler unutulup gittiği için bu tâbir meydana gelmiştir.

haşmetmeab

  • Haşmetli, haşmet sahibi mânâlarına gelir ve eskiden padişahlara karşı hürmet bildirmek için kullanılırdı.

haşşaş

  • Esrar, eroin gibi uyuşturucu maddeler kullanan. Esrarcı, esrar içen.

hatarkar / hatarkâr

  • Hatarlı, korkulu. (Farsça)

hatarnak / hatarnâk

  • Korkunç, korkulu, tehlikeli. (Farsça)

hatem / hâtem

  • Mühür. Üzerinde yazı olan ve mühür yerine kullanılan yüzük.
  • Son. En son.

haten

  • (Çoğulu: Ahtân) Kadın tarafından olan kimseler. (Baba, kardeş ve emmi gibi)
  • Araplar, damat mânasına kullanırlar.

hatir

  • Muhâtaralı, tehlikeli, korkulacak durum. Büyük ve şerefli kimse.

hatla'

  • Kulakları sarkık olan kadın. (Müz: Ahtal)

hatt-ı şakul / hatt-ı şâkul

  • Çekül doğrultusu. Yer çekimi istikametinde, dünyanın merkezine doğru.
  • Çekül doğrultusu; yer çekimi istikametinde yerin merkezine doğru uzanan hat.

havagazı

  • Isı veya ışık temin etmek maksadıyla yakılarak kullanılan bir gaz. (Türkçe)

havan

  • İçinde çeşitli şeylerin dövülüp ufalandığı ağaç, mâden veya taştan yapılmış çukurca kap.
  • Tütün kesmekte kullanılan makine.
  • Başkalarına destek olacak gücü bulunmadığı halde, yardakçılık eden kimse.
  • Elektrikî bir boşalmanın ısı değerini gösteren âlet.
  • İçine çuku

havayic-i asliyye / havâyic-i asliyye

  • İhtiyaç eşyâları. Temel ihtiyâçlar. Bir kimsenin yiyecek giyecek ve ev gibi ihtiyaç duyduğu lüzumlu maddeler ve evde kullanılan eşyâ ve âletler, hizmetçiler, binecek vâsıtası, meslek kitapları (din kitapları) ve ödeyeceği borçları.

haver

  • Zayıf olmak.
  • Yumuşak, çukur yer.
  • Denize suyun akıp döküldüğü yer.

havfnak / havfnâk / خوفناک

  • Korkulu, korkutan, korkunç. (Farsça)
  • Korkulu. (Arapça - Farsça)

havrem

  • Ayak ovup kir gidermekte kullanılan, kırmızı renkli delikli taş.

havya

  • Madenlerle yapılan kaynak işlerinde, lehimin eritilmesinde kullanılan âlet. Lehimi eritebilmesi için sıcak olarak kullanılması gereken bu havyaların çoğu elektrikle ısıtılır.

havzan

  • Sarı çiçekli, güzel kokulu bir çiçek. Nilüfer çiçeği.
  • Tarhun otu.

hayal-i fener

  • Sihirbaz feneri denilen ve resimli camları olan ve bu resimleri duvara aksettiren fenere benzer bir âlet.
  • Mc: Son derece vücutça zayıf olan kimseler için kullanılır.

hayat-ı içtimaiye medresesi

  • Toplumsal hayat medresesi, hayat okulu.

hayat-ı külliye

  • Küllî hayat; bütün fertleri içine alan kapsamlı hayat.

hayat-ı maneviye-i ubudiyet / hayat-ı mâneviye-i ubudiyet

  • Kulluğun mânevî hayatı.

hayta

  • Serseri, serkeş kimse.
  • Ask: Osmanlılarda görevli bir sınıf askere verilen ad. Hayta birlikleri, üstün savaş kabiliyeti olan askerlerden kurulur, lüzumunda düşman topraklarına akın yapmak için de kullanılırdı. Sonraları düzenleri bozulduğunda eşkiyalığa başladılar; bundan dolayı "hayt

hayzeran

  • Halk dilinde hezâren denilen bir cins sıcak iklim kamışı ki, sandalye vs. yapımında kullanılır.

hazama'

  • Kulağı enine yarılmış keçi.

hazami

  • Güzel kokulu bir ot.

hazerat / hazerât

  • Hazretler; saygıdeğer olanlar (saygı maksadıyla kullanılan bir ifadedir).

hazkil aleyhisselam / hazkîl aleyhisselâm

  • İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden veya Allahü teâlânın velî kullarından biri. Yâkûb aleyhisselâmın oğullarından Lâvî'nin neslindendir. Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra gönderilen üçüncü peygamberdir. Allahü teâlâ, onun duâsı bereketiyle, ölen binlerce kişiyi diriltti.

hazva'

  • Sarkık kulaklı eşek.

hebl

  • Ölüm, mevt.
  • Taaccüb makamında kullanılır.

hece vezni

  • Türklerin eskiden kullandıkları nazım âhengi ölçüsüdür ki, buna "parmak hesabı" da denir. Parmak hesabı, Türk edebiyatının başlangıcından XI. yy. a, yani Türklerin aruz veznini öğrenmelerine kadar Türk nazmının yegâne âhengi idi. Aruz vezni kabul edilmekle beraber, hece vezni terkedilmeyerek yine ha

heder etmek

  • Boş yere faydasız olarak kullanmak.

hediye-i ubudiyet / hediye-i ubûdiyet

  • Kulluk hediyesi.

heft-dane

  • Aşure adı verilen bir cins tatlıyı yapmakta kullanılan yedi çeşit tahıl.

hel

  • Arapçada soru cümlesinin başına gelen bir harf olup; em bel kad edatları yerinde ve ceza mânasına emri ve bazan isbat, bazan da nehiy için kullanılır.

hel min mezid

  • Daha yok mu? Daha olmayacak mı? mânâlarında kullanılır.

helal

  • Allah'ın müsaade ettiği şey. Haram olmayan. Dinî bakımdan kullanılmasında, yenilip içilmesinde, dinlenmesi veya bakılmasında yahut dokunulmasında nehiy olmayan.
  • İhramdan çıkan hacı.

helile / helîle

  • Tıb: Tohumları tıbda müshil olarak kullanılan bir bitki.

hem

  • Gaile, müşkül iş.
  • Tasa, gam, keder, hüzün.

hem suçlu hem güçlü

  • Suçlu olduğu hâlde suçunu bilmez ve suçsuz olduğunu iddia eder kimse hakkında kullanılan bir tâbirdir.

hemze

  • Elif veya elif yerine kullanılan işaret. Elif, vav, ya, he üzerine konulan ve "e" diye okutan işaret.
  • Parmakla sıkma, dürtme, sıkıştırma.

hendesehane-i bahri / hendesehane-i bahrî

  • Bahriye Mektebinin ilk adıdır. Abdülhamid zamanında miladi 1773 yılında Cezayirli Hasan Paşa'nın teşebbüsüyle Tersane içinde açılmıştır. Okulun ilk baş muallimi, Türk riyaziyecisi Gelenbevi İsmail Efendi'dir.Şimdiki ismiyle "Gemi İnşa Mühendisliği" olan Bahriye Mektebi, 1795 senesinde daha muntazam

herifçioğlu

  • Kızılan kimse hakkında zamir gibi kullanılan argo bir tabirdir.

herkül burcu

  • Gökyüzünün kuzey yönünde Herkül ismi verilen bir yıldız kümesi.

hevl-engiz

  • Korkunç korkulu. (Farsça)

hevl-nak / hevl-nâk

  • Korkulu, korkunç. (Farsça)

hey'a

  • Yere dökülen birşeyin akması.
  • Korkutucu ses.

hey'et-i temsiliye

  • Temsil hey'eti.
  • Tar: Erzurum Kongresinde Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ismini alan cemiyetin nizamnamesi iktizasınca seçilen şahıslardan teşekkül etmiş olan hey'et. (6 Ağustos 1919)

heybet

  • Hürmetle beraber koruk hissini veren hal. Sakınıp korkulacak hal. Azamet.

heykel

  • Taş, tunç, kil ve alçı gibi maddelerden yontularak, kalıba dökülerek veya yoğurulup, pişirilerek yapılan insan, hayvan vs. şekli.
  • Büyük bina, anıt, büyük ve yüksek yapı, âbide.
  • Mc: Soğuk ve duygusuz kimse.
  • Güzel ve yakışıklı kişi.

hezaren

  • Sıcak memleketlerde yetişen; ve baston, sandalye gibi şeyler yapmakta kullanılan bir cins kamış.

hicab

  • Perde. Örtü. Hâil.
  • Utanma. Kendini kusurlu bilip insanlar arasından çekilmek.
  • Men'etmek.
  • Allah ile kul arasındaki perde.
  • Setretmek. Gizlemek.

hidayet / hidâyet

  • Doğru yolu gösterme, doğru, Allahü teâlânın râzı olduğu yolda bulunma.
  • Cenâb-ı Hakk'ın insanın kalbinden her sıkıntı ve darlığı çıkarıp, yerine rahatlık, genişlik verip, kendi emir ve yasaklarına uymada tam bir kolaylık ihsân etmesi ve kulun rızâsını kendi kazâ ve kaderine tâbi eylem

hidroelektrik

  • Su gücünü kullanarak elde edilen elektrik. (Fransızca)

hidroelektrik santralı

  • Su gücünü kullanarak elektrik üreten fabrika veya merkez.

hikayat / hikâyât / حكایات

  • Hikayeler, öyküler. (Arapça)

hil'at-i hass-ül has

  • Tar: En değerli kumaştan yapılan hil'atler için kullanılan bir tâbirdir. Bu türlü kaftanlar şeyh-ül İslâm, sadrazam ve Mekke şerifi gibi en yüksek derecedeki devlet memurlarına giydirilirdi.

hılal

  • (Çoğulu: Ahılle) Diş arasını ayıklamakta kullanılan nesne. Dostluk.

hilal / hilâl

  • Sâfi ve halis.
  • Sıdk ile dostluk etmek.
  • Ara. Aralık.
  • Zaman ve vakit.
  • İki şey arasına sokulmuş olan.
  • Buluttan yağmurun çıktığı yer.
  • Gr: Bir kelimenin aslını ve ondan türeyenleri gösteren tertip.
  • Kulak ve diş karıştırmak gibi şeylerde kull
  • Yeni ay şekli. Yeni ay.
  • Fık: Yay şeklinde görülen her yeni aya ve her ayın üçüncü gecesine kadar aya hilâl denir. 26 ve 27 nci gecelerdeki aya da hilâl, onda sonrakileri kamer denir.
  • Cami kubbeleri ve minâre külâhları tepesine konulan alemlerin hilâl şeklinde olan uç kısmı.

hile-i şer'iye

  • Müşkül bir mes'eleyi, şer'i esaslar üzeri, hazakatla hall ve izah etmek ve şer'an muahaze ve mes'uliyeti mucib olmayacak surette te'vilini bulmaktır. Bu tabir kanuna, yani şeriata karşı irtikâb edilen, hile, oyun, aldatma veya şer'î bir hükmü bertaraf etmek mânasına olmayıp, ancak karışık bir durumu

himmet

  • Kast, irâde, kuvvetli istek, arzu. Allahü teâlânın velî kullarından bir zâtın, kalbinde yalnız bir işin yapılmasını bulundurup, başka bir şeyi kalbine getirmemesi ve Allahü teâlâdan o işin olmasını dileyerek, bu şekilde mânevî yardımda bulunması. Evliyânın himmeti, yaktı beni kül eyledi Sofi

hıncahınç

  • Ağzına kadar ve tıka basa dolu. Dopdolu. (Bu tabir bir yer veya taşıt için kullanılır.)

hind

  • Hindistan'ın kısa adı.
  • Bir kadın adı. (Asr-ı saadette Hazret-i Hamza'nın ciğerlerini yiyen kadın, Ebu Süfyan'ın karısı.)
  • Fetva metinlerinde kadını temsil etmek üzere kullanılan umumi isimlerden birisi. Diğerleri: Fatıma, Hatice, Zeyneb.

hindi / hindî

  • Hind'e ait.
  • Hind ahalisinden olan, Hindli.
  • Bugün konuşulan Hind dillerinin en yaygın ve tanınmış olanı.
  • Güzel sanatlarda kullanılan ve Hind'de yapıldığı için de bu ismi alan bir kağıt cinsi.

hıraş

  • "Tırmalayan, kazıyan" anlamıyla bileşik sıfatlar yapar. Meselâ: Dil-hıraş : Gönlü tırmalayan, inciten. Samia-hırâş : Kulak tırmalayıcı. (Farsça)

hirase

  • Bostan korkuluğu. Korkutacak şey. (Farsça)

hırvati / hırvatî

  • Tar: Sipahilerin başlarına giydikleri külâh tarzındaki başlık.

hisarlı

  • Hisarla çevrili yer.
  • Hisarda oturan, kalede mukim.
  • Ask: Sınırlarda bulunan şehir ve kalelerde topçuya ait hizmetlerde kullanılan bir sınıf asker. Bunlara İstanbul'dan gönderilen "topçuağası" kumanda ederdi. Hisarlılar, bölük ve ortalara ayrılmamıştı. Sayıları sınırlı ve sabit

hişt

  • Eskiden kullanılan, kısa el mızrağına benzer bir savaş âleti. Daha ziyade Osmanlı ordularında bulunan bu silâh, özellikle hassa birliklerine verilirdi.

hitab-ı izzet / hitâb-ı izzet / خِطَابِ عِزَّتْ

  • Cenab-ı Hakk'ın kuluna hitâbı.

hıyanet / hıyânet

  • Hâinlik. Vefasızlık. İtimadı kötüye kullanmak. Sözünde durmayıp oyun etmek.
  • Hâinlik. Birine kendini emîn tanıttıktan sonra, o emniyeti bozacak iş yapmak; vefâsızlık, îtimâdı kötüye kullanmak, sözünde durmamak.

hıyasa

  • Kulak halkası.
  • Dar etmek, darlaştırmak.
  • Dikmek.

hıyata

  • Terzilik, dikiş dikme işi.
  • Tıb: Ameliyat esnasında kesilip yarılan yerin tekrar kaynaması için dikilmesi.
  • Ameliyatta dikiş için kullanılan bağırsak ve benzeri şeylerden yapılan iplik.

hizbullah

  • Allah için din uğrunda ciddi gayret sâhibi olan ve din düşmanlarıyla aslâ hakiki dost olmayan mücahid cemaat. "Hizb-ül Kur'an" tabiri de aynı mânada kullanılır. (Kur'an-ı Kerim'de 5:56 ve 58:22 âyetlerinde zikredilir.)

hizem / hîzem

  • Yakacak odun. Yakıt olarak kullanılan odun. (Farsça)

hizmet-i ubudiyet / hizmet-i ubûdiyet

  • Kulluk hizmeti.

hoşbu / hoşbû / خوشبو

  • Güzel kokulu, hoş kokan. (Farsça)
  • Hoş kokulu. (Farsça)

hoşbuyi / hoşbuyî

  • İyi kokulu olmak, güzel kokmak. (Farsça)

hubze

  • Ekmek parçası. Bir parça ekmek.
  • Kül pidesi.

hücre

  • Odacık, göz.
  • Dokuların, organların en küçük parçası, hücre.

hüdhüd-misal

  • Hz. Süleyman'ın haberleşme vasıtası olarak kullandığı kuş gibi.

hüdüb

  • (Çoğulu: Ehdâb) Sarık.
  • Kirpik, müjgân.
  • Havlu, el silmeye mahsus pamuklu bez.
  • Minder kenarında olan püskül.

hukeşan

  • Tar: Hacı Bektaş şeyhinin Yeniçeri Ocağı nezdindeki vekiline mahsus doksandokuzuncu ortaya 1591 senesinde tâyin olunan Bektaşi müritleri hakkında kullanılır bir tâbirdi. Yeniçeri ocağından yiyip içen ve yeniçeri odalarında yatıp kalkan bu duacıların vazifeleri sabah akşam ordunun selâmet ve muvaffak (Farsça)

hukuk-u ibad / hukuk-u ibâd

  • Kul hakları, insan hakları.

hukuk-u teamüliyye

  • Memleketin ahlâkını ve âdatını bildiren örf mânasında kullanılır.

hukukullah / hukûkullah

  • Fık: İbadetler ve İlâhî cezalar, ukubetlerle alâkalı haklar.
  • Hukukullah umuma taalluk edip, yalnız bir şahsa âid olmayan ahkâm demektir. Bunlar hukuk-u umumiyeden ibarettir. Cenab-ı Hakk'a izafesi, tazim ve ehemmiyetine işaret içindir.
  • Allahü teâlânın emri ve kulluk borcu olarak yapılan, kimsenin tasarrufta bulunamıyacağı, değiştiremeyeceği şeyler.

hükumet konağı / hükûmet konağı

  • Devlet memurlarının bulunduğu bina. Bunun yerine: "Bab-ı hükûmet, daire-i hükûmet" tabirleri de kullanılırdı.

hülasa-ı ubudiyet / hülâsa-ı ubûdiyet

  • İbadetin, kulluğun özü.

hülasa-i ubudiyet / hülâsa-i ubudiyet

  • Kulluğun özü, özeti.

hulefa-i raşidin / hulefâ-i râşidîn

  • Her bakımdan olgun ve Resûlullah Efendimize uyan yüksek halîfeler mânâsına, Resûl-i ekremden (sallallahü aleyhi ve sellem) sonra sırasıyla halîfe olan hazret-i Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Ali (radıyallahü anhüm) için kullanılan tâbir.

hulul etmek / hulûl etmek

  • Girmek, yer etmek; bir cismin başka bir cisme girmesi, iki şeyin birleşmesi. Allahü teâlânın kula girmesi sûretiyle onun ilâhlaştığını kabûl edenlerin bozuk ve yanlış görüşü.

hulüm

  • (Çoğulu: Ahlâm) Düş, rüyâ. (Rüyâ tâbiri iyilerinde; hülm tâbiri kötülerinde kullanılır.)
  • İhtilam olmak.
  • Akıl.

huluvv

  • Boş olmak, hâlî oluş. Boşluk. Boşta olmak.
  • Huk: Tarafların anlaşarak evlilik hayatlarına son vermeleri.
  • Huk: Bir gayr-i menkulün, muayyen bir bedel ile kiralanmış olmasından doğan kiracılık hakkı ve menfaati.
  • Hava parası adıyla verilen meblağ.

humaz

  • Kırmızı çiçeği olan bir bitki çeşidi.
  • Kuzu kulağı.

humbara

  • Küçük küp. (Farsça)
  • Ask: Demir veya tunçtan dökülmüş, içi boş ve yuvarlak olarak yapılan ve içine patlayıcı maddeler doldurularak havan topu veya elle atılan harp aleti. Havan topu ile atılana havan humbarası, elle atılana da el humbarası denirdi. (Farsça)
  • Para biriktirmek için kullanılan topr (Farsça)

humeme

  • (Çoğulu: Humem) Kömür.
  • Kara kül.
  • Her ateşte yanan nesne.

hummaz

  • Kuzu kulağı.

hunut

  • Mumyalama.
  • Bir ölünün uzun zaman çürüyüp kokmaması için kullanılan eczalar.

hurc

  • Meşinden veya çadır bezi gibi şeylerden yapılmış büyük heybe ve sandık. Meşinden yapılan bu heybe ve sandıklar arka taraflarındaki meşin kollarla hayvanların semerine bağlanır ve iki hurc bir hayvana yüklenirdi. Eski zamanın uzun yolculuklarında kullanılırdı. Eskiden İstanbulun meşhur yangınlarında

hürriyet

  • Hürlük, serbestlik.
  • Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyup, herkesin hakkını gözetmek.
  • Maddî ve mânevî her türlü şeyin sevgisinden gönlünü kurtararak yalnız Allahü teâlâya kul olmak.

hurs

  • (Çoğulu: Hursân) Altından ve gümüşten olan halka.
  • Kulağa taktıkları küçük halka.

hurt

  • (Çoğulu: Hurut-Ahrât) Balta. İğne deliği, balta deliği, kulak deliği.

huruf-u şartiye

  • Şart edatları; Türkçe'de "eğer, şayet, …se, …sa" kelimelerinin karşılığı olarak kullanılan Arapça edatlar, in, lev gibi.

hurufat

  • (Tekili: Harf) Harfler. Matbaada kullanılan dökme harfler.

huslet

  • Kıldan bükülmüş nesne.

hüsn-i zan

  • Kulların Allahü teâlâdan rahmetini ummaları.
  • Bir kimse veya bir hâdise hakkında iyi kanâat sâhibi olmak.

hüsn-ü isti'mal

  • İyi ve güzel kullanma.

hüsn-ü istimal

  • Güzel ve iyi kullanma.

hüsn-ü istimal etmek

  • Güzel kullanmak.

huşşa'

  • Kulak ardındaki yumruca kemik.

hutat

  • Dökülmüş ve saçılmış olan şey.

hüval

  • Kundura kalıbının yukarı kısmını genişletmek için kullanılan takoz.

huzene

  • Kulak.

huzur-u etemm

  • Kulun kendini her yönüyle Allah'ın huzurunda hissetmesi.

huzur-u ilahi / huzur-u ilâhî

  • Kulun kendisini Allah'ın huzurunda hissetmesi.

huzur-u tam

  • Kulun kendisini tam olarak Allah'ın huzurunda hissetmesi.

i'bad

  • Kul etmek, köle yapmak.

i'dadiye

  • Hazırlığa ait. Hazırlığa mahsus.
  • Orta tahsili veren okullar. Vaktiyle rüşdiyeden sonra gidilip yüksek mekteblere girebilmek için lâzım gelen bilgileri öğreten okul. Sultaniyelerden aşağı olan mekteb.

i'lem eyyühe'l-aziz" notekey

  • 'Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!' mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir ifade.

i'mal

  • Yapmak. İşlemek. İhdas eylemek.
  • Kullanmak.
  • Zabt, idare ve hâkimlik etmek.
  • Fık: Sözü mühmel bırakmayıp bir mâna ile mukayyed ve yüklü eylemek.

i'tibar

  • (İtibâr) Ehemmiyet vermek. Hürmet, riâyet ve hatır saymak. Kulak asmak. İbret alıp uyanık olmak. Birisini veya sözünü makbul farzetmek.
  • Taaccüb etmek.
  • Şeref, haysiyet.
  • Bir şeyin gerçek değil, kararlaştırılan değeri.
  • Ticarette söz veya imzaya olan itimad.
  • <

i'tibaren

  • ...den beri, ... başlıyarak, ... den başlıyarak, ...den (yerinde kullanılır.)

i'tikaf / i'tikâf

  • İbâdet niyetiyle câmide bir müddet bulunmak. Îtikâf, nezr (adak) olursa vâcib, Ramazan ayının son on gününde sünnet, bunların dışında herhangi bir zamanda namaz kılmayı beklemek, göz-kulak günâh işlemesin niyetiyle mescidde bulunmak ise müstehâbdır (sevâbdır). Îtikâfa girene mü'tekif denir.

i'tisa

  • Asâya dayanma, baston kullanma.

i'tiva

  • Bükme veya bükülme.

i'vicac / i'vicâc / اعوجاج

  • Eğrilme, burkulma. (Arapça)

iade

  • Geri vermek. Eski haline getirme.
  • Mukabilini yapma. Karşılığını yapma.
  • Avdet ettirmek.
  • Edb: Bir mısraın veya beytin son kelimesini, kendisinden sonra gelen mısra veya beytin ilk kelimesi olarak kullanma sanatı.

iare

  • Emaneten vermek. Bir malın kullanılmasından karşılık istemiyerek meccanen başkasına vermek.

ibad / ibâd / عباد

  • (Tekili: Abd) Kullar. Allah'ın kulları.
  • Kullar.
  • Kullar.
  • Kullar.
  • Kullar. (Arapça)

ibad-ı mükerrem / ibâd-ı mükerrem

  • Şerefli, saygın kullar.

ibad-ı müsebbih / ibâd-ı müsebbih

  • Cenâb-ı Hakkı tesbih eden kullar.

ibadet / ibâdet / عبادت

  • Allah'ın (C.C.) emirlerini yerine getirmek ve nehiylerinden kaçmak. Yapılmasında sevab olup, ihlâsla yapılan herhangi bir amel. Şeriatta bildirildiği gibi Allah'a kulluk etmek. Kâinatın ve dolayısıyla insanların hilkatindeki hikmet ve gaye.
  • Allah'a kulluk.
  • Kulluk, kulluk vazîfelerini İslâmiyetin bildirdiği şekilde yerine getirmek. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymak.
  • Klluk, tapınma. (Arapça)
  • İbâdet etmek: Kulluk etmek, tapınmak. (Arapça)

ibadetullah

  • Allah'a ibadet etme, Ona kullukta bulunma; emirlerini yerine getirip, yasaklarından kaçınma.

ibadü'r-rahman / ibâdü'r-rahmân

  • Allah'ın kulları.

ibadullah / ibâdullah / عباداﷲ / ibâdullâh / عِبَادُ اللَّهْ

  • Allah'ın kulları.
  • Allah'ın kulları.
  • Allahın kulları.
  • Tanrı'nın kulları. (Arapça)
  • Çok, bol. (Arapça)
  • Allah'ın kulları.

ibaha / ibâha

  • Bir şeyin kullanılıp kullanılmaması, serbest olma hâli.
  • Yedirme, doyurma.

ibaret

  • Meydana gelmiş, toplanmış. Bir şeyden teşekkül etmiş. Bir şeyin aynı. Bir şeyin içindekini ve aslını beyan. Bir halden bir hale tecavüz eylemek.
  • Rüya tabir etmek.

ibcal

  • Büyük saygı, tâzim ve tekrim. (Bu mânâlarda kullanılırsa da tebcil şeklinde kullanılması doğrudur.)

ibn-ül-vakt

  • Kalbi halden hâle değişen velî. Tasavvuf yolunda ilerlerken halleri değişen, her zaman başka türlü olan, bâzan şuurlu, bâzan şuursuz (kendilerinden geçen, kendilerini unutan) kimseler. Bunlara erbâb-ı kulûb da denir.

ibrişim

  • İpek ipliği, bükülmüş ipek.
  • İbrişimden yapılmış.
  • Bükülmüş ipek, ipekten yapılmış iplik.

ibtida'i / ibtidâ'î / ابتدائى

  • İlkel. (Arapça)
  • İlkokul. (Arapça)

ibtidai / ibtidaî

  • Başlangıca ait, en önce olarak. İlk, evvelâ.
  • Ham, işlenmemiş.
  • İlk tahsil veren okul. (Daha da evvel bunun yerine "Sıbyan Mektebi" tabiri kullanılırdı.)

ibtila / ibtilâ

  • İmtihan. Allahü teâlânın, kulunu, çeşitli sıkıntılar vermek sûretiyle imtihan etmesi, denemesi.
  • Bir şeye düşkünlük. Mübtelâ olmak.

ibtizal

  • Çokluğu sebebiyle bir nimetin kıymetini bilmeyip, hor kullanmak.
  • Devamlı şeklide bir şeyi kullanmak.
  • Edb: Herkesin bildiği bir sözü tekrar etmek. (Mümtâziyetin zıddıdır.)

ibzal

  • Esirgemeyip bol sarfetme, bol kullanma.

iç oğlanı

  • Saray hizmetine alınıp devletin çeşitli makamlarına namzed olarak yetiştirilen gençler. İç oğlanı, Yıldırım Bayezid zamanında yeni teşekküle başlayan saray hizmetlerinde bulunmak üzere yeniçerilik için toplanan devşirmelerden ayrılmak suretiyle meydana getirilmiş ve bu usûl sonradan yapılan kanunla (Türkçe)

icra

  • Bir işi yürütmek.
  • Yerine getirmek. Yapma. Tatbik etme.
  • Vekil göndermek.
  • Mahkeme kararını yerine getirmek.
  • Suyu akıtmak.
  • Huk: Borçlunun alacaklıya karşı ödemekle mükellef olduğu bir borcu, adlî bir teşekkül vâsıtasıyla ödetme.

ictihad

  • Kudret ve kuvvetini tam kullanarak çalışmak. Gayret etmek. Çalışmak.
  • Anlayış.
  • Kanaat.
  • Fık: Şeriatın fer'î mes'elelerine âit hükümleri, İslâm müçtehidlerinin, usulüne uygun olarak, Kur'an ve Hadis-i Şeriflerden çıkarmaları ve bunun için tam gayret etmiş olmaları. Böyle

idadiye / îdâdiye

  • Hazırlamayla ilgili, eskiden lise seviyesindeki okul.

idare

  • Devrettirmek. Çekip çevirmek. Döndürmek. Kullanmak. Becermek.

iddihan

  • (Dühn. den) Güzel kokular sürünme.

idhal / idhâl / ادخال

  • İçeri alma, sokma. (Arapça)
  • Yurt dışından getirme, dışalım, ithal. (Arapça)
  • İdhâl edilmek: (Arapça)
  • İçeri alınmak, sokulmak. (Arapça)
  • Dışalım yapılmak. (Arapça)
  • İdhâl etmek: (Arapça)
  • İçeri almak, sokmak. (Arapça)
  • Yurt dışın (Arapça)

idlal-i ilahi / idlâl-i ilâhî

  • Allah'ın kulu saptırması.

ifa-yı ubudiyet / ifâ-yı ubudiyet

  • Allah'a olan kulluğu yerine getirme.

ifa-yı vazife-i ubudiyet / ifâ-yı vazife-i ubudiyet

  • Kulluk görevini yerine getirme.

ıfas

  • Şişe ve divit ağzını kapatmakta kullanılan deri.

iffet

  • İnsan rûhundaki yapıcı kuvvetin, yâni şehvetin iyiye kullanılmasından ortaya çıkan huy. Nefsi kötü isteklerinden men etmek. Âr, nâmus, hayâ duygusu.

ifraz hazinesi

  • Tar: Kullanılmayan kıymetli eşyanın saklandığı yer. Bu gibi kıymetli şeylerden ikinci dereceden olanların muhafaza olunduğu yere de "Bodrum Hazinesi" denilirdi.

ifsad etme

  • Bozma, kötüye kullanma.

iftilal

  • Bükülme.
  • (Asker) muharebeden yılma.

iğerçin

  • Karar veremeyen, mütereddit, kuşkulu.

ıh

  • Deveyi çökertmek için kullanılır sestir.
  • Yorgunluk ve heyecanla hızlı nefes vermeği tasvir eder.

iham

  • Vehme düşürmek, vehimlendirmek.
  • Edb: İki mânaya gelen bir kelimeden en az kullanılan mânayı bilerek kullanmak.

iham-ı kabih

  • Edeb ve terbiye dışı anlamı bilerek kullanma. Sözü edeb ve terbiyeye aykırı bir mecazî mânâya getirme.

ihanet / ihânet

  • Hâinlik etmek, güveni kötüye kullanmak, sadâkat göstermemek.
  • İsyân etmek, karşı gelmek.
  • Küçük düşürmek, tahkîr etmek, hafife almak.

ihbal

  • Gebe koyma, hâmile yapma.
  • Çiçekler dökülüp meyve tutma.

ıhlamur

  • Kerestesi marangozlukta kullanılan ve çiçeği haşlanıp çay gibi içilen ağaç.
  • Ihlamur ağacından yapılmış.

ihtikan

  • Kan toplanması. Bir uzva kan birikmesi sebebi ile oranın şişip kabarması.
  • Şırınga kullanma.

ıhtinas

  • Kırılmak.
  • İkiye bükülmek, iki kat olmak.

ihtira'

  • Evvelce keşfolunmamış, bilinmeyen bir şeyi keşfetmek. İcad etmek.
  • Edb: Hiç kimse tarafından kullanılmamış tabirler ve mazmunlar kullanma.

ihtirak

  • Yanmak, tutuşmak, yanıp kül olmak.
  • Koz: Bir gezegenin güneşe yaklaşması.

ihtirasat

  • İhtiraslar, aşırı istekler, hırs ve tutkular.

ihtirasat-ı hayvaniye / ihtirâsât-ı hayvâniye

  • Hayvânî ihtiraslar, hayvanî duygulardan kaynaklanan aşırı istekler, tutkular.

ihtital

  • Gizli söylenen sözü dinleme. Kulak kabartma.

ihtiyar-ı külfet

  • Külfete katlanma.

iki dirhem bir çekirdek

  • Mc: "Pek süslü" yerine kullanılır bir tabirdir. Osmanlı altını iki dirhem bir çekirdek ağırlığında olduğu için bu tâbir meydana gelmiştir.

iknaiyyat-ı hitabiyye

  • Kelâm ilmine ait bir ıstılahtır. Zannî olan aklî delil demektir. Bürhanın aşağı mertebesidir. Aklı, muhalif fikirlerle karışmamış ve bürhanı anlayamayacak kimseler için kullanılır. İsbattan çok ikna vasfı taşır.

ikrah-ı gayr-i mülci / ikrâh-ı gayr-i mülcî

  • Mülcî olmayan ikrâh. Bir kimseyi istemediği bir sözü veya işi yapmaya zorlarken tam şiddet kullanmama.

iktat

  • Alçak sesle kulağa fısıldama.

iktirab

  • Tasalı ve gamlı olma. Korkulu ve hüzünlü bulunma.

ılgıdır

  • Bir metre kadar uzunluğunda, uçlarına birer karış kadar iki çivi sokulmuş ağaçtan yapılma bir ölçü âletidir.

ilm-i adab / ilm-i âdâb

  • Yemek, içmek, yatıp kalkmak, giyinmek, sefer gibi hâllere dair hadisler için, ilm-i hadis istılâhında kullanılan tâbirdir.

ilm-i nafi' / ilm-i nâfi'

  • İnsana aczini, kusurunu, Rabbinin büyüklüğünü bildiren, kalbde Allah korkusunu ve mahluklara karşı tevâzû, alçak gönüllülüğü artıran, kul haklarına ehemmiyet vermeyi temin eden sonsuz seâdeti (mutluluğu) ve Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya vesîle olan ilim.

ilmiye ricali

  • İlmiye tarikinin yüksek tabakasına verilen addır. Bunun yerine "ricâl-i ilmiye" tabiri de kullanılırdı. İlmiye mensubları cübbe ile sokağa çıktıkları halde ilmiye ricali lata yahut biniş giyerlerdi.

iltifat-ı rahmani / iltifat-ı rahmânî

  • Allah'ın sonsuz rahmetiyle kuluna yönelip ona lütufta bulunması.

iltifatat-ı rahmaniye / iltifâtât-ı rahmâniye

  • Allah'ın sonsuz rahmetiyle kullarına lütuf ve iyilikte bulunması.

iltiva

  • Burulmak.
  • Kıvrılmak, bükülmek.
  • Sarılıp birbirine dolaşmak.
  • Dalgalanma.
  • Eğri durma.
  • Nehrin dolaşıklı bir yatağı olma.

imam hatip mektebi

  • İmam ve hatip olarak din görevlisi yetiştirmek üzere kurulan okul.

imame

  • İslâma mahsus baş kisvesi olan sarık. Zırhlı külâh.
  • Çubuk ve sigaralığın başına takılan ağızlık.
  • Tesbihin başındaki ve ipin iki ucu içinden geçen uzunca tane.

iman / îmân

  • İnanmak. "Allahü teâlâdan başka mâbud, ilâh olmadığına, Muhammed aleyhisselâmın O'nun kulu ve Resûlü olduğuna" ve O'nun Allahü teâlâdan getirdiklerine kalb ile inanıp dil ile söylemek.

imaret kemeri

  • Eskiden medresenin en güçlü, kuvvetli, kıdemli ve sözü dinlenen talebesi hakkında kullanılır bir tabirdi. Ayrıca bu tabir, medrese talebelerinden iaşe işlerine bakmak üzere bir sene müddetle seçilenler hakkında da kullanılırdı. Bunlar, bellerine kemer taktıkları için bu isim verilmişti.

imdad

  • Yardım. Yardıma yetişmek. "Yetişin, kurtarın" mânasında da kullanılır.
  • Yardıma gönderilen kuvvet.
  • Vâdeyi uzatmak. Mühlet vermek.

imlas

  • Karanlık.
  • Karışma.
  • Koyunun tüyü dökülme.

imtira'

  • Çıkarma, ihrac etme, dışarı atma.
  • Şüphelenme, kuşkulanma.
  • Tereddüt, mütereddidlik, kararsızlık.

in'itaf / in'itâf / انعطاف

  • İki kat olma, bükülme, katlanma.
  • Bir tarafa dönme, temâyül. Meyletme.
  • Bükülme. (Arapça)
  • Dönme. (Arapça)
  • İn'itâf etmek: Çevrilmek, dönmek. (Arapça)

inayet-i rahmaniye / inayet-i rahmâniye

  • Kullarına karşı çok merhametli olan ve rahmet eserleri bütün varlık âlemini kuşatan Allah'ın özel yardımı.

inbisat-ı alat / inbisat-ı âlât

  • Âletlerin genişlemesi; dış dünyayı algılayıp idrak edebebilmek için ruhun kullandığı âletlerin, yani duyular, duygular ve sairelerin gelişip genişlemesi.

ind

  • Arapçada zaman veya mekân ismi yerine kullanılır. Hissî ve manevî mekân. Maddî ve manevî huzura delâlet eder. Nezd, huzur, yan, vakt, taraf gibi mânâlara gelir. Gayr-ı mütemekkindir. Yani harekeleri değişmez. İzafete göre zamanı ifade eder (Min) harf-i cerriyle birleşebilir. Bazan da zarf olmaz. Baz

indifak

  • (Su) birdenbire ve şiddetle dökülme.

indifak-ı nehr

  • Nehrin şiddetle dökülmesi.

infitak

  • Yarılma, sökülme.

inhina / inhinâ / انحنا

  • Bükülme, eğrilme.
  • Eğri, yay. (Arapça)
  • Kıvrılma, bükülme, yay şeklini alma. (Arapça)

inhisar-ı kuvvet

  • Güç ve kuvvetin sınırlandırılması; kuvvetin denetim altına alınarak yasal çerçevede kullanılması.

inna lillah ve inna ileyhi raci'un / innâ lillah ve innâ ileyhi râci'ûn

  • Belâ ve musîbet gelince veya kötü bir haber duyunca okunan, Bekara sûresinin; "Biz Allahü teâlânın kullarıyız (vefât ettikten sonra diriltilip yine) O'na döneceğiz" meâlindeki yüz elli altıncı âyet-i kerîmesi.

inne-ma / inne-mâ

  • Ancak edatı ile, beyan olunan şey hakkındaki hükmü, maadâsından nefy etmek için kullanılır.

inşaallahü'r-rahman / inşaallahü'r-rahmân

  • Kullarına karşı çok merhametli olan ve rahmet eserleri bütün varlık âlemini kuşatan Allah dilerse.

inşak

  • Koklatma. Buruna kokulu bir şey çektirme.
  • Tuzağa veya ağa iliştirme.

insat

  • (İnsiyat) Susup dinleme, susma.
  • Gizlenerek gitme.
  • İnfial vezninde, nidâ eden kimseye icabet etme.
  • Beli bükülenin beli doğrulması.
  • Meşhur olma.

insibab

  • Dökülme. Akıtılma.
  • Cereyan etme.
  • Başka suya karışma.
  • Tıb: Ahlat-ı erbaadan birisinin vücudun bir tarafında nesicler (dokular) arasında toplanması.
  • Dökülme, katılma.
  • İnsibab etmek: Dökülmek.

insical

  • Çekilme.
  • Dökülme.

insicam

  • Suyun dökülüp devamlı akışı. Düzgünlük. Sağlam ve ıttırad ile ârızasız tertib üzere olmak.
  • Devamlı yağmur yağmak.
  • Edb: Düzgün, tertibli, pürüzsüz söz. Kitabın ifadesi güzelce ve düzgün tertib üzere olmak.

inşilal

  • Şiddetle dökülerek akma.
  • (Su) uçurumdan dökülerek şelâle meydana getirme.

insina

  • Bükülme, burkulma, burulma.

insina-yı kadem

  • Ayağın burkulması.

insiyag

  • Kalıba dökülüp düzelme.

intisab-ı ubudiyet

  • Kulluk bağı.

intıva

  • Dürülmek ve cem' olmak. Bükülmek ve katlanıp sarılmak.

intizam ve külliyet ve vüs'at-i ubudiyet / intizam ve külliyet ve vüs'at-i ubûdiyet

  • Kulluğun düzenliliği, çokluğu ve genişliği.

inziac

  • Yerinden koparma, sökülme.
  • Tas: Allah'a tam teveccüh ederek dünyevî emelleri bırakmak.

irade

  • İstek, arzu. Dilemek. Emir. Ferman.
  • Bir şeyi yapmak veya yapmamak için olan iktidar, güç. (İrade, ihtiyardan daha geniştir, umumidir. İhtiyar, taraflardan birini diğerine tafdil ile beraber tercihtir. İrade; yalnız tercihtir. Mütekellimler bazan iradeyi ihtiyar mânasında kullanmışlar

irade-i ilahiye / irade-i ilâhiye

  • Külli irade. Allah'ın emri ve isteği.

irade-i külliye

  • Külli irade. Allah'ın her şeye şâmil olan emri ve iradesi.

irfan / irfân / عرفان

  • Bilmek, anlayış, tecrübe ve zekâdan ileri gelen zihnî kemal.
  • İkrar.
  • Mücazat.
  • Fık: Esrar-ı İlâhiyeye, iman ve Kur'an hakikatlarına vukufiyet. (İlim ile irfan ve ma'rifet arasında fark vardır: İlim, vech-i küllî ile, yani her vechesiyle bilmektir. İrfan ve marifet ise;
  • Bilme. (Arapça)
  • Kültür. (Arapça)

irfan mektebi

  • İrfan okulu; Cenâb-ı Hakkı tanıtan, bildiren, hak ve hakikate ulaştıracak bilgiyi ders veren okul.

irfanperver / عرفان پرور

  • Kültürlü. (Arapça - Farsça)

irhas / irhâs

  • Bir peygamberden, peygamberliği bildirilmeden önce meydana gelen hârikulâde (olağanüstü) haller.

irhasat

  • Hayırlı işlerle uğraşmak.
  • Sağlam şey.
  • Ist: Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) nübüvvetinden evvel zuhur eden hârikulâde haller ki, bunlar peygamberliğine delil teşkil eden hâdiselerdendir.

ırk

  • Ayrı soyda olan, ayrı dilde konuşan değişik kültüre sâhip, şeklî özellikleri bulunan insan topluluğu, millet.

ırmak

  • Büyük akarsu, doğrudan doğruya denize dökülen nehir.

irmik

  • Buğday gibi hububatdan elde edilen ve helva, çorba yapımında kullanılan iri taneli un.

irsal-i mesel

  • Konuşurken meşhur hikmetli sözleri kullanmak.

irtibab

  • Kokulu şeyler yapma.
  • Bir çocuğu büluğ çağına varıncaya kadar besleme.

ısabe

  • (Çoğulu: Asâib) Cemaat, topluluk.
  • Tıb: Yaraları sarmakta kullanılan bağ, yara bantı.
  • Başa sarılan ve şeâir-i İslâmiyeden olan sarık.

isaga

  • Kalıba dökme veya dökülme.

ısaha

  • Kulak verip dinleme.

işaha

  • Misvâk kullanma.

isam

  • Günaha sokmak, günaha sokulmak.

isbat-ı israf

  • Gereğinden fazla kullandığını gösterme.

isbat-ı sani-i vahid ve nübüvvet ve haşir ve adalet / isbat-ı sâni-i vahid ve nübüvvet ve haşir ve adalet

  • Herşeyi en mükemmel san'atla yaratan Allah'ın birliğinin, peygamberliğin, âhiret ve Mahkeme-i Kübrânın, adalet ve kulluğun ispatı.

ısga'

  • Söylenilen bir sözü dinleyip kabul etme ve yapma.
  • Söylenilen bir sözü kulak verip dinleme.
  • Meyl etmek.
  • Eksiltmek.

işgere

  • Şâhin, atmaca ve doğan gibi av için kullanılan terbiye görmüş kuş. (Farsça)

işkampaviya

  • İtl. Harp gemilerinden asker naklinde kullanılan en büyük filika. İşkampaviya'lar sandal büyüklüğünde, yalnız ondan daha geniş ve yüksekti. Karaya asker sevkiyatında, gemiye erzak ve levâzım alınmasında kullanıldığı gibi eskiden donanmaya su alınacağı zaman su ile doldurulur, diğer bir filika yedeği

iskandil

  • ing. Denizin derinliğini ölçmeğe yarayan ve gemilerde kullanılan bir âlet.
  • Bir şeyin hakikatını anlamağa çalışma. Yoklama, deneme, tecrübe etme.

ıskarmoz

  • Kayık ve sandallarda kürek takılmak üzere yan kenarlara dikine sokulmuş tahta çiviler.
  • Bir cins küçük balık.

ışki / ışkî

  • İki ucu saplı eğri bıçaktır ve deri ve tahta kazımakta kullanılır.

iskona

  • İtl. Buharlı gemilerin icadından evvel kullanılan iki direkli yelkenli harp gemilerine verilen addı.

ıskota

  • İtl. Büyük yelkenleri kullanmaya yarayan ip.

ıslah-ı nefs / ıslâh-ı nefs

  • Kötü huyları, fenâ alışkanlıkları ve yaramaz işleri bırakıp, iyi huyları, güzel işleri, kulluğa yakışan tâat ve ibâdetleri yapma.

islak

  • (Silk. den) Düzenleme, sıraya koyma.
  • Yola getirme.
  • Diziye geçirme.
  • Mesleğe sokma, sokulma.

islambol

  • Eskiden İstanbul yerine kullanılan bir tabir idi. Ulema takımı yakın zamana kadar zarfların üzerine İstanbul yerine İslâmbol yazarlardı.

islamköylü abdullah / islâmköylü abdullah

  • Abdullah Çavuş (Kula).

ism

  • (İsim) Ad, nâm.
  • Ist: Bilinen veya bilinmeyen, hissedilen veya hissedilmeyen herhangi bir şeyi birbirinden ayırmak, tanımak veyahut zihne getirmek için kullanılan söz veya lâfız.
  • Man: Tam mânalı ve hem mevzu, hem mahmul olabilen lâfızdır.

ism-i adl ve hakem

  • Allah'ın haklıyı haksızdan ayırıp her hakkı yerine getirdiğini ve herbir şey hakkında adaletle küllî hüküm verdiğini bildiren isimleri.

ism-i hakem ve hakim / ism-i hakem ve hakîm

  • Varlıklar hakkında küllî hüküm veren ve o hükme göre sebepleri ve eşyayı hikmetle sevk eden Allah'ın ismi.

ism-i mevsule

  • O şey ki, o kimse ki, mânâlarının yerine kullanılan, "Mâ, Men, Ellezi" gibi kelimelerdir. İki kelimeyi veya mânâyı birbirine birleştiren, mânâsı kendinden sonra gelen bir cümle ile tamamlanın bir kelimedir.

ism-i tasgir

  • Küçültme ismi. Küçüklük veya azlığa delâlet eden isimdir. Arapçada ekseri (Fueyl) veya (Fuayil) vezninde, Türkçede kelime sonuna cik, cık, cağız, ceğiz gibi ekler getirerek yapılır. Abd: Kul, Ubeyd: Kulcağız, kulcuk gibi.

ism-i vedud / ism-i vedûd

  • Allah'ın kullarını çok seven ve şefkat eden, Kendisine çok sevgi beslenildiğini bildiren ismi.

ismid

  • Sürme taşı.
  • Cenab-ı Peygamber'in kullandığı ve tavsiye ettiği bir cins kırmızı sürme.

ıspavli

  • Eskiden gemilerde kullanılan bir çeşit kalın sicim.

ısr

  • Ahd. Sözleşme. Yemin.
  • Kulakta küpe deliği.
  • Şiddetli ahkâm ve teklifler.
  • Altındakini yerinde tutan ağırlık, bağ.

işret

  • İçki. Alkollü meşrubat.
  • İçki içme. Alkollü içki kullanma.

istanbul efendisi

  • İstanbul kadıları (hâkimleri). Bu tabir hicri 1000 tarihinden sonra kullanılmağa başlanmış ve daha sonraları terkolunmuştur.

isti'mal / isti'mâl / استعمال / اِسْتِعْمَالْ

  • (Amel. den) Kullanmak. Faydalanmak.
  • Kullanma.
  • Kullanma. (Arapça)
  • Kullanılma. (Arapça)
  • Yapılma. (Arapça)
  • İsti'mâl edilmek: Kullanılmak. (Arapça)
  • İsti'mâl etmek: Kullanmak. (Arapça)
  • Kullanma.

isti'malat

  • (Tekili: İsti'mal) Kullanışlar. Kullanmalar.

istiarat / istiârât

  • İstiareler; hakiki mânâ ile mecâzî mânâ arasındaki benzerlikten dolayı bir kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir kelime için kullanma san'atı.

istiarat-ı kesire / istiârât-ı kesire

  • Birçok istiare; kelimelerin kendi mânâsının dışında başka mânâlarda kullanmalar.

istiare / istiâre

  • Ariyet istemek. Ödünç almak. Birinden iğreti bir şey almak.
  • Edb: Bir kelimenin mânasını muvakkaten başka mânada kullanmak; veya herhangi bir varlığa, ya da mefhuma asıl adını değil de, benzediği başka bir varlığın adını verme san'atına istiare denir.Cesur ve kuvvetli bir insana "arsl
  • Hakiki mânâ ile mecâzi mânâ arasındaki benzerlikten dolayı bir kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir kelime için kullanma san'atı; "arslan" kelimesini "cesur adam" için kullanmak gibi.
  • Ödünç alma.
  • Bir kelimenin mânâsını muvakkaten başka bir kelime hakkında kullanma.
  • Bir kelimeyi başka anlamda kullanma.

ıstıbab

  • Dökülme.
  • Damardan kan fışkırması.

istibka-yi teveccühleri

  • Teveccühlerinizin sürüp gitmesi ve devamı... (Eskiden mektubların sonlarında kullanılırdı.)

istidrac / istidrâc

  • Kâfir ve fâsıklarda görülen hârikulâde, olağanüstü haller.

istidrak

  • Nâil olmak, ulaşmak, varmak.
  • Anlamak.
  • Gr: Bir kelimeyi, evvelki sözden neş'et eden bir tevehhümü kaldırmak için kullanmak.

istigase / istigâse

  • Şefâat dileme, yardım isteme; Allahü teâlâdan bir isteğin, dileğin yerine gelmesi için, Peygamberleri ve evliyâyı, sevdiği kullarını vesîle ederek (araya koyarak) isteme, yalvarma, duâ etme.

istiğlalen

  • Gayrimenkulü rehine koymak suretiyle.

istihdam / istihdâm / اِسْتِخْدَامْ

  • Çalıştırma, kullanma.
  • Bir hizmette kullanmak, hizmete almak, hizmet ettirmek.
  • Edb: Bir çok mânâsı olan bir kelimenin her mânâsına muvâfık kelime söylemek. Meselâ: "Avcınızın attığı da, sözleri de saçma idi" cümlesinde olduğu gibi.
  • Hizmette kullanma.

istihlak / istihlâk

  • Boş yere harcamak.
  • Yeyip bitirmek.
  • Müstahsilin yaptığı istihsali alıp kullanmak.
  • Tüketme, kullanarak yok etme.

istikamet

  • Hatt-ı hareketi doğru olmak. Doğruluk, nâmuslu hareket. Her işte itidal üzere bulunmak. Adâletten, doğruluktan ayrılmayıp, diyânet ve akıl içinde yürümek.
  • Allah'a kulluk etmek.
  • Bir şeyin bir tarafa doğru olarak uzanması.
  • Yön, cihet.

istikra / istikrâ

  • Birey veya olayları tek tek inceleyerek onlardaki ortak vasıfları tesbit etmek sûretiyle çıkartılan genel sonuç; tümevarım, endüksiyon; yani peygamberleri tek tek araştırıp "peygamberliğin sebebi olan küllî esaslar"ı tespit etmek bir istikra işlemidir. İşte bu esaslar Peygamber Efendimizde en mükemm

istikra-ı tam / istikrâ-ı tam

  • Bütün cüz'î olaylardan hareket ederek küllî bir hükme varma; tümevarım; endüksiyon; burada bütün ilimlerin hep birlikte aynı sonuca parmak basmaları kastediliyor.

istikra-i tamme / istikrâ-i tâmme

  • Bütün cüz'î olaylardan hareket ederek küllî bir hükme varma; tümevarım; endüksiyon; burada bütün ilimlerin hep birlikte aynı sonuca parmak basmaları kastediliyor.

istiksa

  • Bir şeyi inceden inceye araştırma, künhüne varmaya çalışma.
  • Tıb: Bir dahili hastalığı iyi teşhis edebilmek için âlet kullanma.

istila / istilâ

  • Bir yeri kuvvet kullanarak ele geçirmek.

ıstılah

  • Tabir, deyim. Belirli bir topluluğun, bir lafzı lügat mânasından çıkararak başka bir mânada kullanmaları.
  • Bir ilim veya mesleğe âid kelime. Terim. Erbab-ı ilim arasındaki ve herkesin anlamadığı kelime.
  • Muvafakat. Uygunluk. Barışmak. İttifak.

istima' / istimâ' / استماع

  • (Sem'. den) Dinlemek. Kulak vermek. Dinleyip kabul etmek. İşitmek.
  • Dinleme, kulak verme. (Arapça)
  • İstimâ' etmek: Kulak vermek, dinlemek. (Arapça)

istima-ı nas / istimâ-ı nas

  • İnsanların dinlemesi, kulak vermesi.

istimal / istimâl / استعمال

  • Kullanma.
  • Kullanma.
  • Kullanma.

istimal eden

  • Kullanan.

istimal edilmek

  • Kullanılmak.

istimal etme

  • Kullanma.

istimal etmek

  • Kullanmak.

istimal ettiren

  • Kullandıran.

istimal-i silah / istimal-i silâh

  • Söz silâhını kullanmak.

istimalce

  • Kullanımca.

istinan

  • Misvâk kullanma. Dişleri temizleme. (Misvâk kullanmak, sünnet-i seniyyedendir.)

istirabe

  • Bir kimsenin hâlinden şüpheye düşme, kuşkulanma.

istirak-ı sem' / istirâk-ı sem'

  • Haber çalmak, kulak hırsızlığı.
  • İstirâk-ı sem' etmek: Kulak misafiri olmak.

istirca' / istircâ'

  • Belâ ve musîbet zamânında veya kötü bir haber duyunca "İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râci'ûn (Muhakkak ki Allahü teâlânın kullarıyız, vefât ettikten sonra diriltilme ve neşr ile yine O'na döneceğiz) (Bekara sûresi: 156) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuya rak Allahü teâlâya sığınmak.

istiş'ar

  • Bir mes'elenin yazılıp bildirilmesini istemek.
  • Kullanmak.
  • Ürkmek.

istişkal

  • Zorlaştırma, güçleştirme, müşkülât verme.

istisvab

  • (Savab. dan) Doğru bulma, mâkul görme, beğenme.

istisvaben

  • Beğenerek, doğru bularak, mâkul görerek.

istisvabgerde

  • Beğenilmiş. Doğru bulunmuş, tasvib olunmuş, mâkul görülmüş. (Farsça)

istital

  • Gözyaşları inci gibi dökülme.
  • Birbiri ardınca çıkma. Birbirinin peşinden çıkma.

istiyak

  • Misvâk kullanma.

ıtabe

  • İyi etmek.
  • Hoş kokulu etmek.

itizal / itizâl

  • Mu'tezile, "Kul kendi fiilinin yaratıcısıdır" iddiasında olan ehl-i sünnet dışı bir mezhep.

itka' / itkâ'

  • Koltuk altına yastık veya dayak koyma. Dayanacak bir şey kullanma.
  • Yaslanma.

ıtla'

  • Kokulu şeyler sürünmek.
  • Hevâiyata heves etme.

ıtlak / ıtlâk

  • Kayıtsız, sınırsız, mutlak olma; teklik, çokluk veya nitelik gibi şeylere bakılmaksızın kullanıldığı mânâya delâlet eden lâfız; kitap kelimesi gibi.
  • Salıverme.
  • Boşama.
  • Soyutlama, söyleme, kullanma.

ıtr

  • Hoş ve güzel koku. Güzel kokulu şey.
  • Yaprakları güzel kokulu bir bitki.

ıtret

  • Zürriyet. Nesil. Ehl-i beyt.
  • Gerdanlık.
  • Güzel kokulu şey.

ıtri / ıtrî / عطری

  • Itırlı, kokulu. (Arapça)

ıtriyyat / ıtriyyât / عطریات

  • (Tekili: Itr) Güzel kokulu yağ, esans gibi maddeler.
  • Güzel kokular.
  • Kokular, ıtırlar, parfümler. (Arapça)

ıtrnak

  • Güzel ve hoş kokulu. (Farsça)

itticar

  • Ticaret yapma.
  • İlâç kullanma.

ittiham

  • Suç altında bulunmak. Suçlamak. Töhmet altında olmak. Suçlandırmak. (İtham yerine de kullanılır)

ittihaz / ittihâz / اتخاذ

  • Alma. (Arapça)
  • Kabul etme. (Arapça)
  • Kullanma. (Arapça)
  • Değerlendirme. (Arapça)
  • İttihâz edilmek: (Arapça)
  • Alınmak. (Arapça)
  • Kabul edilmek. (Arapça)
  • Kullanılmak. (Arapça)
  • Değerlendirilmek. (Arapça)
  • İttihâz etmek: (Arapça)
  • Almak. (Arapça)

ittikal / ittikâl

  • Allah'a tevekkül etme, güvenme, dayanma.

ıttıla

  • Kokulu şeyler sürünme.

iz

  • "Hem, vakt, yevm, hîn" gibi kelimelerden sonra ek olarak kullanılır. Meselâ: Hîneizin: O vakit ki. Yevmeizin: O gün ki, kelimelerinde olduğu gibi.
  • Mâzi fiillerinden evvel "iz" gelirse: İzküntü muallimen: Muallim olduğum zaman mânasına geliyor. (iz) Yazılmasa mânası, muallim idim olur

iza

  • Arabça kelimelerin başında kullanılırsa; birdenbire, bir de bakılır ki, gibi mânalara gelir. İsim cümlesinin evvelinde bulunur.

izafet-i maklub

  • Ters çevrilmiş terkib. Muzaf-un ileyh ile muzafın yer değiştirmesi olup, böylece birleşik isim ve sıfatlar yapılır. Bu terkibler semâidir; işitilmekle öğrenilir, bir kaideye bağlı değildir. Her terkib bu şekle sokulmaz. Meselâ: Tâb-ı meh: Meh-tâb: Ay ışığı. Çeşm-i âhu: Ahu-çeşm: Ceylân gözlü. Nazar-

izare

  • Bir kimseyi kuşkulandırıp vesveseye düşürme.

izhar-ı ubudiyet / izhar-ı ubûdiyet

  • Kulluğun gösterilmesi, belirtilmesi.

ızmar-ı kabl-ez zikr

  • Edb: Bir kelimenin zikrinden önce ona âit zamiri kullanmak.

izmil

  • Keskin demir.
  • Çekiç.
  • Deri kesmekte kullanılan bıçak.

izz-üd-din

  • Dilimizde "İzzettin" şeklinde isim olarak kullanılan bu kelime; "Dinin kıymeti, ulviyet ve kudreti" anlamına gelir.

izzü-d-devle

  • Tar: Müslüman hükümdarları tarafından sık sık kullanılan ve devlete değer veren, devletin değeri mânâsına gelen bir ünvan.

jelatin

  • Tıbda ve fotoğrafçılıkta kullanılan şeffaf, renksiz ve kokusuz bir cisim. Hayvanların kemik ve kıkırdak gibi kısımlarından elde edilir. (Fransızca)
  • Bir cins kâğıt. (Fransızca)

jeton

  • Para yerine kullanılan marka. (Fransızca)
  • Telefonlarda veya garsonların kasa ile hasaplaşmasında kullanılır. (Fransızca)

jiyan

  • Kızgın, kükremiş, hışımlı. (Bu tabir, ekseriyetle arslanlar hakkında kullanılır.) (Farsça)

jurnal

  • İlk önce gazete ve rapor mânasına kullanılırken sonradan "hükümete ihbar" gibi olan hâdiselere denilmeğe başlandı. İhbar, şikâyet, polis raporu. İnsanı kötüleyerek verilen haber veya rapor. (Fransızca)

ka's

  • Çirkin kokulu toprak.

kabban

  • Büyük terazi, baskül.

kabil-i istifade

  • Kullanmaya elverişli.

kabkaba

  • Haykırma, kükreme. (Deve ve arslan hakkında kullanılan bir tâbirdir.)

kablo

  • Telgraf, telefon hatlarında veya elektrik akımı iletmede kullanılan izole edilmiş tellerin bütünü. (Fransızca)

kabus / kâbus

  • Uykuda ağırlık basması. Korkulu ve insanda hareket bırakmayan rüya. Karabasan.
  • Korkulu rüya.

kad

  • Gr : İsmiyye veya harfiyye olan bir kelimedir. İsmiyye olduğunda iki vecihle kullanılır. yerine muzari olur. Yetişir, kifayet eder mânasınadır. Yahut kelimesine müradif isim olur. Harfiyye olduğunda dâhil olduğu fiil, tahkik, ümid, rica, intizar, yakınlık, azlık veya çokluk ifade edebilir.

kaderiye

  • "Kul, kendi yaptıklarının halıkıdır" deyip ifrat ederek Hak mezhebinden ayrılan bir dalâlet fırkası.
  • "Kul fiilin yaratıcısıdır" diyen sapık mezhep.

kaderiyye

  • Hicrî ikinci asırda Vâsıl bin Atâ tarafından kurulan ve "Kul kendi fiillerini kendi yaratır" diyerek kaderi yâni işlerin, Allahü teâlânın takdîri ile olduğunu inkâr eden bozuk fırka. Bu fırkaya Mu'tezile adı da verilir.

kadid / kadîd

  • Kurutulmuş et.
  • Pek zayıf, kuru ve çelimsiz insan.
  • Etleri dökülmüş olup yalnız kemikten ibaret olan gövde. İskelet.

kadırga

  • Buharlı gemilerin icadından evvel kullanılan harp gemilerinden biri. Kürek ve yelkenle kullanılırdı. Kadırgalar 25 oturaklı idi ve her küreği dörder adam tarafından çekilirdi.

kaf'a

  • Yumuşak kuru ot.
  • Parmakları soğuktan dökülmüş ayak.
  • Yağcılar tokmağı.
  • Hurma kabuğundan yapılan, zenbile benzer kulpsuz bir nesne.

kafur / kâfur

  • Beyaz ve yarı şeffaf, kolaylıkla parçalanan bir madde. Sert, güzel kokulu, katı ve yağlı bir madde.
  • Cennette bir kaynak ismi.

kaide-i usul

  • Usûl kuralı, metodolojide kullanılan bir kural.

kaj / kâj

  • Eğri, bükülmüş. (Farsça)
  • Şaşı. (Farsça)

kal'

  • Koparma, koparılma, sökme, sökülme, çıkarılma, temelinden çekip atma.

kal'-i eşcar

  • Ağaçların sökülmesi.

kalalib

  • (Tekili: Kullâb) Çengeller, kancalar. Uçları eğri olup bir şeyler asmağa yarayan demirler.

kalanis / kalânis

  • Takkeler, külâhlar.

kalansuve

  • (Çoğulu: Kalânis-Kalânis-Kılâs) Takke, külâh, kavuk.

kalb-i acizane / kalb-i âcizâne

  • Aciz kalp (tevazu için kullanılan bir ifade).

kalb-i acizi / kalb-i âcizî

  • Bu âcizin kalbi anlamında, tevazu için kullanılan ifade.

kalem

  • (Çoğulu: Aklâm) Kamış. Yazı için ucu inceltilen bir nevi ince ve sert kamış.
  • Yazı yazmak için kullanılan her türlü âlet.
  • İfâde. Üslub.
  • Mâden, taş ve tahta üzerinde oymak için ucu sivri çelik âlet.
  • İnce boya, fırçası.
  • Yazı enva'ı.
  • Resim. Nakış.<

kalensüve

  • Üzerine sarık sarılarak başa giyilen külâh.
  • Mantarın başlığı, tablası.

kalfa

  • Sarayla konaklardaki cariyeler hakkında kullanılan bir tâbir idi. Konaklarda bu tâbir, daha çok bunların eskileri ve yaşlıları hakında kullanılırdı. Gençlerine "kız" denilir ve adlarıyla çağrılırlardı.
  • Eski tarz mekteblerde öğretmen yardımcısı.
  • Bir san'atta usta ile çırak ara

kalıb

  • (Ka, uzun okunur) Hususi bir biçim, bir şekil alması istenen bazı şeylerin konmasına mahsus araç. (Buz kalıbı, çizme kalıbı gibi)
  • Hususi surette dökülmesi istenen şeylere mahsus zarf.
  • Beden, vücut, gövde.
  • Şekil ve suret nümunesi, örnek.
  • Bir kalıba dökülmüş vey

kalıb-ı kelam / kalıb-ı kelâm

  • Söz kalıbı; söz ve ifadelerin içine döküldüğü kalıp.

kalus

  • (Çoğulu: Kulus-Kalâyıs) Ayakları uzun genç deve.
  • Yüksek.
  • Murdarlıklar akan çay. Kirli ırmak.

kalyon

  • Buharlı gemilerin icadından evvel kullanılan yelkenli ve kürekli harp gemilerinden biri.

kam'

  • Kahretmek. Zelil etmek.
  • Zabtetmek. Ezmek. Kırmak.
  • Hasta etmek.
  • Başına vurmak.
  • Bir sese kulak verip dinlemek.
  • Ağzı dar olan bir şeyin içine huni ile akıcı maddeyi koymak.
  • Huni.

kama

  • İki tarafı keskin, ucu sivri ve enli bıçak.
  • Duvara veya keresteye çakılan büyük tahta çivi.
  • Ağaç, kütük ve sâireyi yarmak için kullanılan ucu ince, arka tarafı kalın ağaç veya demir takoz.

kameri aylar / kamerî aylar

  • Hicrî takvimde kullanılan on iki ay. Arabî aylar da denir.

kamil / kâmil

  • Bütün, eksiksiz, tam.
  • Kemale ermiş, olgun.
  • Geniş bilgili, kültürlü, bilgin.

kammaş

  • Külhancı.

kanaat / kanâat

  • Yeme, içme ve barınacak yer husûsunda bileğin emeği, alın teri ile kazanılana râzı olmak, başkasının kazancına göz dikmemek. Kanâat, çalışmayıp, sâdece eline geçeni kullanmak, tembel oturup, başka bir şey aramamak değildir. Aksine hırslı hareketlerden kaçınıp, gönül huzûru ile yaşamaktır.

kanaat-ı acizane / kanaat-ı âcizane

  • Âcizin kanaati; benim fikrim anlamında tevazu ifadesi olarak kullanılan söz.

kanata

  • ing. Bol ağızlı su testisi.
  • Sıvı koymaya mahsus kap.
  • Bazan ölçü gibi de kullanılır.

kanber

  • Hz. Ali'nin (R.A.) sâdık, vefakâr ve sevgili kölesinin adı.
  • Mc: Bir evin gediklisi.
  • Herşeye burnunu sokan, her düğün ve eğlencede bulunan bir adamdan kinâye olarak kullanılır.

kanef

  • Kulağın küçük ve kalın olması.

kanfa

  • Kulakları küçük ve kaba olan kadın. (Müz: Aknef)

kantar / قنطار

  • Baskül. (Arapça)

kanun

  • (Çoğulu: Kavânin) Herkesin uyması için devletin teşri kuvveti tarafından konulan her türlü meşru nizam, kaide, emir, nehiy ve yasaklar.
  • Kaziye-i külliye. Kâinatta Allah'ın koyduğu değişmez nizam.

kanun-ı ilahi / kânûn-ı ilâhî

  • Allahü teâlânın kullarının dünyâ ve âhirette huzûr ve seâdete (mutluluğa) kavuşmaları için Peygamberleri (aleyhimüsselâm) vâsıtasıyla insanlara bildirdiği emirleri ve yasakları, İslâmiyet.
  • Allahü teâlânın kâinâtta (varlık âleminde) koyduğu nizâm, düzen.

kapçak

  • Tar: Eski zaman muharebelerinde muhasara edilen kalelerin duvarlarına tırmanmak için kullanılan büyük çengel.

kar-ı reva / kâr-ı revâ

  • İşe yarar, kullanılabilir.

kara'

  • Deve yavrusunda çıkan beyaz bir sivilce ve kabarcık.
  • Baştaki saçların hastalıktan dökülmesi.

karavana

  • Bakırdan yayvan yemek kabı.
  • Kışla, okul, hastahane gibi müesseselerde tevzi edilecek yemeği içine koydukları kap.
  • İnce ve yassı elmas.
  • Atışta hedefe vuramama.
  • Kışla, okul, hastane gibi kurumlarda dağıtılacak yemeğin konulduğu kap.

karibetün / karîbetün

  • Yakındır (kadınlar için kullanılır).

karibün / karîbün

  • Yakındır (erkekler için kullanılır).

karine-i mania / karine-i mânia

  • Bir kelimenin asıl mânâda anlaşılmasına engel olan nokta ki, o sözün mecaz mânâda kullanıldığını gösterir.

karr

  • Durma.
  • Karar verme.
  • Su dökmek.
  • Kulağına söylemek.
  • Mahfe.

karra

  • Bir kimsenin kulağına söylemek.
  • Soğuk su dökmek.

kaşağı

  • Hayvanları kaşıyıp tozlarını düşürmeğe mahsus âlet.
  • İhtiyar kimselerin, sırtlarını kaşımak için kullandıkları, ağaçtan uzun saplı ve bir ucundaki levhası dişli bir âlet.

kasatura

  • Askerlerin, bellerine bağlayıp taşıdıkları ve süngü gibi kullandıkları düz ve kısa kılıç.

kasib

  • (Çoğulu: Kasâyib) Kadınların yüzleri üstüne bıraktıkları kıvırcık saç. Kâkül.

kast ve irade

  • Yönelme ve isteme; burada herşeyi kuşatan, Allah'ın küllî iradesi kastediliyor.

kasv

  • Deve kulağının kenarı.

kasva

  • Kulağının dörtte biri kesik olan koyun veya deve.

katib-i hususi / kâtib-i hususî

  • Büyük bir kimsenin kullandığı özel kâtip, hususi kâtib.

katile

  • Su silmede kullanılan bez parçası.

katran

  • (Katıran) Siyah, sert kokulu, süretle yanan, hararetli, keskin ve suda erimeyen bir madde.

kavaid-i külliye-i muntazama

  • Her yerde geçerli olan küllî ve muntazam kaideler.

kavanin-i ubudiyet / kavânin-i ubûdiyet

  • Kulluk kanunları.

kavas

  • Eskiden vezirlerin maiyetlerinde kullandıkları silâhlı adamlar.

kavm

  • (Kavim) Bir peygambere tâbi ve bağlı insan topluluğu. Aralarında dil, âdet, örf, kültür birliği olan cemâat, topluluk. Millet. Bir işe başlamak.
  • Pazar kurmak.
  • Müşteri ile anlaşmak.

kavnes

  • (Çoğulu: Kavânis) Atın iki kulağı arası.
  • Başa giyilen miğferin tepesi.

kayn

  • (Çoğulu: Kuyun) Demirci, haddad,
  • Kul, köle.

kaza / kazâ

  • Allahü teâlânın ezelde irâde ve taktir buyurduğu şeyleri, zamânı gelince, ilim ve irâdesine muvâfık (uygun) olarak yaratması. Kazâ gelmez Hak yazmayınca, Belâ gelmez kul azmayınca.

kazan kaldırmak

  • Yeniçerilerin isyanı münasebetiyle kullanılan bir tabirdi. Yeniçeriler isyan ettikleri zaman yemek pişirilen kazanlarını da, toplandıkları At Meydanı'na getirdikleri için bu tabir meydana gelmiştir. Sonradan da devlete karşı koymağa kalkanlar hakkında kullanılırdı. (Türkçe)

kazim

  • (Çoğulu: Kazmân-Kazam) Gümüş.
  • Yazı yazmada kullanılan beyaz deri.
  • Davara verdikleri arpa.

kaziye-i mevhume

  • Man: Mâkul işler üzerine kuvve-i vâhimenin hükmeylediği kâzib kaziyyedir.

kazz

  • Bükülmüş ibrişim. Ham ipek.
  • Sıçramak.
  • Irak olmak, uzak olmak.

ke'sen dihak

  • (Kulpsuz) dolu kadehler.

kebv

  • Davarın, başını vücuduna sürçmesi.
  • Çakmak çöngelip ateşi çıkmaz olmak.
  • Görmek.
  • Kabın içindekini dökmek.
  • Ateşi kül bürüyüp örtmek.

keçeli

  • Tar: Yeniçerilerden keçekülâh giyenler.

keckülah

  • Eğri külâhlı, külâhı eğri olan. (Farsça)
  • Mc: Hoppa. (Farsça)

kede

  • "Mahal, ev, yer" anlamına gelir ve birleşik isimler şeklinde kullanılır. Meselâ: Ateşkede, bütkede, meykede... gibi. (Farsça)

keffaret / keffâret

  • (Masdar gibi kullanılıyorsa da "keffâr" mübalâğa isminin müennesi olup, asıl mânası: örtücü ve imhâ edici demektir.) Bir mecburiyet altında veya yanlışlıkla işlenmiş günahı affettirmek ümidiyle şeriata uygun olarak verilen sadaka veya tutulan oruç.
  • Günahtan arınma.
  • Örtmek. Allahü teâlânın bâzı hususlarda kullarının kusur ve günahlarını affetmek ve örtmek için vesîle yaptığı şeylerden her biri. Çoğulu keffârâttır. Keffâretler, bir bakımdan ibâdet, bir bakımdan cezâ durumundadır. Keffâret, katl (insan öldürme), zıhar, yemîn, oruç ve hac keffâreti olmak üzere beş

kefiye

  • Başa sarılan ve omuzların üzerine kadar gelen, uçları püsküllü ince ipek örtülü kumaş.

kelalib / kelâlib

  • (Tekili: Küllâb) Çengeller, kancalar, uçları eğri olan demirler.

kelam-ı lafzi / kelâm-ı lafzî

  • Kelâm-ı nefsîyi anlatan ve insanın kulağına gelen ve söyleyenin ağzından çıkan harfler topluluğu.

kelam-ı mecazi / kelâm-ı mecazî

  • Gerçek anlamında kullanılmayıp, aralarındaki ilgi, bağ ve benzerlikten dolayı başka anlamda kullanılan söz.

kelam-ı nefsi / kelâm-ı nefsî

  • Allahü teâlânın kelâm sıfatının harf ve ses içerisine sokulmadan yâni kelâm-ı lafzî hâlini almadan önceki hâli.

kelamın kuyudat ve keyfiyatı / kelâmın kuyudat ve keyfiyatı

  • Kelâmın küllünü meydana getiren harf, kelime gibi parçalarıyla, bunların sarf ve nahiv yönünden hususiyetleri. Meselâ: Müzekkerlik - müenneslik, mârifelik - nekrelik, mübtedâ - haber, sıfat - mevsuf gibi.

kelde

  • (Çoğulu: Külud) Bir parça kaba yer.

kelimat-ı tercümiye / kelimât-ı tercümiye

  • Tercümede kullanılan kelimeler.

kelimat-ı tesbihiye ve zikriye / kelimât-ı tesbihiye ve zikriye

  • Allah'ın yüceliğini dile getirmek ve Allah'ı anmak için kullanılan kelimeler, sözler.

kelime-i şehadet / kelime-i şehâdet

  • "Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed'in Onun kulu ve elçisi olduğuna şehadet ederim" ifadesi.

kell

  • (Çoğulu: Külul) Ağırlık.
  • Yorgunluk.
  • Ufak taneli yağmur.
  • Yetim.
  • Semizlik, besililik.
  • Cibinlik dedikleri ince örtü.

kelm

  • (Çoğulu: Külum-Kilâm) Cerâhat.

kem

  • Gr: Ne kadar? Kaç? (Mikdar için soru ifâdesinde kullanılır.) (Farsçada: Çend)

kemençe

  • Çiftçilerin tarlalara kimyevi gübre atmak için kullandıkları bir nevi âlet. (Farsça)
  • Tırnağı tellerine değdirmekle ses çıkaran kemana benzer küçük bir çalgı âleti. (Farsça)

kemerbeste-i ubudiyet / kemerbeste-i ubûdiyet

  • Cenab-ı Hakkın huzuruna çıkıp, kollarını önden bağlar şekilde, emre hazır vaziyette bekleyip, kulluğunu ifâde ve ilân etmek. (Namazdaki gibi)
  • Kulluk için el bağlayıp Allah'ın huzurunda durma.

kemter

  • İtibarsız, eksik anlamında, tevazu ifadesi olarak "ben" yerine kullanılan bir söz.

kende

  • Hendek, çukur. (Farsça)
  • Biçilmiş, kesilmiş. (Farsça)
  • Kokmuş, ağır kokulu. (Farsça)

kepaze

  • İtibarsız, âdi, mübtezel, kıymetsiz kimse. Haysiyetsiz, şerefsiz, rezil. Hürmet ve saygıya müstahak olmıyan.
  • Tâlim için kullanılır yay.

keramat / kerâmât

  • Kerametler; Allah'ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görünen olağanüstü hâl ve fiiller.

keramat-ı evliya / kerâmât-ı evliya

  • Allah'ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarına sunduğu olağanüstü haller.

keramet-i ilmiye

  • İktisab suretiyle olmayıp, vehbi yani Cenab-ı Hakk'ın atiyyesi olarak geniş bir ilme mazhariyyetten hâsıl olan ilmi keramet.
  • İlim tahsili ile çok büyük ilim sâhibi olan bir allâmeden çok daha yüksek vâsi' ve hârikulâde bir ilme mazhar bulunan, hem ilmî dehâsı ve fart-ı zekâsı tecrübe

kerim

  • Her şeyin iyisi, faydalısı. Kerem ile muttasıf olan, ihsan ve inayet sâhibi. Şerefli ve izzetli. Muhterem, cömert, müsamahakâr. (Kur'an-ı Kerim tâbirindeki kerim; muazzez, mükerrem mânâsınadır. Kur'an-ı Kerim'de bu kelime 27 defa geçer ve ancak iki defa Cenab-ı Hak hakkında kullanılmıştır.)

kerkeç

  • Eskiden muhasara olunan kaleleri tazyik etmek ve top ve tüfekle dövmek için dışarısına yapılan kule ve tabyalar.

kerr

  • Çekilerek yeniden hücum etmek.
  • Birşeyden vazgeçtikten sonra tekrar ona, o işe yönelmek.
  • Devlet.
  • Gemi halatı.
  • Hurma ağacına çıkmakta kullanılan urgan.

kesb

  • İnsandaki seçme hareketi, istek, ihtiyâr. İsteğin uygulama safhasına sokularak ortaya konulması.
  • Kazanmak, kazanç.
  • Kazanma, kazanç, edinme.
  • Geçimi sağlama için kullanılan âlet veya iş.

keşef

  • Alın saçının ve kâkülün dâire şeklinde yukarı doğru devrik olması.

keşende

  • "Çeken, çekici" mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapmakta kullanılır. Meselâ: (Mihnet-keşende: Mihnet çeken.) (Farsça)
  • Dayanan, tahammül eden, mütehammil. (Farsça)

keşf-i sadık / keşf-i sâdık

  • Allah'ın velî kullarının mânevî âlemlere ait bazı sır ve hakikatleri Allah'ın ilham etmesiyle görmeleri.

kesirü'l-istimal / kesîrü'l-istimal / kesîrü'l-istimâl / كثيرالاستعمال

  • Kullanımı çok olan, çokça kullanılan.
  • Çok kullanılan. (Arapça)

keşkul / keşkûl / كشكول

  • Dilenci çanağı. (Farsça)
  • Keşkül, bir tür tatlı. (Farsça)

kesret-i istimal / kesret-i istimâl

  • Çokça kullanma.

ketebe

  • Kâtibler. Yazıcılar.
  • Bir hattatın yazdığı eserinde imza yerinde "Ketebehu; Onu yazdı" mânasında kulllanılır.

kevr

  • Devretmek, dönmek.
  • Sarık sarmak. Tülbend sarmak.
  • Bir yerde toplanmış olan develer.
  • Çokluk, bolluk, ziyadelik.
  • Mukül dedikleri darı cinsi.

kevser-i fesahat

  • Dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılmasından doğan tatlılık, doygunluk.

key

  • Ne vakit, ne zaman? (Soru için kullanılır.) (Farsça)
  • Arapçada muzari fiilini nasbeden (son harfini üstün okutan) ve "İçin, tâ ki, hangi, nasıl?" yerinde kullanılan harf.

kılavuz

  • Yol gösteren, rehber.
  • Vapurlara yol gösteren.
  • Bazı hayvan katarlarının önüne düşüp, onları sevkeden hayvan.
  • Eskiden evlenme işlerine vasıtalık eden kadınlar.
  • Düşman hakkında mâlumât edinmek için ordu hizmetinde kullanılan kişiler.
  • Okçuluk müsabakaların

kile

  • Ölçek. Tahıllar için kullanılan bir ölçü.

kıls

  • (Çoğulu: Kulus) İftira etmek.
  • Atmak.
  • Liften yapılmış kalın ip.
  • Kusmak.
  • Kap dolup dökülmek.

kımat

  • Örtü, sargı. Sarılacak bez. Beşik bağırdağı.
  • Keserken koyunun ayağını bağlamada kullanılan ip.

kinai nevinden / kinâî nevinden

  • Kinâye türünden; bir sözü gerçek mânâsına da gelebilecek şekilde, başka bir mânâda kullanma san'atı türünden.

kinaye / kinâye

  • Bir sözü gerçek mânâsına da gelebilecek şekilde, başka bir mânâda kullanma san'atı.

kinaye lafızlar / kinâye lafızlar

  • Birkaç mânâda kullanılan kelimeler. Hem boşamada hem de başka yerde kullanılan sözler.

kinayet

  • Bir sözü gerçek mânâsına da gelebilecek şekilde, onun dışında başka bir mânâda kullanma san'atı.

kinayeten

  • Hem gerçek, hem de mecâzi mânâya gelebilecek bir sözü mecaz yönüyle kullanmak suretiyle, maksadını kapalı bir şekilde, dolaylı anlatarak.

kinin

  • Ateşli hastalıkların ve özellikle sıtmanın tedavisinde kullanılan bir tür bitki.

kira / kirâ

  • Bir malın, menfaatine yâni kullanılmasına karşılık olarak verilen ücret. Bir evin, bir iş yerinin veya herhangi bir mülkün, taşıt veya binek hayvanının, sâhibi tarafından faydalanılmak ve kullanılmak üzere belli bir ücret karşılığında bir müddet için başkasına verilmesi.

kira'

  • Kirâ. Bir eşya veya yerin, geçici bir zaman kullanılmak üzere para ile bir kimseye verilmesi.
  • Böyle bir şey karşılığı alınan para.

kıraet / kırâet

  • Ağız ile okumak. Kendi kulakları işitecek kadar sesli okumağa hafif kırâet, yanındakilerin işiteceği kadar sesli okumağa cehrî (sesli) kırâet denir.
  • Namazın içindeki farzlardan biri.

kırat / kırât

  • Değerli metallerin ölçülmesinde kullanılan ağırlık birimi.

kırat-ı şer'i / kırât-ı şer'î

  • Peygamber efendimiz zamânında kullanılan ve hadîs-i şerîflerde ismi geçen bir ağırlık birimi.

kırat-ı urfi / kırât-ı urfî

  • Kullanılması âdet olan ve hükûmetin kabûl ettiği miskâl ve dirhemden küçük bir ağırlık birimi.

kırtale

  • (Çoğulu: Kırtâl) Yemiş toplamakta kullanılan sepet.

kişniş

  • Güzel kokulu bir tohum olan karakimyon.

kitab-ı dua ve ubudiyet / kitab-ı dua ve ubûdiyet

  • Dua ve kulluk kitabı.
  • Dua ve kulluk kitabı.

kitab-ı ubudiyet / kitab-ı ubûdiyet

  • Ubudiyet, kulluk kitabı.
  • Kulluk kitabı.

kıyasat-ı mantıkıye / kıyâsât-ı mantıkıye

  • Mantık ilminde kullanılan kıyas yöntemleri.

kıyye

  • Okka. Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Kıyye-i atika da denir. Şimdiki 1282 gram.

klasör

  • Tasnif işlerinde kullanılan, gözlere ayrılmış dolap veya çekmece. (Fransızca)
  • Geniş mukavva dosya. (Fransızca)

klişe

  • Matbaada tipografik baskıda kullanılan kabartma resim veya yazılar çıkarılmış madeni levha. (Fransızca)

köle

  • Bütün tarihî devirlerde başka milletlerden, yabancılardan zorla kaçırılıp hürriyetten mahrum hale getirilerek hizmette kullanılan erkek. (Türkçe)

komita

  • (Slavca) Maksadına ulaşmak için ekserî silah kullanan, siyasî, gizli ihtilaki cemiyet. Eşkiya.

kopil

  • Küçük Rum çocuğu.
  • Çapkın, külhani.

korsan

  • itl. Deniz haydutu. Deniz eşkiyası.
  • Başkaların haklarını zor kullanarak yiyen kimse.
  • Bir hakkı izinsiz olarak kullanan.

kostantıniyye

  • İslâm dünyasında İstanbul için kullanılmış isimlerden biri.

kuddise sirruh

  • Daha çok Allahü teâlânın sevdiği kullar olan evliyâdan birinin ismi anılınca veya yazılınca, onun sırrı (içi) temiz ve mübârek olsun mânâsına söylenen veya yazılan duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki kişi için "Kuddise Sirruhümâ" ikiden çok için "Kuddi se sirruhüm" denir.

kuddise sirruhu / kuddise sirruhû

  • İlâhî hikmetten öğrendiği sırlar mübarek ve pak olsun anlamında, büyük veliler için kullanılan bir hürmet ifadesi.

kuddise sırruhu'l-ali / kuddise sırruhu'l-âlî

  • Yüce sırrı mübarek ve temiz olsun; büyük veliler için kullanılır.

kudret

  • Güç, güçlü olma.
  • Allahü teâlânın sıfat-ı sübûtiyyesinden biri. Allahü teâlânın her şeye gücünün yetmesi.
  • Kullara âit sınırlı olan güç, kuvvet.

kudret-i külliye

  • Cenab-ı Hakk'ın küllî ve mutlak olan kudreti.

kudsi medrese / kudsî medrese

  • Mukaddes okul.

küfran-ı nimet / küfrân-ı nîmet

  • Nîmete nankörlük etmek. Nîmeti kullanırken, nîmetin sâhibini unutmak. Allahü teâlâya verdiği nîmet ile âsî olmak yâni nîmeti yerinde kullanmamak.

kul

  • De, söyle, bildir (meâlinde emirdir). Türkçede "Kul", emir dinleyen hizmetkâr, Allah'ın mahlûku, Allah'a itaat ve ibadet eden veya köle mânasındadır.

kul'a

  • (Bak: KUL'AT)

kul'at

  • (Çoğulu: Kulu') Ödünç mal. Yurt edinmeye müsait olmayan yer.

külbe / كلبه

  • Kulübe. (Farsça)
  • (Bak: KÜLBET)
  • Kulübe. (Farsça)

külçe

  • Eritilip tasfiye olunmamış veya topraktan çıkartıldığı gibi bulunan maden.
  • Büyük parça şeklinde dökülmüş maden.

kule

  • (Çoğulu: Kulul-Kılâl) Çocukların oynadıkları bir oyun.

külef

  • (Tekili: Külfet) Külfetler, zahmetler, sıkıntılar, zorluklar.
  • Merâsimler.

küleh / كله

  • Külah, şapka. (Farsça)

kulel / قلل

  • (Tekili: Kulle) Kuleler.
  • Dağ tepeleri.
  • Kuleler. (Arapça)
  • Doruklar. (Arapça)

küliçe

  • Külçe. (Farsça)

küliçe-i nühas

  • Bakır külçesi.

külkal / külkâl

  • (Bak: KÜLKÜL)

küll-i a'zam

  • En büyük bütün. En büyük küll.

küll-ü nurani / küll-ü nuranî

  • Nurlu bir küll, bütün varlıklarla ilgisi olan bir kapsamlılık.

kulle

  • (Çoğulu: Kulel) Doruk, dağ tepesi, zirve.
  • Kule.
  • Bazı harp gemilerinin güvertelerinde bulunan ve makine ile hareket eden ağır top.

külle

  • Topuk. (Farsça)
  • Kâhkül. (Farsça)

kulle / قله

  • Kule. (Arapça)
  • Doruk. (Arapça)

kulleteyn

  • "iki kulle" (yaklaşık 13 ton) su.

Kulleteyn

  • Alıntı:
    "iki kulle" (yaklaşık 13 ton) su. Durağan suyun temiz ("tahir") sayılabilmesi için Şafii mezhebine göre bu kadar olması yeterliydi. Daha az olamazdı. Bu kadar oldu mu, içinde ne bulunursa bulunsun "temiz"di artık. "pislik"lerle dolu bile olsa...

    Turan Dursun, Kulleteyn,
    Akyüz Kitabevi, 1990


külli / küllî

  • Külle mensub. Cüz'iyat ve ferdlerden meydana gelmiş olan. Umumi, bütün.
  • Çok, ziyade, fazla.
  • Man: İnsan dediğimiz zaman küll'ü ve küllîyi ifade etmiş oluyoruz. İnsanın eli, ayağı, kolu, gözü dersek cüz' ve cüz'îyi ifade etmiş oluruz. Dünya denilirse küll; dünyanın karaları, kı

külliyat

  • (Tekili: Külliyet) Bütün. Hepsi. Hepsi birden.
  • Bir müellifin bütün eserleri.

külliye

  • (Külliyet) Bütünlük, umumilik, genellik.
  • Bolluk, çokluk, ziyadelik.
  • Tar: Osmanlı İmparatorluğu zamanında Arap vilâyetlerinde bazı medreselere, üniversite karşılığı verilen ad.

külve

  • (Çoğulu: Külu-Külliyât) Dağarcık altına çepeçevre diktikleri deri.
  • Tirşe dedikleri kayış.

kundak

  • Küçük çocukları sıkı bağlamaya yarıyan bezler takımı.
  • Yangın çıkarmak için bir yere sokulan, tutuşturulmuş yağlı bez çıkısı.

kunfuz

  • (Çoğulu: Kanâfiz) Kirpi.
  • Fare.
  • Devenin, kulakları ardında terleyen ve teri akan yerleri.
  • Otları dolaşık yer.

kurb

  • Yakınlık. Yakında oluş. Yakın olmak. Yakınlık kazanmak. (Zamanda, mekânda, nisbette, hatvede ve kuvvette kullanılır.)
  • Tıb: Böğür. Karnın yumuşaklığına kadar olan yer.

kurbiyet-i maneviye / kurbiyet-i mâneviye

  • Mânevî yakınlık; kulun Allah'a yakınlığı.

kurmus

  • (Çoğulu: Karâmıs) Avcıların dağda olan kulübesi veya soğuktan sakındıkları küçük çukur yer.

kurut

  • Küpeler. Kadınların kulaklarına taktıkları mücevherler.

küş

  • "Öldüren, öldürücü" mânalarına gelerek tamlama yapmada kullanılır. Meselâ: Düşman-küş: Düşman öldüren. (Farsça)

küşa

  • "Açan, açıcı" mânâlarına gelerek tamlama yapımında kullanılır. Meselâ: Dil-küşâ : Gönül açan, gönül açıcı, ferahlık veren. (Farsça)

kutafe

  • Toplarken düşüp dökülen üzüm ve yemiş döküntüsü.

kütle

  • (Kitle) Bir cismi terkib ve teşkil eden kısımların bütün hey'etine denir. Toplu şey. Deste. Yığın. Külçe.

küttab

  • (Tekili: Kâtib) Kâtipler.
  • Mektep, okul.
  • Başı yuvarlak küçük ok. (Oğlancıklar onunla ok atmayı öğrenirler.)

küvb

  • (Çoğulu: Ekvâb) Kulpsuz bardak. Küp.

küvet

  • Leğen olarak kullanılan kapların umumi adı. (Fransızca)

kuyud-u ihtiraziye / kuyûd-u ihtiraziye

  • Koruyucu tedbirler, bazı hakları kullanabilme şartları, çekince şartları.
  • Bazı hakların kullanılabilmesi için öne sürülen şartlar ve çekinceler; tedbir ve çekince kayıtları.

kuyud-u ihtiraziyye

  • Korunmak için ilerisine âid tedbir kayıtları. Bazı hakları kullanabilme şartı.

la / lâ

  • Arabçada kelimenin başında nefy edatı'dır. Cevap yerine veya yersiz inkârda kullanılır. "Yoktur, değildir" gibi. Mâzi fiilinin evvelinde bulunan Lâ, duâiye olur. Lâ zâle sıhhatehu: "Sıhhati zâil olmasın" sözündeki gibi.
  • Harf-i atıf da olur. Ve mâba'dını makabline nefyen rabt eder ve

la ve neam / lâ ve neam

  • Hayır ve evet. (Daha çok, hiçbir fikir beyan edilmediği zamanlar kullanılır.)

laalle

  • Arabçada olması mümkün şeyler için kullanılır. Ola ki, umulur, ümid edilir, umulur ki mânâlarınadır. Ümide veya endişeye delâlet eder.

lacin

  • Ağaçtan dökülen yaprak.
  • Ağaçtan yaprak indirme.

laden

  • Çamdan çıkarılan zift gibi siyah ve kokulu zamk. (Farsça)

ladini / lâdini

  • Dinle alâkası olmayan, din dışı; lâiklik, sekülerlik.

lahlaha

  • Güzel kokuların karışmasından meydana gelen koku.
  • Güzel kokularla yapılan bir nevi macun.

lakinne / lâkinne

  • İstidrak edatıdır. İdrak istemek, anlamak istemek edatıdır ve bulunduğu kelimede bir şeyin anlamak istendiğini bildirir. Evvelki sözden neş'et eden bir tevehhümü kaldırmak için kullanılır.

lala

  • Osmanlı İmparatorluğu zamanında sadrazamlar hakkında "Atabek" karşılığı olarak kullanılan bir tâbir olduğu gibi, şehzâdelerin mürebbilerine de bu ad verilirdi. (Farsça)
  • Saraya alınan acemilerin terbiyesine memur edilenler. (Farsça)
  • Eskiden büyük memurlarla zenginler de çocuklarının terbiyesine (Farsça)

lam-ut-takviye / lâm-ut-takviye

  • Takviye lam'ı. Bu harf Arabçada ve yerine ve mânâsına da kullanılır.

latime / latîme

  • (Çoğulu: Letâyim) Misk.
  • Güzel kokular konulan kap.
  • Attarlar pazarı.
  • Güzel kokulu nesneleri götüren deve.

latince / lâtince

  • Latin harflerinin kullanıldığı dil.

lavanta

  • Çeşitli çiçek ve bitkilerden alınan esanslarla yapılan güzel kokulu sıvı.

lay

  • Tortu, posa. (Farsça)
  • Kül. (Farsça)
  • Çamur. (Farsça)

leda

  • Sırasında, yapıldığında (mânâsına kullanılır).
  • Yan, nezd.

ledig / ledîg

  • Yılan veya akrep gibi hayvanlar tarafından sokulmuş kimse.

ledüd

  • (Çoğulu: Elidde) Hastanın ağzına dökülen ilâç.
  • Çok husumet, şiddetli düşmanlık.

leşker-i dua / leşker-i duâ

  • Duâ ordusu. Sıkıntı ve darda kalan müslümanlara duâları ile yardımda bulunan Allahü teâlânın sevgili kulları, sâlih müslümanlar, velîler topluluğu.

levazım

  • İhtiyaç maddeleri. Lüzumlu madde.
  • Ask: Silâhlı kuvvetlerin yiyecek ve giyecek maddelerini, silâh ve cephane dışında kalan çeşitli araç ve ihtiyaçlarını ifade etmek üzere kullanılan umumi tabirdir.

leys

  • Adem. Yokluk. Gayr-ı mevcud. (Bunun aslı "lâyese" idi. Yâ'yı tahfif için "leyse" oldu.) Hükemâlar arasında "eys" vücud, "leys" adem mânâsında kullanılmıştır.
  • Gaflet.
  • Bahâdırlık, kahramanlık.
  • Yük çekici olmak.

lillahi şehidün / lillâhi şehîdün

  • "Allah'a şahittir" (buradaki "şehîdün" erkekler için kullanılır).

lisan-ı ubudiyet

  • Kulluk dili.

livata / لواطه

  • Kulamparalık, oğlancılık. (Arapça)

lokal

  • Kulüp, dernek.

lüffah

  • Kokulu geniş yapraklı bir ot.

lühve

  • (Çoğulu: Lühâ-Lühât) Değirmencinin, eliyle değirmenin ağzına döktüğü tane. (Daha çok hediye, atâ ve hibe mânasına kullanılmıştır.)

lükat

  • Yabana dökülmüş ve saçılmış nesne.

lükk

  • Nar ağacına benzer bir hindi ağacının zamkı.
  • Kılıç ve bıçak saplarını berkitmekte kullanılan meşhur bir nesne.

lükkah

  • Hoş kokulu bir ot.

lule / lûle / لوله

  • Boru. (Farsça)
  • Lüle, kağıt külah. (Farsça)

lüle / لوله

  • Boru. (Farsça)
  • Lüle, kağıt külah. (Farsça)

lütuf

  • Rıfk ve nevâziş. İltifatla mülâyemet üzere muâmele eylemek. Allah (C.C.) Hazretlerinin kullarını rıfk ve sühuletle murâdına muvaffak eylemesi.
  • Güzellik, hoşluk.
  • İyilik, iyi muâmele.

lüüme

  • Öküz.
  • Çiftçilikte kullanılan bazı âletler.

lüvab

  • Susamak.
  • Kulpsuz bardak.

ma'kulat

  • (Tekili: Ma'kul) Aklın uygun bulduğu, ancak akıl ile bilinir ve nakle müstenid olmayan meseleler ve ilimler.

ma'kuliyet

  • Akla uygunluk, mantıki oluş.
  • Menkul olmayış.

ma'na-yı mecazi / ma'nâ-yı mecâzî / مَعْنَايِ مَجَاز۪ي

  • Asıl ma'nânın dışında kullanılan ma'nâ.
  • Sözün gerçek manasının dışında kullanılması.

ma-i istifhamiyye / mâ-i istifhamiyye

  • Sual için kullanılan kelimenin başında gelir. (Mâhâzâ: Bu nedir? Mâindek: Yanındaki nedir?) suallerinde olduğu gibi.

ma-i magsul / mâ-i magsul

  • (Mâ-i müsta'mel) Kullanılmış su.

ma-i mevsufe / mâ-i mevsufe

  • Şey mânasında nekre olup bir sıfattan evvel kullanılır. (Nazartu ilâ mâ mu'cebin leke: Sana hoş gelen şeye baktım) cümlesindeki gibi...Bazan da sıfatsız olur. (Ni'me-mâ: Ne güzeldir) (Meselen-mâ: Bir misâl olarak) kelimelerinde gördüğümüz gibi.

ma-i mevsule / mâ-i mevsule

  • Buna ism-i mevsul de denir. Kendinden sonra gelecek küçük cümleyi daha önce geçen cümleye bağlar. (Ketebtu mâ kultü: Söylediğimi yazdım, ne söyledimse yazdım) cümlesinde olduğu gibi.

ma-i müsta'mel / mâ-i müsta'mel

  • Kullanılmış su. Abdest ve guslde (boy abdestinde) yâhut kurbet olarak kullanılan su. Temiz fakat temizleyici değildir.

ma-i müstamel / mâ-i müstamel

  • Temiz olduğu halde temizleyici olmayan, kullanılmış olan sulardır.

maa

  • (Beraber) mânasında bir kelime olup, iki türlü kullanılır:1- İzafetle (tamlama hâlinde):a) Zarf olarak: (Celestü maa zeydin: Zeyd ile beraber oturdum)b) Sıla (cümlecik) olarak: (Musaddıkan lima maaküm: Sizdekini tasdik ederek)c) Haber olarak: (Vehüve maahüm: O, onlarla beraberdir.)2- İzafetsiz: Bu t

maabid

  • (Tekili: Meâbid - Mabed) İbadet edilen yerler. Mâbetler.
  • (Abd) Hizmetçiler. Kullar.

maakıl

  • (Tekili: Ma'kıl, Ma'kale ve Ma'kule) Sığınacak yerler.
  • Kan pahaları.

maarif / maârif / معارف

  • Tahsil ile elde edilen ilim, malûmat, bilgi.
  • Meharet. Üstadlık. Hüner.
  • Marifetler. Mâruflar. Kültürler.
  • Çehrenin manzarada zâhir olan yerleri.
  • Bir memleketin okullarını ve tahsil ihtiyacını idâre ve te'mine çalışan bakanlık.
  • Bilimler. (Arapça)
  • Kültür. (Arapça)
  • Millî Eğitim Bakanlığı. (Arapça)

maarif-mend

  • (Çoğulu: Maarifmendân) Bilgili, bilgi sahibi. Kültürlü. (Farsça)

maavil

  • (Tekili: Mi'vel) Taş, kaya parçalamakta kullanılan sivri kazmalar.

magafir

  • Çirkin kokulu bir zamk.

mağazi / mağâzî / مغازی

  • Savaşlar, gazalar. (Arapça)
  • Savaş öyküleri. (Arapça)

magfiret

  • (Mağfiret) Cenab-ı Hakk'ın kullarının günahlarını örtmesi, affetmesi, rahmeti ile lütfu.

mağfiret

  • Örtme; Allahü teâlânın, kullarının günâhlarını bağışlaması.

mağfur

  • Allah'ın mağfiretine kavuşmuş, günahı affolunmuş; vefat eden kişiler için kullanılır.

mağrifet

  • Allah'ın kullarını bağışlaması, yarlıgaması.

mahall-i istimal

  • Kullanma yeri.

mahall-i sarf

  • Harcama, kullanma alanı; burada rahmetin tecellî ettiği yer kastediliyor.

mahavif

  • (Tekili: Mahuf) Tehlikeli ve korkulu yerler.

mahazir

  • (Tekili: Mahzur) Korkulacak ve sakınılacak şeyler. Maniler, engeller.

mahbubiyyet

  • Sevilen olmak. Mahbub olmaklık. Sevilecek hâlde bulunuş. (Cenab-ı Hakk'ın kullarını her çeşit nimetler ile besleyip yetiştirmesi ve ihtiyaçlarına cevap vermesi; onları sevdiğini ve mahbubiyyetini gösteriyor.)

mahcur / mahcûr

  • Malını kullanmaktan men edilmiş, mal üzerindeki tasarruf yetkisi elinden alınmış kimse.
  • (Hacr. den) Huk: Hacir altına alınmış, malını kullanmaktan men' edilmiş, hacredilmiş.
  • Çocukluk, sefîhlik, delilik, kölelik, bunaklık vs. gibi çeşitli sebebler yüzünden malını tasarruf hakkından, kullanmaktan men edilen kimse.

mahduş

  • Vesveselendirilmiş, kuşkulandırılmış.
  • Tırmalanmış.

mahlukatın hukuku / mahlûkatın hukuku

  • Hukuk-u ibâd; kul hakları; toplum bireyleri arasında birlikte yaşamaktan doğan, yükümlünün irade ve tercih hakkının bulunduğu haklar; mülkiyet, sağlık, alışveriş, borç gibi.

mahmur / مخمور

  • Uykulu, baygın. (Arapça)

mahmuz

  • (Mihmaz. dan) Binilen hayvanın sür'atini arttırmak maksadıyla dürtme için potin yahut çizmenin ökçesine takılan demirden yapılmış âlet.
  • Kovanların çerçevelerine peteği tesbit etmek için kullanılan mâden tekerlekçik.
  • Bir yapıyı veya duvarı, dıştan beslemek için kullanılan dest

mahsusat

  • Gözle görülen, hisle anlaşılan şeyler. (Ma'kulât'ın zıddı)

mahuf

  • Korkulu. Tehlikeli.
  • Tehlikeli, korkulan.
  • Korkulu.

mahya

  • Ramazanlarda, kandillerde veya bayramlarda çifte minâreli olan camilerde iki minare arasına gerilen ipe asılmak suretiyle ışıklarla yazılan yazı veya yapılan resim.
  • Dam çatısında iki eğik sathın birleştiği çizgi ve buradaki aralığı kapatmak için kullanılan uzunca, oluk biçiminde kire

mahzud

  • (Mahdud) Silinmiş, tesviye edilmiş.
  • Düzgün.
  • Meyvesinin çokluğundan dalları basıp bükülmüş.

mahzur

  • Sakınılacak, korkulacak şey, engel, sakınca.
  • Hazer edilecek şey. Özür. Korkulacak şey. Müsaade olmayan. Mâni. Çekinilecek şey.

maide-i semaviye / mâide-i semâviye

  • Allah tarafından kullarına sunulan mânevî sofra.

makam-ı ala-yı ubudiyet / makam-ı âlâ-yı ubûdiyet

  • Allah'a kulluğun yüce makamı.

makam-ı ali / makam-ı âlî

  • Yüce ve âli makam. Eskiden bu tabir, bakanlıklar hakkında kullanılırdı.

makam-ı ubudiyet

  • Allah'a kulluk yeri, kulluk makamı.

makazz

  • Başın arka tarafından iki kulağın arası.

maklu'

  • Sökülmüş, kökünden çıkarılmış, kal' olunmuş.

makluan

  • Sökülerek, kökünden çıkarılmış olarak.

maklub / maklûb

  • (Kalb. den) Altı üstüne çevrilmiş, kalbolunmuş. Ters döndürülmüş. Başka şekle sokulmuş.
  • Harfleri tersinden okunduğu zaman yine aynı olan kelime veya cümle. (Anastas mum satsana cümlesi gibi)
  • Altı üstüne getirilmiş, ters çevrilmiş, başka şekle sokulmuş.

maklud

  • Fitil gibi bükülmüş olan.

maksuv

  • Kulağının ucu kesilmiş deve veya koyun.

makulat

  • (Tekili: Makule) Çeşitler, takımlar. Kategoriler.

mal / mâl

  • "Süren, sürülen, sarılan, takılan" anlamlarıyla terkibler yapılmada kullanılır. (Meselâ: Pâymal: Ayak altında çiğnenen) (Farsça)
  • İnsanın arzuladığı, ihtiyâç, yâni lâzım olunca, kullanmak için saklanabilen ayn, yâni madde, cisim.

mal-ı habis / mâl-ı habîs

  • Zor ile gasb edilen ve rüşvet olarak alınan, çalınan mallar ve kendine emânet olan mallar, izinsiz ticârette kullanılarak elde edilen kârlar ve dâr-ül-harbde yâni kâfir memleketlerine gidenin (tüccârın, seyyâhın), kafirlerden, rızâsı olmadan aldığı mallar.

mal-ı mütekavvim / mâl-ı mütekavvim

  • Kıymetli mal. İslâm'a göre yenilmesi, içilmesi, kullanılması ve faydalanılması mümkün olan mal.

mal-i mütekavvim

  • Huk: İki mânada kullanılır: Birisi, intifâı mübah olan şeydir. Diğeri, mâl-i mührez demektir. Meselâ, denizde iken balık gayr-i mütekavvim olup, tutmak ile ihraz olundukta, mâl-i mütekavvim olur. İntifâı mübah olmayan mal veya elde edilmemiş olan mal gayr-ı mütekavvimdir. Şirâ ile intifa' mübah oldu

malzeme-i cerrahiye-i ruhiye / malzeme-i cerrâhiye-i ruhiye

  • Mânevî ameliyatta kullanılan malzeme.

mana-yı ubudiyet / mânâ-yı ubûdiyet

  • Kulluğun mânâsı.

mancınık

  • Eskiden kale kuşatmalarında kalelere ağır taşlar fırlatmak için kullanılan savaş âleti.
  • Eskiden kale kuşatmalarında ağır taşlar fırlatmak için kullanılan, bir ucunda bir kepçe, öbür ucunda da bir karşı ağırlık bulunan kaldıraç biçiminde eski bir savaş âleti.

manken

  • Elbiseleri prova veya teşhir etmek için terzilerin ve hazır elbise satıcılarının kullandığı tahtadan, kartondan, madenden vb. insan şekli. (Fransızca)

martulos

  • (Martoloz) Osmanlı Devletinin teşekkülü sıralarında ve yeniçeri teşkilâtından önce, Hristiyanlardan, ordunun geri hizmetlerinde çalışmış olan teşekküllerden biridir. Silâhlanmış kişi mânasında Rumca bir kelimedir.
  • Eskiden Tuna gemicileri, korsanı mânasında da kullanılmıştır.

maşaallah / mâşâallah

  • Allah dilemiş ve ne güzel yapmış ve Allah nazardan saklasın gibi anlamlara gelen ve beğeniyi ifade etmek için kullanılan bir söz.

masiva

  • Ondan gayrısı. (Allah'tan) başka her şey hakkında kullanılan tâbirdir) Dünya ile alâkalı şeyler.

mason

  • Duvarcı mânasına bir kelimeden alınmış isimdir. Dinsiz, imânsız mânâsına kullanılır. Fermeson veya farmason da denir. (Fransızca)

maşraba

  • Tas, su içmek için kullanılan kap.

masug

  • Kalıba dökülmüş.
  • Örneğe uygun.
  • Düz.

matamir / matamîr

  • (Tekili: Matmure) Mezarlar, kabirler.
  • Bazı şeyleri saklamak için kullanılan toprakaltı yerler.

matara

  • Askerlerin kullandığı üzeri aba ve çeşitli kumaşlarla kaplı madeni su şişesi veya yolculukta kullanılan deriden yapılmış su kabı.
  • Kavanoz; özellikle askerlerin kullandığı veya yolculukta kullanılan bir çeşit su kabı.

matavi

  • (Tekili: Matvi) Kıvrımlar. Bükülmüş şeyler.

matvi / matvî

  • Bükülü, dürülmüş, kıvrılmış şey.

matviyyat / matviyyât

  • Dürülmüş ve bükülmüş olanlar. Kitap sahifeleri gibi toplanmış olanlar.

maunet

  • Yardım. İmdat.
  • Azık. Yol yiyeceği.
  • Cenab-ı Hakk'ın salih kullarına olan imdadı, inayeti.
  • Huk: Masarif.

mavzer

  • Alm. Mavzer adında bir Alman'ın yaptığı çaplı harp tüfeği. Askerlikte kullanılan bir silâh.
  • Orduda kullanılan bir cins tüfek.

me'ani ilmi / me'ânî ilmi

  • Sözün yerinde kullanılmasından, hâle, duruma göre uğrayacağı değişikliklerden bahseden ilim.

me'cuc / me'cûc

  • Çok eski zamanlarda, bir duvar arkasında bırakılmış, kıyâmete yakın, yeryüzüne yayılacak olan Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes'in soyundan gelecek olan kötü bir millet. Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları çok büyük, boyları kısadır.

me'kulat / me'kulât

  • (Tekili: Me'kul) Yenilecek gıdâ maddeleri.

me'n

  • (Çoğulu: Müün-Me'nât) Böğür.
  • Yer kazmakta kullanılan ucu demirli ağaç.

mear

  • Saç ve sakalın dökülmesi.

meç

  • Ateşli silahların icadından evvel kullanılan harp âletlerinden biri. Keskin olmayan tâlim kılıcı, uzun ve ince kılıç.

mecaz / mecâz

  • Yol, geçecek yer.
  • Gerçeğin zıddı.
  • Kendi öz mânâsıyla kullanılmayıp benzetme yolu ile başka mânâda kullanılan söz.
  • Sözün başka mânâda kullanılması.

mecaz-ı mürsel

  • Benzetme dışında başka bir ilişki sebebiyle kullanılan mecaz: Meselâ: "O köye sor" demek, "o köyden birine sor" demektir.

mecazen

  • Mecâzî olarak; bir sözü gerçek anlamı dışında başka bir mânâyı anlatacak şekilde kullanma.

mecdul

  • Sağlam ve muhkem şey.
  • Sağlam yapılı ve kemikli kimse.
  • Bükülmüş.

mecus

  • Kulakları küçük olan adam.
  • Ateşe tapan kişi.

mecusi

  • Çok eskiden yaşamış, kulağı küçük olan birisinin adıdır. Ateşperestlik âyinine sebeb olduğundan "Ateşperestlere" bu isim verilmiştir.
  • Eski İran dini olan Mecusilikten olan kimse.

medak

  • Bir şeyi ezmekte kullanılan yassı taş.

medare

  • Kova gibi dikip su çekmekte kullanılan deri.

medaris / medâris

  • Medreseler, okullar; Osmanlı döneminde dinî eğitim veren yüksek öğretim kurumları.

medaris-i diniye / medâris-i diniye

  • Dinî medreseler, okullar.

medbee

  • Kabaklık, kabağı çok olan yer.
  • Kul, abd.

medin / medîn

  • Borçlu.
  • Kul, köle, abd.

medrese

  • Dershane, okul.

medrese-i ceziretü'l-arap

  • Bir okulu andıran Arap yarımadası.

medrese-i ilmiye

  • İlim medresesi, okulu.

medrese-i islamiye / medrese-i islâmiye

  • İslâm medresesi, okulu.

medrese-i kudsiye-i ahmediye

  • Peygamberimizin mukaddes medresesi, okulu.

medrese-i maneviye / medrese-i mâneviye

  • Mânevî medrese, okul.

medrese-i nurani / medrese-i nuranî

  • Nur saçan medrese, okul.

medrese-i nuraniye

  • Nur saçan medrese, okul.

medrese-i seyyare

  • Gezici medrese; seyyar okul.

medrese-i umumiye

  • Herkese açık medrese, okul.

mefaz

  • Feyz, halâs, zafer.
  • Korkulardan, acılardan kurtulup murada ermek.

mefkuk

  • (Çoğulu: Mefakik) Ayrılmış olan.
  • Sökülmüş, çıkarılmış.

mefrah

  • Kuluçka çıkarma yeri. Folluk.

mefreş

  • Eskiden göç sırasında yatak ve şilte taşımada kullanılan meşinden veya çadır bezinden yapılmış harar.

meftul

  • (Fetl. den) Bükülmüş, kıvrılmış. Fitil hâline getirilmiş.

mehalik

  • (Tekili: Mehleke) Tehlikeler. Tehlikeli işler. Korkulan yerler.

mehavif

  • Korkulu yerler.

mehcur

  • (Hicr. den) Uzaklaşmış, uzakta kalmış, ayrı düşmüş. Bırakılmış, metruk, unutulmuş, gayr-i müstâmel.
  • Saçma sapan, hezeyan. Amel edilmeyen. Kullanılmaz olmuş. Ayrılmış.

mehd-i teşekkül

  • Teşekkül beşiği, oluşum yeri, yatağı.

mehdi

  • Hidâyete eren veya hidayete vesile olan. Sâhib-üz-zaman. "Hususi ve şahsi bir tarzda Allah'ın hidayetine mazhar olan, kendisine Cenâb-ı Hak tarafından yol gösterilen" mânasınadır. Bu kelime ihtida etmiş olanlar için de kullanılmıştır. Mehdi-yi Resul, Mehdi-yi muntazır da denir. Ahir zamanda gelip bü

mehib / mehîb

  • Korkulan.

mehil / mehîl

  • Korkulu yer. Korkunç ve tehlikeli yer.

mekare / mekâre

  • Eskiden kira ile tutulan yük hayvanı.
  • Tar: Osmanlı ordusunda taşıma işlerinde kullanılan hayvanlara verilen ad. (Mekâre denilen at, katır, deve gibi hayvanlar, harp zamanlarında halktan satın alınırdı. Bazen geçici bir zaman için, savaş bölgesindeki halktan hayvan toplanır ve belirli

mekatib / mekâtib / مكاتب

  • (Tekili: Mekteb) Mektebler, okullar.
  • Okullar.
  • Okullar. (Arapça)

mekatib-i aliye / mekâtib-i âliye / مكاتب عاليه

  • Yüksek mektebler. Yüksek okullar. Üniversite ayarındaki mektebler.
  • Yüksekokullar.

mekatib-i aliye-i resmiye / mekâtib-i âliye-i resmiye

  • Resmî yüksek okullar.

mekatib-i askeriye / mekâtib-i askeriye / مكاتب عسكریه

  • Askerî okullar.

mekatib-i hususiye / mekâtib-i hususiye

  • Hususi mektebler. Özel okullar.

mekatib-i ibtidaiyye / mekâtib-i ibtidâiyye

  • İlk mektebler, ilk okullar.

mekfuf

  • Kulplarından sıkıca bağlanıp heybe gibi asılmış.
  • Kilitlenmiş.
  • Heybe.
  • Dürülmüş, toplanmış.
  • Men olunmuş. Yasak edilmiş.

mekik

  • Nakış dokumada kullanılan âlet.

meksub

  • Kesbolunmuş. Kazanılmış.
  • Sonradan tahsil olunmuş, elde edilmiş.
  • Yüksekten dökülen.
  • Çağlayan.

mekteb / مكتب / مَكْتَبْ

  • (Çoğulu: Mekâtib) Yazı yazacak yer.
  • Okul.
  • Okul.
  • Mektep, okul.
  • Okul. (Arapça)
  • Ekol. (Arapça)
  • Okul.

mekteb-i ali / mekteb-i âli / mekteb-i âlî / مكتب عالى / مَكْتَبِ عَالِي

  • Yüksek okul.
  • Yüksek mekteb, yüksek okul.
  • Yüksekokul.
  • Yüksek okul.

mekteb-i fünun

  • Fen ilimleri okulu.

mekteb-i harbiye / مكتب حربيه

  • Harp okulu; Harp Akademisi.
  • Harp okulu.
  • Harp okulu.

mekteb-i hususi / mekteb-i hususî

  • Özel okul, hususi mekteb.

mekteb-i ibtidai / mekteb-i ibtidaî / mekteb-i ibtidâî / مكتب ابتدائى

  • İlk mekteb, ilk okul.
  • İlkokul.

mekteb-i iptidai / mekteb-i iptidaî

  • İlkokul.

mekteb-i irfan

  • İlim ve irfan okulu.

mekteb-i leyli / mekteb-i leylî

  • Yatılı mekteb, yatılı okul.

mekteb-i mülkiye

  • Siyaset ve yönetim biliminin okutulduğu okul; Siyasal Bilgiler Fakültesi.

mekteb-i rüşdi / mekteb-i rüşdî / مكتب رشدی

  • Ortaokul.

mektep / مكتب

  • Okul.
  • Okul. (Arapça)

mektepli

  • Okullu, öğrenci, talebe.

mektepliler

  • Okullular, eğitimli kesim.

mela

  • (Çoğulu: Emlâ) Ova, sahra.
  • Vakit.
  • Sıcak kül.

melaike / melâike

  • Allahü teâlânın nûrdan yarattığı latîf, mâsum ve günah işlemeyen kulları. Melekler.

meldug

  • (Ledg. den) Zehirli bir hayvan tarafından ısırılarak sokulmuş.

melhud

  • (Lahd. dan) Mezara sokulmuş, kabre konulmuş. Lâhid içine konulmuş.

melil / melîl

  • Kül içinde pişirilen ekmek.
  • Hararet, sıcaklık.
  • Üzgün, kederli. Melul.

mell

  • Küsmek, darılmak.
  • Yorgunluk.
  • Kakma, dürtmek.
  • Mahzun olmak, kederli olmak.
  • Hamuru külün içinde pişirmek.

mellase

  • Yeri düzeltmede kullanılan âlet, sürgü.

memalik / memalîk

  • (Tekili: Memluk) Köleler. kullar.

memluk / memlûk / مَمْلُوكْ

  • Köle. Kul. Esir. Bende. Hizmetkâr.
  • Birinin malı olan.
  • Kul, köle.
  • Birinin malı olan.
  • Kul, köle.
  • Kul, köle.

memlukane / memlukâne

  • Köleye yakışır hâlde. Kölece. (Farsça)
  • Eskiden çok defa bir büyüğe sunulan yazılarda, kendinden bahsederken kullanılırdı. (Farsça)

memlukiyet / memlûkiyet

  • Kölelik, kulluk.

memlukiyyet

  • Esirlik. Hizmetkârlık. Kulluk. Kölelik.

memsuh

  • Suratı, daha çirkin şekle sokulmuş. Biçimsiz ve çirkin surete girmiş olan.

men

  • (İsm-i Mevsuldür) Şahsa delâlet eder. "O kimse ki, yahut, kimi, kim, kim ki" gibi mânâlara gelir. İstifham için olur, yerine göre tesniye (Menân) şeklinde ve cemi (Menun) gibi okunabilir. Akıl sahibleri hakkında kullanılır. Mevsule, şartiye, nekre-i tâmme, nekre-i mevsule olur.

menabi-i külliye / menâbi-i külliye

  • Küllî, kapsamlı kaynaklar.

menakıb / menâkıb

  • Menkıbeler. Velîlerin, Allahü teâlânın sevgili kullarının güzel iş, hareket, söz ve kerâmetlerini konu edinen hikâye ve hâtıralar, bu hususta yazılmış kitapları. Menkabenin çokluk şeklidir.

menar / menâr

  • Nur yeri. Fener kulesi.
  • Câmi minâresi.
  • Yol işaretleri.
  • Nur, ışık yeri.
  • Yol işaretleri.
  • Fener kulesi.

menfaat-i ibadullah / menfaat-i ibâdullah

  • Allah'ın kullarının yararı.

menfi siyasetçilerin fetvaları / menfi siyasetçilerin fetvâları

  • Siyaseti kötüye kullanan veya rakiplerini yok etmeye yönelik siyaset yapan kişilerin ortaya attıkları hükümler, görüşler.

mengene

  • Tazyik veya sıkıştırma için kullanılan demir veya tahta âlet.

menhuş

  • Yılan, akrep cinsinden bir hayvan tarafından sokulmuş.

menkabe / منقبه

  • Ünlü kişilerin yaşamlarına ilişkin ve çoğu gerçekle bağdaşmaz öyküler. (Arapça)

mennan / mennân

  • Kullarına bol nimet ve ihsanlarda bulunan Allah.

merakım

  • (Tekili: Mirkam) Kalemler. Yazma işinde kullanılan âletler.

merbu'

  • Köle, kul, memlük.

merbub

  • Köle, kul.

mercan

  • Denizde geniş resif meydana getiren ve mercanlar takımının örneği olan hayvan ve bunun kalkerli yatağından çıkarılan çoğu kırmızı renkte ve ince dal şeklinde bir madde. Bu madde boncuk gibi süs eşyası olarak kullanılır. Mercanlar ancak 40 metre kadar derinlikte yaşayabilirler.

merdane

  • Erkekçesine. Merdcesine. Er'e yakışır surette. (Farsça)
  • Matbaada baskı, baskı makinelerinde ve ofset makinelerinde ise plâteye değerek mürekkeb vermek; ve toprağı bastırmak gibi çeşitli işlerde kullanılan silindir. (Farsça)
  • Yufka açmağa yarıyan oklava. (Farsça)
  • Erkek ayakkabısı. (Farsça)

merere

  • (Çoğulu: Merirât) Sert bükülmüş kıvrık ip.
  • Arsa.

merfuat / merfuât

  • Bir yerde kullanılmak için kaldırılan eski eşya.
  • Gr: Mazmum olan, zamme ile harekelenmiş kelimeler.

mergul

  • (Mergule) Kıvrılmış veya bükülmüş saç. Kıvırcık saç.
  • Ahenkli ses.
  • Kuş sesi.

merhaba

  • Şâdlık, neşeli oluş.
  • Genişlik, vüs'at.
  • Müslümanlar arasında bir nevi selâmlaşma kelimesi olup, "rahat olunuz, serbest olun, hoş geldiniz" mânasında söylenir.
  • Nazımda medholunan kimseye hitâb olarak kullanılır.

merhub

  • Korkulan ve kendisinden kaçılan şey.
  • Aslan.

merr

  • Geçmek. Mürur etmek.
  • İp.
  • Bel dedikleri âlet.
  • Demir külünk.

mertebe-i külliye-i ubudiyet / mertebe-i külliye-i ubûdiyet

  • Allah'a kulluğun büyük ve kapsamlı mertebesi.

merviyat

  • (Tekili: Mervi) Rivayet olunmuş şeyler. Kulaktan kulağa söylenerek gelmiş olan sözler.

mesalih-i külliye

  • Küllî maslahatlar, geniş kapsamlı faydalar.

mesami'

  • (Tekili: Misma') Kulaklar.
  • İşitme âletleri.

meşarit

  • (Tekili: Mişrat) Keskin bıçaklar. Ameliyatta kullanılan keskin hekim bıçakları.

mesatır

  • (Tekili: Mistar) Cetveller, mistarlar. Çizgi çizme için kullanılan âletler.

mesbuk

  • (Sebk. den) Kalıba dökülmüş.

mescid

  • Secde edilen yer. Namazgâh. Cami yerine kullanılan namaz yeri.

mescum

  • Saçılmış, dökülmüş.

meşfu'

  • Müşterek sınırlı gayrimenkul.

mesfuh

  • Dökülüp akıtılmış olan.
  • Dağ eteği.

mesfuk

  • (Sefk. den) Sefkedilmiş. Dökülüp akıtılmış olan.

mesfur

  • Yazılmış, adı geçmiş. (Bu tabir, eskiden daha ziyade hakaret görmesi icabeden aşağılık kimseler hakkında kullanılırdı.)

meskub

  • Kalıba dökülmüş. Akıtılmış.

mesmua

  • Duyulmuş. Kulakla dinlenmiş olan.

meşmum

  • Koklanmış.
  • Itır ve misk gibi güzel kokulu olan şey.

mesnun

  • Sünnet olan. Sünnet olmuş olan.
  • Âdet edilen şey.
  • Bilenmiş bıçak.
  • Üzerinden ömürler geçmiş olan.
  • Şekillendirilmiş.
  • Kalıba dökülmüş.
  • Kokusu değişmiş.

mest

  • Ayakkabı.
  • Sarhoş. Aklı başında olmayan. Kendinden geçercesine haz duymak mânasında "mest olmak" şeklinde kullanılır.

meta

  • Ne vakit? Ne zaman? mânasında olup, mutlak ve mübhem vakit edatıdır. Bazan "Min" harfi-i cerri yerinde ve suâl için de kullanılır.

meta-ul gurur

  • Gurur metaı. İnsanı aldatıp Allah yolundan alan dünya zevki veya menfaatı, insanlara riyakârlık için kullanılan dünya malı.

metn / متن

  • Yazıya dökülmüş bilgi. (Arapça)

metruk

  • Terkedilmiş, bırakılmış, kullanılmaktan vazgeçilmiş, metruk hadis; amel edilmeyecek derecede zayıf.

metrukiyyet

  • (Terk. den) Terk edilme, boşanmış olma.
  • Bırakılmışlık, kullanılmazlık.
  • Bir işten çekilip uğraşmama.

meunet

  • Birisinin ölmeyecek kadar yiyip içeceği.
  • Külfet.
  • Masraf. Bir şeyin toplamak, devşirmek, nakil ve boşaltmak ve saymak gibi levazımının teslim yerine kadar olan masraflarına denir.

mevbik

  • (Çoğulu: Mevbikat) Korkulu yer.

mevbikat

  • (Tekili: Mevbik) Korkulu yerler.

mevhibe

  • İhsân, bağış, Allahü teâlânın kuluna ihsânı.

mevla / mevlâ

  • Efendi, sahip.
  • Allah.
  • Kul, köle, azat eden.
  • Velî, veliyeti olan.
  • Şanlı, şerefli.
  • Yardımcı.
  • Mürebbi, terbiye eden.

mevlana

  • "Efendimiz, mevlâmız" mânâsında olan bu kelime, hürmeten büyük kimselere söylenmiştir. Hazret mânâsında da kullanılır.

mey'a

  • (Mey'at) Yiğitlik başlangıcı.
  • Atı koşuya alıştırmak.
  • Erimiş sıvı madde.
  • Yere dökülen bir sıvının akıp gitmesi.
  • Bir şeyin ilk zamanı. Tâzelik vakti.

meyhem

  • "Hâlin nedir, nasılsın?" mânasına kullanılır.

mi'rac-ı asgar

  • Küçük mi'rac, yükseliş; kulun namazı.

mı'tar

  • (Çoğulu: Meâtır) Devamlı güzel kokular sürünen.

mı'tir / mı'tîr

  • Güzel kokular sürünen.

mı'vel

  • (Çoğulu: Meâvi) Sivri külünk ve balta.

mibza'

  • Kan almakta kullanılan âlet. Neşter.

mibzer

  • Tohum ekmekte kullanılan bir âlet.

micdar

  • Bostan korkuluğu. Korkuluk.

micesse

  • Ağaç budamada kullanılan keskin demir.

miclat

  • Ağaç budamada ve bağ filizini kesmekte kullanılan demir.

midvek

  • Bir şey ezmekte kullanılan taş.

mifsad

  • Kan almakta kullanılan âlet. Neşter.

miftele

  • Yün eğirmekte kullanılan çatal değnek.

migsel

  • Tas, ibrik. Yıkanmada kullanılan kab.

migzel

  • (Çoğulu: Megazil) İplik eğirmekte kullanılan âlet. iğ.

mıhbat

  • Davar için ağaçtan yaprak dökmekte kullanılan sopa.

mihlat

  • İçine yulaf koyup davara vermekte kullanılan torba.

mihmandar-ı kerim

  • Dünya misafirhanesinde kullarına yardım ve in'am eden Rabbimiz, Allah (C.C.).
  • Müslümanlara dünya misafirhanesinde rehberlik eden, Hazret-i Peygamber (A.S.M.)

mihmandar-ı kerim-i zülcelal / mihmandar-ı kerîm-i zülcelâl

  • Dünya misafirhanesinde kullarına yardım edip rızıklandıran sonsuz haşmet ve celâl sahibi Allah.

mıhtab

  • Balta gibi odun kesmekte kullanılan âlet.

mihtab

  • Balta. Odun kesmekte kullanılan âlet.

mihza

  • Ateş karıştırmakta kullanılan ağaç.

mikhal

  • (Çoğulu: Mekâhil) Göze sürme çekmekte kullanılan âlet.

mikreb

  • (Çoğulu: Mekârib) Çift sürmede kullanılan saban.

mikşat

  • Hattatların, kamış kalemlerinin kabuğunu soymakta kullandıkları âlet.

milhez

  • Mürekkep karıştırmakta kullanılan bir âlet.

millet

  • Din, dil ve târih berâberliği bulunan insan cemâati, topluluğu, kavim.
  • Din; kullarının dünyâda ve âhirette râhat ve huzûra kavuşmaları için Allahü teâlânın peygamberleri vâsıtasıyla gösterdiği yol.

mimsiz medeniyet

  • Vahşilik, denîlik. Alçaklık.
  • Medeni kelimesinin, Kur'ân alfabesine göre "mim" harfini kaldırırsak, denî kelimesi kalır. Buna binaen, "mimsiz medeniyyet" de denî, alçak ve zâlim yerinde kullanılmıştır.

mina

  • Şişe, cam, billur.
  • Parlak saray.
  • Sırça. Kuyumcuların kullandıkları lâcivert renkli sırça.

minhat

  • (Çoğulu: Menâhit) Dülger rendesi. Taş veya tahta yontmada kullanılan âlet.

minsef

  • (Çoğulu: Menâsif) Elek. Kalbur. Külünk.

minyatür

  • Eski el yazısı kitapları süslemek için sulu boya ile yapılan ince resimler hakkında kullanılır bir tâbirdir. İtalyanca "minyatura" kelimesinden alınmadır. Buna vaktiyle küçük nakış demek olan "hurde nakış" denilirdi.
  • İnce bir san'atla yapılmış küçük resimler.

mirda

  • Gemicilerin kullandıkları uzun ağaç.

mirza

  • Reis. Bey.
  • Büyük kimselerin çocuğu. Beyzâde.
  • Bazı İslâm topluluğunda iyi sülâleden olanlara, şehzâdelere, seyyidlere verilen ünvân olmakla beraber, bugün bir isim olarak çokca kullanılmaktadır.

mıs'ad

  • Merdiven. Yükseğe çıkmakta kullanılan âlet. Asansör.

misafirhane-i rahman / misafirhane-i rahmân

  • Allah'ın sonsuz rahmetiyle kulları için bir konak gibi hazırladığı dünya.

misafirhane-i rahmani / misafirhane-i rahmânî

  • Allah'ın sonsuz rahmetiyle kulları için bir konak gibi hazırladığı dünya.

misafirhane-i rahmaniye / misafirhane-i rahmâniye

  • Allah'ın sonsuz rahmetiyle kulları için bir konak gibi hazırladığı dünya.

misbeke

  • Mâden eritilip dökülecek kap.

miskab

  • (Çoğulu: Mesâkıb) Mâden, kemik veya tahta gibi şeyleri delmekte kullanılan âlet, matkap.

misket

  • Alaybozan tüfeği. Patlayan bombadan etrafa sıçrayarak tahribe, yaralanmaya ve ölüme vesile olan sert parça. Eskiden kullanılmış geniş çaplı bir silâh. (Fransızca)
  • Güzel kokulu meyve. (Elma, üzüm vs.) (Fransızca)

mislah

  • Ham iken hurması dökülen hurma ağacı.

misma'

  • (Çoğulu: Mesâmi') (Sem'den) Kulak.
  • Hastanın iç organlarını dinlemeğe yarıyan âlet.

mistar-ı hikmet

  • Hikmetin gerçekleşmesi için kullanılan vasıta, şablon.

misvak / misvâk

  • Kullanılması pek çok faydalı olan ve Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ehemmiyetle tavsiye ettiği, diş fırçası vazifesini de gören, hoş kokulu ve meyvesiz bir ağacın dallarından kesilip kullanılan parça.
  • Bir karış büyüklüğünde kesilmiş, dişleri temizlemek için kullanılan ve Erak denilen ağaçtan veya zeytin dalından yapılan ağaç fırça.

mitin

  • Taşları kayaları paçalamada kullanılan büyük çekiç. (Farsça)

mu'cizat / mu'cizât

  • Mûcizeler. Allahü teâlânın peygamberlerine, peygamberliklerini isbât etmeleri için ihsân etmiş olduğu hârikulâde yâni âdet dışı (olağan üstü) hâller. Mûcize kelimesinin çokluk şeklidir.

mu'cizat-ı seb'a

  • Yedi meşhur mu'cize, yedi külli i'caz esasları.

mu'cize

  • Peygamberlerden aleyhimüsselâm peygamberliklerine delil olarak Allahü teâlânın izniyle meydana gelen hârikulâde (olağanüstü) haller.

mu'izz / mu'îzz

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Kullarından bâzılarını, maddî ve mânevî mülk ve saltanat vermek sûretiyle, azîz (üstün) kılan.

mü'min

  • Allah'a ve emirlerine, kanunlarına iman eden. İnanan. Allah'a, âhirete, kitablarına, meleklerine, peygamberlerine ve kadere iman edip itaat eden kimse.
  • Emniyete kavuşan.
  • Korkulardan emniyet veren (Allah C.C.)

mu'tezile

  • Aklı ön plâna alan ve "kul kendi fiillerinin yaratıcısıdır" diyerek, ehl-i sünnetten ayrılan fırka. Bunlara kaderiyeciler de denir, önderleri Vâsıl b. Ata'dır.
  • Aklına güvenerek ve "kul, fiilinin hâlikıdır" demekle hak mezheblerden ayrılan bir fırka. Bunlar dalâlet fırkalarının birincisidir. Vâsıl İbn-i Atâ nâmında birisi buna sebeb olmuştur. Bu kişi Hasan Basri Hazretlerinin talebesi iken, günah-ı kebireyi işleyen bir kimsenin ne mü'min ve ne de kâfir olma

mualecat

  • Tedâviler, ilâç kullanmalar.
  • Bir hususta çalışmalar.

mualece

  • Bir hususa çalışıp devam etmek.
  • Hastaya bakmak. İlâç kullanmak, ilâç vermek.
  • Bir işe teşebbüs, bir işe girişmek.

muamele-i ubudiyet / muamele-i ubûdiyet

  • Kulluğa ait davranışlar.

muanat

  • Bir şeyin zahmetini çekme.
  • Bir nesneyi dikkatle göz altında bulundurma. Ona göz kulak olma.

muanber / معنبر

  • (Anber. den) Güzel kokan. Güzel kokulu.
  • Hoş kokulu, amberli. (Arapça)

muaşşer

  • (Aşr. dan) Onlu, onluk. On kısma bölünmüş.
  • Edb: Onar mısralık bendlerden teşekkül eden manzumeler.

muattal / مُعَطَّلْ

  • Tatil edilmiş. Kullanılmaz olmuş. Battal edilmiş. Terkedilmiş.
  • İşsiz. Tenbel.
  • Kullanılmaz olmuş.
  • Kullanılmış, bırakılmış.
  • Boş, işsiz.
  • Kullanılmaz, boş.

muattar

  • Itırlı, kokulu.
  • Güzel kokulu bir lâle çiçeğinin adı.
  • Itırlı, güzel kokulu.

muazale

  • Bir sözün mânasını başka sözle bağlayıp kelâmı arka arkaya getirme.
  • Kafiyeyi ayrılmıyacak şekilde mâkabliyle bağlama.
  • Sözde kelimeleri tekrarla kullanma.

mubassır / مبصر

  • Okul düzenini sağlayan görevli. (Arapça)

mübtedi / مبتدی

  • Başlayan. (Arapça)
  • İlkokula başlayan öğrenci. (Arapça)

mübtezel

  • (Bezl. den) Pek bol ve ucuz. Değersiz.
  • Hor kullanılan. Ortaya düşmüş olan.

mücahede

  • (Çoğulu: Mücahedât) Cihad etme.
  • Din düşmanına karşı koyma. Çarpışma.
  • Uğraşma. Çalışma. Gayret gösterme.İslâmiyette mücahedenin ehemmiyeti hakkında Deylemî'den (R.A.) mervi Hadis-i Şerif meâli: "Allah bir kulu sevdiği vakitte onu Zât-ı Uluhiyetine hizmet etmek için seçer. Onu

mücedda'

  • Burnu ve kulağı kesilmiş.
  • Başı yanmış olan ot.

mücedded

  • Kullanılmamış. Yeni. Yenilenmiş.

mücevherat / mücevherât

  • (Tekili: Mücevher) Kıymetli taşlar. Mücevherler. Süs ve zinet için kullanılan kıymetli şeyler.

mücib / mücîb

  • Kullarının duâlarını kabûl eden mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından.

mucid-i hakiki / mucid-i hakikî

  • İcad etme iktidarının yegâne sahibi mânasında olarak (Allah) hakkında kullanılır.

müclah

  • Yenmiş, ekledilmiş, me'kül.

müdahale

  • İşlere ve lüzumlu hallere, icabettiği için karışmak. Zararlı bir hal var ise, işe karışıp zararın def'ine çalışmak.
  • Araya girme. Sokulma.

müddehin

  • Güzel kokulu yağ sürünen. İdhan eden.

müddei-yi umumi / müddei-yi umumî

  • Milletin umum haklarını korumak üzere muhakemede hazır bulunan vazifeli, hukuk tahsilini bitirmiş hükümet memuru. Adliye bakanlığına bağlı, icra kuvvetini birlik halinde temsil eylemek üzere teşekkül eden, adlî idare makamında bulunan şahıs. Savcı.

müde'as

  • Kırda Arabların ekmek pişirdikleri tennur.
  • Sıcak kül döküp üstünde et pişirilen yer.

müdehhen

  • Güzel kokulu yağ sürünmüş.

müdhal

  • İdhal olunmuş, sokulmuş, girdirilmiş, dâhil edilmiş.

müdhün

  • İçerisine güzel kokulu yağ, ıtır gibi şeyler konulan şişe, kap.

müennes-i semai / müennes-i semaî

  • Gr: Kelimenin kendisinde müenneslik edatı olmadığı halde, müennes sayılan ve öyle kullanılagelen kelime. Yed, şems... gibi.

mufavada şirketi / mufâvada şirketi

  • Sermâyedeki hisseleri, kâr ve kullanma hakkı, ortaklar arasında eşit olan ve ortakların müslüman olması ve herbirinin sermâyesinden başka parası bulunmaması şartlarıyla kurulan bir şirket. Müsâvat şirketi.

müferrag

  • Dökülmüş.

müfettel

  • (Fetl. den) Fitilleştirilmiş. Fitil gibi bükülmüş.

müfrag

  • Dökülmüş, ifrağ olunmuş.

mugassas

  • Kalıba dökülmüş.

muhab

  • Kendisinden ürkülüp korkulan.

muhaddiş

  • Kulağı tırmalıyan. Tahdiş eden.

muhafaza-i ilahiye / muhafaza-i ilâhiye

  • İlâhî koruma; Allah'ın yardıma ve korunmaya muhtaç olan kullarını muhafaza etmesi, koruması.

muhatara / muhâtara

  • Tehlike. Korkulacak hâle tutulmak.
  • Zarar. Ziyan. Korku.
  • Tehlike ve zarar ihtimali olan.
  • Korkulu durum.

muhatarat

  • (Tekili: Muhatara) Zararlar, ziyanlar, hasarlar.
  • Korkular. Tehlikeler.

muhavvef

  • Korkulu. Korkutulmuş.
  • Korkulu.

muhaya

  • Bölünemiyen bir şeyi nöbetleşe ve sıra ile kullanma.

muhayee

  • Pay edilmesi ve bölünmesi mümkün olmayan bir şeyi sıra ile nöbetleşe kullanma.

muhazreb

  • Katı bükülmüş ip.

muhazzi'

  • Saman ve ot kesmekte kullanılan bir çeşit ziraat makinesi.

mühder

  • Dökülen, akıtılan, ihdâr edilen. Heder edilen.

mühendiz

  • Mühendis mânâsına ise de "zel" ile kullanılmaz.

muhibbi / muhibbî

  • Muhibb ile alâkalı.
  • Kanuni'nin nazımda kullandığı mahlâs.

muhit-i mekteb-i irfan

  • Bir okyanusu andıran irfan okulu.

mührdar

  • Eskiden bir bakanlık veya dairenin resmi mührünü kullanmakla görevli olan kimseye verilen ad. Hususi kalem müdürü. (Farsça)

mühre

  • Cilâ için kullanılan küçük yuvarlak cisim. Deniz böceği kabuğu. (Farsça)
  • Her nevi yuvarlak cisim. (Farsça)
  • Billurdan yapılı küçük kap. (Farsça)
  • Çekiç. (Farsça)
  • Cam boncuk. (Farsça)
  • Omurga kemiği. (Farsça)

muhtereme

  • Hürmete lâyık, saygıdeğer anlamında, hanımlar için kullanılan ifade.

mühür

  • İmza yerine kullanılan damga.

mukaraa

  • (Kur'a. dan) Ad çekişme. Karşılıklı kur'a çekme.
  • Kılınç kullanarak döğüşmek. Cenkte, muharebede kahramanların birbiriyle vuruşmaları.
  • Bir şeyin taksiminde atışmak.

mukarrihat

  • (Tekili: Mukarrih) Yara açmakta kullanılan etkili ilâçlar.

mukavves / مُقَوَّسْ

  • (Kavs. den) Yay gibi bükülmüş ve eğri olan.
  • Kavis teşkil etmiş, bükülü.
  • Bükülen, kavis şekline gelen.

mükellef

  • Bir şeyi yapmağa mecbur olan. Vazifeli. Muvazzaf.
  • Bir şeyi ödemeğe mecbur olan.
  • Mükemmel hazırlanmış, külfetle süslenmiş olan.

mükellefiyet-i ubudiyet

  • Kulluğa ait yükümlülük, sorumluluk.

mukle

  • (Çoğulu: Mukul) Gözün karası. Göz bebeği.
  • Göz.
  • Su taksimi için kullanılan taş.

mükle

  • (Çoğulu: Mükül) Kuyu dibinde az az birikip toplanan su.

mülk

  • Sâhib olunan; insanın başkasının rızâsını ve iznini almadan kullanmağa hakkı olan şey.
  • Tasarruf, saltanat, kudret.

mülkiyet

  • İnsanın bir şeyi başkasının rızâsını, iznini almadan kullanabilme yetkisi gücü.

mültevi

  • (Leviy. den) Eğilmiş, bükülmüş, eğrilmiş. Sarılan, eğilen.

mümessek

  • (Misk. den) Misk kokulu.

mümsiha

  • Hattatların, kalemin mürekkebini silmekte kullandıkları bez.

mündemic

  • İndimac eden, dürülüp sarılan, içine sokulmuş olan. İçine alınmış olan.

münezzeh

  • Kusur, eksiklik ve muhtâçlıktan uzak. Allahü teâlânın noksan sıfatlardan uzak olduğunu bildirmek için kullanılan bir tâbir.

münfekk

  • (Fekk. den) Sökülen, ayrılan. İnfikâk eden. Ayrılmış olan.

münhani / münhanî

  • Eğri, kamburlu, eğilen, eğrilen. Beli bükülmüş yaşlı kişi.

münhaniye

  • Eğilmiş, eğri ve çarpık olan. Bükülmüş.
  • Geo: Eğri çizgi. Hatt-ı münhani.

münhemir

  • Akıcı, seyyal.
  • Dökülen. Yıkılıp viran olmuş.

münkali'

  • (Kal'. dan) Kökünden sökülen.

munsabb

  • (Bir denize veya nehire) dökülen, karışan.

munsami / munsamî

  • Dökülüp akıtılmış.

münsebik

  • (Sebk. den) Kalıba dökülmüş olan.

münsecim

  • Düzgün, insicamlı.
  • Dökülmüş, saçılmış, dağılmış.

münsekib

  • Dökülüp akan.

münselib

  • (Selb. den) Kaçırılmış, kalmamış, kaldırılmış. (Bu tâbir; huzur, asayiş, emniyet ve rahat hakkında kullanılır.)

muntavi / muntavî

  • (Tayy. dan) Dürülmüş, dürülüp bükülmüş, devşirilmiş.

müraat

  • Riayet, saygı göstermek.
  • Korumak, hıfzetmek, saklamak.
  • Riayet etmek.
  • Bir şeyin akibetinin ne olacağını gözetmek. Söze kulak vermek.
  • Bir kimsenin hakkına riâyet eylemek.
  • Göz ucuyla bakmak.

murahhas

  • Devlet veya herhangi bir teşekkül nâmına, salâhiyyetli olarak bir yere bir vazife ile gönderilen kimse.
  • Terhis edilen. İzin verilen. Tâlimat verilen kimse.
  • Devlet veya bir teşekkül adına yetkili olarak bir yere gönderilen kişi.

murakabe / murâkabe

  • Kontrol etmek, inceleyip vaziyeti anlamak.
  • Kulun, bütün hâllerinde Allahü teâlânın kendini gördüğünü bilmesi ve O'nu unutmaması.
  • Nefsi kontrol etmek, ondan gâfil olmamaktır.

mürebbeb

  • Büluğ yaşına kadar beslenip terbiye olunmuş.
  • Güzel kokularla hoş ve lâtif olmuş.

mürekkeb

  • Yazı için kullanılan sıvı.

mürekkebat-ı mütedahile-i mütesaide / mürekkebât-ı mütedahile-i mütesaide

  • Atomların iç içe dizilmesiyle yükselip gelişerek meydana gelen moleküller, elementler, bileşikler.

mürevveh

  • Kokulandırılmış, râyihalandırılmış.
  • Rahatlandırılmış.

mürevvih

  • Kokulandıran, râyihalandıran.
  • Rahatlandıran.

mürtecel

  • Düşünülmeden hemen söylenmiş söz veya şiir.
  • Kelimenin lügat mânası ile ıstılah mânası arasında münasebet bulunmayan kısmına mürtecel; münasebet bulunan kısmına da menkul denir.
  • Fık: Konuşulandan başkasına bir alâka bulunmaksızın sarih bir ihtimal ile kullanılan lâfızdır. Mese

müşa'

  • (Şüyu. dan) Yayılmış, şüyu bulmuş, herkese duyurulmuş.
  • Ortaklar veya hissedarlar arasında birlikte kullanıldığı hâlde hisselere ayrılmamış olan şey.

müsag

  • (Tekili: İsâga) Kalıba dökülmüş, akıtılmış olan.

müsahhir

  • Teshir eden, zapteden. İstediği gibi hareket ettiren ve kullanan.

müşakelet

  • Şekilde bir olma ve uygunluk, benzeyiş.
  • Cinsiyet birliği.
  • Edb: Birinin söylediği bir sözü diğerinin az çok evvelki mânaya zıd olarak kullanması.

müsamere / مسامره

  • Gece eğlencesi. (Arapça)
  • Okul piyesi. (Arapça)

musamsa'

  • Küçük kulaklı geyik.

muşata

  • Tararken dökülen saç veya sakal teli.

müşate

  • Saç ve sakaldan dökülen kıllar.

müşekkek

  • (şekk. den) şüpheli olan, şüpheli, kuşkulu. şekke düşürülmüş.

müsennah

  • İki kat olmuş, ikiye bükülmüş.

müşgin / müşgîn

  • Misk kokulu, miskli. (Farsça)
  • Siyah şey. (Farsça)

müşk

  • (Müşg) Misk. Misk kokulu. (Farsça)

müşk-bu

  • Misk kokulu. Misk gibi kokan. (Farsça)

müşkil

  • Zor, zorluk, müşkül.

müskir

  • (Sekr. den) Sarhoşluk veren, şuuru kaybettiren, kullanılması ve içilmesi haram olan zararlı madde.

müskirat

  • (Tekili: Müskir) İçilmesi ve kullanılması Allah (C.C.) tarafından men'edilmiş sarhoşluk veren şeyler.

muşta

  • Yumruk. Kunduracıların deriyi inceltmek için kullandıkları mâdeni top.

müsta'bed

  • Köle haline getirilen, kul olan, kulluğu istenen.

müsta'bid

  • (Abd. dan) Kul veya köle edinen.
  • Kendine ibadet ettiren.

müsta'mel / مُسْتَعْمَلْ

  • Kullanılan, kullanılmış.
  • Eski, köhne.
  • Kullanılan.

müsta'mel su

  • Abdestte veya gusülde veya kurbet için (yemekten önce ve sonra, sünnet olduğu için el yıkamak gibi) kullanılan su.

müsta'mil

  • İstimal eden, kullanan.

müsta'tır

  • Kendine gökçek ve güzel kokular sürünen.

müstahdim

  • Hizmette kullanan, istihdam eden.

müstahfız

  • Tar: Yeniçeriliğin kaldırılmasından evvel, kale, hisar ve memleket muhafazasında bulunan kimseler hakkında kullanılan bir tabirdi. İlk zamanlardaki müstahfızlık, daim hizmet hâlinde olduğu için kendilerine timar verilirdi. Sonraki müstahfızlık ise, harp gibi lüzum görüldüğü zaman askerlik hizmetine

mustalah

  • Istılahlı. Garib ve az kullanılır kelime ve terimlerle dolu olup pek anlaşılmayan.

müstamel / müstâmel / مستعمل

  • Kullanılmış, eski, köhne.
  • Kullanılan.
  • Kullanılmış.
  • Kullanılmış. (Arapça)
  • Kullanılan. (Arapça)

müstasveb

  • (Savâb. dan) Doğru sayılmış, mâkul görülmüş.

müstasvib

  • (Savâb. dan) Doğru sayan, mâkul gören.

müstavsıla

  • Takma saç kullanan kadın.

müşte

  • Yumruk, muşta. (Farsça)
  • Birine vurmak için ele veya parmaklara geçirilen demirden yapılmış âlet. (Farsça)
  • Kunduracıların deriyi vurarak inceltmekte kullandıkları maden tokmak. (Farsça)

müstear

  • (Ariyet. den) Kendi malı olmayan, iğreti alınmış, emâneten alınmış olan.
  • Kendini belli etmemek için kullanılan takma bir isim.

müstefti / müsteftî

  • (Fetva. dan) Bir müftüye müracaat edip bir mes'ele hakkında fetva isteyen.
  • Bir müşkülün halledilip çözülmesini isteyen.

müstehlik

  • (Helâk. den) İstihlâk eden, satın aldığı şeyi bizzat kullanıp sarfeden, harcayan. Tüketici.

müstemi'

  • İstima eden, dinleyici, işiten.
  • Bir okula dinleyici olarak devam eden.

müşterek

  • Birlikte, ortak kullanılan.
  • Elbirliğiyle yapılan, birlik.

müsteşrik

  • Doğu kültürünü inceleyen Batılı.

mutaattır

  • (Itr. dan) Güzel kokular sürünen.

mutasarrıf

  • Kendinde kullanım hakkı bulunan.

mutasarrıf-ı hakim / mutasarrıf-ı hakîm

  • Herşeyi hikmetle yapan ve dilediği gibi kullanan sonsuz tasarruf ve yetki sahibi Allah.

mutayyeb

  • (Tayyib. den) Güzel kokular sürünmüş.
  • Gönlü hoş edilmiş, sevindirilmiş, taltif olunmuş.

mutayyiben

  • Güzel kokular sürünmüş olarak.
  • Sevindirilerek, gönlü hoş edilerek.

müteabbid

  • Taabbüd eden. Kulluk eden. İbadet eden.

müteabbidin / müteabbidîn

  • (Tekili: Müteabbid) Taabbüd edenler, ibadet edenler. Kulluk edenler.

müteakkılin / müteakkılîn

  • (Tekili: Müteakkıl) Anlayanlar, taakkul edenler.

müteattır

  • Gökçek kokularla kokulanmış. Güzel kokular sürünmüş.

mütecebbir

  • (Cebr. den) Zorba zor kullanan, cebir yapan.
  • Kibirlenen.

mütedavil / mütedâvil

  • Elden ele geçen, alıp verilen.
  • Kullanılan.
  • Ellerde dolaşan, kullanılan.

mütefevviz

  • Tefevvüz eden, uhdesine alan.
  • Gayr-i menkul malların tasarruf hakkını üzerine alan.

mütegalli

  • Güzel kokular sürünen.

mütegallib

  • Zor kullanarak galip gelen, zorba.

mütehallil

  • Araya sokulan, araya giren.
  • Bozulan.
  • Bir kelimeden nice mânâlar kasdedip söyleyen kimse.

mütehassis

  • İnsan sözüne kulak verip dinleyen.
  • Hayırlı işlere dair haberlere dikkat edip araştıran.
  • Çok duygulu, duygulanmış, hisli.

mütekatır

  • (Katr. dan) Damlıyan. Katre katre dökülen.

mütekattır

  • Damlayan, katre katre dökülen.

mütekavvim mal

  • Kıymetli, kullanılması mubâh ve mümkün olan mal.

mütekavvis

  • (Kavs. dan) Yay gibi eğri. Yay şekline giren, kavislenen. Eğrilmiş, bükülmüş.

mütekellif

  • Zahmetli iş tutan, külfetli işe girişen.
  • Gereksiz külfete giren, gösterişe kapılan.
  • Külfetli, zorlu.

mütekellifin / mütekellifîn

  • (Tekili: Mütekellif) Zahmetli, külfetli iş tutanlar, tekellüf edenler.

mütemehhil

  • Hile eden.
  • Bir kimsenin istediğini vermek hususunda onu külfet ve zahmete sokan.

müteneccis

  • Pislenmiş, kullanılmaz hâle gelmiş.
  • Pislenmiş, kullanılmaz hale gelmiş.

mütenessik

  • Kulluk eden.

müteremmid

  • Yanıp kül olmuş.

müterevvih

  • Bir şeyden koku alan. Kokulanan.

müteşabih

  • Birbirine benzeyenler.
  • Fık: Mânası açık olmayan âyet ve hadis. Kur'an-ı Kerim'in ve hadislerin mecazî mânalara gelen ifadeleri. "Muhkem" olmayan âyet veya hadis.
  • Zâhirî mânası kastedilmeyen ve teşbih ve temsil yoluyla hakikatlerin beyanında kullanılan ifade.

mütesabike

  • Bir şeyin kalıba dökülmesi.
  • Mâdeni eritip süzmek.

mütesakıt

  • Birbiri ardınca dökülüp düşen.

müteşekkil / متشكل

  • Oluşmuş, teşekkül etmiş. (Arapça)

mütesevvik

  • Misvak kullanan.

mütetayyib

  • Güzel kokulu şey sürünen.

mütevahhiş

  • Issız, sakin, korkulu.

mütevekkil / متوكل

  • Kendi yapamıyacağı işde aczini bilip başka birisini vekil kabul etmek.
  • Tevekkül eden.
  • Allah'a (C.C.) güvenen ve işlerini O'na güvenerek tanzim eden.
  • Vekil eden, tevekkül eden.
  • Tevekkül eden her işini Tanrı'nın iradesine bırakan. (Arapça)

mütevekkilane / mütevekkilâne

  • Tevekkül edercesine, Allaha güvenerek.
  • Tevekkül ederek, yalnızca Allah'a dayanıp güvenerek.
  • Tevekkül ederek, tevekkül ile. (Farsça)

mütevekkilen

  • Mütevekkil olarak, tevekkül etmiş olarak.

mütevekkilen alallah / mütevekkilen alâllah

  • Allah'a sığınarak, Allah'a tevekkül ederek.
  • Allah'a sığınarak, tevekkül ederek.

mütezammıh

  • Güzel kokulu şeylerle karışmış olmak.

mutezile

  • "Kul kendi fiilinin yaratıcısıdır" iddiasında olan ehl-i sünnet dışı bâtıl bir mezhep.

mutlak

  • Kayıtsız, sınırsız; teklik, çokluk veya nitelik gibi şeylere bakılmaksızın kullanıldığı mânâya delâlet eden lâfız; kitap kelimesi gibi.

mutlak adalet / mutlak adâlet

  • Bir şeyi yerli yerine koymak. Kendi mülkünde olanı kullanmak.

muttarid

  • Muntazaman devam eden. Bir düziye olan. Bir küllî kaideye mümasil ve muvafık olan. Sıralı. Düzgün.

mutva

  • Dürülmüş, bükülmüş.
  • Örülmüş.
  • Yapılmış.

müvakkit

  • Eskiden İslâm devletlerinde namaz vakitlerini ve bunlarla ilgili âletleri kullanan, tâmirini ve ayarını yapan vazîfeli kimse.

muzbat

  • Kül içinde pişirilen ekmek.

müzill

  • Bâzı kullarını aşağı ve zelîl eden mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden).

müzy

  • Şam ahalisinin kullandığı bir ölçüdür ve onbeş kile alır.

na'ra

  • (Çoğulu: Na'rât) Yüksek sesle uzun uzun bağırma.
  • Tar: Eskiden yangına giderken ve dönerken kalabalık caddelerde, geçitlerde, dönemeçlerde, meydanlarda tulumbacıların içlerinden "naracı" adı verilen birinin bağırması yerinde kullanılır bir tâbirdir. Nâra atmakla yangın münasebetiyle s

na-ma'kul

  • Akla uygun gelmeyen. Akıl almayan. Mâkul olmıyan. (Farsça)

nafe

  • Derisi kürk yapımında kullanılan hayvanların postlarının karnı altındaki deri kısmı. (Farsça)

nagam

  • (Tekili: Nağme) Nağmeler, âhenkler, türküler.

nakur

  • Sur gibi ağızla üflenerek çalınan boruya denir. Nakr; vurmak ve didiklemek mânalarına geldiği gibi, boru çalmak mânasına da gelir. Çünkü boru çalındığı zaman, içinden hava tazyiki ile didiklenmiş olacağı gibi, dışından da o ses, çarptığı kulakları didikleyeceği cihetle boruya "minkar" mânasıyla alâk

namakul / nâmakul / نامعقول

  • Makul olmayan. (Farsça - Arapça)

nane molla

  • Mc: Beceriksiz, işe yaramaz, ağır hareketli mânalarında kullanılan bir tâbirdir.

nasib / نصيب

  • Pay. (Arapça)
  • Tanrı'nın kula verdiği. (Arapça)

natul

  • İlaçlarla kaynatıp mâlül kişinin az az başına dökülen su.

nazar-ı acizi / nazar-ı âcizî

  • Âcizin nazarı; benim bakışım anlamında, tevazu ifadesi olarak kullanılan söz.

nazar-ı fakirane / nazar-ı fakirâne

  • Benim bakış açım anlamında, tevazu göstermek için kullanılan ifade.

nedi'

  • Ateş veya kül içinde pişmiş olan.

nefr

  • Heyecan verici bir emirden dolayı bir yerden bir yere fırlayıp çıkmaktır. Ürkmek demek olan "Nüfur" da bu mânâdandır. Fakat "Nüfur" tek başına kaçıp kurtulmak için menfi bir harekette kullanıldığı hâlde; "nefr", düşmana karşı gaza için fırlayıp çıkmakta kullanılır. Ve böyle çıkıp toplanan cemaate "n

nefs-i tağut / nefs-i tâğut

  • Her türlü lezzetlerin kaynağı olan, insanı daima kötülüğe sevk eden, Allah'a iman ve kulluktan uzaklaştıran azgın duygu.

neft

  • Neft yağı. Çam gibi bazı ağaçlardan çıkarılan, tutuşabilen bir yağdır ve boyacılıkta vesair sanayide kullanılır.

nehari / nehârî / نهاری

  • Yatılı olmayan okul. (Arapça)

nehizet

  • Tabiat.
  • At kulağına benzer dokunmuş nesne.

nekkar

  • Ağaçkakan kuşu.
  • Değirmenci.
  • Çok hayırlı.
  • Çok kokulu.

nemçe

  • Tar: Osmanlılar tarafından Avusturya ve Avusturyalı mânasında kullanılan bir tâbir idi.

neş'

  • Yiğit olmak.
  • Yüksek olmak.
  • Rüzgâr esmek.
  • İyi ve hoş kokulu şeyler koklamak.

nesaic

  • (Tekili: Nesice) Dokumalar. Dokunmuş kumaşlar. Ette ve deride olan nescler, dokular.

neseb

  • Soy, şecere. Çocuğu ana ve babaya bağlayan kan bağı. Ekseriya baba yönünden olan yakınlık için kullanılır. Babalar ve yukarıya doğru büyük babalar ile oğullar ve aşağıya doğru oğullar arasındaki alâkaya amûdî yakınlık; erkek kardeşler ile bunların oğ ulları ve amca oğulları arasındaki alâkaya ufkî y

neşefe

  • (Çoğulu: Nüşüf) Ayağın kirini temizlemede kullanılan taş.

nesfe

  • Dökülmüş ve saçılmış un.

neşide

  • Manzume. Şiir.
  • Yüksek sesle okunan şiir.
  • Darb-ı mesel (atasözü) derecesinde kullanılan meşhur beyit veya mısrâ.

nesike

  • Hak yoluna kesilen kurban.
  • Altın veya gümüş külçesi.

nevah

  • Kül renkli beyaza benzer kumru gibi bir kuş cinsidir ve sesi gayet lâtiftir.

nevm-alud / nevm-âlud / nevm-âlûd

  • Uykulu, uykuya bulaşmış, uyumuş.
  • Uykulu.

nevür

  • Çivit.
  • Damga için kullanılan içyağı isi.

nez' edilmek

  • Ayırılmak, çekip atılmak, sökülmek. (Arapça - Türkçe)

nezir

  • (Nezr. den) Bir iş için korkulacak bir şey söyleyip gözdağı vermek. İlerdeki hesap için korkutmak. ("Beşir" in zıddıdır)
  • Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâmın bir vasfı olup Allaha (C.C.) inanıp itaat etmeyenlere cehennemden haber verdiği için "Nezir" denmiştir.

nihale

  • Yeni, taze fidan. (Farsça)
  • Avcı korkuluğu. (Farsça)
  • Sahan altlığı. (Farsça)
  • Döşenecek şey. Döşeme. (Farsça)

nihas

  • Kağnı tekerleğinin etrafına takılan çenber, yuvarlak demir.
  • Kavafların kullandığı nesne.

nimhab

  • Yarı uykulu, mahmur. (Farsça)

nüceba / nücebâ

  • Allahü teâlânın tanınıp bilinmeyen velî kullarından bir topluluk.

nüfza

  • Bir yere saçılmış veya dökülmüş olan kan.

nuger

  • Köle, kul. (Farsça)

nugeri / nugerî

  • Kölelik, kulluk. (Farsça)

nugnug

  • (Çoğulu: Negânig) Boğaz içinde olan et.
  • Kulak içinde fazlalık olan nesne.

nukaa

  • Birşeyi ıslamada kullanılan su.

nukaza

  • Binâdan yıkılmış veya örülmüş iplikten sökülmüş nesne.

nukre

  • Külçe hâlinde gümüş.
  • Ense çukuru.

nüktesenc

  • (Çoğulu: Nüktesencân) Nükteyi değerlendiren. Nükteden anlayan. Nükteyi yerinde kullanan. (Farsça)

nüsal

  • Hayvandan dökülen tüyler.

nüşare

  • Kesilen ağaçtan dökülen talaş, yonga.

nutfe

  • Duru ve sâfi su.
  • Meni. Rahimde iki yarım ve ayrı cinsten hücrelerin birleşmişi.
  • Taşmış, dökülmüş su.
  • Deniz.

nuzc

  • Yemişin tam olarak yetişmesi, olgunlaşması.
  • Etin kemikten dökülür derece pişmesi.

ok

  • Yay veya keman denilen kavis şeklinde bükülmüş bir ağaç çubuğa gerili kirişe takılarak uzağa atılan ucu sivri demirli ince ve kısa değneğe verilen addır. Ok, silâhın icadından evvel insanlar tarafından kullanılmış ise de, en büyük mahareti Türkler, Araplar göstermişlerdir.

okıyye

  • Okka; eskiden kullanılan 1282 gr.'lık bir ağırlık birimi, dört yüz dirhem.
  • Eskiden kullanılan bir ağırlık birimi, dörtyüz dirhem.

okiyye

  • (Veya hemzenin hazfı ile "Vekiyye") Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Yerlere ve muhitlere göre değişir. Dörtyüz dirhem ağırlık. Yedi miskal veya kırk dirhem ağırlık. Şer'an kırk dirhem kabul edilmiş. En tanınmışı dörtyüz dirhemdir.

okka

  • Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Dörtyüz direm ağırlık. Okiyye. (Türkçe)

pa-berca / pâ-bercâ

  • Ayağı yerde demek olan bu tâbir, mecaz yoliyle kaim, sabit, berkarar, daim, bâki mânâlarında da kullanılır.

palamar

  • Büyük gemileri karaya bağlamak yahut demir gomneye bedel lengere rabtetmek için kullanılan halat.
  • Büyük halat.
  • Vaktiyle muharebelerde silâh olarak kullanılan ve yük kaldırmak için kullanılan sırıklar. (Sanat Ansiklopedisi)

palaska

  • Askerlerin kullandığı geniş kemer.

pan

  • Yun. "Bütün, karşı" mânasına kelimenin başına getirilerek kullanılır. Meselâ: Panzehir : Zehire karşı ilâç.

para

  • Alış-veriş aracı olarak kullanılan, biriktirme ve tasarruf etmeye yarayan, çeşitli mâdenlerden veya kağıttan îmâl edilmiş değer ölçüsü. Belli ağırlıkta basılmış olan altın ve gümüş paralara sikke veya meskûkât, altın paralara dînâr, gümüş paralara dirhem denir.

pay-endaz

  • Ayak atan, ayak atmış. (Farsça)
  • Büyük kişilerin geçecek olduğu yerlere serilen halı gibi şeyler. (Farsça)
  • Duvar ve möbleleri kaplamada kullanılan bir cins kumaş. (Farsça)

pelite

  • Lâmba veya kandil fitili. Fitil. (Farsça)
  • Yaralarda kullanılan fitil. (Farsça)

perçem / پرچم

  • Kâkül. (Farsça)
  • Tepede bırakılan saç. (Farsça)
  • Mızrak ve bayrak gibi şeylerin başlarına konulan püskülümsü şeyler. (Farsça)
  • Kakül, zülüf.
  • Kakül. (Farsça)
  • Yele. (Farsça)
  • Bayrak. (Farsça)
  • Bayrak püskülü. (Farsça)

perestar

  • (Çoğulu: Perestarân) Hizmetçi. (Farsça)
  • Kul. (Farsça)
  • Tapan, tapıcı. (Farsça)
  • Dalkavuk. (Farsça)

perestaran / perestarân

  • (Tekili: Perestar) Kullar, köleler. (Farsça)
  • Hizmetçiler. (Farsça)
  • Dalkavuklar, yaltakçılık yapanlar. (Farsça)
  • Tapanlar, tapıcılar. (Farsça)

perestari / perestarî

  • Hizmetçilik. (Farsça)
  • Kulluk. (Farsça)
  • Tapıcılık. (Farsça)
  • Dalkavukluk. (Farsça)

perestişlik

  • Kulluk, tapınma.

pervanek

  • Karakulak adı verilen bir hayvan. (Farsça)
  • Ask: Öncü, pişdâr. (Farsça)

peygamber

  • Allahü teâlânın, emirlerini ve yasaklarını kullarına bildirmeleri için insanlar arasından seçtiği ve kendilerine mûcizeler verdiği üstün zâtlar.

piçide

  • Karışmış, bükülmüş, kıvrılmış. (Farsça)

pil

  • Topuk, ökçe. (Farsça)
  • Çelik çomak oyunu. (Farsça)
  • Çadır eteği tutturmada kullanılan küçük ağaç değnekler. (Farsça)

piyade

  • Narin yapılı bir çeşit kayık adıdır. Eskiden ekseriyetle İstanbul ve civarında kullanılan bu kayıklar, pek makbul gezinti vasıtası idi.
  • Ask: Orduda tüfekle teçhiz edilmiş olan ve muharip sınıfların asli unsuru bulunan efrada da bu ad verilir. Yaya askeri.
  • Yaya.

pot

  • t. Irmakları geçmek için kullanılan sal.
  • Dikişin bir tarafında görülen kumaş kabarığı.

puladsenc

  • Güzel silâh kullanan, iyi dövüşen. (Farsça)

pür-çin

  • Çok buruşuk, çok bükülmüş ve karışık. (Farsça)

ra

  • İsim veya zamirin sonuna ilâve edilirse, Türkçedeki i, im, in, a, e eklerinin yerine kullanılır. Meselâ:Hâne: Ev. Hâne-râ: Evi, evin, eve.Tû: Sen. Tû-râ: Seni, senin, sana. (Farsça)

ra'l

  • Koyunun kulağından kesilen parça.

ra'la'

  • (Çoğulu: Rual) Akılsız kadın.
  • Kulağının ucu kesilip ilişik duran dişi koyun.

ra'sa'

  • Kulakları küpe gibi uzunca sarkık olan yahut ucunu kesmekten ilişik kalıp sallanıp duran kulakları asılı olan dişi koyun.

ra'se

  • (Çoğulu: Riâs) Kulağa takılan küpe.

rahib

  • Kendisinden korkulan şey. Korkulu.

rahim-i rahman / rahîm-i rahmân

  • Rahmân ve Rahîm olan Allah; herbir kuluna karşı sınırsız rahmet sahibi olan ve rahmetinin eserleri dünya ve âhireti dolduran Allah.

rahim-i zülcelal / rahîm-i zülcelâl

  • Kullarına karşı özel rahmeti olan haşmet ve ikram sahibi Allah.

rahman-ı rahim-i zülcelali ve'l-ikram / rahmân-ı rahîm-i zülcelâli ve'l-ikram

  • Kullarına karşı özel rahmeti olan ve rahmetinin eserleri dünya ve âhireti dolduran haşmet ve ikram sahibi Allah.

rahmaniyet / rahmâniyet

  • Allahın kullarına merhamet etmesi.

rakabat

  • (Tekili: Rakabe) Boyunlar. Ense kökleri.
  • Köleler, câriyeler. Kullar.

rakabe

  • Ense kökü, boyun.
  • Kul, köle, câriye.

rakk

  • Kitap, sahife.
  • Kâğıt yerine kullanılan ince deri parçası.
  • Tomar.
  • Yama.

ramad / ramâd

  • Ateş külü.
  • Kül, ateş külü.
  • Kül.

ratl

  • (Ratıl) Eskiden kullanılan sıvı ölçüsü olup bâzı yerlerde yüzotuz dirhem sayılmıştır. Bâzen oniki kıyyedir. Kıyye kırk dirhemdir.

rauf / raûf

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarına karşı merhâmeti çok olan ve yaptıkları iyilikleri zâyî etmeyen.
  • "Ümmetine karşı çok merhâmet eden, acıyan" mânâsına Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin isimlerinden.

rayihadar / râyihadar / رایحه دار

  • Kokulu. Hoş kokulu. (Farsça)
  • Kokulu. (Arapça - Farsça)

raziz

  • Dökülmüş ve parçalanmış.

razraz

  • İri vücutlu kimse.
  • Dökülmüş ve ufanmış taş.

refş

  • Küçük kazma.
  • Çapa.
  • Büyük kulaklık.
  • Kulağı büyük olma.

remad / remâd

  • Kül.
  • Kül.

rende

  • Tahtaların yüzlerini pürüzlerden kurtarıp dümdüz etmek için marangozların kullandıkları âlet. (Farsça)
  • Mutfakta peynir, soğan, havuç gibi şeyleri ufalamak için kullanılan tenekeden veya ona benzer maddelerden yapılan âlet. (Farsça)

renf

  • (Davar) zayıflığından kulaklarını sarkıtmak.

reşahat-i kalem

  • Kalem sızıntısı, kalemden dökülen fikirler, yazılar.

reşid / reşîd

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Mahlûkâta (yarattıklarına) doğru yolu gösterip, dilediğini bu yolda bulunduran.
  • Rüşd sâhibi yâni, dînî vazîfelerini yerine getiren ve malını tasarruf edebilen, âkıl bâliğ olan, aklını ve malını yerinde kullanan.

resm-i küşad

  • Yeni yapılan mekteb, fabrika, kışla, hükümet konağı, demiryolu vs. gibi şeylerin umuma açılışı yerinde kullanılan bir tâbirdir. Yeni tabirde " Açılış töreni" demektir.

revaih-i tayyibe / revâih-i tayyibe

  • Hoş ve güzel kokular.

revayih / revâyih

  • (Revâih) Râyihalar, güzel kokular. (Aslı: Revâih)
  • Rayihalar, kokular.

revayih-i tayyibe / revâyih-i tayyibe

  • Temiz ve güzel kokular.

revir

  • Alm. Okul, kışla gibi yerlerde ufak hastalıkları olanların yatırıldıkları hasta odası, ilk bakım yeri.
  • Bölge, mıntıka.

reyah

  • (Tekili: Râh) şaraplar.
  • Gökçek kokulu küçük bir kuyu.

reyhan

  • Hoş güzel koku.
  • Rızık ve maişet, rahmet.
  • Ekin yaprağı.
  • Fesleğen denilen kokulu bir ot.
  • Güzel bir koku, hoş kokulu bir bitki.

reziz

  • Elbise boyamada kullanılan bir ot cinsi.

rezze

  • İçine kilit sokulan kapı razzesi.

rıbka

  • (Çoğulu: Ribak) Davar bağlamada kullanılan ip.

ribze

  • Deveye katran sürmede kullanılan yün parçası.

ricalullah

  • Allah erleri, mânevî kuvvet sahibi Allah'ın velî kulları.

rih-ı reyhan

  • Hoş ve güzel kokulu rüzgâr.

rihat

  • Kayış yapımında kullanılan deri.

rihireyhan / rîhireyhan

  • Hoş kokulu rüzgâr.

rihte

  • Dökülmüş, akıtılmış. (Farsça)

rikab

  • (Tekili: Rakabe) Boyunduruk altında olanlar. Kullar, köleler.
  • Boyun, ense kökü.

rıkk

  • (Çoğulu: Erkâ) Kul, abd.
  • Kulluk, esirlik, kölelik, ubudiyet.
  • Yufka nesne.

rikk

  • Kulluk, ubudiyet.
  • Ist: Esir olmuş, hürriyetini kaybetmiş olan ehl-i harb.
  • Yufka, yumuşak nesne.

rıkkıyyet

  • Kölelik, kulluk.

rişa'

  • (Çoğulu: Erşiye) Kuyudan su çekmekte kullanılan urgan.
  • Menazil-i Kamer'den "Balık karnı" dedikleri menzilin adı.

rişe

  • Saçak, püskül.

rıza-yı ilahi / rıza-yı ilâhî

  • Allah'ın kulundan memnun olması. Her hangi bir hareketinde mü'minin en yüksek derecesi.

rizan

  • Akan, dökülen. (Farsça)

riziş

  • Akış, dökülüş. (Farsça)

röntgen

  • Röntgen adında bir Alman âliminin 1896' da keşfettiği ışıklar. Bunlar gözle görülmediği halde fotoğraf camına tesir eder, vücuddan, tahta, kâğıt gibi maddelerden bu ışık geçebilir. Bazı hastalıkların teşhis ve tedavisinde de kullanılır.
  • Vücuddaki iç uzuvların filmini çekmek.

rub'-ı daire / rub'-ı dâire

  • Namaz vakitlerinin hesaplanmasında, yükseklik ölçülmesinde ve bâzı trigonometrik hesapların yapılmasında kullanılan el âleti. Bâzı geometrik şekillerden ibâret olup, dörtte bir dâire şeklinde tahta üzerine şekiller işlendiği için buna Rub'-ı dâire ta htası da denilmiştir.

rubu'

  • (Tekili: Rub') Dörtte birler.
  • Metrenin kabulünden evvel ipekli, yünlü, basma ve emsali kumaş, bez ve sairenin ölçülmesinde kullanılan çarşı arşınının kesirlerinden birinin adıdır.

ruh-u acizane / ruh-u âcizâne

  • Âciz ruhum anlamında, tevazu ifadesi olarak kullanılan söz.

ruh-u acizi / ruh-u âcizî

  • "Bu âcizin ruhu" anlamında olup tevazu için kullanılan ifade.

ruhsat

  • (Çoğulu: Ruhas-Ruhsat) İzin, müsaade.
  • Genişlik.
  • Kolaylık.
  • Fık: Kulların özürlerine mebni, kendilerine bir suhulet ve müsaade olmak üzere, ikinci derecede meşru' kılınan şeydir. Sefer halinde Ramazan-ı Şerif orucunun tutulmaması gibi. Vuku' bulan ikraha mebni, birisini
  • İzin, müsaade; kulların özürlerine binaen, kendilerine bir kolaylık ve müsaade olmak üzere ikinci derecede meşru olan şeyler, yolculukta Ramazan orucunun tutulmaması gibi.

ruhul

  • Binmek için kullanılan deve.

rumi / rûmî

  • Eskiden Osmanlılarda kullanılan güneş esasına dayalı takvim.

rüşeym

  • Rahimde yavrunun bütün azalarının teşekkül etmiş şekli. (Harekete başlayan rüşeyme, cenin denir)

rüyetullah

  • Kulların âhirette Allah'ı görmesi.

sa' / sâ'

  • Genelde tahıl ve yiyeceklerde kullanılan yaklaşık olarak 3 kg. ağırlığında ölçü birimi.

sa'di / sa'dî

  • (M. 1193-1291) Şiraz'da doğmuş büyük bir İran şâiridir. Gülistan ve Divan'ında bol bol temsilî hikâyeler kullanmıştır.
  • Saadete, uğura mensub.

saban

  • Çiftçilerin toprağı sürmek için kullandıkları bir araç.

sabareftar

  • (En fazla at için kullanılan bir tâbirdir) Rüzgâr gibi çabuk ve hafif giden. (Farsça)
  • Hoş ve lâtif yürüyüşlü. (Farsça)

sabb

  • Dökmek, akıtmak, boşaltmak. Dökülmek.
  • Aşık, tutkun.

sabur / sabûr

  • Kullarına sabır gücü ihsan eden Allah.

sacid

  • Secde eden, Allah'ın (C.C.) huzurunda başını yere koyarak dua eden. Hâdis meâli: "Bir kulun Rabbine en yakın olduğu an: O'na secde ettiği zamandır."

sadefe

  • (Çoğulu: Suduf-Esdâf) İnci kabuğu.
  • Kulak içi.

sadık / sâdık

  • Velî, Allahü teâlânın sevgili kulları.
  • Doğru, yalan ve uydurma olmayan. Doğru sözlü, sözünde duran.

safiyyullah

  • Hz. Âdem'in bir lâkabı; Allah'ın seçtiği, temiz kıldığı kul.

safk

  • Sesi işitilen vuruş.
  • Sarfetmek.
  • Reddetmek.
  • Kanatlarını hareket ettirmek. Deprenmek.
  • Kullanmak.

safsaf

  • (Çoğulu: Safsâfe) Her nesnenin kemi, kötüsü, hor ve hakiri.
  • Döğülmüş yumuşak toprak.
  • Mâkul olmayan kelimeler.
  • Mânâsız şiir.
  • Yaramaz ve kötü işler.

sagat

  • Aslı "sagavet" olup, bir cihete meyil demek olan "sagav" masdarından fiil-i mâzi müfred müennesdir. Muzarisi : "tasgi" gelir. " Velitasgi ileyh"; söz dinlemek veya dikkat edip kulak vermek, imâle-i guş etmek demek olan ısga da, bundan müştaktır.

sagıye

  • Koyun.
  • Umumu nefy için ehad mânâsına da kullanılır.

şah-ı evliya / şâh-ı evliya

  • Allah'ın sevgili kulu olan velîlerin reisi, lideri.

sahh

  • şiddetinden kulaklar tutulan çığlık.
  • Sağlam bir şeyle vurmak.
  • Cemetmek, toplamak.

sahha

  • Kulakları sağır eden şiddetli bağırış ve çığlık.

sahib-i tasarruf

  • Her şeyi dilediği gibi kullanma ve yönetme kabiliyetine sahip olma.

şahid

  • Şahitlik yapan. Bilen, tanıyan. Senet yerine geçecek kadar mâkul ve mu'teber sayılan. Gören.
  • Resul-ü Ekrem Efendimizin (A.S.M.) bir vasfı.
  • Melâike-i kiram.
  • Hazır.

şahıs zamiri

  • İsim yerine kullanılan ve insanlara işaret eden kelimeler. Farsçada: (Men: ben), (Tu: sen), (U: o), (Mâ: biz), (Şümâ: siz), (İşân: onlar). Bunlar gayr-ı muttasıl (bitişik olmayan) zamirlerdir.Arapçada; gayr-ı muttasıl zamirler: (Ene: ben), (Ente-sen), (Entümâ: ikiniz), (Hu: O), (Entüm: siz), (Entünn

sahmem

  • Hâlis (hayırda ve şerde kullanılır.)
  • Yaramaz huylu deve.

sahv

  • Ateş ve ocaktan kül çıkarmak.

sakib

  • (Sâkibe) Dökülen.

şakife

  • (Çoğulu: Şukuf) Su dökülmemiş saksı parçası.

sakil / sâkil

  • (Bak: SÜKUL)

şakil

  • Yanakla kulak arası.
  • Âdet. Hilkat.

sakka'

  • Kulağı çok küçük olan koyun.

şakul / şâkûl / شاكول

  • (Çekül) Geo: Bir yerin umumi hattını tâyin için kullanılan âlete denir. Bir ağır cismi ip ile yüksekten sarkıtmakla bir duvarın ne derece yatık, eğri veya doğru olduğu anlaşılması gibi.
  • Çekül. (Arapça)

şakuli / şakulî

  • Şâkule bağlı, onunla alâkalı, onunla nisbeti olan şey. Geo: Düşey.

sakur

  • Sivri burunlu büyük balta. Külünk.

sala'

  • Kellik. Baş tepesinin saçı dökülüp açık olması.

salaa

  • Tepenin saçı dökülüp açık kalan yeri.

salaet

  • (Çoğulu: Salâât) Ezme işindeki kullanılan yassı düz taş.

salaye

  • (Çoğulu: Salâyât) Bir şey ezmede kullanılan yassı düz taş.

saliha

  • Dinin emir ve yasaklarına uygun hareket eden, Allah'ın sevgili kulu mü'mine kadın.

salihin / salihîn

  • Dinin emir ve yasaklarına uygun hareket edenler, Allah'ın sevgili kulları.

sam'a

  • Küçük kulaklı kadın. (Müz: Asmâ)
  • Kuvvetlenip olgunlaşan ot.

samlah

  • Kulak deliği.
  • Kulak kiri.

sandal

  • (Çoğulu: Sanâdil) Büyük başlı deve.
  • Güzel kokulu bir ağaç.

sarf edilen

  • Kullanılan.

sarf etme

  • Harcama, kullanma.

sarf etmek

  • Harcamak, kullanmak.

sarfiyat

  • Harcamalar, kullanımlar, giderler.

şari' / şâri' / şârî'

  • Kanun koyucu; kullarına yapmaları ve yapmamaları gerekli davranışlarla ilgili kanun ve kurallar koyan Allah.
  • Kullarının dünyâ ve âhiret seâdetine (mutluluğuna) kavuşmaları için Peygamberleri aleyhimüsselâm vâsıtasıyla emir ve yasaklarını bildiren Allahü teâlâ. Şâri-i mübîn de denir. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etmesi (ulaştırması) gerektiğinde, kapalı hususları açıklaması bakımında

şark

  • Doğu. Güneşin doğduğu taraf.
  • Güneş ve güneşin aydınlığı.
  • Yarmak.
  • Parıldamak.
  • Avrupa kültürünün dışında kalan müslüman ülkeleri.

şart edatı

  • Arapça'da, Türkçe'deki "eğer, şayet, …se, …sa" kelimelerinin karşılığı olarak kullanılan, kendi başına bir mânâsı olmadığı halde isim ve fiillerle birlikte mânâ kazanan edatlar, in, lev, emma gibi.

şartiye

  • Arapça gramerinde şart edatı olarak kullanılır.

şass

  • (Çoğulu: Şüsus) Balık avlamada kullanılan olta ve ağ.

savb

  • Taraf, cihet, yön.
  • Dökülmek, nüzul etmek.
  • Savab. Doğruluk, dürüstlük.

seaf

  • Devenin ağzında olan bir hastalıktır ve burnunun ve gözlerinin kılları dökülür. O devenin erkeğine esaf, dişisine nâfâ denir.
  • Tırnağın çevresinin kopup ayrılması.

sebaik

  • (Tekili: Sebika) Eritilip kalıplara dökülmüş mâdenler. Külçeler.

şebeke / شبكه

  • Balık ağı.
  • Kötü niyetle çalışan gizli topluluk.
  • Kafes şeklinde olan yer.
  • Hüviyet sureti.
  • Ağ gibi yapılmış ve gerilmiş hat ve yolların tamamı.
  • Ağ şeklinde olan nesiçler, dokular.
  • Ağ. (Arapça)
  • Balık ağı. (Arapça)
  • Dokular. (Arapça)

sebike

  • Eritilerek kalıba dökülmüş şey, külçe. Kalıba dökülmüş altın veya gümüş.
  • Hafif, küçük.

şebike

  • Kötü niyetle çalışan gizli topluluk. (Farsça)
  • Balık ağı. (Farsça)
  • Batı taraflarında Arapların kullandıkları hasırdan örülmüş bir cins başlık. (Farsça)

sebike / sebîke / سبيكه

  • Külçe. (Arapça)

sebike-i hak

  • Hak külçesi.
  • Mc: İşlenmemiş külçe halindeki altın kıymetinin zâhiren görünmemesi gibi; hakkın bâtıl ile mücadelesinin olmadığı zamanda, hakkın kıymet ve lüzumu derecesinin bir cihette bilinememesi.
  • Hak külçesi, hakkın özü.

sebike-i zehebiye

  • Altun külçesi.

sebr ve taksim

  • Mantıkta bir isbatlama tarzı ve usulüdür. Bu iki kelime beraber kullanıldığı gibi, "delil-i taksim, delil-i münkasım" gibi tâbirlerle de söylenir. Bu isbatlamada bir şeyin aslında bulunan vasıflar, illet olmaktan birer birer ibtal edildikten sonra, tam illet olmaya elverişli olan tesbit edilir. (Lât
  • Mantıkta kullanılan bir ispatlama yöntemi; bir şeyi kısımlara bölmek, sonra bütün bu kısımları sırayla çürüterek son kalan kısmın doğruluğunu ispat etmek.

şecaat

  • Yiğitlik, cesurluk. Korkulu anda kalb kuvveti ile cesaretini muhafaza etme. Kuvve-i gadabiyenin vasat mertebesidir.

secc

  • Gayet ince olan nesne.
  • Duvar sıvamak.
  • Hoş kokulu nesne ezmek.
  • (Sücuc) Akıcı bir şeyin kesretle dökülüp akması, akıtılması. Su akmak.

seccade

  • Genellikle üzerinde secdeye varmakta yâni namaz kılmakta kullanılan küçük halı, kilim cinsinden sergi.

secec

  • Dökülmüş su.

şecere-i maklu'

  • Sökülmüş ağaç.

şecere-i tuba-i ubudiyet / şecere-i tûbâ-i ubudiyet / şecere-i tûbâ-i ubûdiyet

  • Kulluğun nurlu tûbâ ağacı; tûbâ ağacı gibi şekillenmiş ve dal budak salmış kulluk.
  • Kulluğun nurlu tûbâ ağacı.

secile

  • Büyük kova.
  • Dökülmüş su.

sefuh

  • Dökülmüş su.

şehametlu / şehametlû

  • Tar: İran Şahları hakkında ünvan olarak kullanılan bir tâbir idi.

şehbender

  • Ticaret nezaretinin teşekkülünden evvel ticaret işlerine bakmak ve tüccarlar arasındaki ihtilâfları halletmekle vazifelendirilen memurun ünvanı idi.

şehidetün / şehîdetün

  • Şahittir (kadınlar için kullanılır).

şehidün / şehîdün

  • "Şahittir" (erkekler için kullanılır).

sehil

  • Bükülmemiş iplik.
  • Bir kat bükülmüş iplik.
  • İpliği bir kat olan bez.
  • Eşeğin göğsünden gelen hırıltı.

sehm-gin

  • Korkunç, korkulu. (Farsça)

sehm-nak / sehm-nâk

  • Korkunç, korkulu. (Farsça)

seka'

  • Kulağı olmayan dişi hayvan.

sekb

  • Su dökmek. Su dökülme.

sekebe

  • Güzel kokulu bir ağaç.

seki

  • Direğin altında konulan taş ayak, kürsü taşı, kapıların yanlarında ve bahçelerde havuzların etrafında yapılan sed ve peyke, odaların zeminden yüksekçe olarak bir kısmına yapılan döşeme yerlerinde kullanılır bir tabirdir.
  • Atın ayağındaki beyaz nişana da bu ad verilir.

şekimet

  • (Çoğulu: Şekâim) Mukavemet, dayanma. Sebat.
  • Dizgin, gem.
  • Kazan ve çömlek kulpu.

şekketmek

  • Kuşkulanmak, şüphelenmek.

selak

  • (Çoğulu: Selekân) Yüksek, düz yer. Deve yanırının onulmuş ve yeri ağarmış olan izi.
  • Çuval kulpunun birisini birisine koymak.

selh-hane

  • Hayvan kesilip yüzülen yer. Mezbâha. (Bu kelime galat olarak, "salhâne" şeklinde kullanılır.) (Farsça)

seliha

  • Kabuk.
  • Soyulmuş veya bozulmuş şey.
  • Tarçın yerine kullanılan bir ağacın adı.

selm

  • Barış, sulh. İtaat. Tek kulplu kova.

sem u basar

  • Göz ve kulak; görme ve işitme.

sem' / سمع

  • İşitmek. Kulak ile dinlemek.
  • Kurdun sırtlandan olan eniği.
  • İşitme. (Arapça)
  • Kulak. (Arapça)

sem'-i hamiyet

  • Hamiyet kulağı, insaf ve hakperestlikle dinleyiş.

sema'

  • İşitmek, kulakla dinlemek.
  • Mevlevilerin zikir esnasındaki dönüşleri.

semaat

  • Dinlemek, kulak vermek.

şemaim

  • (Tekili: Şemime) Güzel kokular.

semen-bu

  • Yâsemin gibi kokan, yâsemin kokulu. (Farsça)

semi' / semî'

  • İşitilecek şeyleri ne kadar gizli olsa da işiten, hamd ve senâda bulunanların, hamdini işitip mükâfat veren, kullarının duâlarını işiten ve icâbet eden, münâfık ve yalancıların kalbden söyledikleri sözleri işiten mânâsında Allahü teâlânın Esma-i hüsn âsından (güzel isimlerinden).

şemim / şemîm / شميم

  • Güzel koku. (Arapça)
  • Güzel kokulu. (Arapça)

şemime

  • (Çoğulu: Şemâim) Güzel kokulu şey, râyiha.

şems-i ezel ve ebed sultanı

  • Ezel ve ebedin sultanı olan Güneş; bu tabir ezelden ebede kadar bütün varlık âlemini aydınlatan Allah için bir benzetme olarak kullanılır.

şems-i ezeliye

  • Ezelî Güneş; bu tabir ezelden beri bütün varlıkları aydınlatıp hayat veren Allah için bir benzetme olarak kullanılır.

şems-i sermedi / şems-i sermedî

  • Devamlı Güneş, bu tabir devamlı olarak herşeyi nurlandıran ve aydınlatan Allah için bir benzetme olarak kullanılır.

şemşir-baz

  • İyi kılıç kullanan, kılıç oynatan. (Farsça)
  • Kılıçla ustalık gösteren. (Farsça)

sena'buk

  • Kötü kokulu bir ot.

senin

  • Taşı kazıyıp yonttuklarında dökülen parçaları.

senkendaz

  • Eski kalelerde kale dibine sokulan düşmana yukarıdan ağır taşlar vesaire atmak için altı açık cumba gibi çıkmalara verilen addır. Kale kapılarını müdafaa için üst taraflarına da böyle senkendazlar yapılırdı.

sera'

  • Yay yapımında kullanılan bir ağaç cinsi.

serahor

  • Osmanlı İmparatorluğunun ilk devirlerinde ordunun bir yerden başka bir yere hareketinde yolların yapılması ile beraber ağırlıkların nakil vesairesi veyahut memleket içinde zelzele, deprem gibi bir âfetin vukuuyla harap olan yerlerin hemen tamir edilmesi işlerinde kullanılanlara verilen addır.

seraser

  • Baştan başa, bütün, hep mecmuan, külliyen. (Farsça)

serdümen

  • Gemilerde baş dümenci, dümen kullanmakla vazifeli tayfa. Eskiden harp gemilerinde çavuştan yüksek bir rütbe.

şerik / شریك

  • Ortak. (Arapça)
  • Okul arkadaşı. (Arapça)

şerka'

  • Kulağı uzunlamasına yarık olan koyun.

serpuş

  • Başa giyilen başı örten külâh, takke, sarık. (Farsça)

serşar

  • Ağzına kadar dolu. Dökülecek derecede dolu. (Farsça)
  • İleri giden, sınırı aşan. (Farsça)

şeten

  • (Çoğulu: Eştân) Sağlam bükülmüş uzun urgan.
  • Uzak olmak.
  • Sağlam yapmak.

settar / settâr

  • Kullarının bütün kusurlarını örten, ayıplarını en çok gizleyen Allah.
  • "Kulların günâhını örten" mânâsında Allahü teâlânın sıfatlarından.

settare

  • Dışarıdan gelecek soğuk veya olumsuz şeylerden koruyacak şekilde yapılan küçük kulübe.

sevafil

  • (Tekili: Sâfil) Alçaklar. (İnsan ve yer hakkında kullanılır)

şevha

  • Yay yapımında kullanılan ağaç.

seviye-i irfan

  • Kültür seviyesi.

şevk-i mutlak

  • Her durumda şevk içinde, coşkulu ve istekli olmak.

şevketlu / şevketlû

  • Tar: Padişahlar hakkında kullanılmış bir tâbir olup, azamet ve heybet sahibi mânalarına gelir.

şeyhan

  • (şeyheyn) Esasen iki şeyh demek olup; bazı eserlerde, Buharî ve Müslim yerinde kullanılır. Her ikisinin Hadis Kitablarına birden Sahihan denir.
  • Hazret-i Ebubekir ile Hazret-i Ömer'in (R.A.) beraberce bâzı mühim kitaplarda geçen isimleri.
  • Bazı fıkıh kitablarında, İmam-ı A'zam

şeyhayn

  • Dört büyük halîfeden ilk ikisi. Hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer için kullanılan lakab.
  • Fıkıh ilminde, İmâm-ı a'zam ile İmâm-ı Ebû Yûsuf'a verilen lakab.
  • Hadîs ilminde İmâm-ı Buhârî ile İmâm-ı Müslim'e verilen lakab.

seyyar medrese

  • Gezici, seyyar okul.

şeza

  • Kokulu şeylerin şiddetle kokması.

şezerat

  • (Tekili: Şezre) İşlenmeden mâdenin içinden toplanılan altın parçaları.
  • Süs olarak kullanılan altın ve inci tâneleri.

şezre

  • Bir kimseye yüz yüze bakmayıp şiddet ve öfke ile yandan bakış. Hasmâne bakış. Dargın bakışı gibi bakma. Göz değdirme.
  • İpi soluna bükme.
  • Tersine bükülmüş ip, urgan.
  • El değirmenini sola doğru çevirme.
  • Şiddet, suubet, zorluk.

şezz

  • Çuval kulpuna ağaç sokmak. (O ağaca "şizâz" derler.)

şicar

  • Kapı ardına koyup sürgü olarak kullanılan ağaç.
  • Kiremit tahtası altına konulup çakılan ağaç.
  • Kapı ağacı.
  • Deve alâmetlerinden bir alâmet.

siclat

  • Bir güzel kokulu çiçek.

şıdk

  • (Çoğulu: Eşdâk) Ağızın kulaktan tarafı.
  • Ağzın kenarı.

sıfat

  • Bir kimse veya şeyin hal ve vasfı, keyfiyeti.
  • Suret, çehre, yüz. Nişan, alâmet.
  • Bir şeyin keyfiyetini izah için kullanılan kelime.

sıfat-ı abdiyet

  • Kulluk özelliği.

sifleperver

  • Alçak ve âdi kimseleri koruyan ve kullanan. (Farsça)

şifre

  • Gizli ve işaretle yazı usulü. (Fransızca)
  • Haberleşmede kullanılan belirli bazı işaretler. (Fransızca)
  • Herkesin anlayamadığı, bazı kimselere mahsus anlaşma usulü. (Fransızca)

sıga-i mübalağa / sıga-i mübalâğa

  • Arapça dilbilgisinde bir şeyin çokluğunu ve fazlalığını ifade için kullanılan kalıp, kip.

sıhhat-i ubudiyet / sıhhat-i ubûdiyet

  • Kulluğu sağlıklı bir şekilde yapma.

sihr

  • Tabiat kuvvetleri, fizik, kimyâ ve biyoloji kânunları dışında gizli sebebler kullanarak, garip şeyleri yapmayı sağlayan iş, büyü.

şikaf / şikâf

  • (Şikâften: "Yarmak" mastarından) Yarık, yırtık, çatlak. (Farsça)
  • Kelime sonuna gelerek "yırtıcı, yırtan" mânâsına kullanılır. Meselâ: Ciğer-şikâf : Ciğer parçalayan. (Farsça)

sikke

  • Damga. Nereye ve kime ait olduğunun bilinmesi için konulan işaret, mühür. Umumi damga.
  • Dirhem.
  • Para üstüne vurulan damga.
  • Düz, doğru yol.
  • Mevlevilerin keçe külâhlarının ismi.
  • Basılmış madeni para.

şikke

  • (Çoğulu: Şikek) Balta cinsinden olan silâhların sapı.
  • Girecek deliğe sıkışıp tutmak için sokulan çivi.

sikke / سكه

  • Madenî para. (Arapça)
  • Mevlevî külahı. (Arapça)

silahşör

  • Silahları karıştırıcı, silahlarla oynayıp uğraşıcı.
  • Eski zamanda bir sınıf silahlı asker, hususiyle muhtelif silahları kullanmakta fevkalâde meleke ve maharet ile mümtaz olup, maiyyette istihdam olunanlara verilen addı. Yeniçeri Ocağı zâbitlerinin bir takımı hakkında da kullanılır bi

şilak

  • Cima etmek.
  • Vurmak.
  • Kulağı uzunlamasına yarmak.

silb

  • (Çoğulu: Silebe) Dişleri kütelmiş ve kuyruğu dökülmüş yaşlı deve.

sima'

  • Dinlemek, kulak vermek. İşitmek.
  • Çalgı dinlemek.
  • Herkesin işitmesi istenilen güzel zikir ve sözler.
  • Mevlevilerin ve sair dervişlerin "ney" veya "def" ile berâber ilâhi okuyarak raksları ve nağme terennüm etmeleri, dönmeleri.

sımah

  • Kulak deliği, kulak.
  • Kulak.
  • Kulak.

simah / simâh

  • Kulak deliği.

sımah-ı can / sımah-ı cân

  • Can kulağı.

sımlah

  • Kulak kiri.

sınare

  • Demir iğ.
  • İğ başı.
  • Yay kabzası.
  • Kulak.

şinvay

  • Kulağın işitmesi.

sıracü'l-gafilin

  • Gaflete düşenlerin meşalesi anlamına gelen ve Gençlik Rehberi için kullanılan bir isim.

sırr-ı azim-i ubudiyet / sırr-ı azîm-i ubûdiyet

  • Kulluğun büyük sırrı.

sırr-ı ubudiyet / sırr-ı ubûdiyet

  • Kulluk sırrı.
  • Kulluk sırrı.

şişhane

  • (Aslı: Şeşhane) Eskiden kullanılan namlusu altı yivli tüfek.
  • İstanbul'da bir semt adı.

sitt

  • Hanım. (Aslı seyyidet iken muharref ve âmi arapçada sitt ve sitte olarak kullanılır.)

sofra-i rabbani / sofra-i rabbâni

  • Herşeyin Rabbi olan Allah'ın kulları için hazırladığı sofra.

sofra-ı rahman / sofra-ı rahmân

  • Allah'ın sınırsız rahmetiyle kulları önüne serdiği sofra.

şöhret

  • Ad yapma. Ün. Şân.
  • Hadis ilminde: Meşhur hadis mânasında kullanılır.

sömestr

  • Okullarda bir ders yılının ayrıldığı iki dönemin herbiri. (Fransızca)

sosyalizm

  • İktisadî teşebbüsleri ve teşekkülleri devlete vermek isteyen görüş. İştirakiyecilik. Güya, herkese müsavi mal verme esasını idare sisteminde yerleştirmeyi ve mal birliğini iddia eden ve insan fıtratına zıt olarak hürriyetleri daraltıcı ve din aleyhdarı bir sistem. Serserilere, zenginlerin mallarını (Fransızca)

su'-i isti'malat / sû'-i isti'mâlât / سُوءِ اِسْتِعْمَالَاتْ

  • Kötüye kullanmalar.

su-i ihtiyar / sû-i ihtiyar

  • İradenin kötüye kullanımı.
  • İradeyi kötüye kullanma.

su-i istimal / su-i istimâl / sû-i istimâl / سوء استعمال

  • Kötüye kullanma.
  • Kötüye kullanma. Eldeki nimeti veya fırsatı boşuna yahut kendi menfaatine kullanma.
  • Kötüye kullanma.
  • Kötüye kullanma.

su-i istimalat / su-i istimâlat / sû-i istimâlât

  • Kötüye kullanmalar.
  • Kötüye kullanmalar.

su-i kesb / sû-i kesb

  • Fiilin kötüye kullanılması, kötüyü kazanma, elde etme.

şübhedar / شبهه دار

  • Şüpheli, kuşkulu. (Arapça - Farsça)

südg

  • (Çoğulu: Esdâg) Göz ile kulak arası ve onun üzerine sarkan zülüf.

süfte-guş

  • Kulağı delinmiş olan. Kulağı delik. (Farsça)

sufuf-u ibad / sufûf-u ibâd

  • Kulların meydana getirdiği saflar.

sühuh

  • Dökülmek.
  • Semiz ve besili olmak.

sühulet / sühûlet

  • Kolaylık. Kolaylık vasıtası.
  • Yavaşlık. Nâzik muamele.
  • Elverişli. Kullanışlı.
  • Paraca kolaylık.
  • Kolaylık, kolaylık aracı, yavaşlık, nazik muamele, elverişli, kullanışlı, paraca kolaylık.

sühulet-bahş

  • Kolaylık veren. Kolay kullanılan. Pratik. (Farsça)

suiihtiyar / sûiihtiyar

  • İradenin kötü yönde kullanımı.

suiistimal / suiistimâl / sûiistimal / sûiistimâl

  • Kötüye kullanma.
  • Kötüye kullanma.
  • Kötüye kullanma.

suiistimalat / suiistimalât / sûiistimâlât

  • Kötü kullanımlar, vücut enerjisini israf etmeler.
  • Kötüye kullanımlar.

suistimal / suistimâl

  • Bir şeyi kötüye kullanma.

şükr

  • Verilen nîmetleri yerli yerinde kullanma. Allahü teâlâya, verdiği nîmetlerle isyân etmeme. Nîmetleri kullanırken sâhibini unutmama. Görülen iyiliğe karşı teşekkür. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyma.

sükte

  • Çocukları avutup susturmada kullanılan şey.

sükub

  • (Sekub) Kendi kendine dökülen su. Suyun dökülmesi.

suleha / sulehâ / صلحا

  • Salih kişiler, iyi amelli kullar. (Arapça)

sulfato-misal / sulfato-misâl

  • Sulfato gibi; kınadan elde edilen ve sıtmanın tedavisinde kullanılan beyaz alkaloit (kinin) gibi.

süllem

  • Merdiven, basamak.
  • Derece.
  • Tıb: Kulağın içindeki içiçe daireler şeklinde olan boşluğun adı.

sumluh

  • Kulak kiri.

sümme

  • Sonra, ba'dehu gibi mânalara gelen bir zarftır. Bazan istiâre olarak "vav" mânâsına da kullanılır.
  • Harf-i atıftır. Sonraki mânayı evvelkiyle bağlar veya tertib, mühlet iktizasını ifade eder.

sümne

  • Kadınların şişmanlamak için kullandıkları bir ilâç.

sünusi / sünusî

  • (Seyyid Muhammed bin Ali) (Hi: 1206 - 1276) Şâzelî (Şazilî) Tarikatının sonradan teşekkül eden kollarından birisinin kurucusudur. Cezayir'in büyük velilerindendir. Memleketinin bir çok yerlerini ve Mekke-i Mükerreme'yi ziyaret etmiş; Mısır'da, Bingazi'de tederrüsle iştigal etmiştir. Bingazi'de zaviy

suret-i istimal

  • Kullanma şekli.

sürm

  • Ön dişlerin dökülmesi.

şürruf

  • Ters ve balçık taşımada kullanılan ve tezkere denilen âlet.

suva'

  • Sa' denilen ve ahkâm-ı İslâmiyede muteber olan ölçek.
  • Su içmek için kullanılan taş. Maşraba.

şüzur

  • (Tekili: Şezre) Süs eşyası olarak kullanılan altun veya inci gibi şeyler.
  • İşlenmemiş madenin içinden toplanan altın parçaları.

ta'biye

  • Askerleri bir arazide düşmana karşı tam tedbir ve nizam üzere yerleştirme.
  • Muharebe toplarının yeri, istihkâm parçası.
  • Muvaffakiyet için kullanılan vâsıtalar. ("Tabya" yanlıştır)

ta'tir

  • (Itr. dan) Güzel koku ile kokulandırma.

taabbüd / تعبد

  • İbadet etmek. Kulluk etmek.
  • İbadet, kulluk etmek.
  • Kulluk, ibadet, tapınma. (Arapça)
  • Taabbüd etmek: Kulluk etmek, tapınmak. (Arapça)

taaffün

  • (Ufunet. den) Çürüyüp kokuşma. Leş kokusu. Fena ve pis kokular.

taaffünat

  • (Tekili: Taaffün) Fena ve pis kokular.

taakkul / تعقل

  • Akıl erdirme. (Arapça)
  • Akıl etme. (Arapça)
  • Taakkul etmek: (Arapça)
  • Akıl erdirmek. (Arapça)
  • Akıl etmek. (Arapça)

taattur

  • (Itr. dan) Güzel kokular sürünme.

tabir-i ali / tâbir-i âli

  • Bir hürmet ve tazim ifadesi olarak "yüksek şahsiyetinizin ifadesi" anlamında kullanılan bir deyim.

tabl

  • Davul.
  • Kulak zarı.

tabldot

  • Lokanta, okul ve otellerde belli bir miktar para karşılığında verilen belirli çeşitlerden ibaret bir öğün yemek. (Fransızca)

tabu

  • Uğursuz, hakkında konuşmaktan korkulan.

tabut

  • (Çoğulu: Tevâbit) Sandık.
  • Ölü nakline mahsus sandık.
  • Dönüp dolaşıp gelinecek merci-i küll.
  • Hz. Musa Aleyhisselâm'a inen evâmir-i aşerenin konulduğu sandık.
  • Su kovası.

tadahduh

  • Şarap dökülmek.

taglib / taglîb

  • Edb: Bir alâkadan dolayı bir kelimeyi, başka bir mânayı da içine alacak şekilde kullanma. Baba ile anaya "Ebeveyn" denilmesi gibi.
  • Bir ilgiden dolayı kelimeyi başka bir anlamı da içine alacak şekilde kullanma.

tağlib

  • Bir alâka ve ilgiden dolayı bir kelimeyi, başka bir mânâyı da içine alacak şekilde kullanma, ana-babaya ebeveyn denilmesi gibi.

taglif

  • (Gılaf. dan) Kınına koyma, kılıfına sokma.
  • İyi kokulu nesneler yapmak.

tahabbüb-ü ilahi / tahabbüb-ü ilâhî / تَحَبُّبُ اِلٰه۪ي

  • Allahın kendini (kullarına) sevdirmesi.

tahallüs / تخلص

  • Halâs olmak. Kurtulmak.
  • Edb: şiirde mahlâs kullanmak.
  • Kurtulma. (Arapça)
  • Şiirde mahlas kullanma. (Arapça)

tahannüs

  • Kırılmak.
  • Eğilmek.
  • Kırılıp bükülür olmak.

tahannüt

  • Ölü üzerine güzel kokular serperek kefenlemek.

taharruk

  • Yırtılma. Koparılma. Sökülme. Yarılma.

tahlil

  • Müşkül meseleyi halletmek.
  • Bir şeyi kolaylıkla tutmak.
  • Eritmek.
  • Bir şeyi helâl kılmak.
  • Yemine kefaret etmek.
  • Man: Terkibin zıddıdır. Bir kıyas neticesinin mantık şekillerinin hangisinden olduğunu bilmek için delilin tahlili, araştırılması.
  • Fiz:

tahliz

  • Bir kimsenin kulağına küpe ve koluna bilezik takmak.

tahsis

  • (Husus. dan) Belli bir gaye için kullanmak.
  • Bir şey veya bir kimse için ayırmak.
  • Kredi. Tazminat.
  • Hâs kılma, özelleştirme; genel bir mânâ ve hüküm ifade eden bir sözü, belirli bir hükme mahsus kılma, belirli bir mânâda kullanma.

tahsis-i taabbüd

  • İbadeti ve kulluğu sadece Allah için yapma.

takrit

  • Kulağına küpe takmak.
  • Davarın başına yular takmak.

taktik

  • Asker kuvvetlerini harb meydanlarında düşmanı şaşırtarak kullanma. Bu işi tedkik eden ilim. (Fransızca)
  • Mc: Bir işte muvaffakiyet için lüzum eden yolları kullanma. (Fransızca)

talak-ı bain / talâk-ı bâin

  • Boşanmada kullanılan sözleri söyler söylemez evliliği sona erdiren boşama. Zevceye yaklaşmadan önce veya yaklaştıktan sonra beynûneti yâni ayrılığı ifâde eden kinâyî yâni açık olmayan bir söz ile yapılan veya sarîh yâni açık bir söz ile yapılıp da aç ıkça veyâ işâretle üç adedine bağlı bulunan veya

tangüb

  • Ok yapımında kullanılan sağlam bir ağaç cinsi.

tantif

  • Kulağına küpe geçirmek.

tarifname / târifname

  • Bir şeyin yapılışını, kullanılışını anlatan yazı.

tarik-i ubudiyet / tarik-i ubûdiyet

  • Kulluk yolu.

tasabbüb

  • Dökülmek.
  • Bahadır olmak, kahraman olmak.
  • Sıcaklığın artması.

tasarruf / تصرف

  • Faaliyet, icraat, dilediği gibi kullanma.
  • İdâreli kullanma, sarfetme. Tutumlu olma; harcamada isrâftan ve cimrilikten sakınıp orta yolu seçme.
  • İdâre etme, hükmetme.
  • Bir velînin Allahü teâlânın izniyle sevdiklerini mânen yetiştirmesi, düşmanlarını ise cezâlandırması.
  • İdare ile kullanmak. Sarfetmek. Tutum. Sâhib olmak. İdare etmek. Sâhiblik. Kullanma hakkı.
  • (Para veya mal) artırma.
  • Bir şeye karışıp müdahale etme.
  • Kullanma, artırma.
  • İdare ile kullanmak.
  • Kullanma.

tasarruf eden

  • Herşeyi dilediği gibi idare edip kullanan.

tasarruf etmek

  • Dilediği gibi kullanmak.

tasarruf-u hakiki / tasarruf-u hakikî

  • Gerçek anlamda dilediği gibi kullanma ve yönetme.

tasarruf-u rabbani / tasarruf-u rabbanî

  • Her bir varlığı terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın bütün kâinattaki varlıkları dilediği gibi kullanması ve idare etmesi.

tasarrufat-ı azime / tasarrufât-ı azîme

  • Büyük tasarruflar, kullanımlar.

tasarrufat-ı rububiyet / tasarrufât-ı rububiyet

  • Allah'ın her şeyi dilediği gibi kullanması ve yönetmesi.

taslim

  • Kulağı dibinden kesmek.

tasrif

  • Bir şeyi bir yöne çevirmek, yönlendirmek, istediği şekilde kullanma ve idare etme.

tasrif-i hava

  • Havanın idaresi ve kullanılması.

tasrifat / tasrifât

  • İstediği şekilde kullanma ve idare etme.

tatar

  • (Tetar) (Arapçada: Teter) Bu isim, asıl itibariyle Moğol milletlerinden bir kavmin adıdır. Bu kavmin efrâdı, Cengiz Han askerlerinin pişdarları hükmünde olduğundan eski zamanlarda Moğollar mânasında kullanılmıştır.Arap ve Fars tarihlerinde de yukardaki mânada kullanılmıştır. Sonra bu isim bü

tavil-ül ba' / tavil-ül bâ'

  • Uzun kulaçlı. Gücü yeter.
  • Eli açık, vergili, verimli.

tavr-ı ubudiyetkarane / tavr-ı ubûdiyetkârâne

  • Kulluğa yakışır tavır, hareket.

tayyib

  • İyi, hoş. İyi davranış. Temiz.
  • Hz. Peygamber'e (A.S.M.) Cenab-ı Allah (C.C.) en güzel kokular vermiştir. Bu yüzden kendisine Tayyib denilmiştir.
  • Fık: Helâlin her türlü şüphelerden uzak, saf ve temiz kısmına denir.

tazarruf

  • Zarafet.
  • Zariflik taslama. İncelik göstermek. Külfetle zarif olmak.

tazmin / tazmîn / تضمين

  • Zarar ödeme, tazminat verme, zarar karşılama. (Arapça)
  • Bir başka şaire ait beyti sahibinin adını da bildirerek kendi şiirinde kullanma. (Arapça)
  • Tazmîn edilmek: Tazminat verilmek, zarar karşılanmak. (Arapça)
  • Tazmîn etmek:
  • (Arapça)

teakkul

  • Aklı kullanarak, lüzumlu şeyleri öğrenirken, her şeyin haddini, sınırını aşmamak, yâni lüzumlu olanı terk etmemek, lüzûmsuz olanla meşgûl olmamak, bunlarla vakit öldürmemek.

teattuf

  • Esirgemek. Merhamet etmek. Şefkat göstermek.
  • Ulaşmak. İttisal etmek.
  • Eğilip bükülmek.

teberzin

  • Eskiden harp âleti olarak kullanılan ve eyere asılan küçük savaş baltası. (Farsça)

tebezzül

  • Terk-i hıfz etmek; yâni ne olursa sakınmayıp her yerde kullanmak.

tebliğ-i ubudiyet

  • Kulluğu bildirme.

tebtik

  • Kulak kesmek.

tecelli

  • Görünme. Bilinme.
  • Kader.
  • Allah'ın (C.C.) lütfuna uğrama.
  • İlâhi kudretin meydana çıkması, görünmesi. Hak nurunun te'siriyle kulun kalbinde hakikatın bilinmesi.

tecelli-i ef'al / tecellî-i ef'âl

  • Sâlikin, yâni tasavvuf yolcusunun, kulların fiillerini Allahü teâlânın fiilinin zılleri (görüntüleri) olarak görmesi ve bu fiillerin varlığının O'nun fiili ile olduğunu bilmesi. Âlem-i Emrin ilk adımında olan tecellîler.

tecelli-i hassa / tecellî-i hâssa

  • Hususî tecellî, Cenâb-ı Hakkın seçkin kullarına veya dilediği mahlukuna karşı hususî yardımının görünmesi.

tecnis / tecnîs / تجنيس

  • Cinas yapma, iki anlamlı söz kullanma. (Arapça)

tedavül

  • Elden ele dolaşma.
  • Kullanma.
  • Sürüm.
  • Geçerlilik.

tedeffuk

  • Suyun fışkırması. Atılmak.
  • Dökülmek.

tedennük

  • Dikkatle bakmak.
  • Ayırtmak.
  • Su dökülmek.

tedhin

  • (Dühn. den) Güzel kokulu yağ sürme. Yağlamak.

teellüh

  • Kulluk ve ibadet etmek.
  • Tazarru' etmek, yalvarmak.

teessüs

  • Temelleşmek. Yerleşmek. Kurulmak. Teşekkül.

teevvüd

  • Eğrilme, bükülme. İki kat olma.

tefarik-ul asa / tefarik-ul asâ

  • Bir atasözüdür. Bu darb-ı mesel hakkında meşhur Kamus Tercümesi'nde hülâsaten şu mâlumat var: "Arab'dan fakir bir kadının zaif ve gayet huysuz bir oğlu varmış. Yaptığı müteaddit kavgalarda meselâ bir defasında burnunu, bir defasında kulağını, bir defasında dudaklarını kesmişler. Her bir defasında da

tegalgul

  • Hoş kokulu şeyler sürünmek.
  • Zorluk, çetinlik, güçlük.
  • Bir şeyin, ilmin içine çok dalmak.

tehallüs / تخلص

  • Mahlas kullanma. (Arapça)

tehdid-i ilahi / tehdid-i ilâhî

  • Cenâb-ı Hakkın kullarını Cehennem azabı ve dünyevî belâlarla tehdit etmesi.

tehlike

  • Korkulan durum.

tekatur

  • Damlama. Damla damla dökülme.

tekavvüs

  • Kavislenme. Bükülme. Eğilme. Kavis şekline girme.
  • Eğilme, bükülme.
  • Eğilme, bükülme.

tekaya / tekâya

  • (Tekili: Tekye) Tekyeler. (Türkçede bazan "tekke" şeklinde de kullanılır.)

tekbir / tekbîr

  • Allahü teâlâyı yüceltmek, noksan sıfatlardan, şirkten (ortağı bulunmaktan), yarattıklarına benzemekten tenzîh etmek, uzak tutmak.
  • "Allahü teâlâ büyüktür. Kullarının ibâdetlerine muhtâç değildir. İbâdetlerin O'na faydası yoktur" mânâsına "Allahü ekber" sözü.
  • Ramazan ve Kurban

tekellüf

  • Kendi isteğiyle külfete girmek, bir zorluğa katlanmak.
  • Gösterişe kapılmak. Özenmek.
  • Yapmacık hâl ve hareket. Zoraki hareket.

tekemküm

  • Başına külâh giymek.

teklif-i ilahi / teklif-i ilâhî

  • İlâhî yükümlülük Allah'ın kullarına yüklediği görev.

teksir makinası

  • Yazıları çoğaltmak için kullanılan makine.

telkin / telkîn / تلقين

  • Öğretme, kulağına anlatma. (Arapça)

tema'ur

  • Mütegayyer olmak, değişmek.
  • Rengi donuk olmak.
  • Saç dökülmek.

tema'ut

  • Saç dökülmek.

temerrut

  • Saç dökülmek.

temeşşi

  • Yürüme (Mâneviyatta daha çok kullanılır.)

tenafür / tenâfür / تنافر

  • Birbirinden kaçmak. Ürkmek.
  • Uzağa çekilmek.
  • Bir mes'elenin halli için hâkime başvurmak.
  • Edb: Kulağa hoş gelmeyen hece veya kelimelerin bir arada bulunması.
  • Birbirinden nefret etme. (Arapça)
  • Kulağa hoş gelmeyen sözcükleri sık sık kullanma. (Arapça)

tenasüb

  • Uygunluk, uyma, tutma. Yakınlaşma.
  • Anlamca birbirine uygun kelimeleri bir arada söze güzellik vermek amacı ile kullanmak.

teneffüs

  • (Nefes. den) Nefes, soluk alma. Dinlenme.
  • Tan yeri ağarma.
  • Deniz suyunun sahile vurması.
  • Üfürmek.
  • Okullarda ders araları verilen dinlenme.

tenessüm

  • (Nesim. den) Havayı teneffüs etme.
  • Güzel kokular kokutmak.
  • Haber erişmek.

tenezzül-ü ilahi / tenezzül-ü ilâhî

  • Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'de emirlerini kullarının anlayabilecekleri şekilde bildirmesi, onların anlayış seviyelerine göre hitap etmesi.

tenezzülat-ı ilahiye / tenezzülât-ı ilâhiye

  • Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'de emirlerini kullarının anlayabilecekleri şekilde bildirmesi, onların anlayış seviyelerine göre hitap etmesi.
  • Cenab-ı Hakk kelâmiyle, kullarının anlayış seviyelerine göre konuşması ve derin hakikatları, anlıyabilecekleri ifadelerle beyan etmesi.

tenkir

  • Tanınmayacak bir hale koymak.
  • Gr: Bir ismi harf-i tarifsiz kullanarak belirsiz yapmak. Gayr-i muayyen veya gayr-i mahdut kılmak.

terehhüb

  • Korku içinde olarak Allah'a sağlam kulluk etmek.

teremmüd

  • Yanıp kül olmak.

teres

  • Pezevenk manâsına gelen bir hakaret sözüdür. Hakaret için kullanılır. (Türkçe)

tereşşuhat / tereşşuhât

  • (Tekili: Tereşşuh) Terlemeler, sızmalar, sızıntı yapmalar.
  • Kulaktan gelme haberler.

terim

  • Fransızca olan "Terme" kelimesinden uydurulmuştur. "Istılah" veya "tabir" yerinde kullanılır.

terk-i dünya / terk-i dünyâ

  • Dünyâyı terk etmek.
  • Mübah (dinde izin verilen) şeylerin hepsini terk edip, yalnız, yaşamak için ve dînini korumak için zarûrî, lâzım olan mübahları kullanmak, yâni mübahların zarûret miktârından fazlasını terk etmek. Böyle terk-i dünyâ çok kıymetli ve faydalı ise de çok güçtür.
  • Haram

terkik

  • Zayıflatma. Lisanı veya ibareyi kusurlu ve bozuk kullanma.

terras

  • Kalkan kullanan. Kalkancı.

tersi'

  • Oymacılık.
  • Mücevherler takarak süslemek.
  • Edb: Bir beyti teşkil eden mısralar ile bir fıkrayı terkib eden cümlelerdeki lâfızları vezin ve kafiye itibari ile birbirine uygun olarak tertib etmektir. Külfetli ve gayr-ı tabii bir usuldür. Meselâ: Merhum Namık Kemâlin:Ecza-i beşer

tesbihat-ı nebeviye / tesbihât-ı nebeviye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) Cenâb-ı Hakkı yüceltmek için kullandığı ifadeler, tesbihler.

tesci'

  • Edb: Nesirde kafiye kullanmak. Cümleleri kafiyelendirmek.

teşekkük

  • Kuşkulanma.

teşekkül / تشكل

  • Oluşma, oluşum. (Arapça)
  • Teşekkül etmek: Oluşmak. (Arapça)

teşekkülat / teşekkülât

  • (Tekili: Teşekkül) Teşekküller. şekillenmeler.
  • Kuruluşlar.

teselsül

  • Burhân-ı tatbîk delîli ve benzerlerinde, Allahü teâlânın varlığının lâzım olduğunu isbat etmekte kullanılan delillerden biri. Hâdislerin (sonradan var olan şeylerin) birbirinin varlığına sebeb olarak geriye doğru sonsuza kadar zincirleme birbiri ardı sıra gitmesi.

teşelşül

  • (Çoğulu: Teşelşülât) Suyun yüksek bir yerden aşağı şarıltı ile dökülmesi, çağlayan oluşturması.
  • Soğuk su banyosu yapma, duş yapma.

tesenni

  • İki kat olma, eğilip bükülme.

teşkik

  • Kuşkulandırma.

teşkikat / teşkikât

  • Kuşkulandırmalar.

teşkilat-ı esasiye / teşkilât-ı esasiye

  • Anayasa. Kanun-u esasî. Devletin temel kuruluş şeklini tayin eden ve teşrinin yani meclisin, hükümetin ve mahkemelerin salâhiyetleri nasıl kullanılacağını; vatandaşların umumi hak ve hürriyetlerini gösteren temel kanunlardır.

tesmid

  • Yere ters ve kül dökmek.

tesrib

  • Esasen işkembeden içyağını ayırmak demek olup, mecâzen: Tekdir ve muaheze mânasına kullanılır.
  • Darılma. Ayıplama.
  • Başa kakma.

tesvib

  • Sevab vermek demektir. Sevab da ceza gibi, hayır veya şer herhangi bir şeyin karşılığıdır. Sevab, hayırda meşhur olmuştur. Lisanımızda da ceza, şerde kullanılmıştır.

tevcih

  • Döndürmek, yöneltmek.
  • Tefsir etmek.
  • Birisini bir tarafa göndermek.
  • Rütbe vermek.
  • Bir kimseye söz atmak.
  • Edb: İki zıd mânaya gelebilen ve birbirinin zıddı mânada söz kullanmak.

tevcih-i kelam / tevcih-i kelâm

  • Sözle işarette bulunmak.
  • Birbirinin zıddı muhtelif mânaya gelebilen kelimeyi sözde kullanmak.

teveddüdat

  • Allah'ın kullarına kendisini sevdirmek için sunduğu nimetler.

tevekkelna

  • Tevekkül ettik (meâlinde fiil).

tevekkelna alallah / tevekkelnâ alâllah

  • "Allah'a tevekkül ettik, dayandık".

tevekkelnaalallah / tevekkelnâalallah

  • Allaha tevekkül ettik.

tevekkeltü alallah / tevekkeltü alâllah

  • Allah'a tevekkül ettim (meâlindedir).
  • "Allah'a tevekkül ettim, dayandım".

tevekkeltüalallah

  • Allaha tevekkül ettim.

tevekkül-i imani / tevekkül-i imanî

  • İman edenlere yakışır tevekkül. İman kuvvetinin ve hakikatının neticesi olan tevekkül.

tevekkül-ü imani / tevekkül-ü imanî

  • Îmandan gelen tevekkül, teslimiyet.

tevekkül-ü şer'i / tevekkül-ü şer'î

  • Şeriatın ön gördüğü tevekkül.

tevekkül-ü tembelane / tevekkül-ü tembelâne

  • Tembelce tevekkülde bulunma; üzerine düşen görev ve sorumlulukları yerine getirmeden sonucu Allah'tan isteme.

tevekkülvari / tevekkülvâri / tevekkülvârî

  • Tevekkül ederek, Allah'a güvenerek.
  • Tevekkül ederek.

tevfik / tevfîk

  • Uygun düşürme.
  • Uydurma. Muvafık kılma.
  • Cenab-ı Hakkın kuluna yardım etmesi.
  • Allahü teâlânın kullarının işini, rızâsına muvâfık (uygun) kılması, şer (kötülük) yolunu kapayıp, hayır (iyilik) yolunu kolaylaştırması.
  • Cenâb-ı Hakkın kuluna yardım etmesi.

tevhid-i medaris / tevhid-i medâris

  • Medreselerin, okulların birleştirilmesi; Osmanlı döneminde dinî ilimlerin tahsil edildiği eğitim kurumlarının bir araya getirilmesi.

tevşih / tevşîh / توشيح

  • Süsleme. (Arapça)
  • Çifte kafiye kullanma. (Arapça)

tevsit

  • Vasıta ve araç olarak kullanma.

tevvab / tevvâb

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarına tövbe etme sebeblerini kolaylaştıran, şartlarına uygun tövbe edenlerin tövbesini kabûl eden.

teyemmüm

  • Kasd.
  • Fık: Su bulunmadığı veya su bulunup da kullanılması mümkün olmadığı takdirde temiz olan toprak cinsinden bir şey ile, abdestsizliği veya gusülsüzlüğü -hadesi- gidermek maksadiyle yapılan bir ameliyedir.
  • Su bulunmadığı veya bulunup da özür sebebiyle kullanmak mümkün olmadığı takdirde; temiz toprak veya taş, kum, kerpiç gibi toprak cinsinden bir şey ile hadesi yâni mânevî kirliliği, abdestsizliği gidermek için, elleri toprağa sürüp yüzü ve kolları mesh etmek.
  • Kast.
  • Su bulunmadığı veya bulunup ta kullanılması mümkün olmadığı takdirde temiz toprak cinsinden bir şeyle abdestsizliği veya gusülsüzlüğü giderme işi.

teyettüm

  • Kulluk etmek.
  • Aşkın insanı hor ve zelil etmesi.

tezyinat-ı lafziye / tezyinat-ı lâfziye

  • Sözle ilgili süslemeler, cinas, seci' gibi anlamdan ziyade kulağa hitap eden söz san'atları.

tıbbiye / طبيه

  • Tıp mektebi. Tıp fakültesi.
  • Tıp fakültesi, tıp okulu. (Arapça)

tigzen / tîgzen

  • Güzel kılıç kullanan. (Farsça)

tıla'

  • Sürülecek şey. Sürülecek merhem, yağ veya ilâç.
  • Madeni parlatmakta kullanılan sıvı yaldız.
  • Cilâ verecek boya.
  • Diş sarılığı.
  • Üzüm suyundan kaynatmak sebebiyle üçte birinden azı giden şarap.

tılk

  • Helâl nesne.
  • Bükülmüş ip.

tıls

  • (Çoğulu: Atlâs) Sahife.
  • Mahvolmuş nesne.
  • Tüyü dökülmüş olan deve uyluğunun derisi.
  • Elbisenin eskimesi.

tılsım-ı muğlak

  • Anlaşılması zor, kapalı gizli şey.
  • Açılması müşkül olan tılsım, kapalı ve gizli haber.

tiryak-ı marazi'l-bid'a / tiryâk-ı marazi'l-bid'a

  • İslâmiyet'in aslında olmayıp sonradan dine sokulan, Kur'ân'a ve sünnete aykırı mânevî hastalıkların ilâcı, panzehiri; On Birinci Lem'a.

tiryaki

  • Afyon kullanmağa alışmış, afyonkeş.
  • Keyif verici şeyler kullanmağa alışık olan.
  • Mc: Huysuz, aksi, titiz.

tiryaku marazı'l-bid'a

  • İslâmiyetin aslında olmayıp sonradan dine sokulan, Kur'ân'a ve Sünnete muhalif manevî hastalıkların ilâcı, panzehiri.

tiryaku marazi'l-bid'a

  • İslâmiyetin aslında olmayıp, sonradan dine sokulan, Kur'ân ve sünnete muhalif mânevî hastalıkların ilâcı.

tişe / tîşe

  • Muharebede kullanılan başı sivri ve keskin balta, keser. (Farsça)

tubal

  • Kızmış bakırdan ve kızmış demirden çekiçle vurulduğunda kopup dökülen parça.

tüfe

  • Yırtıcı bir canavar.
  • Karakulak denilen canavar.
  • Örtünmüş kadın.

tüfeng-endaz / tüfeng-endâz

  • Tüfek kullanan. (Farsça)

tufye

  • Mukul ağacının yaprağı. Yılanın arkasındaki hatta teşbih edilir.

tüklan

  • Tevekkül etmek.

tumrus

  • Sıcak külde pişmiş ekmek.

tuni

  • Sefih, alçak, rezil. (Farsça)
  • Külhanbeyi. (Farsça)
  • Hırsız. (Farsça)

turbuş

  • Takke, külah. Başa giyilen örtü. Fes.

turmus

  • Zayıf.
  • Kül içinde pişen ekmek.

ubeyd

  • Küçük kul, kulcuk.

übeyd

  • (Abd. dan) Kölecik, kulcağız.

ubs

  • Huzursuzluktan yüz burkulmak. Yüz ekşime, surat asma.

ubudet

  • Kulluk. (Aslında zillete derler.)

ubudiyet / ubûdiyet / عبوديت

  • Allah'a kulluk.
  • Kulluk.
  • İbadet, kulluk etme.
  • Kulluk.

ubudiyet-i beşeriye / ubûdiyet-i beşeriye

  • İnsanlığın ibadeti, kulluğu.
  • İnsanlığın ibâdet ve kulluğu.

ubudiyet-i evliya / ubûdiyet-i evliya

  • Velilerin ibadeti, kulluğu.

ubudiyet-i fıtriye

  • Yaratılıştan gelen kulluk.

ubudiyet-i halisa / ubûdiyet-i hâlisa

  • Halis, samimi kulluk.

ubudiyet-i hassa / ubûdiyet-i hassa

  • Hâlis, samimi kulluk.

ubudiyet-i insaniye

  • İnsanın kulluğu.

ubudiyet-i kamile / ubûdiyet-i kâmile

  • Mükemmel kulluk vazifesi.

ubudiyet-i külliye / ubûdiyet-i külliye

  • Büyük ve umumî kulluk.
  • Büyük ve umumî kulluk.

ubudiyet-i külliye-i insaniye / ubûdiyet-i külliye-i insaniye

  • İnsanın geniş ve kapsamlı kulluğu.

ubudiyet-i mahza / ubudiyet-i mahzâ / ubûdiyet-i mahzâ

  • Tam bir kulluk.
  • Tam ve mükemmel kulluk.

ubudiyet-i muhammediye / ubûdiyet-i muhammediye

  • Hz. Muhammed'in mükemmel kulluk ve ibadeti.
  • Peygamber Efendimizin (a.s.m.) Allah'a olan kulluğu.

ubudiyet-i mütemadiye

  • Sürekli olan kulluk.

ubudiyetkarane / ubudiyetkârâne / ubûdiyetkârâne

  • Kulluk ederek.
  • Kulluk ederek.
  • Kulluk edercesine.

ubudiyyet / ubûdiyyet / عبودیت

  • Kulluk, kölelik, bağlılık, aşırı mensupluk.
  • Bendelik, kulluk, kölelik. Kul olduğunu bilip Allah'a itaat etmek. Allah'a teslim olup, Kur'an ve Peygamber (A.S.M.) vasıtası ile verilen emirleri aynen icra ve tatbike çalışmak.
  • Kulluk. (Arapça)

uçbeyi

  • Hudutlardaki sancakbeyleri hakkında kullanılan bir tâbir idi. Orta çağlarda Türk Devletinin uçbeyleri yarı müstakil idiler. Bağlı bulundukları devletler zayıfladıkça istiklâl dereceleri artar, neticede müstakil devlet olarak ortaya çıkanlar olurdu. Akkoyunlular, Karakoyunlular ve nihayet Osmanlılar

ud

  • Meşhur bir sazın adı.
  • Bir hoş kokulu buhur.
  • Ağaç parçası.
  • Budak.

üf

  • Kulak kiri.
  • Tırnak arasında olan kir.
  • Hüzün ve kedere işaret eden kelime.

üfçe

  • Bostan korkuluğu. (Farsça)

ufunetli / ufûnetli

  • Kötü ve pis kokulu.
  • Kötü, pis kokulu.

uhud-u tevhid

  • Tevhidin Uhud Dağı; sağlam ve sarsılmaz tevhid inancı için bir benzetme olarak kullanılmış.

ükl

  • (Ükül) Meyve, yiyecek, azık.
  • Zekâ.

ukne

  • Taş oda veya kulübe, kümes.

ulemaüs-su ashabı / ulemâüs-sû ashabı

  • İlmi kötüye kullanarak dünyaya yönelik menfaatler için ilmi âlet yapan âlimler ve onlara tâbi olanlar,uyanlar.

ülkü

  • Bazı öz türkçecilik taraftarlarınca kullanılmış bir kelimedir. Divan-ı Lügat-ıt Türk'te "Peyman" mânasına geldiğine merhum A. Hamdi Elmalılı işaret ediyor: "Ahd ü misak" da denir. Emanî, ideal mânâsına kullananlar varsa da yanlıştır.

uluhiyet-i sariye ve hayat-ı sariye / uluhiyet-i sâriye ve hayat-ı sâriye / ulûhiyet-i sâriye ve hayat-ı sâriye

  • Vahdet-ül vücud ehlince kullanılan tasavvufî tabirler olup; İlâhî sıfatların ve hayatiyetin eşyaya sirayet etmesi, yani tecelli etmesi mânasında olan bu tabirlerden, ehil olmayanlar; Allah'ın tecessümünü veya eşyaya hulûl'ünü veya eşya ile ittihad ve ittisal'ini zu'metmek gibi bâtıl vehimlere düştül
  • Vahdetü'l-vücud ehlince kullanılan tasavvufî tabirler olup; İlâhî sıfatların ve hayatın eşyaya sirayet etmesi.

ümm-ül kitab

  • Kitabın anası, esası. Levh-i Mahfuz ve ilm-i İlâhî. (Yâni: Kur'ân, İlm-i İlâhîde, Levh-i Mahfuz'da ezelî ve ebedî olarak mahfuz bulunduğundan Kur'anın aslı ve anası mânasında kullanılan bir tabirdir.)
  • Kur'an-ı Kerim'in müteşabih olmayan muhkem âyetlerine de kitabın anası, esası mânas

unfen / عنفا

  • Şiddetle, sertlikle. Zor kullanarak.
  • Sertçe, şiddet kullanarak, kabalıkla. (Arapça)

ünsi / ünsî

  • (Ünsiye) Alışmış, ünsiyet etmiş, sokulgan.
  • Arkadaş.

ünsiyyet

  • Alışkanlık, sokulganlık, düşüp kalkma.

unsurculuk

  • Irkçılık; olumsuz ve zararlı biçimde kullanılan ırkçılık, milliyetçilik.

unsut

  • Kıldan bükülme ip.

ünvan-ı mahsus

  • Özel ifade, bir kişiye özel olarak kullanılan ünvan.

uruc-u külli / uruc-u küllî

  • Küllî, büyük yükseliş.

urve / عروه

  • (Çoğulu: Urâ) Düğme iliği.
  • Yazda ve kışta yaprağı dökülmeyen ağaç.
  • Daima bâki olan nesne.
  • Arslan. Kudretten kinaye olur.
  • Kulp. Yapışacak sap. Tutacak yer.
  • Tutulacak yer, kulp.
  • Kulp. (Arapça)

urvet-ül vüska

  • Sağlam kulp. Metin ve muhkem olan tutulacak şey.
  • İslâmiyet.
  • Kur'an-ı Kerim.

urvet-ül-vüska / urvet-ül-vüskâ

  • Tutunulacak en sağlam kulp.
  • İslâmiyet veya Kur'ân-ı kerîm.
  • Dinde güvenilir, kendisine uyulacak büyük âlim mânâsına, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin üçüncü oğlu olan Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî'nin lakabı.

urvetülvüska

  • Sağlam kulp, islâmiyet.

üskub

  • Sıra ile dikilmiş olan ağaçlar.
  • Kunduracı.
  • Dökülmüş olan, akan su.
  • Demirci.

üslub-u mücerred

  • (Sade üslub) Bu üslupta tabiîlik, akıcılık, selâset, kısalık, mânâ ve maksada kifayet sıfatları vardır. Bu üslup, âlet ilimlerinde, ders kitablarında, konuşmalarda ve beşerî muamelelerde kullanılır.

üslub-u mücerret / üslûb-u mücerret

  • Sade, basit üslûp (Bu üslûpta tabiîlik, akıcılık, kısalık, mânâ ve maksada yetecek kadar izah nitelikleri vardır. Ders kitaplarında, günlük hayatta ve konuşmalarda genellikle bu üslûp kullanılır).

üslub-u müzeyyen

  • (Ziynetli ve parlak üslub) Bu üslub tergib ve terhib (teşvik etme ve sakındırma) gibi hususları tazammun eder. Hitabiyat ve iknaiyatta kullanılır.

usmuh

  • Kulak.
  • Kulak deliği.

üsun

  • Suyun tad ve renginin değişmesi.
  • Bir kimse kuyuya girdiğinde buharından veya murdar kokulardan dolayı aklının gitmesi.

üzani

  • Kulakları büyük olan adam. (Merkepten kinaye olarak söylenmiştir.)

üzn / اذن

  • Kulak. İşitme organı.
  • Kulak. (Arapça)

üzn-ü dahili / üzn-ü dâhilî

  • İç kulak.

va

  • "Vah, yazık" meâlinde olup hayf, hasret, esef gibi kelimelerle birlikte söylenir. (Buna Arabçada "edât-ı nüdbe" denir.)Türkçede bunun yerine; vâh, vây, eyvâh edatları kullanılır. Bunlar bâzan şiddet ve te'yid için tekrar edilir.

vahama

  • (Tekili: Vahim) Tehlikeli, korkulu ve vahim olan şeyler.

vahamet

  • Zor, güçlük.
  • Ağırlık. Tehlike. Muhatara. Neticesi fena.
  • Hazım güçlüğü, sindirim zorluğu.
  • Korkulacak hal, tehlikeli vaziyet.

vahim

  • Ağır.
  • Sonu tehlikeli. Çok korkulu.
  • Hazmı güç olan. Zararlı veya faydalı olmayan yemek.
  • Ağır, sonu tehlikeli, çok korkulu.

vahşet-agin / vahşet-âgin

  • Çok ıssız, korkulu yer, korkunç.

vahşet-engiz

  • Korkulu. (Farsça)

vahşet-nak / vahşet-nâk

  • Korku veren yer. Issız ve korkulu yer. (Farsça)

vak'a-i hayriye

  • Tar: Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması münasebetiyle kullanılan bir tabirdir. İlk önceleri büyük hizmetleri görülen Yeniçeriler, zamanla nizam ve intizamlarını kaybettikleri gibi, son zamanlarda uygunsuz hareket ve isyanlarla memleketin başına belâ kesildikleri için, ocağın lağvı hayırlı sayılmış ve b

vakl

  • Yükselmek.
  • Bir nesnenin üstüne çıkmak.
  • Mukul ağacı.

var / vâr

  • (Teşbih edatıdır) Gibi, ...li, kerre, def'a, sâhib, mâlik, lâyıklık (yerinde kullanılarak birleşik kelimeler yapılır). Meselâ: Melek-vâr : Melek gibi. Ümid-vâr: Ümidli. (Farsça)

varis / vâris

  • Cenab-ı Hakk'ın bir ismi.
  • Mirasçı. Kendisine miras düşen. Mirasa konan. Vefat eden birisinin maddî veya manevî mal ve mülkünde kullanmaya, tasarrufa salâhiyetli olan.

vasf-ı tahsini / vasf-ı tahsinî

  • Bir şeyin mahiyetini beyan etmekten ziyade lâfzını süslemek için kullanılan sıfatlar. Bunlar haşv-i melih kabilindendir.

vav-ı kasem

  • Gr: Herhangi bir kelimenin, çok defa Allah isminin evveline gelerek, yemin için kullanılan vav harfi. Vallahi, Veşşemsi, Velfecri kelimelerinde olduğu gibi.

vazife-i tefekküriye ve ubudiyet

  • Varlıklar ve olaylar üzerinde düşünüp Allah'ı tanıma ve Ona kullukta bulunma görevi.

vazife-i ubudiyet / vazife-i ubûdiyet

  • İbadet vazifesi, kulluk görevi.
  • Kulluk görevi.

vazife-i ubudiyet-i dünyeviye / vazife-i ubûdiyet-i dünyeviye

  • Dünyadaki kulluk görevi.

vecdaver / vecdâver / وجدآور

  • Coşkulu, heyecanlandıran. (Arapça - Farsça)

vedud / vedûd

  • Kullarını çok seven ve şefkat eden, Kendisine çok sevgi beslenen Allah.

vef'a

  • Kav ettikleri bez parçası.
  • Şişe ağzını tıpamada kullanılan bez parçası.

vekil / vekîl

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Mahlûkâtın dünyâda ve âhirette işlerini hakkıyla yerine getiren, rızkları veren, tevekkül etmeye (kendisine güvenilmeye) lâyık olan.
  • Bir kimsenin, bir işi yapmak için kendi yerine koyduğu, işini havâle ettiği kimse.

velayet-i kamile / velâyet-i kâmile

  • Mükemmel velilik; kulluk noktasında mânevî mertebeleri aşarak Allah'ın yakınlığını ve dostluğunu elde etme mükemmelliği.

velid

  • Yeni doğmuş çocuk.
  • Köle, kul.

veliyyullah / velîyyullah

  • Allah'ın (C.C.) veli kulu.
  • Allahın velî kulu.

verem / ورم

  • Şişkinlik, şiş. (Arapça)
  • Verem, tüberküloz. (Arapça)

verık

  • Çok eskiden kullanılan gümüş para. Kıymetli para.

vers

  • Yemende yetişen güzel kokulu sarı bir ot.

veyh

  • Bir şeyi kandırmak makamında kullanılır.

veyl

  • Vay hâline, yazık, felâket, hüzün ve hüsran.
  • Cehennem'de bir çukur ismi veya Cehennem'in bir kapısına bu isim verilmiştir.
  • Vaid, tehdid makamında kullanılan azab kelimesidir.

vezaif-i ubudiyet / vezâif-i ubûdiyet

  • Kulluk vazifeleri.

vezaif-i ubudiyetkarane / vezâif-i ubûdiyetkârâne

  • Kulluğa yakışır şekilde yapılan vazifeler.

vezan

  • "Olmak" yardımcı fiiliyle birlikte kullanılır ve "esen, esici" anlamlarına gelir. (Farsça)

vezne

  • Tartı. Terazi.
  • Tartı yeri. Eskiden altun ve gümüş paralar sayı ile olduğu gibi tartıyla da alınıp verildiği için bu tabir meydana gelmiştir. Para alınıp verilen yer mânasında da kullanılır. Devlet daireleri ile büyük müesseselerde para alıp veren memura Veznedar denir.
  • Barut

vildan

  • (Tekili: Velid) Çocuklar.
  • Kullar. Köleler.

vokal

  • İtl. Sesle anlatma.
  • İnsan sesinin müzikte kullanılması.
  • Gr: A, E, I, İ, O, Ö, U, Ü gibi sesli harfler.

vücuh-u ibadat / vücuh-u ibâdât

  • Allah'a ibadet ve kulluk tarzları.

vüluc

  • Girme, sokulma, duhul etme.

ya

  • "Hey, ey!" mânasında nida olarak kullanılır. Arapçada başına geldiği kelimenin i'rabını ötre okutur. "Yâ-Halimu, Yâ-Rahimu" da olduğu gibi. Yâ, terkibli kelimelerin başına gelirse; baştaki kelimeyi "üstün" meftuh okutur. "Yâ Rabbe-l Âlemîn" de olduğu gibi."Yâ" üç şekilde kullanılır:1- Müennes zamiri

ya vedud / yâ vedûd

  • Ey kullarını çok seven ve şefkat eden, kendisine çok sevgi beslenen Allah.

yakub aleyhisselam / yâkûb aleyhisselâm

  • Ken'an diyârındaki (Fenike denilen Sayda, Sur ve Beyrut ile Filistin ve Sûriye'nin bir kısmından ibâret olan eski bir memleket) insanlara gönderilmiş olan peygamber. İshâk aleyhisselâmın oğlu, Yûsuf aleyhisselâmın babasıdır. Yâkûb, İbrânice bir isim olup, "Allahü teâlânın saf ve temiz kıldığı kul" m

yasemin

  • Güzel kokulu, beyaz ve güzel çiçekler açan sarmaşık cinsinden bir ağaç. (Farsça)

yed-i beyza / yed-i beyzâ

  • Musa Aleyhisselâm'ın mu'cize olarak gösterdiği beyaz ve parlak eli. Bu tabir mecaz olarak keramet ve hârikulâde haller ve meziyetler hakkında kullanılır.

yüksek tahsil

  • Yüksekokul, üniversite.

yunus emre

  • (Vefat Mi: 1320) Porsuk Nehri'nin Sakarya'ya döküldüğü yere yakın Sarıköy'de doğduğu söylenir. Tasavvufî halk edebiyatının veli şâiri olan Yunus Emre, yaşadığı devirde halk tabakasını irşad ve tenvir etmiştir. Bir çok memleketleri ve bu arada Konya, Şam ve Azerbeycan'ı dolaştı. Konya'da Mevlâna ile

za

  • Sâhib, malik, erbab, ehil mânalarında olup, "Zî" ve "Zû" şeklinde de kullanılır. (Müennesi "Zât" dır)

za'feran

  • (Çoğulu: Zeâfir) Güzel kokulu meşhur bir çiçek.

zaha

  • Çirkin kokulu, pis kokulu.

zahk

  • Hastalıktan dolayı tilkinin tüyü dökülüp derisi açılması.

zaki

  • Güzel kokulu, keskin kokulu.

zamair

  • (Tekili: Zamir) Zamirler. Bir şeyin iç yüzleri.
  • İsim yerine kullanılan kelimeler.

zamir-i şahsi / zamir-i şahsî

  • Gr: Şahıs gösteren ve şahısların ismi yerine kullanılan zamirler; Ben, sen, o, biz, siz, onlar gibi.

zarfiyyet

  • Gr: Kelimenin zarf olması hâli, bir kelimenin zarf olarak kullanılması.

zat-ı rahman ve rahim / zât-ı rahmân ve rahîm

  • Kullarına karşı sınırsız rahmeti olan ve rahmetinin eserleri dünya ve âhireti dolduran Zât, Allah.

zat-ı rahman-ı rahim / zât-ı rahmân-ı rahîm

  • Kullarına karşı özel rahmet ve şefkat tecellîleri olan ve rahmetinin eserleri dünya ve âhireti dolduran Zât, Allah.

zed

  • "Vurucu, vuran" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Guş-zed : Kulağa çalınan. Zeban-zed : Yayılmış söz.

zembil

  • Hasırdan örülerek yapılan kulplu torba, sepet.

zemzeme-i azime

  • Kur'ân hakikatleri için, "hayat veren mübarek ve lezzetli su" anlamında kullanılan bir ifade.

zemzeme-i tevhid

  • Allah'ı birleyen ve her şeyin Ona ait olduğunu ilân eden coşkulu sesler.

zenbak

  • Güzel kokulu bir çiçek. Zambak.
  • Yâsemin yağı.

zenbil

  • İçine öteberi konulup elde taşımaya mahsus, sazdan örülmüş ve üst tarafında yine sazdan kulpları olan, ağzı geniş kap.

zencebil / zencebîl

  • Hoş kokulu bir baharat adı.
  • Hoş kokulu bir baharat, zencefil.

zengar / zengâr

  • Bakır pası nev'inden bir mâden. Boyacılar kullanılır. Öldürücüdür. Yeşil renktedir.

zenme

  • Keçinin kulağı ucunda küpe gibi sarkan kıllar.
  • Devenin kulağından kesip ilişik koydukları parça.

zenne

  • Kadın kısmı.
  • Eskiden orta oyununda kadın rolü yapan erkek sanatkârlar hakkında kullanılan bir tâbirdi. Eskiden kadınlar, oyunda rol alamadıkları için erkekler kadın kıyâfetine girer ve oyunda kadın rolü yaparlardı.

zer'

  • Çoğaltma.
  • Halketme, yaratma.
  • Tohum ekme.
  • Ağzından dişlerin dökülmesi.
  • Saç ağarması.
  • Perde, hâil.

zerrat

  • (Tekili: Zerre) Zerreler. Pek ufak parçalar. Moleküller.

zerre / ذره

  • Atom, molekül.
  • En küçük parça, molekül. (Arapça)
  • Azıcık, birazcık. (Arapça)

zerre-i havai / zerre-i havâi

  • Hava molekülü.

zerre-i havaiye / zerre-i havâiye

  • Hava molekülü.

zeyd

  • Eski fetva metinlerinde erkeği temsil etmek için kullanılan isimlerdendir. (Diğer isimler: Amr, Bekir, Beşir, Hâlid)

zırban

  • (Çoğulu: Zerâbin) Kokarca denilen küçük, kediye benzer, çirkin kokulu bir hayvan.

zırh

  • Cevşen.
  • Muharebe elbisesi, demirden örülmüş veya dökülmüş elbise.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın