REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te İşa ifadesini içeren 2332 kelime bulundu...

işa-i rabbani / işâ-i rabbânî

  • Hıristiyanların, dinlerinin temel inançlarından biri gibi kabûl ettikleri akşam yemeğinde güyâ Îsâ aleyhisselâmın etini yiyip, kanını içerek onunla birleşeceklerine ve böylece günâhlarının döküleceğine inanmaları.

kaved

  • Kısas olarak, öldüreni öldürme.

müteşabihat / müteşâbihât

  • Mânâsı kapalı âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler. Müteşâbihâta îmân etmeli, mânâsını Allahü teâlâya bırakmalıdır. Bunlar, Allahü teâlânın sevdiklerine bildirdiği sırların sembolleri, işâretleridir. Bunları anlıyanlar açıklamamışlardır.

a'dad

  • İnce ve kısa kollu adam.

a'lam

  • (Tekili: Alem) Alemler. Alâmetler. İzler. Nişanlar.
  • Bayraklar.
  • Büyük âlimler.
  • Büyük dağlar.

a'raf suresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 7. suresidir. Mekke-i Mükerremede nâzil olmuştur. Suret-ül Mikat, Suret-ül Misak, Elif lâm mim sâd gibi isimleri de vardır.

a'raz

  • (Tekili: Araz) Arazlar, işaretler, nişanlar, alâmetler.
  • Tesadüfler.
  • Hastalık alâmetleri.
  • Kazalar, felâketler, musibetler.

ab-gah

  • Havuz, küçük göl, su biriken yer. (Fransızca)
  • Tıb : Karnın kaburga kemikleri kıkırdağı ve kısa kaburgalar altında olan kısmı. Böğür. (Fransızca)

ab-yari / ab-yarî

  • (Asıl mânâsı sulama ise de, lisanımızda yalnız mecazi mânâsiyle bazı eski nesir yazarları tarafından kullanılmıştır). Yardım, itimat. (Farsça)

abdestlik

  • Kısa cübbe. (Farsça - Türkçe)

abdulaziz

  • 32. Osmanlı Padişahıdır. Hilâfeti (Hi: 1277-1293) seneleri arasındadır. Mithat Paşa ve arkadaşları tarafından bilek damarları kesilerek şehid edilmiştir.

abdulhamid ll

  • (mi: 1842-1918) 34' üncü Osmanlı Padişâhıdır. 33 yıl saltanatta kalmış olan bu şefkatli Sultan,İslâmiyete son derece bağlı idi. Yüksek bir siyaset adamı ve devlet işlerini bizzat takibeden bir zattı. Memlekette bolluk ve refahı te'min için çalıştı. (R.Aleyh)

abdullah ibn-i ömer

  • Bi'setten bir yıl önce doğdu. Hicri yetmişüç tarihinde Haccâc-ı Zalim'in emri ile şehid edildi (R.A.) Sahabe-i Kirâmın ileri gelenlerinden ve Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâmın çok bağlılarından ve dâima onun ahlâkını yaşamağa çalışanlardandı. Hz. Ömer Radıyallahü Anh'ın oğlu idi. Hilâfet ve Val

abe

  • İşaret, alamet.
  • Cemaat, topluluk.

abişhor

  • Hayvan sulama yeri. (Farsça)
  • İçme kabı. (Farsça)
  • Dinlenmek için kısa bir duraklama, teneffüs. (Farsça)
  • Günlük yiyecek. (Farsça)

adat-ı küfriye ve zalimane / âdât-ı küfriye ve zâlimâne

  • İnkâra ait ve zâlimlere yakışan âdet ve uygulamalar.

ade / âde

  • Âdet kelimesinin arabca terkiblerdeki kısalmış şekli. Meselâ: Harikulâde, alelâde, fevkalâde.

adedi / adedî / عددی

  • Sayısal. (Arapça)

adil / âdil

  • Adâletli; hakkı gözeterek iş yapan, zulüm ve haksızlık etmeyen.
  • Îtikâdı doğru olan, büyük günâh işlemeyen ve küçük günâha devâm etmeyen yâni İslâmiyet'e uymaya çalışan sâlih müslüman.

adya'

  • Boynuzu ufak koyun.
  • Nebiyyi Zişân Aleyhisselam Efendimizin devesinin adı.

afaki / âfâkî / آفاَقِي

  • Dışa âit, çevreyle alâkalı.

afur

  • Boz tüylü ve kısa boyunlu olan geyik.
  • Zaman.

afv-i anil ceraha

  • Huk: Kendisine cinayet yapılmış olan kimsenin, yaralanmadan dolayı malik olduğu kısas, diyet veya hükümet-i adl; yani, ehl-i vukufca tayin edilen diyet hakkını caniye bağışlamasıdır.

afv-i anilkat'

  • Huk: Azalarından biri kesilen bir şahsın, buna karşılık hak kazandığı diyet veya kısas davalarından vaz geçmesi.

agşiye

  • (Tekili: Gışa) Perdeler, örtüler.
  • Zarflar, mahfazalar.

ahar

  • Hattatların kullandıkları kâğıda sürülen nişastalı yumurta. (Farsça)
  • Kahvaltı. (Farsça)
  • Bir nevi çelik. (Farsça)

ahd

  • Vâdetme. Söz verme. Vefâ. Yemin. And. Misak. Peymân.
  • Asır. Devir. Tevhid. Mukavele.
  • Vasiyet.

ahd-i harici / ahd-i haricî

  • Daha önceden ismi bilinen kişilere veya şeylere işaret eden Lâm-ı tarif.

ahil / âhil

  • Erkeği olmayan kadın.
  • Fevkinde kimse olmayan yüksek padişah.

ahmak

  • Aklı az, görüşü kısa olan.

ahmed-i faruki / ahmed-i fârukî

  • (Hi. 971-1034) (İmam-ı Rabbanî) Hz. Ömer (R.A.) ahfadından olduğundan Fârukî denilmiştir. Kendisi demiştir ki: "Hakaik-i imaniyeden bir mes'elenin inkişafını, binler ezvak ve mevâcid ve kerâmata tercih ederim." Hem demiş ki: "Bütün tarikatların nokta-i müntehası hakaik-i imâniyenin vuzuh ve inkişâfı

ahreb

  • Çok harap, perişan, yıkık.
  • Kulağı yarık kimse.
  • Edb: Rübai vezinlerinden "Mef'ulü" ile başlayan oniki şekilden herbiri.

ahsar

  • Pek kısa, daha kısa, daha özlü, daha veciz.

ahte

  • Dışarı çıkarılmış, dışarı çekilmiş. (kılıç, bıçak gibi..) (Farsça)
  • Husyesi çıkarılmış hayvan. (Farsça)

ahval-i vücudiye ve fıtriye / ahvâl-i vücudiye ve fıtriye

  • Varlığa ve yaratılışa dair haller.

aile

  • Erkeğin karısı.
  • Ev halkı.
  • Akraba.
  • Aynı işte olan, aynı gaye için çalışanların hepsi.

akademi

  • yun. Yüksek mekteb.
  • Âlimler, edebiyatçılar heyeti.
  • Eflatun'un vaktiyle talebesine ders verdiği yer.
  • Çıplak modelden yapılan insan resmi.
  • Belli bir ilmin gelişme ve ilerlemesini te'min maksadı ile müşterek tetebbularda veya serbest tedrisatta bulunan salâhiyetl
  • Bir ilim dalında ihtisas sahibi kimselerin çatısı altında toplandığı kuruluş.

akasır

  • (Tekili: Akser) Pek kısalar.

akder

  • En kudretli.
  • Kısa boylu.

akevka'

  • Kısa boylu.

akide-i velediyet

  • Hıristiyanlık ve Musevîlikte bulunan ve hâşâ Hz. İsâ (a.s.) ile Hz. Üzeyr'in (a.s.) Allah'ın oğlu olduğunu kabul eden bâtıl inanç.

akıl-füruş

  • Akıl satan, daha akıllı olduğunu göstermeğe çalışan. (Farsça)

akılfuruş

  • Aklını beğendirmeye çalışan.

akl-ı fa'al

  • İşleyen ve çalışan akıl.

akl-ı sakim / akl-ı sakîm

  • Kısa görüşlü akıl. Düşündükleri şeylerde ve yaptıkları işlerde yanılan ve çok kere pişmanlığa sebeb olan akıl.

akreb

  • Zehirli ve tehlikeli küçük hayvancık.
  • Saatin kısa ibresi.
  • Semâda bir burç ismi.

akrebek

  • Küçük akrep. Saatin kısa olan ibresi. (Farsça)

aks-i nakiz / aks-i nakîz

  • Antitez, karşısav; biri diğerinin zıttı olan iki terimden, ikincisini oluşturan düşünce veya önerme.

aks-ün nakiz / aks-ün nakîz

  • Birbirine zıt olan iki şey.
  • Man: Mevzuun nakîzini yüklem; ve yüklemin nakîzini de mevzu kılmak. Misâl: "Her aklı başında olan insan Allah'ı tanır" kaziyesinden aks-ün nakîz yolu ile şu hüküm elde edilir: "Allah'ı tanımayanlar, aklı başında olmayan insanlardır."

aksam-ı seb'a

  • Yedi kısım.
  • Gr: Kelimelerin (sahih, misâl, muzaaf, lefif, nakıs, mehmuz, ecvef) bölümleri.

aksar

  • (Akser) Daha kısa. Pek kısa. En kısa.

akser / اقصر

  • (Kasir. den) (Çoğulu: Akasır) En kısa, çok kısa.
  • En kısa. (Arapça)

akser-i eyyam

  • En kısa gün, günlerin en kısası.

akser-i turuk

  • En kısa yol, yolların en kısası.

aksiyon

  • Şirket ve ticaret hissesi. (Fransızca)
  • Kuvvet ve enerjinin dışa ve fiile çıkması. (Fransızca)

al-i imran / âl-i imrân

  • İmran soyundan gelenler. (İmran ikidir. Birisi: Hz. Musa ve Harun'un (A.S.) babaları olan İmran ibn-i Yashür ibn-i Lâvi ibn-i Yakub ibn-i İshak ibn-i İbrahim'dir (A.S.) İkincisi: Hz. Meryemin babası olan İmran ibn-i Metan ki, bu da Süleyman ibn-i Dâvud ibn-i İşa neslinden, bunlar da Yahuda ibn-i Yak
  • İmrân âilesi. Süleymân aleyhisselâmın evlâdından İmrân bin Mâsân'ın kendisi veya onun kızı hazret-i Meryem ile oğlu hazret-i Îsâ. Âl-i İmrân'ın, Yâkûb aleyhisselâmın evlâdından İmrân binYeshâr'ın kendisi veya oğulları Mûsâ ile Hârûn aleyhisselâmın ol duğu da bildirilmiştir.

ala-tarik-il icmal / alâ-tarik-il icmal

  • Kısaca, icmal yoluyla.

alaim / alâim

  • İzler. İşaretler, deliller.
  • İşaretler, alametler. (Arapça)

alamat / alâmat / alâmât / علامات

  • (Tekili: Alâmet) İzler, nişanlar, alâmetler, işâretler.
  • Alametler, işaretler.
  • İşaretler, alametler. (Arapça)

alamat-ı kıyamet / alâmât-ı kıyamet

  • Kıyametin alâmetleri, işaretleri.

alamet / alâmet / علامت / عَلَامَتْ

  • İşaret, nişan.
  • İz, nişân, işâret.
  • İşaret, iz, alamet, belirti. (Arapça)
  • Çok iri. (Arapça)
  • İşaret.

alamet-i farika / alâmet-i farika / alâmet-i fârika / عَلَامَتِ فَارِقَه

  • Bir şeyi diğerinden ayırıcı işaret. Belirgin özellik.
  • Ayırt edici işaret.
  • Ayırıcı işaret. Damga.
  • Ayırt edici işaret.

alamet-i ihmal / alâmet-i ihmal

  • İhmal belirtisi, başı boş bırakılmışlık işareti.

alamet-i kıymet / alâmet-i kıymet

  • Kıymetin belirtisi, verilen değerin işareti.

alamet-i makbuliyet / alâmet-i makbuliyet / alâmet-i makbûliyet

  • Kabul olunduğunu belirten işaret, nişan.
  • Kabul görmesinin işaret ve belirtisi.

alamet-i mana / alâmet-i mânâ

  • Mânâyı gösteren belirti, işaret.

alamet-i mümtaze ve farika / alâmet-i mümtaze ve fârika

  • Başkalarından üstün ve ayrıcalıklı olduğunu gösteren işaret.

alamet-i muvaffakiyet / alâmet-i muvaffakiyet

  • Başarı belirtisi, işareti.

alamet-i sadakat / alâmet-i sadakat

  • Bağlılık işareti.

alamet-i sadıka / alâmet-i sadıka

  • Doğruluk işareti, belirtisi.

alamet-i tevhid / alâmet-i tevhid

  • Allah'ın birliğini gösteren işaret.

alarm

  • Tehlike anında herkesi haberdar etmek için verilen işaret. (Fransızca)

alem / علم / عَلَمْ

  • Bayrak.
  • Nişan, işâret.
  • Özel isim.
  • Mc:Yüksek dağ.
  • Büyük âlim.
  • Üst dudakta olan yarık.
  • Bayrak, sancak, nişan.
  • Sancak. (Arapça)
  • Alem. (Arapça)
  • Nişan, alamet. (Arapça)
  • Nişan, minare tepesindeki hilal.

alem-i emir / âlem-i emir

  • Sâdece bir emr-i İlâhî ile işlerin hemen olduğu âlem. Yaradılışa ait kanunlar âlemi.

alem-i eşbah / âlem-i eşbâh

  • "Şebah"tan:
  • Cisimler âlemi, varlıklar âlemi.
  • Hayaller âlemi."Şibh ve şebih"den: Misaller âlemi.

alem-i hab / âlem-i hâb

  • Uyku ve rüyâ âlemi. Bazan âlem-i mâna, âlem-i misal, âlem-i nevm gibi tâbirler de kullanılır.

alem-i küfür / âlem-i küfür

  • Küfrü ve inkarcılığı yaymaya çalışan kişilerden meydana gelen güruh.

alem-i zati / alem-i zâtî

  • Zâta özgü olan sembol, işaret.
  • Zata âit isim, zatına âit işâret, zâtına mahsus alâmet, delil.

aler-re'si-vel-ayn

  • Baş ve göz üstüne. (Gelen misafire karşı veya bir işi deruhte edeceğine karşı hürmet ve memnuniyetle kabul ettiğini ifâde için söylenir.)

alet-i cerrahiye / âlet-i cerrâhiye

  • Cerrahların, yaraları tedaviye çalışan doktorların kullandıkları edevat, takım.

alfabe

  • Bir lisandaki sesleri gösteren harflerin, belli bir sıraya göre dizilmiş takımı. (Fransızca)
  • Okuyup yazmayı yeni öğrenecekler için başlangıç kitabı. (Fransızca)
  • Bir işin başlangıcı. (Fransızca)

alkış

  • Tar: Padişahlarla vezirlerin kadirlerini yükseltmek maksadıyla yapılan merasim hakkında kullanılan bir tabir.

allame / allâme

  • Çok büyük alim. Meşhur olmuş büyük mütefekkir. Her ilimde ihtisas sahibi.

allame-i küll / allâme-i küll

  • Bir şeyin ilmine vâkıf olan. Bir hususda ihtisas sahibi olan.

altın kozak

  • Padişahlar tarafından yabancı hükümdarlara gönderilen nâme-i hümayunun konulduğu muhafaza.

amaç / âmâç

  • Saban demiri. (Farsça)
  • Hedef, nişan tahtası. (Farsça)

amac / âmâc / آماج

  • Hedef. (Farsça)
  • Nişan tahtası. (Farsça)

amaç-gah / âmâç-gâh

  • Nişan atılan yer, nişan yeri. Hedef mahalli. (Farsça)

amacgah / âmâcgâh / آماجگاه

  • Nişan alınan yer. (Farsça)

amair / amâir

  • (Tekili: Amâyir) (İmâret) İmâretler. Mâmur etmeler.
  • Sâlih fakirlerin veya kendisini idare edemiyen veya çalışamıyan talebe-i ulumun, fukarâ-i sâlihînin iâşesinin te'min edilmeleri.

amelen

  • Bilfiil, işleyerek, fiilen, çalışarak.

amelmande

  • İş yapmaz hâle gelmiş olan. Muattal. Battal. Çok yaşlı. Sakat veya hasta olup çalışamaz hâle gelmiş olan. (Farsça)

amelnüvis

  • Kasların çalışmasındaki değişiklikleri işaretleyen âlet. (Farsça)

amentü / âmentü

  • "İmân ettim" demek olup Ehl-i Sünnet Mezhebi olan mü'minlerin iman esaslarını kısaca toplayan ifâdenin has ismidir.

amm lafızlar / âmm lâfızlar

  • Aynı cinsin birçok fertlerine birden delâlet eden lâfızdır. "Kavil, cemaat, nisa" lâfızları gibi.

amuziş

  • Öğrenme. (Farsça)
  • Öğretme, tedrisat. (Farsça)

an / ân

  • En kısa bir zaman. Lahza. Dem. Cüz'i bir zaman.
  • En kısa zaman.
  • Uzağı gösteren işâret ismi. Şu. Bu. O. (Farsça)
  • Güzellik câzibesi. Melâhat. Güzellik. (Farsça)
  • Cemi edâtı. Kelimenin sonuna getirilerek cemi' yapılır. Meselâ: Âlimân: Âlimler. Anân: Onlar. Merdân: Adamlar. İnsanlar. Zenân: Kadınlar.Kelimenin sonuna getirilerek sıfat edatı yapılır: Ters: Korku. (Farsça)

an mim amed

  • Tar: İslâmiyeti ve Türkçeyi öğretmek maksadıyla, devşirilerek toplanan ve Türk köylülerine satılan acemi oğlanlardan, müddetini tamamlayarak Rumeli Ağasının tezkeresiyle ulüfeye yazılanların kayıtlarına verilen işaret. (Farsça)

an-ı vahid / ân-ı vâhid

  • Bir an, pek kısa bir süre.

an-karib / an-karîb

  • En kısa zamanda.

aneze

  • Ucu demirli uzun ağaç, (ki asâdan uzun, süngüden kısa olur.)

anhü

  • Ondan. (İşaret zamiri).

anhüm

  • Onlardan (mânasına işaret zamiri).

ani'l-merkeziye

  • Merkezden dışa doğru.

anka-i meşrebane / anka-i meşrebâne

  • Anka meşrepli olma; masallarda bir efsane olarak anlatılan anka kuşu misâli bir meşrepte, bir yolda olma.

apolet

  • Askerî üniformaların omuz kısmına takılan ve rütbeyi belirten sembol, işaret.

aram / ârâm

  • (Tekili: İrem) Çölde, sahrada konulan hususi nişan.

ararot

  • Ufak çocuklara yedirilen besleyici bir cins nişasta ki, Amerika'da hasıl olan bir kökten çıkarılır.

araz / عرض

  • İşâret, alâmet.
  • Tesâdüf, rast gelme.
  • Kaza. Felâket. Zâtî olmayan hâl ve keyfiyet.
  • Fls. Herhangi bir cevherin varlığı için zaruri olmayan vasıf. Meselâ: Şekerin beyaz rengi şekerin varlığı için zaruri değildir.
  • İşaret, alâmet.
  • Tesadüf.
  • Kaza, felaket.
  • Kendi kendine vücut bulmayıp başka bir cevherle meydana gelen hal ve keyfiyet.
  • İşaret, belirti. (Arapça)
  • Tesadüf. (Arapça)

arda

  • Vaktiyle bazı çavuşların elde tuttukları uzun değnek.
  • Nişan almak için dikilen değnek.

arifane / ârifâne / عَارِفَانَه

  • Allahı tanıyana yakışacak sûrette.

aristo

  • (Doğum : M.Ö. 384) Yunan filozoflarından olup Eflatun'un talebesidir. Mantık, ahlâk, siyaset, iktisad, felsefe kitapları vardır. Ruhun bakiliğine inanırdı. Tecrübeden ziyâde akla fazla kıymet verdiğinden çok yanılmıştır.

arız / ârız

  • Sonradan olan şey. Bir şeyin zâtına ve hakikatına ait ve lâzım olmayıp başka bir varlıktan bazan vâki ve kaim olan. Takılan. Yapışan.
  • Bir şeyi arz ve takdim edici olan.
  • Kalın ve geniş bulut.
  • Ön dişlerin haricindeki onaltı dişin herbiri.
  • İnsanın yanağı.
  • Gelip çatan, bulaşan, yapışan.

arız olma / ârız olma

  • İlişme, bulaşma; birşeyin aslından olmayıp o şeye dışarıdan gelip ilişme; sonradan ortaya çıkıp bulaşma, ilişme ortaya çıkma.

arıza / ârıza

  • Sonradan olan, noksanlık.
  • İsabet eden belâ ve keder.
  • Bozulma.
  • Gelip geçici.
  • Hariçten gelen te'sirle olan.
  • Bir şeyin olmasına veya görülmesine mâni olan birşey.

artı

  • Mat: (+) ile gösterilen toplama işaretinin adıdır.

aruz

  • Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere etrafındaki nahiye ve köyler.
  • Edb: Şiirin ahenk ölçülerinden, nazmın vezinlerinden bahseden ilim. Arap, Fars, Türk şiirinde kullanılan vezin ki, hecelerin uzunluk (kapalılık) ve kısalık (açıklık) değerlerine dayanır.
  • Bir beytin birinci

arz-ı beyza / arz-ı beyzâ / اَرْضِ بَيْضَا

  • Bazı evliyanın misal âleminde gördükleri beyaz (nurlu) dünya.

arzu-şikesten

  • Arzunun olamaması, yerine gelmemesi. Hayâl kırıklığı, inkisar-ı hayâl. (Farsça)

asal

  • Ahlâk. Karakter.
  • Alâmet, işaret, belirti.

asar / âsâr

  • Öç almalar. İntikamlar.
  • Eserler.
  • İzler. Nişanlar. Abideler.
  • Âdetler.

asar-ı haşmet / âsâr-ı haşmet

  • İhtişam ve büyüklük eserleri.

asayiş-perverane / asâyiş-perverâne

  • Rahat, huzur ve asâyiş taraftarına yakışacak şekilde. (Farsça)

asfiya

  • Sâfiyet, takvâ ve kemâlât sâhibi ve Peygambere (A.S.M.) vâris olup, onun meslek ve gayelerini ihyaya ve tatbike çalışan muhakkik zatlar.

ashab-ı dünya

  • Yalnızca dünyaya çalışan, dünyalık kimseler.

ashab-ı kehf / ashâb-ı kehf

  • Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyan'da bahsi geçen ve devirlerinin zâlim padişahından gizlenerek ve onun şerrine âlet olmaktan çekinerek, beraberce bir mağaraya saklanıp, Rabb-ı Rahimlerine (C.C.) sığınan, dindar ve makbul büyük zâtlar. İsimleri rivâvette şöyle sıralanır: Yemlihâ, Mekselinâ, Mislinâ, Mernüş, D

ashab-ı yemin / ashâb-ı yemin

  • Ahid ve yeminlerinde sebât edenler. Kendi kazançlarından ziyâde Cenab-ı Hakk'ın lütuf ve ikrâmına kavuşacakları ümid edilenler. Allah'a itâatleri ve amelleri iyi olup ahirette amel defterleri sağ taraftan verilecek olanlar. Sağcılar. Mukaddesatçılar. Kur'an ve İmân yolunda Allah (C.C.) için çalışanl

aşifte / âşifte / آشفته

  • Perişan. (Farsça)
  • İffetsiz kadın. (Farsça)

asm

  • "Aleyhissalâtüvesselâm" duasının kısa yazılışı.

aşr-i mişar

  • (Bak: Öşr-ü mişar)

aşşab

  • (Aşşeb. den) Nebatları, bitkileri toplayarak ve misallerini kurutarak her biri üzerinde ilmî incelemeler yapan âlim.

aşti-perverane / aştî-perverane

  • Barış taraftarına yakışacak şekilde. (Farsça)

astronom

  • yun. Kozmoğrafya âlimi, felekiyat ile uğraşan, gök cisimleri hakkında bilgi edinmeye çalışan.

aşüfte / âşüfte / آشفته

  • İffetsiz kadın. (Farsça)
  • Perişan. (Farsça)

aşüfte-dil

  • Gönlü perişan olmuş. (Farsça)

aşüfte-dimağ

  • Aklı perişan. (Farsça)

aşüftedil / âşüftedil / آشفته دل

  • Gönlü perişan. (Farsça)

asum

  • Geçim derdi için çok çalışan kimse.

asveb

  • (Sâib. den) En doğru ve iyisi. Çok isabetli.

atam

  • (Tekili: Utum) Yüksek binalar, köşkler, hisarlar.

atanib

  • (Tekili: İtnâbe) Kısa ipler.
  • Uzun ipler. Sicimler.
  • Sâyebanlar.

ataya-yı seniyye

  • Padişahın hediye ve ihsanları.

atebe-i felek-mertebe

  • Osmanlı Padişahlarının sarayı.

atiyye-i seniyye / عطيهء سنيه

  • Padişah tarafından verilen hediye.

atletizm

  • yun. Çeviklik, atiklik, kuvvet gibi beden kabiliyetlerini inkişaf ettirmeğe yarayan ve koşu, atlama, ağırlık kaldırma ve atma gibi, tek başına yapılan bedeni çalışmalar.

avaid

  • (Tekili: Âide) İratlar, gelirler. Aidat.
  • Tahsisât.

ayat-ı kevniye / âyât-ı kevniye

  • Kâinatta yaratılan varlıkların Cenâb-ı Hakkın varlık ve birliğine olan işaretleri, delil oluşları.

ayat-ı kibriya / âyât-ı kibriyâ

  • Allah'ın büyüklüğüne işaret eden âyetler, deliller.

ayat-ı tekviniyye ve teşriiyye / âyât-ı tekviniyye ve teşriiyye

  • Yaratılışa ve şeriata ait âyetler.

ayet / âyet / آیت

  • Alâmet, işâret, mûcize, ibret.
  • Kur'ân-ı kerîmdeki sûreleri meydana getiren cümle veya cümleciklerden her biri. Çoğulu âyâttır.
  • Allahü teâlânın varlığını, birliğini ve kudretini gösteren alâmet, ibret, işâret.
  • Mûcize.
  • Eser.
  • Kimsenin inkâr edemiyeceği açık delil. Nişân. Alâmet. İşaret.
  • Menzil, mekân.
  • Kur'ân-ı Kerim'deki her bir cümle. Mânen uyanmağa, intibâha sebeb olan hâdise. (Kur'ân-ı Kerim'de 6666 âyet vardır.)
  • Ayet. (Arapça)
  • İşaret. (Arapça)

ayet-i hasbiye / âyet-i hasbiye / اٰيَتِ حَسْبِيَه

  • Hasbünallâh âyetinin kısa ismi.

ayin / âyin

  • Merâsim. Usûl. Görenek. Dinî âdâb. Âdet, örf ve kanun.
  • Ziynet, süs.İslâm'da fıkıh lisânı âyin kelimesini kabul etmemiştir. Bazı vakıflar, filân câmide herhangi bir tarikat âyini icra için te'sis yapacakları zaman vaki olan müracaatlarında fetvahâne tarafından verilen müsaadelerde âyi

ayn harfi

  • Kur'ân-ı kerîmde Ömer-ül-Fârûk'un radıyallahü anh namaz kıldırırken, ayakta okumayı bitirip, rükû'a eğildiği yeri gösteren işâret. Ayn harfi hep âyet-i kerîmelerin sonunda bulunmaktadır.

ayn-ı isabet

  • Tam isabet, tam yerinde.

azad

  • Kısa ve sık olarak dikilmiş.

azamet-i haşmet

  • İhtişamın büyüklüğü.

azamet-i uluhiyet / azamet-i ulûhiyet

  • Allah'ın ilâhlığının büyüklük ve ihtişamı.

azeka

  • Alâmet, nişan, işâret.

azerşeb

  • Batıl bir inanışa göre ateş içinde yaşadığı sanılan ve semender denilen bir hayvan. (Farsça)
  • Şimşek, berk. (Farsça)

azk

  • Hurma ağacı.
  • Nişan, alâmet, işâret.

azul / azûl

  • Çok azarlayan, çıkışan, paylıyan.

azze ensaruh / azze ensâruh

  • Yardımı çok olsun. (Bu tabir, padişahlara ait dua yerinde olup eski fermanlarda geçer.)

ba / bâ

  • Arabçaya göre harfinin okunuşu. Ebced hesabında iki sayısını ifade eder. Mektup ve eski evraklarda Receb ayına işarettir.

ba'delmilad / ba'delmîlâd / بعدالميلاد

  • Milattan sonra, İsa'dan sonra. (Arapça)

bahariyye

  • Edb: Birini övmek için yazılan ve bahar tasviriyle başlayan kaside.
  • Tar : Yeniçeri ağasından itibaren padişah tarafından Yeniçeri kâtibiyle ocak ağalarına verilen baharlık.

bahatir

  • (Tekili: Bühter) Kısa boylu kadınlar, bodur kimseler.

bahira / bahîra

  • Süryâni rahiblerindendir. Zamanın ilim ve fenlerine vâkıf ve bilhassa hey'et ve nücumda ihtisas sahibiydi. Bu sebepten rahiblerin câhilleri kendisinden hoşlanmazlardı. Hazret-i İsâ'nın ulûhiyetini ve Hz. Meryem'in ümmullah olduğunu inkâr ve ilân ettiğinden, bulunduğu manastırın reisi tarafından kovu

bahr-i bikeran / bahr-i bîkerân

  • Okyanus misâli uçsuz bucaksız olan deniz.

bahtiyarane

  • Bahtiyarcasına, mutlucasına, mesut olana yakışacak şekilde. (Farsça)

bair

  • Şaşkın, şaşırmış. Perişan durumlu.

bakara suresi / bakara sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 2. Sûresi olup Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur. (Bu sûre, Mûsâ Aleyhisselâm'ın risâleti ile o milletin seciyelerine girmiş olan bakarperestlik mefküresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhi ile anlatır ve şu cüz'i hadise ile beşerin dünyevî menfaatlarına en çok vesile olan ş

balgam

  • Solunum yolları tarafından salgılanan ve ağızdan dışarı atılan sümük, irin ve kan karışımı maddedir.
  • Eskiden bedende bulunduğu sanılan dört unsurdan biri.

balıkhane kapısı

  • Topkapı Sarayı'nın Marmara kıyısındadır. Padişahlarca cezandırılan vezirler burada idam edilir, sürgün edileceklerse buradan gemilere bindirilirlerdi.

banyol

  • Bu kelime; zindan, hapishâne mânâlarında kullanılırdı. Buraya katiller, hırsızlar ve beylik esirlerin satışa yaramıyanları konurdu.

bargah / bargâh / bârgâh / بارگاه

  • İzinle girilecek yer. Padişah divanhanesi. (Farsça)
  • Huzur-u Rabb-il Âlemin. Dua edilen yer. (Farsça)
  • Yüksek huzur, padişah huzuru. (Farsça)
  • Otağ. (Farsça)

barla

  • Nur Risalelerinin yazıldığı belde.

barnabas incili / barnabas incîli

  • Hazret-i Îsâ'nın havârîlerinden biri olan Barnabas'ın, Îsâ aleyhisselâmdan görüp işittiklerini doğru şekilde yazıp derlediği İncil.

baru / bârû / بارو

  • Kale duvarı, tabyanın gezinti yeri, hisar burnu, sur. (Farsça)
  • Sığınak, siper. (Farsça)
  • Burç, hisar burcu. (Farsça)

basriyyun

  • Milâdi 8. yy. da Basra'da yaşamış lisaniyat âlimlerinden bir grup.

bast fi makam-il-kalb / bast fî makam-il-kalb

  • Nefis makamında ricâ mesabesindedir. Lütuf ve rahmeti, kurb ve ünsü kabule işarettir.

batıniyye / bâtıniyye

  • Mecûsîlikteki ve çeşitli bâtıl dinlerdeki inanışları İslâm dînindenmiş gibi göstermeye çalışan İranlı Meymûn bin Deysân el-Kaddah tarafından kurulan bozuk yol.

bayezid-i bistami / bayezid-i bistamî

  • (Hi: 188-261) Ehl-i Sünnet ve Cemâatın büyük âlimlerinden ve büyük evliyadandır. İran'ın Bistam şehrinde doğmuştur. Künyesi, Ebu Yezid Tayfur bin İsa El-Bistamî'dir. Cafer-i Sâdık Radıyallahü Anhu'dan kırk sene sonra dünyaya gelmiş ve ondan üveysî olarak feyz almıştır. Mücerret bir hayat geçirmiştir

bayiiyye / bâyiiyye

  • Eskiden pazar kurulan yerlere gönderilen mevad ve eşyadan gümrük ihtisab vergisinin haricinde alınan ikinci vergi.

bazı umur-u mermuze-i gayr-ı mesmua

  • Daha önceden işitilmemiş ve îma ve işaret yoluyla belirtilmiş bazı işler.

bazoka

  • (Bazuka) Tanklara karşı kullanılan bir çeşit silâhtır. Soba borusuna benzer, omuza konarak nişan alınıp ateşlenir.

beder

  • Hariç. Dışarı. Taşra. (Farsça)

bedii kıraet / bedîî kıraet

  • Mantıki kıraet şartlarına riâyet ettikten başka rikkat mevkiinde sesini indirmek, şiddet makamında yükseltmek -acemi aktör tavrı takınmaksızın- mevzuu ses ve işaretle canlandırmaktır.

behailik / behâîlik

  • Müslüman görünüp İslâmiyet'i içerden yıkmak için çalışan El-Bâb Ali Muhammed ismindeki bir acemin talebesi olan Behâullah'ın, kurduğu bozuk yol.

behram

  • Eskiden bir İran padişahının adı. (Farsça)
  • Bir pehlivan ismi. (Farsça)
  • Merih yıldızı. (Farsça)

behrem

  • Kırmızı gül.
  • Kısa boylu kimse.

behsale

  • (Çoğulu: Behâsile) Etli, kısa boylu, tıknaz kadın.

behv

  • (Behve) Misafir odası.
  • Yer altında hayvan ağılı. (Bu iki mananın cem'i Ebhâ-Bühüvv şeklindedir)
  • Geniş meydan, yer.
  • Göğüsün içi, boğazdan mideye kadar olan aralık.
  • Rahim ile mahrecinin arası.

belbus / belbûs

  • Bir nevi haşhaş. (Farsça)
  • Yabani soğan. Dağ soğanı, sarmısak. (Farsça)

belvaz

  • Çıkıntı. Duvardan dışarı doğru çıkan direğin ucu. (Farsça)

ben

  • Nişan.

benu-s sebil

  • Misafirler.

beraat-ül istihlal / berâat-ül istihlâl

  • Bir eserin içindekilerini güzel bir başlangıçla baş tarafında anlatmak. İyi bir alâmet. Güzel bir başlangıç.
  • Bir ibarede müradif ve mukni birkaç kelime bulunması, hüsn ve insicamdaki ibarenin vech-i mergub üzere te'lif ve terkibi.
  • Maaş, rütbe, nişan için hükümetçe bildirilen

berat / berât

  • Nişân. Rütbe. İmtiyaz ve taltif için verilen resmi kâğıt.
  • Nişan, ayrıcalık fermanı.

berat-ı hümayun

  • Padişahlara mahsus ferman.

berbad

  • Harap. Kötü. Virâne. Bozuk. Perişan. Telef ve helâk olmuş. (Farsça)

berevat / berevât

  • (Tekili: Berat) Eskiden bir kimseye nişan, rütbe veya imtiyaz verildiğini bildiren fermanlar.

berhun / berhûn

  • Çember, daire, ortası boş olan yuvarlak nesne. (Farsça)
  • Hisar, varoş, duvar veya bostan kenarlarına ve tarla aralarına çalıçırpı ve diken ile yapılan çit. (Farsça)
  • Küçük ev, oda, hücre. (Farsça)

berzah alemi / berzâh âlemi

  • Dünyâ ile âhiret arasındaki âlem; kabir âlemi.
  • Tasavvufta âlem-i misâle verilen ad.

beşaret

  • (Doğrusu Bişârettir) Müjde. Sevindirici haber. Hayırlı haber.
  • Müjdeye verilen ihsan.
  • Yeni çıkan acib şey.

besat

  • (Bisât) Düz.
  • Döşenmiş.
  • Geniş.
  • Yayvan kab.
  • Düz açık yer.

besmele

  • Bismillahirrahmanirrahim'in kısaltılmış ismi. Müslüman her işine Bismillah ile başlar. Yani her işi Allah adına ve Allah için yapar. Atomlardan yıldızlara kadar her varlık da Allah adına ve Allah için hareket eder. İnsan da Bismillah diyemiyeceği, yani Allah'ın emri ve izni olmayan bir işi ve hareke
  • Bismillâhirrahmânirrahîm'in kısaltılmış ismi.

betil

  • Hz. İsa'nın (A.S.) anası olan Hz. Meryem'in lâkabı.
  • Salkımları sarkmış ağaç.
  • Nehirlerdeki akıntılar.
  • Ağacın gövdesinden veya ana ağaçdan ayrılıp başka kök salan fidan.

bevç

  • Azamet, büyüklük, heybet. Gösteriş, ihtişam.
  • Zinet, süs, debdebe.

bevş

  • Çalım, gösteriş, debdebe, ihtişam. (Farsça)

bey'-i mevkuf / bey'-i mevkûf

  • Aslı ve sıfatı sahîh ise de başkasının hakkı karışan alış-veriş.

beyanat-ı kevniye

  • Yaratılışa âit açıklamalar.

beyare

  • Kısa boylu ve bodur olarak yerde yetişen nebat, meyve ve sebze. Kavun, karpuz, kabak...gibi. (Farsça)

bezazet

  • Perişanlık, pejmürdelik. Kıyafetin düzgün ve intizamlı olmayışı.

bezha'

  • Göğsü dışarı çıkıp arkası içeri giren kadın.

bi / bî

  • Kelimenin başına getirilerek o kelime menfi yapılır.Misâlleri için, "BİA" kelimesinden sonraki kelimelere bakınız. (Farsça)

bi-kar / bî-kâr

  • Kârsız, işsiz kimse. Bekâr kişi. (Bekârlık, bikârların kârıdır. İşârât) (Farsça)

bi-lisan-il-arz

  • Arzın diliyle. Yeryüzünün lisân-ı hâliyle.

bi-ser ü pa / bî-ser ü pâ

  • Sefil ve perişan.

bid'akar / bid'akâr

  • Aslen dinde olmayıp sonradan ortaya çıkan zararlı şeyleri dine mal etmeye çalışan.

bid'akarane / bid'akârâne

  • Dine zarar verecek yeni âdetleri dine maletmeye çalışarak.

bid'atkarane / bid'atkârâne

  • Aslen dinde olmayıp sonradan ortaya çıkan ve dine zarar verici yeni âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışarak.

bil-imtisal

  • Uyarak, imtisal ederek.

bilaz

  • Kaçkın kimse.
  • Yemeği doyana kadar yiyen.
  • Kısa boylu adam.

bilfiil

  • Fiilen, çalışarak.

billiz

  • Kısa boylu adam.
  • Şişman kadın.

birader-i misali / birader-i misâlî / بِرَادَرِ مِثَالِي

  • Misal alemindeki kardeş.

birun / bîrûn / بيرون

  • Dışarı, hârici, dış. (Farsça)
  • Fazla. (Farsça)
  • Dış. (Farsça)
  • Dışarı. (Farsça)

bişpul

  • Pejmurde, perişan, dağınık. (Farsça)

bodur

  • Enine göre boyu kısa ve tıknaz olan.

buhter

  • Her şeyin esası, aslı.
  • Kısa boylu.

bühtür

  • Bodur, kısa boylu.

bühüvv

  • (Tekili: Behv) Misafirlere mahsus odalar.
  • Hayvanlar için yerin altına yapılmış ahırlar.

bukta

  • Perişan, pejmurde, dağınık, dökük saçık.
  • Cemaat, güruh, topluluk, kalabalık.

bülka

  • Kısa boylu.
  • Bir kuşun adı.

bün-i hisar / bün-i hisâr

  • Hisarın dibi.

burak-ı meşveret-i şer'iye

  • Şer'î meşveret bineği; şeriatın her türlü meselenin çözümünde esas aldığı istişare ve danışma kurulu.

burc

  • Muayyen bir şekil ve sûrete benzeyen sâbit yıldız kümesi.
  • Tek hisar kule, kale çıkıntısı.
  • Dünyaya göre güneşin döndüğü yerin onikide bir kadarı.

bürc

  • (Çoğulu: Bürûc-Ebrac) Hisar.
  • Yıldız.

burcas

  • Hedef. Yüksek bir yerde bulunan nişangâh.

bürcas

  • Havada ağaç başında olan nişan.

bürhan-ı nübüvvet

  • Peygamberliğin hak olduğunu isbat eden bürhan ve delil. (Bürhan-ı risalet de aynı mânâdadır.)

buruc

  • (Tekili: Burc) Burçlar, hisarlar, kuleler.

busat

  • (Tekili: Bisat) Bisatlar, döşekler, kilimler, minderler, keçe yaygıları.

buzra

  • Üst dudağın ortasından dışarı taşan et parçası.

büzürgane / büzürgâne

  • Büyük, ulu bir kimseye yakışacak sûrette. (Farsça)

büzuzet

  • Perişanlık, kıyafetsizlik, pejmürdelik, bezazet.

büzuzet-i hal / büzûzet-i hâl

  • Kıyafet pejmürdeliği, hâl perişanlığı.

c

  • Arabî ayların kısaltmalarında Cemaziyel Evvel ayının kısaltılmış hali.

ca'ber

  • (Çoğulu: Ceâbir) Kısa boylu kimse.

ca'sus / ca'sûs

  • (Çoğulu: Ceâsis) Kötü huylu, kısa boylu.

ca'zeri / ca'zerî

  • Kısa boylu, galiz, sitemkâr kimse.

çağatay

  • Cengiz Han'ın oğlu Çağatay Han'ın ismine nisbetle Mâvera-ün Nehr taraflarında oturan Doğu Türklerine ve edebî lisan olarak kullandıkları Doğu Türkçesine verilen isimdir.

cahder

  • Kısa boylu.

cahid

  • Mânen, kavlen, kalemen ve maddeten cihad eden. Mücâhid olan. Din düşmanı ile elinden geldiği kadar mânen, kavlen, kalemen ve maddeten cenkeden, vuruşan. Mümkün olduğu kadar gayretle çalışan. Kur'an ve İman hakikatlarının neşrinde çalışmak suretiyle mücahede eden.

cahif

  • Uykusunda dişini öttürmek.
  • Çok fazla hafiflik üzerine olmak.
  • Nefis, ruh.
  • İnsanın karnından çıkan ses.
  • Kısa.
  • Çok asker.

çal

  • İsimlere önden eklenip, onun daima hareket edip oynamakta olduğuna işaret ve delâlet eder. Meselâ: Çal-at : Durduğu yerde de hareket eden at.
  • Bir şeyi şiddetle kapmaya delâlet eder. Meselâ: Çal-yaka: Yakasından kapmak, şiddetle yakalamak.

çalak

  • Yerinde durmayan, çabuk, oynak. Dâima çalışan. Her bir hareketi çabuk olan. (Farsça)
  • Akıl ve ferâseti açık. (Farsça)

came-i hassa

  • Tar: Osmanlı padişahlarının verdikleri elbiselik kumaşlar.

cami-ül kelim

  • Vecize. Kısa olup çok mânaya gelen söz.

camiü'l-kelim / câmiü'l-kelim

  • Vecize, kısa olmasına rağmen çok mânâları içine alan söz söyleyen.

çar-balişt / çâr-bâlişt

  • Evvelce padişahların ve makamca büyük olanların üzerlerine oturdukları dört katlı şilte. (Farsça)
  • Dört unsur. (Farsça)

çar-erkan-ı cuvani / çar-erkân-ı cuvanî

  • Padişahın özel hizmetlerinde bulunan ve Enderun'un azamlarından olan dört kişi hakkında kullanılan bir tabirdir.

caub

  • Kısa adam.

çavuş

  • Vaktiyle divanlarda hükümdarların hizmetinde bulunan yaver veya muhzır gibi subaylara denilirdi. Tanzimattan evvelki Osmanlı saray teşkilatında çavuşlar, padişahın yaverleri ve çavuşbaşı mabeyn müşiri idi.
  • Onbaşıdan üstte ve assubaydan alttaki derecede olan asker.
  • İşçilerin b

cebbar-ı hodfuruş / cebbâr-ı hodfuruş

  • Kendini beğendirmeye çalışan zorba.

cebbarane

  • Cebbarcasına. Cebbar olana yakışacak tarzda.

cedeme

  • (Çoğulu: Cüdem) Yaramaz dişi koyun.
  • Kısa boylu erkek.

cediyye

  • (Çoğulu: Cedâyâ) Gövdeye yapışan kan.

çelebi

  • Efendi, kibar kimse.
  • Mevlâna postnişinine verilen ünvan.
  • Çelebi, Sultan Mehmed devrine kadar padişah oğullarına verilen ünvan idi.
  • Mevlânâ soyundan gelenlerle, mevlevilerin büyüklerine verilen ünvan.

celse-i hafife / celse-i hafîfe

  • İkinci secdeyi yapıp kıyâma kalkmadan önce olan kısa oturma.

cemal-i bi-misal / cemal-i bî-misal

  • Misâli, benzeri olmayan güzellik.

çemen

  • Yeşil ve kısa otlarla kaplı yer, çimen. Ağaç ve çiçekleri olan yeşillik, çayır.
  • Pastırmaya konulan bir çeşit ot.

cenadif

  • Şişman, kısa boylu kimse.

cercis

  • (A.S.) : (Circis) Taberi tarihine göre: İsâ Aleyhisselâmdan sonra gelmiş ve Filistinde yaşamış ve onun şeriatı ile amel etmiş olan bir peygamberdir. Yedi sene içersinde tebliğde bulunarak çok işkencelere maruz kalmış, müteaddid defalar öldürülmüş ve mu'cize ile dirilerek tekrar tebliğ vazifesine dev

cereyan-ı ahval

  • Hal ve durumların akışı, genel gidişatı.

cermüze

  • Sefer ve misafirlik. (Farsça)

cesed-i misali / cesed-i misalî

  • Maddi yapısı olmayan vücut, misalî beden.
  • Misalî ve lâtif bir cesed. Varlığı maddî olmayan fakat cinsinin cesedine benzeyen beden.

cevab-ı mucez / cevab-ı mûcez

  • Kısa ve özlü cevap.

cevab-ı savab

  • İsabetli ve doğru cevap.

çevik çalak

  • Tez, hareketli, çalışan. Yerinde durmayıp hareket eden.

ceyder

  • Kısa boylu.

ci'zare

  • Kısa boylu tıknaz kimse.

cif

  • ing. Bir malın fiyatına, nakliye ve sigorta ücretinin de katılmış olduğunu gösteren bir kısaltma.

cifir

  • Harflere verilen sayı kıymetiyle ibarelerden geçmişe veya geleceğe ait işâretler çıkarmak, tarih düşürmek.

cifr

  • (Cefr) Harflere verilen sayı kıymeti ile, geleceğe veya geçen hâdiselere, ibarelerden tarih veya isme dâir işaretler çıkarmak ilmidir.

cihan-cuy

  • Dünyaya hâkim olmaya çalışan sultan, hükümdar. (Farsça)

cihan-salar / cihan-sâlâr

  • Cihanın başkanı, büyüğü ve kumandanı olan, padişah. (Farsça)

cihan-sitan

  • Cihanı zapteden. Padişah, hükümdar. (Farsça)

cimri

  • Hasis, varyemez, pinti. Elindeki mal veya parayı harcayamıyan ve türlü sıkıntılara katlanarak daha çok biriktirmeye çalışan kimse. Cimrilik, müsriflik (savurganlık) gibi İslâmda kötü huy olarak bilinir. Cömertlik ve tutumluluk ise övünülen ahlâkî vasıflardandır. Cömertlikte de ölçülü olmak tavsiye e (Farsça)

cinab

  • Hayvanlara vurulan damga ve nişan.

circis / circîs

  • Îsâ aleyhisselâmdan sonra gönderildiği rivâyet edilen peygamber veya velî. Şam diyârında ve Filistin'de yaşadı. Îsâ aleyhisselâmın dîninin hükümlerini insanlara bildirdi.

cirit

  • Düşmana atılmak üzere yapılmış ucu demirli, sert tahtadan kısa mızrak. Sulh zamanlarında talim mahiyetinde yapılan karşılaşmalara cirit oyunu denirdi. Türklerin makbul bir sporu idi.

coğrafya

  • Yeryüzünün şimdiki hâlini çeşitli cihetlerden inceleyen ilim. Bölümlerinden olan Fizikî Coğrafyada: Karalarla denizlerin durumları ve iklimleri;İktisadî Coğrafyada: Toprak mahsulleri, sanayi ve ticaret işleri;Siyasî Coğrafyada: Irk, dil, millet hususiyetleri ve devlet sınırları anlatılır.Bunlardan b

cu

  • Custen fiilinin emir kökü. Gelecek misâlde olduğu gibi birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

cu'bub

  • (Çoğulu: Ceâbib) Fitil ucu.
  • Çirkin ve kısa boylu adam.

cu'l

  • Ücret, mukabil, karşılık.
  • Ayak kirası.
  • Padişahın etbâından aldığı mal.

cu'şum

  • Galiz, kısa boylu adam.

cu'şuş

  • (Çoğulu: Ceâşiş) Kötü huylu, kısa boylu.

cüddet

  • (Çoğulu: Cüded) Dağ arasındaki yol.
  • Şekil, tarz, işaret.
  • Çizgi.

cüdera'

  • (Tekili: Cedir) Yakışanlar. Lâyık olanlar, liyâkat sahibi olanlar.

cülus

  • Oturuş. Oturma.
  • Padişahın taht'a oturması.

cülus-u hümayun / cülus-u hümâyun / cülûs-u hümayun

  • Padişahın taht'a oturma merâsimi.
  • Padişahın tahta çıkışı.

cülusiyye

  • Taht'a çıkan hükümdarlar veya padişâhlar için yazılmış yazı veya söylenmiş şiir.
  • Hükümdarın tahta çıktığı ilk gün verdiği bahşiş.

cümle-i cezaiye / cümle-i cezâiye

  • Şart cümlesinin ikinci kısmı. Misâl: "Eğer lügatı rehber edinirsen, kelimelerin mânasını anlarsın" cümlesindeki "kelimelerin mânasını anlarsın" cümlesi, cümle-i cezâiyedir.

cümle-i vecize / cümle-i vecîze

  • Kısa ve öz söz.

cürd

  • Tüysüz, kılsız.
  • Cilt hastası (deve).
  • Tüyleri kısa olan (at).
  • Bitki örtüsü olmayan (arazi).
  • Piyâdesiz (süvâri).

cürsun

  • Üzerine binâ yapmak için duvardan dışarı uzattıkları ağaç.

cüşüm

  • Kısa boylu, tıknaz kimse.

dabi'

  • Yere yapışan, yere yapışıcı.

dabir

  • Arka, kök, nihâyet. Son, âhir.
  • Bir nişandan geçen ok.

daci'

  • İşlerinde kısaltan.
  • Yatak arkadaşı.

dafen

  • Kısa boylu, ahmak adam.
  • İri gövdeli ahmak kimse.

dağ / dâğ / داغ

  • Yara. (Farsça)
  • Kızgın demirle vurulmuş işaret. (Farsça)

dağ-dar / dâğ-dâr

  • Kızgın demirle nişanlanmış, dağlanmış.
  • Pek müteessir, çok üzgün.

dag-zen

  • Damga vuran, nişan koyan. (Farsça)
  • Kalb kıran, gönül kıran. (Farsça)

dağdar

  • Pek acıklı, üzüntülü. (Farsça)
  • Gönlü yaralı. (Farsça)
  • Kızgın demirle nişan vurulu. Damgalı. (Farsça)

dahdah

  • Kısa boylu adam.

dahil / dahîl

  • İçerdeki yabancı; bir şeye sonradan gelip giren, dışarıdan giren.

dahilden harice

  • İçten dışa.

dakdak

  • (Çoğulu: Dakâdık) Kısa boylu ve katı yürüyen kişi.

dakik ve amik işarat / dakik ve amîk işârât

  • İnce ve derin işaretler, belirtiler.

dalif

  • (Çoğulu: Düllef) Nişandan öteye düşen ok.
  • Ağır yük getirip adımlarını birbirine yakın atan adam.

dalkavuk

  • Menfaati için hoş görünmeye çalışan, yağcılık ve soytarılık eden.

dall bi'l-işare / dâll bi'l-işâre

  • İşaretle delâlet etme. Sözün işaretle mânâya delâlet etmesi.

dall-i bi-l fehva / dâll-i bi-l fehvâ

  • (Dâllibilfehvâ) Fık: Söylenen sözün veya ifâdelerin hülâsasından çıkan mânaya göre delil ve işaret olmak.

dall-i bi-l işare

  • (Dâllibilişâre) Sözdeki mânanın işâretine göre delil olmak. Üç nevi delâletten biri ile sevkedildiği mânanın gayrisine yâni; söylenince maksud-u asli olmayan bir mânaya delâlet eden lâfızdır. Meselâ: "Cenab-ı Hak bey'i helâl, ribâyı haram kılmıştır." ibâresi, bey', yani alış-veriş ile ribâ (fâiz) ar

dallün bi'l-işaret / dâllün bi'l-işaret

  • İşaret yoluyla gösteren.

damen-gir

  • Eteğe yapışan, etek tutan. (Farsça)
  • Dâvacı, hasım, şikâyetçi. (Farsça)

damga

  • Bir şeyin üzerine işaret veya alâmet koymak.
  • İşaret vurulan âlet. Mühür.
  • İşaret, bellik.

danişmend

  • (Çoğulu: Dânişmendân) Bilgili, ilimli. (Farsça)
  • Tanzimattan evvel, kadıların yanında stajyer olarak çalışan kimseler için kullanılan bir tâbirdi. (Farsça)

darb-ı mesel

  • Misâl olarak söylenen meşhur söz. Bir hâdiseye binaen söylenen hikmetli söz. Ata sözü.

daru-berd

  • Debdebe, ihtişam. (Farsça)

daverane / dâverâne

  • Doğruluk ve adaleti seven bir büyüğe yakışacak tarzda. (Farsça)
  • Hâkim ve vezirle alâkalı olan. (Farsça)

dayf

  • (Çoğulu: Ezyâf-Zuyuf-Zayfân) Misafir.
  • Meyletmek, yönelmek.

dayfen

  • Misafiriyle gelen kişi.

deccal / deccâl

  • Kıyamet kopmadan önce gelen, İslâmı kaldırmaya çalışan, dinlere savaş açan yalancı ve aldatıcı kimse.
  • Kıyâmetin büyük alâmetlerinden biri. Kıyâmete yakın çıkacağı bildirilen ve Îsâ aleyhisselâm ile hazret-i Mehdî tarafından öldürülecek olan zâlim.
  • Kıyametten az önce çıkacak, insanlardan bir kısmını sapıtacak ve daha sonra Hz. İsa tarafından öldürülecek olan şahıs.
  • Kıyametten önce ortaya çıkarak yandaşlarıyla birlikte dini yıkmaya çalışan azgın kimse.

decucat

  • Ayakları kısacık dişi deve.

def'i / def'î

  • Birdenbire, kısa zamanda gerçekleşme.

def-i tabii / def-i tabiî

  • Bünyede ve içte olan şeyi, fıtrî ve normal şekilde dışarı atmak.

dehles

  • Kısa boylu kimse.

dehy

  • Kişinin fikir ve ferâsetinin isabetli ve doğru olması.

delail / delâil

  • Deliller, işaretler.

delail ve emarat-ı haşriye / delâil ve emârât-ı haşriye

  • Haşre ait deliller ve işaretler.

delalat / delâlât

  • Deliller, işaretler.

delalet / delâlet

  • Delil olmak. Yol göstermek. Kılavuzluk. Doğru yolu bulmakta insanlara yardım etmek.
  • İşaret.
  • İşâret etmek, göstermek. Doğru yolu gösterme.
  • Bir lafzın (sözün) bir mânâyı (anlamı) ifâde etmesi, göstermesi.

delalet eden / delâlet eden

  • Delil olan, işaret eden.

delalet etme / delâlet etme

  • Delil olma, işaret etme.

delalet etmek / delâlet etmek

  • İşaret etmek, göstermek.

delalet-i hal / delâlet-i hal

  • Hâl ve hareketlerin işareti, delil olması.

delalet-i iltizamiye / delâlet-i iltizamiye

  • Bir lâfzın vazolunduğu mânânın lâzımına zorunlu olarak işaret etmesi. Meselâ "ilâh" sözü zorunlu olarak "doğmamış, doğurmamış" mânâsına işaret eder.

delalet-i zımni ve işari / delâlet-i zımnî ve işârî

  • Örtülü ve gizli işaretle bir mânâyı gösterme.

delaletçe / delâletçe

  • İşaret olarak, gösterdiği mânâ olarak.

delaletiyle / delâletiyle

  • İşaretiyle, deliliyle.

delil

  • İşaret, alâmet; kendisine, doğru bir bakış açısıyla bakıldığında istenilen hedefe ulaştıran şey.

demim

  • Çirkin ve kısa boylu kimse.

denen

  • Bir kişinin belinin bükülüp eğri olması.
  • Kolları çok kısa olmak.
  • Hayvanların ayakları kısa ve göğüsleri yere yakın olması.

der-beder

  • Serseri, kapı kapı dolaşan. (Farsça)
  • Dağınık, perişan. (Farsça)

deres

  • Nişanın belirsiz olması.
  • Kaftanın eskimesi.
  • Evin köhne olması.

dergah / dergâh

  • (Der-geh) Cenab-ı Hakk'a ibadet edilen yer. (Farsça)
  • Büyük bir huzura girilecek kapı. Kapı. Padişahların kapısı. (Farsça)
  • Şeyhlerin tekkesi. (Farsça)

dergah-ı ali / dergâh-ı âlî

  • Padişah kapısı. Yüksek dergâh.

desatir-i fıtrat / desâtir-i fıtrat

  • Fıtrata, yaratılışa ait düsturlar, prensipler.

dest-suze

  • Nişanlı kız. (Farsça)

destar-ı hümayun

  • Pâdişah sarığı.

devderi / devderî

  • Kısa boylu cariye.

devlet

  • Sınırları belli olan bir memleketin sahibi olan insanların kurduğu siyasî, hukukî, idarî mahiyetteki merkezî teşkilât. Devlet, teşekkül tarzı, takip ettiği esas siyaset, temsil ettiği hâkimiyet ve iktidarın mahiyeti bakımından çeşitlere ayrılır:1- Kapitalist Devlet: İktisadî siyasete, şahsî mülkiyet

devlet-meab

  • Devletin saadet ve ihtişamının sığınacağı yer, hükümdar.

devletlü utufetlü

  • Vezirlere, müşirlere, padişah damatlarına verilen ünvan.

devr-i fetret

  • Fetret devri; Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasında geçen peygamber gönderilmeyen zaman dilimi.

devr-i kasır

  • (Devre-i kasire) Fiz: Kısa devre.

dı'zabe

  • Kısa boylu ve eti çok olan kimse.

dıhl

  • Kısa boylu, tıknaz kimse.

dıhle

  • Bir kişinin her işine karışan has adamı.

dıhvenne

  • Habis kimse.
  • Semiz kısa boylu, tıknaz kişi.

dil

  • t. Lisan, zeban.
  • Ağızdaki tat alma duygusu ve konuşma uzvu.
  • İnsanların konuştukları lehçelerin her birisi. Lügat.
  • Muhtelif âlât ve edevâtın uzunca ve yassı, ekseriya oynak kısımları.
  • Coğ: Denizin içine uzanmış üstü düz mumluk, uzunca kara parçası.
  • Mc:

din-i isa / din-i isâ

  • Hz. İsâ'nın dini.

dindarane

  • Dindar bir kimseye yakışacak tarzda.

dinnabe

  • Kısa boylu kimse.

dinname

  • Kısa boylu.

dinneme

  • Kısa boylu.

dirayet tefsiri / dirâyet tefsîri

  • Resûlullah'tan sallallahü aleyhi ve sellem gelen rivâyetler (açıklamalar) esas alınarak, Kur'ân-ı kerîmin lisan bilgilerine ve zamanın fen bilgilerine, aklî ilimlere göre yapılan açıklaması. Bu tefsîre ma'kul, re'y tefsîri ve te'vîl de denir.

direktif

  • Üst makamlardan, tutulacak yol üzerine verilen emirlerin tümü, hepsi. Talimat, emir. Nasıl, ne şekil olacağına çalışacağına dair emir. (Fransızca)

dırriz

  • Bahil kimse.
  • Kısa boylu, âdi kadın.

divan / dîvân / دیوان

  • Meclis. (Arapça)
  • Padişah meclisi. (Arapça)
  • Şairin şiirlerinin bir araya getirildiği eser. (Arapça)

divan-ı hümayun / divan-ı hümâyun

  • Halkın dâva ve şikâyetlerinin dinlenip halledildiği, devlet meselelerinin görüldüğü padişah huzuru. Bu mecliste; sadrazam, şeyh-ül İslâm, kazaskerler, defterdarlar ve sair büyük devlet ricali bulunurdu. (Farsça)

dü'bub

  • Zayıf nesne.
  • Çirkin huylu, kısa boylu kimse.
  • Kolay yol.
  • Uzun at.
  • Karınca nevinden bir nev.
  • Hububattan bir cins.

duhan

  • Duman. Tütün.
  • Kur'an-ı Kerim'in 44. suresinin adı.
  • Mc: Gaflet ve dalâlet dumanı ki, hakikatların görünmesine mâni olur. Arap lisanında galib olan şerre, duhan tesmiye ederler.
  • Kıtlık ve kuraklık.

düm-çe

  • Kısa kuyruk, kuyrukçuk. (Farsça)

dürr-i misal / dürr-i misâl

  • Misâlin incisi. İnci misâlinde, misâlin parlağı. (Farsça)

düsur

  • Mahvolma. Eseri kalmama. Ortadan kalkma. Nişanı belirsiz olma.
  • Kaftan eskime.
  • Ev köhne olma.

düsür

  • (Tekili: Disar) Perçinler, halatlar, kenetler. Geminin tahtalarını birbirine bağlayan rabıtalar.
  • (Tekili: Disar) Üste giyilen kaftanlar, elbiseler.
  • Yatak çarşafları.

ebabil kuşları / ebâbîl kuşları

  • Kâbe'yi yıkmaya gelen Yemen vâlisi Ebrehe'yi ve ordusunu Allahü teâlânın izni ve emriyle perişân eden kuşlar (kırlangıçlar).

ebced / ابجد

  • Sayısal değer verilmiş arap alfabesi. (Arapça)

ebil-ül ebilin / ebil-ül ebilîn

  • İsa Peygamber (Aleyhisselâm)

ebu iyaz seleme bin amr bin el ekva / ebu iyaz seleme bin amr bin el ekvâ

  • Biat-ı Rıdvanda hazır bulunan, gayet cesur, nişancı, hamiyetperver bir sahabedir. 77 hadis-i şerif rivayet etmiştir. Hicrî 74 tarihinde, 80 yaşında iken Medine-i Münevvere'de vefat etmiştir. (R.A.)

ebu-t-turab

  • Hz. Alinin (R.A.) bir lâkabı. (Bu isim Hz. Ali Radiyallahu anh, toprak üzerine oturduğu veya yattığından dolayı tevâzuuna işareten Peygamber Efendimiz (A.S.M.) tarafından verilmiştir.)

ecir / ecîr

  • Ücretle çalışan, nefsini kiraya veren. Gündelikçi.
  • Bir işi yapmak için kendi kuvvetini veya san'atını kirâya veren, çalışan kimse, işçi.
  • Ücretle çalışan, ücretli işçi.
  • Ücretle çalışan.

ecla'

  • Dudakları kısa olup dişlerini tamamen örtmeyen.

ecred

  • Tüysüz adam, köse. Genç.
  • Çorak, otsuz yer. Bir şey yetişmeyen arazi.
  • Tüyü yumuşak ve kısa olan at.

edille

  • (Tekili: Delil) Deliller, işaretler. Alâmetler. Rehberler. İsbat vasıtaları.

ednef

  • Burnu kısa olan adam.

ef'al-i icadiye / ef'âl-i icadiye

  • Yaratılışa ait fiiller.

efkar-ı saibe / efkâr-ı saibe

  • İsabetli görüşler, doğru düşünceler.

efradını cami ağyarını mani / efradını câmi ağyârını mani

  • Kendisine ait olanları toplayan, olmayanları dışarda bırakan.

efser

  • Tâc. Padişah tâcı. (Farsça)

ehdaf

  • (Tekili: Hedef) Hedefler, nişan alınan yerler.
  • Yüksek yerler.
  • Meramlar, talebler, arzular, istekler, gayeler, maksadlar, kasıtlar.

ehl-i bid'a

  • Dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar.

ehl-i bid'a ve ilhad / ehl-i bid'a ve ilhâd

  • Dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar ve inkârcılar.

ehl-i bid'a ve mülhid

  • Dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı şeyleri dine mal etmeye çalışanlar ve dinsizler.

ehl-i dalalet ve bid'a / ehl-i dalâlet ve bid'a

  • Dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışan, doğru ve hak yoldan sapmış olanlar.

ehl-i dalalet ve ilhad / ehl-i dalâlet ve ilhad

  • Doğru ve hak yoldan sapan, insanları da saptırmaya çalışan sapık kimseler.

ehl-i fetret

  • Hz. İsâ (a.s.) ile Hz. Muhammed'in (a.s.m.) devirleri arasında vahiysiz geçen zaman diliminde yaşayanlar.

ehl-i ihtisas

  • İhtisas sahibi olan kimseler. Bu kişiler yalnız kendi meslekleriyle uğraşırlar, çeşitli meslek ve meselelerle fikirlerini dağıtmazlar.

ehl-i işarat / ehl-i işârât

  • Çeşitli ifadeler ile geleceğe dair bazı haberleri dolaylı işaretler yoluyla aktaran âlimler.

ehl-i kitab / ehl-i kitâb

  • Hazret-i Îsâ veya Mûsâ aleyhimesselâmdan birine ve bunlara gönderilen kitâblara inanan kâfirler, yahûdîler ve hıristiyanlar.

ehl-i vukuf / ehl-i vukûf

  • Bir mes'ele hakkında ihtisâs ve bilgi sâhibi olan, bilirkişi.

eimme-i isna aşer / eimme-i isnâ aşer

  • On iki imâm. Silsile-i sâdâttan olup müceddit olan imâmlar hakkındaki bir tâbirdir. Bu zâtlar esasât-ı İslâmiye ve hakaik-i Kur'âniye ve imâniyenin, dini esasların ve şeriatın muhafazasına çalışan, saltanat işlerine karışmayan mânevi riyâset ve ilim sahibi şahsiyetlerdir.

ekanim-i selase / ekânim-i selâse

  • Hıristiyanların baba, oğul ve Ruhu'l-Kudüs'ten oluştuğuna inandıkları Allah. Allah, İsa, Ruhu'l-Kudüs üçlüsü.

ekasır

  • (Tekili: Akser) En kısalar, pek kısalar.

ekasire

  • (Tekili: Kisrâ) Kisralar, şahlar. Eski Acem padişahları.

ekmelane / ekmelâne

  • Ekmel olana yakışacak şekilde.

ekonomi

  • yun. İktisad. Tutum. Geliri gideri hesaplıyarak lüzumsuz masrafı bırakıp artırmağa çalışmak. Ölçülü ve idâreli harcamak. İnsanların sınırsız olan ihtiyaçlarıyla bunları sağlamaya yarayacak sınırlı imkân ve vasıtalar arasında mümkün olan azami uygunluğu temin için (sağlamak için) yapılan çalışma ve f

ekremane

  • Ekremce, ekrem olana yakışacak şekilde. Çok elaçıklığıyle, cömertlikle.

eksper

  • Uzun tecrübe neticesi bir sahada ihtisas kazanan, meleke sahibi olan kimse. (Fransızca)

ektad

  • Cemaatler, topluluklar, kalabalıklar, bölükler, takımlar.
  • Misaller, temsiller, örnekler.

el-fatiha

  • Kur'ân-ı Kerim'in birinci suresinin adı olup bu sureyi okumaya işâret için söylenir.

el-hakku ya'lu / el-hakku ya'lû

  • Hak gâlib ve yüksektir, meâlindedir. Bu mâna, bir Hadis-i Şerife işaret eder.

elass

  • Sık dişli.
  • Çenesi kulaklarına yakın olup boynu kısa olan.

elastik

  • Esnek, toplanıp çekilir, uzayıp kısalan. (Fransızca)

eledd

  • Sert çarpışan kimse. Metin.
  • Hakkı kabul etmeyen, inatçı adam.

elest

  • Rabbiniz değil miyim? (meâlinde olan âyet-i kerimenin kısaltılmış işaretidir.)

elhamdü-lillah

  • Kısaca meali: Her ne kadar hamd ve şükür varsa, ezelden ebede ve kimden kime olursa olsun hepsi Allah'a mahsustur. İman, şükür, hamd, memnuniyet ifâde eden bir deyimdir.

elhasıl / elhâsıl

  • Hasılı, sözün özü, kelâmın lübbü, neticesi, kısası, kısacası. Hülasa-i kelâm, netice-i kelâm, filcümle.
  • Kısacası, özetle.

elif / elîf

  • Alışan, alışkın.

elkıssa / القصه

  • Sözün kısası, sözden anlaşıldığına göre, hülâsa.
  • Kısacası, sonuç olarak. (Arapça)

elsine / السنه

  • (Tekili: Lisan) Diller. Lisanlar.
  • Lisânlar, diller.
  • Lisanlar, diller.
  • Diller, lisanlar. (Arapça)

elsine-i garbiyye

  • Batı dilleri, garb lisanları.

elsine-i mahsusa

  • Özel lisânlar; kendilerine ait özel diller.

elsine-i selase / elsine-i selâse

  • Üç lisan. Türkçe, Arapça ve Farsça.

elsine-i terkibiye

  • Birbirine eklenen kelimelerle konuşulan diller. Terkibli ifâdesi çok olan, Arabçaya uymayan lisanların hususiyeti. (Arabî Lisanına "Tasrifî" denilir. Çünkü aynı kökten kelimeler rahatlıkla yapılmaktadır. Arabçaya bu hususta yetişen başka bir lisan yoktur.)

eluke

  • Risalet.

elvah-ı misali / elvâh-ı misâli

  • Misâlî levhalar, mânevî kopyalama tabloları.

eman / emân

  • Korkusuzluk, emniyet, güven.
  • Bir kimseye veya düşmana; söz, işâret veya yazı ile, mal ve can güvenliğinin emniyet (güven) altında olduğunu bildirme.
  • Müslüman olmayan bir kimsenin İslâm memleketine girmesi için kendisine verilen müsâade, izin.

emarat / emârât / امارات

  • Emareler, nişanlar, işaretler, ip uçları.
  • İşaretler.
  • İşaretler, belirtiler. (Arapça)

emarat-ı haşr / emârât-ı haşr

  • Haşrin belirtileri, işaretleri.

emare / emâre / اماره

  • Alâmet, işaret, nişan, iz, ip ucu, belirti.
  • İşaret, belirti. (Arapça)

emare-i hadsiye / emâre-i hadsiye

  • Bir anda neticeye ulaştıran işaret.

emare-i kaviye

  • Güçlü ve sağlam işaret.

emare-i rıza

  • Hoşnutluğun işareti.

emare-i tevfik-i ilahi / emâre-i tevfik-i ilâhî

  • Allah tarafından gönderilen yardımın işareti.

emir ve irade

  • Allah'ın yaratılışa dair emir ve dilemeleri.

emr-i tekvini / emr-i tekvinî

  • Yaradılışa ait İlâhi kanun ve nizam. Tekvine dair işler, hâdiseler, maddeler. Fıtri kanunlar ve Âdetullahın tazammun ettiği emirler.

emsal / emsâl

  • (Tekili: Misâl) Denk. Benzer. Yaşları birbiriyle aynı olanlar.
  • Mat: Kat sayı.
  • (Mesel) Kıssalar, hikâyeler, romanlar, masallar, destanlar.
  • Misaller, eşler, benzerler.

emsel

  • (Tekili: Misil) İmtisale şayan olan. Tam benzer. Efdal, ekrem ve eşref olan.

emsile

  • (Tekili: Misâl) Misaller. Örnekler.
  • Arapçada fiil tasrifini gösteren kitap.
  • Misâller, örnekler.
  • Misaller, örnekler.
  • Misaller, örnekler.

enadid

  • Perişan, saçılmış, dağılmış, pejmürde şeyler. Perakende.

enbahun

  • Sağlam, metin, muhkem, tahkim edilmiş yer. (Farsça)
  • Hisar, kale. (Farsça)

enbiya-yı izam / enbiya-yı izâm

  • Büyük pemgamberler; Âdem (a.s.), Nuh (a.s.), İbrahim (a.s.), Mûsâ (a.s.),Îsâ (a.s.), ve Hz. Muhammed (a.s.m.).

enmuzec

  • Nümune, misâl, örnek.

entimem

  • yun. Man: Mantıkta kısaltılmış kıyas şekli. Öncül veya had denilen ve bilinen kaziyelerden biri söylenmeden sonuca varmak. Örnek: (Orucu bozdu, o halde 61 gün keffareten oruç tutması gerekir.) Burada hadlerden biri (Orucu bozan, 61 gün keffareten oruç tutar), kaziyesi biliniyor kabul edilerek söylen

enuşe

  • Hoş, mes'ut, saadetli. (Farsça)
  • Genç padişah. (Farsça)
  • şarab, içki. (Farsça)

enva-ı işarat-ı gaybiye / envâ-ı işârât-ı gaybiye

  • Gaybî işaretlerin çeşitleri.

envar-ı resail / envâr-ı resâil

  • Risalelerin nurları.

eraciz

  • (Tekili: Ürcuze) Mısraları kafiyeli, kısa vezinli şiirler, kasideler.

erike

  • Taht. Padişahın tahtı.
  • Oturulacak yer. Koltuk.

erike-ara / erike-ârâ

  • Tahtı güzelleştiren, süsleyen (Padişah.) (Farsça)

erike-pira / erike-pirâ

  • Tahtı süsleyen, pâdişah. (Farsça)

erkam

  • Rakamlar. Sayı işaretleri.
  • Yazılar.

eş'iya

  • (A.S.) Beni-İsrail peygamberlerindendir. (M.Ö. 759-700) tarihlerine kadar Beni-İsrail arasında peygamberlik yapmış, birçok mucizeler göstermiştir. Zamanının padişahı tarafından takib ettirilerek bir ağaç oyuğunda gizli olduğu halde, ağaçla beraber biçki ile kesilerek şehid edilmiştir. 66 babdan ibar

eser

  • Nişan, alâmet. Çoğulu âsârdır.
  • Haber, hadîs-i şerîf, Eshâb-ı kirâm ve tâbiîne âit iş, söz ve takrirler yâni görüp de mâni olmadıkları hususlar.

eser-i kast ve şuur

  • Bilerek, isteyerek ve şuurlu bir şekilde yapılmanın izi, işareti.

eshab-ı fil / eshâb-ı fîl

  • Peygamber efendimizin doğmasına yaklaşık iki ay kala Kâbe'yi yıkmak için Mekke yakınlarına kadar gelen, fakat Allahü teâlânın gönderdiği Ebâbîl kuşlarının üzerlerine bıraktıkları mercimek büyüklüğündeki taşlarla perişân olan Ebrehe ve içinde bir çok fillerin de bulunduğu ordu.

eshab-ı kehf / eshâb-ı kehf

  • Mağara arkadaşları; Îsâ aleyhisselâmdan sonra din düşmanları her tarafı kapladığı bir zamanda, dinlerini korumak için her şeylerini terk edip, hicret eden ve Efsûs (Tarsus)'daki mağarada bulunan yedi kişi ile Kıtmîr adındaki köpekleri. Kur'ân-ı kerîm de Kehf sûresinde kıssaları uzun bildirilmektedir

eshab-ı tahric / eshâb-ı tahrîc

  • Hanefî mezhebinde, kısa bildirilmiş olup, iki türlü anlaşılabilen hükümleri açıklayarak bir mânâsını seçen dördüncü tabaka âlimleri.

eşhar

  • Kalye taşı denilen radyom hamızı. (Farsça)
  • Nişadır. (Farsça)

eşrat

  • Nişanlar. Alâmetler. şartlar.

eşratü's-saat / eşrâtü's-sâat

  • Kıyamet alâmetleri; kıyamet alâmetlerinin anlatıldığı ve yorumlandığı risale olan Beşinci Şua.

esvar

  • (Tekili: Sur) Surlar, hisarlar, kaleler, kal'alar.
  • Ziyafetler, şölenler.

etave

  • Gelmiş, geçmiş, gelen, misafir, garib, gariban, kimsesiz, biçare.

evamir-i tekviniye-i ilahiye / evâmir-i tekvîniye-i ilâhiye

  • Allah'ın yaratılışa âit emirleri.

evkaf-ı hümayun

  • Tar: Padişahların ve onlara mensub olan kişilerin bıraktıkları vakıflar.

evkas

  • Boynu kısa olan.

evliya

  • (Tekili: Veli) Veliler. Nefsine değil, dâimâ Cenab-ı Hakk'ın rızâsına tâbi olmağa çalışan, ibâdet ve taatta, takvâ ve riyâzatda çok yüksek mertebelere ulaşıp Allahın (C.C.) mahbubu ve karibi olan büyük ve ender zâtlar.

evra

  • Hisar, kal'a, kale. (Farsça)

evreng-zib

  • Tahtı süsleyen. Hükümdar, padişah. (Farsça)

evzar

  • (Tekili: Vizr) Ağırlıklar. Yükler.
  • Mc: Günahlar.
  • (Vezer) Kal'alar, kaleler, hisarlar, sığınılacak yerler.
  • Üstünlükler, galebeler.
  • Dağlar.

eysar

  • Çadır eteğini kazığa bağlamakta kullanılan kısa ipler.
  • Ot.

eyvallah

  • Bir kısım müslümanlar arasında tasdik işareti veya yemin ifade eden bir tâbirdir. Bazan Allaha ısmarladık yerine söyliyenler de vardır. Fakat makbul olanı; ayrılırken de buluşurken de selâmlaşmaktır ve bu sünnet-i seniyyedir.

eyvan-ı kisra

  • Dicle Nehri kenarında sol tarafta Medâyin şehrinde yıkıntıları bulunan eski İran (Acem) Padişahına mahsus bir saray. Bu saray, Peygamberimizin (A.S.M.) doğduğu gece çatlamıştır.

ez'aki / ez'akî

  • Kısa boylu ve kötü olan adam. Kötülük yapan kimse.

ezeb

  • Leim kimse.
  • Kısa boylu.

ezyaf

  • (Tekili: Zıyf) Misafirler. Mihmanlar.

fa'al

  • (Mübalâgalı ism-i fâil) Çok işleyen ve çalışan. Durmayıp işleyen. Çalışkan. Devamlı iş yapan.

fa'alane / fa'alâne

  • Hiç durmazcasına çalışarak. Daima çalışır surette. (Farsça)

fahimane / fahimâne

  • İtibar ve nüfuz sahibi kimseye yakışır şekilde, fahim olana yakışacak surette. (Farsça)

fahşa

  • Büyük günahlar. Çirkinlikler. Zina gibi şehevâta tâbi olmakta ifrat ile alâkadar olan günahlardır ki, lisanımızda fuhşiyat tâbir olunur. Ve bunlar, insanların en çirkin hâlleridir.

fakir

  • Aslî (temel) ihtiyâçlarından başka nisâb miktârı (dînen zengin sayılacak kadar) malı olmayan.
  • Tasavvufta fakir: Derviş. Her zaman her işte yalnız Allahü teâlâya muhtaç olduğunu bilen, bütün ihtiyaçlarını hep Allahü teâlâya arz eden.

fakirane / fakirâne

  • Fakir bir kimseye yakışacak surette. Fakircesine. (Farsça)

fakülte

  • (Faculty) Üniversitelerin, ihtisas mevzuu bakımından ayrılmış kollarından her biri. (Fransızca)
  • Hassa, meleke, iktidar. Kabiliyet, kuvvet. (Fransızca)

fal-i hayır / fâl-i hayır

  • İyi alâmet ve işaret.

fal-i hayr / fâl-i hayr

  • İyi alâmet ve işaret. Uğur.
  • İyi hâl, iyi alâmet ve işaret.

falic

  • Felce uğramış.
  • Vücudun bir kısmını veya her tarafını tutmaz hale koyan hastalık.
  • İsabeti çok olan ok.

fani

  • Muvakkat, kaybolan, gelip geçici, devamlı olmayan, misâfir.

farat

  • Öne çıkan, geçen.
  • Issız yerlerde konan nişan ve işaret.
  • Kervan halkından önce su yerine varıp sakalık eden kimse.

fart

  • İfrat, çok aşırı olmak. Aşırılık.
  • Acele etmek ve ansızın gelmek.
  • Yollara alamet olarak konulan işâret.

fasid daire / fâsid daire

  • Man: A yı B ile, B yi A ile ispat etmek. Bir düşünceyi isbat etmek için isbat edilmemiş başka bir düşünceyi delil olarak kullanmak ve bunu da isbat için isbatı istenen ilk düşünceyi doğru sayıp buna delil diye kullanmak. Yani isbat edilen ile isbat edeni birbirine delil saymak olup isabetsizdir.

fasil / fasîl

  • (Çoğulu: Fisâl-Fuslân)
  • Hâkim.
  • Kale duvarından kısa duvar.
  • Deve yavrusu.

fasıla-i saltanat / fâsıla-i saltanat

  • Yıldırım Bayezid'in Ankara savaşında Timur'a esir düşmesinden, Çelebi Mehmed'in pâdişah olmasına kadar geçen zaman.

fatih sultan mehmed han / fâtih sultan mehmed han

  • (1432 - 1481) En meşhur Osmanlı Padişahlarındandır. ll. Murat Han'ın oğlu ve ll. Bayezid Han'ın babası ve 7. pâdişahtır. Edirne'de doğmuş ve Gebze'de vefat etmiştir. Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) medhine mazhar olmuştur. Peygamberimiz "İstanbul mutlak fetholunacaktır." müjdesini vermişti ve onu feth ede

fatımiler / fâtımîler

  • Aslen mecûsî olan Meymûn el-Kaddah'ın neslinden gelen Ubeydullah bin Sa'îd'in etrâfında toplanan, kendilerinin hazret-i Fâtıma'nın neslinden geldiklerini iddiâ eden; Mısır, Kuzey Afrika, Filistin ve Sûriye'de 910-1171 seneleri arasında hüküm süren, Eshâb-ı kirâm düşmanlığını yaymaya çalışan hânedân

favina / favîna

  • Ud-us salib dedikleri nesne ki iki sınıftır; biri erkek olup uzundur, biri dişidir ki ondan kısa olur ve ikisi de kafasızdır.

fazail-simat

  • Alâmet ve işaretleri faziletten ibaret olan.

faziletfüruş

  • Kendini faziletli göstermeğe çalışan. Fazilet satan. (Farsça)

fecr-i kazip / fecr-i kâzip

  • Yalancı fecir, tan yeri ağarmadan önce kısa bir müddet beliren geçici aydınlık.

fedakarane / fedakârane

  • Canını ve herşeyini feda eder derecesinde. Her türlü eziyet ve zahmetlere göğüs gererek, dâvası uğruna sebat edene yakışacak surette. (Farsça)

fedn

  • Kısaltmak.

fehm-i kàsır

  • Kısa anlayış.

feletat

  • Lisanın döküntüleri, iradesiz ağızdan çıkan söz veya kelime.
  • Ansızlık.
  • Her ayın son geceleri.

felsefe-i maddiye

  • Her şeyi maddede arayan ve madde ile açıklamaya çalışan felsefe.

fen yobazı

  • Fen bilgisinde mütehassıs (uzman) olmadığı hâlde, kendisini fen adamı ve müslüman olarak gösterip müslümanların dînini, îmânını bozmağa, İslâmiyet'i içerden yıkmağa çalışan kimse.

fenn-i tıb

  • Tabiblik, doktorluk. Maddi hastalıklara ilâç ve şifa bulmağa çalışan ilim.

ferdi / ferdî

  • Kur'ân'ın işaret ettiği şahıs, olay veya şahs-ı manevîlerin her biri.

ferman

  • Emir, buyruk, padişah tarafından verilen yazılı emir.

ferman-reva

  • Pâdişah, hükümdar. (Farsça)
  • Emri kabul edilen. (Farsça)

fermanferma / fermânfermâ / فرمان فرما

  • Padişah. (Farsça)
  • Komutan. (Farsça)
  • Buyrukçu, buyruk veren. (Farsça)

fesil

  • (Çoğulu: Efsâl-Fisâl) Adi, yaramaz kimse.
  • Bağ çubukları dikmek.

fetehat

  • (Tekili: Fetha) Fethalar, arapçadaki üstün işaretinin adı.

fetha

  • Gr. Arabçada harfleri (E, A) diye okutan işâret, üstün.

fetret

  • Uyuşukluk, zayıflık.
  • Vahy ve semavî hükümlerin sükûn zamanı olduğu için, iki peygamber-i zişan devirleri arasındaki zaman.
  • Vukuu âdet halinde olan şeyin kesilme zamanı veya kesilmesi.
  • İki vakıa arasındaki geçen zaman. Terakki ve teâli devirleri arasındaki hareketsiz,
  • İki peygamber veya padişah arasında peygambersiz veya padişahsız geçen zaman.
  • İki vakıa arasındaki zaman.

fey-i zeval / fey-i zevâl

  • Güneşin garba doğru dönmesinin başlaması, Güneş tam ortada gibiyken yerde dikili olan şeylerin gölgeleri batıdan doğuya dönüp kısalmakta son bulduğu zamandır. Bundan sonra öğle namazı vakti başlar.
  • Güneş, gün ortasında (Nısf-ün-nehârda), tam tepeye gelince görülen en kısa gölge uzunluğu.

feylesof

  • Beğendiği düşüncelerini hakîkat olarak anlatıp, yaldızlı, heyecanlı sözlerle inandırmaya çalışan kimse. Felsefeci.

fi / fî

  • Arabçada harf-i cerrdir. Mekâna ve zamana âidiyyeti bildirir. Ta'lil için, isti'lâ için ve yine harf-i cerr olan "bâ, ilâ, min, maa" harflerinin yerine kullanılır. Geçen mef'ul ile gelecek fasıl arasında geçer. Te'kid mânası da vardı. Başka bir ifade ile kısaca (fî) : "İçinde, içine, hakkında, husus

fikr-i infiradi / fikr-i infiradî

  • Tek başına olmak fikri, istişâresiz iş yapmak. Bir şeyi sâde kendine mal etmek fikri, hodgâmlık.

fikr-i muzmer

  • Gizli kalmış ve dışarı vurulmamış fikir.

fıkra / فِقْرَه

  • Kısa yazı.
  • Yazıda bir bahis.
  • Parağraf.
  • Kanun maddelerinden her bir kısım.
  • Kısa haber.
  • Küçük hikâye.
  • Omurga kemiklerinin her biri.
  • Bend.
  • Kıssa.
  • Gazetelerde gündelik hâdiselerin kısaca yazılmış şekli.
  • Kısa yazı, küçük hikâye, nükteli hikâyecik.
  • Kısa yazı.

fıkra-i manidar / fıkra-i mânidar

  • Nükteli, ince ve derin anlamlı kısa yazı.

fıkra-i rana / fıkra-i rânâ

  • Güzel ve lâtif olan kısa yazı.

filmesel

  • Misaldeki gibi, meselâ.

firuze

  • Nişabur'da çıkan açık mavi renkli ve kıymetli bir taş.

fısal

  • (Bak: Fisâl)

fisal

  • (Tekili: Fasıl) Ayrılmış olanlar.
  • Yavrunun sütten kesilmesi.
  • Kısa duvar.
  • İnsanların lehinde veya aleyhinde söz söyleyerek para toplıyan.
  • Ana sütünden kesilmiş hayvan yavrusu (Füslan, fislan şeklinde de olur.)

fitne-kar / fitne-kâr

  • Ortalığı bozmağa çalışan. Fitneci. Fesâd verici. Fitne çıkarmak isteyen. (Farsça)

fitnekar / fitnekâr

  • Fitneci, ortalığı bozmaya çalışan.

fıtra

  • Fitre; ihtiyâcı olan eşyâdan ve borçlarından fazla olarak nisab (dinde zenginlik ölçüsü) miktârı malı, parası olan her hür müslümanın Ramazan bayramının birinci günü sabahı fakirlere vermekle yükümlü oldukları belli miktardaki buğday veya arpa yahut hurma veya kuru üzüm veya kıymetleri kadar altın v

fıtri şeriat / fıtrî şeriat

  • Yaratılışa ait kanun.

forma

  • Özel işaretli giysi.
  • Cüz. Kısım. Parça. (Fransızca)
  • Şekil. Biçim. Askeri nişan. Rütbe işareti. (Fransızca)
  • Bükülünce 8, 16, 32 sayfa olan kitap dizgisi. (Fransızca)

frenk sakalı

  • Eskiden frenkleri taklid suretiyle bırakılan sakal hakkında kullanılan bir tabirdi. Çeneye gelen kısım uzunca bırakılıp, yukarı tarafları kısa kesilen veya traş edilen sakal demektir.

funduk

  • Fındık.
  • Misafirhane, han. Otel.

fünun-u ekvan

  • Yaratılışa ait ilimler, pozitif bilimler.

furkan-ı celilüşşan / furkan-ı celîlüşşan

  • Doğru ile yanlışı birbirinden ayıran şanı ihtişamlı, görkemli olan Kur'ân.

galat-ı tahakkümi / galat-ı tahakkümî

  • Bir kelimenin gerek lâfzı ve gerekse mânası itibariyle herkesin kullandığı gibi kullanılmaması.Bu, başlıca üş şeyden olur:1- Nazımda vezne uydurmak için bir kelimenin telâffuzunu değiştirmek, hecesini uzatmak ve kısaltmak yahut harfini gizlemek.2- Çeşitli mânâları olan bir kelimeyi meşhur olmayan bi

galibane

  • Muzaffer ve galib olana yakışacak şekil ve surette. (Farsça)

gamz

  • Kaş ve gözle işaret, göz kırpmak.
  • Çene veya yanak çukurluğu.

gamze

  • Göz kırpma, gözle işaret, Nâz ile bakma, süzgün bakış.
  • Çene veya yanak çukurluğu.

garaz

  • (Çoğulu: Ağraz) Maksat, niyet, gaye, kasıt. Kötü niyet. Kin.
  • Ok atılan nişan.
  • Izdırab. Acı.
  • Zelillik.

gariziye / garîziye

  • Tıb: Yaratılışa âit. Yaşamaya âit. Doğuştan. Normal.

gaşve

  • (Gışâve-Guşve) Perde, hicap, örtü.
  • Göz kararmak.

gayb-ül gayb

  • Kalbde olmayan şey. Hiç ortada eseri, varlığının, geleceğinin izi ve nişanı olmayan. Gaybın gaybı olan.

gayr-ı fıtri / gayr-ı fıtrî

  • Yaratılışa uygun olmayan.

gayr-i fıtri / gayr-i fıtrî / غَيْرِ فِطْر۪ي

  • Yaratılışa uymayan.

ger

  • Türkçedeki "eğer" kelimesinin kısaltılmış şekli. Eğer, şayet mânasındadır. (Farsça)

gez

  • Arşın, endaze. (Farsça)
  • İlgın ağacı. (Farsça)
  • Okun çentiği. (Farsça)
  • Tâlim için yapılmış kısa ok. (Farsça)

gılale

  • (Çoğulu: Galâyil) Zırh altına giyilen kısa gömlek.
  • Küçük kaftan zıbını.

gılman-ı enderun

  • Tar: Topkapı Sarayı (Yenisaray) iç oğlanları hakkında kullanılan bir tabirdir. Bunlar derece ve hizmet itibariyle başka başka odalara ayrılmışlardı.

gılman-ı hassa

  • Tar: Padişahların hususi köleleri. Bunlara ilk zamanlarda "İç oğlanları", daha sonları da "İç ağaları" da denilirdi. Bunlar, "Enderun-u Hümayun" denilen ve sarayın Babussaade'den içeride bulunan kısmında hizmet ederler; derece ve hizmet itibariyle başka başka odalarda otururlardı. Bu odalar; Büyük v

gırar

  • Devenin sütünün azalması.
  • Az uyku.
  • Miktar.
  • Cihet, Misâl.
  • Yol.
  • Birbiri ardınca olmak.
  • Her nesnenin kenarı.
  • Büyük kıl çuval.

girişme

  • İşve, naz, cilve. Gözle kaşla işaret. (Farsça)

girye-nümud

  • Ağlar gibi görünen, ağlamışa benziyen. (Farsça)

giti-ban / gîtî-ban

  • Hükümdar, padişah. (Farsça)

gıyar

  • Keçe.
  • Ehl-i zimmetin nişanı.

gıyas-üd din

  • Dinin intişar etmesine yardımı dokunan kimse.

grafik

  • yun. Bir hâdisenin gidişatını göstermek, birkaç şey arasında karşılaştırma yapmak için çizgi ve şekillerle yapılan rakamlı cetvel.

gufl

  • Belirsiz, işaretsiz.

güllabici

  • Tar: Akıl hastahanelerindeki gardiyanlar. Bunlar ellerinde kamçı olduğu halde deliler arasında dolaşıp azgın delileri döverek uslandırmak vazifesiyle mükellef olduklarından, dışarda bu türlü tavır takınanlara da mecaz yoliyle güllâbici denilirdi.

gülnak

  • Hisar ve kale. (Farsça)

güruh-u mücahid / güruh-u mücâhid

  • Din için cihad edip çalışan, çaba harcayan kimseler topluluğu.

güşadname

  • Padişah fermanı. (Farsça)
  • Boşanma vesikası. (Farsça)

h / ه ح خ

  • Osmanlı alfabesinin sekizinci harfi.
  • Ebced alfabesine göre sayısal değeri: 8.

haben

  • Kısaltma, azaltma, kasma.
  • Edb: Aruzda "fâilâtün" den "ât" hecesini atarak, nazmı "fâilün" veznine sokma.

habenta'

  • Kısa boylu, tıknaz kişi.

haberpijuh

  • Haber almaya çalışan. Haber araştıran, haber toplayan. (Farsça)

habhab

  • (Çoğulu: Habâhıb) Kısa boylu adam.

habs

  • Hapis, alıkoyma, bir yere kapatıp dışarı çıkarmama. Salıvermeme.
  • Zaptetme, tutma.

habter

  • Kısa boylu.

haccar

  • Taş işçisi, taş işinde çalışan, taşçı.

hace-i evvel / hâce-i evvel

  • Milletin ilmen ve fikren terakki etmesi için, çeşitli bilgileri, halkın rahatlıkla anlayabileceği bir lisan ile yayan kimse.

hacegan-ı divan-ı hümayun / hâcegân-ı divan-ı hümayun

  • Eskiden devlet dairelerindeki yazı işlerinin başında ve bir takım mühim memuriyetlerde bulunanlar hakkında kullanılan bir tâbirdi. İkinci Mahmud zamanında yenilikler yapılıp memuriyete mahsus rütbeler ihdas olunurken hâcegânlık da rütbe sayılmış ve bunlara ait nişanla, resmi günlerde giyecekleri elb

hadim / hâdim

  • (Hidmet. den) (Çoğulu: Huddâm) Hademe, hizmetçi, hizmet eden, işe yarayan.
  • İmân ve İslâmiye'te ve millete faydalı olmağa çalışan.
  • Erkekliği yok edilmiş olanlar. Bunlardan saraylarla büyük kişilerin konaklarında çalışanlara Hadim ağası denilirdi. Osmanlı İmparatorluğunda bunla

hadim-ül haremeyn-iş şerifeyn / hâdim-ül haremeyn-iş şerifeyn

  • Hilâfeti haiz olmaları hasebiyle Osmanlı Padişahlarına verilen ünvandır. Haremeyn; Mekke ile Medine'ye denilir. İslâm âleminin bu iki şehre hürmet-i mahsusaları sebebiyle ve daha fazla tâzim kasdiyle şerif sıfatını da ilâve ederek "Haremeyn-iş şerifeyn" denilmiştir. Haremeyn'in Hâdimi mânasına gelen

hadise / hâdise

  • (Çoğulu: Hâdisat, Havadis) Vâkıa, olay. Yeni bir şey, ilk defa olan. Haber.

hadise-i misaliye

  • Misal âlemi ile ilgili olay.

hafiye

  • (Çoğulu: Havâfi) İnsan bedeninde gizli olan can.
  • Kuş kanadında ebâhirden sonra olan dört kısacık yeleklerin her birisi.
  • Gizli, mestur.
  • Gizli çalışan, casus.

hafız / hâfız

  • Kur'ân-ı Kerim'i tamamen ezbere okuyan.
  • Kur'an-ı Kerim'in mânası ile beraber her şeyini yaşamaya ve muhafazaya çalışan.
  • Muhafaza eden. Koruyan. Hıfzeden.

hak-sar / hâk-sar

  • Toz toprak içinde kalmış. Perişan hâlli. (Farsça)

hakesari / hakesarî

  • Perişanlık, düşkünlük. (Farsça)

hakikat-i ahmediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) risalet yönünün gerçek mahiyeti.

hakikat-i azime-i hakimane-i amirane / hakikat-i azîme-i hâkimâne-i âmirâne

  • Büyük bir âmire ve hâkime yakışan büyük hakikat.

hakikat-i hariciye / hakikat-i hâriciye

  • Dışa ait, maddî âlemde yer alan varlık.

hakikat-i rahimane-i müdebbirane / hakikat-i rahîmâne-i müdebbirâne

  • Merhamet ve tedbirle iş gören bir zâta yakışan hakikat.

hakikat-i rakibane / hakikat-i rakîbâne

  • Herşeyi gözetleyen bir zâta yakışan hakikat.

hakikat-i remziye

  • İnce işaret şeklinde ifade edilen mânânın gerçeği.

hakikat-şinasane / hakikat-şinasâne

  • Gerçeği, hakikatı tanıyana yakışacak surette. (Farsça)

hakim ebu abdullah

  • Muhammed bin Abdullah ibn-i Beyyi' (Hi: 321-405) Sâmâniye Devleti Nişabur Kadılığında bulunmuş büyük muhaddislerden, Şafiî fakihlerinden, asrının en büyük din âlimi diye bilinen bir zattır. Bir çok eser te'lif etmiştir. Başlıcaları: El Müstedrek Ale-s Sahihayn, Kitab-ül İlel, El-İklil, El-Emali, Ter

hakim-i ilahi / hakîm-i ilâhî

  • Aklıyla Allah'ı bulmaya çalışan hikmet sahibi zât.

hakim-i namdar / hâkim-i namdar

  • Ün sahibi meşhur padişah, hâkim.

hakirane / hakirâne

  • Hakircesine. Hakir bir kimseye yakışacak tarz ve şekilde. (Farsça)

haksari / hâksarî

  • Perişanlık, düşkünlük, rezillik.

hal-i perişaniyet / hâl-i perişaniyet

  • Perişanlık hâli.

halet-i şuhud / hâlet-i şuhud

  • Şuhud hali, mânen veya misalen seyretme hâleti.

halid bin sinan abesi aleyhisselam / hâlid bin sinân abesî aleyhisselâm

  • Îsâ aleyhisselâmdan sonra gönderilen peygamberlerden. Îsâ aleyhisselâm ile son peygamber Muhammed aleyhisselâm arasında geçen fetret devrinde, Aden beldesinde bulunan bir kavme gönderilmiştir.

halife-i adile / halîfe-i âdile

  • Halîfe olacağı, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin işâreti ile anlaşılan halîfe. Hazret-i Ebû Bekr'in halîfeliği böyledir.

halife-i evvel

  • Devlet dairelerinde yazı işlerinde çalışanlar. Tanzimattan evvel kalem teşkilâtı; halife, halife-i sâni, halife-i evvel olmak üzere üç derece idi. Ondan sonra bir kısım dairelerde bunun yerine baş kâtib, bazılarında da mümeyyiz-i evvel denilmiştir.

halife-i müslimin / halife-i müslimîn

  • Yavuz Sultan Selim Han'dan sonraki Osmanlı Padişahları hakkında kullanılmış bir tabirdir. Müslümanların halifesi demektir.

halife-i raşide / halîfe-i râşide

  • İnsanlara, İslâm dînini anlatma vazîfesini Peygamber efendimiz gibi yapan ve âyet-i kerîmelerde veya hadîs-i şerîflerde halîfe olacağı işâret olunan halîfe. Buna, Halîfe-i âdile de denir.

halife-i ruy-i zemin

  • Yeryüzünün halifesi mânâsına gelen bu tabir, Yavuz Sultan Selim Han'dan sonra Osmanlı Padişahları hakkında kullanılmıştır.

hamdele

  • "Elhamdülillah" demenin kısaca ismi. Bu sözün masdar haline getirilip kısaltılması.

hamele-i mümtesil

  • Aldığı emri imtisal edip yüklenen, mes'uliyeti üzerine alan.

hamiyet-füruş

  • Kendini beğenip hamiyetli olduğunu iddia eden. Hamiyetli olduğunu göstermeğe çalışan. (Farsça)

hamiyet-mendane / hamiyet-mendâne

  • Hamiyetlicesine. Hamiyetli olan bir kimseye yakışacak şekil ve surette. (Farsça)

hamiyetfuruş

  • Hamiyetli görünmeye çalışan, hamiyet iddiasında olan; fedakârlık taslayan.

hamiyetfüruş

  • Gayretkeş, hamiyetli görünmeye çalışan, hamiyet iddiasında olan; fedakârlık taslayan.

han

  • Yolcuların misafir olduğu bina. Kervansaray. Otel. (Farsça)
  • Ticaret ehlinin sakin olduğu yer. (Farsça)

hanan

  • (Tekili: Hân) Hânlar, hükümdarlar, pâdişahlar, kağanlar. (Farsça)

hane-harab

  • Câhil, bilgisiz. (Farsça)
  • Evi yıkılmış, evsiz barksız kalmış. (Farsça)
  • Hâli perişan olmuş kimse. (Farsça)
  • Mc: Müflis, züğürt, sefil. (Farsça)

hane-suz

  • Ev yakıcı. (Farsça)
  • Mc: Gözü dışarda olan, kendi âilesini düşünmeyen kimse. (Farsça)

haneharab / hâneharâb / خانه خراب

  • Perişan. (Farsça)
  • Evsiz yurtsuz. (Farsça)
  • Cahil. (Farsça)

hangah

  • Allah rızası için ve misafirleri minnet altında bırakmamak ihlâsı ile fakir ve dervişlere ve talebe-i uluma yemek verilen ve misafir edilen yer. (Farsça)

harab

  • Viran. Issız. Yıkık. Perişan.

harabe

  • Harab yer. Şehir veya ev yıkıntısı. Perişan yerler.

harac

  • Vaktiyle müslüman olmayan vatandaşlardan alınan vergiye denirdi. Arazi hasılatından veya çalışanların emeğinden elde edilirdi. Reşit ve vücudu sağlam olan gayr-ı müslim erkek verirdi. Buna harac-ı rüus veya cizye denirdi. Topraktan alınan vergiye de harac-ı araziye denilirdi.

harbe

  • Tar: Kısa mızrak tarzında bir nevi silâhın adıdır. Eskiden "Köylü" adı verilen yangın habercisinin taşıdığı ucu demirli değneğe de harbe denilirdi. Eski tüfekleri doldurmağa mahsus demirden yapılmış âlete de "tüfek harbisi" adı verilirdi.

hareke

  • Arapça harflerin u, e, i şeklinde okunacağını gösteren işaretler. (Zamme "ötre" fetha "üstün" kesre "esre" (gibi)
  • Hareket lafzının Arapça terkibde aldığı şekil.
  • Kurân harflerinin okunuşunu belirleyen işaretler.

harem

  • Herkesin girmesine müsaade edilmeyen yer. Kadınlara mahsus oda. (Misafirlere ve erkeklerin girmesine müsaade edilen yere de"selâmlık" denir.)

harf

  • Ağızdan çıkan her bir sese âit verilen işaret. Alfabeyi meydana getiren şekilli çizgilerden herbiri.
  • Müstakil bir mânâya değil de başka harflerle birleşerek, başka muayyen ve müstakil çok mânaların ifadesi için kullanılan şekil. Başkasının mânalarını gösteren işaret.
  • Vecih, ü
  • Alfabenin kendi başına bir mânâsı olmayan her işareti.

haric / hâric

  • Dış, dışarı, dışarıdan.

hariç / hâriç

  • Dışarı.

haric / hâric / خارج

  • Dış, dışarı. (Arapça)

hariç cereyan

  • Dışarıdan (hasımlardan) gelen akım.

haricen / hâricen / خارجا

  • Dışardan, dıştan. Hariçten.
  • Dışarıdan.
  • Dıştan, dışarıdan. (Arapça)

harici / haricî / hâricî / خَارِج۪ي

  • Dışa ait, dış ile ilgili.
  • Dışarıya âit olan. İçeriye âit olmayan. Dış ile alâkalı. Ecnebiye âit.
  • Zorba ve âsi olan.
  • Seyyid olmadığı halde seyyidlik iddia eden.
  • Vaktiyle Hazret-i Ali Kerremallâhü veche'ye âsi olan fırka-i dâlle ashabından herbiri.
  • Dışa ait, dış.
  • Dışa âit.

harici vücut / hâricî vücut

  • Dışa ait, maddî vücut.

hariciye / خارجيه

  • Dışa bağlı, dışarıya ilişkin. (Arapça)
  • Dışişleri bakanlığı. (Arapça)

hariçte

  • Dışarıda.

hariçteki

  • Dışarıdaki.

hariçten

  • Dışarıdan.

harık-ı ade / hârık-ı âde

  • Âdeti yırtan, âdetin dışarısında, hârikulâde.

harisa / hârisa

  • (Bak: HARÎSA)

harisun aleyküm / harîsun aleyküm

  • Tevbe Suresi'nin bir âyetinde geçen bu ifade, birinci derecede Peygamberimiz (A.S.M.) hakkında olup ümmetini ve bütün insanları doğru yola irşadda yılmadan, büyük bir sebat ve azim ve gayretle devam etmesine işaret edilerek böylece tavsif edilmiştir.

hasifane / hasîfane

  • Aklı başında ve olgun olan bir adama yakışacak suretde.

hasıl / hâsıl / حاصل

  • Ortaya çıkan, var olan. (Arapça)
  • Hâsılı: Kısacası, sonuç olarak. (Arapça)
  • Hasıl etmek: Meydana getirmek, ortaya çıkarmak. (Arapça)
  • Hâsıl olmak: Ortaya çıkmak, var olmak. (Arapça)

hasıl-ı kelam / hasıl-ı kelâm / حاصل كلام

  • Sözün kısası.

hasılı / hâsılı

  • Kısaca, özet olarak.

hasılı kelam / hâsılı kelâm

  • (Hâsıl-ı kelâm) Sözün kısacası, sözün kısası.

haşmet

  • Büyüklük, ihtişam.
  • Büyüklük, ihtişam, görkem.

haşmet-i hakimiyet / haşmet-i hâkimiyet

  • Allah'ın hâkimiyetinin ihtişamı ve görkemi.

haşmet-i padişahi / haşmet-i padişahî

  • Padişahın haşmeti, görkemi.

haşmet-i rububiyet

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden Allah'ın idare ve egemenliğinin ihtişamı.

haşmet-i saltanat

  • Saltanatın haşmeti, ihtişamı.

haşmetmeab

  • Haşmetli, haşmet sahibi mânâlarına gelir ve eskiden padişahlara karşı hürmet bildirmek için kullanılırdı.

haşmetnüma / haşmetnümâ

  • İhtişamlı, görkemli.

hasr

  • Bir şeyin içine alma. Yalnız bir şeye mahsus kılma.
  • Bir çember içine almak. Askerle etrafını kuşatmak.
  • Sıkıştırma. Kısaltma.
  • Okurken tutulup kalmak.
  • Vakfetmek.
  • Zaman ayırmak.

hasretmek

  • Kısaltmak. Sadece bir şeye mahsus kılmak. Bir şey için vakfetmek.

hassasane

  • Hassas ve duygulu olana yakışacak şekil ve surette. (Farsça)

hatem-i sadaret / hâtem-i sadaret

  • Padişahın sadrazamlarda bulunan mührü. Buna "hâtem-i vekâlet", "hâtem-i şerif" veya "mühr-i hümayun" da denilirdi. İlk zamanlar yüzük şeklinde idi ve parmağa takılırdı. Sonraları zincire bağlı olarak sadrazamlar, boyunlarına asarlardı. Bundan ayrılmak, vazifeden azledilmek demek olduğu için; mühürü

hatemane

  • Hâtem'e yakışacak şekil ve surette. Cömertçesine. (Farsça)

hatır-aşüfte

  • Gönlü perişan olan. (Farsça)

hatt-ı hümayun

  • Padişanın el yazısı. Padişahın emri. (Farsça)

hatt-ı şehriyari / hatt-ı şehriyarî

  • Tar: Padişahın yazısı manâsına gelen bir kelimedir. Eskiden padişahlar "hatt-ı hümayun" "hatt-ı şerif" adı verilen emirleri kendi el yazılarıyla yazdıkları gibi, başkalarına yazdırdıklarının başına da imzalarını koyarlardı. İşte bu türlü vesikalardaki padişahların el yazılarına "hatt-ı şehriyarî" de

havafi

  • Kuş kanadında ebâhir yeleklerinden sonra olan dört kısacık yelekler.

havakin / havakîn

  • (Tekili: Hâkan) Hükümdarlar, hakanlar, padişahlar, başbuğlar.

havari / havârî / حَوَار۪ي

  • Yardımcı.
  • Hz. İsa'nın (A.S.) yardımcı ve sahabeleri olan 12 zâttan her biri.
  • Yardımcı. Îsâ aleyhisselâma îmân eden on iki kişiden her biri.
  • İsa aleyhisselâmın yardımcısı.
  • Hz. Îsânın on iki yardımcısından herbiri.

havarık

  • (Tekili: Hârika) Acib ve garip olan hâdise. İnsanda hayret ve hayranlık uyandıran şeyler.
  • Okun nişanı delerek öbür tarafından çıkıp gitmesi.

havariyun / havâriyûn

  • Hz. İsâ'nın (a.s.) yardımcısı ve sahabesi olan on iki kişinin hepsine birden verilen ad.

havariyyun / havâriyyûn

  • Hz. İsa'nın (A.S.) yardımcı ve sahabeleri olan 12 kişinin hepsine birden verilen isim. Bunlar: İsa'nın (A.S.) Petrus adını verdiği Yunus'un oğlu Simun, kardeşi Andreas, Yakub, Zebedi'nin oğlu Yuhanna, Filipus ve Bartholomaeus, Matta ve Tomas, Alte'nin oğlu Küçük Yakub, Gayur Simdeu, Yakub'un oğlu Ya
  • Hz. İsa'nın oniki kişiden ibaret olan ashabı.

havtek

  • (Çoğulu: Havâtik) Kısa boylu.

hayat

  • Dirilik. Canlılık. Yaşama. Sağlık.
  • Fık: Allah (C.C.) kendi Zât-ı Ehadiyyetine mahsus bir hayat sıfatı ile muttasıftır. Bu, Hak Teâlâ'nın ilmi ile, irade ve kudret ile ittisafına hâs bir sıfattır.

hayatiyet

  • Canlılık. Hayat işaretinin, alâmetinin görünür olması.

haydariyye

  • Hırkanın altına giyilen kısa ve kolsuz elbise.

hayfes

  • Kısa adam.

haykan

  • Büyük ve kalın olan.
  • Kısa boylu bir kimsenin yürümesi.
  • Omuzunu oynatmak.

haza

  • Bu. Şu. O.
  • Gr: İşaret zamiri.

hazakat

  • İhtisas. Meharet peyda etmek. Üstad olmak. Bir san'atta, hususan tıbda gereği gibi öğrenip mâhir ve mütehassısı olmak.

hazeme

  • Kısa boylu kadın.

hazevver

  • Kısa boylu kimse.

hazf

  • Aradan çıkarma, çıkarılma. Yok etme, silme, ortadan kaldırma, giderme, düşürme.
  • Selâm ve tahiyyatı uzatmayıp kısa kesmek.
  • Mahvetmek.
  • Vurmak.
  • Atmak.
  • (Ar. gr.) Bir maksat gözeterek bir mânâyı ifade eden kelimeyi zikretmeyip işaret yoluyla göstermek.

hazf ve kalb

  • Bazı harflerini silme ve ters çevirme; misâl olarak müdriken kelimesinin bazı harflerini silerek Arapça kök harfleri olan d-r-k'nin k-r-d (kürd) olarak ters çevrilmesi gibi.

hazıkane

  • Mâhirâne, mâhir ve usta olan bir kimseye yakışacak şekil ve surette.

hazine-i hassa / hazine-i hâssa

  • Osmanlı İmparatorluğu zamanında devlet bütçesinden padişaha maaş sağlayan ve saraya ait gelirlerin toplandığı malî bir müessese.

hazine-i hümayun

  • Hazine-i Hümayun'da bulunan savaş eşyasından bir kısmının manevî değeri büyüktü. Diğer kısmının ise maddî değeri fazla idi. (Savaşlarda ele geçirilen kıymetli ganimet, padişahlardan kalmış olan değerli eşyalar gibi.)

hazk

  • Nişan vurmak.
  • Kuşun terslemesi.

hazret-i isa / hazret-i isâ

  • İsa (a.s.).

hazret-i kahhar / hazret-i kahhâr

  • Her şeyi hükmüne itaat ettirebilen bir hâkimiyet sahibi, düşmanlarını kahrederek zelil ve perişan eden ve kudretinin karşısında her şeyi âciz bırakan Allah.

hazz

  • Kesme. Kısaltma.
  • Kazmak.
  • Yırtmak.
  • Silmek.

hedef

  • Nişan noktası.
  • Emel. Varılmak istenen gaye.
  • Yüksek, bülend.
  • İri vücudlu adam.
  • Bir işe yaramayan, tembel ve uykucu olan.
  • Gaye, nişan tahtası.

hem-dest

  • (Çoğulu: Hemdestân) Birlikte çalışan, müttefik, arkadaş. (Farsça)
  • Ortak, şerik. (Farsça)

hem-kün

  • Aynı cins işte çalışan, işleri ve meslekleri aynı olan. Meslekdâş. (Farsça)

hem-zeban

  • Aynı dili konuşan, lisanları aynı olan.

hemze

  • Elif veya elif yerine kullanılan işaret. Elif, vav, ya, he üzerine konulan ve "e" diye okutan işaret.
  • Parmakla sıkma, dürtme, sıkıştırma.

hemzend

  • Beraber olanlar. Beraber çalışanlar. (Farsça)

hen'a

  • Devenin boynunun altına konan işaret.
  • Menazil-i Kamer'den bir menzil.

henber

  • Kısa boylu kimse.

hendese-i mülkiye mektebi

  • Osmanlı İmparatorluğu devrinde mühendis yetiştirmek gayesiyle açılan mekteb. XIX. yy. sonlarına kadar memlekette belediye ve mimarî işlerde vazife alacak mühendis bulunmuyordu. Nafia Nezareti bu ihtiyacı nazar-ı itibara alarak bir mühendis mektebi kurulmasının lüzumlu olduğunu ileri sürünce, padişah

herzevekil

  • Kendine vazife olmayan şeylere karışan. Fodul, boşboğaz. Her şeye burnunu sokan. (Farsça)

hesab / hesâb

  • (Bak. HİSÂB)

hevcele

  • Hiçbir işaret ve alâmet olmayan ev veya sahrâ.
  • Yürügen deve.
  • Uzun boylu, ahmak erkek.

heysam

  • Arslan.
  • Kısa boylu kişi.

  • Arabça alfabede dokuzuncu harftir. Ebced hesabına göre 600 sayısına işaret eder.

hıbat

  • Yüzde olan dağ ve nişân.
  • Davarın ayağında ve uyluğunda yapılan işâret.

hibr

  • (Çoğulu: Ahbâr - Hubur) Yahudi âlimi.
  • Salih âlim.
  • Sürur.
  • Ni'met.
  • Mürekkeb.
  • Eser, nişâne.

hıçkırık

  • t. Fazla yemekten ve asabi sebeplerden diyaframın kasılması ve akciğerlerdeki havanın şiddetli ve gürültülü bir şekilde dışarı atılması.
  • Boğaz tıkanacak surette ve derinden iç çekerek ağlama.

hidemat-ı imaniye

  • İmâni hizmetler. (Kur'an-ı Kerim'i ve mânâsını öğrenmeğe vesile olmak; imâni şüphelerin giderilmesine çalışmak; İslâmiyetin, hak din olduğunu isbat etmek veya isbâta vesile olmak gibi.) Görülen hizmetler. Eşyanın ve mahlukatın lisan-ı hâl ile esmâ-i İlâhiyeye ait yaptıkları tesbih ve ibadetleri.

hıdırellez

  • Yazın başlangıcı sayılan altı Mayıs günü. (Rûmî senede Nisan ayının yirmi üçüncü günü.)

hıdiv / hıdîv

  • Vezir, âsaf. (Farsça)
  • Kral nâibi. (Farsça)
  • Osmanlı Padişahı Abdülaziz zamanında (1861 - 1876) Mısır valilerine verilen ünvan. Sultan Abdülaziz, hıdîv ünvanını Büyük Fuad Paşa'nın arzusu üzerine ilk olarak Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın torunu olan İsmail Paşa'ya verdi. (8/6/1867) İsmail Paşadan (Farsça)

hıdrellez

  • (Hıdırellez) Rumi Nisan ayının 23. gününe verilen addır. Bu tarih 6 Mayıs'a tekabül eder. Doğrusu Hızır ve İlyas'tır.

hil'at-ı veda / hil'at-ı vedâ

  • Tar: Osmanlılar zamanında saraya misafir edilen kimselere ayrıldıkları zaman giydirilen hil'at.

hilaf-ı fıtrat / hilâf-ı fıtrat / خِلَافِ فِطْرَتْ

  • Yaratılışa ters.
  • Yaratılışa aykırı.

hilafetname

  • Tarikata intisab ile usulü dairesinde belirli mevkilere çıkarak irşad mertebesine yükselenlerden isteklilerin irşad ve terbiyesine ruhsat ve izni mutazammın şeyhi tarafından verilen mühürlü vesika.

hilafetpenah

  • Hilafetin dayanak yeri. Halifeliği haiz bulunan, hilafeti koruyan kimse. Halife, padişah. (Farsça)

hilki / hilkî

  • Hilkate âit, yaratılıştan. Yaratılışa dâir. Yaratılışta.
  • Zâti.

himmetli

  • Ciddî gayret gösteren, çalışan.

hind

  • Hindistan'ın kısa adı.
  • Bir kadın adı. (Asr-ı saadette Hazret-i Hamza'nın ciğerlerini yiyen kadın, Ebu Süfyan'ın karısı.)
  • Fetva metinlerinde kadını temsil etmek üzere kullanılan umumi isimlerden birisi. Diğerleri: Fatıma, Hatice, Zeyneb.

hınezkar

  • Kısa boylu kişi.

hinsare

  • Küçük ve kısa.

hınzab

  • Kısa boylu.
  • Yaban havucu.

hirakl

  • Bir Rum padişahı.

hıristiyanlık

  • Îsâ aleyhisselâmın getirdiği hak din olan Îsevîliğin bozulmuş şekli.

hırka-i saadet dairesi

  • İstanbul'da Topkapı Sarayı'nda "mukaddes emanetlerin" bulunduğu yer. Burada yüzyıllardan beri, başta Peygamberimiz Hz.Muhammed'in (A.S.M.) hırkaları olmak üzere İslâmî nitelikte birçok mukaddes eşya saklanmaktadır. Bu eşya Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim tarafından, Mısır'ın fethinden (1517) son

hırpani / hırpanî

  • Derbeder, perişan kılıklı, pejmürde. (Farsça)

hiş / hîş

  • (Çoğulu: Hişân) Akraba. Aynı soydan olan. (Farsça)

hisab

  • (Çoğulu: Hisâbât) Hesap, aritmetik.

hisal

  • (Bak: Hısal)

hisar / حصار

  • Kale, hisar. (Arapça)

hisarlı

  • Hisarla çevrili yer.
  • Hisarda oturan, kalede mukim.
  • Ask: Sınırlarda bulunan şehir ve kalelerde topçuya ait hizmetlerde kullanılan bir sınıf asker. Bunlara İstanbul'dan gönderilen "topçuağası" kumanda ederdi. Hisarlılar, bölük ve ortalara ayrılmamıştı. Sayıları sınırlı ve sabit

hişavendan / hîşavendân

  • (Tekili: Hîşâvend) Akrabalar, soysoplar. (Farsça)

hisbet

  • İyiliği emr edip kötülükten alıkoymak husûsunda, hükûmet adamlarının bizzat işe karışıp gerekeni yapmaları. İhtisâb da denir.

hisil / hisîl

  • Dağ ağaçlarından bir cins.
  • Kısa boylu adam.

hısn

  • Kale. Hisar. Sığınmağa, korunmağa mahsus sağlam yer.

hıss

  • (Çoğulu: Hısas) Nasip, hisse.

hiss-i zahir / hiss-i zâhir

  • Zâhirde ve varlığın dış yüzünde olanları kavrayan hisler, duyular; görme, işitme, tatma duyuları gibi (Varlığın mânâ boyutu ile ilgili sezgi ve ihtisaslara vesile olan aklî, rûhî, kalbî, vicdanî hislere hiss-i bâtın denir.).

hısse

  • (Bak: HISASE)

hisse-i müfreze

  • Fık: Bir toprağın taksiminde vârislerden her birisinin hissesine isabet eden yer.

hişt

  • Eskiden kullanılan, kısa el mızrağına benzer bir savaş âleti. Daha ziyade Osmanlı ordularında bulunan bu silâh, özellikle hassa birliklerine verilirdi.

hitabet beratı

  • Eskiden vazifeli cami hatiblerine, hatibliğe tayin olduklarına dair verilen vesika. (Osmanlı İmparatorluğu zamanında yan zamanda halife olan padişahı temsil eden, cuma ve bayram hutbelerine çıkan bu hatiblere pek fazla ehemmiyet verilirdi. Hitabet beratı olmayan hatibler, cuma ve bayramlarda hutbe o

hıtbe

  • Okunmuş.
  • Söz kesilmiş, nişanlı kız veya kadın.

hizab

  • Kısa boylu bodur kimse.

hizb

  • Cemaat.
  • Takın, kısım, fırka. Parti.
  • Âlim ve sâlih bir zâtın re'yine tâbi olup onunla bir gaye uğrunda beraber çalışanlar.

hizb-ül kur'an

  • Kur'an Cemaatı. Kur'an'a ciddi ve samimi olarak bağlanıp, ona hizmet için mücahidane bir surette çalışan ve fenâlıklardan korunan müslümanların topluluğu ve cereyanı.
  • Kur'an'ın bir cüz'ünün dörtte biri.
  • Zikir ve dua için Kur'an'dan alınmış bir kısım âyetler.

hizb-üş şeytan

  • Şeytana ve nefislerine tâbi olanların grubu. Allah'ın kanun ve nizamına tâbi olmadan kafalarına güvenerek ve nefsanî arzularına uyarak gitmek isteyenler. Milleti, memleketi ve mukaddesatı yıkmağa çalışan ve ahlâksızlığa alıştıranların ve dinsizlerin topluluğu ve cereyanı.

hizbü'l-kur'ani / hizbü'l-kur'ânî

  • Kur'ân'a hizmet eden, onun hakikatlerini yaşayıp yaşatmaya çalışan grup.

hizip gülü

  • Tezhib ıstılahlarındandır. Yazma mushaflarda hizblerin başına konulan işaretlere verilen addır.

hodfuruş

  • Kendini beğendirmeğe çalışan. Övünen. (Farsça)

hodfuruşane / hodfurûşâne

  • Kendini övüp beğendirmeye çalışarak.

hubab / hubâb

  • Daneler, tohumlar; Mesnevî-i Nûriye'de yer alan bir risale.

huceste-re'y

  • Reyi, fikri ve düşüncesi isabetli ve uğurlu.

hücumat-ı sitte / hücumât-ı sitte

  • Altı hücum anlamına gelen ve şeytanın desiselerine karşı yazılan bir eser; Yirmi Dokuzuncu Mektupta Altıncı Risale olan Altıncı Kısım.

hudavend / hudâvend / خداوند

  • Tanrı. (Farsça)
  • Padişah. (Farsça)
  • Efendi. (Farsça)

hudavendigar / hudavendigâr / hudâvendigâr / خداوندگار

  • Hükümdar, âmir, efendi, sahib. (Farsça)
  • Osmanlı padişahlarından 1. Murad Han Gazi'nin (1362 - 1389) lâkabıdır ve bu sebeple, şehzadeliğinde valilik yaptığı Bursa vilâyetine de Cumhuriyete kadar bu nam verilmişti. (Farsça)
  • Padişah. (Farsça)

hudaygan / hudaygân

  • Büyük hükümdar, yüce sultan, ulu pâdişah. (Farsça)

hukukullah

  • Fık: İbadetler ve İlâhî cezalar, ukubetlerle alâkalı haklar.
  • Hukukullah umuma taalluk edip, yalnız bir şahsa âid olmayan ahkâm demektir. Bunlar hukuk-u umumiyeden ibarettir. Cenab-ı Hakk'a izafesi, tazim ve ehemmiyetine işaret içindir.

hükümdar / حكمدار

  • Padişah, hüküm sâhibi. En yüksek reis. İmparator. (Farsça)
  • Padişah, sultan, hüküm sahibi. (Arapça - Farsça)

hükümdaran

  • (Tekili: Hükümdâr) Hükümdarlar, Padişahlar.

hükümdari / hükümdarî

  • Hükümdarlık, padişahlık, şahlık. (Farsça)

hükümrani / hükümrânî / حكمرانى

  • Hüküm sürme, padişahlık. (Arapça - Farsça)

hulasa

  • Bir şeyin, bir bahsin özü. Kısaca esası.

hülasa / hülâsa

  • Özetle, kısaca.

hülasa-i kelam / hülâsa-i kelâm

  • Sözün özü, kısası.

hulasa-i kelam / hulâsa-i kelâm / خلاصهء كلام

  • Kısacası, sözün kısası.

hülasalı / hülâsalı

  • Kısa, özetlenmiş.

hülasatan / hülâsatan / خلاصة

  • Özetle, kısaca. (Arapça)

hulasaten / hulâsaten / خلاصة

  • Kısaca, özet olarak, hülâsa olarak, muhtasaran.
  • Özetle, kısaca. (Arapça)

hüma

  • (İki kişiye işaret olan zamir) O ikisi.

hüma kuşu / hümâ kuşu

  • Devlet kuşu. (Hikâyede: Gölgesi kimin başına düşerse o padişah olurmuş, derler. Hümâyun da buradan gelmiştir. Tayr-ı hümâyun, tâlih kuşu, uğur kuşu gibi isimlerle söylenir.)

hümayun / hümâyûn / همایون

  • Padişaha ait. (Farsça)
  • Mübarek. Kutlu. Uğurlu. Âlî. (Farsça)
  • Kuvvetli. (Farsça)
  • Kutlu. (Farsça)
  • Padişah ile ile ilgili. (Farsça)

hümayunname

  • Padişah tarafından bir hükümdara gönderilen mektub. (Farsça)

hümeze

  • (Hemz. den) Dürtüştürücü, kırıcı, ısırıcı, sıkıcı.
  • El ve kaş işâretleri ile ayıplama.
  • Bir kişinin ardından ayıplarını söyleyen. Gammaz.

hünbül

  • Kısa boylu. Kürk.

hünkar / hünkâr / خنكار

  • Hükümdar. Padişah. Sultan. (Farsça)
  • Padişah.
  • Padişah. (Farsça)

hünkar mahfili / hünkâr mahfili

  • Eskiden camilerde padişahlar için yapılmış olan yerler. Bu mahfiller camilerin zemininden yüksek olarak yapılır ve caminin iç kısmını görmek için kafes konulurdu. Bunun haricinde kafesin birkaç yerinde 20-30 cm. en ve boyunda açılabilir küçük pencereler de bulunurdu.

hürriyet-i hayvani / hürriyet-i hayvanî

  • Hayvancasına serbestlik. Hayvanlara yakışan bir serbestiyet.

huruc / hurûc

  • Çıkma. Dışarı çıkma, çıkış.
  • Ayaklanma, isyan etmek.
  • Çıkma, çıkış, dışarı çıkma.
  • Yevm-i hurûc: Kıyamet günü.

hüseyin-i cisri / hüseyin-i cisrî

  • (Hi: 1261- 1327) Suriye ulemasındandır. Baba ve annesi Ehl-i Beyt'tendir. Câmi-ül Ezher'de tahsil görmüş ve zamanının dinî, edebî ve felsefî ilimleriyle iştigal etmiştir. En meşhur eseri "Risale-i Hamidiye"sidir. Türkçeye ve Orducaya tercüme edilmiştir. 1307 senesinde Tercüman-ı Hakikat gazetesi, ki

hüsn-ü cereyan

  • Güzel gidişat.

hüsn-ü misal / hüsn-ü misâl / حُسْنُ مِثَالْ

  • Güzel misâl.

hüsrev / خسرو

  • Hükümdar, padişah. (Farsça)

husumet-i hariciye

  • Dışa ait düşmanlık, yabancıların düşmanlığı.

hutae

  • (Çoğulu: Hatâit) Kısa boylu kimse.

hutruş

  • Kısa.

hüve

  • Arabçada: O (mânasına işâret zamiri)

hüve'z-zahir / hüve'z-zâhir

  • O Zâhirdir; her şeyin dış yüzlerini çeşitli cihaz ve ürünlerle donatıp ve ince nakışlarla süsleyerek mükemmel ve güzel yaratan ve her şeyde varlık ve birliğinin işaretleri açıkça görünen, Allah'tır.

huzakiyy

  • Lisanı fasih, konuşması açık olan kimse.
  • Eşek sıpası.

hüzeyfe

  • Ensar-ı Kiramdandır. Hüzeyfe-i Yemanî de denir. Hz. Muhammmed (A.S.M.) ona münafıkları bildirdiğinden dolayı, Hz. Ömer (R.A.) onunla istişare eder ve Onun, namazını kılmadığı kimselerin namazında bulunmazdı. Çok takvalı ve istiğna sâhibi bir zat idi. İran'ın fethinde bulundu. (Hi: 35) de Dâr-ı Beka'

huzuk

  • Adımları birbirine yakın olan kısa boylu kimse.

huzur-u mehabetinde

  • Büyüklük ve ihtişamın karşısında.

huzur-u padişah

  • Padişahın huzuru.

huzur-u şahane

  • Padişahın huzuru.

i'tisam

  • Günahlardan sakınmak.
  • Pâk olmak.
  • Bir şeye yapışarak sıkı tutmak ve korunmak.

iaz

  • İşaret etmek.

iblis

  • İnsanları Allah yolundan çıkarmağa çalışan şeytan.

ibn-i ishak

  • (Ebu Abdullah Muhammed) Medine'de büyümüştür. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) hayatına dair vak'aları derin bir alâka ile toplamağa başladı. Daha sonra Mısır'a, oradan da Irak'a gitti. Hi: 151 veya 152 tarihinde Bağdat'ta vefat etti. Siyere dair iki eser vücuda getirmiştir.1. Kitab-ül Mübtedâ ve Kısâs-ul E

ibn-i mes'ud

  • Ebu Abdurrahman Abdullah Bin Mes'ud da denir. (R.A.)şeref-i İslâm ile müşerref olanların altıncısıdır. Bütün gazvelere iştirak etmiştir. Dâimî surette huzur-u Risalette bulunduğundan Kur'an-ı Kerim'i herkesten iyi öğrendiği gibi, pekçok hadis de işitmiş ve ezberlemişti. Kur'an-ı Kerim'i en evvel Mek

ibn-ül betul / ibn-ül betûl

  • Hz. İsâ (A.S.). Hz. Meryem'in oğlu.

ibn-üs-sebil

  • Misâfir.

ibnullah

  • Allah'ın oğlu. Hıristiyanlar Hz. İsa'ya İbnullah derler.

ibrahim bin edhem

  • Babası Belh Şehrinin Pâdişahı idi. Hicri 2. asırda yetişmiş büyük bir veliyullahtır. Bir çok kerametleri görülmüş, Allah rızası yolunda dünya saltanatını terk ederek fakirliği kabul etmiş ve bütün ömrünü ibadet ve taat ile geçirmiştir. Kerametleri dillere destandır.

ibre

  • İnce iğne gibi âlet.
  • Saatlerde veya pusuladaki rakamlara işâret eden ince âlet.
  • Çam gibi ağaçların yaprağı.

ibre-i hayyat

  • Kendi işlerini bırakıp başkasının işlerini halledip düzeltmeye çalışan adam.
  • Terzi iğnesi.

iç kale

  • Kale duvarlarıyla çevrilmiş şehir ve kasabaların bazılarının ortasında ve en yüksek yerinde yapılan küçük kaleler. Bu çeşit kalelere "bâlâ hisâr" da denilirdi. Bu iç kaleler, düşmanın, surları geçmesi hâlinde veya şehirde bir isyân çıktığı zaman, hükümdar veya kumandanın çekilip kendini müdafaa etme (Türkçe)

icadi / icadî

  • Yaradılışa dâir.

icaz / icâz

  • (İycâz) Edb: Az söyle çok şey anlatmak. Sözü muhtasar söylemek. Çok mânaya gelen kısa cümlenin hâli. Mâruf ve müteârif olan cümleden kısa bir cümle ile maksadı ifâde san'atı.Böyle sözlere mucez, veciz veya vecize denilir.
  • Sözü kısa söyleme.
  • Az sözle çok mânâ anlatma.

icazkar / icazkâr

  • İcazlı, kısa ifadelerle çok şey anlatmak halinde olan. (Farsça)

iclas

  • Oturtmak. Tahta çıkartmak. Padişahı tahta oturtmak.

icmal / icmâl

  • Hülâsa etmek. Kısaltmak, bir araya toplamak. Kısa anlatmak. Biriktirmek.
  • Uzun bir hesaptan çıkarılan hülâsa, netice.
  • Kısaltma, ihtisar, özet.
  • Kısaca, özet olarak.

icmal-i şehri / icmal-i şehrî

  • Aylık gelir ve giderleri, yahut yalnız giderleri toplu ve kısaltılmış olarak gösteren cetveller.

icmal-i senevi / icmal-i senevî

  • Senelik gelir ve giderleri yahut yalnız giderleri toplu ve kısaltmış olarak gösteren cetveller.

icmalen / icmâlen

  • Kısaca. Özlüce. İcmali ve hülâsa olarak.
  • Kısaca, özetle.
  • Kısaca, özetle.

icmali / icmalî / icmâlî

  • Kısaca, toplu olarak, tafsilatsız. Muhtasaran.
  • Kısaca, özetle.
  • Kısa, özlü.

icmali iman / icmalî iman / icmâlî îmân

  • İman esaslarını kısaca bilmek. Allah'a ve Peygamberine imân ettiğini söylemek ve tasdik etmek.
  • Kısaca inanmak. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm ne bildirmiş ise hepsine inandım demek.

ıcrim

  • Kısa boylu bodur adam.

ictimaiyyun

  • İçtimaî hayatı en güzel şekilde idareyi düşünen ve ona çalışan. İçtimaî mes'elelere dair ilimlerle uğraşan kimseler. Sosyologlar.

ictisar / ictisâr / اجتسار

  • Yüreklenme, cesaret bulma. (Arapça)
  • İctisâr etmek: Cesaretlenmek, cesaret bulmak. (Arapça)

ıdafe

  • Misafir edinmek.
  • Ulaştırmak.
  • Tâbi olmak, uymak.

idhal / idhâl / ادخال

  • İçeri alma, sokma. (Arapça)
  • Yurt dışından getirme, dışalım, ithal. (Arapça)
  • İdhâl edilmek: (Arapça)
  • İçeri alınmak, sokulmak. (Arapça)
  • Dışalım yapılmak. (Arapça)
  • İdhâl etmek: (Arapça)
  • İçeri almak, sokmak. (Arapça)
  • Yurt dışın (Arapça)

idhalat / idhâlât / ادخالات

  • Dışarıdan alımlar, ithalat.
  • İthalat, dışalım malları. (Arapça)

ifade-i cebriyye

  • Zoraki ifade.
  • Mat: Cebir işaretleri ile maksadını anlatma.

iftariyye

  • İftarlık. İftar için hususi olarak hazırlanmış nevale. Bunlar oruç bozulduktan sonra yemek yenmeden evvel yendiği için bu ad verilmiştir.
  • Osmanlı İmparatorluğu zamanında padişah sarayında, vüzera, eşraf ve âyân konaklarında, davetlilere iftardan sonra diş kirası namıyle verilen bahşi

iftihar madalyası

  • Padişaha sadakat gösterenlere, tarım ve san'atın ilerlemesine çalışanlara, yangın ve sâri hastalık anında devlet ve millete büyük hizmetleri dokunanlara verilmek üzere II. Abdülhamid'in irade-i seniyesiyle altın ve gümüşten olmak üzere çıkarılan madalya. (1886 ve 1887) Madalyanın ön yüzünde yukarı k

iftirak

  • Perişan olmak.
  • Ayrılmak, dağılmak. Hicran.

iglat

  • (Galat. dan) Yanlışa götürme.

iğnelemek

  • t. İğne ile delmek.
  • Kalıbını almak için kenarlarını iğne ile delerek işaretlemek.
  • Mc: Sözle hırpalamak. Dokunaklı konuşmak.

igraz

  • Doldurmak.
  • Taze hamurdan ekmek yapıp misafire yedirme.

igtisabat

  • (Tekili: İgtisab) Gasbetmeler, başkasının malını elinden zorla almalar.

iğtişaşat

  • (Tekili: İgtişaş) Karışıklıklar, kargaşalıklar, fenâlıklar.

ihata / ihâta

  • Kuşatma, etrafını çevirme.
  • Geniş tam bilgi ve ihtisas.

ihlas-perverane

  • Temiz yürekli, ihlas sahibi bir kimseye yakışacak surette. (Farsça)

ihrab

  • Harâb etme, perişan etme.

ihrac / ihrâc

  • Çıkarmak. Dışarı atmak. Fazla malı başka memlekete göndermek. İstifade için meydana koymak.
  • İhraç, çıkarma, dışarı atma.

ihracat / ihrâcât / اِخْرَاجَاتْ

  • Dışarıya mal satma.
  • Dışarı çıkarmalar.

ihsa'

  • Yalnız bir ilim ve san'at dalıyla meşgul olup, o hususda ihtisas yapıp terakki etme. Husyelerini çıkarma, iğdiş etme, eneme, erkekliğini giderme.

ihsan-ı şahane / ihsan-ı şâhâne

  • Padişahın ihsanı, bağışı.

ihsanat-ı şahane / ihsânât-ı şahane

  • Padişahın bağış ve iyilikleri.

ihsar

  • (Hasr. dan) Birisini işinden alıkoymak.
  • Fık: Hac için ihrama girmiş bir zâtın, Arafat'ta durmakla ziyaret tavafından; ve umre için ihrama girmiş bir kimsenin de tavaftan men edilmesi. Böyle men edilen zâta "muhsar" denir.
  • Kısaltma, kısalma.
  • Sıkıştırma.

ihtar-ı mücmel / ihtâr-ı mücmel / اِخْطَارِ مُجْمَلْ

  • Kısa öz hatırlatma.

ihtilam / ihtilâm

  • Uykuda cünüb olma. Çocuğun bülûğa, ergenlik çağına ulaştığının alâmeti, işâreti.

ihtilaskarane / ihtilaskârane

  • Çalıp aşıranlara yakışacak şekilde, hırsızlar gibi. (Farsça)

ihtimamkarane / ihtimamkârâne

  • Dikkatlice ve özenle çalışarak.

ihtisab

  • Hesab sorma, mes'uliyet.
  • İhtisab dâiresinin aldığı vergi.
  • Emr-i bilma'ruf nehy-i an-ilmünker vazifesi,
  • Ceza.
  • Eskiden belediye işlerine bakan memurun işi ve dâiresi.

ihtisabiyye

  • İhtisaba (belediyeye) ait vergi.

ihtisar / ihtisâr / اختصار / اِخْتِصَارْ

  • İcmâl etmek. Sözün kısaltılması. Kısaltmak.
  • Mat: Sadeleştirme, basitleştirme. Hesapta bir tenasübü en küçük haddine indirme.
  • Kısaltma, özetleme.
  • Kısaltma, icmâl etme.
  • Kısaltma.
  • Kısaltma, özetleme. (Arapça)
  • İhtisâr edilmek: Kısaltılmak, özetlenmek. (Arapça)
  • İhtisâr etmek: Kısaltmak, özetlemek. (Arapça)
  • Kısa tutma.

ihtisaren / ihtisâren / اختصارا

  • Kısaca, özetleyerek.
  • İhtisar suretiyle, muhtasar olarak, kısaltarak, tafsilâtsız, kısaca.
  • Kısaltarak.
  • Özetle, kısaltarak, kısaca. (Arapça)

ihtisasiyyun

  • İhtisas sâhibi kimseler, mütehassıslar.

ıhtitat

  • Sakal bitmek. Yer tutmak.
  • Hatla işaret koymak.

ıknat

  • Allah'a dua etme. Aczini ve fakrını anlayarak Allah'a yalvarma.
  • Namazda kıyamı uzatma.
  • İnkisar etmek.

ıkta'

  • (Kat.'dan) Delil göstererek susturma.
  • Mülkiyeti devlete ait olan bir arazinin menfaatinin hazinede istihkakı bulunan kimseye padişah tarafından verilmesi.
  • Maktuan ihâle.

iktibas

  • Bir söz veya yazıyı olduğu gibi veya kısaltarak almak. Birisinden ilmen istifade etmek. İstifade suretiyle almak, alınmak.
  • Söz arasında Kur'an-ı Kerimden veya Hadis-i Şeriftden veya başka makbul eserlerden bir cümlenin kâmilen veya kısmen az tasarruf ile veya tasarrufsuz alınması.

ıktifaen

  • İzinden giderek, örnek tutarak, misal kabul ederek.

iktina'

  • Yığma, biriktirme.
  • Çalışarak kazanma.
  • Meslek edinme.
  • Tuzak kurup avlanma.
  • İmsak etme.
  • Sermâye verme.

iktisa / iktisâ / اكتسا

  • Giyinme, bürünme. (Arapça)
  • İktisâ etmek: Giymek (Arapça)

iktisab / iktisâb / اكتساب

  • Kazanma, çalışarak kazanma. (Arapça)
  • İktisâb etmek: Kazanmak. (Arapça)
  • İktisâb eylemek: Kazanmak. (Arapça)

iktisabat

  • (Tekili: İktisab): İktisablar, kazanmalar, elde etmeler ve edinmeler.

iktisadi / iktisadî

  • İktisada ait, tutumla alâkalı. Ekonomik.

iktisadiyat

  • İktisad bilgisi. İktisad ve tutumla alâkalı olan işler.

iktisadiyyun / iktisâdiyyûn / اقتصادیون

  • İktisatçılar, ekonomistler. (Arapça)

iktisar / iktisâr / اقتصار

  • (Kasr. dan) Sözü kısa kesmek. Kısaltmak.
  • Kısaltma.
  • Kısaltma. (Arapça)

iktisaren

  • Kısa ve özet şeklinde.

iktisas

  • Birinin izinden, ardından gitmek.
  • Kısas istemek. İntikam almak.
  • Kıssa.
  • Hikâyeyi veya bir haberi doğruca söylemek.

ılab

  • Boyunda olan uzun nişan.

ilah

  • Arabçadaki "ilâ âhir" kelimesinin kısaltılmışı. "Sonuna kadar, böylece devam eder" demektir.

ilahi / ilâhî / الهى

  • Tanrısal. (Arapça)
  • İlahî, dinî şarkı. (Arapça)

ilanat-ı rabbaniye / ilânât-ı rabbâniye

  • Allah tarafından gönderilen ve Allah'a işaret eden duyurular.

ilbas-ı hil'at

  • Hil'at giydirmek. (Üst elbisesi demek olan hil'at; padişahlar ile sadrazam ve vezirler tarafından memurlarla, âyân ve eşrâfa, taltif makamında giydirilirdi. Sonradan bunun yerine rütbe ve nişan verilmeğe başlanmıştır.)

ilbas-ı hırka

  • Bir tarikata intisab ile mutad olan menzilleri geçerek irşad mertebesine yükselenlere, şeyhlerinden gördükleri yolda başkalarını irşad ile izin verme salâhiyetini ihtiva eden "İcazetname: hilâfetname" verme.

ilh

  • "İlâ âhir" sözünün kısaltılmışı.

ilkbahar

  • Mart, nisan ve mayıs aylarını içine alan mevsim. (Türkçe)

ılkid

  • Şişman, kısa boylu, hakir ve hayrı az olan kadın.
  • Katı yoğurt.

ilm-i kelam / ilm-i kelâm

  • Cenab-ı Hakk'ın zât ve sıfatlarından ve nübüvvet ve itikada ait mes'elelerinden İslâmî esaslar dairesinde bahseden ilim. Usul-üd din de denir. Bu hususlara çalışan İslâm allâmelerine "Mütekellimîn" denir.

ilm-i kesbi / ilm-i kesbî

  • Çalışarak elde edilen ilim.

ilm-i münazara

  • Bir meseleyi tartışarak çözümleme ilmi.

ilma'

  • Parlatma.
  • İşaret etme.

iltifat-ı şahane / iltifât-ı şâhâne

  • Yüksek iltifât, padişahın lütufla yaptığı özel muamele.

iltisak / iltisâk / التصاق

  • Kavuşma, yapışma. (Arapça)
  • İltisak etmek: Kavuşmak. (Arapça)

iltisaki / iltisakî

  • İltisakla alâkalı.
  • Yapışan, birleşen. Kavuşan, bitişen.

ima / îmâ / îma / ايما / ایما / ا۪يمَا

  • İşaret etmek. İşaretle anlatmak. İşaret.
  • İşaret.
  • Gizli ve ince bir mânâyı işaret etme, gösterme.
  • İşâret etme. Bir özür sebebiyle başını yere koyamayan kimsenin rükû' için biraz, secde için rükû'dan daha çok eğilmesi.
  • Hafif işaret.
  • Dolaylı anlatım, işaret. (Arapça)
  • Îmâ etmek: İşaret etmek, göstermek. (Arapça)
  • Gizli işaret.
  • İşaret.

ima eden

  • İşaret eden, dolaylı olarak ifade eden.

ima-i gaybi / imâ-i gaybî

  • Gaybî yoldan dolaylı olarak bir hadiseye işaret etme.

ima-i rahmet / îmâ-i rahmet

  • Rahmete işaret etme, üstü kapalı olarak rahmeti gösterme.

imaat

  • (Tekili: İmâ) İşaretler. İmâlar.

imaen / îmaen

  • İşaret vererek. İşaret ederek.
  • Gizli ve ince bir mânâyı göstererek, işaret ederek.

imai / îmâî

  • Gizli işaret.

imale / imâle / اماله

  • Kısa heceyi uzun okuma. (Arapça)

imalı

  • İşaretli.

iman-ı icmali / îmân-ı icmâlî

  • Kısaca inanmak, Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Allahü teâlâdan ne bildirmiş ise, hepsine inandım, demek.

immisar

  • (İmtisar ile aynı mânâdadır) Süt sağmak.
  • Bir şeyi incelemek.
  • Az olmak.
  • Dağılmak.
  • Hâil, perde.

imtiha'

  • (Mahv. dan) Mahvolma, perişan olma, yok olma.

imtira'

  • Çıkarma, ihrac etme, dışarı atma.
  • Şüphelenme, kuşkulanma.
  • Tereddüt, mütereddidlik, kararsızlık.

imtisal / imtisâl

  • Nümune kabul etme.
  • Uymak. Ayrılmamak üzere inkıyad etme.
  • Mesel ve kıssa söyleme.
  • Bir şeyin suretine girme.
  • Muvafakat ve mutabakat etme.
  • Katili kısas etme.
  • Misal edinme, benzemeye çalışma.

imtisalen / imtisâlen

  • Bağlı olarak, imtisal ederek, uyarak, tâbi olarak.
  • Misal edinerek, uyarak.

imtisar

  • (Bak: İmmisar)

imtizackar / imtizackâr

  • Uyuşarak, anlaşarak, karışarak. Kaynaşmağa müsait surette. (Farsça)

imza

  • Kendi ismini veya kendine ait bir işareti, kendisinin kabullenerek yazması.
  • İcra ve tamam eylemek.

imza-yi padişahi / imza-yi padişahî

  • Padişahın imzası. Osmanlı Padişahları tarafından vaktiyle hükümdarlara yazılan name-i hümayunların kenarlarına altun yaldızla imza konurdu. Bunlara imza-yı padişahî denilirdi.

inabe / inâbe

  • Bir büyüğe, evliyâ bir zâta intisab etmek, bağlanmak sûretiyle yapılan tövbe.

inak

  • Sözüne inanılır, itimat edilebilir, mutemed.
  • Müsteşar, müşavir.
  • İstişare, re'y.

inan

  • Bu kimseler, bunlar. (İşaret zamiridir). (Farsça)

inayat-ı seb'a / inâyât-ı seb'a

  • Yedi yardım; Yirmi Sekizinci Mektup, Yedinci Risale Olan Yedinci Mesele.

inayetkarane / inayetkârâne

  • İnayet edene yakışır surette. Yardım ve iyilikte bulunan kimseye yakışacak şekilde. (Farsça)

inbisat-ı efkar / inbisat-ı efkâr

  • Fikirlerin yayılması, intişar etmesi.

incil / incîl

  • Dört büyük kitabdan birisi. Hristiyanların mukaddes kitabı olup, Hazret-i İsa'ya (A.S.) gelen kitab.
  • Beşaret, müjde.
  • Hz. İsa'ya indirilen mukades kitap.
  • Allahü teâlânın, Îsâ aleyhisselâma gönderdiği ve sonradan tahrif edilen, aslı değiştirilmiş olan mukaddes kitab.

incil-i yuhanna

  • Yuhanna İncili dört incilden birisi, Hz. İsa'nın (a.s.) havarilerinden Yuhanna tarafından yazılan İncil, Hz. İsa'ya indirilen kitap.

infisalat

  • (Tekili: İnfisal) Yerinden ayrılmalar.
  • Azledilmeler.

infitahiyyet

  • Kapalılığın açılıp inkişaf etmesi. (Tohumların açılarak nebât hâline gelmesi gibi olan hâl.)

inha

  • Bu şeyler. (İşaret zamiridir.) (Farsça)

inhişaş

  • (Çoğulu: İnhişâşât) Birbirine dokunup hışırdama, hışırtı. Şakırtı, şakırdama.

inkişaf / inkişâf / انكشاف

  • Ortaya çıkma. (Arapça)
  • Gelişim, gelişme. (Arapça)
  • İnkişaf bulmak: Gelişmek. (Arapça)
  • İnkişaf etmek: Gelişmek. (Arapça)

inkişaf-ı hakaik-i imaniye

  • İman hakikatlerinin inkişafı, gelişmesi.

inkişafat / inkişâfât

  • İnkişaflar, gelişmeler.

inkisam / inkisâm / انقسام

  • Bölünme. (Arapça)
  • İnkisâm etmek: Bölünmek. (Arapça)

inkısar

  • Kısalma, kısa olma.
  • Kısalma.

inkısarat / inkısarât

  • İnkısarlar.

inkıyad

  • Boyun eğme. Muti olma. Teslim olma. İtaat etme. İmtisal.

insifar

  • İnkişaf etme, açılma.

intikamcu / intikamcû

  • İntikam almağa çalışan, öç almak isteyen. İntikam arıyan.

intikaz

  • Bozulma.
  • Çözülme, battal edilme.İNTİMA'Â : Birine mensub olma, intisâb etme. Bir kimseye bağlanma.
  • (Kuş) bir yerden uçup, başka bir yere konma.

intişar / intişâr / انتشار

  • Yayılma. (Arapça)
  • Yayınlanma. (Arapça)
  • Üreme. (Arapça)
  • İntişâr etmek: (Arapça)
  • Yayılmak. (Arapça)
  • Yayınlanmak. (Arapça)

ipucu

  • Mc: Emare, işaret, alâmet, delil, vesika.

irad-ı mesel

  • Edb: Bir fikri isbat için misal getirme. Buna İrsal-i mesel de denir.

irade-i şahane / irade-i şâhane

  • Padişahın emri, fermanı, buyruğu.

irade-i seniyye

  • Padişahın, bir işin yapılması veya yapılmaması hakkında verdiği emir. İrade eskiden şifahî, yani ağızdan emir vermek, yahut kendi el yazısı ile yazmak suretiyle verilirdi. Sonradan iradeler mabeyn baş kâtibinin imzasını taşıyan yazılı kâğıtla bildirilmeğe başlamıştır.
  • Çok yüksek ve m

irem

  • Kurşun veya ok atılan nişan tahtası.

irhasat / irhâsât

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) peygamberliğinden evvel meydana gelen ve peygamber olacağına işaret eden harika hâller, belirtiler.

irhasat-ı ahmediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) peygamberliğinden evvel meydana gelen ve peygamber olacağına işaret eden harika haller, belirtiler.

irs

  • Vefat eden kimsenin vâsi olup malını almak.
  • Ölen yakın akrabadan kalan mal, miras, mülk.
  • Bir şeyin artığı. Fâsıla nişanları.

irşad-ı gaybi / irşad-ı gaybî

  • Gaybî irşad; gelecekteki hâdiselere işaret etmek suretiyle rehberlik yapma.

irtibas

  • Perişan ve zor durumda kalma.
  • Pek karışık ve sıkışık olma.

irticaz

  • Kısaltma, ihtisâr.

irtişaf

  • Emerek ve azar azar içme.
  • Tıb: Vücudun her hangi bir yerinde toplanan suyun, dışarı atılması.

irtisam

  • Resmedilmek, resmi çıkmak, resimli ve nişanlı olmak.
  • Emrolunan şeye imtisâl etmek.
  • Cenâb-ı Hakkı tekbir ve O'na ilticâ etmek.
  • İrtisam etmek: Resmedilmek, izi düşmek.

iş'ar

  • Hissettirme, işaret etme.

iş'ar-ı fazılane / iş'âr-ı fâzılâne

  • Hürmet ifadesi olarak "yüce şahsiyetinizin işaret etmesi" anlamında bir ifade.

isa / isâ

  • İsa (a.s.).

isa ruhullah / isâ ruhullah

  • İsâ Allah'ın ruhudur (Yani, Beytullah ifadesinde olduğu gibi, sebepler perdesini kaldıran bir tabirdir. "İsa (a.s.), babasız olarak doğrudan İlâhî kudretin tecellisiyle yaratılmıştır" demektir).

işa'

  • (Bak: Işa)

işaat

  • (Tekili: İşâa) Haber yaymalar.

isabet-i fikr

  • Fikrin isâbeti, doğruluğu.

isabet-i kanuniye

  • Kanunî isabet, doğruluk.

isabet-i re'y

  • Fikir doğruluğu. İsabetli ve yerinde bir düşünce.

isabetkar / isabetkâr

  • Doğru rastlayan. İsabetli. (Farsça)

işaeyn

  • (Bak: İşâân)

isal / îsâl / ایصال

  • Kavuşturma, ulaştırma. (Arapça)
  • İsâl etmek: Ulaştırmak. (Arapça)

işarat / işârât / اشارات

  • İşaretler.
  • İşaretler.
  • İşaretler.
  • İşaretler. (Arapça)

işarat-ı celile / işârât-ı celîle

  • Büyük işaretler.

işarat-ı cemal / işârât-ı cemâl

  • Sonsuz güzelliğin işaretleri.

işarat-ı gaybiye / işârât-ı gaybiye

  • Geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaretler.

işarat-ı hadis / işârât-ı hadîs

  • Hadîsin işaretleri.

işarat-ı hadisiye / işârât-ı hadîsiye

  • Peygamber Efendimizin (a.s.m.) hadîslerinde bulunan işaretler.

işarat-ı harfiye / işârât-ı harfiye

  • Harflerle yapılan işaretler.

işarat-ı harika-i aleviye

  • Hz. Peygamberden (a.s.m.) aldığı derse binaen Hz. Ali'nin (r.a.) harika işaretleri.

işarat-ı haşriye / işârât-ı haşriye

  • Haşrin işaretleri.

işarat-ı i'caziye / işârât-ı i'câziye

  • Mu'cizelik işaretleri.

işarat-ı kesire / işârât-ı kesire

  • Çok işaretler.

işarat-ı kur'ani / işârât-ı kur'âni

  • Kur'ân'ın işaretleri.

işarat-ı kur'aniye / işârât-ı kur'âniye

  • Kur'ân'ın işaretleri.

işarat-ı kur'aniyye / işârât-ı kur'âniyye

  • Kur'ân'ın işaretleri.

işarat-ı rabbaniye / işârât-ı rabbâniye

  • Herşeyi terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın işaretleri.

işarat-ı riyaziye / işarât-ı riyaziye

  • Matematiksel işaretler.

işarat-ı tevafukiye / işârât-ı tevafukiye

  • Tevafuk işaretleri.

işarat-ül i'caz / işarat-ül i'câz

  • İ'caza dair işaretler.

işaratülicaz / işârâtülîcâz

  • Mûcizelik işaretleri.

işaret

  • Bir şeyi bir vasıta ile (el, göz, kaş veya parmakla) göstererek bildirmek.
  • Nişan, alâmet, belli bir iz.
  • Ist: Doğrudan doğruya olmadan, hatırlatma suretiyle verilen emir.

işaret-i ahmediye

  • Hz. Muhammed'in peygamberliğine olan işaret.

işaret-i akliye

  • Akla hitap eden işaret. Soyut işaret.

işaret-i aleviye

  • Hz. Ali'nin işâreti.

işaret-i amme / işaret-i âmme

  • Genel işaret.

işaret-i azime-i semaviye / işaret-i azîme-i semâviye

  • Göklerde sergilenen büyük işaretler.

işaret-i gaybiye / işâret-i gaybiye / اِشَارَتِ غَيْبِيَه

  • Geleceğe veya bilinmeyen bir şeye işaret.
  • Gizli işaret.

işaret-i gaybiye-i örfiye

  • Herkes tarafından bilinen gayba dair bir işaret.

işaret-i hadisiye

  • Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek sözlerinin işaret ettiği mânâ, vermiş olduğu işaret.

işaret-i harfiye

  • Harflerle yapılan işaret.

işaret-i hassa / işaret-i hâssa

  • Özel işaret.

işaret-i hissiye

  • Somut işaret; hislere, duygulara hitap eden işaret.

işaret-i i'caziye / işaret-i i'câziye

  • Mu'cize derecesindeki işaret.

işaret-i ilahiye / işaret-i ilâhiye

  • Allah tarafından gönderilen işaret.

işaret-i inayet / işaret-i inâyet

  • Allah'ın özel yardımının işareti, göstergesi.

işaret-i kur'aniye / işaret-i kur'âniye

  • Kur'ân'ın işareti.

işaret-i latife / işaret-i lâtife

  • Güzel, ince işaret.

işaret-i manevi / işaret-i mânevî

  • Mânevî işaret.

işaret-i miraciye

  • Miracın işaret etmesi, haber vermesi.

işaret-i nebeviye

  • Peygamber Efendimizin (a.s.m.) haber vermesi, işaret etmesi.

işaret-i rabbaniye / işaret-i rabbâniye

  • Allah'ın işareti.

işaret-i semavi / işaret-i semâvi

  • Allah tarafından gösterilen işaret.

işareten / işâreten / اشارة / اِشَارَتًا

  • İşaret ederek.
  • İşaret ederek.
  • İşaret ederek. (Arapça)
  • İşaret olarak.
  • İşaret olarak.

işari / işârî / اِشَار۪ي

  • İşaret yoluyla.
  • İşaretle ilgili.
  • İşaretle.

işari mana / işârî mânâ

  • Bir ifâdenin bir şey hakkında açıkça değil, işâret ederek gösterdiği mânâ.

ışaya

  • (Tekili: Işâ) Akşam ezanından yatsı ezanına kadar geçen zamanlar.

işbaşı

  • t. Bir işte çalışanların başı, reisi.
  • İşe başlama saati.

isevi / isevî / îsevî

  • Hz. İsa'nın (A.S.) dininden olan. Nasrani. Hristiyan.
  • İsa aleyhisselâmın dininden olan kimse.
  • Îsâ aleyhisselâmın getirdiği hak dîne inanan kimse.

isevilik / isevîlik / îsevîlik

  • Hz. İsâ'nın dini, Hıristiyanlık.
  • İsa aleyhisselâmın dini.
  • Îsâ aleyhisselâmın bildirdiği hak din, nasrânîlik.

işgüzar

  • Becerikli, çalışkan. (Farsça)
  • Kendini göstermek için gerekmezken işe karışan. (Farsça)

ıslah-ı nefs / ıslâh-ı nefs

  • Kötü huyları, fenâ alışkanlıkları ve yaramaz işleri bırakıp, iyi huyları, güzel işleri, kulluğa yakışan tâat ve ibâdetleri yapma.

islam / islâm

  • Hazreti Muhammed aleyhisalâtü vesselâmın getirdiği din.

islav

  • Rus, Ukran, Beyaz Rus, Çek, Slovak, Leh, Sloven, Sırp, Hırvat ve Bulgar gibi milletlere, lisanlarındaki yakınlık dolayısıyla verilen ortak isim. (Fransızca)

ism-i işaret

  • Gr: Kendisiyle muayyen bir şeye işaret olunan kelime. "Bu, şu o" gibi.

işmam / işmâm

  • "Şemm"den:
  • Koklatma, koklatılma.
  • Tecvid ıstılâhında harfin zamme harekesine işaret etme.

işmar

  • Göz kırpma, işaret.
  • Anlamlı işaret.

ismat

  • Susturma, sükut ettirme.
  • Men'etmek.
  • Tecvidde : Harfi söylerken lisana ağır geldiğinden, kendilerinden yalnız aslı rübâî olanlar ile, hümasi olanların terkibi men' edilmişti. İsmât sıfatının harfleri; izlâk sıfatının harfleri olan on altı harf ile harf-i meddin maadası olan on

isr

  • Alâmet. Nişane.
  • Ayak izi.
  • Yol. Meslek.
  • Başlamak ve azimet etmek.

işraki / işrâkî / اشراقى

  • Pisagorcu. (Arapça)

ıstabl-ı has / ıstabl-ı hâs

  • Padişahın atlarına mahsus ahır.

istavroz

  • Hıristiyanlığın alâmeti, işâreti sayılan şekil ve bu şekilde yapılmış put, haç.

iştibak

  • (Şebeke. den) Örülmek. Örgülenmek.
  • Karşılıklı birbirine geçmek.
  • Perişanlık.
  • Zâhir olmak.
  • Koz: Güneş battıktan sonra gökte kum taneleri gibi görünen karışık yıldızlar.

ıstıbar

  • Sabretmek.
  • Kısas almak.

istifa-yı kısas

  • Kısas hakkının bilfiil yerine getirilmesi. Câni hakkında kısas cezasının tatbik edilmiş olması.

istifham / istifhâm / استفهام

  • Sorma. (Arapça)
  • Soru işareti. (Arapça)

istihkamat-ı hafife / istihkâmat-ı hafife

  • Harbde kısa zamanda yapılan sığınaklar.

istihrab

  • Bir musibet sebebi ile perişan olma, mahrum olma.

istihza / istihzâ

  • Söz, yazı, işâret veya çeşitli davranışlarla bir kişinin ayıp ve eksikliklerini ortaya çıkarmak, onunla eğlenmek, alay etmek.

istikade

  • Adam öldürmüş olan katilin kısasını isteme.

iştikak

  • Türemek. Bir kökten ayrılan kelimelerin asılları ve birbirleri ile olan münâsebetleri, meydana gelişleri.
  • Çatallaşmak. Yarılmış bir şeyin bir şıkkını almak.
  • Edb: Aynı kökten türemiş olan birkaç kelimeyi bir araya getirme sanatı. Misaller:(Edipler edepli olmalı, hem de edeb-i

istiklalcu / istiklâlcu

  • İstiklâl arayan. Müstakil olmak, hür olmak için çalışan. (Farsça)

istıksar

  • (Kasr. dan) Kısma. Bir şeyin kısaltılmasını isteme.

istıksas

  • (Kısas. dan) Kısas isteme. Bir katilin şeriatça öldürülmesini isteme.

istilam

  • Öpmek veya el sürmek. Selâm vermeyi isteme.
  • Kâbeyi tavaf esnasında Hacer-ül Esvede el sürmek, el süremese el işareti ile öper gibi yapmak, okşamak.

istimsal

  • Misal edinmek. Örnek tutmak.

iştirak-ı lisan

  • Lisan ortaklığı. Aynı dili konuşma keyfiyeti.

istirak-ı sem' / istirâk-ı sem'

  • İstirâk-ı sem' etmek: Kulak misafiri olmak.

istişarat

  • (Tekili: İstişare) İstişareler, danışmalar, meşveret etmeler.

istişare / istişâre / استشاره

  • Danışma. (Arapça)
  • İstişâre etmek: Danışmak. (Arapça)

istişata

  • (Bak: İSTİŞAT)

istişhadat

  • (Tekili: İstişhad) Şâhid göstermeler, delil olarak misâl göstermeler.
  • Şehid olmalar.

iştitat

  • Dağılma. Perişan olma.

istuh

  • Âciz, güçsüz, kuvvetsiz. Perişan, mahzun, biçare. (Farsça)

it'amiyye

  • Bazı vakıf müesseselerinde fakirlerin doyurulması için ayrılan tahsisat.

ıtlakat / ıtlâkât

  • Mutlak bırakmalar; işaret ettiği fertlerden teklik, çokluk gibi belli bir mânâ ile kayıtlamama, serbest bırakma.

ıtmal

  • Mahvetme, perişan etme.

ıtrah

  • (Tarh. dan) Çıkarma, tarhetme, dışarı atma.

ıtri / ıtrî

  • Itra mensub, ıtır gibi kokan.
  • Müzik ilminde bir üstaddır. Asıl adı Mustafa'dır. Bayramlarda okunan tekbirin ilâhi ve kuvvetli bestesi onundur. Bestelere âid Segâh, Ayin-i Şerif gibi 25 eseri olduğu söylenir. Osmanlı padişahı IV. Mehmed'in nedimlik ve esirler kethüdalığında bulunmuştu

ittiba'

  • Tabi' olma. Arkasından gitme. İtaat etme. Tebaiyyet ve imtisal etme.

ittihad-ı muhammedi / ittihad-ı muhammedî

  • "Muhammedî birlik" mânâsına gelen ve 5 Nisan 1909'da İstanbul'da kurulan bir cemiyet.

ittihad-ı muhammedi cemiyeti / ittihad-ı muhammedî cemiyeti

  • Süheyl Paşa, Mehmed Sadık, Ferik Rıza Paşa, Derviş Vahdeti ve arkadaşları tarafından İstanbul'da 5 nisan 1909 tarihinde kurulan bir cemiyettir.

ittisam

  • (Vesm. den) Damga ve nişan vurma.
  • Dağlama, süsleme.

izhak

  • Yok etme, mahvetme.
  • Öldürme.
  • Oku, nişandan ayırma.

izhar-ı haşmet

  • İhtişamın, heybetin açığa vurulması.

izmihlal / izmihlâl

  • Bozulup gitmek. Perişan olmak. Yok olmak. Görünmez hale gelmek.
  • Yok olma, bozulma, perişan olma.

jülide / jülîde

  • Dağınık, perişan, karma karışık. (Farsça)
  • Perişan, dağınık.

ka'b

  • (Ölm: Hi: 32) Yahudi âlimlerinden olup İsrailiyatı İslâmiyet'e en çok aktaranlardan biridir. Hz. Ebubekir devrinde Müslüman olmuştur. Sa'lebi ve Kisai gibi İslâm tarihçileri ondan çok rivayetlerde bulunmuşlardır.

ka't

  • Kısa boylu kimse.

kabl-el milad / kabl-el milâd

  • İsa'dan (A.S.) önce, milâddan evvel.

kadir alayı

  • Tar: Kadir gecesi padişahların saraydan çıkıp, civardaki camilerden birinde namaz kılmaları münâsebetiyle yapılan merâsim.

kadir-endaz

  • İyi ok atan ve attığı her oku hedefe isâbet ettiren kimse. (Farsça)

kafes

  • Tel, ince demir veya ağaç çubuklarından yapılan ve içine kuş ve saire konulan şey.
  • Dışardan içerisi görünmesin diye, ince tahta çubuklarından yapılıp harem pencerelerine takılan siper,
  • Ahşap bir binanın kaplama ve sıvası olmaksızın direklerden ibaret taslağı.

kaibe

  • Hüzün ve gamdan perişan olmak.

kakül

  • (Kâgül) Alnın üzerine sarkıtılan kısa kesilmiş saç. (Farsça)

kaleb

  • Dudak dışarıya sarkmak.

kalender

  • İbâdetlerin görünmesine önem vermeyen, herkese tatlı söyleyerek kalb kazanmağa çalışan, farzları yapmaya dikkat eden ve dünyâya düşkün olmayan kimse.

kamet

  • (A, uzun okunur) Namaza başlama işâreti, namaz kılmak için okunan ezan.
  • Boy. Boy-bos. Endam.

kamıh

  • Kam' eden, ezip kıran, mahveden, perişan eden. Kahreden, yok eden. Alçaltan, zelil eden.

kanun-u fıtri / kanun-u fıtrî

  • Yaratılışa ait kanun.

kanun-u padişahi / kanun-u padişahî

  • Padişah kanunu.

kanuni

  • Kanuna dâir. Kanuna ait.
  • Avrupavâri kanuna vesile olan Osmanlı Padişahı Sultan Süleyman'ın bir nâmı.

kar'-ul asa / kar'-ul asâ

  • Doktorun, hastanın bedenine vurup muâyene etmesi.
  • Mc: Hatayı hatırlatmak için işaret vermek ve ikaz etmek.

kararet

  • Kısa ayaklı ve çirkin yüzlü bir cins koyun.
  • Düz yuvarlak yer.

karin

  • Yakın. Hısım. Akraba.
  • Arkadaş. Yaşı aynı olan arkadaş. Refik. Komşu.
  • Bir şeyi elde eden, nâil olan.
  • Pâdişahın daimi surette yakınında bulunan. Mâbeynci.

karine / karîne

  • Bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ip ucu. Anlaşılması zor olan hususun hak ve hakikatına dâir cüz'i delil olan şey. İşaret.
  • Bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret.

karine-i mecaz

  • Mecaza ait işaret; bir sözün asıl mânâsının anlaşılmasına engel teşkil eden işaret.
  • Mecaza ait işaret. Kelimenin mecaz olmasını gerektiren, hakiki mânasında alınmasına mâni olan kayıt. Buna Karine-i mânia da denir.

karine-i taayyün

  • Belli edici ve tayine yardım eden iz, işaret, delil.
  • Belli edici ve tâyine yardım eden iz, işâret, delil.

kariye

  • (Çoğulu: Kavâri) Uzun burunlu, kısa ayaklı, arkası yeşil bir kuş.
  • Süngü demirinin keskin yeri.
  • Kılıcın ve ona benzer şeylerin keskin yeri.

karsel

  • Kısa boylu adam. (Müe: Karsele)

kas'a

  • (Çoğulu: Kısâ') Çanak, kâse.
  • Yemek kabı.

kasaret

  • Kısalık. Kısa olma.

kasas suresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 28. Suresidir. Mekkîdir. (Kısas da denir.)

kasatura

  • Askerlerin, bellerine bağlayıp taşıdıkları ve süngü gibi kullandıkları düz ve kısa kılıç.

kasi'

  • Yaramaz huylu, yaşlı ve boyu kısa olan kimse.

kasib / kâsib

  • Kazanç sahibi. Kazanmak için çalışan. Kesbeden. Marifet için çalışan.
  • Kesbeden, kazanan, kazanmak için çalışan, kazanç sahibi.
  • Kazanmaya çalışan.

kasır

  • (A, uzun okunur) Kısa, eksik.
  • Kusur işleyen. Kusurlu.
  • Kısa.
  • Küsur.
  • Kısa.

kásır

  • Kısa, dar.

kasır / kâsır

  • Eksik, kısa, yetersiz.

kasir / kasîr / قصير

  • Kısa.
  • (Kasr. dan) Kısa, boynuz, ufak boylu.
  • Kısa. (Arapça)

kasır / قَصِرْ

  • Kısaltma.

kasır-ul akl

  • Düşüncesi noksan, kısa akıllı.

kasir-ül akl / kasîr-ül akl

  • Aklı kısa, aklı ermez.

kasir-ül ba' / kasîr-ül bâ'

  • Kısa boylu, beceriksiz, zavallı.

kasır-ül basar

  • Görüşü kısa.
  • Kısa görüşlü, dar düşünceli.

kasir-ül basar / kasîr-ül basar

  • Dar görüşlü, basireti kısa.
  • Miyop.

kasır-ül fehm

  • Anlayışı noksan, kısa anlayışlı. Anlayışsız.

kasir-ül himme / kasîr-ül himme

  • Himmeti az veya kısa olan.

kasir-ül kame / kasîr-ül kame

  • Kısa boylu. Boyu kısa olan.

kasır-ül yed

  • Eli kısa. Âciz, işten anlamaz, beceriksiz.

kasire

  • Evinde hapsedilip dışarı çıkartılmayan kadın.

kasıru'l-fehim

  • Anlayışı kısa.

kasirünnazar

  • Nazarı kısa.

kasr

  • Kısa olmak. Kısa kesmek.
  • Birisini bir hususa, bir işe tahsis etmek.
  • Bir işte tembellik etmek.
  • Akşamlamak.
  • Hapseylemek.
  • Yekpâre taş.
  • Beyazlatmak.
  • Gevşetmek.
  • Noksanlaştırmak.
  • Kısa kesme, kısaltma, kısma.
  • Azaltma, kesme, eksiklik.
  • Köşk, saray,
  • Tahsis.
  • Kıraatte uzatmadan okumak.
  • Kısalık, saray.

kasr-ı namaz

  • Namazın kısaltılması; yolculukta 4 rekâtlık farz namazların 2 rekât olarak kılınması.

kasr-ı nazar

  • Kısa nazar, kısa görüş.

kasr-ı salat / kasr-ı salât

  • Seferde olan bir kimsenin dört rekatlı namazı ikişer rekat kılmakla namazı kısaltması.
  • Seferde olan bir kimsenin, dört rekâtlı farz namazları ikişer rekât kılması. Namazı kısaltmak.

kasr-ül kelam / kasr-ül kelâm

  • Sözü az etmek. Kısa konuşmak.

kasretme

  • Kısaltma.

kat'iyyü'd-delalet / kat'iyyü'd-delâlet

  • Metnin mânâya olan işareti kesin olması, "Acaba metinden bu mânâ mı kastediliyor?" şeklinde bir şüphenin bulunmaması.

katar

  • Arabistan yarımadasında müstakil bir devlettir. İstiklâlini 1/1/1971 de ilân etmiştir. Hükümet merkezi Doha şehridir. Üç yanı denizle çevrilidir. Halkı müslümandır. Resmi lisanı Arapçadır.

katat

  • Kısa, kıvırcık saç.

katolik

  • Hıristiyanlardan bazılarınca Hz. İsa'nın (A.S.) vekili telâkki ettikleri papanın reisliği altında Hıristiyanlıkta bir mezheb ve bu mezhabe bağlı olanlar. (Fransızca)

kavad

  • Katili maktul yerine kısas etmek.

kavaid

  • (Tekili: Kaide) Kaideler. Hareket porgaramları. Dil öğreten bir kitaptaki kaideler. Arab lisanındaki kaidelerin dercedildiği gramer kitabı.

kavim

  • Doğru, dik, ayakta.
  • Dürüst.
  • İsabetli.
  • Boyu düzgün ve güzel.

kebel

  • Kısa.

keduh

  • Amel ve sa'yedici, çalışan.

keham

  • Yaşlı, ihtiyar. (Kesmez kılıca "seyf-i kihâm"; peltek lisana "lisan-ı kihâm"; ağır yürüyüşlü ata "feres-i kihâm" derler.)

kehire

  • Kısa boylu kadın.

kehmes

  • Boyu kısa olan.

kelam-ı ahsar / kelâm-ı ahsar

  • En kısa ve veciz söz.

kelimetullah

  • Allahü teâlânın ism-i şerifi. Allahü teâlânın dîni.
  • Îsâ aleyhisselâmın lakabı.

kelkahya / kelkâhya

  • Mc: Vazifesi olmayan şeylerle alâkadar olan. Her şeye karışan.

kenud

  • Çok küfran-ı nimet eden kimse. Çok levm ve küfreden cahud.
  • Birşey yetiştirilemiyen verimsiz arazi.
  • Kocasının hukukuna ve iyiliklerine küfran eden nankör kadın.
  • Yemeğini misafirden sakınarak yalnızca yiyen cimri.
  • Kölesini, uşağını çok döven kimse.

keramet-i ilmiye

  • İktisab suretiyle olmayıp, vehbi yani Cenab-ı Hakk'ın atiyyesi olarak geniş bir ilme mazhariyyetten hâsıl olan ilmi keramet.
  • İlim tahsili ile çok büyük ilim sâhibi olan bir allâmeden çok daha yüksek vâsi' ve hârikulâde bir ilme mazhar bulunan, hem ilmî dehâsı ve fart-ı zekâsı tecrübe

keramet-i kevniye

  • Kudret-i Rabbaniyenin ihsanı ile letâfet kesbedip havada uçmak, uzun yolu kısa zamanda gitmek, bir mü'minin bir sıkıntısı hâlinde Cenab-ı Hakk'a dua edip ind-i İlâhîde makbul bir zâttan yardım istemekle, o zatın, izn-i İlâhi ile o muztar kimsenin imdadına yetişmesi, kale gibi muhkem bir yerde üzerin

kerdem

  • Şişman ve kısa boylu olan adam.

kerdeme

  • Kısa düşman.

kerkeç

  • Eskiden muhasara olunan kaleleri tazyik etmek ve top ve tüfekle dövmek için dışarısına yapılan kule ve tabyalar.

kerküz

  • Delil, işâret, alâmet. (Farsça)

kerşa

  • Karnı büyük kadın.
  • Parmakları kısa düz taban.

kesb / كسب

  • Çalışarak kazanma. (Arapça)

kesb-i insani / kesb-i insanî

  • İnsanın çalışarak kazanması, elde etmesi.

kesb-i muarefe / kesb-i muârefe

  • Bir mevzuda çalışarak ihtisas sahibi olmak. Birbinini tanımak ve alışmak.

kesbi / kesbî / كسبى

  • Çalışarak elde edilen. (Arapça)

kesbi olmadığını / kesbî olmadığını

  • Çalışarak kazanılmış olmadığını.

kese

  • Kısa yol, kestirme yol.
  • Mc: Mali iktidar, servet. (Para kesesi manasında olan kelime için Bak: Kise)
  • Kısa yol, para torbacığı.

keses

  • Alt dişleri çenesiyle çıkmak.
  • Dişleri kısa olmak.

kesre

  • Kur'an-ı Kerim yazısında harfin altına konarak, o harfi "İ" veya "I" diye okutan ve bir adı da "esre" olan işâret.

kestel

  • itl. Küçük kale. Hisarcık.

kevalik

  • Kısa boylu.

kevkebe

  • Fevkalâde tantana. İhtişam, debdebe, şöhret. (Farsça)

key

  • Eski Acem pâdişahlarının nâmıdır.

keysaniyye / keysâniyye

  • (Bak. KÎSÂNİYYE)

keyy

  • Adama veya davara yapılan nişan.
  • Yarayı dağlama.

kezm

  • Bir şeyi ağzına alıp ön dişiyle kırmak.
  • Burnun kısa ve yüksek olması.
  • Parmakları kısacık olmak.
  • Atın dudaklarının kaba ve kısa olması.

kezma

  • Parmakları kısacık olan kadın.

kezze

  • Katı sesli.
  • Kısa.

kıla'

  • (Tekili: Kal'a) Surlar, kaleler, hisarlar.

kimya

  • Basit cisimlerin hususiyetlerini, bu cisimlerin birbirlerine olan tesirlerini ve bundan ileri gelen birleşmeyi inceleyen ilim. Basit maddelerdeki değişikliği anlamağa çalışan ilim kolu.
  • Edb: Aşk.
  • İlâç.
  • Tas: Mevcud olana kanaat ve elde edilmesi mümkün olmayana ait arzu

kinecu

  • Öc almağa uğraşan, intikam almak için çalışan. (Farsça)

kıraet-i aşere / kırâet-i aşere

  • Kur'ân'ın on kırâet üzere okunması. Kırâet imamları şunlardır: Nafi, İbn Kesir, Ebu Amr, İbn Amir, Asım, Hamza, Kisaî, Ebu Cafer, Yakub ve Halef.

kiraz

  • Rahmin, kabul ettikten sonra yine dışarı döktüğü meni.

kirpas

  • Padişah veya vezir konaklarındaki divanhâne. (Farsça)

kişah

  • Davarın böğrüne yapılan işaret.

kısar

  • (Tekili: Kasir) Kısalar. Kasr olanlar.

kısasen / kısâsen

  • Kısas yoluyla, kısas yaparak öldüren veya yaralayanı cezalandırma.
  • Kısas yoluyla. Öldüren veya yaralayanı eşit şekilde cezalandırarak.
  • Kısas olarak.

kisbi / kisbî

  • Çalışarak elde edilen.

kisra

  • Husrevden muarreb veya galat olan bu isim Sa'sâniler sülâlesinden olan Eski İran padişahlarına ve bilhassa Nevşirvan'den sonrakilere verilmiş olup, Rum imparatorlarına Kayser, Çin hükümdarlarına Fağfur ve Hakan denildiği gibi, bunlara da Kisra denilirdi.

kıst-el yevm

  • Bir aylık maaşın bir güne isâbet eden miktârı.
  • Çalışılmayan günler için kesilen para.

kişvergir

  • Ülke tutan. Pâdişah, hükümdar. (Farsça)

kişverhüda

  • Hükümdar, pâdişah. (Farsça)

kitabet-i fıtriye

  • Yaratılışa ait yazılar, doğal yazı.

kıtmir / kıtmîr

  • Eshâb-ı Kehfin (Îsâ aleyhisselâmın dîninden olup, din düşmanları her tarafı kapladığı bir zamanda dinlerini korumak için her şeylerini terkedip hicret eden Efsûs (Tarsus)'daki mağarada bulunan yedi kişiden birinin köpeğinin adı.

kitr

  • Nişan oku.
  • İblisin ismi.

kıyamet alametleri / kıyâmet alâmetleri

  • Kıyâmetin kopmasının yaklaştığına dâir Resûlullah efendimizin haber verdiği büyük ve küçük alâmetler, işâretler.

kıyas-ı binnefs / kıyâs-ı binnefs

  • Nefsini misal alarak, nefsine kıyaslayarak. Bir şeyin bizzat kendini kıyas ederek yapılan kıyas.
  • Nefsini misâl alarak, kendi nefsine kıyaslayarak.

kıyas-ı fukaha

  • Hakkında açıkça âyet ve hadis bulunmayan mes'elelere dâir; ilim ve irfanda allâme ve mütebahhir, ilmi ile amelde ve Sünnet-i Seniyyeye ittiba ve imtisalde, ibadet ve taatta, takva ve verada, züht, azimet ve riyazetle, terakki ve taâli eden müctehid fukaha tarafından kıyas ile verilen hüküm.

kıyas-ı mukassim

  • Man: İki şıkkı bulunan ve her iki şıkkın neticesi aynı olan kıyas. (Sultan Mehmed Fatihin, babasına gönderdiği şu haber buna güzel bir numunedir. "Padişan sen isen ordunun başına geç; yok padişah ben isem, sana emrediyorum ordunun başına geç.")

kıyas-ı temsili / kıyâs-ı temsîlî / قِيَاسِ تَمْثِيلِي

  • Misal getirmeye dayalı kıyas.

komando

  • (Portekizce) Ask: Müstakil olarak çalışan ve baskın, sabotaj v.b. gibi özel vazifeler yapan, az sayıda askerlerden kurulu birlik, çete.

körük

  • Ateşi havalandırmak için yapılmış bir âlet.
  • Hava ile çalışan bazı çalgıların hava vermeğe mahsus kısmı.

kubbere

  • (Çoğulu: Kubber-Kabbere) Turgay dedikleri küçük kuş.
  • Bacaksız, kısa boylu kimse.

külkül

  • Kısa boylu bodur adam.

kulleteyn

  • Eni boyu ve derinliği altmışar santimetre veya çapı 48, derinliği 96 santimetre olan bir küp veya silindir şeklindeki havuz veya 500 rıtl yâni 220 kg su.

kumar

  • Para veya başka bir menfaat karşılığı oynanan oyun; birkaç kimsenin aralarında para veya mal toplayarak piyango çekip, isâbet etmeyenlerin isâbet edenlere mal veya para vermek için sözleşme veya para ile kazanmak için tahminde bulunma, toto. Karşılık lı para veya mal koyarak bahse tutuşma.

kümter

  • (Çoğulu: Kemâtir) Kısa boylu kaba adam.
  • Yabani eşek. Vahşi hımar.

kunbuza

  • (Çoğulu: Kunbuzât) Kısa boylu kadın. (Müz: Kunbuz)

künd

  • Biçimsiz, yakışıksız, kısa.
  • Kesmez, kör.
  • Yiğit, cesaretli, cesur.
  • Anlayışsız. Fehim ve idraki kısa.

kündür

  • (Çoğulu: Kenadir) "Günlük" denilen nesne.
  • Şişman ve kısa boylu kimse.
  • Vahşi hımar, yabani eşek.
  • Büyük çuval.

küntan

  • Kısa boylu.

kurb-u şahane

  • Padişahın yakını.

kurena

  • Bir padişâhın yakınında bulunan ve onun sohbetine iştirak edenler. Yakınlar. Arkadaşlar.

kurme

  • İşaret için devenin burnundan bir miktar deri kesip tam ayrılmadan yine burnu üstüne yapıştırmak.

kürsi-nişin

  • Tahtta oturan hükümdar, pâdişah. (Farsça)
  • Vâli. (Farsça)
  • Câmide vaaz eden. (Farsça)

küşaf / küşâf

  • (Bak: KİŞAF)

kusakıs

  • Çok acı olan sarmısak.

kuskus

  • (Çoğulu: Kusâs) Kaba, kısa boylu erkek.

kussabe

  • (Çoğulu: Kısâb) Kamış boğumu.
  • Düdük.

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

kutah / kûtah / كوتاه

  • (Kuteh) Kısa, boysuz.
  • Kısa. (Farsça)

kutah-bin / kûtah-bîn

  • Neticeyi göremiyen, basiretsiz, kısa görüşlü. (Farsça)

kutah-terin / kûtah-terin

  • En çok kısa. (Farsça)

kutahter / kûtahter

  • Pek kısa, çok ufak. (Farsça)

kutb-u devran

  • Halife ve bu sıfatı alan Osmanlı padişahı.

kutb-u risalet

  • Risaletin başı.
  • Hz. Muhammed (A.S.M.)

kutbe

  • Nişan okunun temreni.
  • Erkek ismi.
  • Nişanlara atılan ufak ok.

kuteh / kûteh

  • (Kutâh) Kısa, boysuz. (Farsça)

küteh

  • (Kutah) Kısa. (Farsça)

kutehbal / kûtehbâl

  • Kısa boylu. (Farsça)

kutehbin / kûtehbîn

  • Kısa görüşlü. İleriyi göremez. (Farsça)

kutehdest / kûtehdest

  • Kısa elli. Elli kısa olan. (Farsça)
  • Mc: Hasis, cimri, tamahkâr, keremsiz. (Farsça)

kutehendiş / kûtehendiş

  • Sonunu ve istikbali düşünmeyen. Kısa görüşlü. (Farsça)

kuti / kûtî

  • Kısa boylu adam.

kutruti / kutrutî

  • Kısa boylu küçük adam.

kuvve-i iktisadiye

  • Tutumluluk, iktisat gücü.

kuvveden fiile çıkma

  • Potansiyel özellikleri dışa yansıtma, uygulama.

kuza'mele

  • Kötü huylu, kısa boylu kadın.
  • Şey.

labişartın

  • (Lâ bişartın) Kayıtsız şartsız. Bir şarta dayanmaksızın.

lafz-ı am / lafz-ı âm

  • Gayr-ı mahsur, yani sayısız müsemmaları ihata ve aynı cinsten bir çok fertlere birden delâlet eyliyen lâfızdır. Kavim, cemaat, nisa.. gibi.

lahavle / lâhavle

  • (Lâhavle ve lâkuvvete illâ billâhil-aliyyil azim" cümlesinin kısaltılmışı ki, "Kuvvet ve kudret ancak Cenab-ı Allah'tadır." meâlinde olup bir belâ ve tehlike esnasında veya sabrın tükendiğini açıklamak için söylenir.

lahn

  • Güzel ve kaideli ses.
  • Nağme.
  • Kaideye uymayan yanlış okuyuş.
  • Usulüne uygun okumak.
  • Sadece muhatabın anlıyacağı şekilde remizle söz söylemek.
  • Meyl.
  • Fehmeylemek.
  • Lisan.
  • Lügat. Fetva. Mânâ. Mefhum.

lahza

  • Göz açıp kapayacak kadar kısa zaman. Bir an. En kısa zaman. Göz ucu ile bir bakış. Zaman.
  • En kısa zaman, an.
  • An, en kısa zaman.

lam-ı cer / lâm-ı cer

  • Kelimeyi cerreden lâm harfi. Kelimenin sonunu "i" diye okutur. Lillâhi, Lieclillâhi'de olduğu gibi. İstihkak ve ihtisas, has ve müstehak ve zarfiyyet, illet mânâsını verir.

lazib

  • Sâbit olan, yapışan.

lazım-ı beyyin / lâzım-ı beyyin

  • Bir mesele hakkında hiçbir delil ve işarete ihtiyaç olmadan, o şeyle beraber düşünülmesi zaruri olan diğer bir şey (insan denilince ilim kabiliyetinin akla gelmesi gibi).

lazım-ı mezhep / lâzım-ı mezhep

  • Mezhebe zorunlu olarak lâzım olan ve ondan ayrılması düşünülemeyen şey (meselâ, iktisat ilmi bir mezhepse, onun lâzımı matematik ilmidir. Çünkü matematik ilmi olmadan iktisat hesaplanamaz).

lehire / lehîre

  • Kısa boylu kötü huylu kadın.

lehs

  • Nefesi kesilip dili dışarı çıkarma.

lem'a

  • (Çoğulu: Lemâat) Parlamak. Şimşek gibi çakmak. Güneş ve yıldız gibi parlamak.
  • El ile veya elbise gibi bir şeyle işaret etmek.

lemze

  • Göz veya kaşla işaret etmek.

levg

  • Ağızda bir cismi çiğneyip sonra dışarı tükürmek.
  • Yalamak.

levs-ül katl

  • Birisini katletmekle müttehem olan şahısta, katlin nişânesi veyahut maktul ile aralarında zâhir bir düşmanlık bulunması gibi alâmet ve karineler.

lisan-aşna / lisan-âşnâ

  • Lisan bilir. Yabancı dil bilen. (Farsça)

lisan-ı edeb

  • Edeb ve edebiyât dili, lisânı.

lisan-ı işaret

  • İşaret dili.

lisan-ı remz

  • İşaret dili.

lisan-ı sadık / lisan-ı sâdık

  • Doğru söyleyen lisan.

lisan-ı semavi / lisan-ı semâvî

  • Semavî lisan, İlâhî dil.

lisan-ı ulvi / lisan-ı ulvî

  • Yüce lisan.

lisani / lisanî

  • Lisanla ilgili, dile ait.

lisanullah

  • Allahın lisânı. Kur'an-ı Kerim.

lise

  • (Çoğulu: Lisât) Diş eti.

lisse

  • (Çoğulu: Lisâ-Lisât) Diş diplerinin eti.

lita / lîta

  • (Çoğulu: Lit) Kamış kabuğu.
  • Karnın dışarısındaki derisi.

lugat / lûgat

  • Lügat, sözlük, kelimelerin anlamlarını kısaca bildiren kitap.

lühne

  • Misafire seferden geldiğinde verilen hediye ve armağan.
  • Savaş gününde başa giyilen tolga. Az şey.
  • Kahvaltı.

luk

  • Kısa tüylü yük devesi. (Farsça)

luka

  • Meşhur olmuş dört İncil kitabından birisidir. Hz. İsa Aleyhisselâm'dan sonra mühim Hristiyan doktorlarından birisi olan Luka adındaki zatın yazdığı İncil'dir. Bu Zâtın (Mi: 70) yılında vefât ettiği yazılıdır.

lümme

  • Nişan. Alâmet. Damga. Nokta.
  • Vesvese, kuruntu.
  • Çok cemaat, çok kalabalık.

lüsn

  • (Tekili: Lisân) Diller, lisanlar.

lüsün

  • (Tekili: Lisân) Lisânlar, diller.

lütufname / lütufnâme

  • İltifat yazısı.
  • Güzel, hoş risale, yazı.

lüvse

  • Zayıflık.
  • Eğlenmek.
  • İsabet etmek.

lüzucet

  • Yapışkanlık. Yapışan, uzayan şeyin hali.

ma / mâ

  • Biz mânasınadır. (Farsça)
  • Mim ile elif harfinden ibâret "Mâ". Arabçada muhtelif isimleri vardır. Ve çeşitli mânalara gelir. Cansız şeylere işaret eder. "Şu nesne, o şey ki..." mânâlarına gelerek kelimelerle birleşir. Meselâ: (Mâ-ba'd: Sondaki, alttaki.) (Farsça)

ma'dumat-ı mümkine

  • Var olacağı ilm-i İlâhîde mâlum olup, henüz mevcud olmayan hâdisat.

ma'lem

  • (Çoğulu: Maâlim) Eser, iz, nişan, alâmet.

ma'lum

  • Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) bir nâmıdır. Onun geleceği, melekler, resuller ve nebiler tarafından mâlum olduğundan ve dünyaya teşriflerinden evvel kendilerinin ta'zim edilmesi ve ona intisab dileklerinden dolayı bu isim verilmiştir.
  • Bilinen, belli olan.

ma'na-yı işari / ma'nâ-yı işârî / مَعْنَايِ اِشَار۪ي

  • Dolaylı olarak işaret edilen ma'nâ.
  • İşaret edilen ma'nâ.

ma'rifetullah

  • Masnuat-ı İlâhiyeyi ve Kur'âni hakikatleri tefekkür ve tahsil ile veya lütf-i İlâhi ile kalbi inkişâf ve basirete sâhib olmak. Esmâ-i İlâhiyyeyi tanımak. İlâhi hakikatlara vukufiyet. Her işte Allah rızâsına en uygun hareket tarzını bilip amel etmek.

ma-i mevsufe / mâ-i mevsufe

  • Şey mânasında nekre olup bir sıfattan evvel kullanılır. (Nazartu ilâ mâ mu'cebin leke: Sana hoş gelen şeye baktım) cümlesindeki gibi...Bazan da sıfatsız olur. (Ni'me-mâ: Ne güzeldir) (Meselen-mâ: Bir misâl olarak) kelimelerinde gördüğümüz gibi.

ma-i nafiyye / mâ-i nâfiyye

  • (Ben kâmil değilim) misâlinde olduğu gibi mânayı nefyeder.

ma-i nisan / mâ-i nisan

  • Nisan yağmuru.

ma-i şartiye / mâ-i şartiye

  • İki muzariyi cezmeder, şart ve cezâ mânasını ifade eder. (Ne yazarsan, yazarım) misalinde olduğu gibi.

maalem

  • İz. Eser. Nişân.
  • Dinî mes'ele.

maalim

  • (Tekili: Ma'lem) Dinî inançlara, itikadlara dair mes'eleler.
  • İzler. Nişanlar. Eserler.

maani-i mütezahime / maâni-i mütezahime

  • Birbiriyle yarışan izdiham oluşturan mânâlar.

maani-i sanevi / maanî-i sânevi

  • İkinci derecedeki mânâlar. İşarî, mecazî, remzî mânâlar gibi.

maani-yi işari / maânî-yi işari

  • İşaret edilen mânâlar.

maarif

  • Tahsil ile elde edilen ilim, malûmat, bilgi.
  • Meharet. Üstadlık. Hüner.
  • Marifetler. Mâruflar. Kültürler.
  • Çehrenin manzarada zâhir olan yerleri.
  • Bir memleketin okullarını ve tahsil ihtiyacını idâre ve te'mine çalışan bakanlık.

maarif-perver

  • Maarifin yayılıp intişar etmesine çalışan. Maârife ait şeyleri muhafaza eden. (Farsça)

mabeyn / mâbeyn / مابين

  • Ara. Aradaki şey. İki şeyin arası.
  • Haremle selâmlık arasındaki oda.
  • Padişah yakınlarının bulunduğu oda.
  • Arası. (Arapça)
  • Padişah sarayı. (Arapça)

maçin

  • Çin'e tâbi, Doğu Türkistan tarafındaki çöllerde ve Târim nehrinin güneybatısındaki dağlarda oturan Türk milletinden bir kavimdir ve simaca Moğol ile Aryâ cinslerinden mürekkeb oldukları anlaşılıyor. İçlerinde sarı saçlı ve mavi gözlü adamlar dahi bulunuyorsa da lisan bakımından Doğu Türkistan'ın aha

madalya

  • Başarılı kimselere takılan madeni nişan.

madde

  • Zahir duygularla hissedilen, ruhâni olmayıp, ağırlığı olan, cismâni bulunan.
  • Asıl, esas, cevher, mâye.
  • Bend, fıkra, kısım.
  • İlm-i Kelâmda: His âzâmız üzerine bir takım muayyen ihtisâsât husule getiren veya getirebilen, her şey.
  • Tıb: Çıbanın içinde hasıl olan ya

maddiyun

  • Materyalistler, herşeyi madde ile açıklamaya çalışanlar.

maddiyunun dinsizliği

  • Materyalistlerin dinsizliği; herşeyi madde ile açıklamaya çalışanların dinsizliği.

maddiyyun

  • (Maddiyun) Maddeciler. Her şeyin esası madde olduğunu iddia edip, ruhaniyatı inkâr eden dinsizler. Her şeyi madde ile ölçenler. Masnuât-ı İlâhiye olan mahlukatı ve zerrelerin muntazam hareketini, tesadüf eseri gibi kabul ve tevehhüm edip dinsizliğe yol açmağa çalışanlar.

magavir

  • (Tekili: Mugâvir) Kıtal eden, harbeden, çarpışan.

mahayil

  • Alâmet, işaret.
  • (Tekili: Mahile) Hayâl eserleri.

mahfil

  • (Çoğulu: Mahâfil) Toplanılacak yer. Toplantı ve görüşme yeri.
  • Büyük câmilerde eskiden pâdişahlara veya müezzinlere ayrılmış olan etrâfı parmaklıklarla çevrilmiş yüksekçe yer.

mahi

  • (Mahv. den) Yok eden, mahveden, perişan eden.

mahile

  • (Çoğulu: Mahâyil) Düşünmeğe sebebiyet veren işaret, alâmet.

mahkeme

  • (Hüküm. den) Dâvaların görülüp hükme, karara bağlandığı yer. İcra-yı adalet için çalışan resmî daire.

mahlu

  • Hal' edilmiş. Tahtından indirilmiş padişah.
  • Reddedilmiş olan.

mahrec

  • Dışarı çıkacak, çıkılacak kapı.
  • Ağızdan harflerin çıktığı yer.

mahsusattaki vehmiyat bedihiyattandır / mahsûsattaki vehmiyat bedihiyattandır

  • Dış duyular vasıtasıyla elde edilen bilgiye vehim karışamaz. Zira hakikati sabittir. Dış duyularla gödüğümüz şeyler dış dünyada vardır. Vehimde olduğu gibi kuruntu ile olmayan bir şeyin varlığına hükmetmek değildir.

mahv ü perişan

  • Yıkılma ve perişan olma.

mahv u perişan olma

  • Yok olma, perişan olma.

mahvetmek

  • Perişan etmek, yok etmek.

mahzul

  • Hakir. Kıymetsiz. Perişan. Hor. Rüsvay.

maide-i seniyye

  • Pâdişah ziyâfeti.

maiyet

  • Birinin yanında bulunan, emrinde çalışan.

maiyyet-i seniyye

  • Pâdişâhın maiyyeti. Pâdişahın yakınında bulunanlar.

makam-ı cifri / makam-ı cifrî

  • Harflere sayı değerleri yüklenerek ulaşılan netice, sayısal değer.

makam-ı cifri ve ebcedi / makam-ı cifrî ve ebcedî

  • Ebced ve cifir ilmine göre verilen sayısal değer.

makam-ı ebcedi / makam-ı ebcedî

  • Bir cümlenin ebced hesabı açısından konumu, sayısal değeri.

makavil

  • Sözler. Kaviller. Lisânlar. Diller.

makine-i alem / makine-i âlem

  • Bir makine gibi mükemmel bir şekilde çalışan âlem, dünya makinesi.

makine-yi hayat

  • Hayat makinesi; bir makine gibi büyük bir denge ve sistemle çalışan hayat.

maksur / maksûr

  • (Kasr. dan) Kasrolunmuş, kısaltılmış, kasılmış, alıkonulmuş.
  • Mahbus.
  • Kasrolunmuş nesne.
  • Gelinin üzerine tutulan duvak.
  • Gr: Bir kısım arapça kelimelerin sonunda yâ şeklinde yazılan, fakat elif gibi okunan harf. ( : Dâ'vâ) kelimesinde olduğu gibi. Buna, "Elif-i
  • Kısaltılmış.

mana mertebeleri

  • Kur'an-ı Kerim'deki âyetlerin anlaşılmasında bilinen muhtelif ma'nâlar. Zâhirî, bâtınî, sarihî, harfî, ismî, işarî, remzî, mecazî, mefhumî, riyazî mânâlar gibi.

mana-yı işari / mânâ-yı işârî

  • İşaret edilen mânâ.

mana-yı işari ve remzi / mânâ-yı işârî ve remzî

  • İşaret ve remizlerle gösterilen mânâ.

mana-yı işari-i külli / mânâ-yı işârî-i küllî

  • Kur'ân'ın işaretlerle ifade ettiği mânâların tümü.

mana-yı işarisi / mânâ-yı işarîsi

  • İşaretle ifade edilen mânâ.

mana-yı remz / mânâ-yı remz

  • İşaret mânâsı.

mana-yı remzi / mânâ-yı remzî

  • İşaretle, rumuzla bildirilen gizli mânâ.

manayı işari / mânâyı işârî

  • İşaret edilen mânâ.

manevi tefsir / mânevî tefsir

  • Kur'ân-ı Kerimin işaret ettiği hakikatleri asrın ilmî gelişmeleri ışığında ortaya koyarak, iman hakikatlerini güçlü ve sarsılmaz delillerle açıklayan, yorumlayan eser.

manşet

  • Bir gazetede ilk sayfanın en üst kısmındaki büyük puntolu başlık. (Fransızca)
  • Bir gömleğin kol kısmına geçirilen ve elbisenin kolundan dışarı çıkan kumaş parçası. (Fransızca)

manzara

  • Dışarıyı görecek pencere.

mash

  • Sâbit olma.
  • Mahvolup belirsiz olmak.
  • Kısa olmak.

mason

  • "Masonluk" denilen kökü dışarıda gizli ve tehlikeli bir örgütün üyesi, islâm düşmanı.

masr

  • Parmak uçlarıyla süt sağmak.
  • Bir şeyi incelemek.
  • Az olmak.
  • Dağılmak. (İmtisar veya immisar ile aynı manadadır.)

masube

  • İsâbet etmiş (felâket, musibet, belâ, âfet).

mazgal

  • yun. Eskiden kale, hisar, sur veya şato duvarlarında açılan iç yanı geniş, dış yanı dar gözleme siperi.

mazif

  • Herkese sofrası açık olan ev. Kapısı açık, misafir sever ev. Misafirperver olan hâne.

me'cuc / me'cûc

  • Çok eski zamanlarda, bir duvar arkasında bırakılmış, kıyâmete yakın, yeryüzüne yayılacak olan Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes'in soyundan gelecek olan kötü bir millet. Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları çok büyük, boyları kısadır.

me'mur

  • Emir ile hareket eden. Emir altında olan. Vazifeli. Kendi istediği gibi olmayıp başka emre göre çalışan. Bir emir alan. Bir işe tâyin olunmuş adam.

meal / meâl / مئال / مَآلْ

  • (Geri dönmek ve rücu eylemek. den) Meydana gelen netice. Mefhum.
  • Mânası. Kısaca mânası.
  • Kaymak.
  • Husul yeri, peyda olunacak yer.
  • Son, sonuç.
  • Sözün kısaca anlamı.
  • Kısa mana.
  • Kısa ma'na.

meal-i icmali / meâl-i icmalî / meâl-i icmâlî / مَئَالِ اِجْمَال۪ي

  • Kısaca hülâsası, kısaca mânâsı. İcmalî meâl.
  • Kısaca açıklama, meâl.
  • Özet kısa mâ'nâ.

meali / meâlî

  • Kısaca mânasına ait.

measir

  • (Me'sere. den) Güzel eserler. Nişanlar. İzler.

measir-i bergüzide

  • Seçme güzel eserler, izler, nişanlar.

mecelle

  • Mecmua. Fikir topluluğu. Risale. Kitab. Hikmetli sahife.
  • Fıkıh kitabının muâmelât kısmının toplu bir parcası.
  • İslâm Hukukuna dâir bir mecmua.

mechel

  • (Çoğulu: Mecâhil) Belirtisiz, işaretsiz, nişansız.
  • Yolu ve izi olmayan çöl.

mecmua / mecmûa / مجموعه

  • Toplanıp biriktirilmiş, tertip ve tanzim edilmiş şeylerin hepsi.
  • Seçilmiş yazılardan meydana getirilen kitap. Risâle.
  • Kolleksiyon.
  • Dergi. (Arapça)
  • Küçük risale veya farklı kitapların bir araya getirildiği eser. (Arapça)

mecmua-i işarat / mecmua-i işârât

  • İşaretler mecmuası, kitabı.

medd işareti

  • Harekenin uzun okunacağını gösteren işaretin adı.
  • Hemze ile elifin birleşmesi.

medde

  • Uzatma işareti.

mededcuyane

  • Medet isteyene, yardım arayana yakışacak surette. (Farsça)

medfu'

  • Dışarı çıkarılmış, def olunmuş, kovulmuş.
  • Verilmiş, vezneden çıkarılmış.

medfuat

  • (Tekili: Medfu') Defedilip dışarı çıkarılmış olanlar.
  • Sarfedilmiş ve verilmiş paralar. Harcanan veya kasadan çıkan paraların, hesap defterinde kaydedildiği hâne.

medlul / medlûl

  • Delâlet olunan. Gösterilen.
  • Mânâ. Meâl. Mefhum. Delil getirilen şey. Bir kelime veya bir işâretten anlaşılan.
  • Delil getirilmiş şey.
  • Delalet olunan, gösterilen.
  • Bir kelimeden veya bir işaretten anlaşılan.
  • Mânâ, anlam, işaret edilmiş olan.
  • Delîlin (alâmet ve işâretin) delâlet ettiği, gösterdiği şey.

medluliyyet

  • İşâret ve delil olma hâli.

meenne

  • Alâmet, nişan, işaret.

mefhum-u işari / mefhum-u işârî / mefhûm-u işârî / مَفْهُومُ اِشَار۪ي

  • İşaret edilen mânâ.
  • İşaretle anlatılan ma'nâ.

meharic

  • (Tekili: Mahrec) Mahreçler. Dışarı çıkacak şeyler.

mehdi-yi abbasi / mehdi-yi abbasî

  • (Hi: 120-163) Abbâsi Halifesidir. Ebu Abdullah Muhammed diye de anılır. Halife Mansurun oğludur. Meşhur ve iyiliği ile umumi kabul gören bir zat olup hususan sulh zamanında imparatorluğun inkişafı için çok çalışmıştır. Yeni yollar yaptırmış, postayı ıslâh etmiş ve Abbâsi Sülâlesinin en iyi hükümdarı

mehter

  • (Mih-ter) Daha büyük. (Farsça)
  • Reis. (Farsça)
  • Seyis. Osmanlı askeri mızıkası ve buna mensub müzikçiler. (Farsça)
  • Vaktiyle Bâb-ı âli çavuşu. (Farsça)
  • Rütbe, nişan veya vazife alanların evlerine müjde götürenler. (Farsça)
  • Tanzimattan önce Pâdişah çadırını kurmağa vazifeli asker. (Farsça)
  • At uşağı.(Farsça)

mekarim-i ahlak / mekârim-i ahlâk

  • Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ahlâkına ve onun sünnet-i seniyesine ittiba ve imtisâl edenlerin ahlâkı.

melami / melâmî

  • Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için çalışan, bu yolda farzları yapıp, haramlardan sakınan, şöhretten kaçındıkları için nâfile ve sünnetleri gizli yapan kimse. Nefislerini kınadıkları için melâmî adı ile anılmışlardır.

melik / melîk / ملك

  • Mülk ve melekut sâhibi. Padişah. Mutasarrıf.
  • Bir kavmin başı. Mâlik. (İsimdir)
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Zâtında, sıfatlarında, hiçbir şeye muhtaç olmayan, her şey varlığında ve varlıkta kalmasında O'na muhtaç olan, her şeyin sâhibi, yaratıcısı.
  • Pâdişâh, hükümdar.
  • Padişah, hükümdar.
  • Allah'ın adlarından.
  • Hâkim-i Mutlak. Hükümdar. Sultan. Memleket sahibi. Padişah. Kadir. (Daimî sıfattır.)
  • Padişah. (Arapça)

memhuvv

  • (Mahv. dan) Mahvolmuş, perişan olmuş.

memkure

  • Sirkeli ve sarmısaklı balık.

menafi-i iktisadiye / menâfi-i iktisâdiye

  • İktisadî yararlar, menfaatler.

menar / menâr

  • Nur yeri. Fener kulesi.
  • Câmi minâresi.
  • Yol işaretleri.
  • Nur, ışık yeri.
  • Yol işaretleri.
  • Fener kulesi.

menare

  • (Çoğulu: Menâr-Menâvir) Alâmet, işaret.
  • Kandil.
  • Minare.

menasim

  • (Tekili: Mensim) Yollar, tarikler, meslekler.
  • Alâmetler, izler, eserler, nişânlar.

menaşir

  • (Tekili: Minşâr) Testereler.
  • (Menşur) Tar: Padişâhın verdiği vezirlik veya müşirlik fermanları.
  • Mat: Prizmalar.

menfaatperest

  • Yaptığı işin sadece faydasını düşünen. Sadece nefsine ait kârları, faydaları düşünerek çalışan. Allah rızasını esas gaye yapmayan kimse. (Farsça)

mensim

  • (Çoğulu: Menâsim) Alâmet, işaret, nişân, iz, eser.
  • Yol, tarik.
  • Deve tırnağı.

menşur

  • (Neşr. den) Neşrolunmuş. Dağıtılmış. Yayılmış. Herkese ilân edilmiş.
  • İşleri dağınık. Perişan.
  • Sultanın emri, mühürsüz mektubu, fermanı.
  • Bayrak.
  • Mat: Alt ve üst tabanları birbirine müsavi ve müvâzi (eşit ve paralel), kenarları da müsâvi ve müvâzi olup yüzleri b

meny

  • Meniyi dışarı getirmek.
  • Takdir etmek.
  • Okumak.
  • Hükmetmek.

merami

  • (Tekili: Mermi) Mermi atma yeri. Mermiler.
  • Nişan okları.

meratib-i delalat / merâtib-i delâlât

  • Delillerin, işaretlerin mertebeleri.

mermuz

  • (Remz. den) Açıktan belirtilmeyip, işaret ve remz ile anlatılan. İmâ edilmiş olan.
  • Remz edilen; işaret ve remz ile anlatılan, şifreli.

mermuzat

  • (Tekili: Mermuz) İşaret ve remz ile anlatılan şeyler.

mermuze

  • (Çoğulu: Mermuzât) İşaretle anlatılmış. Remzolunmuş. Açıktan değil de işaretle anlatılmış şeyler.

mersum

  • (Resm. den) Yazılmış, çizilmiş. Alâmetli, işaretli.
  • An'ane, gelenek, örf ü âdât.
  • Adı ve bahsi geçmiş. Bahsedilmiş.

meryem

  • İsâ Aleyhisselâmın annesinin adı. (Süryânicede hâdim mânasınadır)

meşa'

  • Duyulan, intişar eden, açıklanan, yayılan. Etrafa yayılmış olan.
  • Bölünmeyip ortaklaşa kalmış olan. Müşterek olan.

meşarib / meşârib

  • Meşrepler, anlayışlar, gidişatlar.

mesel-ul a'la / mesel-ul a'lâ

  • En kıymetli, en güzel misal. En güzel ta'rif ve söz.

mesela

  • Misal olarak, söz gelişi, şunun gibi, örnek tarzında.

meselen

  • Misâl ve örnek olarak. Söz gelişi. Meselâ.

meşhud

  • Görünen. Şehadet edilen.
  • Resul-u Ekrem'in (A.S.M.) dünyaya teşrifinden ve risaletinden önce meleklerce ve enbiya hazerâtının dilinde nübüvvet ve risaletlerine şehâdet edilmiş olduğundan kendilerine verilen bir isim.
  • Suç üstü yakalanan.
  • Göz ile görülmüş.
  • Cuma g

mesih / mesîh / مسيح

  • Bir şey üzerined eli yürütmek, bir şeyden ondaki eseri gidermek demektir.
  • İsa Aleyhisselâm'ın bir ismidir. Elini sürdüğü, meshettiği hastaların iyileşmesinden kinâye olarak "İsa Mesih" denmiştir.
  • İsâ (a.s.).
  • Îsâ aleyhisselâmın isimlerinden.
  • Kıyâmete yakın yeryüzünde çıkacağı bildirilen, son derece kıvırcık saçlı, gözü dışarı fırlamış kâfir bir genç olan Deccâl'e verilen isim.
  • Olumlu mânâda isa aleyhisselâm için söylenen bir tabir.
  • İsa. (Arapça)

mesihi / mesihî

  • (Mesihiyye) Hristiyan. Hristiyanlığa âit. Hz. İsâ Aleyhisselâma âit ve ona müteallik.

meşk eden

  • Öğrenen, öğrenmek için çalışan.

meşmeşiye

  • Tas: Âlem-i gaybdan veya âlem-i misalden bir âlem. Bazı evliyanın keşfen müşahede ettikleri bir yer.
  • Bazı evliyanın keşfen gözlemledikleri gaybî veya misâlî bir âlem.
  • Normal göze görünmeyen misalî bir âlem.

meşreb

  • Meşrep, gidişat.

meşreben

  • Gidişatça.

meşşaiyyun

  • Meşşâiler. Derslerini gezerek veren, peygamberlere uymayarak yalnız akıl ve fikir ile hakikatı bulmaya çalışan ehl-i dalâlet. Dinsizlik yolunu açanlar, sadece akla itimad eden ve vahye tâbi olmayan imânsızlar.

mesture

  • Örtülü kadın. İslâmiyetin emrettiği şekilde örtülmesi farz olan yerlerini örtmüş olan kadın.
  • Gizli tutulan resmi işlerde harcanmak için hükümetin emrine verilen para. (Buna tahsisat-ı mesture de denir.)

mesule

  • (Çoğulu: Mesulât) Azap vermek, eziyet etmek.
  • Hayvanı oka nişan edip atmak yahut diri iken bir tarafını kesmek.

meşveret / مَشْوَرَتْ

  • İstişare, danışma.
  • Fikir danışma, istişâre.

meşveret-i meşrua

  • İslâmın sınırlarını ve özelliklerini belirlediği istişare ve danışma uygulaması.

meşveret-i şer'iye

  • Şeriattaki istişare, işlerin istişare (danışıp görüşme) yoluyla halledilmesi, İslâmın öngördüğü meşveret.

metbu-u müfahham

  • Hükümdar. Padişah.

mevasik

  • Mevsuk şeyler. Misaklar. Ahd ü peymanlar. Yeminler. Sözleşmeler.

mevsum

  • (Vesm. den) İşaretlenmiş, damgalanmış, nişanlanmış.
  • Ad verilmiş, isimlendirilmiş.

mifsal

  • Dil, lisan.

mihail

  • Resul-i Ekremin (A.S.M.) geleceğini haber veren ve bir ismi de Mişâil olan eski zaman Peygamberlerinden bir Zâttır. Kitabının 4. bab'ında: "Ahir zamanda bir ümmet-i merhume kaim olup, orda hakka ibadet etmek üzere, mübarek dağı ihtiyar ederler. Ve her iklimden oraya birçok halk toplanıp Rabb-ı Vâhid

mihman / mihmân

  • Misafir. (Farsça)
  • Misafir.

mihmandar / mihmândâr

  • Misafire hizmet ve yardım eden. Misafiri ağırlayan. (Farsça)
  • Misafir ağırlayan; ev, mülk sâhibi.
  • Misafiri olan.

mihmandar-ı kerim / mihmandar-ı kerîm / mihmândâr-ı kerîm / مِهْمَانْدَارِ كَرِيمْ

  • Dünya misafirhanesinde kullarına yardım ve in'am eden Rabbimiz, Allah (C.C.).
  • Müslümanlara dünya misafirhanesinde rehberlik eden, Hazret-i Peygamber (A.S.M.)
  • İkramı bol ve çok cömert olan misafir sahibi, Allah.
  • Çok ikram edici misafir ağırlayan.

mihmandar-ı kerim-i zülcelal / mihmandar-ı kerîm-i zülcelâl

  • Dünya misafirhanesinde kullarına yardım edip rızıklandıran sonsuz haşmet ve celâl sahibi Allah.

mihmandar-ı nebevi / mihmandâr-ı nebevî

  • Peygamber Efendimizi (a.s.m.), evine misafir eden, Ebu Eyyûb el-Ensariye verilen ünvan.

mihmandari / mihmandarî

  • Mihmandarlık. Misafir ağırlayıcılık. (Farsça)

mihmanhane

  • Misafirhane. Misafir edilecek yer. Otel. (Farsça)
  • Mc: Dünya. (Farsça)

mihmani / mihmanî

  • Mihmanlık, misafirlik. (Farsça)

mihmannevaz / مهمان نواز

  • Misafire iyi muamele ederek ikram eden. Misafir ağırlayan. (Farsça)
  • Misafirsever. (Farsça)

mihmannevazlık

  • Misavirseverlik. (Farsça - Türkçe)

mihmannüvaz / مهمان نواز

  • Misafirsever. (Farsça)

mihmanperver

  • Misafir ağırlayan, misafire ikram eden, misafir seven. (Farsça)

mihmanperveri / mihmanperverî

  • Misafirperverlik, misafir ağırlayıcılık. (Farsça)

mihmansera / mihmânserâ / مهمان سرا

  • Misafirhane. (Farsça)

mihmanseray

  • Misafirhane. Otel. (Farsça)
  • Mc: Dünya. (Farsça)

Mihrimah

  • Mimar Sinan'ın uğuna biri Edirnekapı diğeri Üsküdar olmak üzere iki eser yaptığı, Osmanlı Padişahı 1. Süleyman ile eşi Hürrem Sultan'ın kızının adıdır.

mikvel

  • Lisan. Dil.

mil / ميل

  • Şiş. (Arapça)
  • Yol işareti. (Arapça)

milad / mîlâd

  • (Velâdet. den) Doğum günü.
  • Hz. İsa'nın (A.S.) doğum günü kabul edilen yıl başı.
  • Doğum günü, Îsâ aleyhisselâmın doğum günü olduğu iddiâ edilen noel gecesi.

miladi / miladî

  • Milada ait. Milada dayanan. Ekser Avrupalıların takvim başlangıcı yaptıkları Milad yılına ait.
  • İsa'nın (A.S.) doğumundan itibaren başlayan takvim ki, miladî tarih denir.

miladi yıl / mîlâdî yıl

  • Hazret-i Îsâ'nın doğduğu iddiâ edilen yılı başlangıç kabûl eden ve 365,242 günlük güneş yılını esas alan takvim senesi.

milkdar

  • Hükümdar, pâdişah. Mülk sâhibi. (Farsça)

mim

  • Kur'ân-ı Kerim alfabesindeki yirmidördüncü harf olup, ebced hesabında kırk sayısının karşılığıdır.
  • Tarih yazarken bazan Muharrem ayına bir işaret olabilir.
  • Bir kitap veya ibarenin sonuna veya altına temme (bitti) yerine ve "mâlum oldu, görüldü" makamında konulan bir harftir.<

minhar

  • Misafirperver. Misafir kabul edip ağırlayan.

minkar-ı meşkuk

  • Kırlangıç ve çobanaldatan gibi gagaları kısa ve çok yarık olan kuşlar.

minser

  • (Çoğulu: Menâsir) Yırtıcı kuşların gagası.
  • Taşçı kalemi.
  • Yüz ile ikiyüz adet arasında olan asker.
  • Önlerinde ne bulunur yıkıp yakıp târumar eden asker.
  • Otuz ile kırk arasında olan at.
  • Kırktan elliye veya altmışa; ve yüzden ikiyüze kadar olan at.

mirmat

  • (Çoğulu: Merâmâ) Nişan oku.

misafir-i aziz

  • Aziz ve şerefli misafir.

misafir-i rabbani / misafir-i rabbânî

  • Allah'ın misafiri.

misafir-i rahman / misafir-i rahmân

  • Sonsuz rahmet sahibi olan Allah'ın misafiri.

misafireten

  • Misafir olarak.

misafirhane / misafirhâne

  • Misafir evi.

misafirhane-i alem / misafirhane-i âlem

  • Dünya misafirhanesi.

misafirhane-i arz

  • Yeryüzü misafirhanesi.

misafirhane-i askeri / misafirhane-i askerî

  • Askerî misafirhane.

misafirhane-i dünya

  • Dünya misafirhanesi.

misafirhane-i terbiye

  • Terbiye etmek için kurulan misafirhane.

misafirperver

  • Misafir ağırlamayı seven.
  • Misafiri seven.

misal

  • Bir şeyin benzer hali. Benzer. Örnek.
  • Düş. Rüya.
  • Ahlâk ve âdâbla ilgili kıssa ve hikâye.
  • Bir şeyin örneği ve sıfatı. Kısas.
  • Gr: İlk harfi harf-i illet olan (yani; elif, vav veyahut da yâ olan) fiil veya kelime.
  • Örnek. (Arapça)
  • Misal almak: Örnek almak. (Arapça)

misal-i muhabbet / misâl-i muhabbet

  • Sevgi misali.

misal-i müşahhas / misâl-i müşahhas

  • Somut örnek, şahıs gibi somut hâle gelmiş misâl.

misal-i rahmet-i alem / misal-i rahmet-i âlem

  • Kâinatı kuşatan İlâhî rahmetin misali, örneği.

misali / misâlî

  • Misâl hâlinde, misâlle ilgili.

misaliler / misâlîler

  • Sahih bir rüyada iken misâl âleminde görülen şahıslar.

misaliye / misâlîye

  • Misâlle ilgili olan.

misaliyye

  • Misale dair.

miselle

  • (Çoğulu: Misâl) Çuvaldız.

mishel

  • Dil, lisan.
  • Eğe, törpü.
  • Ziynet verecek nesne.
  • Yabâni eşek.
  • Dizgin.

miskin

  • Uyuşuk, tenbel, hareketsiz. Zavallı.
  • Cüzzam hastası.
  • Fık: Kendi kendini idâre edemiyen, iktisabtan âciz, mal ve mülkü hiç olmayan kimse.

mislak

  • Fesih lisanlı, güzel konuşan.
  • Kırkbeş sene yaşayan adam.

mişvar / mişvâr

  • Tarz, tavır, gidiş, gidişât.
  • Gümeçten bal peteği sağılan âlet.
  • Davar satılacak yer.
  • Davranış, gidişat.

mişvar-ı ahmediye

  • Peygamberimizin (a.s.m.) sünneti; tarzı, gidişatı.

misyoner

  • Hıristiyanlığı neşre ve tanıtmağa çalışan kimse. (Fransızca)
  • Hıristiyanlığı tanıtmaya ve yaymaya çalışan kimse.

mıtred

  • (Çoğulu: Metârıd) Avın ardından atılan kısa süngü.

miz

  • Misâfir.
  • Sofra, mâide.
  • Temiz, pak.

mizban

  • (Çoğulu: Mizbanân) Ev sahibi. Misafir kabul eden kimse. (Farsça)

mizbanan / mizbanân

  • (Tekili: Mizban) Misafirleri ağırlayanlar, ev sahipleri.

mizman

  • Misâfiri ağırlıyan, misâfire ikram eden ev sâhibi. (Farsça)

mizrak

  • (Çoğulu: Mezârık) Harbe, kısa kılınç.

mizved

  • Dil, lisan.

moda

  • Geçici yenilik. Elbise ve süslenmede geçici hevesler ve fantezi düşkünlüğü sebebiyle çıkartılan yeni tarz ve şekiller. Bunlar israfı artırır ve iktisada aykırıdır. (Fransızca)

model

  • Örnek, misal.

monarşi

  • Hâkimiyetin kaynağı birtek şahısta (Kral, padişah, han v.s.) olduğu kabul edilen devlet şeklidir. Bu şahsın, yani devlet başkanının yanında bir meclis (parlamento) olursa; meşruti monarşi; olmazsa; mutlak monarşi ismini alır. Ayrıca devlet başkanının iş başına gelmesi şekline göre, irsi veya seçimli (Fransızca)

mu'cizat-ı kur'aniye ve ahmediye / mu'cizât-ı kur'âniye ve ahmediye

  • Kur'ân'ın ve Peygamber Efendimizin mu'cizelerinin anlatıldığı risaleler.

mu'cizatlar

  • Mu'cizât risaleleri; Kur'ân'ın mu'cize olduğunu ispat eden Yirmi Beşinci Söz ve Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mu'cizelerinden bahseden On Dokuzuncu Mektup.

mu'lem

  • (İlm. den) Belirtilmiş, işâretlenmiş.

mü'sade

  • (İsad. dan ism-i mef'uldür) "Asadet-ül bab" denir ki; kapıyı kapadım, sımsıkı kilitledim demektir. Üzerlerine ateşin yakılıp fırın gibi kapısının kapanması ateşin şiddetini icab edeceğinden, Cehennemde azabların şiddet ve ebediyetinden kinayedir.

mu'tasım

  • Günahtan çekinen.
  • Eliyle tutan.
  • Yapışan.

mu'tekif

  • İtikâfa çekilmiş olan. İtikâf için bir camiye veya bir odaya kapanıp ibâdete çalışan. Devamlı olan.

mü'telif

  • (Ülfet. den) Alışan, ülfet eden, alışık.
  • Uygun, muvafık, denk.

mu'terize

  • Parantez. Kavseyn denilen ( ) işâretinin adı.

mu'terr

  • Pek fakir olduğu hâlde dilenmeyip lisân-ı hâl ile durumunu anlatan kimse.

muahezekar / muahezekâr

  • Tenkid ve itiraz edici. (Farsça)
  • Azarlayıp çıkışan. Paylayan. (Farsça)

muarız / muârız

  • Muarazacı, muhalif, çekişen, tartışan.

mübahele / mübâhele

  • Lânetleşme. Dar anlamda hazret-i Îsâ'nın ilâh ve Allahü teâlânın oğlu olduğunu söylemekte ısrâr eden ve bu inanışlarının yanlış olduğunu kabûl etmeyen hıristiyanlara, Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem); "... Gelin oğullarımızı, oğullarınızı, kadınlarımızı, kadınlarınızı, bizleri ve

mübarezekarane / mübârezekârâne

  • Çarpışarak, dövüşerek.

mubtıl

  • İptal eden, bozup yanlışa düşüren, batıl ve boş şey ortaya çıkaran.

mücahid / mücâhid

  • Cihad eden. Çalışan. Din için çalışan. Düşmanlara karşı koyan. Çarpışan.
  • Fık: Allah (C.C.) yolunda gönüllü olarak cihada iştirak etmek istediği halde nefakadan, silâh ve saireden mahrum olan gazi demektir. Âyet meâli: "Bizim uğrumuzda mücahede edenlere mutlaka yollarımızı gösteririz
  • Allah yolunda din düşmanları ile çarpışan, cihâd eden.
  • Din için savaşan, çalışan.

mücahidin / mücahidîn / mücâhidîn

  • (Tekili: Mücahid) Mücahidler. Cihad edenler. Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla çalışan, çarpışanlar.
  • Din için savaşanlar, çalışanlar.

muceb

  • İcâb etmiş, lâzım gelmiş. Bir söz veya emrin icâb ettiği şey, netice.
  • Büyük bir memurun, kendisine sunulan evrakı tasdik için ettiği işaret.

mucez / mûcez

  • (İcaz. dan) İcaz yoluyla. Muhtasar ve mücmel bir tarzda. Kısaca.
  • Kısaca; kısa ve özlü.

mücezzer

  • Zeval.
  • Kısa, kasir.

mücidd

  • Elinden geldiği kadar çalışan, gayret gösteren.

muciz / mûciz

  • Kısa. Muhtasar. Özlü. Az sözün çok mânâ ifâde edeni.
  • Kısa ve özlü ifade.
  • Kısa, fakat çok mânâlı, özlü.

mücmel / مجمل

  • Kısa. Öz. Muhtasar. Sözü az, mânası çok olan. Hülâsa edilmiş. Müfesser olmayan söz.
  • Kısa, özet.
  • Kısa ve az sözle anlatılmış, öz. Kapalı ifade. (Çoğulu) Mücmelat.
  • Kısa.
  • Kısa, öz.

mücmelen

  • Kısaca.
  • Kısaca, özetle.
  • Mücmel bir tarzda. Kısa olarak, muhtasaran, hülâsa olarak.

müdahil

  • Dâhil olan. İçeri giren. El atan. Müdahale eden. Karışan.

müdahilan

  • (Tekili: Müdahil) Karışanlar. Müdahil olanlar.

müdahilin / müdahilîn

  • (Tekili: Müdahil) Müdahil olanlar, karışanlar, dâhil olan kimseler.

müdavim

  • Aralıksız devam eden. Devamlı olarak çalışan.
  • Bir yere devamlı olarak gidip gelen kimse.

müdavimin / müdavimîn

  • (Tekili: Müdavim) Müdavimler. Bir yere devamlı olarak gidip gelenler. Bir yere devam edenler. Bir işe aralıksız olarak çalışanlar.

müdekkik

  • Dikkatle araştıran. İnceden inceye tetkik eden. En ufak gizli şeyleri bilmeğe, görmeğe çalışan. (Konuşurken ekseriyetle müdakkik denir.)

müdekkikane

  • İnceden inceye tedkik ederek, en ince noktaları, mes'eleleri de görmeğe, bilmeğe çalışarak. (Farsça)

müferrit

  • (Fart. dan) Tefrit eden, kısaltan.

müfred

  • (Müfret) Tek, yalnız. Müteaddid olmayıp yalnız birden ibaret olan.
  • Basit, mürekkeb olmayan.
  • Gr: Yalnız bir şey veya şahsa işaret eden veya bire mahsus olan kelime. Cemi veya tesniye olmayan.
  • Edb: Başı ve sonu olmayan tek ve kafiyesiz beyit.

müfriz

  • Ayıran, ifraz eden.
  • Virgül işareti (,)

müfterik

  • (Fark. dan) Ayrılan, iftirâk eden.
  • Perişan olan, dağılan.

mugameze

  • Birini göz işaretiyle zemmetme.

muhaddes

  • Haber verilmiş. Tahdis olunmuş, şükranla bildirlimiş. Sadık-ül hads olan kimse.
  • Her zan, tahmine feraseti isabetli olan.
  • Nakil ve rivayet edilmiş olan.

muhaddis

  • Hadîs âlimi. Çok sayıda hadîs toplayıp, senet ve metinleriyle ezberleyen, râvilerin cerh ve ta'dîl (güvenilir olup olmadıkları) noktasından durumlarını bilen, bu ilimde ihtisas kazanıp kitaplar yazmış olan âlim. Muhaddisin çoğulu muhaddisîn'dir.

muhakkikane

  • Gerçeği ve hakikatı araştıran bir kimseye yakışır surette. Muhakkik olan bir insana yakışacak şekilde. (Farsça)

muharrib

  • Tahrib eden. Harâb eden. Yıkan. Bozan. Perişan eden.

muhassal

  • Netice. Husule gelen. Tahsil olunan. Hâsıl olmuş bulunan. Toplanılmış, cem'olunmuş. Hülâsa. Sözün kısası.

muhassal-i kelam / muhassal-i kelâm

  • Sözün kısası.

muhcen

  • Kısa boylu ve suyu az olan bir bitki çeşidi.

mühdi / mühdî

  • Hediye veren. Hediye gönderen. İhda eden.
  • Hidayete getiren. Hidayete vesile olan.
  • Mürşid, muvaffak.
  • Risalet ve nübüvveti bütün âlemlere rahmet ve saadet sebebi olduğundan, Cenab-ı Hakk'ın bütün âlemlere hediye ve atiyyesi mânasında Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) mübarek bi

muhlisane / muhlisâne

  • Hâlisâne. Samimi olarak. Dostlukla. Riyâsızlıkla. (Farsça)

mühr-ü nübüvvet

  • Peygamberlik mühürü. Peygamberimiz Hz. Muhammedin (A.S.M.) iki omuzu arasındaki (sırtındaki) peygamberlik işareti.

muhrec

  • (Huruc. dan) Dışarı çıkarılmış, ihrâc olunmuş.
  • Bir şeyin sureti çıkarılmış.

muhtasar / مختصر / مُخْتَصَرْ

  • Kısa, özet.
  • Az. Kısa. Uzun olmayan.
  • Tekellüfsüz.
  • İhtisar edilmiş. Kısaltılmış.
  • Kısa.
  • Kısa, özlü. (Arapça)
  • Kısa.

muhtasaran / مختصرا / مُخْتَصَرًا

  • Kısaca.
  • Kısa olarak. Muhtasar olarak. Kısaltılmış tarzda.
  • Kısaca. (Arapça)
  • Kısaca.

muhtasıd

  • (Hasad. dan) Ekinci, çiftçi. İhtisâd eden, ekin biçen.

muhtasıra

  • Kısaltma. Hülâsa.

muhtekir

  • İhtikâr yapan. Vurguncu, ihtiyaç mallarını kıymeti artsın da satayım diye saklayan. Halkın zararına çalışarak malı saklayan.

muhteşem / محتشم

  • İhtişamlı, görkemli.
  • İhtişamlı, görkemli.
  • Görkemli, ihtişamlı. (Arapça)

muhtesib

  • (Hisab. dan) Belediye işlerine bakan memur.
  • Kanundan ziyâde idâri ve örfi işler için karar veren. İhtisâb ağası.

müjde-i işariye-i kur'aniye / müjde-i işariye-i kur'âniye

  • Kur'ân'daki müjdeli işaret.

mukalled

  • (Kald. dan) Boynuna gerdanlık takılmış.
  • Padişah tarafından nişan takılan kimse.
  • (Taklid. den) Taklid edilen. Örnek tutulan. Misal alınan.

mukallid

  • Taklitçi, taklid eden, başkasına özenerek onun gibi olmaya çalışan.
  • Benzemeye veya benzetmeğe çalışan. Taklid eden.
  • Bir şeyi boynuna takan, asan.
  • Kuşatan.

mukallidin / mukallidîn

  • (Tekili: Mukallid) Taklidçiler. Örnek ve misâl alanlar.
  • Takınanlar. Boyuna takanlar.

mukarreb

  • (Kurb. dan) Yakınlaşmış. Yakınlaştırılmış. Yakın.
  • Büyük zât veya padişah gibi kimselere hizmette yaklaşmış olan.

mukassa

  • Kısas etmek.
  • Üzerlerinde olan borcu birbirine takas edişmek.

mukattaat

  • (Tekili: Mukattaa) Kat' edilmiş, kesilmiş şeyler.
  • Kısaltmalar.
  • Çeşitli gazel ve kasidelerden seçilmiş beyitler.
  • Herbiri bir kelimeye delâlet eden harfler.

mukattaat-ı huruf

  • Edb: Matlâsız şiir parçaları. Muhtelif olarak alınmış şiir parçaları.
  • Kısaltmalar. Tamamlanmamış cümleler.

mukdim

  • İşine düşkün, gayret ve fedakârlıkla çalışan. Cüretli ve cesaretli olan.

mükettel

  • Kısa, kâsır.

mükibb

  • (Kebb. den) Bir şeyin üzerine çok düşen. Gayretle çalışan.
  • Çok lüzumlu olan.
  • Yüzü üstüne sürünen, zelil olan.

mukim / mukîm

  • İkamet eden. Ayakta duran.
  • Okuyan.
  • Bir memlekette devamlı duran.
  • Fık: Vatanında veya vatanı sayılan bir yerde onbeş günden fazla kalan kimse. (18 saatlik uzağa gidene "Misâfir" denir.)
  • Esmâ-i İlâhiyyeden olup "Her şeyi ayakta tutan, devam ettiren ve kayyumiyet

mükrim

  • İkram eden. Ağırlayan. Lütf eden. Misafirsever.

muktasır

  • Kısa kesen, uzatmıyan.

muktefa

  • (Kafâ. dan) İzinden gidilmiş. Ardına düşülmüş. Misâl alınmış, örnek tutulmuş.

muktefi / muktefî

  • Ardından giden. İzinden giden. İktifâ eden. Misâl alan, örnek tutan.

müktekşif

  • (Keşf. den) Keşfetmeğe çalışan.

mükteseb

  • İktisab edilmiş. Kazanılmış. Elde edilmiş.

muktesid / مقتصد / مُقْتَصِدْ

  • İktisadlı, tutumlu. Malını, ömrünü, vaktini boşuna geçirmeyen, lüzumsuz masrafta bulunmayan.
  • İktisadlı, tutumlu.
  • Tutumlu, iktisatlı.) (Arapça)
  • İktisâdlı.

muktesidan

  • (Tekili: Muktesid) Muktesidler. Lüzumsuz masrafda bulunmayan ve vaktini boşa geçirmeyenler. İktisadlılar, tutumlular.

muktesidane / muktesidâne

  • İktisadlı şekilde, tutumlu biçimde.
  • İktisatlı bir şekilde.

muktesir

  • Kısa kesen, iktisar eden.

muktesit

  • İktisatlı, tutumlu.

mülabis

  • (Lebs. den) Münasebet kuran. Yakınlık gösteren. Bir kimse ile aşırı ahbaplık eden.
  • Karışan.

mülasaka

  • Ulaşma, yanaşma.
  • Bitişme, yapışma, iltisâk etme.

mülasık

  • (Lüsuk. dan) İltisaklı. Bitişik. Yapışık. Yanyana bulunan.

mülekkın

  • Telkin eden. Bilgi vermeğe çalışan.

mülkdar

  • Padişah. (Farsça)

mülkgir

  • Padişah, hükümdar. (Farsça)

mülkiye

  • Memleket idaresi için çalışan daire veya bu daireye mensup olanlar.
  • Asker olmayanlar.
  • Şeriat âlimlerinin hâricindeki memurlar sınıfı.
  • Ülkenin idaresi için çalışanların bulunduğu daire.

mülukane / mülûkâne

  • Padişahlara yakışır bir surette. (Farsça)

muma-ileyh

  • (Mumâileyhâ) Kendisine işâret edilen. İsmi evvelce geçen.

mumaileyh / mumâileyh / mûmâileyh

  • Kendisine işaret edilen, ismi evvelce geçen, ima edilen.
  • Kendisine işaret edilen, ismi önce geçen.

mümarese

  • (Çoğulu: Mümaresat) Çalışarak meharet kazanmak, üstadlık etmek. Bir işe devam ederek ihtisas sahibi olmak.
  • Duruşmak.

mümessel-i leh

  • Kendisi için misal getirilen.

mümeyyiz

  • Temyiz eden, ayıran, iyiyi kötüyü farkeden.
  • İmtihandaki talebenin bilgisini imtihan ederek yoklayan kimse.
  • Gr: Tırnak işareti.

mümeyyize / مميزه

  • Tırnak işareti. (Arapça)

mümiye

  • İşaret eden, işaret edici.

mümsik

  • Çok imsak eden, eli sıkı, bahil.
  • Bir şeye sağlam yapışan.

mümsike

  • Tutan, yapışan.
  • Tutan, yapışan, sıkı tutan.

mümtesil

  • İmtisal eden, aldığı emre uyan.
  • İmtisal eden, sıkı sıkıya bağlanan ve yerine getiren.

münasebet-i adediye

  • Sayısal bağlantı, rakamsal ilişki.

münbagi

  • (Bugye. den) Lâyık, yakışan, şâyân.

münbasit

  • İnbisat eden, yayılan, genişleyen. Yaygın, münteşir, yayılmış, açık. Şen.

münderis

  • İndiras eden. Eseri, izi nişânı kalmamış olan.

müneccimane / müneccimâne

  • Müneccim gibi, müneccime yakışacak şekilde. (Farsça)

munfasıl

  • İnfisal etmiş. Birbirinden ayrılmış. Yerinden ayrılmış, fasl olmuş. İşinden ayrılmış.

münfesih

  • (Füsh. den) İnfisah eden, bollaşan, genişleyen.
  • (Fesh. den) İnfisah eden, bozulan, bozulmuş, hükmü kaldırılmış olan, hükümsüz kalan.

münhasif

  • (Husuf. dan) İnhisaf eden, sönükleşen, daha mükemmel bir şeyin yanında sönük kalan. Değersiz. Gölgelenmiş.

münhasır

  • (Hasr. dan) Belli bir sınır içinde olup harice tecavüz etmeyen, inhisar eden, her yanı çevrili.
  • Yalnız bir kimseye veya bir şeye mahsus olan.

münkaşır

  • (Kışr. dan) Kabuğu soyulan. İnkışar eden.

münkesir

  • (Kesir. den) İnkisar eden, kırılan, kırılmış, kırık. Gücenmiş.

munsabb

  • (Bir denize veya nehire) dökülen, karışan.

münşett

  • Dağınık. Perişan.

müntesib / منتسب

  • İntisab etmiş, intisab eden, giren, alâkası olan.
  • Mensup, intisab etmiş. (Arapça)

müntesibin / müntesibîn

  • İntisab edenler, alâkası olanlar, girenler,
  • İntisab edenler, bağlananlar.

münzevi / münzevî

  • Bir köşeye çekilip ibadetle uğraşan, dünyadan çok âhiret için çalışan kişi.

murahham

  • Kısaltma.
  • Son harfleri veya heceleri düşürülmüş.

mürettebat

  • İş ekibi, personel, gemide çalışanlar.
  • Tertib edilmiş olanlar.
  • Bir iş için hazırlanmış kimseler.
  • Gemide çalışan şahıslar.

mürevvic-i amal / mürevvic-i âmâl

  • Uygulamaya sokmaya çalışan, yapmaya teşvik eden.

mürteşi

  • (Rişvet. den) Rüşvet alan, irtişa eden.

mürtesim

  • İrtisam eden, resmi çıkan. Görünür hâle gelen.

müruk

  • Okun yaydan çıkıp nişanın diğer tarafına geçmesi.
  • Dinden huruç etmek, mürtedlik.

musa

  • Beni İsrâil peygamberlerinden Hz. Musa'nın (A.S.) ismi. Dört büyük kitaptan birisi olan Tevrat, vahiy yoluyla kendisine gelmiştir. Yahudilerin en büyük peygamberidir. Şeriatı, İsa'ya (A.S.) kadar devam etti. Yusuf'un (A.S.) soyundan Yuşa nâmındaki peygamberi yerine tâyin ederek vefat etmiştir. Mısır

musab / musâb

  • Kendine bir şey isabet eden. Hasta. Musibetzede. Musibete uğrayan.
  • Kendine bir şey isabet eden.

musab olan / musâb olan

  • İsâbet alan; vurulan.

müsadim

  • Çarpışan.
  • Çarpışan, vuruşan.

müsaferet

  • (Sefer. den) Misafirlik.
  • Yolculuk, seyahat.

musaff

  • (Çoğulu: Misâf) Cenk etmek için durulan yer. Dövüş yeri.

musafih

  • Musâfaha edenlerden veya el sıkışanlardan herbiri.

müsafir / müsâfir

  • Yolcu. Senenin kısa günlerinde, insan veya deve yürüyüşü ile üç günde gidilecek yere gitmeyi niyet ederek, bulunduğu yerin kenar evlerinin dışına çıkan kimse.

müsafirhane / müsafirhâne

  • Yolcu konağı, han, otel. (Farsça)
  • Misafir olarak geçen resmi kimselerin konaklıyacağı yer. (Farsça)
  • Mc: Dünya. (Farsça)

müsafirin / müsafirîn

  • (Tekili: Müsafir) (Sefer. den) Misafirler, konuklar. Yolcular.

müsag

  • (Tekili: İsâga) Kalıba dökülmüş, akıtılmış olan.

musahib / مصاحب

  • Arkadaş, sohbet arkadaşı. (Arapça)
  • Padişahın özel işlerine bakan. (Arapça)

müsakat şirketi / müsâkât şirketi

  • Bağda üzüm, bahçelerde meyve ve bostanlarda sebze yetiştirmek için, toprak sâhibi ile çalışacak kimse arasında yapılan şirket, ortaklık.

musalahakarane / musalâhakârâne / musâlâhakârâne

  • Barışarak, barış içinde.
  • Barışarak, barışırcasına.

musalih

  • Sulh yapan, barışan.

müşar

  • (Şevr. den) İşaret olunan, işaretle gösterilen.

müşarün ileyh

  • Kendine işaret edilen, ismi evvelce söylenmiş olan, sözü edilen.

müşarün-ileyh

  • Kendine işaret edilen. İsmi evvelce söylenmiş olan.

müşarünileyh / müşârünileyh

  • Kendine işaret edilen, ismi evvelce söylenmiş olan, sözü edilen.
  • İşaret edilen, kendisinden söz edilen.

müşavere / müşâvere / مُشَاوَرَه

  • Bir iş hususunda iki veya daha fazla kimseler arasındaki konuşma ve danışma. İstişare etme. (Bir kavim müşaverede bulundu mu rüşd ü salâha nâil olur. Hadis meâli)
  • İstişare etme, danışma.
  • Danışma, istişâre.

müşavere kurulu

  • Danışma ve İstişare Kurulu.

müşaveret

  • Birbirleriyle istişare etme; birbirlerine danışma.

müşavir

  • İstişare olunacak kimse, kendisine danışılan kişi.
  • İdare işlerinde yakın yardımcı memur.
  • Kovanlık üstünde yapılan örtünün direkleri.

müşavirin / müşavirîn

  • (Tekili: Müşavir) Müşavirler. Kendisine danışılan kişiler. İstişare edilen kimseler.

müşedded

  • Şeddelenmiş, Arapçada bir harfi iki kez okumayı sağlayan işaretin konulduğu harf.

müşedded ra / müşedded râ

  • Harflerin iki defa okunmasını sağlayan şedde işaretli râ harfi.

musevilik / mûsevîlik

  • Allahü teâlânın Mûsâ aleyhisselâm vâsıtasıyla İsrâiloğullarına gönderdiği din. Mukaddes (ilâhî) kitabı Tevrâttır. Îsâ aleyhisselâma kadar olan peygamberler bu dîni insanlara tebliğ ettiler. Îsâ aleyhisselâmın gelmesiyle Mûsevîlik dîninin hükmü kaldır ıldı.

müsevvem

  • Alâmetli, işaretli.
  • Süslü, ziynetli.
  • Yabana otlamaya salıverilen davar.

müsevveme

  • Talim ve terbiye görmüş, hilkaten tamamen olan at.
  • Nişan edilmiş.
  • Süslü.

müshil

  • (Çoğulu: Müshilât) (Sehl. den) Kolaylaştıran.
  • Bağırsakları temizleyen. İshal veren. Kazuratı kolaylıkla dışarı attıran ilâç.

musib / musîb

  • İsabetli, doğru.
  • İsâbetli, yanılmayan, doğru.
  • Resul-i Ekremin (A.S.M.) isimlerinden birisi.
  • İsabetli, doğru.

müsil

  • (Seyelan'dan) Akıtan, isale eden.

müşir

  • Emreden, işaret eden, bildiren.
  • Mareşal. En büyük ünvanı taşıyan asker. Silâhlı kuvvetlerde, kaide olarak barış zamanında orgeneral rütbesine kadar terfi etmek mümkündür. Mareşal rütbesi, ancak muharebe sırasında ve bir meydan muharebesi kazanmış olan generallere verilir. Asıl vazife

müşkil istiare

  • Kapalı istiare; içinde "kendisine benzetilen"in bizzat yer almadığı ancak ona işaret edilen bir istiare.

muşt

  • (Çoğulu: Mışât) Tarak.

müstahdem / مستخدم

  • Ücretle çalışan, hizmette bulunan, hademe.
  • Çalışan, hizmet eden. (Arapça)

müstahdemin / müstahdemîn / مستخدمين

  • Çalışanlar, hizmet edenler. (Arapça)

müstahfız

  • Tar: Yeniçeriliğin kaldırılmasından evvel, kale, hisar ve memleket muhafazasında bulunan kimseler hakkında kullanılan bir tabirdi. İlk zamanlardaki müstahfızlık, daim hizmet hâlinde olduğu için kendilerine timar verilirdi. Sonraki müstahfızlık ise, harp gibi lüzum görüldüğü zaman askerlik hizmetine

müstakıss

  • Kısas istiyen.

müstatir

  • Uçan, uçuşan.
  • Yangının veya sabahın intişarı gibi müstaid olan.

müste'sal

  • (İstisal. dan) Kökünden koparılmış.
  • Ele geçirilmiş.

müste'sil

  • (İstisal. dan) Kökünden koparan.
  • Ele geçiren.

müstebık

  • (Sebak. dan) Yarışa çıkan, istibak eden.

müstefsir

  • Soruşturup anlamaya çalışan.

müsteşar

  • Kendisiyle istişare edilen.

müsteşrik

  • (Şark. dan) Doğu memleketlerinin din, dil ve tarihlerini ve diğer bâzı hususları araştırıp tesbite çalışan batılı âlim. Garplı âlim. (Orientalist)
  • Doğu memleketlerini, din, dil ve târihleri başta olmak üzere her yönden araştırıp tesbite çalışan batılı ilim adamı. Garplı bilgin, oryantalist, şarkiyâtçı.

müstetbeat / müstetbeât

  • Edb: Söze, kelâma tâbi olan mânalar. Sözdeki telvihat ve telmihat. Söz söylerken arasında işaretle anlatmalar.
  • Söze tabi olan mânâlar; telvih ve telmih yoluyla işaret edilen mânâlar gibi çağrışımlar.

müstetbeat-üt terakib

  • Sözdeki birbirine bağlı, işaretli mânalar.

müstetbeü't-terakip / müstetbeü't-terâkip

  • İşaret, telmih, remiz gibi asıl sözün etrafında bulunan birbirine bağlı ikinci derecedeki mânâlar; çağrışımlar.

müsül

  • (Tekili: Misal) Örnekler, misaller.
  • Misaller, temsiller.

mutasaddırane

  • Baş köşeye kurulana yakışacak surette. (Farsça)

mütearif

  • (Örf. den) Bilinen, bilinir, meşhur.
  • Birbirine tanıyan, tanışan.

mütecessis

  • Meraklı, gizli şeyleri öğrenmeğe çalışan.
  • Casusluk eden, yoklayıp haber eriştiren.
  • Araştıran, gizli şeyleri öğrenmeye çalışan.

mütecessisane / mütecessisâne

  • Gizli şeyleri öğrenmeğe çalışarak. Merakla. Mütecessis bir tarzda. (Farsça)

mütecessisin / mütecessisîn

  • (Tekili: Mütecessis) Meraklılar. Tecessüs edenler. Gizli şeyleri öğrenmeğe çalışanlar.

mütedafi'

  • Düşmanı defeden.
  • İtişen, kakışan.

mütedafian

  • Düşmanı defederek.
  • İtişerek, kakışarak.

mütedahil

  • İç içe, birbirinin içine girmiş vaziyette olan. Karışan.
  • Ödenmemiş, gecikmiş maaş.

mütederris

  • Ders alan. Okuyan. Tahsile çalışan.

müteevvig

  • Ağa olmağa çalışan.

müteevviğ

  • Ağa olmaya çalışan.

müteferrika

  • Çeşitli işler gören.
  • Padişahın, vezirlerin veya sadrazamın emirlerini götüren kimse.
  • Muhtelif masraflar ve bunlara karşı verilen para, ücret.

mütegallip

  • Zorba, zorla yenmeye çalışan.

mütegallit

  • Yanlışa düşen, yanılan, tegallüt eden.

mütegamız

  • (Çoğulu: Mütegamızin) Birbirine göz ucu ile işâret eden.

mütegamızin / mütegamızîn

  • (Tekili: Mütegamız) Birbirine göz ucu ile işaret edenler, gözle işaretleşenler.

mütehallik

  • Bir huy edinen, huylanan. Huyu olmayan bir şey ile tekellüf edip o ahlâka alışan.

mütehallit

  • Karışan, karışık olan, tahallüt eden.

mütehassıs

  • İhtisas sahibi, uzman.
  • İhtisas sahibi, uzman.
  • İhtisas sâhibi, uzman. Bir işin hakîkatini, iç yüzünü çok iyi bilen, bir ilim dalında veya meslekte mâhir olan.

mütehassıs olmak

  • İhtisas sahibi olmak, uzmanlaşmak.

mütekaıs

  • Göğsü dışarı çıkıp, arkası içeri giren kimse.

mütekarrib

  • (Çoğulu: Mütekarribîn) (Kurb. dan) Yaklaşan, yaklaşmağa çalışan, yakın olan, takarrüb eden.

mütekasır

  • (Çoğulu: Mütekasirîn) (Kasr. dan) Kısalık gösteren.
  • Elinden gelip gücü yettiği hâlde iş yapmıyan.

mütekasırin / mütekasırîn

  • (Tekili: Mütükasır) Kısalık gösterenler.
  • Ellerinden geldiği, becerebildikleri halde iş yapmayanlar.

mütelahiz

  • (Çoğulu: Mütelahizîn) Gözucu ile bakışanların beheri.

mütelahizin

  • (Tekili: Mütelahiz) Gözucu ile bakışanlar, telâhuz edenler.

mütelatım

  • (Mütelatıma) Birbirine çarpan, çarpışan, çalkalanan. Dalgalı.

mütemadih

  • Zararı çok olan kimse. Acele ile yapan, hızlı çalışan kimse.

mütemahhız

  • (Çoğulu: Mütemahhızîn) Candan ve gönülden inanarak çalışan.

mütemerrık

  • İdman olarak ve alışmak üzere çalışan.

mütemerrin

  • Öğrenmek için çalışan, alışmak gayesiyle egsersiz yapan.

mütemessik

  • Temessük eden, sıkı sıkıya yapışan; bağlanan.
  • Sımsıkı yapışan.

mütenasib / mütenâsib

  • Uygun, birbirine yakışan.

müteneşşir

  • Yayılan, dağılan, intişar eden.

mütercem

  • (Terceme. den) Tercüme olunmuş. Bir lisandan başka bir lisana çevrilmiş.

mütercimin / mütercimîn

  • (Tekili: Mütercim) Tercüme edenler. Bir lisandan başka bir lisana çevirenler.

müteşabihat-ı kur'aniye / müteşabihât-ı kur'aniye

  • Beşer lisanının, lügatını vaz etmediği, sezip düşünemediği, misalini göremediği hakikatların teşbih ve temsiller ile anlatıldığı âyet-i kerimeler.

mütesabık

  • Müsabaka eden. Birinden üstün gelmek için çalışan.
  • İleri geçmek için yarışmak, birisinden ileri geçmek.

müteşabik

  • Beraber ve karışık olanlar, birbirine karışanlar. Birbirine karışmış ve girmiş vaziyette olan. Girift.

mütesadim

  • (Sadme. den) Birbirine çarpışan, birbirine çarpıp vuran.

müteşavir

  • Birbirine danışan, müşavere eden.

mütesekkin

  • Teskin edici, yatıştırıcı. Yatışan, teskin olan, sükunet bulan.

müteşettit

  • (Müteşettite) Dağılan, dağınık olan. Karışan, karışık bulunan. Perişan olan.

müteşeyyih-i müteevviğ

  • Şeyhlik taslayıp ağa olmaya çalışan.

mütevadi'

  • Düşmanlığı ve husumeti bırakarak barışan.

mütevessim

  • Bir şeyi çözmeğe çalışan.
  • Nişanlı, alâmetli ve bezenmiş kişi.

mütezahimin / mütezahimîn

  • (Tekili: Mütezahim) İzdihamdan dolayı birbirinin üstüne çıkanlar. Kalabalıktan sıkışanlar.

mütezavil

  • Bir şey meydana getirmeğe çalışan.
  • Bir şeyi diğer bir şeye yaklaştıran.

mütezayyık

  • Darlaşan, sıkışan, tazayyuk eden.

mutezile / mûtezile

  • Kendi akıllarını temel unsur kabul edip, Kur'ân ve sünneti ona uydurmaya çalışan Ehl-i Sünnet dışı bâtıl bir mezhep.

mutrız

  • İşaret ve damga koyan. Alem yapan.

muttasıf

  • İttisâf eden. İyi veya kötü bir sıfatla tarif edilen. Vasıflanmış, vasfı mevcut olan.

muttasıl

  • Bitşik. Aralıksız. Fâsılasız. Hiç durmadan. İttisâl eden, ulaşan, kavuşan.

müttehid-i bizzat

  • Bizzat müttehid, birleşik, tek vücut (ikisinin tek vücut olması dışarıdan bir vasıtaya bağlı değil).

müttesim

  • Hususi bir nişânı veyâ âlameti olan.

muvahhidun / muvahhidûn

  • Muvahhidler. Bir Allah'a inanıp, birliğe çalışanlar. Birleyici olanlar.

müvamere

  • Müşavere etmek, istişarede bulunmak.

muvaşşah

  • (Vişâh. dan) Süslenmiş, süslü.

müvazea

  • Tevzi edişmek. Paylaşmak.
  • Danışmak, istişârede bulunmak müşavere etmek.
  • Muvafakat etmek, uygun olmak.

muvazene-i cereyan-ı umumi / muvâzene-i cereyan-ı umumî

  • Genel gidişat ve hareketin dengesi.

muvazıb

  • Dâima bir işle uğraşan. Bir işe durmadan çalışan.

müzahamet

  • Birbirine zahmet verme. Kalabalıktan gelen sıkıntı, sıkıştırma.
  • Bir yere itişe kakışa hücum etme.

müzdver

  • Ücretle çalışan. (Farsça)

müzher

  • Misafir için ateş yakan kimse.

muzif / muzîf

  • Misâfir kabul eden.

muzmahil

  • Darmadağın olmuş, perişan, yok olmuş.
  • Çökmüş. Darmadağın olmuş. Perişan olmuş.

müzmahil / مُضْمَحِلْ

  • Perişan olmuş, dağılmış.
  • Perişan olmuş, dağılmış.
  • Mahvü perişan olan.

muzmer

  • Gizli, örtülü, saklı, dışarıya vurulmamış, içte gizli.

muzmerat

  • (Tekili: Muzmer) Örtülü, saklı, gizli, dışarı vurulmamış.

na

  • Arabçada "Biz" mânasına gelen zamirdir. Meselâ: Kitabünâ : "Kitabımız" misalinde olduğu gibi, kelimenin veya fiilin sonuna eklenen bitişik zamirdir.

na'ar

  • Fesad ve fitneye çalışan.
  • Kanı kaçmış olup sâbit olmayan damar.

na'ye

  • Birisinin öldüğünü bildiren söz.
  • Bir adamın zünub ve kabahatini izhar ve işaa eden söz.

nabud / nâbûd / نابود

  • (Nâ-bud) Mâdum, yok olan, bulunmayan. (Farsça)
  • İflas etmiş. Perişan olmuş. (Farsça)
  • Sonradan yok olan. (Farsça)
  • Yok. (Farsça)
  • Yokluk. (Farsça)
  • Perişan. (Farsça)

nahv

  • (Nahiv) Yol, cihet. Etraf, yön.
  • Misâl.
  • Miktar.
  • Kasd ve azmeylemek.
  • Gr: Kelimelerin birbirine rabt, izafet ve amel eylemeleriyle ilgili olan kaideleri içine alan ilim. Nahiv ilmi ile Arapça kelimelerin yeri ve usulü bilinir, yani cümle tahlili yapılır.

nahvi lisan / nahvî lisan

  • Kaidelere bağlı olan çok tertibli, ince ve geniş mânâlı lisan.

nakır

  • Nişana isabet eden ok.

nakısat-ül akl

  • Aklı kısa.
  • Mc: Kadın.

nakş-bendi / nakş-bendî

  • Kalbde zikir yoluyla, tefekkür ile İlâhî sevgiyi, uyanıklığı nakşa çalışan mânâsiyle, Şeyh Bahâüddin Nakş-bendî nâmındaki azîm bir velinin kurduğu ve en ziyade hafî zikre dayanan tarikata mensub olan. (Silsile-i Nakşî'nin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbanî (R.A.) Mektubat'ında demiş ki: "Ha (Farsça)

name

  • Mektub. Risale. Kitap. (Farsça)

name-i hümayun

  • Tar: Osmanlı Padişahları tarafından İslâm ve Hristiyan Hükümdarlarla Osmanlı Devletine tâbi imtiyazlı olar Mekke Şerifine, Kırım Hanına, Eflâk ve Boğdan Voyvodalarına, Erdel Kralına, Gürcü ve Dağıstan Hanlarına gönderilen mektublara verilen addır.

namisa

  • (Çoğulu: Namisât) Kadınları süsleyip yüzlerinin kılını yolan kadın.

namzed / نامزد

  • (Nâm-zed) İsteyen veya istenilen kimse. (Farsça)
  • Sözlü. Nişanlı. (Farsça)
  • Bir vazifeye tayin edilmesini isteyen veya istenilen kişi. Aday. (Farsça)
  • Aday. (Farsça)
  • Nişanlı. (Farsça)

nasara / nasârâ

  • Hristiyanlar. Nasraniler. Hz. İsa'ya (A.S.) ilk önceleri Nâsıra Karyesindeki ahali yardım ettiklerinden, onlara "Nasara" ismi verilmiştir.
  • Îsâ aleyhisselâma inananlar.

naşib

  • Hâfız.
  • Ok sahibi. İçine girip yapışan nesne.

nasibe

  • (Çoğulu: Nesâib) Yollara dikilen işaret taşı. Bir yere dikilen taş.

nasrani / nasrânî

  • Îsâ aleyhisselâma inanan. Çoğulu, nasârâdır. Hazret-i Îsâ'nın bildirdiği dîne nasrâniyyet (nasrânîlik) adı verilir.

nasreddin hoca

  • (Mi: 1208 -1284) Mizahlı, güldürücü sözleri ile meşhur bir zâttır. Akşehir, Sivrihisar Medreselerinde okumuş, Selçuklular zamanında yaşamıştır.

natıka

  • (Nutk. dan) Düşünüp söylemek hassası. Fesahat ve belâgatta söyleme kuvveti. Talâkat-ı lisan, güzel konuşabilme kabiliyeti.

nazar-ı zahiri / nazar-ı zâhirî

  • Dışa dönük, yüzeysel bakış.

nazarın kusuru

  • Bakış, görüşün kusuru ve kısalığı.

nebati ruh / nebâtî ruh

  • Her canlıda mevcud olan ve doğma, büyüme, beslenme, zararlı maddeleri dışarı atma, üreme ve ölme gibi canlılık hallerini yapan rûh.

nebiyyü-t tevbe

  • Resül-i Ekremin (A.S.M.) bir ismi. (Ümmetinin tevbelerinin kabul edileceğine işâreten bu isim verilmiştir.)

nebs

  • Yeri kazma, toprağı kazma.
  • Eser, nişan.

nebz

  • Bir kimseyi ayıplamak. Kötü lâkabı takmak, istihzâ etmek.
  • İhtiyarlık işareti belirmek.

necis

  • Yavaş hareketli insan veya hayvan.
  • Gizli olan şeyi halk içinde ifşa etmek.
  • Gizlenen sır, nişan.
  • Bir nevi yeşillik.

nedim / ندیم

  • Padişahların ve yüksek rütbeli devlet ricalinin sohbet arkadaşı. (Arapça)
  • Güzel hikaye anlatan. (Arapça)

nedve

  • Konuşma, bir iş hakkında konuşma, istişare.

nefha-i isa-yı fıtrat / nefha-i isâ-yı fıtrat

  • Hz. İsa'nın (a.s.) ruh üflemesi, ölüleri dirilten nefesi.

negatif

  • Mat: Sıfırdan küçük, önünde eksi işareti bulunan sayı. Menfi. (Fransızca)
  • Gerçekteki karanlık ve aydınlık kısımları tersine gösteren fotoğraf camı veya filmi. ( Bak: Menfi) (Fransızca)

nekad

  • (Çoğulu: Nukyud-Nikâd) Ayakları kısa, yüzü çirkin koyun.
  • Büyümesi geç olan çocuk.
  • Ağızda dişler çürüyüp ufanmak.
  • Davarın tırnağı soyulup yüzülmek.

neşa

  • Nişasta.

neşastec

  • Nişasta.

neşer

  • Dağılmış, intişar etmiş, münteşir.

nesi'

  • (Çoğulu: Ensâ) Yolcuların ve misafirlerin konakladıkları menzilde düşürdükleri esvap.
  • Unutkan.
  • Unutulan. Unutulmuş olmak.

nesis

  • Bir sıvının sızıp kabından dışarı çıkması.

neşr-i esrar-ı kur'aniye / neşr-i esrar-ı kur'âniye

  • Kur'ân'ın içindeki sırları anlatan risaleleri neşretme, yayma.

neşz

  • (Çoğulu: Enşâz-Nişâz) Yüksek yer.

netice-i kelam / netice-i kelâm

  • Sözün kısası.

nev-amuz

  • Acemi. Yeni alışan. (Farsça)

nevamis-i fıtrat / nevâmis-i fıtrat

  • Yaratılışa Allah tarafından konulan temel kanunlar, anayasa kanunları.

nevb

  • Yakınlık.
  • İsabet.

nevcah

  • Bir makama veya memuriyete yeni geçmiş olan. (Farsça)
  • Tahta yeni oturmuş (padişah). (Farsça)

nezil

  • Misafir. İnen, konan.

nifak / nifâk

  • Münâfıklık; kalbiyle, îmân etmediği hâlde inanmış görünmek; için dışa uymaması, kâfir.
  • Dışı içine uymayan, iki yüzlü.

nikah-ı harici / nikâh-ı hâricî

  • Dışardan evlenme, akraba hâricinden kız alma.

nimlahza

  • Yarım bakış. Gözucuyla bakış. (Farsça)
  • Çok kısa zaman. (Farsça)

nimnimeteyn

  • Tırnak işareti.

nişa

  • Nişasta. (Farsça)

nisab

  • Zekât ölçüsü, ölçü miktarı.
  • Üzerine zekât verilmesi farz olan mal miktarı.
  • Asıl, esas. Sermaye mal. Derece, had.
  • Fık: Altının nisabı: 20 miskal; gümüşünki 200 dirhem (yani 600 gram); koyun ile keçinin 40 adet; sığır, manda 30; ve devenin nisabı da 5'dir.
  • Bir m

nisai / nisaî

  • (Nisâiye) Kadınlarla alâkalı, kadınlara dâir.

nişan / نشان / nişân / نِشَانَ

  • İz. Nişan. Alâmet. İşaret. (Farsça)
  • Yara izi. (Farsça)
  • Hedef, vurulması istenen nokta. (Farsça)
  • Hâtıra için dikilen taş. (Farsça)
  • Taltif için verilen madalya. (Farsça)
  • Evlenmeden önceki anlaşma ve karar işareti veya merasim. (Farsça)
  • Tuğra. (Farsça)
  • Ferman. (Farsça)
  • Alâmet, işaret.
  • İz. (Farsça)
  • Belirti. (Farsça)
  • Nişan yeri. (Farsça)
  • Devlet madalyası. (Farsça)
  • İşaret.

nişan-ı fıtri / nişan-ı fıtrî

  • Yaratılıştan gelen işâret.

nişande

  • Hedef. Nişan olarak dikilmiş şey.

nişane / nişâne / نشانه

  • (Bak: Nişan)
  • (Bak: NİŞAN)
  • Alâmet, işaret.
  • Belirti, işaret. (Farsça)

nişane-i beraat / nişâne-i beraat

  • Suçsuz olduğuna dair nişan, işaret.

nişane-i tasdik

  • Doğruluğunu gösteren işaret.
  • Kabul edildiğine dâir işaret, tasdik işareti.
  • Mu'cizeler.

nişangah / nişangâh / نشانگاه

  • Hedef yeri. Nişan tahtası. (Farsça)
  • Silâh namlusunun üstünde bulunan, nişan almağa yarayan kısım. (Farsça)
  • Nişan tahtası. (Farsça)

nisar / nisâr / نثار

  • "Saçan, saçıcı" mânasına gelir ve kelimeleri sıfatlandırır. Meselâ: Pertev-nisar : Işık saçan.
  • Saçma. (Arapça)
  • Nisâr etmek: Saçmak. (Arapça)

nisbet-i adediye

  • Sayısal uygunluk oranı.

niseb-i adediye

  • Sayısal orantılar, bağlantılar.

nisvan

  • (Tekili: Nisa) Kadınlar. Nisalar.

nisvi / nisvî

  • Nisa taifesine mensub. Kadınlarla alâkalı.

niyazi-i mısri / niyazi-i mısrî

  • (Mi: 1618 - 1694) Malatya'nın Soğanlı köyünde doğdu. Şâir ve tasavvufçu olup Halvetî tarikatının Niyaziye veya Mısriye şubesini kurmuştur. Mısır'da Câmi-ül-Ezher'de tahsil gördü. 1646'da İstanbul'a döndü ve Sokollu Mehmed Paşa Medresesinde irşada başladı. Eserlerinden bazıları şunlardır: Risale-i Ha

nizal

  • Nişan, işaret, alâmet.

noel gecesi

  • Hıristiyanların 25 Aralık veya buna yakın bir târihte Îsâ aleyhisselâmın doğduğunu kabûl ettikleri gece.

nokta

  • (Nukta) Benek.
  • Durak, mevki. Mahâl.
  • Göze ârız olan leke.
  • Durak işareti.
  • Tek karakol, tek nöbetçi.
  • Yazıdaki durak işâreti.
  • Mat: Hiçbir uzunluğu olmayan şekil.

nota / نُوطَه

  • (İtalyancadan) Emir ve istek bildiren yazı.
  • Bir şeyi sonradan hatırlamak için konan işaret.
  • Resmi ve siyasi mektup, muhtıra.
  • Mülâhazat.
  • Hesap pusulası.
  • Müziğe ait yazı.
  • Emir ve istek bildiren yazı, kısa hatırlatma yazısı.

nugaşi

  • Kısa boylu adam.

nüku'

  • Kısa boylu kadın.

nukuş-u misaliye

  • Misal âlemiyle ilgili nakışlar.

numude

  • Gösterilmiş, gözükmüş olan. Nişan verilmiş. (Farsça)

nümune

  • Örnek, misâl, misal olarak gösterilen. Düstur ve misâl olacak şey. (Farsça)

nümuzec

  • Enmuzec. Örnek, nümune, misal.

nuşadur

  • Nişadır. (Farsça)

nuşirvan

  • İran'da Milâdi (531 - 579) tarihleri arasında hükümdarlık etmiş Sâsâni padişahı olup adâlet ve doğruluğu ile meşhur olmuştur.

nüşur

  • Neşirler.
  • Yaymalar, dağıtmalar.
  • Öldükten sonraki dirilmeler. (Nüşur, neşir gibi bâzan müteaddi, bâzan lâzım olur. Müteaddi olursa bir şeyi açıp yaymak mânasına gelir ki, lisanımızda neşr ve neşriyat ve menşur bu mânadandır. Bunun lâzımına intişar denilir, lâzım oldukları zama

nuyan

  • Şehzâde. Pâdişah oğlu. (Farsça)

nüzl

  • (Çoğulu: Enzâl) Konak yeri.
  • Misafir için hazırlanan yemek.

nüzul-ü isa / nüzûl-ü isa

  • Hz İsa'nın (a.s.) gökten dünyaya gelişi.

obüs

  • Ask: Dikey veya dalıcı atış yapabilen, oldukça kısa namlulu top. Obüsler Milâdi 16. asırda icad olunmuştur. Bir mânianın arkasında bulunan ve bu sebeple doğruca görülemeyen düşman mevzilerinin yüksek münhanilerle aşırılmak suretiyle endaht yapmak maksadıyla icad edilmiştir.

ok

  • Yay veya keman denilen kavis şeklinde bükülmüş bir ağaç çubuğa gerili kirişe takılarak uzağa atılan ucu sivri demirli ince ve kısa değneğe verilen addır. Ok, silâhın icadından evvel insanlar tarafından kullanılmış ise de, en büyük mahareti Türkler, Araplar göstermişlerdir.

ordu-yu mübla / ordu-yu müblâ

  • Perişan edilmiş, dağıtılmış ordu.

organ

  • t. Uzuv. Canlılarda belli bir vazifeyi yapmak için bir arada yaratılmış nesiclerin teşkil ettiği vücud parçası. (El, ayak, baş, göz.. gibi)
  • Bir fikre, bir gayeye hizmet için çalışan.
  • Âlet.

otağ

  • Padişahlarla vezirlere mahsus çadırlar. Bunlardan padişahlarınkine "Otağ-ı Hümayun", sadrazamınkine ise "Otağ-ı Asafî" denilirdi.

padişah-ı ali / pâdişâh-ı âlî / پَادِشَاهِ عَالِي

  • Yüce pâdişâh.

padişah-ı bimisal / pâdişâh-ı bîmisâl

  • Eşsiz ve benzeriz Padişah Allah.

padişah-ı bizeval / padişah-ı bîzevâl

  • Yok olmayan, varlığı son bulmayan padişah; Allah.

padişah-ı ezel ve ebed

  • Varlığının başlangıcı ve sonu olmayan Padişah, Allah.

padişah-ı maznun / padişah-ı maznûn

  • Sanık konumunda bulunan Padişah.

padişah-ı raiyetperver

  • Halkını düşünen padişah.

padişah-ı ruhani / padişah-ı ruhanî

  • Ruhanî padişah.

padişah-ı sani / padişah-ı sâni

  • İkinci padişah.

padişah-ı zişan / pâdişâh-ı zîşân

  • Şan ve şeref sahibi olan padişah; Allah.

padişah-ı zülcelal / padişah-ı zülcelâl

  • Sonsuz büyüklük, yücelik ve azamet sahibi Padişah, Allah.

padişahi / padişahî

  • Padişahla ilgili, padişaha ait. (Farsça)

padşah / pâdşâh / پادشاه

  • Padişah. (Farsça)

padşahi / pâdşâhî / پادشاهى

  • Padişahlık. (Farsça)

pala

  • Ağzı enli, ortasına doğru daha genişliyerek ucuna doğru daralmaya başlayan kalın, kısa ve ağır kılıç.

parafe

  • Kısa imza, işâret. (Fransızca)
  • Kısa imza.

parantez

  • Yun. Cümle içinde geçen bir sözü, metin dışı tutmak için o sözün başına ve sonuna konulan işaret.

paskalya

  • Hıristiyanların inanışlarına göre, Îsâ aleyhisselâmın haça gerildikten sonra dirilerek göğe yükselmesi ile ilgili olarak her yıl Mart ayının on dördüncü gününden sonra gelen ilk Pazar günü yaptıkları şenlik, âyin.

pejmürde

  • Dağınık. (Farsça)
  • Eski, yırtık. (Farsça)
  • Perişan. (Farsça)
  • Buruşuk, buruşmuş. (Farsça)

perhide

  • İşaret olunmuş. (Farsça)

perihan / پری خان

  • Peri padişahı. (Farsça)

perişan / perîşan / پریشان

  • Dağınık. (Farsça)
  • Kötü durumda, perişan. (Farsça)
  • Perişan olmak: Darmadağın olmak. (Farsça)

perişanhal / perîşanhal / پریشان حال

  • Hali perişan olan. (Farsça - Arapça)

perişani / perişanî

  • Perişanlık, dağınıklık. (Farsça)
  • Düzensizlik, bozgunluk. (Farsça)
  • Yoksulluk, fakirlik. (Farsça)

perişaniyet

  • Perişanlık.

personel

  • Şahsa dâir. Şahsî. (Fransızca)
  • Bir işte çalışanların hepsi. (Fransızca)

pey

  • İz, işaret, nişan. (Farsça)
  • Ard, arka, akab. (Farsça)

pişhayme

  • Pâdişah veya vezirlerin divan çadırı. (Farsça)

prens bismark

  • (1815 - 1898) Meşhur Alman siyasilerinden ve Alman birliği için çalışanlardan birisidir. İslamiyeti ve Hz. Peygamber'i (A.S.M.) medh ü sena ederek hayranlığını bildiren bir mütefekkirdir.

pusula

  • Yön bulmaya yarayan âlet, kısacık mektup.

pute

  • Silâh veya ok atışlarında dikilen nişan tahtası.
  • İçinde mâden eritilen tava.

ra

  • Kur'an alfabesinde onikinci harftir. Ebced hesabında 200 sayısına işaret eder. Bu harfe "Rı" denildiği gibi, "Ra-i mühmele" de denilir. Bazı tarih kayıtlarında" Rebi-ül Evvel" ayına işaret olarak geçer.

rabbani / rabbânî / ربانى

  • Tanrısal, ilahî. (Arapça)
  • Tanrı'dan başka bir şey düşünmeyen. (Arapça)

rahne

  • Gedik, yarık. Gemilerin bordalarında veya su kesimlerinin altında mermi isabetiyle veya herhangi bir te'sirle açılan delikler, yarıklar. (Farsça)
  • Yara. (Farsça)
  • Bozukluk. Zarar. (Farsça)

raht-ı hümayun

  • Padişahın mücevherli eyer takımı.

rakam

  • Yazı ile işaret, sayıları gösteren işaret.
  • Yazı yazmak.

rakamzen

  • Yazıcı, yazan. Kayıt ve işâret eden. (Farsça)

rakib / râkib

  • (Rekabet. den) Daima görüp kontrol eden, gözeten.
  • Bekçi.
  • Herhangi bir işte birbirinden üstün olmaya çalışanlardan her biri. Rekabet edenlerin beheri.
  • Esma-i Hüsna'dandır.
  • Başka biri ile aynı şeyi isteyen.
  • Bir işte çalışanlarla yarış ederek ileri geçmek isteyenlerden her biri.
  • Murakabe eden, kontrol eden.
  • Rakip, rekabet eden, yarışan.

rakiban

  • (Tekili: Rakib) Rakibler. Birbirleriyle yarışanlar. (Farsça)
  • Bekçiler. (Farsça)

rasafe

  • (Çoğulu: Risâf) Ok üstüne sarılan kiriş.

rasih alim / râsih âlim

  • Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin derin ve ince mânâlarını, işâretlerini anlayan büyük din âlimi.

ratb-ül lisan / ratb-ül lisân

  • Yumuşak sözlü. Mülâyim lisanlı.

recm

  • Taşlamak, taşa tutmak, taş ile insan öldürmek.
  • Atılan taş.
  • Kabre taştan nişan dikmek.
  • Şeytan üzerine atılan nücum.
  • Tardetmek, kovmak, sövmek. Terketmek.
  • Zan ve kıyas etmek.

rehber

  • Yol gösteren, kılavuz; bir kimseye veya bir topluluğa iyi ile kötüyü görmesinde ve doğru yolu bulmasında yardımcı olan, insanı Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmaya çalışan, ilim ve ahlâk sunan zât.

rekabet

  • Gözleme, gözetleme.
  • Kendi işini yürütmeye çalışma.
  • Benzerleriyle yarışa çıkma.

remiz / رمز / رَمِزْ

  • Gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme.
  • Kapalı söyleyiş, işaretle anlatma.
  • Sembol, işaret. (Arapça)
  • Rumuz. (Arapça)
  • İnce işaret.

remizli

  • İşaretli.

reml

  • Hac ibâdeti yerine getirilirken, tavâfın (Kâbe'nin etrâfında dönmenin) ilk üçünde, erkeklerin kısa adımlarla, omuzları silkerek, çalımlı yürümeleri.

reml-remil

  • Remil, kum falı: bazı işaretlerle gaipten haber verme.

remmaz

  • (Remz. den) İşaretlerle konuşan.

remz / رمز

  • İnce işaret.
  • İşaret. İşaretle anlatmak.
  • Güç anlaşılır.
  • Gizli ve kapalı söyleme.
  • Sembol, işaret. (Arapça)
  • İmalı konuşma. (Arapça)

remz ü naz

  • İşaret ve zarâfet.

remz-i gaybi / remz-i gaybî

  • Gaybî, gizli işaret.

remz-i hikmet / رَمْزِ حِكْمَتْ

  • Bilimsel işaret.
  • Hikmetin ince işareti.

remz-i hikmet-i kainat / remz-i hikmet-i kâinat / remz-i hikmet-i kâinât / رَمْزِ حِكْمَتِ كَائِنَاتْ

  • Kâinattaki hikmetin ince işareti.
  • Kâinatın yaratılışındaki gayenin ince işareti.

remz-i kader / رَمْزِ قَدَرْ

  • Kader işareti.
  • Kaderin ince işareti.

remz-i kudret

  • Kudret işareti; Allah'ın güç ve iktidarını gösteren işaret.

remz-i kur'ani / remz-i kur'ânî

  • Kur'ân'ın işareti.

remz-i nizam / remz-i nizâm / رَمْزِ نِظَامْ

  • Düzenin işareti, göstergesi.
  • Düzenin ince işareti.

remz-i ulvi / remz-i ulvî

  • Yüce işaret.

remzeden

  • İşaret eden.

remzen / رَمْزًا

  • İşareten.
  • İşaretle. Remz olarak.
  • İnce işaretle.

remzi / remzî / رَمْز۪ي

  • İşarete ait, işaretle alâkalı.
  • İnce işaret yoluyla kastedilen mânâ.
  • İnce işaretle.

remzşinas

  • Bir maksad anlatan şekil, resim vb. (Farsça)
  • Gizli ve kapalı olarak anlatılan şeyleri ve işaretleri bilen. (Farsça)

resail / resâil / رسائل

  • (Tekili: Risale) Risaleler, bir mevzuda yazılan mektuplar veya küçük kitaplar.
  • Dergiler, mecmualar.
  • Risaleler, küçük kitaplar, mektuplar.
  • Risaleler. (Arapça)
  • Dergiler. (Arapça)

resail-i saire / resâil-i saire

  • Diğer risaleler.

resail-i tevhid / resâil-i tevhid

  • Tevhid bahsini anlatan risaleler.

resail-ün nur

  • Nur Risaleleri.

reşehat-ı meziyat / reşehât-ı meziyât

  • Meziyetlerin, güzel özelliklerin dışa yansımaları.

reşha-misal

  • Sızıntı misali.

reşidiyye

  • Reşid olanla ilgili.
  • Şeker ve nişasta ile yapılan bir çeşit tatlı.

resm

  • (Resim) Yazma, çizme, desen.
  • Eser, iz, nişan, alâmet.
  • Suret.
  • Tertib. Tarz, üslub.
  • Fotoğraf resmi.
  • Âdet, usul, tavır, davranış.
  • Alay, merâsim.
  • Man: Bir şeyi başkalarından ayırdeden tarif.

resse

  • (Çoğulu: Rises-Risâs) Eski ve çürümüş, köhne.
  • Ev eşyasından eskiyip atılanı.

ribabe

  • Ahd, söz, yemin, misak.

ric'i talak / ric'î talâk

  • Geri dönülebilen talâk (boşanma). Zevceye yaklaştıktan sonra sarîh (açık) veya işâretle, üç adedine veya bir ivâza (bedele, karşılığa) bağlı olmaksızın ve beynûnete yâni ayrılığa delâlet eden (gösteren) bir sıfatla sıfatlanmamış ve bir şeye teşbîh ed ilmemiş (benzetilmemiş), gerek sarîh (açık) lafız

rical-i gayb

  • Her devirde bulunan ve herkesçe görülmeyen ve bilinmeyen ve Allah'ın (C.C.) emirlerine göre çalışan mübârek, büyük zatlar. Ricâlullâh.

rif'at

  • Yükseklik. Yüksek ve büyük rütbe sahibi olmak, âlişan olmak.

rıka

  • Üzerine yazı yazılan deri veya kağıt parçaları.
  • Kısa mektublar.
  • Yamalar.
  • İstidalar. Müzekkereler. Dilekçeler.

rikabdar / rikâbdar

  • Padişahların atla bir yere gidişleri sırasında özengiyi tutmak suretiyle ata binip inmelerine yardım eden kişi.

risale-i arabi / risale-i arabî

  • Arapça risale, kitap.

risale-i arabiye

  • Arapça risale.

risale-i bergüzide / risale-i bergüzîde

  • Seçkin, seçilmiş risale.

risale-i camia / risale-i câmia

  • Kapsamlı risale, kitapçık.

risale-i esma / risale-i esmâ

  • Allah'ın altı isminde bulunan bazı ince mânâları anlatan risale; Otuzuncu Lem'a.

risale-i harika

  • Harika risale.

risale-i harika ve camia / risale-i harika ve câmia

  • Harika ve pek çok özelliği üzerinde barındıran risale.

risale-i hasbiye

  • "Hasbünallahü ve ni'me'l-vekîl (Allah bize yeter O ne güzel vekildir.)" âyetinin sırlarını ve mertebelerini anlatan risale.

risale-i hurufiye

  • Harfleri tahlil eden risale.

risale-i kıymetdari / risale-i kıymetdarî

  • Çok kıymetli risale; Yirmi Sekizinci Söz.

risale-i mantıkiye

  • Mantıkla ilgili risale.

risale-i şerif

  • Şerefli ve kıymetli risale.

risale-i şerife

  • Şerefi yüksek olan risale.

risalet / risâlet

  • Peygamberlik, resûllük.Fahr-i âlem girdi çün kırk yaşına Kondu pes, risâlet tâcı başına.

risalet-penah

  • Risaletin kendine istinad ettiği Hazret-i Muhammed (A.S.M.). (Risalet-meab da denir)

rişaşe

  • (Bak: RİŞAŞ)

rıtane

  • Arap lisanından başka dille konuşmak.

rubbe

  • Gr: Harf-i cerdir, nekre ile beraber olur. Çokluk veya azlığa işaret eder. "Öylesi var ki" mânâsındadır.

ruh

  • Can, nefes, canlılık.
  • Öz, hülâsa, en mühim nokta.
  • His.
  • Kur'an.
  • İsa (A.S.).
  • Cebrail (A.S.).
  • Korkmak.

ruh-ul-kuds / rûh-ul-kuds

  • Cebrâil aleyhisselâm.
  • Allahü teâlânın Îsâ aleyhisselâma ihsân ettiği kudret, kuvvet.
  • Hıristiyanlıktaki teslis (üçlü tanrı) inancında, baba-oğul unsurlarından türeyen üçüncü unsur.
  • İsm-i âzam.
  • İncîl.
  • Allahü teâlânın hayat verici, koruyucu mânâsına gelen

ruhullah / rûhullah

  • Allah'ın emriyle meydana gelen.
  • İsa Aleyhisselâm'ın bir lakabı.
  • Îsâ aleyhisselâmın lakablarından (isimlerinden).

ruk'a

  • (Çoğulu: Rıka'-Ruka') Kısa mektub.
  • Üzerine yazı yazılan kâğıt veya deri parçası.
  • Dilekçe.
  • Yama.

rumuz

  • (Tekili: Remz) İşaretler, remizler, ince nükteler, mânası gizli olan işaretler.
  • İşaretler.

rümuz

  • Remizler, işaretler.

rumuz / rumûz / رموز / رُمُوزْ

  • İşaretler, semboller. (Arapça)
  • İnce işaretler.

rumuz-u celal / rumûz-u celâl

  • Sonsuz haşmet ve görkemin işaretleri.

rumuz-u i'caz / rumuz-u i'câz

  • Mu'cizelik işaretleri.

rumuz-u şathiyat / rumûz-u şathiyât / رُمُوزُ شَطْحِيَاتْ

  • Evliyanın bazı garib ve anlaşılmaz sözlerindeki ince işaretler.

rumuzat / rumuzât

  • (Tekili: Rumuz) Remizler, işaretler.

rumuzat-ı hayat / rumuzât-ı hayat

  • Hayat belirtileri, işaretleri.

rumuzat-ı hayatiye / rumûzât-ı hayatiye

  • Hayatın belirtileri, işaretleri.

rumuzat-ı kur'an / rumuzat-ı kur'ân

  • Kur'ân'ın remizleri, ince işaretleri.

rüşd

  • Doğru yol bulup bağlanmak. Hak yolunda salabet, metanet ve kemal-i isabetle dosdoğru gitmek.
  • Hayra isabet etmek.
  • Büluğa ermek.
  • İstikamette olmak. Dinine ve malına zarar gelecek şeyi bilmek, doğru düşünmek.
  • Kişinin akıl ve idraki kavi ve tedbiri metin olmak.

rusde

  • (Çoğulu: Risâd) Ziynet, süs.

rüya / rüyâ

  • (Rü'ya) Uykuda görülen misalî âlem. Düş.
  • Uykudayken girilen misalî bir âlemde görülenler.

rüya-yı hayaliye

  • Misal âlemi ile ilgili rüya.

sa'i / sâ'î / ساعى

  • Çalışan, gayret eden. (Arapça)
  • Sâ'î olmak: Çalışmak, gayret etmek. (Arapça)

sa'r

  • Katil zehiri.
  • Kısa boylu adam.
  • Küçük hıyar.
  • Yaban soğanının kökü.

sa'y eden

  • Çalışan.

sab'

  • Parmakla işaret etmek.

sada'

  • Kasd ve teveccüh eyleme.
  • Bir şeyi âşikâre söylemek.
  • Mevkiine tevcih ve isabet ettirmek.
  • Kat'etmek.
  • İzhar ve beyan etmek.
  • Yarık ve çatlak. Bir şeyi ikiye yarmak.

sadaka-i fıtır

  • İhtiyâcı olan eşyâdan ve borçlarından fazla olarak, nisâb yâni dinde zenginlik ölçüsü miktarında malı, parası bulunan her hür müslümanın, Ramazân bayramının birinci günü sabâhı, fakirlere vermekle yükümlü oldukları belli miktarlardaki buğday, arpa, hurma veya kuru üzüm yahut kıymetleri kadar altın v

sadaka-i fıtr

  • Ramazan bayramından evvel fıtra olarak verilen sadaka. Zengin (nisaba mâlik) her müslümanın (ihtiyar, genç, çocuk ve hattâ bunak da olsa) fakirlere vermeye mükellef olduğu sadakadır, vâcibdir. Nisaba mâlik olan bir müslüman, hem kendi nefsi için, hem de çocukları, hizmetçisi için sadaka-i fıtır veri

sade

  • (Sayd. dan) Mâzi fiilidir. "Avlandı" mânâsındadır. ( dan) "Bağır, ilân et" mânâsına emirdir. Meydan okumak, âciz bırakmak mealinde ve i'caz yoluna işaret eder "sâd" diye okunur.
  • Sadakat, sıdk gibi mânâlara da gelir.

saded harici

  • Konuşulan mevzudan dışarı çıkmak. Hududdan dışarı çıkmak.

sadr-ı azam

  • Baş vezir, padişahın vekili, başvekil.

sadr-ı islam / sadr-ı islâm

  • Baş vezir, padişahın vekili, başvekil.

saff suresi

  • Kur'an-ı Kerim'de 61. suredir. İsa, Havariyyun Suresi de denir. Medenîdir.

şah / şâh / شاه

  • Pâdişah. İran veya Afgan hükümdarlarının nâmı. (Farsça)
  • Bir yere hâkim olan zât. Sâhip. (Farsça)
  • Asıl. (Farsça)
  • Atın ön ayaklarını yukarı kaldırarak durması. (Farsça)
  • Padişah.
  • Bazı tasavvuf büyüklerine verilen ünvan, isim.
  • Padişah. (Farsça)
  • Iran şahı. (Farsça)

şah ve geda / şah ve gedâ

  • Padişah ve köle.

şah-ı cihan / şâh-ı cihân

  • Dünya şahı, cihan padişahı.

şah-ı risalet

  • Risaletin Şahı. Hz. Muhammed (A.S.M.)

şahadet

  • (Şehâdet) Şâhidlik.
  • Bir şeyin doğruluğuna inanmak.
  • Delâlet. Alâmet, işaret, iz.
  • Allah (C.C.) rızâsı yolunda hayatını fedâ etmek. Din için muharebeden şehitlik.

şahan

  • (Tekili: şâh) şahlar, pâdişahlar. (Farsça)

şahenşah / şâhenşâh

  • Pâdişahlar pâdişahı. Şâhlar şâhı. En büyük pâdişah. (Farsça)
  • Şahlar şahı, en büyük padişah.

sahfe

  • Arka derisine yapışan yağ.

sahh

  • (Sıhhat. den) Eskiden resmi yazılara konulan ve "doğrudur, yanlışsızdır" mânasına gelen bir işâretti.

şahi / şahî

  • şaha, hükümdara ait, şah ile ilgili. (Farsça)
  • Hükümdarlık, şahlık. (Farsça)
  • Eski topların bir çeşiti. (Farsça)
  • Nişastalı, yumurtalı bir helva. (Farsça)
  • Tar: Osmanlı Padişahlarından Yavuz Sultan Selim Han'ın bastığı altun para. (Bu ismin verilmesi, üzerinde "şah" kelimesinin yazılı bulunmasından (Farsça)

sahib-i ihtisas

  • İhtisas sahibi, söz sahibi, uzman.

sahib-i unvan-ı muhteşem

  • İhtişamlı isim sahibi.

sahife-i ayat-ı tekviniye / sahife-i âyât-ı tekvîniye

  • Yaratılışa ait delillerin sayfası.

sahife-i misaliye

  • Misalî, görüntüden ibaret sayfa.

şahıs

  • (şahs. dan) Ölçmek için dikilen ve işaret tutulan nişan.
  • Belirten.

şahıs zamiri

  • İsim yerine kullanılan ve insanlara işaret eden kelimeler. Farsçada: (Men: ben), (Tu: sen), (U: o), (Mâ: biz), (Şümâ: siz), (İşân: onlar). Bunlar gayr-ı muttasıl (bitişik olmayan) zamirlerdir.Arapçada; gayr-ı muttasıl zamirler: (Ene: ben), (Ente-sen), (Entümâ: ikiniz), (Hu: O), (Entüm: siz), (Entünn

şahs-ı isa / şahs-ı isâ

  • Hz. İsa'nın bizzat kendi şahsı.

şahs-ı manevi-i dalalet / şahs-ı mânevî-i dalâlet

  • İnkârcılığı yaymaya çalışan kişilerden oluşan manevî kişilik.

şahsiyet-i zahiri / şahsiyet-i zahirî

  • Görünürdeki, dışa yansıyan yönündeki şahsiyet, kişilik.

sahtevekar

  • Yapmacık tavırlar takınan, kendini satmaya çalışan. (Farsça)

şahvar

  • (Şeh-vâr) Şâha, hükümdara yakışacak tarzda, şah gibi. (Farsça)
  • İri ve iyi cins inci. (Farsça)

şahzade

  • Şâh oğlu. Hükümdar veya pâdişah oğlu. Prens. (Farsça)

sai / sâî

  • Çalışan.
  • Devletçe posta idaresinin kurulmasından evvel mektup ve emanet götürüp getiren kimseler.
  • Bir yere vâli olan.
  • Cemaat başı.
  • Yan yan giden.
  • Hızlı yürüyen.
  • Koğuculuk yapan.
  • Çalışan, kovalayan.

saib / sâib / صائب

  • İsabetli. (Arapça)

said

  • (Sa'd. dan) Saadetli. Allah (C.C.) kendisini sevmiş. O'nun rızasına ermiş olan. Ahireti için çalışan kimse. Mes'ud. Mübarek. Bahtiyar.

saiyan

  • (Tekili: Sâi) Haberciler, haber götürenler.
  • Çalışanlar.

şakk-ı kamer

  • Ayın iki parça olması mu'cizesi. (Kur'ân-ı Kerimin nass-ı kat'isi ile de sâbit olan ve mütevâtir olarak da bilinen Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın parmağının işâreti ile ayın iki parçaya ayrıldığı hadisesi ki, büyük mu'cizelerindendir.)

salef

  • Kibirlilik. Tekebbürlük hali.
  • Kin tutmak, buğz etmek.
  • Zevci indinde zevcenin kadri olmamak.
  • Misafir için olan yemeğin yetmemesi.

salih / sâlih

  • İyi insan. Dünyâya kıymet vermeyen, îtikâdı doğru olup, Allahü teâlânın rızâsını, sevgisini kazanmak için çalışan müslüman.

saltanat

  • Kudret, kuvvet.
  • Hâkimiyet, padişahlık.
  • Tantana, gösteriş, debdebe.
  • Şatafatlı hayat. Bolluk. Zenginlik.
  • İdarî kuvvet ve kudret, hâkimiyet, sultanlık, padişahlık.

samiri / samirî

  • Hz. Musa Peygamber zamanında Yahudileri şirke sevk eden. Hz. Musa'nın (A.S.) bulunmadığı yerde kavmini yaptığı buzağı heykeline taptırmağa çalışan bir yahudi.

sanadid

  • Bahadır ve şeci' olanlar. Kahramanlar. İleri gelenler, reisler, padişahlar.

sani-i muhteşem / sâni-i muhteşem

  • İhtişam sahibi ve herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah.

saniye

  • Dakikanın altmışta birisi. Çok kısa bir zaman.

saray

  • (Seray) Büyük kimselerin veya padişahların oturduğu yüksek ve büyük bina. Büyük, muntazam ve tantanalı konak, ev. (Farsça)

saray-ı muhteşem

  • İhtişamlı, görkemli saray.

sarf

  • (Çoğulu: Süruf) Harcama, masraf, gider.
  • Fazl.
  • Hile.
  • Men etme. Bir kimseyi yolundan ve işinden ayırıp başka tarafa yöneltme.
  • Farz.
  • Gr: Bir lisanı meydana getiren kelimelerin değişmesinden, birbirinden türemesinden bahseden ilim şubesi. Kelime bilgisi. K

sasaniler

  • İran'da ikibin yıl önce devlet kuran bir sülâledirler. İlk meşhur hükümdarları Erdeşir'dir. Devleti kuvvetlendirdi ve Doğu Anadolu'yu Romalılardan aldı. Ünlü pâdişahlarından ve âdil ismi ile tanınan Nuşirevan İslâmiyetten önce yaşamıştır. Altıyüz seneden ziyade devletleri devam eden Sâsâniler, İslâm

say'ariyye

  • Boyunda olan işaret.

sayasi

  • (Tekili: Sisâ) Dağın uçları.
  • Herhangi bir şeyin asılları.
  • Çulha tarakları.
  • Muhkem ve yüksek kaleler.

saye

  • (Çoğulu: Sâyât) Koyun yatağı. Nişan için dikilen taş. Yolun tanınması için bir yere yığıp höyük yapılan taş.

se'r

  • İntikam, öç almak.
  • Kin.
  • Kısas etmek.

şeair / şeâir

  • (Tekili: Şiâr) Âdetler, İslâm işaretleri. İslâmlara ait kaideler. Allah'ı anmak, hamdetmek, ezan okumak, İslâmî kıyafet gibi. Bunlara Şeair-i İslâmiye denir. Bütün müslümanlarla alâkalı mes'eleler ve alâmetler, umumun hissedar olduğu işlerdir.
  • İşaretler, İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler.

şeair-i islamiyet / şeair-i islâmiyet

  • İslâma sembol olmuş işaret, iş ve ibadetler.

şeayir

  • (Tekili: Şâire) Hac için hazırlanan nişanlı kurbanlar. Şâireler. Safâ. Merve, Mina ve Arafat gibi, menâsik-i haccın edâ edilecek yerleri ve dinin alâmetleri. Menâsik ve âyin rüsumu.

sebbabe / sebbâbe / سبابه

  • İşaret parmağı, şehadet parmağı. (Arapça)

sebeb-i hilkat

  • Yaratılışa sebeb ve gaye, yaratılışa vâsıta ve âlet olan.

sebeb-i risale

  • Risalelerin yazılmasına vesile olan.

şebeke

  • Balık ağı.
  • Kötü niyetle çalışan gizli topluluk.
  • Kafes şeklinde olan yer.
  • Hüviyet sureti.
  • Ağ gibi yapılmış ve gerilmiş hat ve yolların tamamı.
  • Ağ şeklinde olan nesiçler, dokular.

şebike

  • Kötü niyetle çalışan gizli topluluk. (Farsça)
  • Balık ağı. (Farsça)
  • Batı taraflarında Arapların kullandıkları hasırdan örülmüş bir cins başlık. (Farsça)

sebk-i mürekkeb

  • Edb: Hem kısa, hem uzun ifâde tarzı.

şebzindedar

  • (Şeb-zindedâr) Geceleri çalışan, gece vakti işle meşgul olan. (Farsça)
  • Gece bekçisi. (Farsça)
  • Geceleri uyumayıp ibadet eden. (Farsça)

secavend / secâvend

  • Kur'an-ı Kerim'de doğru okunması için yapılan işaretler.Kur'an-ı Azîmüşşan'ı okurken durularak nefes alınacak yerler, âyet sonları ile secavend mahalleridir. (Farsça)
  • Kur'ân-ı kerîmin, mânâsına uygun ve doğru okunabilmesi için durak ve geçiş yerlerini gösteren işâretler.
  • Kur'ân-ı Kerim'i doğru okumak için yapılan işaretler.

şecir

  • Küçük ve kısa ağaç.

şedde

  • Kur'an-ı Kerim okurken tek sessiz harfin iki defa okunmasına yarayan işaret.
  • Seğirtmek. Yürümekle şiddet göstermek. Bir şeyi kuvvetlendirmek, sağlamlaştırmak.
  • Arapça'da bir harfin üzerine konulan ve o harfi iki defa okutan işaret.
  • Harfi iki kere okutan işaret.

şeddeli nun

  • Arapça'da, üzerinde bulunduğu harfi iki defa okutan işaretin bulunduğu nun harfi.

şeddeli ra / şeddeli râ

  • Harflerin iki defa okunmasını sağlayan şedde işaretli râ harfi.

sef'

  • Alâmet. İşaret.
  • Yandırmak.
  • Kara etmek.
  • Çekmek.

sefalet / sefâlet / سَفَالَتْ

  • Perişanlık, yoksukluk.
  • Perişanlık, yoksulluk.

sefer

  • Senenin kısa günlerinde, insan veya deve yürüşü ile üç günde gidilecek yere gitmeyi niyet ederek, bulunduğu yerin kenar evlerinden dışarı çıkmak.
  • Harbe gitme, savaş.

seferi / seferî

  • Seferde olma hali. Harbe ait, muharebe ile alâkalı.
  • Namazı kısaltmak veya oruç tutmak gibi sefere ait bir hâlde bulunmak. Fık: Ortalama 90 km. lik bir mesafeyi veya daha fazlasını giden seferi (müsafir) sayılır. Zıddı mukimdir.
  • Seferde olan, misâfir, yolcu. Bulunduğu şehirden veya köyden gideceği yolun iki veya bir kenârındaki evlerin dışına çıkarken, senenin kısa günlerinde, insan veya deve yürüyüşü ile, son evden îtibâren üç günde gidilecek yere (Hanefî mezhebinde 104 kil ometre) gitmeye niyyet eden kimse.

seferilik / seferîlik

  • Senenin kısa günlerinde insan veya deve yürüyüşü ile üç günde gidilecek yere gitmeye niyet ederek bulunduğu yerin kenar evlerinin dışına çıkmak.

sefsefe

  • Nişasta, un gibi şeyleri eleme.

şeh / شه

  • Şah, padişah. (Farsça)

şeha

  • Ey pâdişah! Ey şâh. (Farsça)

şehik

  • Hıçkırıkla içini çekme.
  • Nefesi dışarı çıkarma. Soluk alma.
  • Nefesi dışarı çıkararak eşeğin anırması.

şehname / şehnâme

  • Padişahların maceralarını anlatan eser.

şehnişin

  • Binanın dışarı çıkıntısı. Balkon. (Farsça)

şehr-i muhteşem

  • Görkemli, ihtişamlı şehir.

şehriyar / şehriyâr

  • Hükümdar, padişah. (Farsça)
  • En iktidarlı. (Farsça)
  • Hükümdar, padişah.

sekal

  • (Çoğulu: Eskâl) Misafir.
  • Mal, mülk, metâ.
  • Ev metaı, ev eşyası.
  • İns ve cinnin bir ünvanı.

sekban

  • Köpek besleyicisi. (Farsça)
  • Padişahın köpeklerini av yerine götüren seyman. (Farsça)
  • Vaktiyle Yeniçeri Ordusunda bir asker sınıfının ismi. (Farsça)
  • Köy düğününde silâhlı ve oyun yapan gençler kafilesi. (Türkçede seğmen denir.) (Farsça)

seki

  • Direğin altında konulan taş ayak, kürsü taşı, kapıların yanlarında ve bahçelerde havuzların etrafında yapılan sed ve peyke, odaların zeminden yüksekçe olarak bir kısmına yapılan döşeme yerlerinde kullanılır bir tabirdir.
  • Atın ayağındaki beyaz nişana da bu ad verilir.

şelil

  • (Çoğulu: Eşille) Deve ve at ardına yapılan palas.
  • Çok sulu dere ortası.
  • Kısa gömlek.

şem'un

  • Hz. İsa'nın (A.S.) havarilerindendir. Petros veya Sen Piyer de denir. Antakya kilisesini yaptırmıştır. Mi: 65'de Roma'da Neron tarafından hapsedilmiş ve çarmıha gerilerek şehid edilmiştir. Hristiyan âlemine büyük hizmeti vardır. Esas adı, Şem'un-us Safâ'dır.

semai müennes / semaî müennes

  • Bir kaideye bağlı olarak müennes işareti olmayıp kelimenin aslında müenneslik var gibi kabul edilen ve işitilmekle öğrenilen müennes kelime.

semavi / semâvî / سماوی

  • Gök ile ilgili. (Arapça)
  • Tanrısal. (Arapça)

semavi ayetler / semavî ayetler

  • Cenab-ı Hakkın varlığına ve birliğine işaret eden gökyüzündeki deliller.

semavi kitab / semâvî kitab

  • Hak dinlerin kitapları. Semâvî kitapların bize bildirileni yüz dörttür. Bunlardan on suhuf Şist (Şit) aleyhisselâma otuz suhuf İdris aleyhisselâma, on suhuf İbrâhim aleyhisselâma indirildi. Mushaflar; Tevrât Mûsâ aleyhisselâma, Zebur kitabı Dâvûd aleyhisselâma, İncîl kitabı Îsâ aleyhisselâma ve Kur'

sembol

  • Kararlaştırılmış bir mânası olan işaret. Bir mânanın şekil veya madde halinde gösterilmiş sureti. (Fransızca)
  • Timsal, mânâlı işaret.

sene-i iktisat

  • İktisat Yılı.

sera-perde

  • Saray perdesi. Eskiden harem dairesinin önüne çekilen büyük perde. (Farsça)
  • Padişah çadırı, otağ. (Farsça)

seradik

  • (Sürâdik) Padişaha mahsus çadır perdesi veya büyük sarayın perdesi.
  • Cibinlik tarzında yapılan perdeden oda.

seradikat

  • Padişaha mahsus perdeler.

şerat

  • (Çoğulu: Eşrât) Alâmet, iz, işâret, nişân.
  • Bir şeyin en bayağı ve âdisi.

serdab

  • Yer altında olan serin ve soğuk oda, bodrum. Böyle yerler ekseriyetle sıcak bölgelerde, gündüzleri sıcaktan korunmak için yapılırdı. Anadolu'nun bazı yerlerinde buna "zir-i zemin" denilir. (Farsça)
  • Tar: Padişah saraylarında, sağ ve sol taraflarında birer oda bulunan üç köşeli sofalara verilen (Farsça)

şerefsadır / şerefsâdır

  • Şerefsâdır olmak: Padişahın emriyle çıkmak.

şerefsudur / şerefsudûr

  • Şerefsudûr olmak: Padişahın emriyle çıkmak.

şeret

  • (Çoğulu: Eşrât) Alâmet. İşaret, belirti.

şerh

  • Açma, genişletme.
  • Açıklama. Anlaşılanı anlatma. Bir yazı veya konuşmayı kolay anlaşılması için izah etme, tafsil etme.
  • Bir şeyi dilim dilim kesme.
  • Bollaştırma.
  • Bir müşkil ve mübhem makaleyi açıklama, keşif ve izhar etme.
  • Açıklanmış yazı, risale.

şeriat-ı fıtriye

  • Allah'ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların bağlı olduğu anayasa, kanunlar mecmuası.

şeriat-i fıtriye

  • Allah'ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların fiillerini düzen altına alan kanunlar.

şeriat-ı fıtriye / şerîat-ı fıtriye / شَر۪يعَتِ فِطْرِيَه

  • Yaratılışa âit kanunlar.

şeriat-i fıtriye-i kübra / şeriat-i fıtriye-i kübrâ

  • Allah'ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların tabi olduğu büyük kanun.

şeriat-ı fıtriyye-i ilahiye / şeriat-ı fıtriyye-i ilâhiye

  • Allah'ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların tabi olduğu İlâhi kanunlar.

şeriat-ı hilkat

  • Yaratılış kanunu, Allah'ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların tabi olduğu kanunlar.

şeriat-ı iseviye

  • Hz. İsâ'nın getirdiği şeriat.

serir-nişin

  • Tahtta oturan, padişah. (Farsça)

serirara

  • (Serir-ârâ) Tahtı süsliyen. Tahtta oturan. Pâdişah. Hükümdar. Şah. (Farsça)

şess

  • (Çoğulu: şisâs) Boya otu.

şetet

  • Perişaniyet, dağınıklık, teşettüt.

şeteviyy

  • Kışa mensup, kış ile ilgili.
  • Kış evi.
  • Kış kaftanı, kışlık elbise.
  • Kış yağmuru.

settare

  • Dışarıdan gelecek soğuk veya olumsuz şeylerden koruyacak şekilde yapılan küçük kulübe.

sevab

  • Doğru, isabetli.

şevaib

  • (Tekili: Şâibe) Kusurlar, lekeler, noksanlar, ayıplar.
  • Şüpheler
  • Eserler, izler, nişânlar.

sevap

  • İyi bir davranışa karşı Allah tarafından verilen mükâfat.

seviş

  • Misafire yemek ve azık vermek.

şevket

  • Kudret ve kuvvetten doğma haşmet. Padişaha mahsus heybet ve saltanat.
  • Diken. Diken batmak.

şevketlu / şevketlû

  • Tar: Padişahlar hakkında kullanılmış bir tâbir olup, azamet ve heybet sahibi mânalarına gelir.

şevketmeab / şevketmeâb / شوكت مآب

  • Yüce padişah. (Arapça)

şevketpenah / şevketpenâh / شوكت پناه

  • Yüce padişah. (Arapça - Farsça)

sevm

  • Satılık bir şeye kıymet takdir etme, paha biçme.
  • Su-i kasd. Zulüm ve minnete giriftar etmek. Derde sokmak.
  • Dağlamak.
  • Başına buyruk olup istediği yere gitmek.
  • Kuş havada dolaşmak.
  • Satışa arzetmek.
  • Satın almak istemek.
  • Fâide yetiştirmek.<

seyahat-i cüz'iye

  • Kısa zaman içindeki yolculuk.

seyf ibn-i ziyezen / seyf ibn-i zîyezen

  • Yemen padişahlarındandır. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bi'setinden evvel onun evsafını evvelki mukaddes kitaplarda görmüş ve iman etmiş ve müştak olmuştu.

şeyh

  • İhtiyâr.
  • Bir ilim dalında ihtisas etmiş olan.
  • Mürşîd-i kâmil; insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatan, dîni, İslâm'ı yayan ve onların mânen olgunlaşmalarını sağlayan rehber zât. Çoğul şekli meşâyıh ve şüyûhtur.

seyr-i fıtri / seyr-i fıtrî

  • Allah'ın kâinata yerleştirdiği doğal seyir, gidişat.

şeytan / şeytân

  • İnsanı azdırmaya çalışan görünmez yaratık.

sezdirme

  • Belirtme, işaret etme.

şiar / şiâr / شعار

  • İz, belirti, işaret, nişan, ayırt edici iyi âdet.
  • Üstünlük veren işaret.
  • İnsanın gömleği.
  • Ölüm.
  • (Tekili: Şa'r) Kıllar.
  • Sembol, belirgin işaret.
  • Slogan. (Arapça)
  • İşaret. (Arapça)
  • Şiâr edinmek: Slogan haline getirmek, meslek edinmek. (Arapça)

şiar-ı irfan

  • İrfan ve bilgi işareti, irfan sembolü.

şiar-ı raz / şiar-ı râz

  • Sırların şiârı, sırrı gizleyen perde, işâret. (Farsça)

şiare

  • (Çoğulu: Şeâyir) Hac amelleri.
  • Hac nişanları. İbadet için alem kılınan her nesne.

şibdi'

  • (Çoğulu: Şebâdi) Akrep.
  • Dil, lisan.
  • Belâ.
  • Şiddet.

sıdar

  • Küçük gömlek.
  • Başa örttükleri bez, baş örtüsü.
  • Devenin göğsünde olan nişan ve alâmet.

şiddet-i iktisat

  • Çok iktisatlı, tutumlu olma.

sidret-ül münteha

  • Mahlukat ilminin ve amelinin kendisinde nihayet bulup kevn âlemini hududlandıran bir işaret. Yedinci kat gökte olduğu rivayet edilen ve Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ulaştığı en son makam.

şie

  • Alâmet, işaret, nişan.

sifar

  • Deveye burunduruk yapılan demir.
  • Sefer. Islâh, düzeltme.
  • Misafirlik.

sıfat

  • Bir kimse veya şeyin hal ve vasfı, keyfiyeti.
  • Suret, çehre, yüz. Nişan, alâmet.
  • Bir şeyin keyfiyetini izah için kullanılan kelime.

sıfat-ı işariye / sıfât-ı işariye

  • İşaret sıfatları.

şifre

  • Gizli ve işaretle yazı usulü. (Fransızca)
  • Haberleşmede kullanılan belirli bazı işaretler. (Fransızca)
  • Herkesin anlayamadığı, bazı kimselere mahsus anlaşma usulü. (Fransızca)
  • Gizli işaretlerle yazılan yazı.

şihdare

  • Fahiş ve israfçı ve dedikoducu kimse.
  • Kısa boylu ve şişman kimse.

sikke

  • Damga. Nereye ve kime ait olduğunun bilinmesi için konulan işaret, mühür. Umumi damga.
  • Dirhem.
  • Para üstüne vurulan damga.
  • Düz, doğru yol.
  • Mevlevilerin keçe külâhlarının ismi.
  • Basılmış madeni para.
  • İşaret, damga.

sikke-i ehadiyet

  • Her şeyin bir elden çıktığını gösteren damga, işaret.

sikke-i rububiyet

  • Allah'ın herbir varlığı terbiye ve idare etmesini gösteren işaret.

sikke-i şahane

  • Şahane sikke, işaret.

sikke-i tevhid

  • Allah'ın birliğini gösteren işaret, damga.

simat

  • Damga, iz. Nişan, alâmet.

sime

  • (Çoğulu: Simât) Damga, alâmet, nişan.

simya

  • Nişan, işâret, alâmet.

sinematoğraf

  • Hareket yazmak demek olup kısaltılmış şekliyle sinema demektir. (Fransızca)

sintel

  • Kısa boylu.

sinyal

  • Kararlaştırılmış bir haberi verme işareti. İşaret. (Fransızca)
  • İşaret.

sipenc

  • Konaklama yeri, misafirhane, otel. (Farsça)
  • Dünya. (Farsça)
  • Misafir. (Farsça)

sir / sîr / سير

  • Sarmısak. (Farsça)

siran

  • (Tekili: Sur) Kaleler, kal'alar, hisarlar.

siret / sîret

  • Ahlâk, gidişât, hal, hareket, tavır, yaşayış.

şirket

  • Ortaklık, iş ortaklığı.
  • Huk: İki veya daha fazla şahsın emek ve malları ile müştereken, iktisadî bir gayeye erişmek için bir akidle birleşmeleri.

sırr-ı adediyet

  • Sayısal değer.

sırr-ı işari / sırr-ı işarî / sırr-ı işârî / سِرِّ اِشَار۪ي

  • İşaretle bildirilen sır.
  • İşaret edilen sır.

sistem

  • Bir bütün meydana getirecek şekilde, karşılıklı olarak birbirine bağlı unsurların hepsi. (Fransızca)
  • İlimde bir bütün meydana getirecek esasların hepsi. (Fransızca)
  • Bir nizâm dâiresinde çalışan takım. (Fransızca)
  • Proğramlı çalışmak. (Fransızca)
  • Manzume. (Fransızca)

şit

  • Hz. Âdem'in (A.S.) oğullarından ve ondan sonra peygamber olan zât olup kendisine 50 sayfalık kitab nâzil olmuştur. Kâbe-i Mükerreme'yi ilk önce taştan bina eden zât olduğu Kısas-ı Enbiya'da mezkûrdur.

şitai / şitaî

  • (Şitâiye) Kışa ait. Kışlık. Kışa dair.

şitevi / şitevî

  • (Şiteviyye) Kışa ait. Kış mevsimiyle ilgili.
  • Kış sebzesi, kışlık sebze.

sitte-i sevr

  • Güneş'in Sevr burcunda bulunduğu Nisan ayında fırtınalariyle meşhur olan altı gün.

şivar

  • Meşveret etmek, konuşmak, istişâre etmek, danışmak.

siyak-ı kelam / siyak-ı kelâm

  • Sözün gidişatı; sözün söyleniş şekli, ifade tarzı.

siyasiyyun

  • Politikacılar, siyasetçiler. Devlet idaresine çalışanlar.

siyer

  • Gidişât. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin hayâtını, güzel ahlâkını, üstün vasıflarını anlatan ilim dalı; bu hususta yazılmış kitab.

skolastik

  • Lât. Kurun-u vustâda (Orta çağlarda) Hristiyan âleminde, papazların dinî görüşüne ve onların baskısı altındaki dinî fikirlerine göre yapılan tedrisat usulü.

slogan

  • ing. Kısa ve te'sirli propaganda sözü.

sofi

  • Ehl-i tasavvuf. Riyazet ve nefisle mücahede ile hakikate ermeğe çalışan. Tarikata mensub, mânevi kemâlât için çalışan.
  • Yanıltıcı, safsatacı.

softa

  • Bir inanışa körü körüne bağlanan kimse.

şöhretşiar-ı alem / şöhretşiâr-ı âlem

  • Âlemde şöhret ona nişan olmuş olan. Çok meşhur olan.

sosyalizm

  • İktisadî teşebbüsleri ve teşekkülleri devlete vermek isteyen görüş. İştirakiyecilik. Güya, herkese müsavi mal verme esasını idare sisteminde yerleştirmeyi ve mal birliğini iddia eden ve insan fıtratına zıt olarak hürriyetleri daraltıcı ve din aleyhdarı bir sistem. Serserilere, zenginlerin mallarını (Fransızca)

sosyoloğ

  • İçtimaî bilgilerle uğraşan, toplu insan yaşayışı ve onların idare işlerinde bilgi sahibi olmaya çalışan. İçtimaiyatçı. (Fransızca)

sübhani / sübhânî / سبحانى

  • Tanrısal. (Arapça)

şübrüm

  • Kısa boylu kimse.

sudagi / sudagî

  • Zülüfte olan nişan ve alâmet.

süfre

  • Sofra, mâide.
  • (Çoğulu: Süfür) Misafire yolda yemesi için hazırlanan azık.

süfyan / süfyân

  • Âhirzamanda gelen ve kendisi gibi münafıklara "ulu önder"lik ederek dini yıkmaya çalışan dehşetli bir dinsiz, islâm deccalı.
  • Âhirzamanda geleceği ve İslâm dinini yıkmak için çalışacağı sahih hadislerde haber verilen dinsiz ve münâfık bir şahıs.

suhre

  • Maskara, gülünç, eğlenceli.
  • Zoraki iş gören, ücretsiz zoraki çalışan kimse ve hayvan.

şühud-i ehadiyet / şühûd-i ehadiyet

  • Tasavvuf yolunda çalışan kimselerin, mahlûklardaAllahü teâlânın sıfatlarını görmeleri hâli. Şühûd-i Vahdet.

sükuredyun

  • Yaban sarmısağı.

sülale

  • Sıkınca parmakların arasından dışarı çıkan safi balçık.
  • Meni akıntısı.

süleyman

  • Beni İsrail Peygamberlerindendir. Davud (A.S.) ın oğludur. Babasının vasiyyeti üzerine Beyt-ül Makdisi yedi senede inşa ettirdi. Kudüste büyük bir hükümet sarayı yaptırdı. Şark ve garb melikleri kendisine itaate geldiler. Kırk sene hem peygamberlik, hem padişahlık yaptı. Beni İsrailden Yahuda ve Bün

sultan

  • Padişah, saltanat süren.
  • Reis. İslâm Hükümdarı. Hâkimiyet sahibi. Padişah.
  • Allah. (C.C.)
  • Kuvvet, kudret ve hâkimiyet sâhibi.
  • Hükümdar âilesinden olan anne, kız gibi kadınlardan her biri.
  • Hüccet ve delil.
  • Kahr ve tegallüb mânasında masdardır. Her şeyin yavuz, şiddet ve satvetin

sultan reşad

  • (Mi: 1844-1918) Meşrutiyet devri Osmanlı Padişahıdır. Merhametli ve halim tabiatlı olan bu dindar ve abdestsiz gezmiyen padişah, Mevlevi Tarikatına bağlı idi. Boş vakitlerini Mesnevi okumakla geçirirdi.

sultan süleyman han

  • (Hi: 900-974) Osmanlı Padişahlarının onuncusu, İslâm Halifelerinin yetmişbeşincisidir. Yavuz Sultan Selim Han'ın oğludur. Avrupa-vari bir kısım kanunlar yapılmasına vesile olduğundan Kanuni nâmı ile de tanınır. Padişahlık yılları Osmanlı Devletinin en haşmetli devri olup, Avrupa, Asya Osmanlıların e

sultan-ı sabıka / sultan-ı sâbıka

  • Önceki Sultan, padişah; İkinci Abdülhamid.

sume

  • Koyuna yapılan işaret ve nişan.

sur / sûr / سور

  • Bir şehri kuşatan yüksekçe kale duvarı. Yüksek duvar. Kale. Hisar.
  • Hisar. (Arapça)

süra / sürâ

  • İz, eser, işaret.

şura / şûrâ / شُورٰي

  • Konuşma yeri, istişare meclisi. Büyüklerin istişare için toplanma yeri.
  • Meşveret için toplantı.
  • Meşveret etme.
  • Danışma kurulu, istişare heyeti.
  • İstişâre meclisi.

şura-yı şer'i / şûrâ-yı şer'î

  • İslâma uygun olan meşveret; İslâma uygun olan istişare müessesesi.

süradik

  • (Serâdik) Saray perdesi. Padişaha mahsus sarayın veya çadırın perdeleri.

sürag

  • İz, işaret, eser. (Farsça)

sure

  • Kur'an-ı Kerim'in 114 bölümünden her biri.
  • Derece.
  • Duracak yer. Menzilet.
  • Şeref ve şan.
  • Güzel inşa edilmiş bina. Sur.
  • Refi'.
  • Alâmet, nişan.

sure-i nisa / sûre-i nisâ

  • Nisâ Sûresi; Kur'ân-ı Kerimin 4. sûresi.

suret-i icmali / suret-i icmâlî

  • Kısa ve özlü bir şekil.

şuride / şûrîde / شوریده

  • Perişan, karışık. (Farsça)
  • Tutkun, âşık, meftun. (Farsça)
  • Perişan. (Farsça)
  • Karasevdalı. (Farsça)

şuridegi / şuridegî

  • Karışıklık, perişanlık. (Farsça)
  • Tutkunluk, düşkünlük. (Farsça)

şuridehatır / şûrîdehâtır / شوریده خاطر

  • Gönlü perişan, aklı karışık. (Farsça - Arapça)

surre

  • (Çoğulu: Surer) Para kesesi, para çıkını.
  • Hac zamanında İslâm Devletinin pâdişahı tarafından fakir ve muhtaçlara dağıtılması için Mekke ve Medineye her yıl gönderilen para ve sâir şeyler.
  • Para kesesi, cüzdan. Osmanlı pâdişâhlarının her yıl hac mevsiminde Haremeyn-i şerîfeyn (Mekke ve Medîne) halkına ve buralarda geçici olarak bulunan müslümanlara, mukaddes yerlerin ve hac yollarının emniyetini sağlayan Mekke şeriflerine ve Hicaz bölge sindeki diğer idârecilere gönderdikleri para ve d

sut

  • (Çoğulu: Suvâ-Esvâ) Yolda ve sahrada işaret için dikilen taş.

suver-i misaliye

  • Temsilî ifadeler, misalî şekiller, suretler.

ta'lit

  • Devenin yularını başından indirmek.
  • Deve boynuna nişan etmek.

ta'miye

  • (Amâ. dan) Körletme. Kör etme.
  • Kapalı şekilde anlatmak.
  • Edb: Ebced hesabiyle düşürülen bir tarihin, hesabı doldurmak için çıkartılacak veya eklenecek sayılarını işaret etme.

ta'rif

  • (İrfan. dan) Bir şeyi belli noktalar ve işaretlerle inceden inceye anlatıp bildirmek, tanıtmak. Kavl-i şârih.
  • Bir maddeyi bütünüyle bir ibare halinde anlatmak.
  • Gr: Bir ismi marife etmek.
  • Arafat'ta vakfe yapmak.

ta'zir

  • Siyaset.
  • Tehdit etmek.
  • Tazim ve tathir. Temizlemek ve hürmet etmek.
  • Lügatta red, icbar, tahkir, te'dib, hak üzere tevkif mânalarına gelen bu tabir, İslâm hukukunda: Hakkında muayyen bir şer'î ceza olmayan suçlardan dolayı ulülemr (hükümdar, padişah) veya vekili tarafı

taassub

  • (Asab. dan) Bir şeye veya bir kimseye taraflı olma.
  • Din bakımından fazla salâbetli olma.
  • Kendi dinini çok üstün görmek.
  • Haksız yere husumet etmek.
  • Bir düşünüşe, bir inanışa körü körüne bağlanıp ondan başkasını düşünmemek hâli.

tabaka-i işariye

  • İşaret edilen mânâ tabakası.

tabakat-ı işariye

  • İşaret tabakası, derecesi.

tacdar / tâcdâr / تاجدار

  • Taçlı. Taç giyen padişah. Hükümdar. (Farsça)
  • Taç sahibi, padişah. (Arapça - Farsça)

tacdarane

  • Hükümdarlara yakışacak şekilde. Hükümdarca. (Farsça)

tacdari / tacdarî

  • Padişahlık, hükümdarlık. (Farsça)

tacidar / تاجدار

  • Taç sahibi, padişah. (Arapça - Farsça)

tacver / tâcver / تاجور

  • Hükümdar, pâdişâh. (Farsça)
  • Taçlı, taç sahibi, padişah. (Arapça - Farsça)

tagaşşi

  • (Gışâ. dan) Bürünmek, örtünmek.

tagi

  • (Tagy) (Tuğyan. dan) Azgın. Azmış. Asi. Mütekebbir ve ahmak olan.
  • Dindar olmayan padişah.

tagşiye

  • (Gışâ. dan) Örtmek, örtünmek. Bürünmek.
  • (Gaşi. den) Kendinden geçirilmek.

tahattüm

  • (Hatem. den) Hatem, yüzük takınmak.
  • Tas: Ariflerin gönlüne Allah'ın koyduğu işaret.

tahcir

  • Bir yere taş koymak, taş yığmak.
  • Fık: Kimsenin girmemesi için arazinin etrafına taştan sınır yapmak.
  • Hayvanı dağlayıp nişanlamak.

tahr

  • Uzaklaştırmak. Irak etmek.
  • Atmak.
  • Göz çapağını dışarı atmak.
  • Seri, hızlı.
  • Oku uzak giden yay.

tahris

  • (Çoğulu: Tahrisât) (Hırs. dan) Hırslandırma.

tahriş

  • (Çoğulu: Tahrişât) Tırmalama. Yakıp kaşındırma.
  • Azdırma. Rencide etmek.

taht-ı belkıs

  • Belkıs'ın tahtı. (Çok eski mecusi Yemen padişahlarından Şerahil'in kızı Belkıs, başka kardeşi olmadığından babasının yerine Yemen'e hükümdar olmuş idi. Sonra Süleyman Aleyhisselâm ile evlendi. Onun mu'cizeleriyle imana geldi.) Bak: Hüdhüd, Süleyman (A.S.)

taht-ı hakikat

  • Hakikat taht'ı (hakikat, padişahın oturduğu taht'a benzetilmiş).

taht-ı hümayun / taht-ı hümâyun

  • Padişahların merasim sırasında oturdukları sedir.

taht-nişin

  • Taht'a oturan. Hükümdar. Padişah.

tahtie

  • Bir kimseyi veya bir şeyi hatalı görmek, hata isnad etmek, yanıltmak. "Bu hatadır" diye iddia etmek.
  • Ist: "Mezhebim haktır, hata ihtimali var. Başka mezheb hatadır, savaba ihtimal var" diyenler ki, bu hatalı anlayışa izafeten "Tahtie" denmiştir.

taife-i nisaiye / taife-i nisâiye

  • (Taife-i nisâ) Kadınlar taifesi, grubu.

takallus

  • Kısa olmak, kısalmak.
  • Toplanmak, cem'olmak.

taklid

  • Takma, asma, kuşatma.
  • Benzetmeğe ve benzemeğe çalışmak. Benzerini yapmak. Birine benzemeğe çalışarak alay etmek. Sahte. Bir şeyin sahtesini yapmak.

taksir / taksîr / تقصير

  • (Kasr. dan) Kısaltma, kısma.
  • Kusur, hata, kabahat, suç. Günah.
  • Bir işi eksik yapma.
  • Bir şeyi yapabilir iken yapmama.
  • Zayıflatmak, süstlük etmek.
  • Geri kalmak.
  • Kısaltma, kusur, günah.
  • Kısaltma. (Arapça)
  • Kusur. (Arapça)

takziye

  • Gözün çapağı dışarı itmesi.

talak suresi / talâk suresi

  • Medenîdir. Nisâ Suresi de denir. Kur'an-ı Kerim'in 4. Suresidir.

talak-ı bain / talâk-ı bâin

  • Boşanmada kullanılan sözleri söyler söylemez evliliği sona erdiren boşama. Zevceye yaklaşmadan önce veya yaklaştıktan sonra beynûneti yâni ayrılığı ifâde eden kinâyî yâni açık olmayan bir söz ile yapılan veya sarîh yâni açık bir söz ile yapılıp da aç ıkça veyâ işâretle üç adedine bağlı bulunan veya

talak-ı ric'i / talâk-ı ric'î

  • Geri dönülebilen talâk. Zevceye yaklaştıktan sonra, sarîh (açık) veya işâretle, üç adedine veya bir ivaza (bedele, karşılığa) bağlı olmaksızın ve beynûnete yâni ayrılığa delâlet eden (gösteren) bir sıfatla sıfatlanmamış ve bir şeye teşbîh edilmemiş (benzetilmemiş), gerek sarîh (açık), gerekse talâk-

talebe

  • (Tekili: Tâlib) İstekliler.
  • Şakird. Tahsile çalışan. Öğrenen. Öğrenci.

tali '

  • Doğan. Tulu' eden.
  • Kısmet, kader, baht.
  • Nişangâhın arkasına düşen ok.
  • Yeni hilâl.

talia

  • Casus.
  • Nişancı. Asker önünden giden tabur.
  • Rehber, kılavuz; kafilenin önünde giden.

tanzimat-ı hayriye

  • Osmanlı Devletinde Sultan Abdülmecid zamanında başlayan ve (1839-1876) tarihleri arasındaki devreye Tanzimat-ı Hayriye denir. Sözde ıslahat için çalışılan devirdir. Bu, Gülhane Hatt-ı Hümayunu namında padişah fermanı ile başlatıldı. Bu devirde her şey yeniden tanzim edilecekti, yeni müesseseler kuru

tar ü mar

  • Dağınık, karmakarışık, perişan. (Farsça)

tarfet-ül ayn

  • Göz kapağının bir kere açılıp kapanması kadar geçen kısa ân.

tarfetü'l-ayn

  • Göz kapağının açılıp kapanışı kadar geçen kısa zaman.

tarihnüvis

  • (Çoğulu: Tarihnüvisân) Tarih yazan. Müverrih. (Farsça)

tarümar / târümâr / تارومار

  • Dağınık. (Farsça)
  • Perişan. (Farsça)
  • Târümâr etmek: (Farsça)
  • Dağıtmak, karıştırmak. (Farsça)
  • Perişan etmek. (Farsça)
  • Tarümâr olmak: (Farsça)
  • Dağılmak, karışmak. (Farsça)
  • Perişan olmak. (Farsça)

tasarrufan

  • Tasarruf ve tutum gayesiyle. İktisad maksadıyla.

tast

  • (Çoğulu: Tısâs-Tısât) Büyük tas.

tavassub

  • Hastalanıp perişan olma.

tavla

  • Hayvan bağlanan ahır. (San'at Ansiklopedisinde "Tavla" maddesi: "Hayvanların tavlanması yani istirahat edip çalışacak kıvama gelmesi, kuvvet ve tâkat kazanması için beslendiği yer." şeklinde tarif edilmiştir.)

tayy-ı mekan / tayy-ı mekân

  • Mekânı atlama; Allah'ın yardımıyla uzun bir mesafeyi kısa bir zamanda aşmak, kat'etmek.

tayy-ı zaman

  • Zamanı aşma; çok uzun zamanı pek kısa bir sürede görme ve yaşama.
  • Zamanı ortadan kaldırmak. Çok uzun bir zamanı pek kısa olarak görmek ve yaşamak. Meselâ: Kur'an-ı Kerimde beyan edilen "Ashab-ı Kehf" mağarada 309 sene kaldıkları halde, kendileri yarım gün veya bir gün kadar kaldıklarını söylemişlerdir.

tayyetmek

  • Atlamak; uzun mesafeleri kısa zamanda geçip gitmek.

te'hil

  • Misafire "hoş geldiniz" demek olan ehlen ve sehlen cümlesini söylemek.
  • Ehliyetli kılmak.
  • Ürkekliğini gidermek. Alıştırmak.
  • Lâyık ve müstehak görmek.

te'sir

  • Bir şeyde eser ve nişane bırakma.
  • Vasıfları ve halleri değiştirme.
  • İşleme, dokuma, iz bırakma.
  • İçe işleme.
  • Kederlenme.

teassüf

  • Müstakim yoldan çıkmak. İ'tisaf.

teattuf

  • Esirgemek. Merhamet etmek. Şefkat göstermek.
  • Ulaşmak. İttisal etmek.
  • Eğilip bükülmek.

tebahhur

  • (Bahr. den) Bir şeyin içine dalma ve derinliğine varma. Bir ilimde derin ihtisas kazanma.

tebaiyyet

  • Uyma, tabi olma. İtaat, inkıyad ve imtisal etme.

tebehhür

  • Tıb: Kısa ve sık nefes alma.

tebelbül

  • Lisanların muhtelif ve muhtelit olması. Bazısı Arapça, bazısı Farsça ve Türkçe olmak gibi.
  • Karışıklık.

tebric

  • Dışarı çıkarmak.
  • Hâlinden döndürmek.

tebriz

  • Dışarı çıkarmak.
  • Tekebbürlenmek, gururlanmak.
  • Göstermek, izhâr etmek.

tebuk gazvesi

  • Hicretin dokuzuncu senesinde vuku bulmuştur. Şam'da bulunan Rumlar tarafından o civarın halkı, müslümanlara karşı ayaklandırıldığı Peygamberimiz tarafından duyulduğunda, onlara karşı asker hazırlayarak Tebuk'e gitmiş ve oranın ileri gelenleri Peygamberimize gelerek barışa çalışmışlardır. Tebuk'te on

tecelliyat-ı celaliye / tecelliyât-ı celâliye

  • Allah'ın haşmet ve ihtişamının varlıklar üzerinde görünümü.

tedmir

  • Yok etmek. Mahvetmek. Tepelemek. Perişan etmek.

tednis

  • (Çoğulu: Tednisât) Kirletme, kirletilme.

tefe'ül

  • Bir şeyi uğur saymak, hayıra yormak, bir hâdiseyi hayra alâmet, işâret olarak görmek. Tefe'ülün mukâbili (zıddı) teşe'üm yâni uğursuz saymaktır.
  • Falcılık.

tefennün etmiş

  • İhtisaslaşmış, ayrı ayrı uzmanlık dallarına ayrılmış.

teferrüs

  • Ferasetle bir şeyi kestirmek. Bir şeyi dikkat ve teemmül ederek isabetli olarak idrak etmek, anlamak.
  • Zannetmek.

tefeşşi

  • İntişar etmek, dağılmak.
  • Tecvidde: Harf okunduğu zaman sesin ağız içinde dağılıp uzatılmasına denir. Sin, sad, se, ra, fe, şın, mim, dad harflerine mütefeşşi harfleri denir.

tefeşşü'

  • Münteşir olmak, yayılmak, intişar etmek.

tefessüh

  • Açılmak. Genişlemek. İnbisat bulmak.
  • Mecliste çekilip bir adama oturacak yer açmak.

teftiye

  • Lâğımcılık yapmak.
  • Büyüyünceye kadar kızı evden dışarıya çıkarmamak..

tegallüt

  • (Çoğulu: Tegallütât) (Galat. dan) Yanılma. Yanlışa düşme.

tegamüz

  • (Gamze. den) (Çoğulu: Tegamüzât) Birbirine göz ucu ile işâret etme.

tegaşşi

  • (Gışâe. den) Örtünme, bürünme.
  • (Gaşy. den) Kendinden geçme.

tekalib

  • (Tekili: Taklib) Döndürmeler, çevirmeler. İçi dışa çevirmeler.

tekevvüni / tekevvünî

  • Tekevvüne ait. Oluşla, hâdisatla alâkalı.

telhis / telhîs / تلخيص

  • Kısaltma. Hülâsasını alma.
  • Kısaltma, özetleme, hulâsa-sını alma.
  • Kısaltma. (Arapça)
  • Özetleme. (Arapça)
  • Telhîs etmek: Özetlemek. (Arapça)

telhisat / telhisât

  • (Tekili: Telhis) Kısaltmalar, hülâsalar, özetlemeler.

telhisen

  • Kısaltılarak, hülâsaten, özet olarak, hülâsa tarzında.

telkin eden

  • Fikrini kabul ettirmeye çalışan, aşılayan.

telmih / telmîh

  • Ana fikri ispata veya güçlendirmeye yönelik herkes tarafından bilinen bir şeyle, bir hakikatle işarette bulunma.
  • Metinde sözü edilmeyen bir şeye işaret etmek.
  • Bir şeyi açıkca söylemeyip ibarede bahsi geçmeyen bir kıssaya, bir fıkraya, bir ata sözüne veya meşhur bir şiire, bir söze işaret etmek. Kapalı söylemek.

telmihat / telmihât

  • Söz arasında; bir kıssa, fıkra, atasözü veya tarihî bir hadiseye işarette bulunmalar.

telvih / telvîh

  • Açıklamak.
  • Zâhir ve aşikâre kılmak.
  • Susuzluktan insanın çehresi bozulmak.
  • Bir şeyi ateşle kızdırmak. Güneş veya ateşin sıcaklığı bir nesnenin rengini değiştirmek.
  • Posa hâline getirmek.
  • Kocamak. Saç ağarması.
  • Almak.
  • İşaret etmek.
  • Kinaye yoluyla işaret etme; asıl mânâ ile kinâye yoluyla kastedilen mânâ arasındaki vasıtaların çok olması durumu.

telvihan

  • İşaretle, işaretle göstererek.

telvihat / telvihât

  • Telvihler. Kinaye halindeki işaretler.

telvihat-ı tis'a / telvihât-ı tis'a

  • Dokuz işaret; Yirmi Dokuzuncu Mektub'un Dokuzuncu Kısmında yer alan bölüm.

telvis

  • (Çoğulu: Telvisât) Kirletmek. Bulaştırmak. Pisletmek.
  • Mc: Bozmak, berbat etmek.

temenna

  • Eli alnına götürerek selâmlama işareti yapma.
  • Minnettar olma.

temsil / تمثيل / temsîl / تَمْث۪يلْ

  • Misal verme.
  • Misal verme.
  • Misal getirme.

temsilat-ı kur'aniye / temsilât-ı kur'âniye

  • Kur'ân'ın verdiği temsiller, misaller.

tenadd

  • (Nudud. den) Dağılma, darmadağın ve perişan olma.
  • Birbirinden ürkme.

tenbal

  • Kısa boylu, bodur adam.

tenfis

  • (Çoğulu: Tenfisât) (Nefes. den) Nefeslendirme, soluklandırma, ferahlandırma.

tenfiş

  • (Çoğulu: Tenfişât) Pamuk gibi atma. Yün ditme.

tenkih

  • Araştırıp, dikkat edip bir şeyin sonuna hakikatına ermek.
  • Bir şeyin fazla ve gereksiz kısımlarını çıkarıp kısaltarak düzeltmek.
  • Temizlemek.
  • Bütçe tanzimi için maaşları azaltmak.

tenkiş

  • (Çoğulu: Tenkişât) (Nakş. dan) Nakşetme, nakışlama, işleme, resim yapma.

tenkit

  • Noktalamak. Yazıda nokta, virgül gibi işaretler koymak.

tensis

  • (Çoğulu: Tensisât) Tedkik ederek karar verme.

tenvin

  • Gr: Kelimenin sonunu "en, in, ün" diye okumak. Veya öyle okutan işaretin adı.
  • Arapça gramerinde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hali.
  • Kelime sonunu "nun" ile bitiren işaret.

tenvin-i tenkir

  • Gr. nekre tenvini; kelime sonlarına gelerek o kelimeye kapalılık ve belirsizlik mânâsı veren iki üstün (en), iki esre (in) ve iki ötre (ün) işareti.
  • Kelimenin belirsizliğine işaret olan tenvin işareti. Harf-i tarifsiz kelime tenvin kabul ettiğinden yani, nekre olduğundan tenvinli olan harfin durumu.

tenvin-i tenkiri / tenvin-i tenkirî

  • Kelimenin belirsizliğini gösteren tenvin işareti; harf-i tarifsiz ("el" takısız) olduğu için tenvinli olan ve nekra denen kelime.

tenyir

  • Beze ve kumaşa işaret koymak.

teressüm

  • Resmedilme, resimlenme.
  • Bir şeyin geriye kalan nişâne ve eserlerine bakma.
  • Tedkik ve teemmül eylemek.

terhik

  • Misafiri çoğaltmak.

terhim

  • Atmak.
  • Kolaylaştırmak, âsân etmek.
  • Deveyi sebepsiz kesmek.
  • Yumuşak ve ince etmek.
  • Bir ismi kısaltma.

terkik

  • Zayıflatma. Lisanı veya ibareyi kusurlu ve bozuk kullanma.

terkim

  • Rakamlamak, rakam koymak.
  • Nişan eylemek.
  • Yazma.
  • Yarma.

terkiş

  • (Çoğulu: Terkişât) Edb: Kelimeyi güzelleştirme, kelimeyi süsleme.
  • Nakışlama, süsleme.

terziz

  • Kâğıda nişan ve alâmet etmek, işaret koymak.

tesanüd-ü adedi / tesanüd-ü adedî

  • Sayısal dayanışma.

tesdis

  • (Çoğulu: Tesdisât) (Süds. den) Gazelin her beytine dörder mısra ilâve ile onu müseddes (altı mısralı) hâline getirmek.

teşettüt / تَشَتُّتْ

  • Dağınık olma. Dallara ayrılma. Çatallaşma. Dağılma. Perişan olma.
  • Dağılma, perişan olma.

teşettüt-ü hal

  • Dağınıklık, perişanlık.

teşkilat / teşkilât

  • Tertipli ve düzenli çalışan birlik.

tesmir

  • (Semer. den) İktisad ederek malın çoğalması.
  • Ağaçların çiçeklerini döküp yemiş bağlaması.

teştit

  • Dağıtma, dağıtılma. Perişan etme.

tesvib

  • Sevab vermek demektir. Sevab da ceza gibi, hayır veya şer herhangi bir şeyin karşılığıdır. Sevab, hayırda meşhur olmuştur. Lisanımızda da ceza, şerde kullanılmıştır.

tesvim

  • Davarı otlamaya salmak.
  • İşaretlemek, nişan etmek.
  • Dağlamak.

tetabu-u izafat

  • Bir çok kelimenin birbirine muzaf ve muzafün ileyh olması. Zincirleme isim takımı. (İhtizazat-ı esvat-ı beşeriye misalinde olduğu gibi.)

tetabukat-ı riyaziye

  • Sayısal denklik, uygunluk.

tetkikat-ı saibe / tetkikat-ı sâibe

  • İsabetli tetkikler, araştırmalar.

tevafuk-u remzi / tevafuk-u remzî

  • İşaretlerin birbirine denk gelmesi, uygun düşmesi.

tevafukat-ı adediye

  • Sayısal denklikler sayısı.

tevamür

  • Danışmak, istişare etmek.

tevcih-i kelam / tevcih-i kelâm

  • Sözle işarette bulunmak.
  • Birbirinin zıddı muhtelif mânaya gelebilen kelimeyi sözde kullanmak.

tevcihat / tevcihât

  • (Tekili: Tevcih) Verilmiş rütbeler. Tevcihler.
  • İşaret eden mânalar.

tevdi'

  • Emanet vermek, bırakmak.
  • Misafirin veda etmesi. Giderken kalanlara: Allah'a ısmarladık gibi veda etmesi, bolluk hoşluk duasıyla bırakıp gitmesi.
  • Mutlaka terkedip bırakmak.

teverrük

  • Kadınların namazda oturma şekli; kaba etlerini yere koyup, uyluklarını birbirine yaklaştırarak, ayaklarını sağ taraftan dışarı çıkarıp, sol uylukları üzerine oturmaları.

tevessüm

  • Bir şeyin işaretlerine bakarak iyice anlamak.
  • Bir işaret, belirti ortaya çıkma, görünme, bir şeyi işaretlerinden hareketle bilme, iyice anlama.

tevki'

  • Alâmet, işaret, belirti, nişan.
  • Sultan.
  • Kılıca nakış yapmak.

tevşih

  • (Vişah. dan) (Çoğulu: Tevşihât) Süslü elbise giydirme. Süsleme veya süslendirme.
  • Kur'ân-ı Kerimi usul ve kaidelerine göre okuma.
  • Bir kimseye mücevher gerdanlık takmak.
  • Ist: Bir eseri, büyük bir adamın adıyla süsleme. Eski ilim adamları, bazı kimselerin adına kitap yaz

tevsim

  • Hacıların hac zamanı toplanmaları.
  • Dağlamak sureti ile ten üzerine işaret koyma, döğme yapma.
  • İsimlendirme, ad verme.
  • Damgalama, işaretleme.

tezeyyug

  • Haktan ayrılmak.
  • Kadının süslenip dışarı çıkması.

teznim

  • Nişan ettirmek, işaretlendirmek.

tıknaz

  • Kısa boylu ve şişman, toplu.

timar

  • Bir şeyin devam ve inkişafı için yapılan hizmet. (Farsça)
  • Sipâhiye verilen öşrü alınacak arazi. (Farsça)

tinbal

  • Kısa, bodur kimse.

tip

  • Benzerlerinin ana vasıfları kendinde görülen ideal örnek, misal. (Türkçe)

tırad

  • Kısa mızrak.

topuz

  • t. Ucu top şeklinde sopadan ibâret eski silâh.
  • Top şeklinde toplanmış saç.
  • Kısa ve tıknaz kimse.

tübba'

  • Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bi'setten evvel geleceğini haber veren ve şiiri ile imanını ilân eden bir Yemen Meliki.
  • Câhiliyetten evvel Yemen Padişahlarının nâmı.
  • Bir kuş cinsi.

tuğra

  • Padişaha has mühür, damga.

tul-ü emel / tûl-ü emel

  • Dünya hayatının kısa ve geçiciliğine rağmen devamlı yaşayacakmış gibi dünyaya ait işlere karşı gösterilen aşırı arzu, istek.

turra

  • (Tuğra) Mühür. Pâdişah damgası. Pâdişahın imzası.
  • Kumaşın etrafındaki nişan ve işaret. Kumaşta ipekten çevrilen kenar.
  • Herşeyin ucu ve kenarı.
  • Alındaki saç. Tura.
  • Padişahın mührü ve imzası.
  • Tuğra, padişah imzası.

turra-i samediyet

  • Allah'ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Ona muhtaç olması mânâsındaki sıfatını gösteren özel işaret mühür.

u'lume

  • (Çoğulu: Eâlim) Alâmet, işaret, nişan.

ucale

  • Misafirlerin yolda yemek için götürdükleri azık.
  • Çiftçilerin azık diye evvelce koyup getirdikleri buğday ve arpa.

ücümm

  • Medine ehlinin taştan yaptıkları hisar.
  • Sığınacak yer.
  • Damlı dört köşeli ev.

üf

  • Kulak kiri.
  • Tırnak arasında olan kir.
  • Hüzün ve kedere işaret eden kelime.

ukubat

  • (Tekili: Ukubet) Cezalar. İşkenceler, eziyetler.
  • Kısas ve şahsî cezalar.

ulema-i rasihin / ulemâ-i râsihîn

  • Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin derin ve ince mânâlarını, işâretlerini anlayan yüksek din âlimlerine verilen isim. Bunlar; Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn, Tebe-i tâbiîn ve her bakımdan onlara tâbi olan müctehidler, tefsîr ve hadîs âlimleri ve tasavvuf büyükleridir.

ülkü

  • Bazı öz türkçecilik taraftarlarınca kullanılmış bir kelimedir. Divan-ı Lügat-ıt Türk'te "Peyman" mânasına geldiğine merhum A. Hamdi Elmalılı işaret ediyor: "Ahd ü misak" da denir. Emanî, ideal mânâsına kullananlar varsa da yanlıştır.

ulü'l-azm

  • Azamet, ciddiyet, sabır ve sebat sahibi büyük peygamberler; Hz. Mûsâ, Hz. İsa, Hz. Nuh, Hz. İbrahim ve Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.).

ülü'l-azm

  • Şerîat sâhibi, yeni din getiren peygamberlerden altı tânesine ve en büyüklerine verilen ad. Bunlar; Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed aleyhimüsselâmdır. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara anlatırken çok sıkıntı çektikleri ve bu sık ıntılara sabr ettikleri için kendilerine bu isim

ulü-l azm

  • Kat'i azim sahibi, ciddiyet, sabır, sebat sahibi büyük zâtlar, hususan peygamberler (Aleyhimüsselâm). Başta Hz. Muhammed (A.S.M.), İsa, Musa, İbrahim, Nuh (A.S.).

ulü-l emr

  • Müslümanları şeriat nâmına idare eden (Halife, kadı, İslâm reisi, pâdişah, sultan, reis-i cumhur, reis, müdür gibi) zâtlar.

uluhiyet / ulûhiyet

  • İlâhlık, kısaca "ibadet edilmeye lâyık olan yegâne mabud bütün varlıkları yaratan Allahtır" diye ifade edilebilen hakikat.

uluhiyet-i sariye ve hayat-ı sariye / uluhiyet-i sâriye ve hayat-ı sâriye

  • Vahdet-ül vücud ehlince kullanılan tasavvufî tabirler olup; İlâhî sıfatların ve hayatiyetin eşyaya sirayet etmesi, yani tecelli etmesi mânasında olan bu tabirlerden, ehil olmayanlar; Allah'ın tecessümünü veya eşyaya hulûl'ünü veya eşya ile ittihad ve ittisal'ini zu'metmek gibi bâtıl vehimlere düştül

ulülazm peygamberler

  • Azimet, gayret, ciddiyet, sabır ve sebat sahibi büyük peygamberler; Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Mûsâ, Hz. İsa, ve peygamberimiz Hz. Muhammed'e verilen sıfat.

ulülemr / ûlülemr / اولو الامر

  • Padişah. (Arapça)

ulum-u kevniye

  • Kâinatın ilmi. Yaratılışa dair olan ilimler.

ümmi sinan

  • (Vefatı Hi: 958, Mi: 1551) Halvetî Tarikatı, Sinaniye kolunun piridir. Bursa'lı olduğu nakledilir. Karaman'lı olduğu hakkında da rivayet vardır. Risale-i Şerife-i İstanbulî Ümmi Sinan adında bir eseri vardır. (R. Aleyh.) (Osmanlı Müellifleri sh: 214)

ümsüle

  • Örnek olarak verilen beyit. Misal olarak gösterilen mısra.

umur-u mermuze-i gayr-ı mesmua

  • Daha önceden işitilmeyen ve çeşitli işaretler yoluyla aktarılan işler, durumlar.

ünvan-ı icmali / ünvan-ı icmâlî

  • Kısa ve öz ünvan.

uraza

  • Misafire çıkarılan yiyecek.
  • Hediye, armağan.

ürcuze

  • (Recez. den) Edb: Mısraları kafiyeli, kısa vezinli nazım.

uruc-u isa

  • Hz. İsa'nın (A.S.) göğe çıkması.

urum

  • (Urume) Alâmet, nişane.
  • Kök, dip.
  • Başın tepesi.

urve

  • (Çoğulu: Urâ) Düğme iliği.
  • Yazda ve kışta yaprağı dökülmeyen ağaç.
  • Daima bâki olan nesne.
  • Arslan. Kudretten kinaye olur.
  • Kulp. Yapışacak sap. Tutacak yer.

us

  • (Çoğulu: İsâs) Büyük kadeh.

üslub-u mücerred

  • (Sade üslub) Bu üslupta tabiîlik, akıcılık, selâset, kısalık, mânâ ve maksada kifayet sıfatları vardır. Bu üslup, âlet ilimlerinde, ders kitablarında, konuşmalarda ve beşerî muamelelerde kullanılır.

üslub-u mücerret / üslûb-u mücerret

  • Sade, basit üslûp (Bu üslûpta tabiîlik, akıcılık, kısalık, mânâ ve maksada yetecek kadar izah nitelikleri vardır. Ders kitaplarında, günlük hayatta ve konuşmalarda genellikle bu üslûp kullanılır).

vaciz

  • Kısa.

vahdeddin

  • (Aslı: Vahîdüddin, fakat Türkçede Vahdeddin şeklinde telâffuz edilir.) Osmanlı Padişahlarının sonuncusu ve otuzaltıncısının adıdır. (Mi: 1861-1926) Zeki, dirayetli ve dindardı. Osmanlılar ve İslâm âlemi için bir felâket işareti olan Sevr Muahedesini imzalamadı. Osmanlı ordusu olarak emrine bırakılan

vahine

  • İyeği kemiklerinin kısaları.

vahiy

  • Bir fikrin, bir hakikatın veya emrin Allah (C.C.) tarafından Peygambere bildirilmesi.
  • Lügatte vahiy: Kelâm, kitap, işaret, irsal, ilham, ifham, emir, teshir, bir şeyi harfiyyen i'lâm, bazı hususi maksadları tebliğ gibi mânalara gelir.
  • Şeriatta vahiy: Dilediği ahkâmı, esrar ve

vakahet

  • (Vakhe) İbadet, taat.
  • Bir adamın sözünü dinleyip itaat ve imtisal etmek, ona uymak.
  • Bir şeyi bırakıp feragat etmek.
  • Büyük papaz olmak.

vakas

  • Boynun kısa olması. Ateşe attıkları ufacık değnekler.
  • İki nisap zekâtın arasındaki zekâtı olmayan hayvanlar.

vakıa-i misaliye

  • Misâl âlemi ile ilgili olay.

vakt-i zeval

  • Güneşin tam ortada, bize göre doğu ve batı ortasında bulunduğu ve gölgenin gündüzde en kısa olduğu zaman. Zeval vakti.

vasıta-i işaret

  • İşaret vasıtası, aracı.

vatan-ı sükna / vatan-ı süknâ

  • Bir misafirin içinde 15 günden az oturmak istediği yerdir. Bu kimse de fıkıhta misafir sayılır.

vavik

  • Okun nişana dokunmayıp yanına düşmesi hâli.

vazife-i hilkat

  • Yaratılışa ait vazife.

vecazet

  • Sözün veciz oluşu. Kelâmın kısa oluşu.

vech-i delalet / vech-i delâlet

  • Delâlet etme yönü, işaret edilen yön, mânâ.

vech-i işaret

  • İşaret yönü.

veciz / vecîz / وَج۪يزْ

  • Kısa, öz, derli toplu. Muhtasar olup mufassal olmayan.
  • Az sözle çok mâna ifâdesi.
  • Zengin mânâlı kısa söz.
  • Özdeyiş.
  • Kısa, toplu.
  • Kısa ve özlü söz.
  • Kısa ve öz.

vecize / vecîze

  • Kısa ve özlü sözler.
  • Edb: İbaresi kısa, mânası geniş olan çok kıymetli söz, özlü söz. Kısa, veciz söz.
  • Zengin mânâlı kısa söz.

vefk

  • Ebced ve cifir ilmi çerçevesinde, bir takım sırlara işaret eden uygunlukların bulunduğu tevafuk sistemini gösteren tılsımlı kare alan.

vehn

  • Gevşeklik, kuvvetsizlik.
  • Zayıf.
  • Gövdesi kalın ve kısa adam.
  • Gece yarısı. Gece yarısından bir saat sonraki zaman.

vekaletpenah / vekâletpenâh

  • Padişahın vekili olan, sadrâzam. Başvekil. Başbakan. (Farsça)

velayet-i kübra

  • Büyük velilik. Akrebiyet-i İlâhiyenin inkişafına bakan ve veraset-i nübüvvetten gelen gayet kısa, fakat yüksek olan ve tarikat berzahına uğramadan zâhirden hakikata geçen velilik mesleği. (Sahabeler gibi)

velediyet / وَلَدِيَتْ

  • Hıristiyanlık ve Musevîlikte bulunan ve hâşâ Hz. İsâ (a.s.) ile Hz. Üzeyr'in (a.s.) Allah'ın oğlu olduğunu kabul eden bâtıl inanç.
  • Birinin çocuğu oluş, Hıristiyanların isa aleyhisselâma hata ile "Allahın oğlu" demeleri.
  • İsa (as) ın, hâşâ, Allahın oğlu olduğu iftirası.

velediyet akidesi

  • Hıristiyanlıktaki, Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğu şeklindeki bâtıl akide, inanç.

velhasıl / velhâsıl / والحاصل

  • Sözün kısası, özü, kısacası.
  • Kısacası.
  • Sözün kısası.
  • Kısaca, sözün kısası. (Arapça)

veliahd / velîahd

  • Padişah adayı.

vemz

  • İşaret etmek.
  • Parlamak. şimşek çakmak.

veraset-i ahmediye

  • Peygamberimizin (a.s.m.) risaleti yani, Allah'ın insanlara elçiliği yönüne varis olma özelliği.

vesaid

  • (Tekili: Visâde) Yastıklar, şilteler, döşekler.

vesait-i zimisal / vesâit-i zîmisal

  • Misal sahibi vasıtalar; misalî araçlar.

vesayet

  • (Visâyet) Vasilik.
  • Vasiyet.
  • Tembih, emir. Tavsiye.

vesik

  • (Çoğulu: Visâk) Çok sağlam, kuvvetli.

vesim

  • (Çoğulu: Vüsemâ-Visâm) Güzel yüzlü. Güzel çehre.
  • Damgalı.

vesm

  • Damga. İşaret.
  • Dağlama.
  • Döğerek toz hâline getirme.
  • Damga, işaret, dağlama.

veşm

  • İğne ile kan çıkarmak suretiyle vücudda yapılan damga, işaret.

vezanet

  • Fikir ve görüş isabeti.
  • Ölçülü olma.

vezanet-i efkar / vezanet-i efkâr

  • Düşüncelerin isabeti.

vezer

  • Sarp dağ. Sığınılacak yer. Kale. Hisar.
  • Galib olmak.

vezir

  • Padişah yardımcısı.
  • Osmanlı Devleti zamanında en yüksek mülkiye rütbelerine ulaşmış paşa. Hükümdar vekili. Pâdişahın yakınlarından ve onun yükünü üzerine alanlardan, mülkün idaresinde fikir ve tedbir ile meded ve yardım eden. Bu tabir "Vizr" kelimesinden gelir. "Vezr" kelimesinden alınsa; "halkın sığınağı" demek olur.

vezir-i a'zam

  • Pâdişahın vekili olan birinci vezir. Sadrazam. Başvekil.

viran / vîrân / ویران

  • Yıkık, harap olmuş. (Farsça)
  • Yıkıntı, harabe. (Farsça)
  • Vîrân etmek: Yıkmak, harap etmek. (Farsça)
  • Vîrân olmak: (Farsça)
  • Yıkılmak, harap olmak. (Farsça)
  • Perişan olmak. (Farsça)

visade

  • (Bak: VİSAD)

vuslat

  • Visal. Sevdiğine kavuşma, ulaşma, bitişme. Bitiştiren.

vüsüd

  • (Tekili: Visâde) Yastıklar.

vusuk

  • (Tekili: Visâk ve Vesâk) Bağlar, râbıtalar.
  • Sözleşme yerleri.
  • Andlaşmalar.

yahudi

  • Hz. Yakub'un (A.S.) oğullarından Yehuda'ya mensub olan. Benî İsrail. Musevî.Yahudilerin vaziyetlerine ve seciyelerine işaret eden âyetler şunlardır: 2: 60-66 arası. 5: 62-64 arası ve 17: 4.

yahya

  • Zekeriya'nın (A.S.) oğludur. Benî İsrail Peygamberlerinden ve İsa Aleyhisselâm'ın şeriatı ile amel edenlerden olmuştu. Hz. İsa'dan (A.S.) önce Tevrat'a göre hareket ederdi. Kudüs'ün o zamanki reisi, Hz. Yahya'nın, Hz. Musa şeriatı üzere amel etmediğini ileri sürdüklerinden şehid ettiler.

yahya aleyhisselam / yahyâ aleyhisselâm

  • İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Zekeriyyâ aleyhisselâmın oğludur. Annesinin ismi Elîsa olup, hazret-i Meryem'in kızkardeşi ve İmrân'ın kızı idi. Dâvûd aleyhisselâmın neslinden olan Yahyâ aleyhisselâm, hazret-i Meryem'in teyzesinin oğludur.

yaver-i ekrem / yâver-i ekrem

  • Cenab-ı Hakk'ın emrinde çalışan en makbul yâver, en kerim olan Hazret-i Muhammed. (A.S.M.)

yavuz sultan selim

  • (Hi: 875-926) Osmanlı Padişahlarından dokuzuncusudur. Sultan Süleyman Han'ın babası, 2. Bayezid Han'ın oğludur.Azim ve sebat örneği olan ve memleket mes'elelerinde en küçük kusurları bile afvedemiyen Yavuz Selim, Çaldıran seferine çıkmıştı. Uzun müddet seferde olan askerleri bir gün padişahın çadırı

ye'cüc ve me'cüc

  • Kısa boylu olacakları söylenen ve Kur'an-ı Kerim'de bahsi geçen ve ortalığı fitne ve anarşiye boğacak olan bir kavmin ismi.
  • Kur'ân-ı Kerim'de bahse konu edilen ve kısa boylu olacakları söylenen, ortalığı fitne ve anarşiye boğacak olan bir kavmin adı.

yed-i tula / yed-i tulâ

  • En uzun el.
  • Geniş nüfuz.
  • Tam, çok geniş ilim ve ihtisas.
  • Büyük kudret.

yehova şahidleri / yehova şâhidleri

  • Amerika Birleşik Devletleri'nde Ch. Şarl Russel tarafından 1872'de kurulan, 1931 senesinden sonra kendilerini bu adla tanıtmaya çalışan mezheb ve misyoner teşkîlâtına verilen ad.

yekdem

  • Bir nefes, çok az, çok kısa. (Farsça)

yelel

  • Üst dişlerin kısa olması.

yevm-i fasl

  • İnsanların kısım kısım ayrıldığı ve davalarının halledildiği kıyamet günü. Bundan başka kıyamet gününe aşağıdaki isimler de verilir: Yevm-ül cem', yevm-ül cevab, yevm-ül cezâ, yevm-üd din, yevm-ül ahd, yevm-ül feza-ul ekber, yevm-ül haşr, yevm-ül hisâb, yevm-ül ivaz, yevm-ül karar, yevm-ül karia, ye

yuda / yûda

  • Hz. İsa'nın (A.S.) havarilerindendir ve onu ihbar edip ihanet etmiştir. Yehuda veya Yuda Şem'un da denir.
  • Hz. İsâ'yı (a.s.) 30 tane gümüş madeni karşılığında ele veren kişidir.

yuhanna

  • Hz. İsa'nın (A.S.) havarilerinden birisidir. İncillerden birisini yazmıştır. İbranicede Yahya mânasına gelir. Yuhannes, Ohannes, Con (Fr.: Jan) denir.
  • Îsâ aleyhisselâma îmân eden on iki havârîden biri. İbrânî dilinde Yahyâ demektir.Rumca'da Yohannes, İngilizce'de Can, Fransızca'da Jan denir. Dört İncîl'i yazanlardan biridir. Îsâ aleyhisselâmın teyzesinin oğlu idi. Yüz senesinde Efes'te öldü. Hır istiyanlar, on ikinci ayın yirmi yedisinde y

yuhanna incili

  • Dört incilden birisi, Hz. İsa'nın (a.s.) havarilerinden Yuhanna tarafından yazılan İncil Hz. İsa'ya indirilen kitap.

za'bub

  • Kısa boylu fena adam.

zabil

  • Kısa boylu.

zabtıyye

  • Jandarma veya polis kuvveti. Memleket içi âsâyiş ve intizamı te'min maksadı ile çalışan hükümet kuvveti.

zade

  • Evlâd, oğul. (Farsça)
  • İyi insan. (Farsça)
  • Nikâh neticesi olmuş çocuk. (Farsça)
  • Kelime sonuna getirilerek birleşik kelimeler de yapılır. Meselâ: Şah-zade (Şehzade) : Padişah evlâdı. (Farsça)

zahif

  • Nişandan beri düşen ok.
  • (Çoğulu: Zâhifât) Yılan gibi karnı üzerine sürünerek yürüyen.

zahik

  • Berbat, perişan, helâk olmuş.
  • Bâtıl. Köhne.

zahir / zâhir

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Varlığında şek ve şübhe olmayan, her eserinde varlığına deliller, işâretler bulunan yüce Allah.
  • Açık, görünen, dış görünüş, insanın dış görünüşü.
  • Fıkıh usûlü ilminde; sevk edilmediği, kendisi için buyrulmadığı mânâ, açı

zahir-i meşreb / zâhir-i meşreb

  • Hareket tarzının ve yöntemin dışa yansıyan görünümü.

zahire

  • Dışarı fırlamış olan göz.
  • Günün yarısında devenin otlamaktan gelmesi.

zahiri ilimler / zâhirî ilimler

  • Okuyarak, çalışarak ve araştırarak elde edilen, öğrenilen ilimler. Kelâm, tefsîr, fıkıh gibi din bilgileriyle; mantık, matematik, fizik, kimyâ, biyoloji, geometri gibi fen bilgileri.

zahiri taharet / zâhirî taharet

  • Dış temizlik, dışa ait temizlik.

zahiriyyun

  • Zahirciler, dış görünüşe aldananlar, dışa yansıyan yönlere göre hüküm verenler.

zahr

  • (Çoğulu: Zuhur-Ezhâr) Binek devesi.
  • Kuş yeleklerinin kısa tarafı.
  • Kara yolu.
  • Sırt, arka.
  • Yüksek yer.
  • Kur'an'ın lâfz-ı şerifi.
  • Haber.

zaid

  • Artan. Fazlalık. İlâve olunmuş.
  • Lüzumsuz, gereksiz.
  • Gr: Te'kid için söylenen.
  • Mat: Müsbet işareti, artı. (+)

zaman-ı isa / zaman-ı isâ

  • Hz. İsâ'nın zamanı.

zaman-ı kasır

  • Kısa zaman.

zaman-ı kasir / zaman-ı kasîr

  • Kısa zaman.

zaman-ı kàsıra

  • Kısa zaman.

zamm-ı sure / zamm-ı sûre

  • Farz namazın ilk iki rek'atinde, sünnet namazların ve vitrin her rek'atinde ayakta Fâtiha'dan sonra okunan sûre veya en az üç kısa âyet.

zar / zâr / زار

  • Perişan, ağlayan, inleyen. (Farsça)
  • İnilti. (Farsça)
  • Zâr etmek: Ağlayıp inlemek. (Farsça)
  • Zâr olmak: Ağlayıp inlemek. (Farsça)

zarf-ı mekan / zarf-ı mekân

  • Mekân gösteren kelime. ("Burada, dışarda, içerde" gibi)

zayf

  • Misafir. Gelip geçen.

zeban / zebân

  • Dil, lisan, lügat, lehçe. (Farsça)
  • Dil, lisan.

zebtel

  • Kısa boylu.

zehk

  • Helâk olmak, mahvolmak.
  • Bâtıl olmak.
  • Okun nişanı aşıp geçmesi.
  • Çıkmak, huruç.
  • Derin kuyu.

zekat / zekât

  • Nisab miktarı mala, paraya sahib olan Müslümanın kırkta birini fakirlere sadaka vermesi ve bu verilen sadaka. Ziyadeleşme, artma.
  • Temizlik. Taharet.
  • İslâm'ın beş şartından biri. Dînen zengin sayılan müslümanın nisab miktârındaki zekat malının belli zamanda belli miktârını zekat niyeti ile ayırıp emr edilen müslümanlara vermesi.

zelaka

  • (İzlâk - Zellâka) Fasâhat, kolaylık ve lisan inceliği, keskinlik. Nutkun güzel ve çabuk olması.

zemar

  • Kamışa (ney'e) üfleyen.

zen

  • Kadın, nisa. (Farsça)

zena'

  • Kısa boylu ve dar nesne.
  • Sidiğini tutup işemeyen kişi.

zengin

  • İhtiyaç eşyâsının ve borçlarının dışında nisâb miktârı malı, parası olan kimse.

zerafe

  • (Çoğulu: Zürâfât) Deveye benzer, boynu uzun ve art ayakları kısa bir hayvan. Zürafa.

zerneb

  • Turunç kokusu gibi güzel kokan bir ot.
  • Fercin dışarısında olan et.

zıllullah

  • Cenab-ı Hakk'ın namına yeryüzünde tasarrufta bulunan insan, halife. İlâhî kanunu tatbike çalışan halife ve pâdişahın nâmı.

zındık

  • Hiçbir dinde olmadığı ve Allahü teâlâya inanmadığı hâlde, müslüman görünüp müslümanlığı değiştirmeye, îmânı bozmaya, dinsizliği müslümanlık olarak yaymaya çalışan ve İslâmiyet'i içerden yıkmaya uğraşan sinsi İslâm düşmanı, azılı kâfir, münâfık. Kâdıy ânîler ve Behâîler böyledir.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın