REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te İri ifadesini içeren 5450 kelime bulundu...

hakk-ul-yakin / hakk-ul-yakîn

  • Bir şeyin hakîkatine kavuşma, mâhiyetine erişme, bulma, tatma. Allahü teâlânın beğendiği ahlâk ile ahlâklanıp, kalb gözünün açılması ve mânevî perdelerin kaldırılması neticesinde elde edilen kesin ilim, bilgi.
  • Bir şeyin hakîkatine kavuşma, mâhiyetine erişme, bulma, tatma. Allahü teâlânın beğendiği ahlâk ile ahlâklanıp, kalb gözünün açılması ve mânevî perdelerin kaldırılması neticesinde elde edilen kesin ilim, bilgi.

işa-i rabbani / işâ-i rabbânî

  • Hıristiyanların, dinlerinin temel inançlarından biri gibi kabûl ettikleri akşam yemeğinde güyâ Îsâ aleyhisselâmın etini yiyip, kanını içerek onunla birleşeceklerine ve böylece günâhlarının döküleceğine inanmaları.

ishak aleyhisselam / ishâk aleyhisselâm

  • Şam ve Filistin ahâlisine (halkına) gönderilen peygamberlerden. İbrâhim aleyhisselâmın ikinci oğlu olup, annesi hazret-i Sâre'dir. İbrâhim aleyhisselâmın dînini insanlara tebliğ etti. İsmi, Kur'ân-ı kerîmde on yedi yerde bildirilmiştir.

merhaba

  • "Hoş geldiniz" mânâsına iltifât tâbiri.
  • "Râhat oturun" mânâsına bir iltifat tâbiri.

mesbuk / mesbûk

  • Cemâatle namaz kılınırken imâma birinci rek'atte yetişemeyen yâni ilk rek'atin rükûundan sonra imâma uyan kimse.

misak / mîsâk

  • Söz verme, sözleşme, andlaşma.
  • Allahü teâlânın, Âdem aleyhisselâma ve bütün zürriyetine (ondan gelecek insanlara); "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye hitâb buyurması, onların da; "Evet, sen Rabbimizsin" diye cevab vermeleri.
  • Yemîn ile kuvvetlendirilen söz verme.

mu'anaka / mu'ânaka

  • İki kişinin birbirinin boynuna sarılması.

müceddid / müceddîd

  • Yenileyici, kuvvetlendirici. İslâm dînini kuvvetlendiren, bid'atleri yâni İslâm dînine sokulmak istenen reformları, hurâfeleri söküp atan ve sünnetleri ortaya çıkaran âlim.

a

  • Nida edatı olup, kelimenin sonuna gelir "ey" mânası verir. Aynı veya farklı iki kelime arasına gelirse, sözün mânasını kuvvetlendirir. "rengârenk, lebaleb" gibi.

a'deb

  • Erkeklerden arkadaşı ve yardımcısı olmayan.
  • Bir boynuzu kırık hayvan.

a'neb

  • Büyük burunlu adam, burnu iri olan adam.

a'raf / a'râf

  • Cennet ile Cehennem arasında yer alan ve birinin te'sirinin diğerine geçmesine mâni olan sûrun (engelin) yüksek kısımları.

a'şa

  • Gözleri dumanlı olan adam.
  • Çeşitli yüzyıllarda yaşamış olan birkaç Arap şairinin adı.
  • Gece vakti gözleri görmeyen kimse.

a'sab-ı muharrike / a'sâb-ı muharrike

  • Hissi, duyguyu vücuttaki haber merkezine bildiren sinirler. Hareket ettirici sinirler.

a'taf

  • (Atf. dan ) En âtifetli. Pek müşfik, çok merhametli adam.
  • Boynuzları birbirine eğilmiş koyun. (Müe: Atfâ')

a'yen

  • Büyük ve iri gözlü.
  • Bakılan yer.
  • Çok açık, pek belli, bâriz.

ab-gah

  • Havuz, küçük göl, su biriken yer. (Fransızca)
  • Tıb : Karnın kaburga kemikleri kıkırdağı ve kısa kaburgalar altında olan kısmı. Böğür. (Fransızca)

ab-gir

  • Suyun biriktiği yer, havuz. (Farsça)
  • Dokumacılıkta kullanılan fırça. (Farsça)

ab-ı zen

  • Küçük havuz. (Farsça)
  • Su birikintisi. (Farsça)
  • Yumuşak, lâtif sözlerle hatır alan ve bu manâda emir. (Bak : Avzen) (Farsça)

ab-şar

  • Şelâle, su akarken çıkardığı ses, şırıltı. (Farsça)

abd

  • Kul, köle, Allah'ın kulu. Mahluk, insan. Hizmetçi. (Hür'ün zıddı). "Abd kelimesi Allah'ın bazı isimleriyle birleştirilerek erkek isimleri meydana getirilir. Abdullah (Allah'ın kulu). Abdulbâki (Ebedi olan Allah'ın kulu) gibi. Bu isimleri taşıyan insanlar buna lâyık olmaya çalışmalıdırlar."

abdest

  • Namaz ve diğer bâzı ibâdetlerin yerine getirilebilmesi için yapılması lâzım gelen yüzü, dirseklerle berâber kolları yıkamak, başın dörtte birini mesh etmek ve topuklarla berâber ayakları yıkamaktan ibâret temizlik. Namazın dışındaki farzlardan biri.

abdurrahman bin avf

  • Aşere-i mübeşşereden ve çok fedakar olan Sahabelerdendir. İlk müslüman olan sekiz kişiden birisidir. Bütün ihya-yı din için olan muharebelerde çok fedakârlıkta bulunmuş, birisinde yirmibir yerinden yaralanmıştı. Bir gazada oniki dişini birden kaybetmişti. Medine'ye ve Habeşistan'a hicret edenlerdend

abese irca

  • Mantık ve matematikte bir isbat şeklidir. Bir hükmün doğruluğunu isbat için, bu hükmü inkâr eden diğer hükmün yanlışlığı isbatlanır. Meselâ: Allah'ın varlığının inkâr edilmesinin imkânsızlığını veya abesiyetini göstermek, Allah'ın varlığını isbat yollarından biridir. Bu, "Abese irca" yolu ile isbat

abese suresi / abese sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin sekseninci sûresi. Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). Kırk iki âyet-i kerîmedir. Birinci âyet-i kerîmede yüzçevirdi, iltifat etmedi mânâsına olan Abese lafzı sûreye isim olmuştur. Sûrede, Kur'ân-ı kerîmin Allahü teâlâ tarafından bir mev'ize (nasihat, öğüt) olduğu bildirilmekte,

abesiyet-i mutlaka

  • Akla ve gerçeğe tamamen aykırılık.

abgir / âbgîr / آبگير

  • Havuz. (Farsça)
  • Su birikintisi. (Farsça)

abir

  • (Ubur'dan) Bir yerden geçen, giden yolcu. Geçen.
  • Hz. İbrâhimin (A.S.) dedelerinden birisinin adı.

abkame

  • Anadolunun bazı doğu illerinde ve Bağdat'da yapılan, turşu veya salataya benzer bir çeşit yiyecek maddesi. (Farsça)
  • Ekşi hamurdan pişirilerek sirkeye konulan ve turşu olarak kullanılan bir gıda maddesi. (Farsça)

abt

  • Yalan, Şübhe uyandırıcı hareket.

ac'ac

  • Çağırış.

acaib-i ef'al / acaib-i ef'âl

  • Şaşırtıcı ve hayret uyandırıcı işler ve fiiler.

acaib-i seb'a-i alem / acâib-i seb'a-i âlem

  • Dünyanın yedi tane şaşılacak, acaib şeyi. (Çin seddi bunlardan biridir.)

açar

  • İştah açmaya yarayan turşu v.s. (Farsça)
  • İnişli yokuşlu yer. (Farsça)
  • Karıştırılmış, birleştirilmiş. (Farsça)

acbüzzeneb

  • Ölümden sonra dirilişin tohumu sayılan madde.

adab / âdâb

  • Edebler, güzel huylar, iyi haller ve davranışlar; her konuda haddini bilip sınırı aşmamak. Müfredi (tekili) edeb'dir.

adab-ı duhul / âdâb-ı duhul

  • Giriş kuralları.

adale

  • Tıb: Bedenin hareketini icra eden ve birbirinden, ince bir perde ile ayrılan sinirli et kısımlarından her biri. Hepsine birden et (Lahm) tâbir edilir.

adam

  • İnsan.
  • Erkek kişi.
  • Birinin tarafını tutan kimse.
  • İyi ve terbiyeli yetişmiş insan.

add / عد

  • Sayma, görme, değerlendirme, kabul etme. (Arapça)
  • Addedilmek: Sayılmak, görülmek, değerlendirilmek. (Arapça)
  • Addetmek/eylemek: Saymak, görmek, değerlendirmek. (Arapça)
  • Addolunmak: Sayılmak, kabul edilmek. (Arapça)

adem-i mübalat / adem-i mübâlât

  • Önemsememe, aldırış etmeme.

adet / âdet

  • Usul, görenek, alışılmış davranış. Huy, tabiat. Toplumda nesiller boyunca uyulan ve kamuoyunda (umumî efkârda) saygı ve müeyyideye sahip hareket kaideleri (Sosyoloji). İslâm cemiyetinde âdetler de İslâmî olur, İslâma uygun olur. Müslüman, İslâma aykırı âdetlere uymaz. Cemiyetin yabancı âdetlerle boz
  • Bir şehir ve memleketteki insanların, yapageldikleri usûller, gelenekler, alışılmış şeyler. An'ane, örf.
  • Kitab, sünnet, icma' ve kıyasdan sonra ikinci derecedeki dînî delillerden biri. Dînin ve aklın beğendiği şeyler.

adham

  • Yoğun, kaba.
  • İri cüsseli adam.

adid

  • (Adide) Çok. Bir çok sayı. Çok şeyler. Müteaddid. Birinin dengi.
  • Hasım.
  • Arkadaş.
  • Isırma. Bir ısırımlık lokma.

adm

  • (Çoğulu: İdâm) Yay tutamağı.
  • Deve kuyruğu.
  • Saban eğiği ki, ucunda demiri vardır.
  • Harman savurdukları yaba.

adrahş

  • Yıldırım. (Farsça)
  • Gökgürültüsü. (Farsça)
  • Şimşek. (Farsça)

adud

  • Zalim. Iztırab veren. Hunhar.
  • Bir lokma.
  • Isırıcı köpek veya at.
  • Yavuz kişi.
  • Dar ve derin olan kuyu.

aforoz

  • R. Papa tarafından bir Hıristiyanın kiliseden çıkarılması, dinden hariç addolunması.
  • Hıristiyanlık ve yahûdîlikte, dinden ve cemâatten uzaklaştırma cezâsı.

afv-i anilkat'

  • Huk: Azalarından biri kesilen bir şahsın, buna karşılık hak kazandığı diyet veya kısas davalarından vaz geçmesi.

afyon

  • Lât. Haşhaş sütünün birikmesinden ibaret bir madde.

ağda

  • Bir kapta karıştırılıp pişirilerek koyulaşmış ve lüzucet kazanmış her nevi şeker vesaire.

ağıt

  • Mersiye. Ölen kimse için söylenen ve onu öven ve üzüntüyü anlatan şiir. Ölen için ağlama. (Müslümanlıkta ölenin arkasından aşırı ağlayıp dövünme iyi değildir.)

agiyye

  • İçine su biriken çukur.

aglal

  • (Tekili: Gull) Boyna geçirilen zincirler.
  • Kelepçeler, pırangalar.

ah / âh / آه

  • Maddi veya mânevi bir acı hissolundukta kullanılır.
  • Nedamet, pişmanlık ve teessüf beyan eder.
  • Birine acındığına, keder ve esef edildiğine delalet eder. Meselâ : Ah! Evladım! gibi.
  • Feryat etme, feryat. (Farsça)
  • İlenme. (Farsça)
  • Âh almak: Biri tarafından kendisine ilenilmek. (Farsça)

ahad-ı nas / âhâd-ı nâs

  • Avam, halktan birisi.

ahbiye

  • (Tekili: Hıbâ) Kıldan yapılmış göçebe çadırı.
  • Keçe ve kıldan yapılan evlerde konup göçen Türkler.

ahd-i atik

  • Eski ahd. Hıristiyanlarca Mûsâ aleyhisselâma inen kitab. Bu ismi ilk olarak hıristiyanlar kullanmışlardır. Hıristiyanların Kitab-ı mukaddes denilen kitabları Ahd-i Atîk ile Ahd-i Cedîd'den meydana geldiğinden onlar da Ahd-i Atîk'i kutsal kabul etmekt edirler. Yahûdîler, Ahd-i Atîk yerine Tanah demek

ahd-i cedid / ahd-i cedîd

  • Hıristiyanların kutsal kitabı olan Kitâb-ı mukaddes'in ikinci bölümü.

ahda'

  • Boyun damarlarından bir damar.
  • Hilekâr, aldatıcı, kandırıcı.

ahen-keş

  • Demiri çeken. Mıknatıs. (Farsça)

ahen-rüba / ahen-rübâ

  • Demiri kapan, mıknatıs. (Farsça)

ahfa / ahfâ

  • Kalbe bağlı duyguların en gizli, en kapalı olanıdır ki, Cenâb-ı Hak sıfat, şuûnat ve Zât'ına ait en gizli, en mahrem mânâları izin verdiği ölçüde bu duyguya hissettirir.

ahiret kardeşi / âhiret kardeşi

  • İnanç ve ibadette birbirinden ayrılmayan kişilere verilen ad.

ahkam-ı ictihadiyye / ahkâm-ı ictihâdiyye

  • Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfte açıkça bildirilmeyip, müctehid denilen âlimlerin açıkça bildirilenlere benzeterek elde ettikleri hükümler.

ahkar-ul ibad / ahkar-ul ibâd

  • Kulların en hakiri.

ahla

  • En tatlı, çok şirin. Çok tatlı.

ahlat

  • (Tekili: Hılt) Çok karıştırılabilir, karıştırılmağa elverişli.

ahna

  • Çapraz ve birbirine zıt işler. Çarpık, eğri şeyler.

ahreb

  • Çok harap, perişan, yıkık.
  • Kulağı yarık kimse.
  • Edb: Rübai vezinlerinden "Mef'ulü" ile başlayan oniki şekilden herbiri.

ahred

  • Ayaklarının siniri kurumuş veya bozulmuş olan hayvan.

ahrem

  • Burnu kesik olan. Kesik burunlu.
  • Edb: Rübai vezinlerinden "Mef'ulü" ile başlıyan oniki şekilden herbiri.
  • Tıb: Omuz ucu.

ahtapot

  • Çok ayaklı, kafadan bacaklı bir nevi deniz hayvanıdır ve yakaladığı canlı hayvanı kıstırıp kanını emer. (Fransızca)
  • Canlı yengece benzeyen bir çıban. (Fransızca)

ahvas

  • (Çoğulu: Ehâvis, Huves) Bir gözü birinden küçük olan.

ahver

  • Akıllı.
  • İri gözlü güzel.
  • Müşteri yıldızı. (Jüpiter)
  • Beyaz yüzlü, güzel gözlü adam.

ahya / ahyâ / احيا

  • (Tekili: Hayy) Diri olanlar. Hay olanlar. Canlılar.
  • Diriler, canlılar.
  • Diriler. (Arapça)

ahya vü emvat / ahyâ vü emvât

  • Diriler ve ölüler.

ahzel

  • Beli kırılmış olan adam.

aidiyyet

  • Alâkalılık, ilgililik. Aid olma. Birine mahsus olma.

ajeng / âjeng / آژنگ

  • Buruşuk, cilt kırışığı. (Farsça)

ajirak

  • Gürültü, ses. Bağırış. (Farsça)

akarib

  • (Tekili: Akreb) Kuyruğunda zehiri bulunan bir hayvancık olan akrebler.

akçe / اٰقْچَه

  • Osmanlı Devletinin ilk zamanlarından îtibâren bastırılan ve kullanılan gümüş para birimi. İlk sikkesi gümüşten yapıldığı için ak (beyaz, parlak) para mânâsına akçe denildi.
  • Eski bir para birimi.

akd

  • Anlaşma, sözleşme. Nikâh, hibe (bağış), vasiyet, alış-veriş gibi işlerde taraflardan birinin teklifi, diğerinin kabûlü ile gerçekleşen sözleşme.

akid / âkid

  • Aralarında akid yapanlardan her birisi.
  • Aralarında sözleşme yapanların herbirisi.

akide-i velediyet

  • Hıristiyanlık ve Musevîlikte bulunan ve hâşâ Hz. İsâ (a.s.) ile Hz. Üzeyr'in (a.s.) Allah'ın oğlu olduğunu kabul eden bâtıl inanç.

akıl / âkıl

  • Akıllı kimse; iyi ve kötüyü, faydalı ve zararlıyı birbirinden ayırabilen kimse.

akıl-baliğ / âkıl-bâliğ

  • Faydalı ve zararlı olanı birbirinden ayırabilen ve evlenme çağına gelip gusül abdesti almaya başlayan akıllı kimse.

akılcılık

  • (Rasyonalizm) fels. İnsanın, akılla gerçeğe uygun bilgiyi bulabileceğini, aklın doğru kabul ettiği bilginin şübhe götürmez kesinlikte doğru olduğunu kabul ettiği felsefe. Tenkitçi felsefe, deneyci felsefe, psikoloji ve sosyoloji bu felsefenin aşırı iddialarını çürütmüştür. Bugünkü ilim adamları herş

akılsuz / akılsûz

  • Akla aykırı gelen.

akis

  • (Aks) Bir şeyin zıddı, simetriği, tersi.
  • Hareketli bir cismin hareketinin tersine dönmesi.
  • Bir şeyin evvelinin âhirine, âhirinin evveline dönmesi.
  • Çarpışma, çarpıp geri dönme.
  • Mantıkta: Bir düşünme ve akıl yürütme şekli; bir iddianın konusunu yüklem, yüklemini

aklam

  • (Tekili: Kalem) Kalemler. Oklar. Yayla atılan eski zaman silahlarından biri.

akliyyun

  • (Rasyonalistler) Herşeyin hakikatını akıl ile bulma iddiasında olan, hadiseleri yalnız akıl ile araştırıp hakikat ve hikmetlerini tam bulamayıp, aklına güvenip dine tâbi olmayan filozoflar ve onların yolunda kalarak dalâlete gidenler. Bunlar iki kola ayrılır. Uluhiyeti ve vahyi inkâr eden birinci kı

akran / akrân

  • Birbirine benzeyenler, em-sâl, yaşıt, denk.

akreb-i mekniyyat

  • Huk:Meşrut-un lehi bildiren zamirin en yakın mercii mânasını anlatır. Meselâ: Bir vakfiyede vâkıf tevliyetini evvelâ kendisine, sonra oğlu "A" ya, sonra çocuklarına şart etse, çocukları tabirindeki zamir vâkıfın kendisine değil de en yakın merci'i bulunan "A" nın çocuklarına hamlolunur. (Huk.L.)

aks

  • (Çoğulu: Ukus) Hilâf, muhâlif, zıd, ters.
  • Gölge gibi şeylerin bir yerde eser peydâ etmesi. Sesin veya ışık gibi şeylerin bir yere çarparak geri dönmesi.
  • Döndürmek.
  • Bir şeyin evvelini ahir ve âhirini evvel yapmak.
  • Devenin yularının ucunu ayağına bağlamak.
  • <

aks-i kaziye

  • (Mantıkta) Doğru farzedilen bir hükmün, konusu ile yükleminin (mahmulünün) ters çevrilmesi ile zaruri bir sonucun elde edilmesidir. Çeşitli şekilleri vardır. Meselâ : "Her insan canlıdır." sözünde konu olan insan ile, yüklem olan canlı sözü yer değiştirilerek (aksedilerek) şu hüküm elde edilir: "Baz

aks-i nakiz / aks-i nakîz

  • Antitez, karşısav; biri diğerinin zıttı olan iki terimden, ikincisini oluşturan düşünce veya önerme.

aks-ün nakiz / aks-ün nakîz

  • Birbirine zıt olan iki şey.
  • Man: Mevzuun nakîzini yüklem; ve yüklemin nakîzini de mevzu kılmak. Misâl: "Her aklı başında olan insan Allah'ı tanır" kaziyesinden aks-ün nakîz yolu ile şu hüküm elde edilir: "Allah'ı tanımayanlar, aklı başında olmayan insanlardır."

aksad

  • Kırık şey.

aksülümen

  • Kim. Klor ile civadan mürekkeb zehirleyici te'siri fazla olan bir tuz.

akta'

  • Kesmeler, kırılmalar.
  • Beylik araziler.
  • Alâkasızlıklar.

aktar

  • (Tekili: Kutr) Kuturlar. Çaplar. Dâirenin merkezinden geçen doğru hatlar.
  • Her taraf.
  • Güzel kokulu yağlar vesaire satan adam. Güzel kokular tâciri.
  • Ecza, ilâç satan adam.
  • Mahalle aralarında bazı baharatla iğne, iplik vesaire satan satıcı.

akurane / akurâne

  • Kuduzcasına, kudurmuşcasına, saldırırcasına. (Farsça)

aky

  • Koyu olan ve birbiri üstüne sağılmış olan koyun sütü.

akya

  • Lüfer azmanı denilen iri cins bir balık.

al-i imran / âl-i imrân

  • İmran soyundan gelenler. (İmran ikidir. Birisi: Hz. Musa ve Harun'un (A.S.) babaları olan İmran ibn-i Yashür ibn-i Lâvi ibn-i Yakub ibn-i İshak ibn-i İbrahim'dir (A.S.) İkincisi: Hz. Meryemin babası olan İmran ibn-i Metan ki, bu da Süleyman ibn-i Dâvud ibn-i İşa neslinden, bunlar da Yahuda ibn-i Yak
  • İmrân âilesi. Süleymân aleyhisselâmın evlâdından İmrân bin Mâsân'ın kendisi veya onun kızı hazret-i Meryem ile oğlu hazret-i Îsâ. Âl-i İmrân'ın, Yâkûb aleyhisselâmın evlâdından İmrân binYeshâr'ın kendisi veya oğulları Mûsâ ile Hârûn aleyhisselâmın ol duğu da bildirilmiştir.

ala / alâ

  • Gr:Arabçada harf-i cerdir. Buna isim diyen de olmuştur. Müteaddit mâna ile kelimenin başına getirilir; manevî istilâ ve tefevvuk bildirmek için ekseriyâ mecrurunu istilaya delâlet eder. Bazan mecrurunun mukabiline müstâli olur. (maa) gibi müsahabet için gelir. (lâm) gibi tâlil için olur. Müc

alamet / alâmet / علامت

  • İşaret, iz, alamet, belirti. (Arapça)
  • Çok iri. (Arapça)

alamet-i farika / alâmet-i farika / alâmet-i fârika

  • Bir şeyi diğerinden ayırıcı işaret. Belirgin özellik.
  • Ayırıcı işaret. Damga.

alamet-i gurur / alâmet-i gurur

  • Gurur ve kibiri belli eden alâmet.

albora

  • İtl. (Denizcilik) Serenlerin, direklerin üzerine kaldırılıp bağlanması.
  • Floka küreklerinin, selâmlamak için yukarı kaldırılması.
  • Dalyanlarda ağın yukarı alınması ile balığın toplanması.

ald

  • Boyun siniri.

ale-l-ittisal

  • Birbiri ardınca, peş peşe, aralarında fâsıla olmadan.

ale-l-kavl

  • Birinin sözüne, iddiasına göre.

alem-i ceberut / âlem-i ceberut

  • Âlem-i azamet ve kudret. (Bununla âlem-i esmâ ve sıfât kasdolunur. Muhakkıkların ekserisine göre bu, âlem-i evsattır. Yâni üstte olan Lâhut âlemi ile altta bulunan melekut âlemi arasındaki âlem. Amiriyyet-i umumiyyeyi muhit olan berzahtır. Ceberut, ibranice "kudret" mânasındadır).

alem-i hıristiyan / âlem-i hıristiyan

  • Hıristiyan dünyası.

alem-i hıristiyaniye / âlem-i hıristiyaniye

  • Hıristiyanlık âlemi.

alem-i hıristiyaniyet / âlem-i hıristiyaniyet

  • Hıristiyanlık dünyası.

alem-i mahşer / âlem-i mahşer

  • Mahşer âlemi; kıyametten sonra insanların tekrar diriltilip toplanacakları yer.

alet / âlet

  • Bir işte veya bir san'atta kullanılan vasıta. Bir makinayı vücuda getiren ve işlemesine yardım eden parçalardan her biri.
  • Sebeb, vesile, vesâit.
  • Edevat. Avadanlık.

alettevali

  • Arası kesilmeksizin, birbiri ardınca, arka arkaya.

algı

  • (İdrak) İnsanın kendi varlığından veya çevresinden aldığı uyarımların, zihinde yorumlanması, mânalandırılması. Doğru idrak gibi yanlış idrak da olabilir. Yanlış idrak göz yanılması yâhut olmıyan bir şeyi görmek şeklinde olabilir. Dünyayı, idrak sayesinde tanıyoruz. Bir idrakte hem afâki (objektif, n

alhece

  • Demiri ateşte kızdırıp yumuşatmak.

alicenabane / âlîcenabâne

  • Yüksek ahlâklı birine yakışır biçimde.

alim / âlim

  • Bilen, ilim sâhibi.
  • Her şeyi bilen mânâsına Allahü teâlânın sıfatlarından biri.
  • Zamânın fen ve edebiyât bilgilerinde yetişmiş, Kur'ân-ı kerîmin ve yüzbinlerce hadîs-i şerîfin mânâsını ezberden bilen, İslâm'ın yirmi ana ilmi ve bunların kolları olan seksen ilminde mütehassıs (uzman),

aliyy-ül a'la

  • En üstün, birincilerin birincisi. En yüksek. Pek iyi.

allamü'l-guyub / allâmü'l-guyûb

  • Esmâ-i Hüs-nâ'dan biri, bütün gizlileri bilen Allah.

alu

  • Erik, şeftali. (Farsça)
  • Tuğla fırını. (Farsça)

alügde

  • Saldırıcı, şiddetle saldıran. (Farsça)

alyan

  • Uzun, iri yarı kimse.

amaç / âmâç

  • Saban demiri. (Farsça)
  • Hedef, nişan tahtası. (Farsça)

amazon

  • Milattan önce yaşamış İskitlerin kadın askerlerine verilen isim. Göğüslerini dağlatarak küçükten harbe alıştırılan bu İskit kadınlarının şiddetli muharebeler yaptıkları yazılıdır.
  • Güney Amerika'da büyük bir nehir adı.

amel-i uhrevi / amel-i uhrevî

  • Âhirete yönelik gerçekleştirilen iş, hizmet.

amelde i'tidal / amelde i'tidâl

  • Amelde aşırılıktan uzak, dengeli.

amelde mezheb

  • Mutlak müctehid denilen derin âlimin, Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf, icmâ ve Eshâb-ı kirâma âit nakilleri esas alarak, iş ve ibâdetle ilgili hükmü açıkça bildirilmeyen husûslarda çıkardığı hükümlerin hepsi.

amil / âmil

  • İş yapan.
  • İslâmiyet'in emirlerini yapıp, yasaklarından sakınan.
  • Herhangi bir bölgenin zekât, harac, öşr ve ganîmetlerinin tahsîli (toplanması) için, halîfe, sultan, melik veya emir tarafından vazîfelendirilen ve yerine göre dînin emirlerini öğreten me'mur.

amir

  • Mâmur eden, harâbelikten kurtaran, şenlendiren.
  • İmâr olunmuş.
  • Devlete âit, mirî.

amme / âmme

  • Tülbent sargı.
  • Su içinde üstüne binip yüzülen şişirilmiş tulum.
  • Umumi. Herkese ait.

amper

  • Elektrik akımında şiddet birimi. (Fransızca)

ampirizm

  • (Deneyci felsefe) Her çeşit bilginin kaynağının duyu organlarının kullanılması sonucu kazanılan tecrübe olduğunu, duyu organlarının kullanılmadan hiçbir bilginin akılda yer alamıyacağını savunan felsefe. Akılcı felsefe gibi bu felsefenin de aşırı iddiasının yanlışlığını, tenkitçi felsefe ve psikoloj

ampul

  • İçinde elektrik akımı yardımıyla ışık vermeye yarayan bir iletken bulunan, havası boşaltılmış olan cam şişe. (Fransızca)
  • İçinde sıvı ilâç bulunan, ağzı kızdırılarak kapatılmış küçük şişe. (Fransızca)

amr

  • Eski fetva metinlerinde erkeği temsil etmek için kullanılan umumi isimlerden birisi.

an / ân

  • Arabçada harf-i cerrdir. Ekseri ismin, kelimenin başına getirilir. Türkçe karşılığı "den, dan" diyebiliriz. Bedel için olur. Meselâ: Ona bedel ben geldim, cümlesinde olduğu gibi. Tâlil için olur. Bu'd yerinde kullanılır. Zarfiyyet için, mücâveze için ve harf-i cerr olan "min" mânasına, "bâ" mânasına
  • Uzağı gösteren işâret ismi. Şu. Bu. O. (Farsça)
  • Güzellik câzibesi. Melâhat. Güzellik. (Farsça)
  • Cemi edâtı. Kelimenin sonuna getirilerek cemi' yapılır. Meselâ: Âlimân: Âlimler. Anân: Onlar. Merdân: Adamlar. İnsanlar. Zenân: Kadınlar.Kelimenin sonuna getirilerek sıfat edatı yapılır: Ters: Korku. (Farsça)

an mim amed

  • Tar: İslâmiyeti ve Türkçeyi öğretmek maksadıyla, devşirilerek toplanan ve Türk köylülerine satılan acemi oğlanlardan, müddetini tamamlayarak Rumeli Ağasının tezkeresiyle ulüfeye yazılanların kayıtlarına verilen işaret. (Farsça)

an'ane

  • Âdet, örf.
  • Ağızdan nakledilen söz, haber.
  • Ist: Bir haberin veya bir hadis-i şerifin "an filân, an filan" diye râvileri bildirilmek suretiyle olan nakil.
  • Silsile.
  • Müezzin ezân okurken "teganni" ederse; ona da "An'ane" denir.

ane / âne

  • Kelime sonuna getirilerek zarfiyet ifâdesi için kullanılan nisbet edatıdır. Meselâ: Mütefekkirâne (: Mütefekkire yakışır halde) kelimesinde olduğu gibi. (Farsça)

anet

  • Günah. Zinâ .
  • Helâk.
  • Fesâd.
  • Meşakkat.
  • Kalb darlığı.
  • Hata. Galat.
  • Tıb: Kırılan bir kemiğin sarıldıktan sonra tekrar kırılması.

angarya / آنْغَارْيَه

  • Ücretsiz yaptırılan iş.

anglikanizm

  • İngiltere kralı Sekizinci Henry'nin kurduğu hıristiyanlık mezhebi.

anhü

  • Ondan. (İşaret zamiri).

anhüm

  • Onlardan (mânasına işaret zamiri).

anif-ül beyan / ânif-ül beyân

  • Biraz evvel bildirilen, az önce beyan olunan.

anif-üz zikr / ânif-üz zikr

  • Az önce bildirilen, biraz evvel tebliğ edilen.

anis

  • Şişman ve iri deve.
  • İhtiyar bekâr.
  • İhtiyar kız.

antranik

  • Ermeni örgütünün liderlerinden biri.

antropomorfizm

  • Sosy. İnsan şeklinde putlara inanma ve tapma esasına dayanan batıl bir din. Allah'ı insan vasıflarıyla tasavvur eden dinî inançlar da antropomorfizm'in başka kılıkta görünüşleridir. Meselâ aslı bozulmuş Musevilik ve Hıristiyanlıkta Allahın insan şeklinde düşünülmesi antropomorfizm denilen putperestl

apartman-ı ilahi / apartman-ı ilâhî

  • Allah'ın bir apartman gibi birbirini tamamlayıcı çeşitli sistemler tarzında yarattığı kâinat.

arabe / arâbe

  • (Çoğulu: Arâbât) Keçi veya koyunun memesine geçirilen torba.
  • Açık saçık konuşma.

arafat / arafât

  • Mekke-i mükerreme şehrinin yirmi beş kilometre güneydoğusunda bulunan ve haccın farzlarından biri olan vakfenin yapıldığı mübârek yerin adı.

aram-bahş / ârâm-bahş

  • Dinlendirici, dinlendiren, ârâm veren. (Farsça)

ararot

  • Ufak çocuklara yedirilen besleyici bir cins nişasta ki, Amerika'da hasıl olan bir kökten çıkarılır.

arasat / arasât

  • Ölümden sonraki dirilme yeri.

arasat meydanı / arasât meydanı

  • Öldükten sonra insanların ve diğer canlıların diriltilip toplanacakları meydan. Buraya mevkıf ve mahşer de denir.

arazi-i emiriyye-i mevkufe / arâzi-i emiriyye-i mevkufe

  • Huk: Sadece hazine menfaatleri veya tasarruf hakları veyahut ikisi de bir hayır cemiyetine ayırılan miri arazi.

arazi-i emiriyye-i sırfa / arâzi-i emiriyye-i sırfa

  • Huk: Beytülmâle mahsus menfaatleri ve tasarruf haklarından hiçbiri bir cihete verilmeyip devlete ait olan ve şahıslara dağıtılan memleket arazisi.

arazi-i haraciye / arâzi-i haraciye

  • Müslümanlar tarafından fetholunan ve ulul-emir tarafından müslim olmayan eski sahibi elinde bırakılan veya hâriçten müslim olmayanlar getirilerek yerleştirilen arâzi.

arazi-i mahlule / arâzi-i mahlule

  • Huk: Araziyi kullananın intikal sahibi mirasçı bırakmaksızın ölümüyle hükümete kalan arâzi-i emiriye.

arazi-i miriyye / arâzi-i mîriyye

  • Mîrî yâni devlete âit topraklar. Harp ile alınarak, gâziler arasında taksim edilmeyip, beytülmâle (devlet hazînesine) bırakılan veya uşr yâhut harac toprağı iken sâhibi ölüp, hiç mîrasçısı bulunmayan topraklar. Arâzi-i Memleket, Arâzi-i Emîriyye de denir.

arazi-i uşriyye / arâzi-i uşriyye

  • Mahsûlünden (ürününden) uşur denilen zekatın alındığı topraklar. Müslüman devletlerde harb ile alınıp gâzîlere (askerlere) taksim edilen veya isteyerek İslâm'ı kabûl edenlerin ellerinde bırakılan yâhut devlet reisinin (başkanının) izni ile müslümanlar tarafından işlenip faydalanılır hâle getirilen m

arifane / ârifâne

  • Bilen birine yakışır bir şekilde.

arig

  • Kırılma, gücenme. (Farsça)
  • Kıskançlık, kin, nefret, adavet, düşmanlık. (Farsça)

arız / ârız

  • Sonradan olan şey. Bir şeyin zâtına ve hakikatına ait ve lâzım olmayıp başka bir varlıktan bazan vâki ve kaim olan. Takılan. Yapışan.
  • Bir şeyi arz ve takdim edici olan.
  • Kalın ve geniş bulut.
  • Ön dişlerin haricindeki onaltı dişin herbiri.
  • İnsanın yanağı.

arkub

  • Ökçe siniri.
  • Yalan ve kötü söz.

armatür

  • Lât. Fiz: Kuvvet akımını toplu bir hale koymak için mıknatısın kutupları arasına yerleştirilen demir parçası.
  • Kondansatördeki iki iletken yüzeyden her biri.

ars

  • Şimşekli ve yıldırımlı bulut.

arş-ı hayat ve ihya

  • Hayatın ve hayat verip diriltmenin tecellî ettiği yer, makam.

arşın

  • Yaklaşık 68 cm'lik bir ölçü birimi.

artal

  • Akranlarından ve benzerlerinden çok daha iri yapılı olan.

artuşi

  • Van çevresinde bulunan büyük aşiretlerden birisidir, "Ertoşi" ve "Ertuş" adıyla da anılmaktadır.

aruz

  • Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere etrafındaki nahiye ve köyler.
  • Edb: Şiirin ahenk ölçülerinden, nazmın vezinlerinden bahseden ilim. Arap, Fars, Türk şiirinde kullanılan vezin ki, hecelerin uzunluk (kapalılık) ve kısalık (açıklık) değerlerine dayanır.
  • Bir beytin birinci

arv

  • Sıtma ve diğer ateşli hastalıklarda gelen ilk titreme.
  • İş için birinin yanına varma.
  • Yemişsiz bir çeşit ağaç.

arzın halifesi

  • Yeryüzünde Allah'ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan.

arzu-şikesten

  • Arzunun olamaması, yerine gelmemesi. Hayâl kırıklığı, inkisar-ı hayâl. (Farsça)

  • Muharrem ayında pişirilen aşure. (Farsça)
  • Yemek, taam. (Farsça)

asa / asâ

  • (Fiil veya harftir) Ümid veya korku bildirir. Şek ve yakin manalarına delalet eder; (ola ki, şayet ki, meğer ki, olur, gerektir) manalarına gelir. Ekseri, (lâkin) (leyte) mânasına temenni için kullanılır. Hitab-ı İlahî kısmında yakîn ve vücubu ifade eder.

asab-ı muharrike ve hassase / âsâb-ı muharrike ve hassâse

  • Hareket ettirici, hissedici sinirler.

asabiyyet-i cahiliyye

  • İslâmiyetten evvelki câhiliyyet asabiyyeti. Menfi milliyet. Irkçılık, yani, aşırı derecede kendi kavim ve kabilesini koruma ve iltizam gayreti.

asaf / âsaf / آصف

  • Süleyman Peygamberin (A.S.) veziri. Vezir.
  • Bir ot ismi.
  • Vezir. (Arapça)
  • Hz. Süleyman'ın veziri. (Arapça)

asakir-i müteavine

  • Birbirine yardım edip dayanışma içinde olan askerler.

asale

  • Zehiri çok tesirli ve korkunç olan yılan.

asar / âsâr

  • Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemden veya O'nun huzûrunda bulunmakla şereflenen arkadaşlarından (Sahâbe) ve onları görmekle şereflenen müslümanlardan (Tâbiînden) bildirilen haberler.

asayiş

  • Emniyet, güvenlik, korku ve endişeden uzak hâl. Kanun, nizam hakimiyeti. İnsan cemiyetlerinde iktidar, hâkimiyet, bir zümrenin, bir sınıfın elinde olmaktan kurtulamamasından ve bir kısım insanlarca yapılan, istedikleri zaman değiştirilen kanunlara diğer insanların saygısı temin edilemediğinden asayi (Farsça)

asef

  • (Asf) Büyük kadeh.
  • Bir şeyi almak.
  • Yoldan çıkmak. Zulüm eylemek. Körü körüne gitmek.
  • Birisini istihdâm eylemek. Irgatlık etmek, tarlada işçilik etmek.
  • Ölüm. (Kamus'tan alınmıştır.)

aşevi

  • Yoksullara parasız olarak yemek yedirilen veya dağıtılan yer, aşhane.
  • Para ile yemek yenilen yer, lokanta.
  • Düğün gibi toplantılarda, yemekleri hazırlamak için iğreti mutfak olarak kullanılan yer.
  • Bazı tekkelerde yemek pişirilen yer.

aşevsec

  • Büyük karınlı iri deve.

ashab-ı kehf / ashâb-ı kehf

  • Mağara arkadaşları. Bunlar, zamanlarındaki zalim hükümdarlarının şerrinden mağaraya sığınan ve orada yıllarca uyutulduktan sonra tekrar diriltilen, köpekleri ile birlikte, yedi sekiz kişiydiler.

aşık / âşık

  • Çok fazla seven. Mübtelâ. Birisine tutkun.
  • Saz şairi.
  • (Cümledeki yerine göre) : Ahbab, hazret, ma'hut, seninki gibi mânâlara gelir. (Müennesi: Aşıka)
  • Aşırı seven, vurgun, tutkun.

aşık-ı didar-ı pak / âşık-ı didâr-ı pâk

  • Temiz yüzün âşıkı.
  • Edb: Evvelce ordularda, kışlalarda, köy odalarında ve mahalle kahvelerinde gerek kendinin, gerek başkalarının sözlerini sazla dile getiren kimse; halk şâiri.

aşir

  • Onda bir. On kısma taksim edilen bir şeyin herbir parçası.
  • Kur'an-ı Kerimin on cüz'ünden herbiri veya on âyetlik bir parçası.
  • Dost, yardımcı, yardak.
  • Koca.
  • Kabile.
  • Kötülükte yardımcılık eden.
  • Sahip.
  • Toz.

aşirat / âşirât

  • Dakikanın sâniye, sâlise gibi on birim küçüğü olan zaman dilimleri.

aşire / âşire

  • Onuncu. Tâsia'nın altmışta biri.
  • Saatin dakika ve saniye gibi on birim küçüğü olan zaman dilimi.

aşire-i dakika / âşire-i dakika

  • Saatin dakika ve saniye gibi on birim küçüğü olan zaman dilimi.

asl-ı şeriat

  • Allah tarafından bildirilen hükümlerin aslı, özü, hakikati.

asm

  • Sargı.
  • Kırılmış kemiğe bağlanan ağaç.

asmai / asmaî

  • Arapların şöhret bulmuş şairi.

asmani ahen / asmanî âhen

  • Yıldırım. (Farsça)

aşr

  • (Aşir) On.
  • On adetten birisini almak. On etmek.
  • Kur'ân-ı Kerim'den on âyet mikdarı kısım.

aşşab

  • (Aşşeb. den) Nebatları, bitkileri toplayarak ve misallerini kurutarak her biri üzerinde ilmî incelemeler yapan âlim.

ast

  • Alt.
  • Birinin emri altında olan kimse, mâdun.
  • Askerlikte rütbe veya kıdemce küçük olan asker.

astronot

  • yun. Feza yolculuğu yapan vasıtaları kullanan kişi. (Amerikada ve batıda astronot; Rusyada ve komünist ülkelerde kozmonot tâbiri kullanılmaktadır.)

aşub / aşûb / âşûb / آشوب

  • Karıştırıcı, karıştıran mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)
  • Kargaşa. (Farsça)
  • Karıştırıcı. (Farsça)

aşüfte

  • Sevgiden kendinden geçen. Çıldırırcasına seven. (Farsça)
  • İffetsiz kadın. (Farsça)

aşure / âşure

  • Bir çok meyve ve hububat karıştırılarak pişirilen tatlı; derleme, karışık.

aşvez

  • (Çoğulu: Aşâviz) Sağlam yer.
  • Sağlam ve geçirimsiz yerlerde oluşan göl.
  • Sağlam, kuvvetli deve.
  • Çok et.

at'ata

  • Birbiri ardınca çağırmak.
  • Kavga etmek.

atfen

  • Birisi adına.
  • Birisinin adına. Birisine yükleyerek.
  • Birinin adına, birine yükleyerek.

atfetmek

  • Meyletmek. Sevgi beslemek.
  • Gr: Mânâyı birbirine bağlamak.

atıf / âtıf

  • (Atf. dan) Yüzünü çeviren, bakan. Meyleden, yönelen.
  • Bağlaç.
  • Şefkat edici kimse. Merhametli, müşfik.
  • Yarış atlarının altıncısı.
  • Gr: İki kelimeyi birbirine bağlayan harf veya kelime.

atk

  • Esiri serbest bırakmak. Köleyi âzat eylemek.

atlas

  • (Tekili: Talas) Eskitmeler, yıpratmalar.
  • Eski, aşındırılmış, yıpranmış.

atle

  • (C. Utül) Rende.
  • Yoğun büyük asâ.
  • Büyük iğne demiri. Farisî yayı.
  • Doğurmamış dişi deve.

atles

  • Eski, yırtık, yıpranmış, aşındırılmış.

atmosfer

  • Dünyanın çevresini kuşatan 100 km. kalınlığında, çeşitli gazlardan meydana gelen gaz tabakası. Başka gök cisimlerini kuşatan gaz tabakalarına da atmosfer denir.
  • Bir yerdeki mânevi hava.
  • Basınç birimi. 0 derecede 76 cm. yükseklikteki bir civa sütununun 1 cm. karelik alan üzeri

atol

  • Mercan adası. Mercan iskeletlerinin birikmesiyle meydana gelmiş olan halka biçiminde ve ortasında bir göl bulunan adacık.

ats

  • Aksırık.
  • Şafak sökme.

atse / عطسه

  • Aksırma, tek aksırık.
  • Hapşırık, aksırık. (Arapça)

attat

  • Çok bağırıp çağıran, gürültücü adam.

aval

  • Bir ticaret senedine yazılan kefillik. Böyle bir kefalete girişen kimse. (Fransızca)

avam-perestane

  • Avam kimselere yakışır şekilde. (Farsça)
  • Şiddetli halk taraftarı olan birine yakışır sûrette. (Farsça)

avarız

  • Arızalar. Sonradan olan noksanlıklar.
  • Girinti çıkıntı, noksanlık.
  • Mânialar. Engeller.
  • Fevkalâde hallerde ve bilhassa harp sebebi ile geçici olarak alınan vergi.

avaz-ı ra'd u saika / âvâz-ı ra'd u sâika

  • Gök gürlemesinin ve yıldırımın âvâzı, sesi.

aver

  • Averden "getirmek" fiilinin emir köküdür, kelime sonuna getirilerek; yapan, eden, olan, veren, götüren gibi manalara sebeb olur. (Farsça)

averde

  • Getirilmiş nakl olunmuş. (Farsça)

averdide

  • Saldırılmış, hücum edilmiş. (Farsça)

avrupa

  • Dünyadaki kıtalardan biri.

avrupa medeniyet-i sefihanesi

  • Helâl olmayan zevk ve eğlencelere aşırı düşkün olan Avrupanın medeniyeti.

avrupazade / avrupazâde

  • Avrupa'dan doğan. Avrupa te'siri ile olan. Avrupalıyı taklid eden. (Farsça)

avukat

  • Mahkemede ücret mukabilinde taraflardan birinin müdafaasını ve davasını üzerine alan hukukçu.
  • Mc: Müdafaaya muktedir, çeneli, cerbezeli.

avzen

  • (Zenav) (Kürdçe) Suların biriktiği yer. Havuz, göl.

aya / ayâ

  • Tedavisi mümkün değil, iyileştirilmez.
  • Kabiliyetsiz, kudretsiz.

ayan / âyan

  • Parlamentonun aldığı kararları düzeltmek için üyelerinin bir kısmı devlete mensup, bir kısmı da halktan seçilmiş olan meclis ve bu meclis üyelerinin her biri ("âyan meclisi", "âyandan falan zat" şeklinde kullanılır).

ayat-ı nasih / âyât-ı nâsih

  • Sâbık olan şer'i hükmün kaldırıldığını beyan eden âyetler.

ayet / âyet

  • Alâmet, işâret, mûcize, ibret.
  • Kur'ân-ı kerîmdeki sûreleri meydana getiren cümle veya cümleciklerden her biri. Çoğulu âyâttır.
  • Allahü teâlânın varlığını, birliğini ve kudretini gösteren alâmet, ibret, işâret.
  • Mûcize.

ayet-i acibe / âyet-i acîbe

  • Hayret ve şaşkınlık uyandırıcı âyet.

ayet-i tenzil / âyet-i tenzîl / آيَتِ تَنْزِيلْ

  • Parça parça indirilmiş âyet.

ayil

  • Ailesi kalabalık olan.
  • Ailesini besleyen.
  • Aşırı.
  • Fakir.
  • Dengede olmayan terazi.

ayın

  • Arap alfabesinin onsekizinci ve Osmanlı alfabesinin yirmibirinci harfi olup, ebced hesabında yetmiş sayısına tekabül eder.

ayine

  • Ayna. Mir'ât. Kendisine tecelli ve aksedeni gösteren veya bildiren şey. (Ayna, ışığı aksettirip gösterdiğinden dolayı esmâ-i İlâhiyeyi de bize gösteren ve Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarına âyinelik eden mevcudata da mecazen "âyine" denilmektedir.) (Farsça)
  • Vasıta ve mazhar mânasına da gelebilir.(Farsça)

ayn harfi

  • Kur'ân-ı kerîmde Ömer-ül-Fârûk'un radıyallahü anh namaz kıldırırken, ayakta okumayı bitirip, rükû'a eğildiği yeri gösteren işâret. Ayn harfi hep âyet-i kerîmelerin sonunda bulunmaktadır.

ayn-el-yakin / ayn-el-yakîn

  • Görerek bilme.
  • Hadîs-i şerîfte bildirilen ihsân (Allahü teâlâyı görüyormuş gibi ibâdet etme) mertebesinde bir ışığın kalbde parlaması. Zamanımızda tarîkata girmiş bir çok kimse, kendilerine tasavvufçu süsü vererek vahdet-i vücudu dillerine almış, bundan yüksek mertebe olmaz sanıyor.

ayn-ı müsemma / ayn-ı müsemmâ

  • İsimlendirilenin tâ kendisi.

ayna

  • (Çoğulu: În) Gözü güzel ve iri olan.

ayş

  • Yaşayış, yaşama. Yiyip içme. Zevk u safâ.
  • Dirilik. Hayat.

ayşe

  • Dirilik, hayat, yaşama.

ayyar

  • Hırsız. Hileci, dolandırıcı, hilebaz, dessas.
  • Zeki, kurnaz.

ayyari / ayyarî

  • Dolandırıcılık, hilecilik. (Farsça)

azar

  • İncitme. Tâzib. Kırılma. Tekdir. Zulüm. Ukubet. (Farsça)

azar-ı dil / azâr-ı dil

  • Gönül kırıklığı.

azar-mendi / azar-mendî

  • İncitilmiş, kırılmış olma. (Farsça)

azar-reside

  • Zulüm görmüş, kırılmış, incitilmiş. (Farsça)

azari / azarî

  • Muzırlık. Küfürbazlık. (Farsça)
  • Fenalık görmüş, kalbi kırılmış, incitilmiş olma. (Farsça)

azb

  • Tatlı, lâtif, hoş ve şirin olan yiyilecek ve içilecek şey.
  • Fazla susuzluktan yemek yemeği terketme.
  • Men'etme.
  • Feragat.

azerahş

  • Yıldırım. (Farsça)

azimet / azîmet

  • Kuvvetli irâde, istek, arzu. Haramlardan, dinde yasak edilen şeylerden sakınmakla berâber, mümkün olduğu kadar ruhsatlardan yâni dinde izin verilen kolaylıklardan uzak durup; evlâyı, en iyi olduğu bildirilenleri, nefse zor gelenleri yapmak; takvâ yol u.

azin / âzin

  • Kefil. Birinin yerine kefalet eden.
  • Kapıcı, perdeci.
  • İzin veren.

aziş

  • Talaş, yonga, ağaç ve tahta kırığı. (Farsça)
  • Eşik tahtası. (Farsça)

aziz / azîz

  • Hıristiyanların mübarek bildikleri büyükleri.
  • Allah'ın isimlerinden biri. Değerli.
  • Ermiş, velî.

azizan / azîzan

  • Azizler. Kelimenin sonundaki ân takısı Arabça'da ikilik, Farsça'da çokluk ifâde eder.
  • "İki azîz (velî)" mânâsına İslâm âlimlerinin ve evliyânın büyüklerinden Ali Râmitenî hazretlerine verilen lakab.
  • Büyükler, evliyâ. Birisiyle oturup kalbin toparlanmazsa Kalbindeki dünyâ düşüncesini s

azka

  • İri yünlü koyun.

azl

  • Bir şeyi yerinden veya güruhundan veya işinden ayırmak. Birisini işinden veya makamından ayırmak.

azman

  • Cins ve nev'inin icabından fazla büyümüş, çok iri.
  • Melez. İki ayrı cins hayvandan doğma.

azrail / azrâil

  • Ölüm meleği. Dört büyük melekten biridir, ölenlerin ruhlarını almak görevi vardır. Diğer bir ismi de "melek-ül mevt: Ölüm meleği"dir. Yeryüzünde hayatın var olması, insanın yaratılışı tesadüfle açıklanamıyacağı gibi, ölüm de tesadüfle açıklanamaz. Hayatı yaratan ölümü de yaratmıştır. Hayat gibi ölüm
  • Dört büyük melekten biri. Rûhları almakla vazîfeli melek, melek'ül-mevt, ölüm meleği de denir.

azürde

  • Azar görmüş, incinmiş, gücenmiş. Kalbi kırılmış, üzülmüş. (Farsça)

azürde-dil

  • Kalbi kırık. Müteessir.

azürde-gi / azürde-gî

  • Gücendirilmiş, incitilmiş olma. (Farsça)

azürde-hatır / azürde-hâtır

  • Gönlü kırılmış, hatırı kırılmış. (Farsça)

azuz / azûz

  • Isırıcı, ısıran.

azv

  • İftira. Birisine bir şey isnad etme. Nisbet etme.

ba'l

  • (Çoğulu: Buûl) Cahiliyet devrine mahsus bir put. Güneş Tanrısı.
  • Karıkocadan herbiri.
  • Yılda bir kez yağmur yağan yüksek yer.
  • Hayret.
  • Zaaf, zayıflık.

ba's / بعث

  • Gönderme, gönderilme.
  • Cenab-ı Hakk'ın peygamber göndermesi.
  • Diriliş. Yeniden diriltme. İhyâ.
  • Uykudan uyandırma.
  • Haşir, yeniden diriltilme.
  • Dirilme, diriltme, diriltilme. Kıyâmet koptuktan sonra Allahü teâlâ tarafından ölülerin diriltilmesi.
  • Gönderme, yollama, gönderilme.
  • Allah'ın bir peygamberi, Hak dinine davete memur buyurması.
  • Dirilme veya diriltme.
  • Diriliş. (Arapça)

ba's-ü ba'd-el mevt

  • Öldükten sonra tekrar dirilmek, diriltmek.

ba's-ü ba'del mevt

  • Ölüm sonrası diriliş.

ba's-ul emvat

  • Ölmüşlerin dirilmesi.

ba'sü ba'de'l-mevt

  • Ölümden sonra yeniden dirilme.

ba'sü ba'del mevt

  • Öldükten sonra âhirette tekrar diriltilme.

ba'sü ba'del-mevt

  • Ölümden sonra yeniden diriltilme.

ba'sü ba'delmevt

  • Ölümden sonra yeniden dirilme.

ba'sü bade'l-mevt / ba'sü bâde'l-mevt

  • Öldükten sonra tekrar diriltme.

ba'süba'delmevt / بعث بعد الموت

  • Ölümden sonra diriliş. (Arapça)

ba-i kasem / bâ-i kasem

  • Arabçada yemin maksadı ile kelime başına getirilen bâ. "Billâhi" gibi.
  • Farsçada: Bâ diye yazılırsa; ile, beraber, birlikte, sâhip mânalarına gelir. Arapçadaki Zû gibidir.

bab / bâb

  • Evlat sahibi erkek. Ata, ecdat. (Farsça)
  • Gemi halatlarının bağlandığı yer. (Farsça)
  • İnşaatta ağırlıkların bindirildiği direk. (Farsça)
  • Mânevi rehber, şeyh. (Farsça)
  • Bektaşi şeyhi. (Farsça)
  • Hayırhah ve muhterem. (Farsça)
  • Daha çok zencilerde olan bir hastalık cinsi.Aile reisi babadır. Babanın hayatt (Farsça)
  • Kapı.
  • Bir kitâbın bölümlerinden her biri.
  • Bozuk bir yol olan Bâbîliğin kurucusu Ali Muhammed'in kendisine verdiği ad.

bab-ı alem / bâb-ı âlem

  • Âlemin kapısı. Herkesin girip çıktığı yer.

bab-ı cibril / bâb-ı cibrîl

  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Medîne-i münevverede yaptırdığı mescidinin doğu tarafındaki kıbleye yakın olan kapısı. Bu kapıya, hazret-i Osman'ın evinin karşısında bulunması sebebiyle Bâb-ı Osmân; Resûlullah efendimiz hazret-i Osm an'ın evini ziyâret etmek üzere bu kapıdan girip

bab-ı ihya ve imate / bâb-ı ihya ve imate

  • Öldürmek ve diriltmek bahsi ve mevzuu.

bab-ür-rahme / bâb-ür-rahme

  • Rahmet kapısı. Medîne-i münevverede Peygamber efendimizin yaptırdığı mescidin batı duvarındaki iki kapıdan biri. Bâb-ül-Âtike ve Bâb-üs-Sûk diye de bilinir.

bab-üt-tevessül / bâb-üt-tevessül

  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Medîne-i münevverede yaptırdığı mescidin kuzeye açılan kapısı. Bu kapı Osmanlı sultanlarından Abdülmecîd Han tarafından yeniden yaptırıldığından Bâb-ı Mecîdî diye de bilinir.

babil / bâbil

  • Asurlular devrinde Irak'ta kurulan şehirlerden biri. Bağdat'ın aşağı tarafında bulunan ve büyücülüğünden dolayı, eski edebiyatımızda "Çeh-i Bâbil" olarak yer alan ve birçok dillerin meydana gelmesi bakımından da adı geçen "Bâbil Kulesi"nin bulunduğu ilkçağdan kalma bir şehir.

babil kulesi / bâbil kulesi

  • Tevrat'ın rivayetine göre Hz. Nuh'un (A.S.) oğulları tarafından gökyüzüne ulaşmak için yaptırılmış büyük bir kuledir. Rabbimiz bu kulede çalışmakta olanların dillerini değiştirmiş ve birbirlerini anlamaz hale getirmiştir. Bundan dolayı tamamlanamamış ve 72 dil burada meydana gelmiştir. (Buna "tebelb

babü's-selam / bâbü's-selâm

  • Mescid-i Nebevî'nin kapılarından biridir.

babur

  • (Zahirüddin Muhammed) Hindistan'da büyük Müslüman Türk devletinin kurucusu ve Timur'un beşinci göbekten torunudur. Fergana Emiri olan babası Ömer Şeyh'in ölümünden sonra tahta geçmiştir. (1494)

bad / bâd

  • "Olsun, ola, olaydı" mânasına gelir ve kelimelerin sonuna getirilir. Meselâ: Aferin bâd : Aferin olsun. Çok yaşa. Afiyet bâd : Afiyet olsun. (Farsça)

bad-dar

  • Mağrur, kibirli. (Farsça)
  • Divane, deli. (Farsça)
  • İri vücut, şişman. (Farsça)
  • Hiç bir işle alâkası bulunmayan kişi. (Farsça)

bad-efrah

  • Mücazât, ceza. (Farsça)
  • Bir çeşit fırıldak. (Farsça)

bad-nüma

  • Rüzgârın esme istikametini gösteren âlet. (Farsça)
  • Fırıldak. (Farsça)

baden

  • Semiz, iri gövdeli kimse.

badin

  • Şişman, bedeni büyük, iri vücutlu.

bahar

  • Güzellik.
  • Güzel.
  • Papatya.
  • Ölçek.
  • Put, sanem.
  • Atılmış pamuk.
  • Tarçın, karanfil ve karabiber gibi güzel kokulu ve ısıtıcı tohumlar ki, bazı yiyecek ve içeceklere de karıştırılır.
  • Sığır gözü.
  • İyi kokulu bir sarı çiçek.

bahar haşri

  • Bahar mevsiminde bitkilerin ve hayvanların dirilişi.

bahariyye

  • Edb: Birini övmek için yazılan ve bahar tasviriyle başlayan kaside.
  • Tar : Yeniçeri ağasından itibaren padişah tarafından Yeniçeri kâtibiyle ocak ağalarına verilen baharlık.

bahdele

  • İşte çabukluk gösterme.
  • Eğilme, kırılma. (Kürek kemiği için).

bahile

  • Arap kabilelerinden birinin ismi.
  • Dul kadın.

bahira / bahîra

  • Süryâni rahiblerindendir. Zamanın ilim ve fenlerine vâkıf ve bilhassa hey'et ve nücumda ihtisas sahibiydi. Bu sebepten rahiblerin câhilleri kendisinden hoşlanmazlardı. Hazret-i İsâ'nın ulûhiyetini ve Hz. Meryem'in ümmullah olduğunu inkâr ve ilân ettiğinden, bulunduğu manastırın reisi tarafından kovu

bahis / bâhis

  • Anlatan. Bahseden. Araştıran. Araştırıcı.
  • Bir şeye dâir bilgileri içine alan. Bir mes'eleye dair beyanatı ihtiva eden.

bahur / bâhûr / باخور

  • Aşırı sıcak. (Arapça)

bahzec

  • Yaban sığırının buzağısı.

bain / bâin

  • Ayırıcı. Talâk-ı bâin.
  • Tasavvuf'ta bir terim. İnsanlardan uzak olan.

bais / bâis

  • (Ba's. dan) Gönderen. Sebeb olan. İcab ettiren.
  • Yeniden yaratan. Ölüleri tekrar dirilten.
  • Peygamber gönderen (Allah C.C.)
  • Ölüleri diriltecek olan ve peygamber gönderen.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Öldükten sonra, kabirlerinde çürümüş ve dağılmış olan cesedleri diriltip mahşere, (arasât meydanına) sevkeden, gönderen.

bakl

  • (Çoğulu: Bükûl) Tere ve sebzevatın her birisi.
  • Sakal bitmek ve diş çıkmak mânâsına mastardır.

bakteri

  • Basit, çekirdeksiz, bölünerek çoğalan tek hücreli canlılara verilen addır. Çeşitli şekilleri vardır: Kürevî (coccus), çubuk şeklinde (basil), virgül şeklinde (vibriyon), burmalı (spiril).Bakteriler ya tek tek, ya da birkaçı bir arada bulunmalarına göre de ayrı adları vardır. Havanın oksijeni ile yaş (Fransızca)

bakure / bakûre

  • Sığır sürüsü.
  • Budala. Fayda ile zararı birbirinden ayırt edemeyen.

bal-şikeste

  • Kanadı kırık. (Farsça)

balahani / bâlâhânî

  • Bir şeyi aşırı derecede yüksek gösterme, abartma, şişirme. (Farsça)

balgam

  • Solunum yolları tarafından salgılanan ve ağızdan dışarı atılan sümük, irin ve kan karışımı maddedir.
  • Eskiden bedende bulunduğu sanılan dört unsurdan biri.

balıkhane kapısı

  • Topkapı Sarayı'nın Marmara kıyısındadır. Padişahlarca cezandırılan vezirler burada idam edilir, sürgün edileceklerse buradan gemilere bindirilirlerdi.

balon

  • Hava veya hafif gazlarla doldurulan küre. Bugünkü uçaklar balonculuğun geliştirilmesiyle elde edilmiştir. Zeplin adı verilen güdümlü balonlar hava ulaşımında ve savaşta kullanılmıştır. (Fransızca)

balyoz

  • Vaktiyle Avrupa devletlerinin büyükelçi ve büyük konsoloslarıyla, general ve amiral gibi kişilerine verilen bir ünvandır. (Fransızca)
  • (Yunancadan) Kazık çakmak, büyük taşları kırmak için kullanılan uzun saplı, iri ve ağır çekiç. (Fransızca)

bang / bâng / بانگ

  • Ses. (Farsça)
  • Haykırış. (Farsça)

bani

  • Kurucu. Yapan. Yapıcı. Yaptırıcı. Binâ eden.

banknot

  • Lira mânâsında para birimi.

bar-hane

  • Yük yeri, yüklük. (Farsça)
  • Yolcu eşyası indirilecek ve saklanacak yer. (Farsça)

barende

  • Yağdıran, yağdırıcı. (Farsça)

bargah / bargâh / bârgâh

  • İzinle girilecek yer. Padişah divanhanesi. (Farsça)
  • Huzur-u Rabb-il Âlemin. Dua edilen yer. (Farsça)
  • İzinle girilebilecek yüce makam.

bari / bârî

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yaradan, yoktan var eden. Yarattıklarını farklı şekiller ve özelliklerle birbirinden ayıran.

bari'

  • Bir kalıptan döker gibi, düzgün, tertipli ve güzel yaratan. Aza ve cihâzatları birbirine mütenasip ve kâinattaki umumî nizama ve gayelere uygun ve münasebettar olarak halkeden Cenâb-ı Hak (C.C.)

barigah / bârigâh

  • İzinle girilebilecek yüce makam.

barık / bârık

  • Yıldırım, parıltı.

barik

  • Şimşek. Işık. Şimşekli bulut. Yıldırım parıltısı.

barikat

  • Bir yolu kapamak üzere, ele geçirilen her türlü eşyadan faydalanılarak meydana getirilen engel. (Fransızca)

barnabas incili / barnabas incîli

  • Hazret-i Îsâ'nın havârîlerinden biri olan Barnabas'ın, Îsâ aleyhisselâmdan görüp işittiklerini doğru şekilde yazıp derlediği İncil.

bas / bâs

  • Gönderme. yeniden dirilme.

baş

  • Reis, birinci, evvel. Başlıca, en mühim. (Türkçe)

basar

  • Âletsiz ve şartsız olarak, gizli ve âşikâr (açık) her şeyi görmesi mânâsına, Allahü teâlânın sübûtî sıfatlarından biri.

başeng

  • Tohumluk olmak için saklanan sarı, iri hıyar, salatalık. (Farsça)
  • Asma üzerindeki üzüm salkımı. (Farsça)

başıbozuk

  • Bir harp çıktığında orduya süvari veya piyade olarak katılan gönüllü asker. Başıbozuk tâbiri, gelişigüzel ve intizamsız idare tarzına da alem olmuştur. Bir zamanlar bu tâbir, asker olmayan siviller için de kullanılmıştır. (Türkçe)

basil

  • Kahraman, cesur, yiğit kimse.
  • Fena, sert, kırıcı, kötü söz.
  • Haram olan şey.
  • Güzel olmayan, çirkin kimse.

basit

  • Kıymetsiz.
  • Geniş
  • Yaygın olan.
  • Mücerred ve münferid olup, mürekkeb ve müellef olmayan.
  • Neş'eli. Güleryüzlü. Düz, arızasız, engelsiz.
  • Edb: Aruz vezinlerinden biri.

baskül

  • Büyük ağırlıkları, küçük bir ağırlık yardımıyla tartmayı sağlamak üzere birkaç kaldıracın uygun bir tarzda birleştirilmesiyle meydana getirilmiş âlet. (Fransızca)

basra

  • Yumuşak küfki taşı. (Bu sebepten Basra şehri, "Basra" diye isimlendirilmiştir.)

bast-ı mukaddemat

  • Asıl konuya girmeden önce giriş cümlelerini söyleme.

basübadelmevt

  • Ölemden sonra diriliş.

bati-ül hazm / batî-ül hazm

  • Sindirimi güç, hazmi zor.

batman

  • Eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi.

bayin / bâyin

  • (Beyn. den) Aralayıcı. Ayıran. Ayırıcı.
  • Aralayıcı, ayıran, ayırıcı özellik.
  • Aralayıcı, ayırıcı.

bayram

  • İslâm dîninin bildirdiği ve müslümanların neşelenip sevindikleri Fıtr (Ramazan) ve Kurban bayramı.
  • Cumâ günü.
  • Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınarak, günâh işlemeden, haram lokma yemeden geçirilen günler.
  • Müslümanın rûhunu teslim (vefât) edeceği zama

bayram namazı

  • Fıtr (Ramazan) ve Kurban bayramının birinci günü güneş doğduktan yaklaşık 45 dakika sonra erkeklerin cemâat hâlinde kılmaları vâcib olan iki rek'atlik namaz.

baz

  • Yeniden, tekrar oynatan, oynayan, geri ve arka tarafa doğru... gibi manalara gelir. Kelimenin sonuna veya baş tarafına getirilerek kullanılan bir "ek" dir. Meselâ: Ateşbâz : Ateşle oynayan. (Farsça)

bazar

  • Alış-veriş. Ahz ü itâ. (Farsça)
  • Alış-veriş yeri. Pazar. Üstü açık yer ki, hergün veya belirli günlerde herkes satacağını oraya çıkarıp pazarlıkla veya açık artırmayla satar. (Farsça)
  • Fiat kararlaştırılıp alış-verişte uyuşmak için yapılan konuşma veya çekişme, pazarlık. (Farsça)

bazgeşt / bâzgeşt

  • Nakşibendiyye yolunda on bir temel esastan biri. Sâlik'in (tasavvuf yolcusunun) Kelime-i tevîhdden sonra kalbinden; "İlâhî! Maksûdum Sensin. Matlûbum (maksadım) Senin rızândır."demesi.

be

  • Kelime başına getirilerek, Türkçedeki: "de, da, den, dan, ile, için" mânalarında kullanılır. (Farsça)

becayiş / becâyiş

  • Değişme. Trampa. Birini verip ötekini alma. (Farsça)
  • Birini verip ötekini alma, değişme.

becil

  • Büyük, itibarlı, muhterem, hatırı sayılan kimse.
  • Şişman.

beddua / bedduâ

  • Birinin kötü olması için edilen dua.

bedel-i ferag

  • Huk: Arazi-i emiriye ve icareteynli vakıf gayr-i menkullerinin tasarruf haklarının devredilmesi karşılığı alınan bedeldir.

bedel-i öşr

  • Huk: Arazi-i emiriye üzerinde bina yaparak veya meyvesiz ağaç dikerek koru haline koyma sebebiyle öşre bedel alınan kira.

bedhah / bedhâh / بدخواه

  • Birinin kötülüğünü isteyen, kötü niyetli. (Farsça)

bedruc

  • Bir ot cinsidir ve bazı yerlerde tere-i Horasani diye isimlendirilir.

beduh

  • Eski yazıda mektub zarfları üzerine yazılması ve zarfa basılan mühüre kazdırılması mûtad ve aslı meçhul bir sözdür.

beftere

  • Avcılar tarafından kullanılan ve hususi olarak alıştırılmış kuş. (Farsça)

beha

  • Gökçek olmak, şirin ve lâtif olmak.

beha-baha

  • Güzellik, süs, pırıltı.
  • Kıymet, değer, bedel.

behc

  • Her zaman neşeli olma. Birisini şâd ve mesrur etme, sevindirme.
  • Güzellik, hüsn.

behcet

  • Sevinç. Güleryüzlülük. Güzellik, şirinlik.

behem-ber-ameden / behem-ber-âmeden

  • Toplanmak, cem olmak, birikme. (Farsça)
  • Mc: Kızmak, sinirlenmek, asabileşmek, müteessir olmak. ("Behemâmeden" de denir.) (Farsça)

beher / بهر

  • Her, her bir, herbirisine. (Farsça)
  • Her biri.
  • Her, her biri. (Farsça)

behet

  • Sütlaç. Süt lapası. (Farsça)
  • Pirinç unu ile pişirilen ve Me'muniye adı verilen helva. (Farsça)

behetta

  • Pirinç çorbası.
  • Sütlü pirinç yemeği.

behi

  • Şirin, lâtif, gökçek.

bek'

  • Birbiri ardınca şiddetle vurmak.
  • Karşılayıp istikbâl etmek.

bel'am

  • Terbiyesiz, açgözlü, obur.
  • Hz. Musa (A.S.) hakkında, yalan ve fena söyleyerek Beni-İsrail'i kandıran Bel'am bin Baura adında birinin adı.

belagat-i nazmiye / belâgat-i nazmiye

  • Dizilişe ait belâgat; şiirin düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına göre söylenmesi.

beldaran

  • Geçit yerleri muhafızlarının adı. Tanzimattan sonra bunlara zaptiye denmiştir. İkinci Meşrutiyetten beri jandarma olarak adlandırılırlar.

belma

  • Faydasız, faydası olmayan. İri ve kaba şey. (Farsça)

benaver

  • İri, büyük çıban. Kan çıbanı. (Farsça)

bend

  • Bağlanan. Bağlanmış. (Farsça)
  • Bağ. Boğum. Mafsal. (Farsça)
  • Su bendi. Baraj. (Farsça)
  • Gam. Gussa. (Farsça)
  • Mekir. (Farsça)
  • Hile. (Farsça)
  • Mülâhaza. Fıkra. Madde. (Farsça)
  • Aldatmak. (Farsça)
  • Birisini emri altına almak, bendetmek. (Farsça)
  • Edb: Baştan sona kadar aynı vezinli bir çok parçalardan meydana (Farsça)

bend-rug / bend-rûg

  • Tarla ve bostan kenarlarına suyun akıntısını kesip havuz gibi birikmesi için yapılan setli çukur. (Farsça)

benul-a'yan / benûl-a'yân

  • İslâm mîrâs hukûkunda; ölenin aynı ana ve babadan olan erkek ve kız kardeşlerinden her biri.

ber

  • (Burden) "Götürmek" mastarının emir köküdür. Kelimenin sonuna getirilerek terkipler yapılır. Emirber : Emir dinleyen, emir götüren. Fermanber : Emir veren. Emir dinleyen... gibi. (Farsça)

ber-endaz

  • Bir yana atan. Yukarı kaldırıp atan. (Farsça)

ber-hayat

  • Sağ, diri, yaşayan.

beraat-ül istihlal / berâat-ül istihlâl

  • Bir eserin içindekilerini güzel bir başlangıçla baş tarafında anlatmak. İyi bir alâmet. Güzel bir başlangıç.
  • Bir ibarede müradif ve mukni birkaç kelime bulunması, hüsn ve insicamdaki ibarenin vech-i mergub üzere te'lif ve terkibi.
  • Maaş, rütbe, nişan için hükümetçe bildirilen

beraet / berâet

  • Temize çıkma. Temizlik, münezzehiyet. Bulaşık ve giriftâr olmama. Âri olma.
  • Huk: Bir davânın neticesinde suçsuz olduğu anlaşılma.

beraverde

  • İltimas ile korunarak ileri çekilmiş adam. (Farsça)
  • Seçilmiş, ayrılmış şey. (Farsça)
  • Yükseğe kaldırılmış. (Farsça)

berçide

  • Devşirilmiş, toplanmış. (Farsça)

berdar

  • Asılmış, yukarı kaldırılmış. (Farsça)
  • Tutucu. İtaat edici ve ettirici. (Farsça)
  • Meyveli. Meyve verici olan. (Farsça)

berdaşte

  • Yükseğe kaldırılmış, yukarı çıkarılmış. (Farsça)

bere

  • Tıb: Ezilme veya kılcal damarların kopması sonunda kanın, dokular içinde birikmesi ve bundan dolayı meydana gelen morluk. (Türkçe)

berendahte

  • Yükseğe çıkarılmış, üste çıkarılmış. Yükseğe kaldırılmış. (Farsça)

berendaz / berendâz

  • Kaldırıp atan.

bergab

  • Su bendi. Suyun biriktirildiği yer. Baraj. (Farsça)

berh

  • Balık, semek. (Farsça)
  • Parça, kısım, hisse, nasib. (Farsça)
  • Su birikintisi. (Farsça)
  • Şimşek, berk. (Farsça)
  • Yaş olan odunun, yanarken çıkardığı yaşlık. (Farsça)

berhem-zede

  • Karmakarışık, altı üstüne getirilmiş. (Farsça)

berhem-zened

  • Birbirine çarpıyor. Beraber çarpıyor. Birlikte çalışıyor. (Farsça)

bericen

  • İçerisinde ekmek pişirilen ocak veya fırın. (Farsça)

berim

  • Siyah ve beyaz ipliklerden meydana getirilen ip.
  • Cemaat.
  • Etsiz yemek.

berk

  • Şimşek çakması. Parlama.
  • Yıldırım.
  • Zinetlenme, süslenme.
  • Tas: Tecelli-i İlâhiye ile kurbiyyete mazhariyyet.
  • Ahmak olmak.

berkata

  • Birbirine yakın olan adım.

berkeşide

  • Kınından çıkarılmış, sıyırılmış, çıkarılmış. (Farsça)
  • Mc: İlerletilmiş, çekilip meydana getirilmiş. (Farsça)

bernik

  • Su aygırı.

berrani / berranî

  • (Berr. den) Sahra ve kıra ait. Yabani.
  • Hâricî, zâhirî.
  • Şer'î hükümlere uymayan.

berşa'

  • Uzun boylu, iri gövdeli ahmak kimse.

bertaraf edilmek

  • Ortadan kaldırılmak.

berzede

  • Toplanılmış, biriktirilmiş, bir araya getirilmiş. (Farsça)

beşaret

  • (Doğrusu Bişârettir) Müjde. Sevindirici haber. Hayırlı haber.
  • Müjdeye verilen ihsan.
  • Yeni çıkan acib şey.

beşaret-i furkan

  • Doğru ile yanlışı birbirinden ayıran Kur'ân'ın müjdesi.

beşel

  • İki kimsenin birbiriyle tutuşması. İki şeyin birbirine sarılması. (Farsça)
  • Beşelîden masdarından emir ki; asıl, sarıl, mânâlarına gelir. (Farsça)

besen

  • Şirin, lâtif, gökçek, hüsn.

beşer haşri

  • İnsanların öldükten sonra âhirette tekrar diriltilerek Allah huzurunda toplanmaları.

beşir

  • Müjdeci, iyi haber getiren,güleryüzlü.
  • Hıristiyan Araplar'da İncil yazan veya hıristiyanlık akidelerini telkin eden kimse.
  • Peygamberimizin bir vasfı.

beşr

  • Eski fetva metinlerinde erkeği temsil eden isimlerden biri.

beste

  • Bağlanmış, bitiştirilmiş, bağlı. (Farsça)
  • Kapalı. Tutucu. Donmuş. (Farsça)
  • Bir nevi ipek kumaş. (Farsça)
  • Gr: "Besten" fiilinin ism-i mef'ulüdür. Kelimelerin başına veya sonuna getirilerek mürekkeb kelimeler (Birleşik kelimeler) yapılır. (Farsça)
  • Müzikte: Şarkının makam ve âhengi. (Farsça)

bevarik

  • (Tekili: Bârika) Şimşek ve yıldırım parıltıları.
  • Parıltılar, gözleri kamaştırıcı olan şeyler.

bevs

  • Acele, ileri geçme, ileri gitme.
  • Bıktırıncaya kadar israr etme.
  • Bir kimseden kaçıp gizlenme.
  • Bir şeyin rengi.

bevş

  • Her biri bir yerden gelmiş olan bir bölük cemaat.

bevval

  • Çok bevl eden, aşırı derecede işeyen.

beya

  • Dolu, dolmuş. (Farsça)
  • Kapı, girilecek yer. (Farsça)

beyan / beyân / بيان

  • Açıklama, ifade etme, dile getirme. (Arapça)
  • Beyân edilmek: Açıklanmak, dile getirilmek. (Arapça)
  • Beyân etmek: Açıklamak, dile getirmek. (Arapça)

beyanat-ı furkaniye

  • Hak ile batılı birbirinden ayıran Kur'ân'ın açıklamaları, izahları.

beyani / beyânî

  • Açıklanıp bildirilen.

beyanname / beyannâme / beyânnâme / بَيَانْنَامَه

  • Bildiri, açıklama.
  • Açıklama yazısı, bildiri.
  • Bildiri.

beydaha

  • İri ve şişmanca kadın.

beyin

  • Kafatasının en büyük kısmını kaplayan, kalınca ve dayanıklı üç zarla örtülmüş olan bir sinir merkezidir. Yumuşak ve beyazımsı bir kitle olan beyin, duygu ve bilgi merkezidir. Ak ve boz maddeden yapılmıştır ve iki yarım küre olarak yaratılmıştır. Yarım kürelerden birinde bir arıza sebebiyle bu merkez (Türkçe)

beyt

  • Mısra, şiir satırı.

beyz

  • (Çoğulu: Büyuz) Yumurta.
  • Kuşun yumurtlaması.
  • Hayvanların bilhassa atın ayaklarında çıkan yumurta iriliğindeki şişler.

beyzah

  • İri yapılı, etine dolgun, şişmanca adam.

beyzavi / beyzavî

  • Vefatı (Hi: 685) Büyük âlim ve müfessirlerdendir. Yazdığı Tefsiri "Beyzavî" ismiyle meşhurdur. Tebriz'de medfundur. (K.S.)

bezm

  • Yayın kirişini çekip, sonra salıverme.
  • Bir şeyi diş ucuyla ısırma.

bi / bî

  • İstek bildirmek için emir sigasının başına getirilr. Meselâ: (Farsça)
  • Kelimenin başına getirilerek o kelime menfi yapılır.Misâlleri için, "BİA" kelimesinden sonraki kelimelere bakınız. (Farsça)

bi'a / bî'a

  • Hıristiyanların mâbedi, tapınak, kilise.

bi'set

  • Gönderme, gönderilme. Bir peygambere peygamber olduğunun bildirilmesi.

bi'set-i muhammediye

  • Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamberlikle görevlendirilmesi.

bi-

  • Başına eklendiği kelimeyi "e" haline getirir. İle, için mânâlarını vererek Farsçadaki "be" edatıyla aynı vazifeyi görür. Harf-i cerdir. Yâni; kendinden sonraki kelimeyi esre ("İ" diye) okutur. Yemin için de kullanılır.

bi-gane / bî-gâne

  • Kayıtsız. Alâkasız.
  • Aldırışsız. Yabancı. Dünya ile alâkayı kesmiş olan.

bi-namaz / bî-namaz

  • Namaz kılmayan, namazı terkeden, namazsız. Beynamaz. Namaz, İslâmın temel şartlarından biridir. Peygamberimiz (A.S.M.), namaz dinin direğidir demiştir. Namazını terkeden dininin direğini yıkmış olur. Beş vakit namaz için bir saat yetmektedir. İnsan bir günün 24 saatinden bir saatini Allah'ın huzurun (Farsça)

bia-biyat / bîa-biyat

  • Birinin hakimiyetini kabul etmek, emirlerine uyacağına söz vermek.

biat

  • Bağlılığını, itimadını bildirmek. Birisinin hakemliğini veya hükümdarlığını kabul etmek. El tutarak bağlılığını alenen izhar etmek. Bağlılığını tazelemek.
  • Rey vermek.

biat olunmak

  • Birine itaat edilmek, hükmüne girmek.

biat-ı rıdvan

  • Kur'an-ı Kerim'in 48. Sûresi olan Fetih Sûresinde zikri geçen, Hz. Peygamber'e (A.S.M.) bağlılıklarını bildiren sahabelerin biatlarıdır. 1400 veya daha fazla olduğu bildirilir. Bu cemaata Ashab-ı Rıdvan da denir. (R.A.)

biçrek

  • Kandırılıp aldatılarak kendisiyle daima alay edilen kimse. (Farsça)

bid'a-i hasene

  • Hz. Muhammed'den (a.s.m.) sonra ortaya çıkan, fakat Kur'ân ve Sünnete aykırı olmayan şey.

bid'at / بدعت

  • Sonradan ortaya çıkma. (Arapça)
  • Dinde yeni getirilmiş şey. (Arapça)

bid'at fırkası

  • Peygamber efendimiz ve Eshâb-ı kirâmının yolundan ayrılanlar. Hadîs-i şerîfte Cehennem'e gidecekleri bildirilen yetmiş iki fırkadan her biri.

bihte

  • Kalburdan geçirilmiş, elenmiş. (Farsça)

bila / bilâ

  • Olmayarak, sahib olmıyan "...sız,...siz" mânâları yerine kullanılan edattır. Kelimenin başına getirilerek menfi mânâ hasıl olur.

bila-vasıta / bilâ-vasıta

  • Vasıtasız. Araya biri girmeden, doğrudan doğruya.

bilamüreccih / bilâmüreccih

  • Tercih edici biri olmaksızın.

bilatefrik / bilâtefrik / بلاتفریق

  • Hiçbir ayırım gözetmeksizin. (Arapça)

billahi / billâhi

  • "Allahü teâlâya yemîn ederim" mânâsına, yemîn sözlerinden biri.

billur

  • Pırıl pırıl cam.

bilvasıta

  • Vâsıta ile. Birisinin vâsıta olması, aracılığı ile.
  • Edb: Terci' ve terkib-i bentleri teşkil eden parçaları birbirine bağlayan beyit.

bimare

  • Hasta, alil. (Farsça)
  • Muharebeler veya akınlar esnasında ele geçirilen kadın esirlerin ayrıldıkları sınıflardan birinin adı. (Farsça)

birinc / برنج

  • Bir hububat cinsi olan pirinç. (Farsça)
  • Pilav. (Farsça)
  • Pirinç madeni. (Farsça)
  • Pirinç. (Farsça)

birinci cihan harbi

  • Birinci Dünya Savaşı.

birinci harb-i umumi / birinci harb-i umumî

  • Birinci Dünya Savaşı.

bit-tarik-il ula

  • Birinci usul veya yol ile. Elbetteki. Evleviyetle.

biza'

  • Birisine kaba muamelede bulunma.
  • Faydasız, boş yaramaz söz.

blok

  • Birbirine bitişik yapılar. (Fransızca)
  • Büyük ve ağır yığın. (Fransızca)
  • Resim kağıtları saklanan karton kap. (Fransızca)

Bolşevik

  • Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça "çoğunluk" anlamına gelen Bolşevik olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılacaktır.

    Kongreden sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği’ni kuracaklardır. Lenin ve Martov yandaşları kongredeki durumlarına göre Rusça “bolshinstvo” (çoğunluk) ve “menshinstvo” (azınlık) olarak adlandırılırlar. Kongredeki delegeler sürekli olarak saf değiştirdikleri için birleşim başarısız olacak ve parti fiilen ikiye bölünecektir.
  • Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça "çoğunluk" anlamına gelen Bolşevik olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılacaktır.

    Kongreden sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği’ni kuracaklardır. Lenin ve Martov yandaşları kongredeki durumlarına göre Rusça “bolshinstvo” (çoğunluk) ve “menshinstvo” (azınlık) olarak adlandırılırlar. Kongredeki delegeler sürekli olarak saf değiştirdikleri için birleşim başarısız olacak ve parti fiilen ikiye bölünecektir.

bolşeviklik

  • Bolşevik, çoğunluktan yana anlamına gelen Rusça kelime, 1903 yılında düzenlenen Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin İkinci Kongresi'nde Vladimir Lenin ve Julius Martov arasında yeni kurulmakta olan partinin üyelik tanımı üzerine başlayan görüş ayrılığı sonucu yaşanan ayrışmadaki taraflardan Lenin yanlısı grup. Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça çoğunluk anlamına gelen Bolşevik olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılacaktır.

    Kongreden sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği'ni kuracaklardır.


Bolşevizm

  • Rusça'da çoğunluk anlamına gelir.

    Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi (RSDIP) içindeki ayrılıkta Lenin ile aynı görüşü savunanlar kongre çoğunluğu sağlamışlar ve bu tarihten sonra Leninist görüşleri savunmanın diğer adı Bolşevizim olmuştur. Bu kelimenin Rusça'daki zıddı; Menşevik.

    Bu kongrede azınlıkta kalan grup ise Menşevikler olarak adlandırılmıştır. Marksist literatürde menşevik bir hakaret olarak kullanılır.

borç

  • Bir kimsenin başka birine bir şey yapmasını veya vermesini gerekli kılan yükümlülük.

borsa

  • (Ticarette) Vasıfları belli ölçülere uyan yani standartlaştırılabilen malların örnekleri üzerinden alım satımının yapıldığı devlet kontrolü altında teşkilâtlanmış pazar yeri.

bronş

  • yun. Tıb: Nefes borusunun akciğerlere giden iki kolundan her birinin adı.

buak

  • Şiddetli sel.
  • Şiddetli ses, sadâ. Haykırış.
  • Birden bire, ansızın gelen yağmur.

büdd

  • Uzaklaşma. Birbirinden uzak düşme.
  • Perâkende etmek, dağıtmak. Put, sanem.
  • Firak.
  • Tâkat, kudret.

buğz

  • Sevmeme. Birisi hakkında gizli ve kalbi düşmanlık hissetme. Kin, husûmet.

buhari-işerif / buhârî-işerîf

  • İslâm dîninde Kur'ân-ı kerîmden sonra en kıymetli, en üstün kitap. Kütüb-i sitte adı verilen meşhur altı hadîs kitabının birincisi.

bühsul

  • İri gövdeli kimse.

bühtan

  • İftira. Birisine yalandan bir şey isnad etme. Birisini suçlu gösterme.
  • Dalgınlık.
  • Medhûş ve mütehayyir olma.
  • Yalan, iftira, birine işlemediği suçu yükleme.

bumbar

  • Koyun ve benzeri gibi hayvanların kalın bağırsağı. (Farsça)
  • İçine kıyma, pirinç vs. doldurulmuş bağırsakla yapılan bir cins yemek. (Farsça)

bünyan-ı mersus

  • Kaynaşmış sağlam bina. Birbirine kurşunla kenetlenmiş sağlam yapı.
  • Birbirine lehimlenmiş, kenetlenmiş yapı.

burc

  • Kale, yüksek bina.
  • Herhangi bir şekli gösteren ve özel ad alan sâbit yıldızlar topluluğu, galaksi.
  • Güneşin girip çıktığı on-iki burçtan her biri: Yengeç, kova, akrep.
  • Güneşle dünya arasındaki hayâlî dilimlerin her biri.

büre

  • (Çoğulu: Bürât-Bürâ-Bürin) Deve burnuna takılan halkalar.
  • Bilezik gibi olan halkaların her birisi.

burhan-ı haşriye

  • Haşrin delili; yeniden dirilişin ispatı.

bürhan-ı mantıki / bürhan-ı mantıkî

  • Kesin kaziyelerden teşkil ettirilen kıyasa, bürhana denir.

burhan-ı tatbik / burhân-ı tatbîk

  • Kelâm ilminde Allahü teâlânın varlığını ve kadîm (ezelî), olduğunu (başlangıcının olmadığını) isbâtta kullanılan delîllerden biri.

burjuva

  • Servet ve mal birikimi yapanlar; zenginler sınıfı.

bürokrasi

  • Hükûmet dairelerinde aşırı kırtasiyecilik, muamele çokluğu. İşlerin yürütülmesinde şekilciliğin ve idarî işlemlerin ağır basması hâli. Devlet görevlilerinden meydana gelen zümre veya sınıf. Memurlar sınıfı. Bürokrasi, her çeşit rejimde tahakküm vasıtası olmaktadır. Oysa İslâmiyet'te devlet makamları (Fransızca)

bürokrat

  • Memur sınıfından olan. (Fransızca)
  • Devlet işlerinde muamelelerde şekle aşırı ehemmiyet veren. (Fransızca)

butlan-ı his

  • Ameliyat için bir uzvun hissinin iptâli, duyarsız hâle getirilmesi.

büyüklenmek

  • Kendini büyük görmek, büyüklük taslamak. (Kötü huylardan biridir, günahtır.) (Türkçe)

ca'cere

  • (Çoğulu: Ceâcir) Hamurdan çeşitli şekiller yapıp, pekmez içinde pişirip yerler.

cabir / câbir

  • Cebredici, zorla yaptıran.
  • Galib gelen.
  • Şefkatsiz, merhametsiz.
  • Tekebbür ve taazzüm eden.
  • Aziz ve kavi olan.
  • Tıb: Kırıkçı, çıkıkçı.
  • Cebir ilminin ilk kurucusu olan müslüman âlimi.

cabir-ül-ensari / câbir-ül-ensarî

  • Câbir Bin Abdullah El-Ensarî (R.A.) da denir. Meşhur sahabelerdendir. Bizzat Resul-i Ekrem'den (A.S.M.) ilim ve feyiz almış ve zamanında Medine-i Münevvere'nin müftüsü olmuştur. En çok hadis rivayetiyle meşhur olan altı sahabeden biridir. 1540 hadis rivayet etmiştir. 19 gazada hazır bulunmuştur. Hic

çağrışım

  • Psk: Bir idrakla kazanılan bir fikrin başka bir idrak (algı) ile kazanılan fikir arasında bağıntı kurulması, birinin diğerini hatıra getirmesidir. Bu bağıntı zaman ve mekânda yakınlık, benzerlik ve zıdlık sebebiyle kurulur. Sevap deyince günahın; abdest deyince namazın; Cennet deyince Cehennem'in de

cahd-ı mutlak, cahd-ı müstağrak

  • Arab gramerinde menfî olan iki geniş zaman sigası. Muzari fiillerinin başına (Lem) ve (Len) getirilerek olur.

cahim

  • Şiddetli ve kat kat birbiri üzerine yanan ateş. Çukur yerde yanan ateş.
  • Cehennem'in bir tabakası.

çakmaklı

  • Ağızdan dolan ve tetik yerinde bir cins çakmakla ateş alan eski tüfek çeşitlerinden biri.

çala

  • İsimlerden önce kullanılarak, devam ve şiddetli ve pervasız kullanılmasını bildirir. Meselâ: Çalakalem: Çabuk ve gelişigüzel ve ilmi olmayan yazı yazmak.

cale

  • Nehrin bir kenarından diğer kenarına geçebilmek için ağaçtan, sazdan veya şişirilmiş tulumlardan yapılan sal. (Farsça)

calib

  • Çekici. Celbedici. Kendi tarafına çekip getirici olan.

cami' / câmi'

  • Toplayan.
  • Müslümanların ibâdet etmek için toplandıkları yer, mâbed.
  • Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden. Çeşitli hakîkatleri ve enfüs (iç) ve âfâktaki (dıştaki) zıt işleri birleştirici, kıyâmet gününde yeryüzünde olan cinleri, insanları ve mahlûkâtı bir araya getirici insanların dağı

camus

  • Su sığırı. Manda. Kömüş.

can

  • Yaşayış. Diride olan kudret, kuvvet. Hayat cevheri. Madde ilimleri, maddenin; hayat ilimleri (biyolojik ilimler) hayatın ne olduğunu açıklıyamamışlardır. Aslında bunların konusu da madde, hayat ve ruhun kendisi değil, bunların tezahürleri yani olay haline gelen tesirleridir. Deney ilimlerini (Farsça)

candar

  • Diri, canlı, zihayat, ziruh. (Farsça)
  • Silâhlı kimse. (Farsça)
  • Muhafız, koruyucu, emniyet memuru. (Farsça)
  • Yol yiyeceği, azık. (Farsça)

cani

  • Cinayet işlemiş olan. Birisini öldürmüş veya yaralamış bulunan. Caniler nasıl haksız yere insanı öldürüyorlar ve onların hayatlarına son veriyorlarsa; kâfirler, inkârcılar, dinsizler de birer cani sayılırlar. Çünkü Allah'ın eserleri olan canlı ve cansız varlıklar onun sonsuz kudretini, ilmini, irade

canişin / cânişin / جانشين

  • Birinin yerine geçen, birinin yerine vekâlet eden. Vekil.
  • Halef, birinin yerine oturan. (Farsça)

çapul / çapûl

  • Yağma, saldırı. (Farsça)

car

  • Faydasız bağırıp çağırmayı ve gevezeliği ifade eder ve ekseriya mükerrer kullanılır.

çar-yek

  • Çeyrek, dörtte bir. (Farsça)
  • Saatin dörtte biri, onbeş dakika. (Farsça)
  • Mecidiye denilen gümüş sikkenin dörtte biri ki, beş kuruşluk bir gümüş sikkedir. (Farsça)

cariye / câriye

  • Harbde esir alınıp İslâm memleketine getirilen kadın köle.

çark

  • (Çarh-Çerh) Dönen pervaneli tekerlek. (Farsça)
  • Vapur, değirmen ve dolap çarkı. (Farsça)
  • Bir makinenin dönen tekerleği, çok zaman bu tekerlek makineyi çalıştırır. Her çeşit tekerlekli makine. (Farsça)
  • Dönerek işleyen âlet. (Farsça)
  • Koz: Birbiri içinde dönen feleklerden mürekkeb kâinat, felek, efl (Farsça)

çarmih / çârmîh

  • Dört çivi. Birbiri üzerine dikey olarak konulmuş iki tahtadan meydana gelen, suçluları îdâm etmek için kullanılan haç şeklindeki darağacı. Bu cezâya çarptırılan kişi iki yana açılmış kollarından ve bağlanmış ayaklarından çivilenerek öldürülürdü.

çavuş

  • Vaktiyle divanlarda hükümdarların hizmetinde bulunan yaver veya muhzır gibi subaylara denilirdi. Tanzimattan evvelki Osmanlı saray teşkilatında çavuşlar, padişahın yaverleri ve çavuşbaşı mabeyn müşiri idi.
  • Onbaşıdan üstte ve assubaydan alttaki derecede olan asker.
  • İşçilerin b

cay-nişin

  • Yer tutan. Birinin yerine geçen. (Farsça)

caynişin / câynişîn / جاینشين

  • Birinin yerine geçen, halef. (Farsça)

cazibe kanunu

  • Madde âleminde geçerli olan Cenab-ı Hakk'ın tekvini bir kanunudur. Bu kanuna göre iki madde birbirini aralarındaki mesafe ile ters orantılı; kütle ve miktarlarıyla orantılı olarak çeker.

cazibekarane / câzibekârane

  • Çekici biri gibi.

cazz

  • Semiz,iri gövdeli adam.

cebbar / cebbâr / جَبَّارْ

  • Aşırı zor kullanan.

cebhe

  • Yüz, ön taraf. Harp sahası. Muharebe edilen yer.
  • Alın.
  • Bir binanın veya o cinsten bir şeyin ön tarafı.
  • Gökteki ayın menzillerinden birisinin ismi olup arslan suretinin cephesidir, dört yıldız arslan alnına benzetilmiştir.
  • Bir kavmin ve cemaatin seyyidi.

cebir

  • Zabtetmek. Zor. Kuvvet.
  • Bir şeyi ıslah ve tamir etmek, düzeltmek.
  • Bâtıl bir fırka.
  • Mat: Harflerle yapılan hesab.
  • Tıb: Fevkalâde ameliyat, kırık kemiği sarıp bütünlemek. Kırık veya çıkık uzva sarılan tahtalar.

cebire / cebîre

  • Çıkık veya kırık olan bir uzva sarılan tahtalar.
  • Kırık ve çıkığın iki yanına bağlanan tahtalar.

cebrail aleyhisselam / cebrâil aleyhisselâm

  • Dört büyük melekten biri. Peygamberlere vahy getirmek, onlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmekle vazîfeli melek. Buna Cibrîl, Rûh-ul-emîn, Rûh-ul-kuds, Nâmûs-ı ekber de denir.

cebri / cebrî

  • Zorla icra olunan, rızası olmadan zorla yaptırılan.
  • Cebriye fırkasından olan.

cebriyye

  • Hicrî birinci asrın sonlarında ve ikinci asrın başlarında Cehm bin Safvân tarafından ortaya çıkarılan bozuk yol. Buna mürcie fırkası da denir.

cedi

  • Güneş medarının oniki burcundan birisi. Oğlak burcu. (Güneşin cenuba doğru inişinin en aşağı derecesini bildirir.)
  • Keçinin erkek yavrusu, erkek oğlak.

cefaset

  • Hazımsızlık ıztırabı, sindirim zorluğu.

celb / جلب

  • Kendine çekme. (Arapça)
  • Celb edilmek: (Arapça)
  • Kendine çekilmek. (Arapça)
  • Yazı ile çağırılmak. (Arapça)
  • Celb etmek: (Arapça)
  • Kendine çekmek. (Arapça)
  • Yazı ile çağırmak. (Arapça)

celb-i maslahat

  • İyilik, dirlik ve düzeni sağlayıcı, fayda getirici.

celbname / celbnâme / جلب نامه

  • Çağırı mektubu. (Arapça - Farsça)

celde

  • Fık: Suç işleyen birisine kamçı veya değnekle bir vuruş.

cem edilen

  • Toplanan, bir araya getirilen.

cem'

  • (Çoğulu: Cümu) Hurmanın iyi olmayanı. Farklı şeyleri bir yere getirmek mânasına mastar.
  • Az olarak cemaat için isim olur.
  • Toplama. Bir yere getirme, biriktirme. Yığma.
  • Gr: Arabçada (ve tesniye olmayan dillerde) ikiden çok olan şeylere delâlet eden kelime. (Kitabın başı

cem'iyet

  • Tenasüp ve tezat gibi söz san'atları yoluyla birbirine uyan veya zıt olan sözleri bir arada bulundurma san'atı.

cem'iyyet-i akvam / cem'iyyet-i akvâm

  • (Milletler Cemiyeti) Birinci Dünya Savaşından sonra kurulan ilk Birleşmiş Milletler Cemiyetinin bizdeki adıdır.

cem-i ezdad

  • Birbirine zıd şeylerin bir arada bulunması.

cem-i mal

  • Mal biriktirme.

cem-i müennes

  • Gr: Müfredinin şeklini bozmadan sonundaki müennes alâmeti olan (e "t") kaldırılıp yerine (ât) getirilir. Müslime(t) : Müslimât gibi.

cem-i müzekker

  • Gr: Müfredinin şeklini bozmadan sonuna (în, ûn) getirilerek yapılan cemi: Müslimîn, müslimûn gibi.

cemaat

  • Topluluk. Bir yere toplanmış insanlar. Takım, bölük.
  • Fık: Bir imama uyup namaz kılan müslümanların heyeti. Bir mezhebe tâbi bir heyet teşkil eden ahali.
  • Aralarındaki münasebetleri din, örf ve âdetlere göre tanzim eden, akrabalık, komşuluk, hemşehrilik gibi rabıtalarla birbiri

cemaat-i hademe-i ehl-i hiref

  • Tar: Saray işlerini yapmakla vazifelendirilmiş sanatkârlar zümresi.

cemahir-i müttefika

  • Birbiriyle anlaşmış, ittifak etmiş devletler. Müttefik cumhuriyetler.

cemal-i hazin / cemâl-i hazîn

  • Şirin güzellik.

cemil

  • Güzel.
  • Cenab-ı Hakk'ın isimlerinden biri.

cemm

  • Çokluk. Mecmu.
  • Kuyuda biriken su.
  • Hırs ve tama ile mal biriktirmek.

cemre

  • Hacıların şeytan taşlarken attıkları taşlar veya bu taşların atıldığı yer. Çoğulu cimâr ve cemerât'tır. Minâ'da birbirlerine birer ok atımı mesâfede bulunan üç taş yığını vardır. Bunlardan birincisine Cemre-i ûlâ (birinci cemre), ikincisine Cemre-i vustâ (orta cemre) ve üçüncüsüne Cemre-i Akabe adı

cemre-i ula / cemre-i ulâ

  • Birinci cemre ki, havaya düşer.

cenah

  • Kanat, taraf, kısım. (Vicdanın ziyası ulum-u diniyyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacı ile hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassub, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder. Mün.)

cenani / cenanî

  • Kalbe âit ve müteallik olan. Kalben duyulan. (Arabça müfred, birinci şahıs sigası ile "kalbim" mânasınadır.)

cenb

  • Yan taraf. Koltuk altının aşağısı.
  • Def'etmek, kovmak.
  • Müştak olmak.
  • Bir yere gitmek için bir yere inmek.
  • Birisinin sevdiğinden dolayı kararsız ve muztarib bulunmak.
  • Büyük ve çok olan.
  • Engin taraf.
  • Şetmetmek, söğmek.

çenber

  • Daire, def ve kalbur gibi şeylerin tahtadan olan dairesi. (Farsça)
  • Fıçı ve tekerlek gibi şeylere takviye edip, dağılmalarını önlemek için etrafını çevirecek tarzda geçirilen demir veya tahta halka. (Farsça)
  • Başa ve boyna bağlanan yemeni. (Farsça)
  • Esirlik, bağlılık, kölelik. (Farsça)
  • Geo: Bir düz (Farsça)

çend

  • Kaç tâne? Ne kadar? (Farsça)
  • Birkaç. Üç-beş gibi adet. (Farsça)
  • Herhangi bir şeyin yüzde biri. (Farsça)

ceni / cenî

  • Devşirilmiş, koparılmış olan. Meyve toplanması ve alınması.

cennet-i furkan

  • Furkan cenneti; hak ile batılı birbirinden ayırt eden Kur'ân cenneti.

cerahat / cerâhat

  • Yaradan akan irin. Yaralı vücudda toplanan kandaki küreyvât-ı beyzâdan (ak yuvarlardan) mürekkeb kan. Yaradan akan beyaz akıcı cisim.
  • İrin, akıntı.

cerahor

  • Tar: Osmanlılarda ordu hizmetlerinde kullanılan Hıristiyanlara verilen isim.

cerame

  • Gövdeli olmak. Vücudu iri olmak.
  • Cesâmet.

cerbeze

  • İşleri incelemek, anlamak kuvvetini, lüzumsuz yerlerde kullanmak, ukalâlık etmek, gereksiz aklî yorumlarda bulunmak. Hikmetin aşırısı.

cercis

  • (A.S.) : (Circis) Taberi tarihine göre: İsâ Aleyhisselâmdan sonra gelmiş ve Filistinde yaşamış ve onun şeriatı ile amel etmiş olan bir peygamberdir. Yedi sene içersinde tebliğde bulunarak çok işkencelere maruz kalmış, müteaddid defalar öldürülmüş ve mu'cize ile dirilerek tekrar tebliğ vazifesine dev

cerda

  • Mahrum, çıplak.
  • Tüysüz, dazlak.
  • Çorak, verimsiz toprak, arazi.
  • Karıştırılmamış.

cereş

  • Bir şeyi iri dövme, iri öğütme.

cerez

  • Davarın art sinirinde olan bir hastalık.

cerh

  • Yara.
  • Baş ve yüzden başka uzuvlardan birisini yaralamak.
  • Bir kimseye söğmek. Taan etmek. Sözle gönül incitmek.
  • Birisinin fikrini çürütüp kabul etmemek.
  • Şahid, yalancı ve fâsık olduğundan dolayı mahkemede hâkimin şâhidin şehâdetini reddetmesi.
  • Kesb u kâ

ceriş

  • İri bulgur.
  • İri dövülmüş tuz.

çerkes

  • Kafkas kavimlerinden biri.
  • Bu kavme mensub olan kimse.

cesa

  • Bir kimsenin elinin, çalışmaktan dolayı iri ve katı olması.

cesamet / cesâmet / جسامت

  • İrilik. Büyük olma, cesim olma.
  • İrilik.
  • İrilik.
  • İrilik. (Arapça)

cesaret-i medeniye

  • Her türlü baskılara karşı çekinmeden hakikatı söylemek. Müsbet harekette korkmamak. Haklı olduğu bir mes'elede korku göstermemek. İçtimai münasebetlerde girişkenlik.

cesim / cesîm / جسيم

  • İri vücudlu.
  • Kebir. Ehemmiyetli. Büyük.
  • İri, kocaman.
  • İri.
  • İri, büyük. (Arapça)

cesimülcüsse / cesîmülcüsse / جسيم الجثه

  • İri yapılı, iriyarı. (Arapça)

çevgan

  • Cirit oyunlarında atlıların birbirlerine attıkları değnek. (Farsça)
  • Baston, ucu eğri değnek. (Farsça)

cevher-dar / cevher-dâr

  • Elmaslı. (Farsça)
  • Noktalı harf. Meselâ: Cim, şın harfleri gibi. (Farsça)
  • Eskiden kullanılmış tüfeklerden birinin ismi. (Farsça)
  • Siyah ve beyaz dalgalı, benekli kılıç. (Farsça)

ceza-üş şart

  • Şartın cevabı. Meselâ: Zeyd ayağa kalkarsa, ben de kalkarım cümlesindeki, "ben de kalkarım" ifadesi, birinci cümlenin cevabıdır.

cezmen

  • Kestirip atmak sûretiyle.

cezr

  • Kök, asıl, temel. Bünyâd.
  • Kesmek.
  • Mat: Kendi misline darbolunmakla (çarpılmakla) bir sayı meydana getiren rakam (Kare kök). Üç, dokuzun cezri'dir. Dokuz, üçün meczuru'dur.
  • Derya, deniz.
  • Arı kovanından bal almak.
  • Ay ve güneşin câzibesi te'siri ile deniz

ciba

  • Toplanmış, birikmiş su.

cibril

  • Dört büyük melekten biri, vahiy meleği olan Cebrail.

cidar

  • Duvar.
  • İki yeri birbirinden ayıran zar, perde.

çide

  • Devşirilmiş, toplanmış. (Farsça)

cihan-pesendane

  • Dünyaya meydan okuyarak kabul ettirir bir şekilde.

cihaz

  • Çeyiz ve avadanlık.
  • Cenazenin kaldırılması için gerekli olan eşya.
  • Âlet ve edevat.
  • Gelinin lüzumlu şeyleri. Çeyiz.
  • Cenazenin kaldırılması için lâzım olan eşya.

cihet-i ula / cihet-i ûlâ

  • Birinci yön.

cihet-i zahiri / cihet-i zahirî

  • İşin zahirî yönü, görünen kısım.

cild

  • Deri.
  • Meşin.
  • Kitab kabı.
  • (Masdar olarak) Kitabın dikilip kap geçirilmesi.
  • Bir büyük kitabın bölündüğü kısımların her biri.

çile

  • Eziyet. Sıkıntı. (Farsça)
  • İplik. (Farsça)
  • Yay kirişi. (Farsça)
  • Tas: Dervişlerin kapalı bir yere çekilerek ibadetle geçirdikleri kırk gün. (Farsça)

cilf

  • Boş küp.
  • Kırılmış, ufanmış köpek esfeli. Arı kovanı.
  • Kuru ekmek parçası. Kuru ekmek kenarı.
  • Yüzülüp karnı çıkmış ve başı ile ayağı kesilmiş koyun.
  • Her nesnenin parçası.
  • Hoyrat, kaba. Ayak takımından.

cilve / جلوه

  • Görünme. (Arapça)
  • Kırıtma. (Arapça)

cilveger / جلوه گر

  • Görünen. (Arapça - Farsça)
  • Kırıtan. (Arapça - Farsça)

cilvesaz / cilvesâz / جلوه ساز

  • Kırıtan, cilve yapan. (Arapça - Farsça)

cilz

  • Süngü demiri.
  • Kamçının ucundan tuttukları yer.

cim secavendi / cim secâvendi

  • Kur'ân-ı Kerim'deki durma yerlerinden biri. Bu secâvendde durmak veya geçmek caizdir.

çimengah / çimengâh

  • Çim ve çiçek ekip dikilen, yetiştirilen yer.

cimnastik

  • yun. Vücud organlarını alıştırıp kuvvetlendirmek için yapılan idman. Beden terbiyesi.

cimri

  • Hasis, varyemez, pinti. Elindeki mal veya parayı harcayamıyan ve türlü sıkıntılara katlanarak daha çok biriktirmeye çalışan kimse. Cimrilik, müsriflik (savurganlık) gibi İslâmda kötü huy olarak bilinir. Cömertlik ve tutumluluk ise övünülen ahlâkî vasıflardandır. Cömertlikte de ölçülü olmak tavsiye e (Farsça)

çin / çîn / چين

  • Kırışık. (Farsça)

çin-i cebin / çin-i cebîn / چِينِ جَبِينْ

  • Alın buruşuğu. Alın kırışığı.
  • Alın kırışıklığı.

cinas-ı nakıs / cinas-ı nâkıs

  • Edb: Cinaslı kelimelerin birinde veya birkaç harfin ziyade olması suretiyle yapılan cinas. (dem, âdem gibi.)

cirit

  • Düşmana atılmak üzere yapılmış ucu demirli, sert tahtadan kısa mızrak. Sulh zamanlarında talim mahiyetinde yapılan karşılaşmalara cirit oyunu denirdi. Türklerin makbul bir sporu idi.

çirk / چرک

  • Kir, pas, pislik, murdarlık, necaset.
  • Yarada olan irin ve kan.
  • Kir. (Farsça)
  • İrin. (Farsça)

çirkin

  • Güzel olmıyan. (Farsça)
  • Çok kirli. (Farsça)
  • Kanlı, irinli çıban veya yara. (Farsça)

cirye

  • Suyun akması ve şırıldaması.
  • Cereyan.

cism-i müebbed-i müşeyyed

  • Ebedleştirilmiş, sonsuzlaştırılmış sağlam cisim.

cıvata

  • Arkası iri başlı ve ucu somun geçmek üzere yivli vida. Başlıca potrelleri, demir ve tahtaları birbirine bağlamaya yarar.

ciyet

  • Bozulmuş, değişmiş olan su. Bir yere toplanıp birikmiş olan su.

conta

  • Birbirinin üzerine kapanan iki madeni parça arasında, açıklık kalmamasını te'min etmek için konulan karton, kösele, lâstik vs. şey.

cü'zer

  • (Çoğulu: Câzer) Geyik buzağısı.
  • Yaban sığırının buzağısı.

cübcübiyye

  • İşkembe yemeği. (Onu pişirip satana işkembeci mânâsına "cübcübî" derler.)

cuham

  • İnsanı zayıflatan ve gözleri irinleten bir hastalık.

cuki / cûkî

  • Hindistan'da yayılan ve bozuk bir yol olan Brahmanizmin, cûk denilen dört rûhânî sınıfından birine mensûb olan kimse. Hind kâfirlerinin dervişlerine verilen ad.

cülazi / cülazî

  • Kocaman ve kuvvetli. İriyarı.
  • Hâdim, hademe, hizmetkâr.
  • Kilise veya manastır uşağı.
  • Papaz veya keşiş.

cülube

  • Başka yerden satmaya getirilen şey.

cum'a

  • Toplanma.
  • Perşembeden sonraki gün. Müslümanların kudsî tâtil günü olup, o güne mahsus namazla mükelleftirler. Memur ve işçilerin cuma namazı vakti serbest bırakılmamaları din hürriyetine aykırıdır. Yahudiler ve hristiyanlar haftalık dinî törenleri için cumartesi ve pazar günü serbest

cüman

  • İri inci.

cumhur-u muhakkıkin / cumhûr-u muhakkıkîn

  • Hakikati araştırıp bulan kişilerden oluşan seçkin topluluk.

cumhuriyet

  • Devlet reisi, millet veya Millet Meclisleri tarafından seçilen hükümet şekli. Demokraside temsili hükûmet şekli. Halkın hür olarak seçtiği temsilciler (Millet vekilleri ve senatörler) aracılığı ile egemenliğini, (hâkimiyetini) kullanmasına dayanan hükûmet şekli. Cumhuriyetin birbirinden farklı üç ta

cümle-i ula / cümle-i ûlâ

  • Birinci cümle.
  • Birinci cümle. Evvelki cümle.

cümmel

  • (Cümel) Harflerin, sayı kıymetine göre hesaplanması. Ebced.
  • Bir kaç urganın birleştirilmesinden meydana gelmiş olan çok kalın gemi halatı.

cümmet

  • Suyun biriktiği yer.
  • Başta toplanan saç.
  • Omuzlara inen saç.

cümud-u baridi göstermek / cümud-u bâridi göstermek

  • Aşırı katı, soğuk tutum göstermek.

cürahüm

  • İri gövdeli davar.

cüraşe

  • Tuz döğülürken etrafına düşen iri parçalar.

cürcani / cürcanî

  • (Seyyid Şerif Ali Bin Muhammed) : (Hi: 760-830) Astarabad (Cürcan) civarında Tacu'da doğmuştur. Mısır'a giderek orada çeşitli âlimlerden ders okumuştur. Şiraz'da müderrislik yapmıştır. Sa'duddin-i Taftazanî ile kapanan Mütekaddimîn devrinden sonra açılan Müteahhirîn-i Ulemâ devrinin birincisi bu Sey

cüret-i teşebbüs

  • Girişimcilik; bir işi yapmak için cesaret etme.

cüsacis

  • Büyük deve.
  • Kılların veya otların sık ve çok olup birbirine karışması.

cüsse-dar / cüsse-dâr

  • İri yapılı, cüsseli kimse, irikıyım kişi. (Farsça)

cüsve

  • Bir yere biriktirilmiş taş.

cuyende

  • Arayıcı, araştırıcı, isteyen. (Farsça)

cüz

  • Kısım, parça. Bir şeyin bir parçası.
  • Kitab forması.
  • Küllün mukabili.
  • Kur'ân-ı Kerim'in otuzda bir parçası.
  • Kanaat. İktifâ eylemek.
  • Düğümü sağlam yapmak. Bir şeyi pekiştirip muhkem kılmak.
  • Kız evlâdı.

cüz' / جُزْؤْ

  • Bir bütünü meydana getiren parçalardan her biri.
  • Bütünü oluşturan parçalardan herbiri.

cüz'iyyat / cüz'iyyât

  • Fertler, bireyler, birimler.

cüz-ü hakikat-ı imaniye

  • İman hakikatinin bir parçası, iman esaslarının biri.

da'vat

  • (Tekili: Duâ) Duâlar, niyazlar, çağırışlar.

da'vet

  • Hak dîne çağırmak.
  • İkrâm etmek için çağırma çağırılma.

dabiret-ül insan / dâbiret-ül insan

  • İnsanın ökçe siniri.

dacic

  • Çağırış.
  • Sesi yükseltmek.

dafen

  • Kısa boylu, ahmak adam.
  • İri gövdeli ahmak kimse.

dagal

  • Hile. (Farsça)
  • Geçmez akçe, kalp para. (Farsça)
  • Hileci, hile yapan, dolandırıcı. (Farsça)
  • Çerçöp. (Farsça)

dağlama

  • Kızdırılmış mâdenle vücûdun bir yerini yakma.

dagul

  • Dolandırıcı, hileci, hile yapan. (Farsça)

dahamet / dahâmet

  • İrilik, kocamanlık, kabalık, vücutça büyük olmaklık.
  • Tıb: Hipertrophie.

dahamis

  • Bahadır, kahraman.
  • Karayağız, iri yapılı adam.

dahb

  • Bir şeyi ateşte kızdırıp pişirmek.

dahıke

  • (Çoğulu: Davâhık) Gülme ânında çıkan dört dişin birisi.

dahike

  • (Çoğulu: Davâhik) Azı dişlerinden her biri.

dahil / dahîl

  • Yabancı, sığınan, sığınmış. Muhacir.
  • Birisinin içyüzü, niyet ve mezhebi. Dâhil ve içerde. Birisinin bütün gizli ve sırlı işlerine vâkıf olan dost ve hemdemi.
  • Evvelâ alâkasız olup sonradan bir cemaate dâhil olan.
  • Edb: Başka bir dilden olup, sonradan diğer bir dile geçe

dahilek / dahîlek

  • Yalvarırım, sana sığınırım, sana güvenirim (meâlinde.)
  • Sana sığınırım.

dahm

  • İri, büyük, kocaman, cüsseli, kalın.

dai-yi sıdkı / dâî-yi sıdkı

  • Doğruluğun çağırıcısı, gerekçesi (Peygamber Efendimiz'in bir ismi de Dâî'dir).

daire

  • Resmi hükümet makamlarından her biri.
  • Yazıhane.
  • Büyük bir idare adamının makamı.
  • Ev veya apartman katı.
  • Bir manevi te'sirin hükmü geçtiği mahal.
  • Sınır içi.
  • Büro, büyük ev, konak.
  • Çember, düz yuvarlak şekil.
  • Mat: Merkezden aynı u

daire-i haşir ve neşr

  • Yeniden dirilip toplanma ve tekrar dağılıp yayılma sahası.

daire-i şeriat

  • Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin bulunduğu daire.

daiye / dâiye

  • Arzu, hırs, gerektirici sebep.

dakik

  • İnce, ufak, nâzik.
  • Toz haline getirilmiş şey, un.
  • Dikkatli ölçülü davranan titiz kimse.

dakika

  • Pek ince olan, zaman birimi.

dal

  • Kur'ân ve imân yolundan sapan. Dalâlete giden, azan.
  • Azdırıcı, sapkın.
  • Şaşkın.
  • "Yaban sediri" denen bir ot.

dalgakıran

  • Bir limandaki tekneleri dalgaların te'sirinden muhafaza etmek için denizde yapılan set. (Türkçe)

dalif

  • (Çoğulu: Düllef) Nişandan öteye düşen ok.
  • Ağır yük getirip adımlarını birbirine yakın atan adam.

dalkavukluk

  • Kendisine çıkar ve yarar sağlayacak olan kimselere aşırı bağlılık.

dall

  • Azan. Azıcı, azdırıcı. Dalalette olan.

dall-i bi-l işare

  • (Dâllibilişâre) Sözdeki mânanın işâretine göre delil olmak. Üç nevi delâletten biri ile sevkedildiği mânanın gayrisine yâni; söylenince maksud-u asli olmayan bir mânaya delâlet eden lâfızdır. Meselâ: "Cenab-ı Hak bey'i helâl, ribâyı haram kılmıştır." ibâresi, bey', yani alış-veriş ile ribâ (fâiz) ar

damime

  • (Çoğulu: Damâyim) Sonradan yapıştırılmış şey.

damız

  • Hayvan üretmeye mahsus dam. Hayvan yetiştirilecek ahır.

dang

  • Bir dirhemin altıda biri. (Farsça)

danık

  • (Çoğulu: Devânik) Bir dirhemin altıda biri ve iki kırât ağırlığı. (Her kırat beş arpa ağırlığıdır.)
  • Zayıf düşkün davar.

danik

  • Bir dirhemin dörtte biri.
  • Mangır.

dar-ül-celal / dâr-ül-celâl

  • Sekiz Cennet'in birincisidir.

dara'

  • Düz yer.
  • Birbirine girmiş olan sık bitmiş ağaçlar.

darbam

  • Direk, kiriş. (Farsça)

darir

  • (Çoğulu: Edirrâ) Kör, a'mâ.
  • Nefis.
  • Cismin bakiyyesi.
  • İri vücutlu fakir kişi.

darül hikmetil islamiye

  • (Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye) Bu teşkilât, son devirlerde gerek imparatorluk ve gerekse İslâm Aleminde ortaya çıkan bir takım dini mes'elelerin halli ve İslâma yapılan hücumların İslâm ahkâmına göre cevaplandırılması için 12 Ağustos 1334 (25 Ağustos 1918) tarihinde 5. Mehmed Reşat ve Şeyhülislâm Musa

darzem

  • Sütü az deve.
  • Çok ısırıcı olan yılan.

daş

  • İsimlerin sonlarına eklenerek eşlik, refakat ve ortaklık bildirir. Meselâ: Arka-daş : Refik.

davc

  • (Çoğulu: Edvâc) İki şeyin birbirine eğilip ulaşması.

daveri / dâverî

  • Hâkimlik, hükümdarlık. (Farsça)
  • Mahkeme ve dâvâ. (Farsça)
  • Kötü ile iyiyi birbirinden ayırt etme. (Farsça)
  • Kavga, mücadele. (Farsça)

dayfen

  • Misafiriyle gelen kişi.

debbağhane

  • Hayvan derilerinin kullanılacak duruma getirilme işleminin yapıldığı yer.

deccal / deccâl

  • Kıyâmetin büyük alâmetlerinden biri. Kıyâmete yakın çıkacağı bildirilen ve Îsâ aleyhisselâm ile hazret-i Mehdî tarafından öldürülecek olan zâlim.

def' / دفع

  • Uzaklaştırma. (Arapça)
  • Def' edilmek: (Arapça)
  • Uzaklaştırılmak. (Arapça)
  • Giderilmek. (Arapça)
  • Def' etmek: (Arapça)
  • Uzaklaştırmak. (Arapça)
  • Gidermek. (Arapça)

def'a-i ula / def'a-i ulâ

  • Birinci olarak, ilk defa.

def-i a'da / def-i a'dâ

  • Düşmanların uzaklaştırılması.

def-i beliyyat / def-i beliyyât

  • Belâların def edilmesi, uzaklaştırılması.

deffe

  • Yan, yüz.
  • Kitab cildinin iki tarafından herbiri.

defterdar

  • Defter tutan. Devletin gelir ve masraflarını tutan vazifeli memur. Eskiden Maliye Nâzırı bu nam ile anılırdı. Bir vilayetin maliye işlerine bakan memur.

dega

  • Hile, habislik, dolandırıcılık. (Farsça)
  • Hilekâr, dolandırıcı, habis. (Farsça)
  • Kalp para, bozuk akçe. (Farsça)

dehane

  • Küp, testi, fırın ve bunlara benzer şeylerin ağzı. (Farsça)

dehaz

  • Feryat, figan. Bağırıp çağırma. Yüksek sadâ ile medet isteme. (Farsça)

dehşet-i hücum

  • Dehşetli saldırı.

dek

  • Desise, hile, dolandırıcılık. (Farsça)
  • Sâil, dilenci. (Farsça)
  • Dilencilik. (Farsça)
  • Sağlam, metin, muhkem. (Farsça)
  • Çatma, tokuşma. (Farsça)

dekametre

  • yun. On metrelik uzunluk birimi.

dekar

  • Lât. Bin metrekarelik ölçü birimi.

delail-i mücesseme-i musattaha / delâil-i mücesseme-i musattaha

  • Bir satıh hâline getirilmiş cismânî deliller (düz bir kâğıt üzerine şekli çizilmiş deliller).

delil-i asli / delîl-i aslî

  • Din bilgilerinin kaynakları olan Kitâb, sünnet, icmâ ve kıyâstan her biri. Aslî delîl.

delil-i iknaiye / delil-i iknâiye

  • İkna edici, inandırıcı delil.

delil-i kat'i / delîl-i kat'î

  • Mânâsı açıkça anlaşılan âyet-i kerîme ve tevâtürle bildirilmiş olan hadîs-i şerîf. Bunlar, farzlar ile haramları bildirirler. Kesin delil.

delil-i zanni / delîl-i zannî

  • Mânâsı açıkça anlaşılmayan, tek bir mânâya, delâlet etmeyen âyet-i kerîme ve tek bir Sahâbî tarafından bildirilen, mânâsı açık hadîs-i şerîf.

dellal-ı vahdaniyet ve saadet / dellâl-ı vahdâniyet ve saadet

  • Allah'ın birliğine ve mutluluğa çağırıp ilân eden.

deluk

  • Dişleri kırılmış ve kütelmiş olan yaşlı deve.
  • Kınından çıkması kolay olan kılıç.

delv

  • (Delve) Kova. Su koyulan ve kuyudan su çekilen bakraç.
  • Oniki burçtan birinin adı.

deman

  • Heyecanlı. Hiddetli, hiddete kapılmış. (Farsça)
  • Vakit, zaman. An. (Farsça)
  • Bağırıp çağırma, feryat, figân. (Farsça)
  • Heybetli, güçlü, kuvvetli, azametli, cesim. (Farsça)
  • Kükremiş. (Farsça)

demende

  • Saldırıp kükreyen. (Farsça)
  • Üfleyen. (Farsça)

demne

  • Fırın ve ocak bacası. (Farsça)

dendan-ı seadet / dendân-ı seâdet

  • Peygamber efendimizin Uhud muhârebesinde şehîd olan, kırılan mübârek dişinin bir parçası.

dendene

  • Mırıltı, homurdanma. Ağır ağır, dudak kıpırtısıyla, yavaş yavaş söylenen söz. (Farsça)

deneycilik

  • (Ampirizm) Fels: İnsan zihninde mevcut her bilginin ve her düşüncenin kaynağı tecrübe (deney) olduğunu iddia eden felsefi görüş. Bu görüş, tecrübenin ehemmiyetini belirtirken aklın ve dinin rolünü inkâr ediyor. Tecrübe maddi dünyayı anlamak için gerekli ama, yeterli değildir. Tecrübe görüneni ve müş

denizli meyvesi

  • On Birinci Şuâ.

derc / درج

  • İçine alma, biriktirme. (Arapça)
  • Derc edilmek: İçine alınmak. (Arapça)
  • Derc etmek: İçine almak. (Arapça)

derc edilen

  • Yerleştirilen.

derebeyi

  • Ortaçağda kendi arazisi içindeki insanlara istedikleri gibi hükmeden, devamlı olarak birbirleriyle savaşan geniş toprak sahiplerinden her biri.
  • Mc: Asi, zorba.

derece

  • Gitgide yükselen durumların her biri, kerte.

derek

  • Urgan ucuna eklenip, kovanın kulpuna bağlanan ip parçası (urgan suya değmesin diye)
  • Kiriş uçlarında olan halka (yayın başlarına geçirirler.)

dereke

  • Aşağı inen basamak. Aşağı mertebe.
  • Sıfırın altındaki derece. Düşüklük.
  • Gitgide alçalan durumların her biri.

derem

  • Baldır etli olduğundan dolayı topuğun görünmeyip belirsiz olması ve sâir kemiklerin etlilikten belirmeyip örtülmesi.
  • Ağızdan dişlerin dökülüp yerini et bürüyüp belirsiz olması.
  • Davarın yavaş yürüyüp adımlarını birbirine yakın atması.

dereman

  • Kişinin adımlarının birbirine yakın olması. (O kimseye "dârim" derler).

dereziler / derezîler

  • Anuştekin ed-Derezî adlı bir bâtınî dâî (propagandacı) tarafından ortaya çıkarılan bozuk yol. Bunlar; Bâtıniyyeden ayrılarak ortaya çıkan, Fâtımî hükümdârı Hâkim bi-emrillah'ın ilâh olduğuna ve onun vezîri Hamza'nın imamlığına inanırlar. Kelimenin do ğrusu Derezî olup, yanlış olarak Dürzü denilmekte

dergah / dergâh

  • Makam, kapı girişi, eşik. Tasavvuf mektebi. Tasavvufta yetişmiş ve yetiştirebilen evliyâ zâtlar tarafından, talebelere, tasavvuf, İslâm ahlâkı ve diğer dînî ilimlerin ve zamânın fen ilimlerinin okutulduğu yer.
  • Cenâb-ı Hakk'ın rahmet kapısı.
  • (Der-geh) Cenab-ı Hakk'a ibadet edilen yer. (Farsça)
  • Büyük bir huzura girilecek kapı. Kapı. Padişahların kapısı. (Farsça)
  • Şeyhlerin tekkesi. (Farsça)

ders

  • Tenbih, tâlimat, vazife. Bir şeyi öğrenmek için muallim veya o işi iyi bilen birisinden azar azar alınan vazife.
  • Akıl.

desimetre

  • Metrenin onda birine eşit uzunluk birimi. (Fransızca)

dest-be-dest

  • Elden ele, el ele. (Farsça)
  • Peşin satış. (Farsça)
  • Birbirine bitişik olan. (Farsça)

deveran-ı umumi / deveran-ı umumî

  • Genel dönüş, akış; birinin diğerine sebep zannedilecek biçimde iki şeyin devamlı bir şekilde var ve yok sanılması.

devir / دَوِرْ

  • (Devr) (Çoğulu: Edvâr) Nakil. Birisinin uhdesinden diğerinin uhdesine geçirmek.
  • Bir şeyi sonuna kadar okuyup bitirmek. Geçmiş dersleri hatırlama.
  • Bir şeyin çevresinde dolaşmak. Dönme.
  • Seyahat. Bir memleketi dolaşmak.
  • Bir şeyin kendi mihveri üzerinde dönmesi.
  • İki şeyden herbirinin valığının diğerine dayanması.

devle

  • "Devlet" kelimesinin Arapça tabirlerde geçen bir şekli.
  • İki asker muharebe ettiklerinde birinin diğerine galip olması. (Düvlet malda; devlet harpte ve mertebede kullanılır.)

devr

  • Bir şeyi elden ele aktarma. Vefât eden bir müslümanın sağlığında kılamadığı namaz, tutamadığı oruç ve veremediği zekât gibi borçlardan kurtulması için birkaç fakirin kendilerine ölünün vasî veya velîsi tarafından verilen fidyeyi alıp, gönül rızâsıyla tekrar geri vermek sûretiyle yapılan muâmele.

devr-i batıl / devr-i bâtıl

  • Man: Kısır devir. Bir hükmü ikinci bir hüküm ile, bunu da birincisi ile isbatlamaya çalışma yolu.

devr-i bid'at

  • Dinde olmayıp sonradan dine aykırı ve zarar verici şekilde ortaya çıkan şeylerin çok olduğu zaman.

devriye

  • Dairesel, çember gibi; birbirinin yerini alma.

deyn

  • Borç, hazır ve mevcûd olmayan mal.
  • Hazır olmayıp, ayrı olarak bulunduğu yeri bildirilmeyen her türlü mal ile hazır ise de ayrı olarak gösterilmeyen kıyemî (çarşıda benzeri bulunmayan, bulunsa da fiyatları farklı olan) mal.
  • Zekât verecek kimsenin elinde, yanında olmayıp başkasında bul

deyyar / deyyâr

  • Bir kimse. Ehad.
  • Yurt sahibi birisi.
  • Manastır sahibi.
  • Manastır sahibi.
  • Biri, bir kimse, fert.

deyyus / deyyûs

  • Hanımının nâmussuzluğuna, ahlâksızlığına aldırış etmeyen, göz yuman kimse.

dibace / dîbâce / دیباجه

  • Giriş, önsöz. (Farsça)

dicac

  • Ummanda yetişen büyük bir dikenli ağacın suyudur ve sabun gibi kiri izâle eder.

dıdd

  • (Çoğulu: Ezdad) Mugâyir, aykırı.
  • Düşman.
  • Nazir, misil, benzer.

dıham

  • (Tekili: Dahm) Kalın ve iri olan şeyler.

dıhrıs

  • (Çoğulu: Dehâris) Terzilerin kullandığı tiriz denen cisim.

dıkak

  • Herşeyin ufalmışı, incesi, kırıntısı.
  • Şirden adı verilen bağırsak.

dikta

  • Lât. Diktatörlerin davranışları.
  • Hiç ses çıkarmadan yerine getirilecek emir.

diktatör

  • Mevcut kanunları çiğneyerek, örf ve adalet esaslarına aykırı olarak, devleti keyfine göre idare eden devlet adamı. Müstebid. (Fransızca)

dikte

  • Başkası tarafından yazılmak üzere söyleyip yazdırma. (Fransızca)
  • Karşı koymayacak olan birisine, aşırı arzu ve isteklerini bildirip kabul ettirme. (Fransızca)

dil

  • t. Lisan, zeban.
  • Ağızdaki tat alma duygusu ve konuşma uzvu.
  • İnsanların konuştukları lehçelerin her birisi. Lügat.
  • Muhtelif âlât ve edevâtın uzunca ve yassı, ekseriya oynak kısımları.
  • Coğ: Denizin içine uzanmış üstü düz mumluk, uzunca kara parçası.
  • Mc:

dil-aram / dil-ârâm

  • Gönül eğlendirici, kalbe rahatlık veren. Gönül okşayan. (Farsça)

dil-azurde

  • İncinmiş. Gönlü, kalbi kırılmış. (Farsça)

dil-harab

  • Gönlü yıkılmış, gönlü kırılmış. (Farsça)

dil-şiken

  • Can sıkıcı, kalb kırıcı. (Farsça)

dil-şikeste

  • Kalbi kırık, gönlü kırılmış olan. (Farsça)

dilazürde / dilâzürde / دل آزرده

  • Kalbi kırık. (Farsça)

dilşikeste / دل شكسته

  • Kalbi kırık. (Farsça)

dime

  • (Çoğulu: Diyem) Gündüz veya gecenin üçte biri miktarı ile tam gün kadar sürebilen, gürleme ve yıldırımı, olmayan yağmur.

din-i hıristiyani / din-i hıristiyanî

  • Hiristiyanlık dini.

din-i isevi / din-i isevî

  • Hıristiyanlık.

dinak

  • İri gövdeli, şişman kadın.

dinamik

  • yun. Cisimlerin hareketleriyle bunları meydana getiren sebebler arasındaki alâkayı araştıran mekanik ilminin bir kolu.
  • Hareket eden, durup dinlenmek bilmeyen, hareketli.
  • Fls: Sâbitin zıddı olarak bir kuvvet tesiriyle dâim hareket halinde bulunan ve bulunduran, bir değişmesi,

dinar

  • Yaklaşık olarak altın liranın dörtte biri değerinde olan eski bir para.

dirayet tefsiri / dirâyet tefsîri

  • Resûlullah'tan sallallahü aleyhi ve sellem gelen rivâyetler (açıklamalar) esas alınarak, Kur'ân-ı kerîmin lisan bilgilerine ve zamanın fen bilgilerine, aklî ilimlere göre yapılan açıklaması. Bu tefsîre ma'kul, re'y tefsîri ve te'vîl de denir.

dirdim

  • Ağzında dişleri kırılmış ve kütelmiş yaşlı deve.

dırefs

  • İpek.
  • Katı, sağlam nesne.
  • Büyük iri yapılı adam.
  • Büyük deve.

direktif

  • Yönlendirici emir.

dirhem

  • Eskiden kullanılan ve yaklaşık 3 gramlık ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi.
  • Okkanın dörtyüzde biri olan eski ağırlık ölçüsü.
  • Gümüş para.

diriğ / dirîğ / دریغ

  • Esirgeme. (Farsça)
  • Dirîğ etmek: Esirgemek. (Farsça)

dirine

  • (Bak: DİRİN)

diritnavt

  • Diritnot.
  • Düşman saldırılarına engel olmak için yapılan hareketli kale.

diritnot

  • (Diritnavt) ing. Büyük harp gemisi.

divan / dîvân / دیوان

  • Arap şiiri, Divan-ı Arab, Arab'ın şiir külliyatı.
  • Meclis. (Arapça)
  • Padişah meclisi. (Arapça)
  • Şairin şiirlerinin bir araya getirildiği eser. (Arapça)

divan-ı deavi nezareti / divan-ı deâvî nezareti

  • Çavuşbaşılığın kaldırıldığı 1836 (Hi: 1252) tarihinde bunun yerine kurulan daire. Fakat 1870 (Hi: 1287) tarihinde Adliye Nezareti'nin teşekkülü üzerine kaldırılmıştır.

diyanet ve şeriat-ı islamiye / diyanet ve şeriat-ı islâmiye

  • Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi; İslâmiyet.

diyanet ve şeriat-i islamiye / diyanet ve şeriat-i islâmiye

  • İslâm dini ve şeriatı; Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi, İslâm.

diyas

  • Ekini davar ayağı ile bastırıp çiğnetmek.
  • Kılıcı ruşen etmek, kılıcı parlatmak.

dominyon

  • ing. Büyük Britanya İmparatorluğu'nun, anavatanla aynı hakları olan deniz aşırı parçalarından beherine verilen isim.

dua

  • Allah'a (C.C.) karşı rağbet, niyaz, yalvarış, tazarru.
  • Salât, namaz.
  • Cenab-ı Hak'tan hayır ve rahmet dilemek. Allah'ın rızâsını, hidayet ve istikamete muvaffakiyyeti dilemek, yalvarmak.
  • Peygamber'e (A.S.M.) salavat getirmek.
  • Birisini çağırmak.
  • Birisini

duha vakti / duhâ vakti

  • Kuşluk vakti. Oruç zamânının yâni imsak ile iftar vakti arasındaki müddetin dörtte birinin tamam olmasından îtibâren başlayan vakit.

duhan-ı mübin

  • Aşikâre duman. (Bu duhan hakkında iki tefsir rivayet olunmaktadır. Birisi: İbn-i Mesud Hazretlerinden mervi olduğuna göre; şiddetli açlık ve kaht seneleridir. Çünkü çok aç olan kimseye, gerek gözlerinin za'fından ve gerek çok kuraklık ve kahtlık senelerinde havanın fenalığından, semâ dumanlı görünür

duhmesan

  • Kara yağız, iri yapılı adam.
  • Akılsız adam.

duhseman

  • Kara yağız, iri vücutlu adam.

duhul / duhûl / دخول

  • Giriş, içeri girme. (Arapça)
  • Duhûl etmek: Girmek, içeri girmek. (Arapça)

duhul ü huruc

  • İçeri girip çıkma.

duhul-i muzafferane / duhul-i muzafferâne

  • Muzafferce giriş.

duhuliye / duhûliye / دخوليه

  • Eskiden, satılmak üzere şehir ve kasabalara getirilen her cins ticaret malından alınan vergi.
  • Bir yere girmek için verilen para.
  • Giriş ücreti. (Arapça)

düldül

  • Peygamber Efendimize (a.s.m.) Mısır hükümdarınca hediye edilen katırın ismi.

dünyaperest

  • Dünyaya aşırı düşkün.

dünyaperver

  • Dünyaya aşırı derecede düşkün.

dünyevi haşir / dünyevî haşir

  • Büyük haşre örnek olarak bahar mevsiminde bitkilerin ve hayvanların dirilişi.

dürr-i şirab

  • İri, büyükçe inci.

dürrat

  • (Tekili: Dürre) Büyük, iri inci taneleri.

dürre / دره

  • İri inci. (Arapça)

dürüşt / درشت

  • Kaba. (Farsça)
  • İri. (Farsça)
  • Kalın. (Farsça)

düsür

  • (Tekili: Disar) Perçinler, halatlar, kenetler. Geminin tahtalarını birbirine bağlayan rabıtalar.

düvab

  • İşi birbirine ulaştırmak.

düvel-i mü'telife

  • Anlaşmış devletler. Birinci Cihan Harbinde: İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya.

düvvame

  • Çocukların çevirerek oynadığı bir fırıldak.

eariz

  • (Tekili: Aruz) Aruzlar, şiir vezinlerinden bahseden ses kalıpları. Şiirde beytin birinci mısraının son kısımları.

ebced

  • Arabça Eski Sâmi alfabesindeki harf sırasının sayı değerine göre tertiplenmesinden meydana gelen birinci kelime. Bu tertip İbrâni ve Süryâni Alfabesindeki harfleri içine alır. İbâredeki kelimelerin sırası ve harflerin rakam değerleri şu suretle gösterilmektedir (Ebced), (Hevvez), (Hutti), (Kelemen),
  • Arap harflerinin herbirisine rakam değeri verilerek yapılan yorum.

ebcel

  • Cüssesi büyük olan iri yapılı adam.
  • Atta ve devede bulunan bir damar. (İnsanda o damara, "ırk-ı ekhal" derler.)

ebdal / ebdâl

  • Bedeller. Dünyânın nizâmı, düzeni ile vazîfeli olup, Allahü teâlânın insanlardan gizlediği büyük zâtlar. Biri vefât edince, yerine başkası getirildiğinden bu isimle anılmışlardır. Bunlara Ricâlü'l-Gayb da denir.

ebed-perest

  • Sonsuzluğu aşırı seven.

ebedd

  • Gövdeli, iri cüsseli kimse. İki uyluğunun arası geniş ve etli olan kimse.

ebib

  • İri taneli yağmur.

ebil

  • Nasârâ rahibi ve ekâbiri.

ebu-d derda

  • Uveymir adı ile de meşhurdur. Ashab-ı kirâmın âlim ve hakîmlerindendi. Peygamberimiz: "Uveymir, Ümmetimin hakimlerindendir" buyurmuştur. Uhud'dan itibaren bütün muharebelerde bulunmuştur. 179 hadis rivâyet etmiştir. Hikmetli sözlerinden birisi şudur: "Âlim olmayınca insan müttaki olamaz, bir âlim âm

ebu-l ala-i maarri / ebu-l ala-i maarrî

  • (Mi: 973 - 1057) Kör olmasına rağmen hafızasının fevkalâdeliği ile tanınmış büyük Arap şairlerinden biridir ki, kasideleriyle meşhurdur.

ebu-l vakt

  • Vakit ve hâlin te'siri altında kalmıyanlar.

ebuü / ebûü

  • "İkrar ederim, sığınırım, itiraf ederim, tövbe ederim" mânasına fiildir.

ebva'

  • Medine-i Münevvere'ye bağlı olup, Mekke-i Mükerreme yolunda bir köyün adıdır. Medine'ye yirmiüç mil uzaklıktadır. Köyün üstünde dik ve kuru bir dağın adı da Ebvâ'dır. Bu köy iki şey ile meşhurdur. Biri: Peygamberimizin annesi Hz. Amine'nin kabri orada bulunmaktadır. İkincisi ise: Hicretin birinci se

echeliyet

  • Aşırı bilgisizlik.

ecil

  • İşini geriye bırakan, geciktiren.
  • Geciktirilen, geriye bırakılan şey.
  • Bir yerde birikip toplanmış su.

ecim

  • Bir şeye çok devam etmekten usanç gelme.
  • Suyun necis olup bozulması.
  • Birini istemediği hâle koymak.

ecma'

  • En toplu. Birikmiş. Ziyade birleşmiş.

ecr

  • (Çoğulu: Ücur) Bir iş, bir hizmet mukabilinde verilen şey.
  • Ahirete aid mükâfat, hayır ceza.
  • Ücret, mukabil, karşılık. Sevab.
  • Tıb: Kırılan bir uzvun sarılması.

ecr-i müsemma / ecr-i müsemmâ

  • Mukavele ve pazarlıkla kararlaştırılan ücret.

ecram-ı ulviye

  • Ulvi yıldızlar. Büyük cirimler.

ecsem

  • Cesim, pek iri, gövdesi büyük olan. İri yarı kişi.

ecza / eczâ

  • (Tekili: Cüz) Eczacılıkta kullanılan çeşitli maddeler.
  • Ciltlenmemiş kitab ve saire.
  • Cüz'ler, parçalar, kısımlar.
  • Bir kimyevi terkible vücuda gelip yanma hassası gibi böyle bir kuvvet ve te'siri haiz bulunan şey.

edeb

  • Güzel hallere ve huylara sâhib olma ve utanılacak hareketlerden sakınma, her hususta haddini bilip, sınırı gözetme hâli.
  • Namazda müstehab ve mendup olan şeyler.

edebiyat

  • Düşünce, duygu veya herhangi bir hakikatı veya herhangi bir fikri yazı veya sözle, manzum veya nesir halinde güzel şekilde ifâde san'atı. Bu san'atla uğraşan ilim kolu.
  • Edebiyata âit yazıları toplayan kitap.Edebiyatın sözlük anlamından biri de edebe, yani terbiyeye uygun söz söylemek

edebiyat-ı cedide

  • 1896 - 1901 tarihleri arasında Avrupa te'siri ile meydana gelen edebiyat cereyanına verilen isim. Yeni edebiyat. Servet-i Fünun Edebiyatına verilen ad.

edepşikenane / edepşikenâne

  • Edep kırıcı olarak.

edyan-ı mefsuha

  • Hükmü kaldırılmış eski dinler. Hıristiyanlık, Yahudilik gibi.

edyan-ı semaviyye / edyân-ı semaviyye

  • Semavî dinler. Musevîlik, Hıristiyanlık ve İslâm dinleri.

edyar

  • (Tekili: Deyr) Manastırlar, kilisler. Hıristiyanların ibadethâneleri.

ef'al-i acibe-i ilahiye / ef'âl-i acîbe-i ilâhiye

  • Cenab-ı Allah'ın şaşırtıcı ve hayret uyandırıcı harika fiilleri.

efanin

  • (Tekili: Üfnûn) Değişiklikler.
  • İşler, şartlar, hâller.
  • Sarmaşık gibi birbirine sarılmış sık ağaç dalları.

efavik

  • (Tekili: Fuvâk) Hıçkırıklar.

efgan

  • Acı ile bağırıp çağırmalar. Feryatlar ve istimdat. (Farsça)

efkar-ı fukara

  • Fakirlerin en fakiri, çok fakir.

efrahte

  • Yukarı kaldırılmış, yükseltilmiş, yükselmiş. (Farsça)

efraşte

  • Yükseltilmiş, yukarı kaldırılmış. (Farsça)

efza'

  • (Tekili: Fezâ) Korku ile bağırıp çağırmalar.

ehadis-i müteşabihe / ehâdîs-i müteşabihe

  • Çok mânâlara gelebilen ve bu mânâların arasında benzerlik olduğu için mânâları birbirine karıştırılan hadisler.

ehadü hüma

  • Onlardan biri. Her ikisinden biri.

ehl

  • Sahip, malik,
  • Maharetli, usta.
  • Bİr yerde oturan.
  • Karıkocadan herbiri.

ehl-i ifrat

  • Bir meselede aşırı gidenler, sınırı aşanlar.

ehl-i iltibas / اَهْلِ اِلْتِبَاسْ

  • Birbirinden ayıramayanlar.

ehl-i kitab / ehl-i kitâb

  • Hazret-i Îsâ veya Mûsâ aleyhimesselâmdan birine ve bunlara gönderilen kitâblara inanan kâfirler, yahûdîler ve hıristiyanlar.

ehl-i kitap

  • Kitap ehli; Allah'ın gönderdiği kitaplara inanan Hıristiyan ve Yahudiler.
  • Allah'ın gönderdiği kitaplara inananlar. Terim olarak yahudiler ve hıristiyanlar.

ehl-i kıyam

  • Ayaklananlar, ihtilal girişiminde bulunanlar, isyan edenler.

ehl-i riyazat / ehl-i riyâzât

  • Az gıda ile nefsin heveslerini kırıp, ilim ve ibâdetle meşgul olanlar.

ehl-i salib / ehl-i salîb

  • Haçlılar, hıristiyanlar.
  • Haç sâhipleri. Târihte papalığın teşvikiyle müslümanlara karşı birleşerek seferler tertipleyen, milyonlarca insanın canına kıyan, devletlerin yıkılmasına sebeb olan hıristiyan milletler topluluğu, haçlılar, hıristiyanlar.

ehl-i salip

  • Haçlılar, haçı kutsal sayan Hıristiyanlar.

ehl-i tabiat

  • Herşeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğine inananlar.

ehl-i tarik / ehl-i tarîk

  • Tasavvuf yollarından birine girmiş olan.

ehl-i tasavvuf

  • Tasavvuf ehli; kalbi dünyanın gelip geçici işlerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlayan tarikat ehli kimseler.

ehl-i tefrit

  • Tersine aşırı olanlar, bir meselede ortalamanın altında kalanlar.

ehl-i tenkit

  • Eleştirmenler, kritik ve eleştiri yapan kimseler.

ehl-i teslis

  • Allah'ı baba, oğul ve mukaddes ruh diye üçlü unsur olarak kabul eden Hıristiyanlar.

ehl-i vifak

  • Beğenilen işlerde birbirine muvafakat edip uyanlar, anlaşanlar.

ehl-i zimme

  • İslâm devleti uyruğu olan ve harac (vergi) veren Hıristiyan ve Yahudiler.

ehl-i zimmet

  • İslâm devletinin himaye ve tabiiyyetinde bulunan hıristiyanlar.
  • İslâm Devletinin tâbiiyetinden olan Hıristiyanlar. İslâm Devleti tarafından korunan müslümandan başka kimse. Zimmi.

ehlibida / ehlibidâ

  • Dine aykırı olanı dine sokanlar.

ehlikitab

  • İlâhî kitaplardan birine inanan.

ejderha

  • İri yılan.

ekanim-i selase / ekânim-i selâse

  • Hıristiyanların baba, oğul ve Ruhu'l-Kudüs'ten oluştuğuna inandıkları Allah. Allah, İsa, Ruhu'l-Kudüs üçlüsü.

ekber-ül kebair / ekber-ül kebâir

  • Kebâirin kebâiri. Büyüklerin en büyüğü. Büyük günahların en büyüğü.

eklektizm

  • yun. Fls: Birbirinden farklı görüşlerin bazı ortak taraflarını bulup uzlaştırıcı bir görüş ileri sürme.

ekliptik

  • Güneşin dünya etrafında yapmış olduğu zahirî hareketinde çiziyor gibi göründüğü yol.

ekonomi

  • yun. İktisad. Tutum. Geliri gideri hesaplıyarak lüzumsuz masrafı bırakıp artırmağa çalışmak. Ölçülü ve idâreli harcamak. İnsanların sınırsız olan ihtiyaçlarıyla bunları sağlamaya yarayacak sınırlı imkân ve vasıtalar arasında mümkün olan azami uygunluğu temin için (sağlamak için) yapılan çalışma ve f

ekran

  • Üzerine bir cismin hayalinin aksettirildiği saydam olmayan düz satıh.

eksibe

  • (Tekili: Kesib) Büyük çöllerde ve sahralarda, rüzgârın biriktirdikleri kum yığınları.

el-bab-ül evvel

  • Birinci kısım. İlk cüz. Birinci kapı.

el-eman / el-emân / اَلْاَمَانْ

  • Güven, af ve aman dileme ta'bîri.

el-fatiha

  • Kur'ân-ı Kerim'in birinci suresinin adı olup bu sureyi okumaya işâret için söylenir.

el-hayy

  • Diri ve devamlı hayat sâhibi. Zâtî hayat ile münferid, her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten Allah (C.C.)

el-iyazü billah / el-iyâzü billâh

  • Allah korusun, Allah'a sığınırım.

eleman

  • (Lât: Element) Unsur. Bileşik bir şeyi meydana getiren basit şeylerden biri. Bir bütünün parçaları.

elha

  • Malâyâni ve boş konuşan.
  • Dizlerinden biri diğerinden büyük olan deve.
  • Karnı sarkık olan. (Müennesi: Lahva)

elhan-ı şita

  • Cenab Şahâbeddin'in şöhret bulmuş olan bir kış şiiri. Kış nağmeleri.

elif

  • Birinci harf-i hecânın adı.
  • (Ülfet. den) : Bütün harflerle ülfet edebildiği için böyle isimlendirilmiştir. Ebcedî değeri de bire delâlet eder.

elips

  • Odaklar adı verilen sabit iki noktasından uzaklıkları toplamı sabit olan noktaların gösterdiği kapalı eğridir. Eğri ve kapalı bir geometrik şekildir. Karşılıklı iki tarafından genişlemiş bir çemberi andırır. (Fransızca)

eliyazübillah / elîyâzübillâh

  • Allaha sığınırız.

elmas-rize

  • Elmas kırıntısı, döküntüsü.

elsine-i muhtelife

  • Çeşitli ve birbirinden farklı diller.

elsine-i terkibiye

  • Birbirine eklenen kelimelerle konuşulan diller. Terkibli ifâdesi çok olan, Arabçaya uymayan lisanların hususiyeti. (Arabî Lisanına "Tasrifî" denilir. Çünkü aynı kökten kelimeler rahatlıkla yapılmaktadır. Arabçaya bu hususta yetişen başka bir lisan yoktur.)

eltaf-ı sübhaniye / eltâf-ı sübhâniye

  • Her türlü eksiklikten sonsuz derecede yüce olan Allah'ın lütufları, şirin ikramları.

elti

  • İki kardeş zevcelerinin her birine nisbetle diğeri. Bir kadının kaynının zevcesi. (Türkçe)

elyesa' aleyhisselam; / elyesa' aleyhisselâm;

  • İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. İlyâs aleyhisselâmdan sonra peygamber olarak gönderilmiş ve Mûsâ aleyhisselâmın dînini yaymakla vazîfelendirilmişti. İsmi Kur'ân-ı kerîmde bildirilmiştir.

emanet / emânet

  • Eminlik. İstikamet üzere bulunmak.
  • Birisine koruması için teslim edilen şey. Birisine bir şeyi koruması için teslim edilen şey. Birisine bir şeyi koruması için bırakma. Emniyet edilip inanılan şey.
  • Başkasının hukuku emniyet edilip, inanılabilen.
  • Osmanlılar Devrinde ba
  • Emîn, güvenilir olmak. Peygamberlerde bulunması lâzım olan yedi sıfattan biri.
  • Fıkıh ilminde, güvenilen kimseye bırakılan mal.

emanet-i hilafet / emanet-i hilâfet

  • Peygamberimizin (a.s.m.) vekili olarak Müslümanların din ve dünya işlerinin tedbirini gören genel başkanlık emaneti.

emarat-ı müteferrika

  • Birbirinden farklı emareler, ince deliller.

emhar

  • (Tekili: Mehr) Mehrler, nikâh bedelleri. Zevceynin ayrılmaları halinde kadına verilecek olan ve nikâhta kararlaştırılan para ve sair eşyalar.
  • (Mühür) Taylar, at yavruları.

emin / emîn

  • Kendisine güvenilen.
  • Peygamber efendimizin lakabı. Peygamber olduğu bildirilmeden önce de, Kureyş kabîlesi Resûlullah'a sallallahü aleyhi ve sellem çok güvenir, inanır ve; "Muhammed-ül-emîn" derlerdi.
  • Vücuttaki bütün âzâlarını İslâmiyete uygun şekilde ve uygun yerlerde kullan

emirname

  • Âmirin emri yazılı olan kağıt. Üst makamdan verilen emir kağıdı. (Farsça)

emn-ül-azl

  • Peygamberlere mahsûs sıfatlardan biri. Peygamberlerin peygamberlikten azl edilmemesi, atılmaması.

emniyet ve zabıta

  • Güvenlik güçleri, güvenlik birimleri.

emr-i rahmani / emr-i rahmânî

  • Rahmet ve merhameti sonsuz olan Allah tarafından bildirilen emir.

emsah

  • Yürürken uylukların birbirine sürtmesi.

emşak

  • Yürürken uylukların birbirine sürtmesi

emsal

  • (Tekili: Misâl) Denk. Benzer. Yaşları birbiriyle aynı olanlar.
  • Mat: Kat sayı.
  • (Mesel) Kıssalar, hikâyeler, romanlar, masallar, destanlar.

emyus

  • Anason dedikleri ot.
  • Kendisinden tuz meydana getirilen taş ki, Türkçe ona "tuz taşı" derler.

emzah

  • Yürürken uylukları birbirine sürüyüş.

Emzik / Bibs / Kidful

  • About Page template By Adobe Dreamweaver CC
    sample

    Bibs Kauçuk Emzik


    Söz konusu emzik olunca, BIBS Colour gerçek bir klasik. Yaklaşık 40 yıldır Danimarka'da tasarlanıp üretilen BIBS Colour emzikler, %100 doğal kauçuk ucuyla, hava akışı sağlayan delikleri ve cilt tahrişini önlemek için geliştirilen hafif eğimli yapısı ile gerçek bir efsane! BIBS Colour, yuvarlak ve yumuşak kauçuk uç kısmı ile anne memesine en yakın forma sahip olduğundan, çocuklar tarafından kolay kabul ediliyor. Anne memesini taklit ederek, emiş sırasında hava akışı sağlıyor. Ultra hafif ve sağlam yapısı ile bebeğinizi yormuyor. BPA, PVC ve phthalates gibi zararlı maddeler içermiyor ve dünyaca geçerli EN 1400 standardına göre üretiliyor. Hiçbir emzik markasında göremeyeceğiniz kadar fazla renk çeşitine sahip olan BIBS Colour, klasikleşen zamansız tasarımı ve elegant duruşu ile tasarım ve işlevselliği birleştiriyor. BIBS Colour, bir emzikten beklenen tüm detaylara sahip olmasının yanısıra; bir emzikten beklenmeyen güzellikte tasarımı ile, tüm dünyada hem anneleri hem çocukları kendine hayran bırakıyor…

    https://www.kidnkind.com/bibs

sample

Kidful Bitkisel Boyalı Emzik Askısı


KIDFUL Emzik Askıları, çocuk ürünlerinde kullanıma uygun olan, en kaliteli %100 gerçek deriler kullanılarak EN 12586 standartlarına göre üretilir. KIDFUL'un organik serisinde kullanılan boyalar tamamen bitkiseldir ve kimyasal madde içermez. KIDFUL'un özel olarak üretilen metal klipsi kurşun ve krom içermez. Metal klipsin kıyafetlere zarar vermemesi için, klips içerisinde plastik aparatı bulunur. KIDFUL emzik askısını, güçlü lastik ve güçlü bağlantı yapısı ile, uzun seneler yıpranma sorunu yaşamadan kullanabilirsiniz...
https://www.kidnkind.com/kidful


Kidnkind Emzik Anne Bebek ve Tekstil Ürünleri Ticaret Limited Şirketi


Web sitesi :www.kidnkind.com

Telefon : 0(216) 606 21 06

(www.kidnkind.com)

en'am / en'âm

  • Bazı Kur'an âyetlerinin veya sûrelerinin bir araya getirilmesiyle ortaya çıkarılan dua kitabı.

enase

  • Demirin yumuşak olması.

enbiya suresi / enbiyâ sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin yirmi birinci sûresi.

enbude

  • İstif edilmiş, katlanmış, nizamlanmış, nizama konmuş, devşirilmiş. (Farsça)

enbüre

  • Dere, çay. (Farsça)
  • Tüyü dökülmüş olan hayvan. (Farsça)
  • Dolap beygiri. (Farsça)
  • İşkembe. (Farsça)

enduhte

  • Biriktirmiş, biriktirilmiş. Kazanmış, kazanılmış, Hazırlanmış. (Farsça)
  • Ödenmiş. (Farsça)

enduz

  • Kazanan, elde eden, biriktiren, toplıyan mânalarına gelir ve kelimeleri sıfat yapar. (Farsça)

ene

  • Ben.
  • Gr: Birinci şahıs zamiri.

engihte

  • Yükseltilmiş, karıştırılmış, oynatılmış, koparılmış. (Farsça)

engizisyon

  • XVI. ve XVII. asırlarda Hristiyan Katolik Mezhebine âit kiliselerden alâkayı kesen veya Papa'ya karşı gelenlere yapılan -insanları arslanlara parçalatmak, fırında yakmak gibi- dehşetli işkenceler veya onları bu azaba mahkûm eden mahkemelere verilen isim. (Fransızca)
  • Çok ağır ve çok zâlimce cezây (Fransızca)
  • 16. ve 17. yüzyılda Hıristiyan Katolik mezhebinden ayrılan veya papaya karşı gelen kimselere karşı, arslana parçalatma, ateşte yakma gibi cezalar uygulayan mahkeme.

enne

  • Gr: Kat'iyyet bildirir ve kelimenin başına getirilir.

entimem

  • yun. Man: Mantıkta kısaltılmış kıyas şekli. Öncül veya had denilen ve bilinen kaziyelerden biri söylenmeden sonuca varmak. Örnek: (Orucu bozdu, o halde 61 gün keffareten oruç tutması gerekir.) Burada hadlerden biri (Orucu bozan, 61 gün keffareten oruç tutar), kaziyesi biliniyor kabul edilerek söylen

erba'in / erba'în

  • Kırk günlük riyâzet. Maddî bağları azaltıp, mânevî tarafı kuvvetlendirmek ve kalb aynasını parlatmak için, tasavvuf büyükleri tarafından konan usûllerden biri; kırk gün az yemek, az içmek, az konuşmak, çok ibâdet etmek. Buna çile de denir.

eriş

  • Sakatlanan bir uzuv için yaralayandan alınan şer'i diyet.
  • Satıldıktan sonra kusuru ve noksanları belli olan malın, kıymetinden bunun için indirilen miktar.

erkan ve ahkam-ı zaruriye / erkân ve ahkâm-ı zaruriye

  • İslâmın yerine getirilmesi zorunlu temel esasları ve hükümleri.

ermiya aleyhisselam / ermiyâ aleyhisselâm

  • İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Hârûn aleyhisselâmın neslindendir. Mûsâ aleyhisselâmın dîninin hükümlerini bildirmekle vazîfelendirilmişti.

erneb

  • Tavşan.
  • Kadın ziynetlerinden biri.
  • İri fare.

erşem

  • Yemeğin kokusundan iştahı gelep karnı acıkan (adam).
  • Vücuduna iğne batırıp çivit ile şekil veya resim yapan adam.

ervah

  • Halk içinde yürürken at üzerindeymiş gibi görünen uzun boylu kimse.
  • Adımları birbirine yakın olan.

erzen

  • Kendisinden sopa ve baston yapılan bir cins sağlam ağaç.
  • Şam darısı denen beyaz ve iri cins darı.

erzide

  • Pahası kesilmiş, kıymeti kararlaştırılmış, değeri belli edilmiş olan şey. (Farsça)

eş'ari / eş'arî

  • Ehl-i sünnet vel-cemâat yolunun iki büyük imâmından biri. Ebü'l-Hasen Ali bin İsmâil Eş'arî. 879 (H. 266) yılında Basra'da doğdu. 941 (H. 330) yılında Bağdâd'da vefât etti.
  • Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdını Ebü'l-Hasen Eş'arî hazretlerinin açıkladığı şekilde öğrenip inanan.

eş'iya

  • (A.S.) Beni-İsrail peygamberlerindendir. (M.Ö. 759-700) tarihlerine kadar Beni-İsrail arasında peygamberlik yapmış, birçok mucizeler göstermiştir. Zamanının padişahı tarafından takib ettirilerek bir ağaç oyuğunda gizli olduğu halde, ağaçla beraber biçki ile kesilerek şehid edilmiştir. 66 babdan ibar

esakk

  • Yürürken dizlerini birbirine vuran.

esaret-i nefis

  • Nefsin esareti; insanı daima kötülüğe, hazır zevk ve isteklere sevk eden duygunun esiri olma.

esatiz / esatîz

  • (Tekili: Esâtîze) : (Üstaz) Usta başıları. Bir işin tedbirinde, öğretilmesinde önderlik edenler.

esbab-ı mucibe

  • Gerektirici sebepler.

esbab-ı müşeddide

  • Kuvvetlendiren, artıran sebepler. Cezâ hukukunda; cezâyı ağırlaştıran kanuni veya takdiri sebepler. (Esbâb-ı muhaffifenin zıddıdır.)

esbab-ı nüzul / esbâb-ı nüzûl

  • İnmesinin sebebleri.
  • Kur'an-ı Kerim âyetlerinin gelmesine (Cebrail Aleyhisselâm vasıtası ile indirilmesine) sebeb olan hâdiseler.
  • Kur'ân-ı kerîm âyetlerinin, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimize indiriliş sebebleri.

escer

  • Kırmızı gözlü kimse.
  • Su biriken yer.

eser

  • Yapı, birinin meydana getirdiği şey.
  • Bir hususa dâir Peygamberimizden (A.S.M.) rivâyet bulunması. Sünen-i Resul.
  • Bir şeyin varlığına delâlet eden te'sir.
  • Meydana getirilen kitap. Kitap te'lifi.

eser-i cedid

  • Eskiden imâl edilen kâğıt cinslerinden birinin adı idi.

eshab-ı kehf / eshâb-ı kehf

  • Mağara arkadaşları; Îsâ aleyhisselâmdan sonra din düşmanları her tarafı kapladığı bir zamanda, dinlerini korumak için her şeylerini terk edip, hicret eden ve Efsûs (Tarsus)'daki mağarada bulunan yedi kişi ile Kıtmîr adındaki köpekleri. Kur'ân-ı kerîm de Kehf sûresinde kıssaları uzun bildirilmektedir

eshab-ı tahric / eshâb-ı tahrîc

  • Hanefî mezhebinde, kısa bildirilmiş olup, iki türlü anlaşılabilen hükümleri açıklayarak bir mânâsını seçen dördüncü tabaka âlimleri.

esir / esîr

  • Birbirine yakın olmak, mütekarib.
  • Köle. Savaşan iki taraftan birinin eline geçen karşı tarafa âit kimse.

esir-i harb

  • Harp esiri, harpte esir edilmiş olan.

eskaf

  • Uzun boylu, iri kimse.

eski harb-i umumi / eski harb-i umumî

  • Birinci Dünya Savaşı.

esma-i hüsna / esmâ-i hüsnâ

  • Güzel isimler. Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde bildirilen doksan dokuz ism-i şerîfi.

esnan

  • (Tekili: Sinn) Dişler.
  • Yaşlar. İnsanın doğduğu andan ölümüne kadar uzvî sîretinde birbirini takibeden muhtelif zamanlar. (Yâni: Tufuliyet, Sabavet, Şebabet, Kühûlet ve Şeyhuhet denilen zamanlar.)

esrar-keş

  • Esrar denen zehiri kullanan kimse. Esrar içen. (Farsça)

esrem

  • Kırık dişli, dişleri kırılmış veya dökülmüş olan kişi.

eşrem

  • Burnu yirik.
  • Üst dudağı yarık olan.

ess

  • Otun vaya saçın çok ve sık olup birbirine dolaşması.

estein / esteîn

  • Yardım isterim, istiâne ederim (meâlinde fiil olup, müfred birinci şahıstır.)

eşvak / eşvâk

  • Şevkler, aşırı istekler.

eşya-yı mütezad

  • Birbirine zıt şeyler.

etelan

  • Adım birbirine yakın olmak.

etenan

  • Adım birbirine yakın olmak.

ettehıyyatü / ettehıyyâtü

  • Namazların birinci ve ikinci oturuşlarında okunan duâ.

euzü billah / eûzü billâh

  • Allah'a sığınırım.

euzü billahi mineşşeytani vessiyase / eûzü billâhi mineşşeytâni vessiyâse

  • Şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah'a sığınırım.

evamir ve nevahi-i şer'iye / evâmir ve nevâhî-i şer'iye

  • İslâmın emir ve yasakları; Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklar.

evamir-i teşriiye / evâmir-i teşriiye

  • Allah'ın peygamberleri aracılığıyla insanlara bildirdiği ve yerine getirilmesini istediği emirler.

evhad / اوحد

  • Bir tane, biricik. (Arapça)

evk

  • (Çoğulu: Evâk) Ağırlık, yük.
  • İçinde su biriken çukur yer.

evkaf

  • (Tekili: Vakıf) Allah yoluna hizmet için verilip devamlı bırakılan şeyler. Sahibi tarafından şeriata uygun olarak bir hayır iş ve hasenata tahsis olunmuş mülk veya mallar.Osmanlı devletini asırlar boyu kuvvetli bir devlet olarak ayakta tutan kuruluşlardan biri de vakıftır. Osmanlı tarihini inceleyen

evla / evlâ

  • Daha iyi, birincisi, başta gelmesi lâzım geleni.
  • Birinci, başta gelen. En iyi.

evşal

  • (Tekili: Veşl) Damla damla akan su.
  • Birbiri ardınca katar gibi peşpeşe gelen kimseler.

evtad / evtâd

  • (Tekili: Veted) Direkler. Kazıklar.
  • Ricâlullahtan birine verilen isim.
  • Allahü teâlâ tarafından dünyânın nizâmiyle vazîfelendirilen dört büyük zât. Herkes tarafından bilinmedikleri için bunlara Ricâlü'l-Gayb da denir.

evvel

  • İlk, önce, birinci.

evvela / evvelâ

  • İlkönce, birinci olarak, herşeyden önce.
  • Birincisi, önce.

evvelen

  • Evvelâ, birinci, ilk olarak.
  • Evvelâ, birinci olarak.

evzak

  • İçinde su veya başka birşey biriken çukur yer.

eyke

  • Sık ve birbirine karışmış ağaç.
  • Yumuşak.
  • Ağaç bitiren bataklık.

eyne's-sera mine's-süreyya / eyne's-serâ mine's-süreyyâ

  • "Yer nerede, Ülker takım yıldızı nerede?" (birbirine zıt ve uzak şeyler için söylenir).

eyyam-ı nahr / eyyâm-ı nahr

  • Kurban kesme günleri. Kurban bayramında, kurbanın kesildiği birinci, ikinci ve üçüncü günler.

eyyam-ı şer'iye / eyyâm-ı şer'iye

  • Kur'ân'daki ölçülere uyan günler; gökyüzünde her cismin kendi etrafında dönmesiyle gün, bağlı olduğu sistem etrafında dönmesiyle de yine ona ait sene oluşur. Meselâ Sirius yıldızının bir günü ise bin senedir.

eyyam-ı teşrik

  • Kurban bayramının birinci gününden sonraki diğer üç güne verilen isimdir. Zilhiccenin 11, 12 ve 13 üncü günleridir. Birinci gününe "yevm-i nahr" (kurban günü) denir.

ez-zikr

  • Kur'ân-ı Kerim'in adlarından biri.

ezat

  • (Çoğulu: Üzâ-Ezy) İçinde su birikmiş çukur yer.

ezdad

  • Zıdlar. Mukabil ve muhalif olan şeyler. Birbirinin tersi veya zıddı olanlar.

ezlai / ezlaî

  • Uzunca ve iri olan şey.

ezum

  • Isırıcı, ısıran.

fa'faa

  • Çobanın koyunu çağırması. Çağırıp "fâfâ" demek.

fa-ül fiil

  • Gr: Bir fiilin aslî harflerinden birinci harfi.

fadile / fadîle

  • Peygamber efendimizin âhiretteki makamlarından biri.

fahiş / fâhiş / فاحش

  • Ahlâksız, aşırı.
  • Aşırı. (Arapça)
  • Büyük. çirkin, kötü. (Arapça)

fahl

  • İleri gelen. Üstün. Hatırı sayılır adam.
  • Erkek. (hayvan)
  • Aygır.
  • Beyitler, hadis-i şerifler, rivâyetler anlatan kimse.

faite / fâite

  • Gaflet, uyku, unutmak, hastalık, düşman korkusu gibi bir özürle kaçırılan farz veya vâcib namaz.

faiz / fâiz

  • Ödünç vermekte, rehnde (ipotek yâni ödenecek mal karşılığı olarak, bir malı, alacaklıda veya başka âdil bir kimsede emânet bırakmada) ve alış-verişte, alıcıdan veya vericiden birinin ötekine karşılıksız vermesi şart edilen fazla mal, para veya menfaa t. Ribâ.

fakih / fakîh

  • Fıkıh âlimi. Dînin amelî (yapılacak işlerle ilgili) hükümlerinde mütehassıs âlim. Çoğulu fukahâdır.
  • Müctehid. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilmemiş olan hükümleri, açık ve geniş olarak bildirilenlere benzeterek meydana çıkarabilen derin âlim. İctihâd derecesine

fakir

  • Biçâre, muhtaç, yoksul. İslâm dini, ev kirası, yiyecek, içecek, giyecek, ilaç, yakacak gibi zorunlu ihtiyaçları karşılandıktan sonra yılda 96 gram altın alabilecek kadar geliri olmayanları fakir sayar. Fakirlerden vergi alınmaz, İslâm devleti zorunlu ihtiyaçlarını karşılamada, tedavi, tahsil (öğreni

fakıra

  • Büyük musibet, zahmet, meşakkat. Dâhiye. Belleri kırıp parçalayan şiddet.

faktör

  • Bir neticeyi meydana getiren unsurlardan her birisi. Amil. (Fransızca)
  • Bir sonucu oluşturan unsurlardan her birisi.

fakülte

  • (Faculty) Üniversitelerin, ihtisas mevzuu bakımından ayrılmış kollarından her biri. (Fransızca)
  • Hassa, meleke, iktidar. Kabiliyet, kuvvet. (Fransızca)
  • Meleke, üniversitenin bölümlerinden her biri.

falaka

  • İki ucunda bir ipin iki uçları bağlı, bir sırıktan ibaret olan ceza âleti.

fanatik

  • Bir dinin veya mezhebin çok aşırı taraftarı olan. (Fransızca)
  • Aşırı taraftar.

fantaziye

  • yun. Yalandan gösteriş, boş debdebe. Zâhirî süs ve zinet. Lüzumlu ihtiyaçtan olmayan ve zevk için kullanılan pahalı eşya.
  • Aşırı süs ve lüks, yalandan gösteriş.

fantezi

  • Hayâl ürünü, aşırı süs.

farabi / farabî / farâbî

  • (Mi: 870-950) Aristo felsefesinin İslâm âleminde yayılmasına yol açmış bir filozoftur. Aristo'dan sonra gelen mânasına, kendisine Muallim-i Sâni nâmı verilmiştir. Eserlerinin İbn-i Sina üzerinde büyük te'siri vardır. "Kanun" denilen bir çalgı âletinin mucididir. Asıl adı Ebu Nâsır Muhammed'dir.
  • Aristonun tesirinde kalan bir filozof.

faraklit

  • İncilde mezkur olan Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ismidir. El-Faraklit, El-Baraklit de hamdeden, hak ile bâtılı birbirinden ayıran, fâruk, hakperest mânalarına gelir.

faraziye

  • (Hipotez) Var sayma, kabul. Bir hâdiseyi, bir olayı açıklamak, bir düşünceyi isbat etmek için isbatı yapılmamış başka düşünceleri dayanak olarak alma. Müsbet ilimlerde araştırmanın bir merhalesini meydana getirir. İncelenen hâdiseyi açıklaması muhtemel olan faraziyeler düşünülür. Faraziyenin doğrulu

farika / fârika

  • Ayırıcı özellik; birbirine benzememe özelliği.
  • Ayırıcı özellik.

farıka / fârıka / فارقه

  • Ayırıcı. (Arapça)

fariza / farîza

  • Namaz, oruç, zekât gibi kesin delil (mânâsı açık olan âyet-i kerîme) ile bildirilen emirler.
  • Miktârı bildirilen vârislerden her birine düşen hisse. Mîrâs payı.
  • Allah'ın emri, farz, vacip, gerek, vazife.
  • Mirasçılardan her birine şer'an düşen hisse, pay.

fart / فرط

  • İfrat, çok aşırı olmak. Aşırılık.
  • Acele etmek ve ansızın gelmek.
  • Yollara alamet olarak konulan işâret.
  • Aşırı, aşırılık. (Arapça)

fart-ı gayret

  • Gayrette aşırılık.

fart-ı merbutiyet

  • Aşırı bağlılık.

fart-ı muhabbet

  • Aşırı sevgi, ifrat derecesinde sevme.
  • Muhabbet ve sevgide aşırılık.

fart-ı şefkat

  • Aşırı şefkat ve acıma.

faruk / fâruk / fârûk

  • Hak ile bâtılı birbirinden ayıran. Haklıyı haksızı ayırmakta çok mâhir olan. (Hak ile bâtılı birbirinden tam ayırarak İslâmiyeti kabul ettiği ve islâm nurunu izhar ettiği ve imân ve küfrün arasını fark ve faslettiği için Hz. Peygamber (A.S.M.) tarafından Hz. Ömer'e (R.A.) bu isim verilmiştir.)
  • Haklıyı haksızı ayırmakta pek mahir olan. Hz. Ömer'in sıfatlarından biri.
  • "Doğru ile yanlışı birbirinden ayıran" mânâsına hazret-i Ömer'in lakabı.

faruk-u azam hazret-i ömer / faruk-u âzam hazret-i ömer

  • Hakla batılı birbirinden ayıranların en büyüğü olan Hz. Ömer.

farz-ı kifaye / farz-ı kifâye

  • Dinen mutlaka yerine getirilmesi gereken ancak bir kısım Müslümanın yapması ile diğerlerinin üzerinden düşen vazife, cenaze namazı kılmak gibi.

farz-ı zanni / farz-ı zannî

  • Müçtehidlerce kat'i bir delile yakın derecede kuvvetli görülen, zanni bir delil ile sâbit olan vazifedir ki, amel hususunda farz-ı kat'î kuvvetinde bulunur. Buna farz-ı amelî de denir. Meselâ: Abdestte mutlaka başı meshetmek bir farz-ı kat'îdir. Başın dörtte birini meshetmek bir farz-ı amelîdir.

fasda'

  • "Fe" takip edatından sonra fiilinin emr-i hâzırı.

fasete

  • Tıraş olunmuş elmasın yüzlerinden her biri. (Fransızca)

fasid daire / fâsid daire

  • Man: A yı B ile, B yi A ile ispat etmek. Bir düşünceyi isbat etmek için isbat edilmemiş başka bir düşünceyi delil olarak kullanmak ve bunu da isbat için isbatı istenen ilk düşünceyi doğru sayıp buna delil diye kullanmak. Yani isbat edilen ile isbat edeni birbirine delil saymak olup isabetsizdir.

fasikül

  • Bir kitabın ayrı bir kapak içinde satılan bölümlerinden her biri. (Fransızca)

fasıla-i saltanat / fâsıla-i saltanat

  • Yıldırım Bayezid'in Ankara savaşında Timur'a esir düşmesinden, Çelebi Mehmed'in pâdişah olmasına kadar geçen zaman.

fasl

  • (Fasıl) İki şey arasındaki ek yeri. Mafsal.
  • Hak söz. Hak ile bâtılın arasını fark ve temyiz ile olan hüküm ve kaza. (Buna "Faysal" da denir) Halletmek. Ayrılma. Çözme.
  • Bölüm.
  • Mevsim.
  • Aynı makamda çalınan şarkı.
  • Çocuğu memeden kesmek.
  • Birini zem

fasl-ı hitab / fasl-ı hitâb

  • İki söz arasını ayıran kelime veya isimlerden biri. Önsözden sonra asıl maksada giriş.
  • Fık: Şahitlerin gösterdiği delil veya yeminlerinden sonra hâkimin hükmetmesi.
  • Hakkı bâtıldan ayırarak, nizaı ayırt edip kesmek ve halletmek. Herşeyi kemal-i vüzuh ile fasledip hakikatını gö

fatanet

  • (Fetânet) Zihin açıklığı. Çabuk kavrayış ve anlayış. Sağlam anlayış. Fıtnetlik.
  • Müteyakkız oluş.
  • Peygamberlerin sıfatlarından biridir.

fatiha / fâtiha

  • Bir şeyin başlangıcı, ibtidası.
  • Mübaşeret. Başlamak.
  • Karar vermek.
  • Bir duânın sonunda veya duâya başlarken Fâtiha Suresini okumayı hatırlatan ifade.
  • Kur'an-ı Kerim'in birinci suresi.
  • Başlangıç, birinci sûre.

fatiha suresi / fâtiha sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin birinci sûresi.

favina / favîna

  • Ud-us salib dedikleri nesne ki iki sınıftır; biri erkek olup uzundur, biri dişidir ki ondan kısa olur ve ikisi de kafasızdır.

faz

  • Ardı ardına gelen değişikliklerin her biri. Safha. (Fransızca)

fe

  • (Buna ta'kib edâtı denir) "Sonra, hemen" mânalarını ifâde için fiillerin başına getirilen edât harfi. Bazan mecaz olarak vav yerinde de kullanılır.

feca

  • Kirişi çıkmış yay.

fecr-i haşir

  • Haşir sabahı; öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah'ın huzurunda toplanma sabahı.

fecr-i sadık / fecr-i sâdık

  • Sabaha karşı şark ufkunda yayılmaya başlayan beyaz bir aydınlık. Bunun mukabili birinci fecirdir ki, bir aydınlıktan sonra tekrar aydınlık gider. Bu birinci aydınlığa fecr-i kâzib denir. Sabah namazının vakti, fecr-i sâdıkta başlar.

fecva

  • Kirişi çıkmış ve ayrılmış olan yay.

fedh

  • Bir kimseyi borca sokmak.
  • Ağır işe giriftar etmek.

fehc

  • (Çoğulu: Efhac-Fahcâ) İnsanın veya hayvanın iki baldırının arası birbirine yakın olması.

felces

  • Haris kimse.
  • Baldırı ve mak'adı zayıf olan kadın.

felfel

  • İri gövdeli, semiz adam.

fely

  • Bit toplamak.
  • Şiirin ince mânâlarını çıkarmak.
  • Kesmek.
  • Kılıç ile vurmak.

fenafilihvan

  • (Fenâ fi-l-ihvân) Tefâni. Yani; kardeşlerin birbirinde fâni olması; kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyyât ve hissiyâtı ile fikren yaşaması. Samimi ihlâs üzerine müesses en yakın dostluk, en fedakâr ve en civanmert kardeşlik.

fenafirresul

  • (Fenâ fir-resul) Tas: Bütün varlığını Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) manevî şahsiyetinde yok etmek mânasına gelir. Hassaten, sünnî olan tarikat mensubuna göre Hz. Peygamber'in (A.S.M.) rivayet yolu ile nakledilen hadisleri ile beraber hareketlerini benimsemek ve O'na en küçük mes'elede aykırı hareke

fenn

  • Hüner. Mârifet.
  • San'at.
  • Tecrübe.
  • İlim.
  • Nevi, sınıf, çeşit, tabaka.
  • Türlü.
  • Fizik, kimya, biyoloji, matematik ilimlerinin umumi adı.
  • Tatbikat ve isbat ile meydana gelen ilim.
  • Birisini muamelede aldatmak.
  • Fend.
  • Borç

fer'

  • Şube, kol. İkinci derecede olan. Dal budak.
  • Bir aslın neticesi.
  • Bir cemaatın şerefli ve daha meşhuru.
  • Kazancı olan mukayyed mal. Hâzır ve muhâfaza altında olan.
  • Yükseğe çıkmak ve iki nizalı olanın arasına girip ıslah etmek.
  • Asıl mes'eleden kollara ayrı

ferahem

  • Toplu, devşirli. (Farsça)
  • Birikme, yığılma, toplanma. (Farsça)

ferdi / ferdî

  • Kur'ân'ın işaret ettiği şahıs, olay veya şahs-ı manevîlerin her biri.

ferid / ferîd / فرید

  • Biricik, tek. (Arapça)

ferid-i asru'z-zaman / ferîd-i asru'z-zamân

  • Asrın ve zamanın biricik, benzersiz insanı, doğrudan Kur'ân'a dayanan büyük kişisi.

ferid-i kevn ü zaman / ferîd-i kevn ü zaman

  • Bütün varlıkların en değerlisi ve bütün zamanlarda biricik ve tek olan.

ferik

  • İnsan topluluğu, cemaat.
  • Askerî kolordu kumandanı.
  • Körpe, buğday tanesinin yarı olgunu, firik.

ferman

  • Kesin emir, hüküm, bildiri.

fersah

  • Uzunluk ölçüsü birimidir, iki çeşittir: Deniz fersahı: 5555 m. Kara fersahı: 4444 m.
  • İki şey arasındaki açıklık.
  • Sükun ve hareket arasındaki vakit.
  • Zaman. Saat.
  • Dâimî ve çok olup aslâ kesilmeyen şey.

feryad / feryâd

  • Bağırıp çağırma. Yüksek sesle medet istemek. Figan. (Farsça)
  • Bağırıp çağırma.

feryad ü figan

  • Bağırıp çağırma, ağlayıp sızlama.

feryad u fizar / feryad u fîzar

  • Yüksek sesle bağırıp haykırmak, yardım istemek.

feryad-ı matem

  • Matem hâlinde derin üzüntülerin bağırıp çağırarak dile getirilmesi.

feşc

  • Ayağını ayırıp apışmak.

fesh

  • Bozmak. Hükümsüz bırakmak. Kaldırmak.
  • Zayıf olmak.
  • Bilmemek. Cehil.
  • Re'y ve tedbiri ifsad eylemek.
  • Zaif-ül akıl. Zaif-ül beden.
  • Tembellik yüzünden gayesine erişemeyen.
  • Unutmak.
  • Tıb: Beden âzalarının mafsallarını yerinden çıkarıp ayırmak

festemi'

  • (Fe-istemi') Dinle, işit (anlamında bir kelimedir.) (Fe) ile (İstemi') emr-i hazırından ibarettir.

fetanet / fetânet

  • Peygamberlerde bulunması lâzım olan sıfatlarından biri. Peygamberlerin; bütün insanların en akıllısı, en zekîsi ve en anlayışlısı olmaları.

feth

  • Açma, başlama.
  • Zaptetme. Ele geçirme. Zafer. Nusret.
  • Faydalı şeyleri elde etmek için yolları açmak. Muğlak şeyleri açmak. Bu iki suretle olur. Biri, basâr ile idrâk olunur. Gam ve kederi gidermek gibi. İkinci de: İki nevi olup birincisi; dünya işlerinde olur. Sürur vermekle g

feth-i mübin

  • Açık ve parlak zafer. Hakkı, bâtılın tahakkümünden kurtaran veya birbirine zıd olan hak ile batılın karışıklığını ayırarak hakkı galip kılan feth ve zafer Bu zafer, harp ile olabileceği gibi harpsiz de olur. (Hakikatın ve ilmin galebesi gibi.)Fetih suresinin birinci âyetinde geçen "Feth-i mübin"in i

fetişizm

  • Bazı eşyaları putlaştırıp aşırı düşkünlük gösterme.

fetk

  • Şak etme. Ayırma. Yarma. Yarılma.
  • Tıb: Dikilmiş bir şeyi söküp ayırmak.
  • Kasık yarığı, kasık zarının yarılması ile barsakların torba içine dolmasından ibaret sakatlık. Fıtık hastalığı.
  • Şafak sökmesi. Fecir ağarması.
  • Parçalanıp birbirine düşmüş cemaat.

fevait / fevâit

  • Kasten, bilerek terketmekle olmayıp, dînin kabûl ettiği herhangi bir sebeble, özürle kaçırılmış farz veya vâcib namazlar. Fâitenin çoğuludur.

fevak

  • İki sağım arasında devenin memesinde sütün birikmesi.
  • Rahat.
  • Rücu.
  • Uzun boyunlu bir nevi su kuşu.

fevatih / fevatîh

  • Başlangıçlar, girişler.

fevga'

  • İri vücutlu, şişman kadın.

fevkalhad

  • Sınırın üstünde.

fevziye

  • Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması üzerine II.Sultan Mahmud tarafından eski odalar mevkiine verilen isimdir. Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması esnasında, yeni odalar Kara Cehennem'in attığı yağlı paçavralarla yanmış, eski odalar da ocağın ilgasından birkaç gün sonra yıktırılmıştır. Gerek yanan ve gerekse

feza

  • (Efzâ) Artıran, ziyadeleştiren, çoğaltan (mânâlarına gelip, kelime sonlarına getirilerek birleşik kelime yapılır.) Meselâ: Can-feza : Can verici. Hayret-feza : Çok hayret verici. Ruh-feza : Ruh verici. (Farsça)

fi / fî

  • Arabçada harf-i cerrdir. Mekâna ve zamana âidiyyeti bildirir. Ta'lil için, isti'lâ için ve yine harf-i cerr olan "bâ, ilâ, min, maa" harflerinin yerine kullanılır. Geçen mef'ul ile gelecek fasıl arasında geçer. Te'kid mânası da vardı. Başka bir ifade ile kısaca (fî) : "İçinde, içine, hakkında, husus
  • İçinde - de.
  • Tarih bildirir.

fi-i maktu' / fî-i maktu'

  • Biçilmiş kıymet, kararlaştırılmış değer.

fida / fidâ

  • Bir esiri kurtarmak için verilen şey, fidye.

fidye

  • Herhangi bir farzından birini yerine getirmeye gücü olmayan bir kimsenin Cenâb-ı Hak'tan özür dilemek kasdı ile, verdiği para veya sadaka.
  • Esir veya kölelikten kurtulmak için verilen para.
  • Fık: Fakirin sabahlı akşamlı bir günlük yiyeceği.

fidye-i necat

  • Bir kimsenin esirlikten veya başına gelen bir belâdan kurtulmak için, kendisi veya kendi namına başkası tarafından mecburen verilen para vesaire hakkında kullanılan bir tabirdir. Tabirin karşılığı, can kurtarma akçası demektir.

figan / figân

  • Ağlayıp sızlama, bağırıp çağırma. (Farsça)

fiil

  • (Fi'l) Müessirin te'siri. Amel, iş.
  • Gr: Hâdiseye veya zamana delâlet eden kelime. (Sarf bilgisinde geniş izahı vardır.) Türkçede; gelme, gitme, yazma, okuma, gezme gibi kelimelere de fiil denir. (Fi'l diye de yazılır.)

fika / fîka

  • (C Efavık-Efvak) İki defa sütü sağmak arasında biriken süt.

fikr-i hiciv

  • Eleştiri düşüncesi.

fikr-i ruhbaniyet

  • Hıristiyanlık dininde Allah ile kullar arasında vasıta olarak ruhbanların bulunması gerektiğine dair düşünce.

fikr-i tenkit

  • Eleştiri düşüncesi.

fıkra

  • Yazıda bir bahis.
  • Parağraf.
  • Kanun maddelerinden her bir kısım.
  • Kısa haber.
  • Küçük hikâye.
  • Omurga kemiklerinin her biri.
  • Bend.
  • Kıssa.
  • Gazetelerde gündelik hâdiselerin kısaca yazılmış şekli.

fil

  • (Çoğulu: Efyal-Füyul) Daha ziyade Hindistan ve Asya gibi yerlerde bulunan iri vücudlu, hortumlu bir hayvan.

fimaba'd / fîmâba'd

  • Bundan sonra mânâsına gelen konuya giriş ifadesi.

firaşiyet

  • Karılık.
  • Fık: Birisinin karısı oluş. Zevciyet.

firavan

  • Bol, çok, ziyade, aşırı, fazla. (Farsça)

firib

  • Aldatıcı, aldatan, kandıran manasında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dil-firib : Gönül aldatan. Nazar-firib : Göz aldatan. (Farsça)

firifte / firîfte / فریفته

  • Kandırılmış, aldanmış, aldatılmış. (Farsça)
  • Aldanmış, aldatılmış. (Farsça)
  • Firîfte olmak: Aldanmak. (Farsça)

firistade

  • (Çoğulu: Firistâdegân) Elçi, gönderilmiş. (Farsça)
  • Peygamber. (Farsça)

firişte

  • (Çoğulu: Firiştegân) Mâsum, suçsuz, günahsız. (Farsça)
  • Melek. (Farsça)
  • Mc: İyi huylu kimse. (Farsça)

fırka-i dalle / fırka-i dâlle

  • Âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere kendi görüş ve akıllarına göre mânâ vererek, doğru yoldan ayrılıp dalâlete (yanlış ve bozuk yollara) sapmış fırkalardan her biri.

fırka-i naciye / fırka-i nâciye

  • Kurtuluş fırkası. Cehennem'den kurtulacağı bildirilen fırka. İslâm dîninde doğru îtikâd üzere olanlar. Peygamber efendimiz ve Eshâbının ve bu büyüklere tâbi olan Ehl-i sünnet âlimlerinin yolunda bulunanlar.

firşat

  • Genişlik, vüs'at.
  • İki ayağının arasını ayırıp genişletmek.

firuz abadi / firuz abadî

  • (Mecdüddin Muhammed) (Hi: 729 - 817) İran'ın Şiraz Eyâletinde Firuzâbad isimli beldenin Kâzrun kasabasında doğmuştur. Büyük âlimlerdendir. Yedi yaşında Kur'anı hıfzetmişlerdi. Çok seyahat etmiştir. Bursa'ya geldiğinde Yıldırım Bayezid Han tarafından kendisine fevkalâde ikrâm olundu. En meşhur eseri

fitil

  • Eskiden ağırlık ölçüsü olarak kullanılan dirhemin kesirlerinden biri. Dirhemin dörtte birine: denk; dengin dörtte birine: Kırat; Kıratın dörtte birine: Fitil denilir.
  • Eski Fitilli tüfeklerin namlusundaki baruta ateş vermek için kullanılan kükürtlü ip veya kaytan parçası.
  • Topa

fıtr bayramı

  • Müslümanların iki dînî bayramından birisi olan Ramazan bayramı.

fıtra

  • Fitre; ihtiyâcı olan eşyâdan ve borçlarından fazla olarak nisab (dinde zenginlik ölçüsü) miktârı malı, parası olan her hür müslümanın Ramazan bayramının birinci günü sabahı fakirlere vermekle yükümlü oldukları belli miktardaki buğday veya arpa yahut hurma veya kuru üzüm veya kıymetleri kadar altın v

forsa

  • Buharlı gemilerin icadından evvel yelkenli gemilerde kürek çekmeğe mahkum harp esirleri. Bunlar, kaçmamaları için birer ayakları güvertelere çakılı bulunurlardı. Ayaklarından bağlı olmaları münasebetiyle bunlara payzen namı da verilirdi. Bununla birlikte payzen tabiri, daha çok cürüm ve cinayet erba

fuak

  • Can çekişme.
  • Midenin çekilip toplanması.
  • Hıçkırık.

fücur / fücûr

  • Günahkarlık, zina, ahlâka aykırılık.

fuhş

  • Haddini aşma.
  • Kötülük, namusa aykırı hareket.
  • Edebe aykırı hareket, haram, zina.

fürce

  • Girilecek yer, delik.

furkan

  • Hak ile bâtılı birbirinden ayıran. İyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı farkedip ayıran.
  • Kur'an-ı Kerim.
  • Kur'an-ı Kerim'in 25. suresinin ismi.
  • Ayırt edici; hak ile bâtılı birbirinden ayıran Kur'ân.
  • Hak ile batılı ayırmak, iyi ile kötüyü ayırd etmek.
  • Kur'ân-ı Kerim'in adlarından biri.

furkan-ı celilüşşan / furkan-ı celîlüşşan

  • Doğru ile yanlışı birbirinden ayıran şanı ihtişamlı, görkemli olan Kur'ân.

furkan-ı hakim / furkân-ı hakîm

  • Hak ile bâtılı gayet hikmetli bir şekilde birbirinden ayıran Kur'ân.

furkan-ı ilahi / furkan-ı ilâhî

  • Allah tarafından gönderilen ve hak ile bâtılı birbirinden ayıran Kur'ân.

fursat

  • Müsait an, elverişli durum, uygun zaman, elden kaçırılmayacak faydalı hâl veya vakit. Nöbet.

füru

  • Aşağıda. Âciz. Beceriksiz. Geride kalmış... mânaları ifade eder, kelimenin önüne veya sonuna getirilerek ek olarak kullanılır. (Farsça)

füru-nihade

  • İndirilmiş, tenzil edilmiş. (Farsça)

fürun

  • Ekmekçi fırını.

fussilet suresi / fussilet sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin kırk birinci sûresi. Secde sûresi ve Hâ mîm de denir.

fustat

  • (Fistat) Göçebelerin kıldan yapılan çadırı. Büyük çadır.
  • Kapıya asılan perde.
  • Cemaat.

fütun

  • İmtihan ve tecrübe etmek.
  • Birbiri ardınca mihnete ve şiddete düşmek.

füvak

  • (Çoğulu: Efâvık) Hıçkırık.

füvk

  • (Çoğulu: Efvâk) Ok gezi.
  • Rum meliklerinden birinin adı.

fuzuli / fuzûlî

  • Büyük bir divan şairi.

füzuni / füzunî

  • Fazlalık, aşırılık, ziyadelik, çokluk. (Farsça)

gabane

  • Kişinin fikir ve tedbirinin zayıf ve eksik olması.

gabb

  • Sıtmanın gün aşırı tutması.

gaben

  • Rey ve tedbirin zayıf ve eksik olması.
  • Aldatma, aldanma, alıcı ve satıcıdan birinin diğerini aldatması.

gabise / gabîse

  • Keş ile karıştırılmış yağ.

gabn-ı fahiş / gabn-ı fâhiş

  • Bir alışverişde veyahut ticari anlaşmada taraflardan birisinin nisbetsiz şekilde fazla aldanması.

gadir / gadîr

  • Durgun su, gölcük, sel suyu birikintisi.

gadiri / gadirî

  • (Gadiriyye) Gölde yaşayan hayvan veya bitki.

gafak

  • Yağmurun yavaş yavaş yağması.GAFER (Gufâr)Ğ : Kadının baldırında, alnında veya başka yerinde olan kıl.

gafk

  • Hücum etmek, vurmak.
  • Birbiri ardınca cima etmek.

gafur / gafûr

  • Çok bağışlayan, çok affeden. (Allah'ın adlarından biri)

gaile açmak

  • Sıkıntılı ve uğraştırıcı bir şeyler ortaya çıkarmak.

galat-ı basar

  • Görme duyusunun yanılması. (Meselâ: Su içine batırılmış olan bir çubuğun, kırılmış gibi görünmesi.)

galat-ı şia

  • Şîa mezhebinin aşırı bir fırkası, grubu.

galiba / gâliba / غالبا

  • Sanırım, belki. (Arapça)

galil

  • (Çoğulu: Gılâl) Güneşin harareti.
  • Susuzluk harareti.
  • Kin, hased.
  • Devenin yulafına karıştırıp yedirdikleri hurma çekirdeği.

galle

  • Mahsul geliri. Ekin, irat, gelir.
  • Akarât kirası.
  • Hammaliye kirası.
  • Susamak.

galyot

  • Baş ve arka tarafları birbirinin aynı olan eski cins bir gemi.

gamara / gamârâ

  • Yahûdîlerin Tevrât'tan sonra mukaddes kitab saydıklarıTalmûd'un kısımlarından biri. Talmûd; Mişnâ ve Gamârâ olmak üzere iki kısımdır.

gamas

  • Göz pınarından akan irin ve çapak.

gamgama

  • Bağırtı, haykırış.

gammaz

  • Birisine iftira ederek zarar veren. Münafık, fitneci.
  • Adamın ayıplarını arayıp gizli şikâyet eden.
  • Tersane kethüdalarına mahsus altı çifte kayık.
  • "Gamz"dan. İftiracı, fitne koğucu. Birine iftira ederek zarar veren kimse.

gams

  • Suyu şiddetli içmek.
  • Bir şeyi hakir görmek, birisine iftira etmek.
  • Nimete şükretmemek.
  • Göz yummak.

ganaim-i bahriye

  • Harbte ele geçirilen düşman gemileriyle, bunlara ait her türlü levâzım ve eşyâlar.

ganimet

  • Savaşta düşmandan ele geçirilen değerli şeyler; büyük nimet.

ganyan

  • At yarışında birinci gelen. (Fransızca)

garabil

  • (Tekili: Gırbâl) Delikleri iri olan elekler, kalburlar.

gargara

  • Suyu, içilen ilâcı veya başka bir sıvıyı, boğazda oynatıp çalkalama.
  • Tavuk ve güvercinin ötmesi.
  • Can boğaza gelip tereddüt etmek.
  • Çömleğin kaynayıp fıkırdaması.
  • Çoban koyuna haykırıp çağırması.

garif / garîf

  • (Çoğulu: Guruf) Birbirine girmiş sık ve çok ağaç.

garik-ı rahmet / garîk-ı rahmet

  • Rahmete gark olan, rahmetin içine girip onda fâni olan.

gasase

  • (Gasis-Gususe) Davarın zayıf olması.
  • Sözün boş ve faydasız olması.
  • Yaradan irinin akması.

gaser

  • Rüzgârın çukur yere getirip yığdığı.

gasl

  • Yıkama. Gusül. Şartlarına uygun şeklide boy abdesti almak.
  • Birisini döğüp vücudunu acıtmak.
  • Yıkamak, yıkanmak. Ölünün cenâze namazı kılınmadan ve kefenlenmeden önce teneşir tahtası üzerinde, ayakları kıbleye gelecek şekilde sırt üstü yatırıp, göbeğinden dizlerine kadar bir örtü ile kapatılarak yıkanması.

gassak

  • Ehl-i cehennemin vücudundan akan irin.
  • Çok soğuk ve fenâ kokulu içilmez şey.

gats

  • Batırılma, daldırılma.
  • Batırma, daldırma.

gatt

  • Birbirine tâbi olmak.
  • Gizlemek.
  • Mükedder etmek, üzmek.
  • Suya dalmak.

gav-ı deşti / gâv-ı deştî

  • Yaban sığırı.

gavs

  • Yardım eden. Evliyâ arasında kullara yardımla vazîfelendirilen velî zât.
  • Abdülkadiri Geylanî hazretleri.

gavur / gâvur

  • Kâfir, Allah'ı veya Onun bildirdiği kesin olan şeylerden herhangi birini inkâr eden kimse.

gayb

  • Hazır olmama, gizli kalma. Hazır olmayan gizli kalan, görünmeyen.
  • Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerde bildirilmeyen, his organları, tecrübe ve hesâb ile anlaşılmayan gizli şeyler.
  • Akıl ve his (duyu) organları ile bilinemeyip, ancak peygamberlerin haber vermesi ile bilinen, Allahü teâ

gaye-i idhal

  • Yerleştirilme gayesi.

gayne

  • Aralarından su akamayan birbirine girmiş ve dolaşmış ağaçlar.

gayr

  • Diğer, başkası, mâadâ, âher, yabancı. (İstisnâ edâtıdır. Başlarına getirildiği kelimeyi nefy yapar.)

gayr-i kabil-i tebdil / gayr-i kâbil-i tebdil / غير قابل تبدیل

  • Değiştirilmez.

gayr-i kabil-i telif / gayr-i kâbil-i telif / غير قابل تأليف

  • Birleştirilemez, uzlaştırılamaz.

gayr-ı meşru

  • Helâl olmayan, dine aykırı.

gayr-i meşru / gayr-i meşrû

  • Helâl olmayan, dine aykırı.
  • Helâl olmayan, dine aykırı.

gayr-ı mümeyyiz

  • İyiyi ve kötüyü, doğruyu ve yanlışı birbirinden ayıramayan kimse; bunak veya küçük çocuk gibi.

gayr-ı münfek

  • Birbirinden ayrılması imkânsız.

gayya / gayyâ / غيا

  • Cehennemdeki kuyulardan birinin adı. (Arapça)

gazali / gazalî

  • Onyedinci asırda şiirleri ile tanınan Bursa'lı bir şâirin adıdır.

gazanfer

  • Kahraman.
  • İri arslan.
  • Kahraman, iri aslan.

gazel / غزل

  • Tek kişinin özel bir ahenkle okuduğu manzume. (Aşk ve nefis gibi hislere ait olup, anlamı dine aykırı olursa ve kadın sesi ile câiz değildir.)
  • Edb: Klâsik şark şiirlerinin en çok kullanılan ve (5-15) beyitlik şekil.
  • Sonbaharda ağaç üzerinde kuruyan yapraklar.
  • Ceylân.<
  • Lirik şiir. (Arapça)

gazelsera / gazelserâ / غزل سرا

  • Gazel şairi. (Arapça - Farsça)

ger

  • İsimlerin sonlarına eklenir ve yapıcılık bildirir bir edattır. Meselâ: Ahen-ger : f. Demirci. Zer-ger : f. Kuyumcu. (Farsça)

gerdena

  • Kuş veya kuzu çevirmesi. (Farsça)
  • Yürümeye yeni başlayan çocukları, yürümeye alıştırmak için yapılmış bir cins araba. (Farsça)
  • Kebap şişi. (Farsça)
  • Fırıldak, topaç. (Farsça)

gevedan

  • Çoğunlukla Van, Hakkari ve Şırnak illerinde yaşamakta olan aşiretlerden birisi.

geylani / geylanî

  • Seyyid Abdulkadir-i Geylanî, Gavs-ül A'zam, Gavs, Kutub gibi mecâzi nâm ile bilinen bu zât (Hi: 470-561) yılları arasında yaşamış ve Kadirî Tarikatının müessisidir. Müteaddid müridlerinden bir çoğu sonradan veli olarak meşhurdurlar. Derslerinin te'siriyle birçok Hristiyan ve Museviler Müslüman olmuş

geza

  • Isırıcı, ısıran. (Farsça)

gezide

  • Isırılmış, dişlenmiş. (Farsça)

gıbb

  • Nihayet, son, netice.
  • İki günde bir. Gün aşırı.
  • -den, -dan, sonra mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır.

gibet / gîbet

  • Bir kimsenin, yüzüne karşı söylendiği zaman hoşlanmayacağı, kalbinin kırılacağı bir sözünü, hâlini veya hareketini, arkasından, bulunmadığı yerde söylemek, hareketiyle göstermek veya îmâ etmek. Dedi-kodu.

gıbta-ferma / gıbta-fermâ

  • Gıpta verici, imrendirici. (Farsça)

gıbta-resa / gıbta-resâ

  • İmrendirici, gıpta ettirici. (Farsça)

gılab

  • Birbirine galip olmasını dilemek.

gıptakarane / gıptakârâne

  • İmrendirici bir şekilde.

gir / gîr

  • (Giriften) "Tutmak, yakalamak" mastarının emir köküdür. Türkçedeki: yapan, tutan, tutucu, dağılan, yayılan gibi mânalara gelir. Kelimenin sonuna eklenir. (Farsça)

gırajova ateşi

  • Tar: Eskiden kale müdafaalarında hücum edenlere karşı ve deniz savaşlarında düşman gemilerini tutuşturmak için kullanılan ve su ile sönmeyen bir cins ateş. Balmumu, kükürt, ispirto, kâfuru karmasından ibarettir. Bu ya doğrudan doğruya tutuşturulur veya buna batırılmış yuvarlak yün parçaları ateşlene

giran / girân / gîrân

  • Pahalı. Tartısı ağır olan. Ağır. Dolu. (Farsça)
  • Sert. Katı. (Farsça)
  • Bıktırıcı. Usandırıcı. (Farsça)
  • Ağır, sakil.
  • Fenâ, kokmuş.
  • Bıktırıcı, usandırıcı.
  • Ağır, bıktırıcı.

giran-sirişt

  • (Çoğulu: Giransiriştân) Tembel, ağır tabiatlı, ağır kanlı. (Farsça)

gırar

  • Devenin sütünün azalması.
  • Az uyku.
  • Miktar.
  • Cihet, Misâl.
  • Yol.
  • Birbiri ardınca olmak.
  • Her nesnenin kenarı.
  • Büyük kıl çuval.

gırbal

  • (Çoğulu: Garâbil) İri delikleri olan elek, kalbur.

girift

  • Yakalama, tutma. (Farsça)
  • Dolaşık. Birbiri içine girik. Girintili çıkıntılı, karışık. (Farsça)
  • Motifleri birbirine girik ve içiçe geçme olan tezyinat tarzı. Buna aynı zamanda arabesk de denilir. (Farsça)
  • Türk musikisinin nefesli sazlarından olup, bugün unutulmak üzeredir. Ney'e benzer. Girift ç (Farsça)
  • Karışık, girişik, çapraşık.

girifte-leb

  • (Çoğulu: Giriftelebân) Dudağı tutulmuş. (Farsça)
  • Mc: Sessiz, sakin (kimse). (Farsça)

girise

  • (Bak: GİRİS)

girit madalyası

  • Tar: Biri Sultan Aziz diğeri Sultan II.Abdülhamid devrinde olmak üzere ihdas olunan madalyalar. Her ikisinin de altun ve gümüş olmak üzere iki türlüsü vardı. Girit işinde hizmeti görünen devlet ricaline altun, ikinci derecedeki memurlarla halka, gümüş olanı verilirdi.

gıriv / gırîv / گریو

  • Haykırış, çığlık. (Farsça)

girizgah / girizgâh

  • Kaçacak yer, melce,
  • Giriş.
  • Giriş yeri.

gıslin / gıslîn

  • Yara yıkandığında içinden çıkan irinli ve kanlı su.
  • Cehennem ehlinin etleri ve kanlarının yıkandığı nesne.

gıybet / غِيْبَتْ

  • Arkadan çekiştirmek. Hazır olmayan birisinin aleyhine konuşmak. Birisinin gıyabında hoşuna gitmeyen bir şeyi söylemek.
  • Arkadan çekiştirmek; hazır olmayan birisinin aleyhinde hoşlanmayacağı şekilde konuşmak.
  • Orada bulunmayan biri hakkında onun hoşuna gitmeyecek şeyler söyleyip ileri geri konuşma.
  • Birinin ardından hoşlanmayacağı şekilde konuşma, çekiştirme, dedikodu.

goethe

  • Almanların ünlü şairi.

gözdağı

  • Mc: Birini istenilen yola getirmek için samimi olmayan şiddet gösterişleriyle korkutmak ve tehdit etmek. (Türkçe)

güfte

  • Her hangi bir makama göre bestelenen manzume.
  • Farsça "söylemek" demek olan "güften" mastarından gelen bu tabirin mânası, söylenmiş söz demektir.

gulamiye

  • Tar: Cizye ve diğer vergileri tahsil edenlerin topladıkları paraların hazine veznesine teslim edilişi esnasında cizye veya vergi harç pusulalarının her biri için kendilerine verilen tahsil âidatı.

gulat / gulât / غلات

  • Dinde aşırıya kaçanlar. (Arapça)

gulüvv

  • Ayaklanma. Taşkınlık.
  • Üşüşme. Hücum. Saldırış.
  • Edb: Mübalağanın son derecesi. Üçe ayrılan mübalağanın diğer iki derecesinden biri tebliğ, öteki iğraktır. Aşağıdaki parçada mübalağa gulüv derecesindedir: Gökler gürüldese, şimşekler çaksa Volkanlar fışkırsa, lâvları aksa,Kıyısı

gülve

  • Fırın bacası. (Farsça)

gümgeşt

  • Kaybolmuş, yitirilmiş. (Farsça)

gümüş kozak

  • Tar: Eskiden hükümdarlara gönderilen nâme-i hümayunların konulduğu mahfaza. Nameler atlas keseye konur, sonra da kozaya geçirilirdi. Kozakların gümüşten yapılmış olanları olduğu gibi altundan, şimşirden de yapılanları vardı. Altundan olanlar imparatorlara, gümüşten olanlar da küçük devlet reislerine

günah

  • Cezayı gerektiren amel. Dine aykırı iş. Allah'ın emirlerine uymayan hareket. (Farsça)

gunc

  • Eda, naz, kırıtma, cilve.

güncide / güncîde

  • Bir şey veya zarf içine sığmış olan. Sıkıştırılmış. (Farsça)

gürbüz

  • Yaşından fazla gösterişli, serpilmiş, vücutlu, genç irisi. (Farsça)
  • Cerbezeli. (Farsça)
  • Anlayışlı. İdrakli. (Farsça)
  • Kahraman, yiğit. (Farsça)

gureba-i yemin

  • İbrahim paşa, Galata ve Edirne saraylarından çıkanlarla, harpte fevkalâde yararlık gösteren yabancılar ve yeni Müslüman olmuşlardan teşkil olunan iki süvari bölüğünden birinin ismidir. Bu iki bölüğe birden "Gureba-i Yemin ve Yesar Bölükleri" denildiği gibi "Garip ve Yiğitler Bölükleri" veya "Aşağı B

gürizgah / gürizgâh

  • (Girizgâh) Kaçacak yer. (Farsça)
  • Edb: Bir bahisten diğer bahse, mukaddimeden maksada intikal için bir münasebet te'sis eden söz. Nedim'in:Bu şehr-i stanbul ki, bîmisl ü behadırBir sengine yekpâre Acem mülkü fedadırmatla'lı kasidesindeki:İstanbul'un evsafını mümkün mü beyan hiç Maksad hemen sa (Farsça)

gurm

  • Bir kimse üzerine eda edilmesi, yerine getirilmesi lâzımgelen şey. Borç ve diyet gibi. (Garâmet de olur)

gurre-i muharrem

  • Arabi aylardan olan Muharrem ayının birinci günü ve gecesi.

güsiste

  • Kopmuş, kırılmış. (Farsça)
  • Sökülmüş, çözülmüş, gevşemiş. (Farsça)

gusn-i meksur

  • Kırılmış dal.

güvariş

  • Sindirime yarıyan şeyler, hazme yardımı olan şeyler. (Farsça)

güzar

  • Geçiş, geçme. (Farsça)
  • Beceren, halleden, yapan. (Farsça)
  • Geçiren, geçirici mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dem-güzar : Zaman geçiren, vakit öldüren. (Farsça)

güzarende

  • Geçen, geçici. Geçiren, geçirici. (Farsça)

haber

  • Herhangi bir konuda alınan yazılı veya sözlü bilgi.
  • Sünnet, hadîs-i şerîf.
  • Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînden bildirilen söz.

haber-i beşaret / haber-i beşâret

  • Sevindirici, müjdeli haber.

haber-i mütevatir / haber-i mütevâtir

  • Yalan üzerinde ittifâk etmeleri (birleşmeleri) mümkün olmayan bir cemâat (topluluk) tarafından nakledilen, bildirilen haber, hadîs-i şerîf.

haber-i vahid / haber-i vâhid

  • Bir kişinin ettiği rivâyet, verdiği haber, hep bir kimse tarafınan fakat Peygamber efendimize kadar, rivâyet edenlerden (nakledenlerden) hiçbiri noksan olmayan hadîs-i şerîfler. Buna, haber-i âhad da denir.

habeş nasarası / habeş nasârâsı

  • Habeş Hıristiyanları.

habil

  • İlk insan Hz. Adem'in (A.S.) oğullarından birinin ismi.

hablü'l-metin-i milliyet / hablü'l-metîn-i milliyet

  • Kopmaz bir bağ ile insanları birbirine bağlayan milliyet, millî özellikler.

habname / hâbnâme / خواب نامه

  • Rüya tabiri kitabı. (Farsça)

habt

  • Şiddetli vurmak. Önünü görmeyerek körcesine basıp yürümek.
  • Yanılmak, unutmak, hatâ etmek.
  • Fesada vermek.
  • Hiç umulmayan birisinden yardım istemek.
  • Cin çarpmak.

habz

  • Ekmek pişirmek.
  • Ekmek vermek.
  • Sözü birbiri ardınca söyleyip yürümek.
  • Devenin ayağını yere vurması.

haç / hâç

  • Birbirini dik olarak kesen iki doğrunun meydana getirdiği, hıristiyanlık dîninin sembolü olarak kabûl edilen şekil. Buna salîb ve istavroz da denir.
  • Hıristiyanların sembolü olan şekil.

hacalet-aver / hacalet-âver

  • Utandırıcı. Utanç veren. (Farsça)

hacaletaver / hacâletâver

  • Utandırıcı.

hacc-ı kıran

  • Hac aylarından önce veya hac aylarında hac ile umrenin ikisi için birden ihrama girilip umre yapıldıktan sonra usulü dairesinde ifa edilen hacca denir. Bunu yapan kimseye "karin" denir.

hacc-ı temettu' / hacc-ı temettû'

  • Hac mevsiminde evvelâ umre için ihrama girilip umre yapıldıktan sonra; aynı mevsimde daha yurda, aile ocağına dönülmeden tekrar ihrama girilerek usulü dairesinde yapılan hacdır. Bunu yapan kimseye "mütemetti" denir.
  • Hac mevsiminde (Şevvâl, Zilkâde, Zilhicce aylarında) önce ömre için niyet edilerek ihrâma girilip ömre yapıldıktan sonra memleketine dönmeyerek, yeniden ihrâma girip hac yapmak. Bu haccı yapana mütemetti hacı denir.

hacer-ül esved

  • (El-Hacer-ül Esved) Kâbe'de bulunan meşhur siyah taş. Rengi siyah olduğundan "Esved" denmektedir. (İslâm Ansiklopedisi'ne göre: Kâbe'nin şark köşesinde olup, yerden bir buçuk metre yükseklikte kapıya yakın bir yerde yerleştirilmiş, üç büyük ve bir kaç tane de küçük parçadan müteşekkil ve gümüş bir h

haceru'l-esved

  • Kâbe'nin bir köşesinde yer alan ve Cennetten geldiği bildirilen siyah taş.

hacetaş / hâcetaş

  • Eskiden bir efendinin müteaddit kölelerinden her biri. (Farsça)

haclet-aver / haclet-âver

  • Utanç verici, utandırıcı. (Farsça)

haclet-dih

  • Utanç verici, utandırıcı. (Farsça)

haclet-engiz

  • Utandırıcı, sıkıltıcı. (Farsça)

haço

  • Ermeni isimlerinden biri.

hacr

  • (Hicr) Men'etmek. Birisine bir şeyi yasak etmek. Malını kullanmaktan men'etmek.
  • Kucak. Ağuş.

had

  • İslâmiyet'te miktârı kesin olarak bildirilen cezâ.

hadaik-ı hassa / hadaik-ı hâssa

  • Saray bahçeleri. Bunlar biri saray içinde, diğeri saray dışında olmak üzere iki kısımdı. Saray içindeki bahçe ve bostan işleriyle meşgul olanlara "Has Bahçe Bostancıları"; saray dışındakilere ise "Hassa Bostancıları" denilirdi. Saray dışı bahçe ve bostanların bazıları şunlardı: Kadıköy bağı, Davut P

hadalet

  • Baldırı ve kolu etli olma.

hadd ü payan / hadd ü pâyân

  • Ucu ve son sınırı.

hadd-i kemal / hadd-i kemâl

  • Olgunluk ve mükemmellik sınırı, seviyesi.

hadd-i şer'i / hadd-i şer'î

  • İşlenen suçlar için İslâmiyette miktarı kesin olarak bildirilen ceza.

hadd-i şeriat

  • Şeriatın sınırı.

hadd-i tam

  • Tam sınırında, derecesinde, kıvamında.

hadden tecavüz

  • Sınırı aşma.

haddibüluğ / haddibülûğ

  • Ergenlik sınırı.

haddinden geçirme

  • Sınırı aştırma, aşırıya götürme.

hadesten taharet / hadesten tahâret

  • Namaza başlamadan önce yerine getirilmesi gereken farzlardan biri. Abdesti olmayan kimsenin abdest alması, cünüb olanın, hayız ve nifas hâli sona eren kadının boy abdesti alması.

hadi / hadî

  • Birinci.
  • Mazluma yardım eden.
  • Deveyi şarkı söyleyerek süren.

hadi aşer / hadî aşer

  • Onbirinci.

hadid / hadîd

  • Dağ eteği.
  • İçinde yağmur suyu biriken alçak çukur.
  • Arz, yer, dünya.

hadim ağası

  • Erkekliği yok edilmiş olan. Böyle kimselere "Tavaşi" de denilirdi. Bu gibiler, yabancı erkekler için mahrem sayılan harem dairesine girip çıktıkları ve muhafaza ile beraber harem hizmetini de gördükleri için kendilerine "Hâdim Ağası" adı verilirdi.

hadim-i furkan / hâdim-i furkan

  • Hak ile batılı birbirinden ayıran Kur'ân-ı Kerimin hizmetkârı.

hadire / hadîre

  • Kalabalık olmayan topluluk.
  • Yaranın içinde toplanan kan ve irin.

hadis-i ahad / hadîs-i âhâd

  • Hep bir kimse tarafından rivâyet edilen, bildirilen, müsned-i muttasıl (Resûlullah efendimize varıncaya kadar, rivâyet edenlerden yâni nakledenlerden hiçbiri noksan olmayan) hadîs-i şerîfler.

hadis-i garib / hadîs-i garîb

  • Yalnız bir kişinin bildirdiği sahîh hadîs. Yahut, aradaki râvîlerden (nakledenlerden) birine, bir hadîs âliminin muhâlefet ettiği hadîs.

hadis-i mensuh / hadîs-i mensûh

  • Peygamber efendimiz tarafından ilk zamanda söylenip, sonra değiştirilen hadîsler.

hadis-i mevkuf / hadîs-i mevkûf

  • Eshâb-ı kirâma kadar râvîleri (nakledenleri) hep bildirilip, sahâbî olan râvînin, Resûl-i ekremden işittim demeyip, böyle buyurmuş dediği hadîs-i şerîfler.

hadis-i mevsul / hadîs-i mevsûl

  • Sahâbînin (Resûlullah efendimizin arkadaşları); "Resûlullah'tan işittim, böyle buyurdu" diyerek haber verdiği hadîs-i şerîfler. Bunda, Resûl-i ekreme kadar rivâyet edenlerin hiç birinde kesinti olmaz.

hadis-i muddarib / hadîs-i muddarib

  • Kitab yazanlara, çeşitli yollardan, birbirine uymayan şekilde bildirilen hadîs-i şerîfler.

hadis-i mürsel / hadîs-i mürsel

  • Sahâbe-i kirâmın ismi söylenmeyip, Tâbiîn'den (Sahâbeyi görenlerden) birinin, doğruca Resûl-i ekrem buyurdu ki dediği hadîs-i şerîfler.
  • Peygamberimiz'den (A.S.M.) işitildiği bildirilen hadis-i şerif.

hadis-i müsned-i münkatı' / hadîs-i müsned-i münkatı'

  • Sahâbîden başka bir veya birkaç râvîsi (nakledeni) bildirilmeyen hadîs-i şerîfler.

hadis-i müsned-i muttasıl / hadîs-i müsned-i muttasıl

  • Peygamber efendimize kadar râvîlerden (nakledenlerden) hiçbiri noksan olmayan hadîs-i şerîfler.

hadis-i mütevatir / hadîs-i mütevatir

  • Kizb üzerine ittifakları aklen tecviz olunmayan cemaatlerin birbirinden ve ilk cemaatin de bizzat Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmdan rivâyet ettiği Hadis-i şeriftir..

hadise-i muhammediye / hâdise-i muhammediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) peygamber olarak görevlendirilmesi.

hadise-i taarruziye / hâdise-i taarruziye

  • Taarruz, saldırı hâdisesi.

hadun

  • Memesinden biri diğerinden uzun olan koyun.

hafelleh

  • Ayaklarının uç kısmı birbirine yakın olup, ökçeleri uzak olan.

hafer

  • Çukurdan çıkartılan toprak.
  • Dişin çürümüş kısmı veya kiri.

hafi / hafî

  • Gizli, kapalı.
  • Usûl-i fıkıh ilminde, mânâsı açık olduğu hâlde söyleyenin maksadını ifâde etme husûsunda kapalı, gizli söz.
  • Tasavvufta âlem-i kebîrdeki beş latîfeden biri.

hafid / hâfid

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kıyâmet günü, yâni öldükten sonra mahlûkât (yaratılmışlar) diriltilip, herkes dünyâda iken yaptığının hesâbını verirken, kâfirleri ve kötü kimseleri en aşağı seviyeye indiren, huzûrunda düşmanl arının başlarını aşağı eğdiren.

hafiye

  • (Çoğulu: Havâfi) İnsan bedeninde gizli olan can.
  • Kuş kanadında ebâhirden sonra olan dört kısacık yeleklerin her birisi.
  • Gizli, mestur.
  • Biri hakkında gizlice bilgi toplayan kimse.

hafiz / hafîz

  • Hodbinliği, kibri, serkeşliği kırılmış kimse. Aşağı basılmış.

hafıza / hâfıza

  • Hıfz etme (ezberleme) ve hatırda tutma kuvveti. His organları ile duyulmayan fakat duyulanlardan çıkarılan mânâları saklayan mânevî duygu merkezlerinden biri.

hafs

  • Toplama, cem'etme. Biriktirme.

hafş

  • Celbetmek, çekmek.
  • Yeri kazıp oymak.
  • Birbiri ardınca tez tez gelmek.

hafsa

  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) zevcelerinden biri ve Hz. Ömer'in (R.A.) kızı.

hafz

  • Aşırı olmama hali.
  • Refah ve ferahlık. Huzur ve rahat.
  • Yavaş yavaş mülayim yürüyüş, itidal. Alçak.
  • Kelimenin son harfini esre, yâni "i" diye okumak.
  • Sözü boğaz içinden söylemek.

hah

  • (Hasten : "İstemek" mastarından yapılmıştır.) Kelimenin sonuna getirilerek isteyen, ister mânasında terkib yapılır. Meselâ: Bed-hah : Kötülük isteyen. (Farsça)

hain / hâin

  • Birine kendini emin (güvenilir) tanıttıktan sonra o emniyeti, güveni bozacak iş yapan. Eminin zıddı.

hakaik-i latife / hakaik-i lâtife

  • Tatlı, şirin hakikatlar, ince mânâlı gerçekler.

hakem

  • İki tarafın, hükmüne rızâ göstermek için seçtikleri kimse. Haklı ile haksızın ayrılmasında aracılık eden kimse.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından; hükmedici, hak ile bâtılı ayırıcı.

hakikat-i furkaniye

  • Hak ile batılı birbirinden ayıran Kur'ân'ın gerçeği, öz mânâsı.

hakikat-i mutlaka

  • Bir sınırı olmayan sınırsız hakikat, gerçek.

hakim / hâkim

  • Haklı ve haksızı ayırıp, hak ve adâlet üzere hükmeden, karar veren.
  • Galib. Haklı ve haksızı ayırıp hak ve adalet üzere hükmeden. Başkasını müdahale ettirmeden idare eden, Allah (C.C.)
  • Memleketi idare eden.
  • Mahkeme reisi. (Hâkim-i Hakikî, Hâkim-i Ezelî, Hâkim-i Mutlak, Hâkim-i Zülcelâl, Hâkim-i Lemyezel... gibi isimlerle, Cenab-ı Hakk'a âit ol

hakir kalb / hakîr kalb

  • Bir tevazu ifadesi olarak, bu fakirin ehemmiyetsiz, kıymetsiz kalbi mânâsında kullanılan bir deyim.

hakk

  • Doğruluk, insaf, hak. (Allah'ın isimlerinden biri)

hakperestane / hakperestâne

  • Hakka pek düşkün biri gibi.

hal' / خلع

  • Tahttan indirme. (Arapça)
  • Hal'edilmek: Tahttan indirilmek. (Arapça)
  • Hal'etmek: Tahttan indirmek. (Arapça)

hal' edilme

  • Hükümdarın tahttan indirilmesi.
  • Boşanmış olmak.
  • Kovulmuş olmak.

halal / halâl

  • Yasak edilmiş olmayan, yâhut yasak edilmiş ise de, İslâmiyet'in özr, mâni ve mecbûriyet saydığı sebeblerden birisi ile yasaklığı kaldırılmış olan şeyler.

halavet / halâvet

  • Tatlılık. Şirin olmak.
  • Şirinlik, tatlılık, hoşluk.
  • Tatlılık, şirinlik.
  • Zevk.
  • Tatlılık, şirinlik.

halb

  • Parçalama, pençeleme.
  • Birinin aklını başından alma.

halef / خَلَفْ

  • Birinin yerine sonradan geçen kimse. Babadan sonra kalan oğul.
  • Birinden sonra gelip onun yerine geçen kimse, ardıl.
  • Birinin yerine geçen.
  • Birinin yerine geçen.

halefiyyet

  • Haleflik, birinin yerine geçmiş olma.

halet-i ruhaniye / hâlet-i ruhaniye

  • Ruhî haller, ruhen girilen haller.

halide

  • Saplanmış, dürterek bastırılmış. (Farsça)

halif

  • Yemin ederek sözleşenlerden herbirisi.
  • İki dağ arasındaki yol.
  • Eski elbise.
  • Arkadan gelen. Sonradan gelen. Birinin yerine geçen.

halife / halîfe

  • Yeryüzünde Allah'ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan.
  • Birinin yerine geçen.
  • Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vekîlî ve yeryüzündeki bütün müslümanların reîsi (başı).
  • Bir tasavvuf büyüğünün yetiştirip, hayâtında veya vefâtından sonra insanları terbiye etmek ve talebe yetiştirmekle vazîfelendirdiği talebesi.

halk-ı dü cihan

  • İki cihanın halkı, ölüler ve diriler.
  • İki cihanın halkı.
  • Ölülerle diriler.

halk-ı ef'al / halk-ı ef'âl

  • Mu'tezile fırkasının bir tabiridir. Hayvan ve insanların, kendi fiillerinin hakiki müessiri olduğunu iddia etmelerine verilen isimdir. (Bu iddiâlarını Ehl-i Sünnet ulemâsı müsbet delillerle reddetmiştir.)

halk-ı ezdad

  • Birbirine zıd halleri bir şeyde yaratmak. Meselâ: Bir zerrede hem def edici hem de cezb edici (çekici) kuvvetin bulunmasını yaratmak.

halvet der-encümen

  • Nakşibendiyye yolunda on bir esastan biri. Halk içinde Hak ile (Allahü teâlâ ile) olmak.

halvetgah / halvetgâh

  • Tek başına oturup ibadetle vakit geçirilen yer. (Farsça)
  • Halvet yeri. Gizli olarak görüşülecek yer. (Farsça)

halvethane / halvethâne

  • Çilehâne. Tasavvuf yolunda olgunlaşmak ve ilerlemek için belli bir müddet kendi hâlinde yalnız kalınan ve ibâdetle vakit geçirilen yer.

ham madde

  • Bir şeyin meydana getirilmesi için işlenilen ana maddelerden her biri.

haman / hâmân

  • Peygamber Hz. Musa (A.S.) zamanındaki Mısır Fir'avununun vezirinin ismi.
  • Firavunun veziri.

hamase / hamâse / حماسه

  • Kahramanlık şiiri. (Arapça)

hamaset / hamâset / حماست

  • Kahramanlık şiiri, hamase. (Arapça)

hamdele

  • "Elhamdülillah" demenin kısaca ismi. Bu sözün masdar haline getirilip kısaltılması.

hamel

  • Kuzu.
  • Ast: Burçlardan birinin adıdır. Bu burcu teşkil eden yıldızlar kuzuya benzediği için arapça kuzu demek olan hamel denilmiştir. Güneş bu burca 21 Mart'ta girer ve gece ile gündüz bir olur.

hamelat / hamelât / حملات

  • (Tekili: Hamle) Saldırışlar, saldırmalar.
  • Atılmalar, atılışlar.
  • Saldırılar, hamleler. (Arapça)

hamil / hamîl

  • Kefil.
  • Başka yerden getirilen oğlan.

hamile / hamîle

  • Sıklığından dolayı birbirine girmiş olan ağaçlar.
  • Ağaç ve ot bitmiş kumlu yer.
  • Döşek çarşafı.

hamise / hâmise

  • Râbianın altmışta biri.

hamle / حمله

  • Hücum etme. Atılış, saldırış. Savlet.
  • Saldırı. (Arapça)
  • Atak. (Arapça)

hamledilme

  • Yüklenme, dayandırılma.

hammamiyye

  • Edb: Divan Edebiyatında giriş kısmı hamam eğlencesi tasvirine tahsis olunan kaside.

hamr

  • Ekşi. Şarap. İçki olup sarhoşluk veren şey.
  • Birine bâde içirmek.
  • Bir hususu söylemeyip setreylemek. Ketmeylemek.

hamş

  • Baldırı ince olan.

hamtar

  • Dolu kırba.
  • Yay kirişi.

hamuşane

  • Sessizce, ses çıkarmadan. Sessizliği andırır bir şekilde. (Farsça)

hamza

  • Abdulmuttalib'in oğlu olup, Resulüllah'ın (A.S.M.) amcasıdır. Önceleri, İslâm dinine karşı olanlarla beraberdi. Ebucehil'in İslâm düşmanlığını çok ileri götürmesi karşısında, imana girip Ebucehil ve din düşmanlarına karşı çıktı ve İslâm'a büyük hizmetleri oldu. Uhud Gazası'nda 57 yaşında iken şehid

hanbeli / hanbelî

  • Dört hak mezhepten birisi. İmam-ı Ahmed bin Hanbel Hazretlerinin mezhebinden olan.
  • Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebine mensub kimse.

hanbeli mezhebi / hanbelî mezhebi

  • Ehl-i sünnetin amelde (yapılacak işlerde)ki dört hak mezhebinden biri.

handebahşa

  • Güldürücü, tebessüm ettirici. (Farsça)

handek gazvesi

  • Peygamberimizin (A.S.M.) büyük muharebelerinden birisi olup, hicretin beşinci senesinde Şevval ayında vuku bulmuştur. Asıl muharebeyi uyandıranlar Beni Nadir kabilesi olup bunlar Kureyş ve Gatfan kabilelerini de davet etmekle hepsi birden Medine-i Münevvere'ye hücuma geçtikleri vakit, Hz. Resullulah

hane

  • Ev, mesken, beyt. (Farsça)
  • Mat: Basamak, bölüm, göz. (Farsça)
  • Bazı kelimelerle birleştirilip mürekkep isim yapılan bir "ek" tir. "Hasta-hane, ecza-hane, yazı-hane, kıraat-hane" gibi. (Farsça)

hane-i ayine / hane-i âyine

  • Her yanı birbirinin aynı olan oda, salon veya köşk.

hanefi / hanefî

  • Dört hak mezhepten birisi. Veya bu mezhepten olan kimse.
  • Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri olan Hanefî mezhebine mensub kimse.

hanefi mezhebi / hanefî mezhebi

  • Ehl-i sünnetin amelde (yapılacak işlerde)ki dört mezhebinden biri.

hanire / hanîre

  • (Çoğulu: Hanâyir) Parmak başlarındaki boğum.
  • Kadınların yün ve pamuk attıkları yay.
  • Kirişi olmayan yay.

hanzal

  • Zakkum. Zakkum ağacı. Ebu Cehil karpuzu denilen portakal büyüklüğünde mevyesi çok acı bir nebat. Karga kabağı diye de adlandırılır.

harab / harâb / خراب

  • Yıkık, harap. (Arapça)
  • Fitil gibi sarhoş. (Arapça)
  • Harâb etmek: Yıkmak, bozmak, tahrip etmek. (Arapça)
  • Harâb olmak: Yıkılmak, bozulmak, kırılmak. (Arapça)

harahir

  • (Tekili: Harhara) Tıb: Akciğerden gelen hırıltılar.
  • Uykuda iken horlamalar.

harb-i umumi / harb-i umumî / harb-i umûmî / حرب عمومى

  • Birinci Dünya Savaşı.
  • Genel harp, umumî savaş. 1914 senesinde başlayan Birinci Cihan Harbi.
  • Birinci Dünya Savaşı.

harb-i umumi inkılabı / harb-i umumî inkılâbı

  • Birinci Dünya Savaşının etkisiyle meydana gelen değişimler.

harbat

  • Ahmak, bön, ebleh. (Farsça)
  • İri yapılı kaz. (Farsça)
  • Kalıp ve kıyafeti yerinde olduğu halde ahmak olan kimse. (Farsça)

hardal

  • Çok küçük tohumları olan ve yaprakları yenen bir nebat ismi. Döğülerek macun haline getirilir ve sofrada iştah açmak için kullanılır.

harekat-ı muttarıda / harekât-ı muttarıda

  • Birbirini düzenli şekilde izleyen hareketler.

hareket-i devriye

  • Dairesel hareket; birinin gidip yerine başkasının geçmesi.

hareket-i milliye

  • Birinci Dünya Savaşının ardından İstanbul'u işgal eden İngilizler'e karşı ortaya çıkan direniş hareketi.

harem

  • Girilmesi serbest olmayan yer.
  • İhrama girilen yerden itibaren Kâbe'ye doğru olan kısım.

harf

  • Ağızdan çıkan her bir sese âit verilen işaret. Alfabeyi meydana getiren şekilli çizgilerden herbiri.
  • Müstakil bir mânâya değil de başka harflerle birleşerek, başka muayyen ve müstakil çok mânaların ifadesi için kullanılan şekil. Başkasının mânalarını gösteren işaret.
  • Vecih, ü

harf-aşina

  • Harfleri birbirinden ayırdedebilen.
  • Mc: Sözden anlayan.

harf-i atıf

  • Gr: İki kelime veya cümleyi birbirine bağlayan harf. Vav ve fe gibi. Bunlar bir kelimeyi veya cümleyi diğer bir kelime veya cümle üzerine atıf ve rabtederler. Bu harflerden evvelkine: ma'tufun aleyh, sonrakine ise, ma'tuf denir.

harf-i nida' / harf-i nidâ'

  • Ya, ey, â gibi harflerle çağırılanın ismine eklenen harf. Ünlem.

harfiye

  • Kendi başına müstakilen bir mânası ve te'siri olmadığı halde, kendi cinsinden bir topluluğun içinde olduğu zaman ancak bir vazife gören şeylere denir.

harhara

  • Uykuda horlamak.
  • Kedinin mırıldayışı.
  • İki dere arasındaki düzlük.

harici / haricî

  • Dışarıya âit olan. İçeriye âit olmayan. Dış ile alâkalı. Ecnebiye âit.
  • Zorba ve âsi olan.
  • Seyyid olmadığı halde seyyidlik iddia eden.
  • Vaktiyle Hazret-i Ali Kerremallâhü veche'ye âsi olan fırka-i dâlle ashabından herbiri.

hariciler / haricîler

  • İslâm tarihindeki asi ve sapık topluluklardan biri.

haricin tecavüzü

  • Dış düşmanların saldırısı.

harık

  • Muhalefet eden, aykırı olan, karşı gelen.
  • Yırtıcı, yırtan.

haris / harîs

  • Süngü demiri.
  • Soğuk olan şey.
  • Aşırı hırslı.

harisun aleyküm / harîsun aleyküm

  • Tevbe Suresi'nin bir âyetinde geçen bu ifade, birinci derecede Peygamberimiz (A.S.M.) hakkında olup ümmetini ve bütün insanları doğru yola irşadda yılmadan, büyük bir sebat ve azim ve gayretle devam etmesine işaret edilerek böylece tavsif edilmiştir.

harizme

  • Azgın hayvanların ağzına ve ayının dudağının üstüne geçirilen demir halka.

harut / hârût

  • Sihir belleten iki melekten birinin ismi.

haş

  • Süprüntü, kırıntı, döküntü. (Farsça)
  • Kızgınlık, hiddet. (Farsça)

has kardeş

  • Özel kardeş; Üstadın çok değer verdiği, ilk saftaki talebelerinden biri.

hasais / hasâis

  • Bir şeye, birine has olan keyfiyetler.

hasaret

  • Cıvık ve sulu şeyin koyulaşıp katılaşması.
  • Dahâmet peyda etme, irileşme.

hasb

  • (Haseb) Birisinin sülâlesi cihetinden iftihar yolu ile saydığı iyilik. Mal, din, millet. Kerem, fiil ve amelde yüksek şeref, iyi iş, sâlih amel. Şeref, asalet, şan, kadr ve haysiyet.
  • Dolayı, cihetiyle, gereğince.

hasbihal / hasbihâl

  • Birine hâlini, vaziyetini anlatıp düşüncelerini sorma, görüş alışverişinde bulunma, danışma.

haşem

  • Burun içinde olan bir illettir ve kokuyu değiştirir.
  • Genzin tıkanıp burnun koku almaması.
  • Etin kokması.

hasene

  • İyilik. Güzellik. Hayırlı amel. Allah rızasına çok uygun iş.
  • Eski altun paralardan biri.

haşene

  • (Tekili: Haşin) Sert, katı ve kalb kırıcı olanlar.

hasf

  • Ayakkabı dikmek.
  • Birbirine yapıştırmak.
  • Tasmalı nâlin.
  • Ağacın yaprağının dökülmesi.

hashasa

  • Açık ve âşikâr olma.
  • Bir şeyi diğer bir şey içinde "iyice birleşmesi için" karıştırıp sallama.

hashase

  • Ateş üzerinde eti pişirip kebap yapmak.
  • Bir şeyi döndürmek.

hasık

  • Süngü demiri.

haşim

  • Kuru ekmek kırıntısı doğruyan. Ezen, yaran, kıran, parçalayan.

haşime

  • Kemiği kırılmış olan baş yarığı.

haşin / haşîn

  • Kırıcı, sert.
  • Kırıcı, kalb kırıcı. Sert, katı.
  • Katı, sert, kırıcı, kaba.
  • Kırıcı, katı.

haşinane / haşînâne

  • Kırıcı, sert ve katı bir şekilde.

haşir / حَشِرْ

  • İnsanın öldükten sonra âhirette diriltilerek tekrar Allah'ın huzurunda toplanması.
  • Ölümden sonra dirilip toplanma.
  • Ölüleri dirilterek toplama.

haşir meydanı

  • Öldükten sonra yeniden diriltilip Allah'ın huzurunda toplanılacak yer, meydan.

haşir ve neşir / حَشِرْ وَ نَشْرِ

  • Öldükten sonra tekrar diriltilerek Allah'ın huzurunda toplanma ve tekrar dağılıp yayılma.
  • Ölüleri dirilterek toplama ve amel defterlerine göre hak ettikleri yerlere dağıtma.

haşir ve neşr

  • Öldükten sonra âhiret âleminde tekrar diriltilip Allah'ın huzurunda toplanma ve sonra tekrar dağılma.

haşir ve neşr-i dünyeviye

  • Dünyadaki varlıkların yeniden diriltilip yayılmaları.

haşir ve neşr-i ekber

  • Öldükten sonra yeniden diriltilip Allah'ın huzurunda toplanma ve tekrar dağılıp yayılma.

haşir ve neşr-i insani / haşir ve neşr-i insanî

  • İnsanların öldükten sonra tekrar diriltilerek Allah'ın huzurunda toplanması ve tekrar dağılıp yayılması.

haşirdeki mizan

  • Haşir meydanındaki amelleri tartan terazi; insanın öldükten sonra âhirette diriltilerek Allah'ın huzurunda toplanmasının ardından günah ve sevapların tartılacağı İlâhî terazi.

hasis / hasîs

  • Parasını ve malını harcamamak için her türlü sıkıntıya, eziyete katlanan, paraya, mala aşırı düşkün olan; dînen verilmesi îcâb edeni, zekâtı ve sadakayı vermeyen, pinti, eli sıkı olan, bahîl, malda ve ilimde cimrilik eden.

haşiş

  • Esrar adı verilen "Hint keneviri"nin yaprağı.
  • Kuru ot.

hasr

  • Yalnız biri için ayırma.

haşr / حشر

  • (Haşir) Toplanmak, bir yere birikmek.
  • Toplama, cem'etmek.
  • Kıyametten sonra bütün insanların bir yere toplanmaları. Allahın, ölüleri diriltip mahşere çıkarması. Kıyamet.
  • Bir tohumun içinden büyük ağaçlar çıktığı gibi, her bir insanın acb-üz zeneb denilen bir nevi çekir
  • İnsanların öldükten sonra tekrar diriltilip muhakeme için Allah'ın huzurunda toplanması.
  • Toplanma, bir araya gelme. Allahü teâlânın bütün insanları, melekleri, cinleri, şeytanları ve diğer hayvan ve kuşları, gökte, yerde, denizde ne kadar büyük ve küçük canlı var ise, hepsini kıyâmet kopmasından (dünyânın son bulmasından) sonra diriltip, dünyâda yaptıklarının hesâbını vermek üzere Arasâ
  • Toplama.
  • Ölüleri diriltip mahşere çıkarma.
  • Kur'ân'-ın 59. sûresi.
  • Ölümden sonra dirilip toplanma.
  • Dirilme.

haşr-i a'zam / حَشْرِ اَعْظَمْ

  • Kıyâmetten sonraki büyük diriltme ve toplama.

haşr-i azam / haşr-i âzam

  • Öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah'ın huzurunda toplanma.

haşr-i bahar

  • Bahar mevsiminde bitkilerden hayvanlara kadar bütün bedenlerin inşa edilmesi ve diriltilmesi.

haşr-i bahari / haşr-i baharî

  • Bahardaki diriliş, bahar mevsiminde bitkilerin ve hayvanların dirilişi.

haşr-i beşer

  • İnsanların öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah'ın huzurunda toplanması.

haşr-i beşeri / haşr-i beşerî

  • İnsanların öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah'ın huzurunda toplanması.

haşr-ı cismani / haşr-ı cismânî

  • Âhirette tekrar bedenlerin ve vücudların dirilişi.

haşr-i cismani / haşr-i cismanî / haşr-i cismânî / حَشْرِ جِسْمَان۪ي

  • Cisimle, cesedle dirilme. Bedenlerin ve vücudların haşri.
  • İnsanların öldükten sonra âhirette bedenle birlikte yeniden diriltilip Allah'ın huzurunda toplanması.
  • Ölüleri cisimleriyle dirilterek toplama.

haşr-i ekber

  • En büyük diriliş, öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah'ın huzurunda toplanma.

haşr-i emvat / haşr-i emvât

  • Ölenlerin dirilerek bir araya toplanmaları.

haşr-i insani / haşr-i insanî

  • İnsanın öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah'ın huzuruna getirilmesi.

hasr-ı kelami / hasr-ı kelâmî

  • Konuşmanın yalnız belli şeyler üzerinde yoğunlaştırılması.

haşr-i kıyamet

  • Bütün varlıkların bedenlerinin kıyametten sonra ahiret âleminde tekrar inşa edilip diriltilmesi.

haşr-i ruhani / haşr-i ruhânî

  • Ruhun diriltilmesi.

haşr-i umumi / haşr-i umumî

  • Her şeyi kaplayan yeniden diriliş; her şeyin öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah'ın huzurunda toplanması.

haşrece

  • Ölüm anında can çekişmekte olan bir kimsenin çıkardığı hırıltı.

hasredilme

  • Bir hüküm v.s. bir şeye ait kılınma, sınırlandırılma.

haşredilme

  • Öldükten sonra âhirette yeniden diriltilerek Allah'ın huzurunda toplanma.

haşri / haşrî

  • Haşre âit. Öldükten sonraki dirilişe ve toplanmaya dair.

haşrin cismaniyeti

  • İnsanların öldükten sonra tekrar diriltilip Allah‘ın huzurunda toplanmasının hem beden, hem de ruh itibariyle olması.

haşruneşr

  • Dirilip toplanma ve yayılma.

hass / hâss

  • Tek başına bir mânâ karşılığında konmuş lafız (söz).
  • Geliri yüz bin akçeden fazla olan dirlikler. General toprağı.

hassa-i farika

  • Ayırıcı özellik. Vasf-ı fârık. Bir şeyi diğerinden ayıran hususiyet.

hassa-i mümeyyize

  • Ayırıcı vasıf, belirgin özellik.

hasub

  • Kirişini atan yay.

haşv

  • (Haşiv) (Çoğulu: Ahşâ) Tıb: Vücudun içindeki uzuvlardan her birisi.
  • Minder, yastık gibi şeylerin içini dolduran pamuk, kuru ot.
  • Kırılması ihtimali olan eşyanın arasına konan yumuşak, ot gibi şey.
  • Edb: İbarede lüzumsuz söz bulunması, aynı mânada iki kelimeyi yanyana sö

hata-i biedebane / hatâ-i bîedebâne

  • Edebe aykırı bir şekilde işlenilen hatâ.

hatai

  • Tezhib ıstılahlarındandır. Resim gibi tabiatı taklid ederek yapılmayıp, san'atkârlar arasında kabul edilen çeşitli gül şekli gibi irili ufaklı yapılan şekiller.
  • Türkistan'da Hatay şehrinde imal edilen bir cins dayanıklı kâğıt.

hatar

  • Bir şeyin etrafını çevreleyen çember nev'inden şeyler.
  • Çadırın eteklerine bağlanan parça.

hatem

  • Kırılmış olan şey.
  • Hayvanın çok yaşamaktan dolayı zayıf olması.

hatem-i risalet / hâtem-i risalet

  • Peygamberlik zincirinin sonu, mührü.

hatem-i tai / hatem-i taî

  • (Ebu Adi bin Abdullah bin Said) Arab kabile reislerinin büyüklerinden ve şairlerinden olup, cömertliği ile meşhurdur. Adı, cömertlik ve keremde darb-ı mesel halini almıştır. Bazı şiirleri toplanarak bir divan yapılmış ve Londra'da bastırılmıştır. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) zamanına yetişmiş ise, de,

hatemkari / hatemkârî

  • Bir sathın "yüzeyin" üzerine süs şekilleri oyarak meydana getirilen boşlukları, o satha benzeyen başka bir madde veya mâdenle doldurmak suretiyle yapılan tezyinât.

hatice / hatîce

  • (Hadîce) Vakitsiz ve erken doğan kız çocuğu.
  • Fetva metinlerinde kadını temsil eden umumi isimlerden birisi. (Ötekiler: Hind, Fâtıma ve Zeyneb'dir.)

hatıf

  • Süratli kapıp götürücü.
  • Göz kamaştırıcı şimşek.

hatif

  • Gayıptan haber veren cinnî.
  • Sesi işitilen ve kendisi görülmeyen, seslenici. Ses verici, çağırıcı.

hatım

  • Kırıcı, ufalayıcı.

hatır-azürde

  • Hatırı kırılmış. (Farsça)

hatır-ı melekani / hâtır-ı melekânî

  • İbâdete, tâate rağbet etmeye dâir insanın kalbine melek tarafından getirilen düşünce. Buna ilhâm da denir.

hatır-ı nefsani / hâtır-ı nefsânî

  • Kötülükleri istiyen nefs tarafından kalbe getirilen düşünce. Buna hâcis denir.

hatır-ı şeytani / hâtır-ı şeytânî

  • Günâhı beğenmeye, süslemeye, güzel göstermeye dâir kalbe şeytan tarafından getirilen düşünce. Buna vesvese denir.

hatır-mande

  • Gücenmiş, kalbi incinmiş, hatırı kırılmış. (Farsça)

hatıra

  • Hatıra gelen. Hatırda kalan şey.
  • Bir kimseyi veya bir hâdiseyi hatırlatması için yazılan veya saklanan veya birisine verilen şey.

hatırazürde / hâtırâzürde / خاطر آزرده

  • Kalbi kırık. (Arapça - Farsça)

hatita

  • Bir malın değerinden indirilen tenzilât, iskonto.

hatk

  • Yürürken adımların birbirine yakın olması.
  • Yönelmek, teveccüh etmek.

hatm-ı hacegan / hatm-ı hâcegân

  • Nakşibendiyye yolunda fâidesi, feyz ve bereketi çok olan bir vazîfe. Bu yolun veya ona bağlı kolun büyüğünün koyduğu evrâdın (Belli zikr ve duâların okunmasının) toplu veya yalnız olarak yerine getirilmesi.

hatr

  • Devenin kuyruğunu kâh yukarı kaldırıp ve kâh aşağı vurması.

hatt

  • Sınır. Çizgi. Hudud.
  • Yazı. El yazısı.
  • Nâme. Mektup.
  • Gençlerde yeni çıkan bıyık veya sakal.
  • Çizgi gibi uzanan belirsiz hafif yol.
  • Deniz yalısı.
  • Gemilerin hareketteki istikameti.
  • Parmağın onikide biri olan bir ölçü.
  • Ferman, buyruk

hatt-ı fasıl / hatt-ı fâsıl

  • Ayırıcı çizgi, fasledici çizgi.

hatt-ı münkesir

  • Geo: Kırık çizgi.

hatt-ı muvasala / hatt-ı muvâsala

  • Erişme ve vâsıl olma yolu. Birbirine kavuşup buluşma ve birleşme yeri. Birbirine münasebet kurabilme yolu. (Farsça)

hatt-ı nısf-ün nehar

  • Meridyen. Ekvatora dik olarak geçtiği farzedilen dairelerin her biri.

hatt-ı vasıt / hatt-ı vâsıt

  • Geo: Kenarortay. Üçgenin köşelerinin her birini karşı kenarın orta noktasına birleştiren doğru parçaları.

hatta

  • Harf-i atıftır, gaye bildirir. Ve (fazla olarak, kadar, bile, dahi, hem de...) mânalarına gelir.

havale / havâle

  • Bir işi veya bir şeyi başka birine bırakma. Ismarlama.
  • Görmeyi önleyen duvar gibi perde.
  • Tıb: Küçük çocuklarda veya gebe kadınlarda bazan meydana gelen, baygınlık veren bir hastalık.
  • Postadan gelen emanet kâğıdı.
  • İşin görülmesini başka birine bırakma.

havale etme

  • Bir işi başka birine bırakma.

havamis-i süleymaniye

  • Tar: Süleymaniye Medresesini teşkil eden medreselerden beşinin müderrisine verilen ünvan. İlk zamanlarda havamis namı altında beş medrese ve beş aded de müderris bulunurken daha sonraları müderrislerin sayıları arttırılmış ve bundan dolayı "havamis" kelimesi de "hamise"ye kalbolunmuştur. Havamis med

havari / havârî / حَوَار۪ي

  • Yardımcı.
  • Hz. İsa'nın (A.S.) yardımcı ve sahabeleri olan 12 zâttan her biri.
  • Yardımcı. Îsâ aleyhisselâma îmân eden on iki kişiden her biri.
  • Hz. Îsânın on iki yardımcısından herbiri.

havass-ı (hamse-i) batına / havass-ı (hamse-i) bâtına

  • Kalbe bağlı beş duyğu: Hiss-i müşterek (hayâl kuvveti), müdrike (akıl), vehim (vâhime), hâfıza, mutasarrıfa (meydana getirici hayal kuvveti).

havass-ı (hamse-i) zahire / havass-ı (hamse-i) zâhire

  • Zâhirî beş duygu: Tatmak, görmek, işitmek, koklamak, dokunup duymak.

havass-ı hamse-i zahiri / havass-ı hamse-i zâhirî

  • Zahirî beş duyu; tatma, görme, işitme, koklama, dokunma.

havass-ı zahiriye / havâss-ı zâhiriye

  • Zahirî duyular, beş duyu organı.

havatıf

  • Göz kamaştırıcı şeyler.

havbet

  • (Havb) Açlık, hâcet, meskenet.
  • Çayırı, otlağı olmayan kır yer.

havernak

  • Irak'ta bulunan Numân-ı Ekber denen biri tarafından binâ edilmiş olan bir köşk.

havi

  • İçine alan, ihtiva eden, kaplayan. Câmi'.
  • Biriktirici.
  • Kuşatan.

havsa

  • Bağır.
  • Bağırın yanındakiler.

havz

  • Suya girme.
  • Sakınılacak işe girişmek.
  • Başlamak.
  • Sıvı maddelerin toplandığı yer, büyük su birikintisi, göl.

havz-ı kebir / havz-ı kebîr

  • Eni ve boyu yaklaşık beşer metre (onar zrâ') olup, alanı yirmi beş metrekare olan havuz. Derinliğin az veya çok olmasının bir te'siri yoktur.

havzeri / havzerî

  • Birbirinden ayrılmayı istemek.

hay / حَيْ

  • Diri.

hayat / hayât

  • Dirilik, canlılık.
  • Dirilik. Canlılık. Yaşama. Sağlık.
  • Fık: Allah (C.C.) kendi Zât-ı Ehadiyyetine mahsus bir hayat sıfatı ile muttasıftır. Bu, Hak Teâlâ'nın ilmi ile, irade ve kudret ile ittisafına hâs bir sıfattır.
  • Dirilik, canlılık.
  • Diri olmak, dirilik.
  • Allahü teâlâ hakkında bilmemiz vâcib olan sıfât-ı subûtiyye'den biri. Allahü teâlânın diri olması.
  • Bir insanın doğumundan ölümüne kadar geçen zaman.
  • Bir insanın ölümünden sonra başlayan ebedî (sonsuz) hayat.

hayat-feza

  • Hayat artırıcı, hayat bahşedici. (Farsça)

hayatperest

  • Hayata aşırı düşkün olan.

hayber

  • Arap Yarımadasında Hicaz bölgesinin doğu sınırında ve Medine-i Münevvere'nin 170 km. kuzeyinde bir kasabadır. Evleri, yüksek bir kayanın üzerinde kurulmuş olan bir kalenin etrafında bulunur. Hicretin yedinci senesinde vuku bulan Hayber Gazası ile meşhur olmuştur. Aynı sene içinde Hz. Resulullah Efen

haydar

  • Arslan. Hazret-i Ali'nin lakablarından biri.

hayf

  • Gözün birisi birine muhalif olmak.

hayır

  • Hayrette kalan, mütehayyir. Şaşıran.
  • Birikmiş su.

haylulet / haylûlet

  • Yolu kapamak.
  • Araya girme. İki şey arasına girip hicab olmak.
  • Araya girip perde olma, kapama.

hayr-ül-beşer

  • İnsanların en hayırlısı, her bakımdan en iyisi mânâsına. Peygamber efendimizin lakablarından biri.

hayrat

  • (Tekili: Hayr) Sevap için Allah rızâsı yolunda yapılan iyilikler. Haseneler.Hayır iki çeşittir. Birincisi: Mutlak hayırdır; her halde, herkes için rağbet edilir ve sevilir, herkes için iyidir. İkincisi: Mukayyed olan hayırdır; birisinin yanında hayır olan, başkası için şer olabilir. İsraf ve sefâhet

hayretinden ağlama

  • Şaşkınlığın tesiriyle ağlama.

hayrulhalef / خَيْرُ الْخَلَفْ

  • Birinin yerine geçen hayırlı kimse.

hayt

  • İp. Kalın ip.
  • İplik. Bağ.
  • İki şeyi birbirine bağlayan.
  • Dikiş dikmek.
  • Tanyeri ağarması.

hayt-ı vasıl

  • Birleştirici bağ, irtibat bağı.

hayvan / hayvân

  • Hayatlı, canlı, diri.

hayvani / hayvanî

  • Hayvana, diriye âit ve ona müteallik.

hayy / حى

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Dâimâ hayât sâhibi ve diri olan, hep var, varlığı ezelî ve ebedî (sonsuz) olan.
  • Diri, canlı.
  • Allah'ın isimlerinden.
  • Diri, canlı, sağ.
  • Bir şeyi cem' ve ihraz eylemek.
  • Diri, canlı.
  • Diri. (Arapça)

hayy u kayyum / hayy u kayyûm

  • Her an diri olan ve herşeyi ayakta tutan Allah.

hayy-ı kayyum / hayy-ı kayyûm

  • Her an diri olup her canlıya hayat veren ve herşeyi ayakta tutan Allah.

hayy-ı kayyum-u ezeli / hayy-ı kayyûm-u ezelî

  • Varlığının ve diriliğinin başlangıcı olmayıp her canlıya hayat veren ve herşeyi ayakta tutan Allah.

hayy-ı mürtebit / حَيِّ مُرْتَبِتْ

  • İrtibatlı diri.

hayy-u kayyum / hayy-u kayyûm

  • Her an diri olan ve herşeyi ayakta tutup varlığını devam ettiren Allah.

hayy-ül kayyum

  • Varlığı, diriliği her an için olup, gökleri, yerleri her an için tutan, daimî her şeye her hususta iktidarı yeten Allah (C.C.)

hayyen

  • Diri olarak. Diri, canlı olarak canlı olduğu halde.

hayyen meyyiten

  • Ölü ve diri olarak.

hayyü'l-kayyüm

  • Her an diri olan, yöneten, düzenleyen.

haza

  • Bu. Şu. O.
  • Gr: İşaret zamiri.

hazef

  • Çamurdan yapılmış olup ateşte pişirilen şeyler. Çanak, çömlek.

hazef-pare

  • Çanak çömlek parçası, kırığı. (Farsça)

hazevan

  • Eti birbiri üstüne yığılıp cem'olmuş olan etli nesne.

hazf / حذف

  • Silme, kaldırıp atma. (Arapça)

hazık

  • Süngü demiri.

hazım / hâzım

  • Hazmettirici, sindirici.
  • Sindirici.

hazin

  • (Hızane. den) Hazine nâzırı. Bekçi.

hazına

  • Emzirici, emziren. Dadı.

hazine kethudası

  • Tar: Yavuz Sultan Selim Han zamanında kurulan hazine kethudâlığı, saraya girip çıkan demirbaş eşyanın korunup saklanmasıyla mes'ul idi. Bu müessesenin başında bulunan memura da hazine kethudâsı denilirdi.

hazine-i amire / hazine-i âmire

  • Tar: Para işlerini yönetmek üzere kurulmuş olan müesseselerden birinin adı. Osmanlı Devleti'nin kuruluş devrelerinde para işleri "Beytülmal" denilen ve "Defterdar" adı verilen bir memurun idaresinde iken, sonraları teşkil olunan yeni idarelere göre çeşitli adlar verilmiştir. Hazine-i âmire, devlet k

hazine-i hümayun

  • Hazine-i Hümayun'da bulunan savaş eşyasından bir kısmının manevî değeri büyüktü. Diğer kısmının ise maddî değeri fazla idi. (Savaşlarda ele geçirilen kıymetli ganimet, padişahlardan kalmış olan değerli eşyalar gibi.)

hazinedar / خزینه دار

  • Haznedar, hazinenin birinci derecede sorumlusu. (Arapça - Farsça)

hazir / hazîr

  • Su sesi, su şırıltısı.

hazire / hazîre

  • Az cemaat.
  • Asker bölüğü.
  • Yara içinde toplanan kan ve irin.
  • Eti ufak ufak doğrayıp, çok su ile çömlek içinde pişirip erimeye yakın olduğu anda üzerine un koyup karıştırarak yapılan yemek. (İçinde et olmayınca "aside" derler.)

hazkil aleyhisselam / hazkîl aleyhisselâm

  • İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden veya Allahü teâlânın velî kullarından biri. Yâkûb aleyhisselâmın oğullarından Lâvî'nin neslindendir. Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra gönderilen üçüncü peygamberdir. Allahü teâlâ, onun duâsı bereketiyle, ölen binlerce kişiyi diriltti.

hazm / حضم

  • Midedeki yenen şeyleri eritmek, sindirmek. Vücuda yarayacak hale getirmek.
  • Birisine ansızın hücum etmek.
  • Ansızın bir şey üzerine inmek.
  • Birisinin hakkını, malını gasb ile alıp zulmeylemek.
  • Münasebetsiz bir hale, güce gidecek bir vaziyete düşenin kendi nefsini
  • Sindirim. (Arapça)

hazmolma

  • Sindirilme.

hazret-i ahmed

  • Çokça medhedilen, övülen; Peygamberimizin (a.s.m.) isimlerinden birisi.

hazy

  • Birbiri üzerine yığılıp toplanmak.

he'hee

  • Deveyi yulafına çağırıp hey hey demek.

hebt

  • (Hübut) İniş. Aşağı inme.
  • Aşağı indirme. Bir yere inip konmak.
  • Nüzul, illet, maraz.
  • Zayıflama.
  • Bir memlekete birisini dâhil ettirmek.
  • Eksiltmek.
  • Kötü bir hale uğratmak.
  • Birbiri ardınca vurmak.

heca

  • (Hece) Dilin ve ağzın bir hareketi ile çıkan bir veya birkaç harf. Harflerin sesi. Harflerin seslendirilmesi.
  • Elif-bâ sırasına göre dizili harfler. Bir sözü harfleri ile söylemek.
  • Şekil. Kıyâfet.
  • Yemek.
  • Sükut etmek, susmak.

hecagu / hecagû

  • Nazım veya nesir yoluyla birinin aleyhinde bulunan. Birini zemmeden, bir kimseyi hicveden. (Farsça)

hecime

  • Tulukta biriktirilip ekşitildikten sonra içilen ve köremez denilen süt.
  • Yoğurt.

hecv

  • (Hicv) Medh ü senânın zıddı. Kötüleme. Birisi hakkında kötülemek için söylenen söz veya manzume.

hedaya-yı hidayet / hedâyâ-yı hidâyet

  • Doğru yola ulaştırıcı hediyeler, ihsanlar.

hedef

  • Nişan noktası.
  • Emel. Varılmak istenen gaye.
  • Yüksek, bülend.
  • İri vücudlu adam.
  • Bir işe yaramayan, tembel ve uykucu olan.

hedef-i hücum

  • Hücum ve saldırının yapıldığı hedef.

hedir / hedîr

  • Güvercin kuşlarının ötmesi.
  • Aygırın kişnemesi.

hediy

  • Beytullah için getirilen kurbanlar.

hedm

  • Yıkmak, harab etmek. Parçalamak, mahvetmek.
  • Birisine vurup belini kırmak. (Râgibâ, düşmanın aldanma tevazularına.Seyl, divârın ayağın öperek hedmeyler.)(Râgıp Paşa)

heds

  • Sürmek.
  • Reddetmek.
  • Haykırıp bağırmak.

heftan

  • Zırhın altına giyilen pamuklu elbise.
  • Üstten giyilen kürk biçiminde süslü elbise. Kaftan. (Eskiden ekseriyetle taltif için, büyük kimseler tarafından liyâkat sahiplerine giydirilir veya üstlerine atılırdı.)

hektar

  • Yüz ar değerinde ölçü birimi. (Fransızca)

hektometre

  • Yüz metrelik uzunluk ölçü birimi. (Fransızca)

helahil

  • (Tekili: Hülhül) Tesiri pek kuvvetli ve öldürücü zehir. Panzehiri olmayan ağu.

helime / helîme

  • Buğday ve pirinç gibi bazı hububatın kaynamasıyla hâsıl olan koyu ve yapışkanlı su.

helva sohbetleri

  • Eskiden kış mevsiminin başlıca eğlencelerinden biriydi. Bu eğlenceler, her sınıf halk arasında rağbetteydi. Devlet erkânı, vükelâ, zengin konak sahibleri ve orta halli halk kendi imkânları ölçüsünde helva sohbetleri düzenler, eş ve ahbabına ziyafetler verirdi. Vükelânın düzenlediği sohbetler tantana

helva-hane

  • İçinde helva pişirilen genişçe ve derinliği az tencere. (Farsça)
  • Tar: Saray için her türlü tatlı yiyeceklerin yapılmasına yarayan saray mutfağının bir bölümü. (Farsça)

hem-averd

  • Savaşan iki kişiden herbiri. (Farsça)

hem-aviz

  • Harpte karşılaşan iki kişiden biri. (Farsça)

hem-dil

  • Fikirleri, düşünceleri aynı olanların her biri. Bir maksad ve istekte bulunanları beheri. (Farsça)

hem-hudud

  • Hudutları bir olan, sınırları birbirine bitişik olan memleket veya arazi. (Farsça)

hem-kadd

  • Boyları birbirine eşit olan, uzunlukları aynı olan. (Farsça)

hem-ser

  • Arkadaş, Karı kocadan her biri. (Farsça)

hem-sohbet

  • Birbiriyle konuşan, sohbet eden, arkadaş. (Farsça)

hem-zeman

  • Aynı zamanda işleyen. (Farsça)
  • Çağdaş, muâsır. Aynı çağda yaşayan insan veya geçen hâdiselerin her biri. (Farsça)

hemdiger / hemdîger / همدیگر

  • Birbiri. (Farsça)

hemheme

  • Rüzgârın tesiriyle çıkan yaprak sesi.

hemk

  • Bir kimseyi bir işle meşgul etme. Birini bir işe daldırma.
  • İnat etmek.
  • Sa'y etmek, çalışmak.
  • Cür'et etmek.

hemser / همسر

  • Eş, karı kocadan her biri. (Farsça)

henae

  • Yemeğin sindirilip hazmolması.

hengame / hengâme

  • Seslerin birbirine karışmasından çıkan gürültü. Kavga, gürültü. Şamata. (Farsça)

herek

  • Asmaları, fidanları, fasulye gibi tırmanıcı nebatları bağlamak için yanlarına dikilen sırık, değnek.

herem

  • İhtiyarlama, kocama.
  • Mısır ehramlarından biri.

hergele

  • Binilmek ve yük taşımak için alıştırılmamış at, kısrak, beygir veya merkep sürüsü.
  • Böyle bir sürüye dahil olan hayvan.
  • Mc: Terbiye ve görgüden büsbütün mahrum adam.
  • Bir işe yaramaz işçi kalabalığı.

herru

  • "Ne olursa olsun. Ya batar ya çıkar." mânâsındaki "ya herrû ya merrû tâbirinde geçer.

heşim / heşîm

  • Ufalanmak. Kırılmış, ufalanmış olmak.
  • Kırılmış, ufalanmış kuru ot.

heşş

  • Gevrek, kolayca kırılabilir olan.
  • Keyifli, şen.

hetalla'

  • Uzun ve iri vücutlu erkek.

hetepete

  • Kekeleme. Konuşurken şaşırıp tereddüd etme.

hetit / hetît

  • Birbiri ardınca tez tez gitmek.

hetr

  • Bunama, alıklaşma. Ateh getirme, ihtiyarlıktan çocuk gibi olma.
  • Sersemleşme, aptallaşma.
  • Birisini kötüleme.
  • Acib emir.
  • Zahmet, meşakkat.
  • Enine yarmak.

hevr

  • Birisini itham etmek, töhmet. Zan. Takdir ve tahmin etmek.
  • Binayı yıkmak, yıkılmak.
  • Sulu, ağaçlı yer.
  • Koyun sürüsü.

hey'atın feletatı / hey'atın feletâtı

  • Birini taklit eden kimsenin taklitçiliğini gösterip ilân eden sürçmeleri, falsoları. Kemalât-ı ruhiye veya mükemmelliğin iktizası olan umum ahvaldeki fıtrîlik ve müvazeneyi o seviyede olmayanın sun'î taklitteki gayr-ı fıtrîliği.

heyamola

  • Eskiden ramazanlarda para toplamak gayesiyle mahalle çocukları tarafından teşkil edilen bir nevi dilenci alaylarında söylenen bir tâbirdir.
  • Eskiden gemiciler gemi demirini çekerken veyahut bir amele inşaatta ağır bir şey kaldırırken yahut da şahmerdanı yukarı çekerken kuvvetbirliğini

heyca

  • Cenk, cidal, vuruşma, birbirini öldürme, kıtal.

heyet-i zabıta

  • Güvenlik birimi, heyeti.

heykel

  • Taş, tunç, kil ve alçı gibi maddelerden yontularak, kalıba dökülerek veya yoğurulup, pişirilerek yapılan insan, hayvan vs. şekli.
  • Büyük bina, anıt, büyük ve yüksek yapı, âbide.
  • Mc: Soğuk ve duygusuz kimse.
  • Güzel ve yakışıklı kişi.

heyula

  • Zihinde tasarlanan korkunç hayal.
  • Gösteriş ve iriliği olduğu halde hiçbir te'siri ve değeri olmayan şey.
  • Eski felsefede: Eşyanın aslı ve gerçek olan kısmı. Madde.

heyz

  • Kırık kemik sarılıp ovulduktan sonra tekrar kırmak.

hezb

  • (Çoğulu: Hizâb-Ehazıb) Yağmur damlası birbiri ardınca damlamak.

hezbe

  • (Çoğulu: Hüzub-Hizâb Hizabât) İri katreli yağmur.
  • Otu az olan yüksek tepe.

hiba

  • (Çoğulu: Ahbiye) Abadan veya keçeden yapılmış göçebe çadırı, oba.

hibek

  • (Çoğulu: Hubük) Rüzgârın lâtif estiği zaman denizde veya kumda meydana getirdiği yol yol kırıntılar ve dalgacıklar. Saçların kıvırcıklığından hâsıl olan dalgalanmalar. Kelimenin aslı olan "habk" sıkı bağlayıp muhkem kılmak; ve kumaşı sıkı, sağlam ve üzerinde san'at eseri zahir olacak vecihle güzel b

hibs

  • Suyun aktığı yöne konan ve içinde su biriken ağaç veya taş.

hica'

  • Hicvetme, yerme. Birisi hakkında alay eder tarzda yazılar yazma.

hicab-aver

  • Hicab verici, utandırıcı. (Farsça)

hicab-ı haciz / hicab-ı hâciz

  • (Hicab-ı sadr) Tıb: Göğüs ile karın uzuvlarını birbirinden ayıran perde, zar. Diyafram.

hicab-ı kalb

  • Kalbin boşlukları arasındaki zarların her biri.

hicar

  • Aygır atın ön ayağını arka ayağının birisine sağlamak.
  • Devenin ayağını bileğinden semer ağacına bağladıkları ip.

hiciv

  • Eleştiri.

hicri kameri sene / hicrî kamerî sene

  • Resûlullah efendimizin hicret ettiği senenin 1 Muharrem gününü (Mîlâdî 16 Temmuz 622 Cumâ gününü) başlangıç olarak alan ve ayın dünyâ etrâfında on iki defâ dönmesini (354-367 güneş günü) bir yıl kabûl eden takvim senesi. Muharremin birinci günü, hicrî kamerî yılbaşıdır.

hicri kameri takvim / hicrî kamerî takvim

  • Peygamber efendimizin Medîne'ye hicret ettiği senenin Muharrem ayının birinci gününü başlangıç olarak alan ve gökteki ayın, dünyâ etrâfında on iki defâ dönmesiyle bir yılı tamamlayan takvim.

hicv

  • (Hiciv) Birini şiir ile zemmetmek, onu gülünç hale koymak. Bu şekilde yazılan şiir veya manzume.
  • Alay etmek.
  • Birini şiirle yerme, kötüleme.
  • Birini şiirle yermek, gülünç hale koymak, alay etmek.

hidemat-ı şakka

  • Taş taşımak, toprak kazmak gibi, mahkûmlara yaptırılan ağır hizmetler.

hikmet-i derc

  • Konma, yerleştirilme gayesi, esprisi.

hil'at-i hass-ül has

  • Tar: En değerli kumaştan yapılan hil'atler için kullanılan bir tâbirdir. Bu türlü kaftanlar şeyh-ül İslâm, sadrazam ve Mekke şerifi gibi en yüksek derecedeki devlet memurlarına giydirilirdi.

hil'at-ı veda / hil'at-ı vedâ

  • Tar: Osmanlılar zamanında saraya misafir edilen kimselere ayrıldıkları zaman giydirilen hil'at.

hila'

  • (Tekili: Hil'at) Hükümdar veya vezirler tarafından bir kimseye mükâfat olarak giydirilen kaftanlar, hil'atlar.

hilaf / hilâf / خلاف

  • Karşı, zıt, aykırı.
  • Aykırı, zıt. (Arapça)

hilaf-ı ade / hilaf-ı âde

  • Âdet ve kaidenin aksine. Kaide ve nizama aykırı.

hilaf-ı adet / hilâf-ı âdet / خِلَافِ عَادَتْ

  • Âdete aykırı.

hilaf-ı akıl / hilâf-ı akıl

  • Akıl dışı, akla aykırı.

hilaf-ı akıl ve hikmet / hilâf-ı akıl ve hikmet

  • Akla ve hikmete aykırı.

hilaf-ı edeb / hilâf-ı edeb / خِلَافِ اَدَبْ

  • Terbiye ve ahlâka aykırı.
  • Edebe aykırı.

hilaf-ı edep / hilâf-ı edep

  • Edebe aykırı.

hilaf-ı emir / hilâf-ı emir

  • Emre aykırı.

hilaf-ı evla / hilâf-ı evlâ

  • Yapılması sevâb fakat yapmamakla günâha girilmeyen hareket.

hilaf-ı fıtrat / hilâf-ı fıtrat / خِلَافِ فِطْرَتْ

  • Yaratılışa aykırı.

hilaf-ı hak / hilâf-ı hak

  • Hakka ters, aykırı.

hilaf-ı hakikat / hilâf-ı hakikat / hilâf-ı hakîkat / خِلَافِ حَق۪يقَتْ

  • Gerçeğe aykırı.
  • Gerçeğe aykırı.

hilaf-ı hareket / hilâf-ı hareket

  • Öngörülen harekete aykırılık.

hilaf-ı iman / hilâf-ı iman

  • İmana zıt, aykırı.

hilaf-ı kur'an / hilâf-ı kur'ân

  • Kur'ân'a aykırı, zıt.

hilaf-ı maslahat-ı islamiye / hilâf-ı maslahat-ı islâmiye

  • İslâmın yararına ters, aykırı.

hilaf-ı şeriat / hilâf-ı şeriat / hilâf-ı şerîat / خِلَافِ شَر۪يعَتْ

  • Şeriata zıt, aykırı.
  • Şerîata aykırı.

hilaf-ı sünnet / hilâf-ı sünnet

  • Sünnete zıt, aykırı.

hilaf-ı şuur / hilâf-ı şuur

  • Bilince aykırı, şuur dışı.

hilaf-ı usul / hilâf-ı usul / hilâf-ı usûl / خِلاَفِ اُصُولْ

  • Kurala aykırı.
  • (Ehl-i sünnetin) İnanç esaslarına aykırı.

hilaf-ı vicdan / hilâf-ı vicdan

  • Vicdana aykırı.

hilafet / hilâfet / خِلَافَتْ

  • Birinin yerini tutma.
  • Peygamberin vekilliği, halifelik.
  • Birinin yerine geçme, Peygamber vekili olarak âlem-i İslama reislik etme.

hilafeten / hilâfeten

  • Birinin yerine geçerek.
  • Halife olarak.

hile-i batıla / hîle-i bâtıla

  • Haramı helâl ve helâli haram yapmak veya farzı kendisine uygun gelecek şekilde yapmak yâhut birinin hakkına mâni olmak veya haksız mal ele geçirmek için yapılan hîle.

hılf

  • Birbirine yardım etmek.
  • Ahdetmek.

hılfe

  • Muhalefet etmek, karşı gelmek.
  • Biri gidip diğeri geriye gelmek.
  • Biçildikten veya yandıktan sonra biten ot.
  • Sonra biten yemiş.

hilkam

  • Arslan, esed.
  • İri yapılı, cüsseli, şişman.

hill

  • Helâl. Yapılması günah olmayan.
  • Harem-i Kâbe ile mikat arası, hac zamanında Mekke-i Mükerreme dışında ihrama girilen yerin haricinde bulunan saha.
  • Hac veya umre için ihrâma girilen mîkât denilen yerler ile Harem yâni Mekke şehri sınırı arasına verilen ad. Harem adı verilen yerde ihramlı iken yapılması haram (yasak) edilen şeyler, burada helâl olduğu için Hill adı verilmiştir. Hill'in Mekke-i mü kerremeye en yakın yeri batı taraftaki Ten'im den
  • Hilal.
  • Hac zamanında ihrama girilen yerin dışında kalan saha, haremin dışı.

hılt / خلط

  • Bir şeye karışık, karışmış bulunan.
  • Eski tıbda: Ahlât-ı erbaa (Kan, salya, safra, dalak) dan birisi.
  • Soyu, nesebi karışık kimse.
  • Safra, sevda, dem (kan) ve balgam olmak üzere insan vücudundaki dört ana maddenin herbiri. (Arapça)

himmet

  • Kalbin bütün kuvveti ile Cenab-ı Hakk'a ve sâir mukaddesata yönelmesi. Kalb isteği ile gösterilen ciddi gayret.
  • Allah indinde makbul ve mübârek bir kimsenin mânevi yardımı ile birisini koruması, yardım etmesi.
  • Tabiî şevk ve meyil ve heves.
  • Lütuf, yardım.

hınak

  • İdam ederken boyna geçirilen ip.

hind

  • Hindistan'ın kısa adı.
  • Bir kadın adı. (Asr-ı saadette Hazret-i Hamza'nın ciğerlerini yiyen kadın, Ebu Süfyan'ın karısı.)
  • Fetva metinlerinde kadını temsil etmek üzere kullanılan umumi isimlerden birisi. Diğerleri: Fatıma, Hatice, Zeyneb.

hınzır

  • (Çoğulu: Hanâzır) Domuz. (Beğenilmeyen birisine hakaret için mecazen söylenir.)
  • Pis ve katı kalbli kimse.

hır

  • Hırıltı.
  • Kavga, dövüş.

hiras

  • Korku. Şaşırıp bozulmak, ürküp çekinmek. (Farsça)

hircas

  • Gövdeli, iri vücutlu, cesim.

hırhıra

  • Hırıltı.

hıristiyan ruhaniler / hıristiyan ruhanîler

  • Hıristiyan din adamları.

hırs

  • Bir şeye aşırı düşkünlük, şiddetli istek.
  • Aç gözlülük, aşırı düşkünlük.

hırs-ı muaraza / hırs-ı muâraza

  • Karşı koymak için aşırı istek.

hırz ayetleri / hırz âyetleri

  • Okunduğunda veya üzerinde taşındığında Allahü teâlânın muhâfazasına (korumasına) kavuşmaya vesîle (sebeb) olduğu bildirilen âyet-i kerîmeler.

hırz-ı bigayrihi / hırz-ı bigayrihî

  • Aslında eşya saklamaya mahsus olmayan, izin almadan girilebilen ve konacak malların yanında muhafızı olan yer. (Yol, mescid, meydan gibi)

hırz-ı binefsihi / hırz-ı binefsihî

  • İçerisinde mal ve eşya saklamak için yapılmış, hazırlanmış ve içine izinsiz girilemiyen ev, dükkân, çadır, depo vs. gibi mahaller. (Kasa, sandık, dolap, çuval da bu hükümdedir.)

hiss

  • Duymak. Farkına varmak. Duygu.
  • Bir kimsenin haline acıyıp rikkat ve şefkat eylemek.
  • Bir şeyi idrak edip şuur hâsıl eylemek. Bedendeki his uzuvlarından birisini müteessir eden bir şeyin mevcudiyetini idrak eylemek.

hisse

  • Bölünebilen bir mal veya şeyin her ortağa âit olan kısmı, ortaklardan her birinin hakkı, payı.

hisse-i müfreze

  • Fık: Bir toprağın taksiminde vârislerden her birisinin hissesine isabet eden yer.

hisse-i şayia / hisse-i şâyia

  • Bir şeye ortak olanların taksim edilmemiş paylarından her biri; ortak mülkiyet.

hisşiken

  • His kırıcı.

hışt

  • Küçük mızrak şeklinde, ortasında ipten örtülü bir halka olan ve orta parmağa geçirilerek atılan eski bir savaş âleti.
  • Kerpiç.
  • Tuğla.

hışt-ı puhte

  • Fırında pişirilmiş tuğla.

hitab

  • Söz söyleme. Topluluğa veya birisine karşı konuşma.

hitab-ı teşrifiye / hitab-ı teşrifîye

  • Şereflendiren hitap; Allah'ın "ebedî kalmak üzere Cennete girin" şeklinde şereflendiren hitabı.

hitaben

  • Birinin yüzüne söyleyerek, ona hitab ederek. Tevcih-i kelâm eyleyerek. Birine doğru hitab ederek.

hitabet

  • Cemaate, topluluğa veya birisine karşı söz söylemek. Güzel ve faideli söz konuşmakla halka dinletmek. Güzel söz söyleme san'atı. Hutbe okuma. Nutuk irâdetmek.
  • Man: Makbul ve zannî mukaddemelerden terekküb eden kıyas.

hiyamiyye nezareti

  • Tar: 1826 senesinde Yeniçeri Ocağı'nın ilgası üzerine kaldırılan Çadır Mehterleri yerine kurulan daire.

hıyanet / hıyânet

  • Hâinlik. Birine kendini emîn tanıttıktan sonra, o emniyeti bozacak iş yapmak; vefâsızlık, îtimâdı kötüye kullanmak, sözünde durmamak.

hıyar-ı ayb

  • Bir şeyde mevcud olan bir kusurun akitten sonra meydana çıkmasından dolayı âkitlerden biri için sabit olan muhayyerliktir.

hıyar-ı rü'yet

  • Bir şey hakkında görülmeden yapılan bir akitten dolayı, âkitlerden biri için görüldüğü zaman sabit olan muhayyerliktir.

hıyar-ı şart

  • Âkitlerden birinin veya herbirinin akdi, muayyen bir müddet içinde fesh veya icazetle infaz edebilmek hususunda muhayyer olmasıdır.

hıyar-ı tağrir

  • Âkitlerden birinin diğer taraftan aldatılarak bir malı gabn-ı fâhiş ile satmasından veya satın almasından dolayı satış muamelesini fesh hususunda muhayyer olmasıdır.

hıyar-ı vasf

  • Bir akitte vücudu şart kılınan veya örfen meşhud bulunan mergub bir vasfın mevcud olmaması sebebiyle âkitlerden biri için sabit olan muhayyerliktir. (Sağılır diye satılan bir ineğin, sütten kesilmiş olması gibi.)

hizb

  • Bölük, taraftar.
  • Kur'ân-ı kerîmin yirmi sayfadan meydana gelen cüzlerinin dörtte biri olan beş sahife.
  • Bazı duaların ve ayetlerin bir araya getirilmesiyle oluşan kitap.

hizb-hizib

  • Kısım, bölük.
  • Taraftar.
  • Kur'ân cüzünün dörtte biri.

hizb-i mahsus

  • Kur'ân'dan seçilen özel bölümlerin bir araya getirilmiş hâli.

hizb-i mahsus-u kur'ani / hizb-i mahsus-u kur'ânî

  • Kur'ân'dan seçilen özel bölümlerin bir araya getirilmiş hâli.

hizb-ül kur'an

  • Kur'an Cemaatı. Kur'an'a ciddi ve samimi olarak bağlanıp, ona hizmet için mücahidane bir surette çalışan ve fenâlıklardan korunan müslümanların topluluğu ve cereyanı.
  • Kur'an'ın bir cüz'ünün dörtte biri.
  • Zikir ve dua için Kur'an'dan alınmış bir kısım âyetler.

hizbullah

  • Allah için din uğrunda ciddi gayret sâhibi olan ve din düşmanlarıyla aslâ hakiki dost olmayan mücahid cemaat. "Hizb-ül Kur'an" tabiri de aynı mânada kullanılır. (Kur'an-ı Kerim'de 5:56 ve 58:22 âyetlerinde zikredilir.)

hizmet

  • Birinin işini görme. Bir kimsenin hesabına veya menfaatına iş görme, bu suretle yapılan iş, vazife. Memuriyet.
  • Bir insan, hayvan veya nebatın muhtaç olduğu işler ve takayyüdat.
  • Birinin işini görme.

hobi

  • ing. Her zamanki çalışmaların haricinde yer alan dinlendirici bir merak veya işlem. Severek yapılan iş, vakit geçirme yolu.

hoppa

  • Herşeye girişen hafif mizaçlı çocuk tabiatında olan kimse. Yersiz davranışlarda bulunan, dilediğince davranan kişi. Delişmen, şımarık.

hornito

  • İsp. Küçük fırın.
  • Jeo: Genellikle patlamalar neticesinde meydana gelen, lâv fışkırmalarının volkan selleri yüzeyinde meydana getirdiği kabarcık.

hortlak

  • Bazıların hakikatsız ve batıl inanışına göre mezarda dirilip geceleri çıkarak dolaştığı tevehhüm edilen ölü. Cadı, vampir.

hoşbeş

  • Selâmsabah, hatır sorma, birbirine rastlayan iki ahbab arasında söylenilen ilk sözler.

hoşgu / hoşgû

  • Hoş konuşan, tatlı dilli. Konuşmaları kırıcı olmayan. (Farsça)

hoşgüvar

  • Hazmı kolay, tatlı, hoş, sindirici. (Farsça)

hospodar

  • Osmanlı İmparatorluğunca XV. yy.dan 1866-1881'e kadar Boğdan ve Eflak'ı yönetmekle vazifelendirilen Romen prenslerinin ünvanı.

hubb

  • (Hibâb - Hibb - Mehabbet) Sevgi, muhabbet, bağlılık, dostluk. Bir şeyi birisine sevdirmek.
  • Hulus, lüzum ve sübut.
  • Muhafaza ve imsâk.
  • Hilekâr, dolandırıcı, aldatıcı, kurnaz.

hubbüşşehevat / hubbüşşehevât

  • Şehvetleri sevme, nefsin arzu ve istekelerinine aşırı düşkünlük.

hubne

  • Koltuk altına koyup getirilen şey.
  • Kaftan eteği.
  • Don.

huccet-i haşriye / حُجَّتِ حَشْرِيَه

  • Ölüleri dirilterek toplamanın delili.

hücum / hücûm / هجوم

  • Saldırma. Hamle ile ileri atılmak.
  • Sert sözle birine çatmak, karşı çıkmak.
  • Saldırı.
  • Saldırı.
  • Saldırı, akın. (Arapça)

hücumat / hücumât

  • Saldırılar.

hud suresi / hûd sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin on birinci sûresi. Mekke-i mükerremede indi. Yüz yirmi üç âyet-i kerîmedir.

hüda

  • Doğru yol gösterme.
  • Hidayet etme.
  • Kur'ân-ı Kerim'in adlarından biri.

hudud / hudûd

  • Miktârı, dinde kesin ve açıkça bildirilmiş cezâlar.

hudud-u cünun

  • Delilik sınırı.

hudud-u hürriyet

  • Hürriyetin sınırı.

hudud-u icraat

  • İcraatın sınırı, ucu.

hudud-u mülk

  • Mülkün sınırı.

hududname

  • Memleket sınırını belirleyen vesika. Harp veya diğer bir ihtilaf sonunda iki taraf murahhaslarınca yerinde tetkik edilerek tanzim olunan harita ve rapor. (Farsça)
  • Memleket dahilindeki bir çiftlik veya arazinin sınırlarını göstermek üzere yapılmış olan vesika. (Farsça)

hufale

  • Arpa, buğday ve pirinç kabuğundan saçılan.
  • Her kabuklunun arınıp pâk olanı.
  • Her nesnenin kemi ve yaramazı.
  • Yağ tortusu.
  • Şıra sıkıntısı ve kepeği.

hükm-i gıyabi / hükm-i gıyabî

  • Huk: Taraflardan biri hazır olmadığı halde verilen hüküm.

hukne / حقنه

  • Tıb: Şırınga.
  • Şırınga edilen ilâç.
  • Şırınga. (Arapça)

hükre

  • Cem'olmak, toplanmak, birikmek.
  • Yiyecek maddelerini, pahalanacak diye saklamak.
  • Azlığından bir yerde toplanan su.

hulf / خُلْفْ

  • Dönme, aykırılık.
  • Aykırı davranma.

hulle

  • Ağır, pahalı.
  • Belden aşağı ve belden yukarı olan iki parçadan ibâret olan elbise.
  • Cennet elbisesi.
  • Fık: Üç defa kocasının boşadığı bir kadının dördüncü defa eski kocasına nikâh düşebilmesi için başka birine nikâhlanması. Müslim bir erkek karısını üç talak ile boşarsa,

hulul

  • Girme. Dâhil olma. İçine gizlice giriş.
  • Birinin veya birkaç kimsenin sevgi veya itimadını kazanmak, içlerine onlardan görünüp girmek.
  • Halletmek.
  • Vuku' bulmak. Zuhur etmek.
  • Gelip çatmak.
  • Bir menzile inmek.
  • Kim: Bazı akıcı cisimlerin vücud mesâmâ

hulüm

  • (Çoğulu: Ahlâm) Düş, rüyâ. (Rüyâ tâbiri iyilerinde; hülm tâbiri kötülerinde kullanılır.)
  • İhtilam olmak.
  • Akıl.

hümanizm

  • Lât. Edb: İslâmiyete mugayir ve aykırı eski Yunan ve Lâtin edebiyatı ve felsefesi taraftarlığı hareketi.
  • Fls: İnsan menfaatını hayatta değer ölçüsü kabul eden ve dine tâbi olmayan, insana aşırı hâkimiyet tanımak isteyen ve maddeperest, dinsiz, imansız bir cereyan, bir fikir ve bâtıl

humbara

  • Küçük küp. (Farsça)
  • Ask: Demir veya tunçtan dökülmüş, içi boş ve yuvarlak olarak yapılan ve içine patlayıcı maddeler doldurularak havan topu veya elle atılan harp aleti. Havan topu ile atılana havan humbarası, elle atılana da el humbarası denirdi. (Farsça)
  • Para biriktirmek için kullanılan topr (Farsça)

hümeze

  • (Hemz. den) Dürtüştürücü, kırıcı, ısırıcı, sıkıcı.
  • El ve kaş işâretleri ile ayıplama.
  • Bir kişinin ardından ayıplarını söyleyen. Gammaz.

hums / خمس

  • Beş bölükten birisi. Beşte bir.
  • Beşte biri. (Arapça)

hums-i öşr

  • Onda birin beşte biri. Yani, bir şeyin ellide biri.

hums-u beşer / خُمْسِ بَشَرْ

  • İnsanlığın beşte biri.
  • İnsanların beşde biri.

humsu

  • Beşte biri.

hunbar

  • Kan yağdıran, kan yağdırıcı. (Farsça)

huneyn

  • Peygamber Efendimizin savaşlarından biri.

hünu'

  • Sindirip hazmetmek.

hur

  • (Tekili: Ahver) Ahu gözlüler. Gözleri iri ve siyah kısmı pek siyah; beyaz kısmı pek beyaz olan kızlar.
  • Cennet kızları, huriler.

hurace

  • Çıban.
  • İrinlenme.

huran

  • (Tekili: Hur) İri gözlü. (Farsça)
  • Cennet kızları. (Farsça)

hurd

  • Küçük. Ufak. İnce. (Farsça)
  • Kırık. (Farsça)
  • Ehemmiyetsiz, önemsiz. (Farsça)

hurde

  • Değersiz şey, kırıntı.
  • Bir şeyin küçüğü, ufağı. (Farsça)
  • Ufak şey, ufak parça. Ufak ve kırıntıdan ibaret olan. (Farsça)
  • Pek ince ve küçük. (Farsça)

hurde-haş / hurde-hâş

  • Param parça, kırık dökük. (Farsça)

hurdevat

  • Kırık dökük, eski püskü şeyler, öteberi. Hırdavat. (Farsça)

hürriyetşiken

  • Hürriyet kırıcı.

huruf-u nasibe / huruf-u nâsibe

  • Gr: Muzari (geniş zaman) fiilinin başına getirildiğinde o fiili nasbeden harfler. (En), (Len), (İzen), (Key) harfleri gibi.

hurufiye

  • Fazlullah-ı Hurufi adında birinin kurduğu bâtıl bir meslektir. Harflerden kendilerince manalar çıkarıp, dine aykırı iddiaları olan bir dalâlet fırkasıdır.

huş der dem / hûş der dem

  • Nakşibendiyye yoluna âit on bir esastan biri. Her nefeste Allahü teâlâyı hatırlamak.

husale

  • Kırıntı, ufalanmış şey.

husare

  • Arpa, buğday ve pirinç gibi hububâtın kabuğundan düşen parçalar.
  • Her kabuklu nesnenin, kabuğundan ayrılıp temizlenmesi.
  • Şirâ sıkıntısı.
  • Her nesnenin fenâsı.

hüsban

  • Azap.
  • Yıldırım.
  • Çekirge.
  • Saymak.

huşkar

  • İri öğütülmüş un. O undan olan ekmek.

hüsnü efendi

  • Tahirî Mutlu'nun babasıdır.

hüsnünün letaifi / hüsnünün letâifi

  • Fiillerdeki güzelliğin hoşluğu, şirinliği.

hüsran / خسران

  • Zarar. (Arapça)
  • Hayal kırıklığı. (Arapça)

husum

  • (Tekili: Hasim) Uğursuzluk.
  • İdman. Birbiri ardınca devam üzere olmak.
  • Bir şeyi kökünden kesip dağlayanlar.
  • Fırtına.

huşunet / huşûnet

  • Kabalık, kırıcılık.

hutam / hutâm

  • Kuru cisim kırıntısı.
  • Yumurta kabuğu.
  • Çerçöp.

hutame

  • Cehennemin adlarından biri, cehennemin beşinci tabakası.

hutuvat-ı sitte

  • Altı adım. (Kur'an-ı Kerim'deki "Hutuvat-üş şeytan" tabirinden istifaze ile, şeytanların ve onların insî mümessilleri olan şerir insanların fitnekâr ve dalâlete sevkedici adımları, izleri ve desiseleri gibi mânalarla alâkalı olarak "bir mühim eser"e verilen isim) Şeytanın altı desisesi.

huvar

  • Bağırış, çığlık, sayha, avaz.

hüve

  • Arabçada: O (mânasına işâret zamiri)

hüviyyet

  • Asıl. Mâhiyyet. Birisinin kimliği, kim olduğu, kökü, esası ve ne olduğu.
  • Cenab-ı Hakkın varlık sıfatı.
  • Hamiyyet ve istikametten, ulüvv-ü cenâbdan ibâret olan sıfât-ı hamide.

huzruf

  • (Çoğulu: Hazârif) Fırıldak.
  • Değirmen çarkının birisi.
  • Pervâne.

huzuk

  • Adımları birbirine yakın olan kısa boylu kimse.

huzur / huzûr

  • Birinin yanında bulunma, rahatlık.

i'lal

  • Harf-i illetlerin kolaylık için başka harfe değiştirilmesine denir. ( ) nin ( ) olduğu gibi.

i'lam / i'lâm / اعلام

  • Bildirme. (Arapça)
  • İ'lâm edilmek: Bildirilmek. (Arapça)

i'lam ve ilham-ı ilahi / i'lâm ve ilham-ı ilâhî

  • Allah tarafından bildirme ve kalbe indirilen ilham.

i'lamat-ı şer'iye mümeyyizi

  • Şeyh-ül İslâm kapısındaki fetvahanenin üç kaleminden biri olan "İlâmat Odası"nın başındaki memurun ünvanı idi. Kadılar tarafından verilen ilâmları tetkik vazifesiyle mükellef olduğu için, bu memuriyete, ulemadan tanınmış olanlar tâyin edilirdi.

i'lamname / i'lâmnâme / اِعْلَامْنَامَه

  • Bildiri.

i'lanname

  • İçinde ilân yazılı olan kâğıt. (Farsça)
  • Bir hususun herkese ilân edilmesi için hükümetçe hazırlanıp bastırılan resmi kâğıt. (Farsça)

i'mak-ı bi'r

  • Kuyunun derinleştirilmesi.

ı'sar

  • Ayağını kaydırıp yere yıkmak.

i'tibar

  • (İtibâr) Ehemmiyet vermek. Hürmet, riâyet ve hatır saymak. Kulak asmak. İbret alıp uyanık olmak. Birisini veya sözünü makbul farzetmek.
  • Taaccüb etmek.
  • Şeref, haysiyet.
  • Bir şeyin gerçek değil, kararlaştırılan değeri.
  • Ticarette söz veya imzaya olan itimad.
  • <

i'tidal

  • Bir şeyde veya halde ifrat veya tefrite düşmemek. Vasat derece olmak.
  • Yumuşaklık. Uygunluk.
  • Gündüz ve gecenin birbirine denk, eşit olması.
  • Miktar ve keyfiyyet hususunda iki hâlet arasında mutavassıt olmak.

i'tikal

  • Sağmak için koyunun ayaklarını iki bacağı arasına alma.
  • Devenin dizini büküp bağlama.
  • Güreş yaparken rakibini sarmaya getirip yıkma.

i'tikam

  • Biriktirme, yığma.

i'tikar

  • Birbirine karışıp sayılamama.

i'tilak

  • Âşık olma, birinin sevgi ve muhabbetine tutulma.

i'timad-ı nefs / i'timâd-ı nefs

  • Nefse güvenmek, bir iş için lâzım olan çalışmaları ve sebeplere yapışmayı bırakarak o işi başarırım diye kendine güvenmek.

i'tizal

  • Ehl-i Sünnet olan hak mezhebden ayrılıp hakka aykırı başka yola sapmak. Mu'tezile olmak.
  • Mu'tezile mezhebinden olmak; akla ve sebeplere aşırı önem vererek, orta yol olan Ehl-i Sünnet inancından ayrılmak.

iadeten / iâdeten

  • Eskiyi yerine getirerek; ölümden sonra çürüyüp dağılan bedeni tekrar inşa edip diriltmek şeklinde.

iare-i mukayyede

  • Bir mülkün kayıd ve şartlarla birine ödünç olarak verilmesi.

iare-i mutlaka

  • Bir mülkün, bir eşyanın sâhibi tarafından hiç bir şart ve kayda bağlı kalmayarak başka birine ödünç verilmesi.

iaşe / iâşe

  • Geçindirmek. Beslemek. Yaşatmak. Diriltmek.
  • Besleme, yedirip içirme.

iaşe-i rabbaniye / iaşe-i rabbâniye

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın beslemesi, yedirip içirmesi.

ibadet

  • Allah'ın (C.C.) emirlerini yerine getirmek ve nehiylerinden kaçmak. Yapılmasında sevab olup, ihlâsla yapılan herhangi bir amel. Şeriatta bildirildiği gibi Allah'a kulluk etmek. Kâinatın ve dolayısıyla insanların hilkatindeki hikmet ve gaye.

ibadetullah

  • Allah'a ibadet etme, Ona kullukta bulunma; emirlerini yerine getirip, yasaklarından kaçınma.

ibadiyye / ibâdiyye

  • Bozuk fırkalardan olan Hâriciyyenin kollarından biri.

ibak

  • Bir esirin, bir köle veya câriyenin sebepsiz olarak, sahibini bırakıp kaçması.

ibaret-inass / ibâret-inass

  • Mânâya delâleti bakımından lafzın dört kısmından biri. Nassın (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin) yalnız ibâresinden anlaşılan mânâya delâlet etmesi.

ibda'

  • Cenab-ı Hakkın âletsiz, maddesiz, zamansız, mekânsız yaratması ve icâdı.
  • Misli gelmemiş bir eser meydana koymak, icâd, ("İbda', ihdâs, ihtirâ, icâd, sun', halk, tekvin" kelimeleri birbirine yakın mânâdadırlar.)
  • Edb: Geçmişte benzeri olmayan şiiri söylemek.
  • (İbzâ') Parça parça etmek.
  • Sorulan şeye güzel cevab vermek.
  • Kandırmak.
  • Birisine, kâr tamamen kendine âit olmak üzere sermaye vermek.

ibdal

  • Değiştirmek. Tebdil ve tahvil eylemek. Birinin yerine diğerini getirmek.

ibiş

  • Hımbıl, salak.
  • Orta oyunu ve kukladaki şahıslardan biri.

iblis / iblîs

  • Şeytanın isimlerinden biri veya şeytanların reisi.

ibn-i cevzi / ibn-i cevzî

  • (Hi: 508-597) El-Muğni isimli Kur'an-ı Kerim tefsiri vardır. Hanbelî fıkhı ve tarihî bilgilerde muhakkik âlimlerdendir. Ebu-l Ferec İbn-i Cevzî diye de meşhurdur.

ibnullah

  • Allah'ın oğlu. Hıristiyanlar Hz. İsa'ya İbnullah derler.

ibra-i istifa / ibrâ-i istifa

  • Bir kimsenin, başka birisindeki hakkını aldığına dair ikrar etmesi.

ibrahim aleyhisselam / ibrâhim aleyhisselâm

  • Kur'ân-ı kerîmde ismi bildirilen peygamberlerden.

ibram

  • Israrla rica etmek. Usandırıncaya kadar üzerine düşmek.
  • Usandırmak, yıldırmak.
  • İpi sağlam bükmek.
  • Muhkem kılmak.

ibrani / ibrânî

  • Eski yahûdî sülâlesi veya o soydan olan. Yahûdî topluluklarından birine mensûb kimse.

ibşas

  • Bazı bitkilerin veya çiçeklerin birbirine sarılıp karışması.

ibtal / ibtâl / ابطال

  • Geçersiz kılma, kaldırma, bozma. (Arapça)
  • İbtâl edilmek: Geçersiz kılınmak, kaldırılmak, bozulmak. (Arapça)
  • İbtâl etmek: Geçersiz kılmak, kaldırmak, bozmak. (Arapça)

ibtidai / ibtidaî

  • Başlangıca ait, en önce olarak. İlk, evvelâ.
  • Ham, işlenmemiş.
  • İlk tahsil veren okul. (Daha da evvel bunun yerine "Sıbyan Mektebi" tabiri kullanılırdı.)

ibtidar / ibtidâr / ابتدار

  • Başlama, girişme. (Arapça)
  • İbtidâr edilmek: Başlanmak, girişilmek. (Arapça)
  • İbtidâr etmek: Başlamak, girişmek. (Arapça)

ibtiyaz

  • Biriktirip yığma.

iç cebehane

  • Şimdiki askerî müzeye eskiden verilen addır. İç cebehâne tâbiri bilahare "Hazine-i esliha", Üçüncü Sultan Ahmed devrinde "Dâr-ül esliha", daha sonraları da "Harbiye ambarı" olarak değiştirilmiş, en sonunda "askerî müze" şeklini almıştır. (Türkçe)

iç oğlanı

  • Saray hizmetine alınıp devletin çeşitli makamlarına namzed olarak yetiştirilen gençler. İç oğlanı, Yıldırım Bayezid zamanında yeni teşekküle başlayan saray hizmetlerinde bulunmak üzere yeniçerilik için toplanan devşirmelerden ayrılmak suretiyle meydana getirilmiş ve bu usûl sonradan yapılan kanunla (Türkçe)

icare / icâre / اجاره

  • Kira geliri. (Arapça)

icare-i faside / icare-i fâside

  • İn'ikad şartlarını câmi' olduğu halde sıhhat şartlarını tamamen veya kısmen cami olmayan icaredir. Bu, aslen meşru olduğu hâlde vasfen meşru bulunmamış olur. Binaenaleyh böyle bir icareyi mucir ile müstecirden herhangi biri fesh edebilir.

icare-i müzafe

  • Bir şeyi gelecek muayyen bir vakitten itibaren kiraya vermektir. Meselâ: Bir hâneyi gelecek falan ayın birinden itibaren bir sene müddetle şu kadar bin liraya kiraya vermek, bir icare-i müzafedir.

icaz-ı hazf

  • Mânâya halel gelmemek şartı ile ve lâfzî veya aklî karine delâleti ile cümleyi tamamlayanlardan birinin hazfıdır.

icazet-i külli / icazet-i küllî

  • Vaktiyle Osmanlı serdarlarına ve sefirlerine müsâlaha, muahede akdi ve sair işler hakkında verilen mezuniyet. Tam salâhiyet demektir. Bu salâhiyeti alan kumandan veya sefir, üzerine aldığı işi merkezden sormaya ihtiyaç kalmadan maslahatın icabettirdiği ve kendi aklının erdiği vechile yapıp bitirirdi

icdaf

  • Bağırıp çağırma.

icl-i samiri / icl-i samirî

  • Musa (A.S.) zamanında Samirî'nin yaptığı buzağı heykeli.

icma' / icmâ'

  • Edille-i şer'iyyenin (din bilgilerinin elde edildiği delîllerin, kaynakların) üçüncüsü. Bir asırda yaşayan müctehid denilen derin âlimlerin bir mes'elenin hükmünde birleşmeleri, ictihadlarının birbirine uygun olması.
  • Beş vakit namazın farz oluşu, zinânın haram oluşu gibi ictihâd lâzı

icmad-ı ma / icmad-ı mâ

  • Suyun dondurulması. Suyun buz haline getirilmesi.

icmal

  • Hülâsa etmek. Kısaltmak, bir araya toplamak. Kısa anlatmak. Biriktirmek.
  • Uzun bir hesaptan çıkarılan hülâsa, netice.

icmam

  • Atı soluklandırma, dinlendirme.
  • Biriktirme.

icra / icrâ / اجرا

  • Yürütme, yapma, yerine getirme. (Arapça)
  • Yapılma, yerine getirilme, yürütülme. (Arapça)
  • İcrâ edilmek: Yürütülmek, yapılmak, yerine getirilmek. (Arapça)
  • İcrâ etmek: Yürütmek, yapmak, yerine getirmek. (Arapça)

icra-yı icabi / icra-yı icabî

  • Lüzum eden muamelenin yerine getirilmesi.

icra-yı vazife / icrâ-yı vazife

  • Vazifenin yerine getirilmesi.

icraat

  • (Tekili: İcrâ) Meydana getirilen işler. Yapılan işler.
  • Ameliyat. Tatbikat.

ictihad / ictihâd

  • İnsan gücünün yettiği kadar zahmet çekerek, çalışma. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş olan işlerin hükümlerini açıkça bildirilenlere benzeterek meydana çıkarma.

içtimaü'z-zıddeyn

  • Birbirine zıt iki şeyin birleşmesi, bir araya gelmesi.

ictisas

  • Hayvanın, ağzı ile çayırı araştırarak otlaması.

iczal

  • Birini sevindirme, mesrur etme, gönlünü hoş etme.

ıda'

  • Bir şeyi birbiri ardınca yapmak.

idam-ı ebedi / idâm-ı ebedî

  • Dirilmemek üzere yok oluş; âhiret inancı olmadığı için ölümü ebedî yokluğa gitmek olarak görme.

iddihar / iddihâr

  • Biriktirmek, toplamak, yığmak.
  • Kıtlık zamanında yüksek fiatla satmak üzere zahire toplayıp saklama.
  • Biriktirme, depolama.
  • Biriktirme.

iddihar edilen

  • Biriktirilen, depolanan.

iddihar olunan

  • Biriktirilen, depolanan.

iddiharat / iddihârât

  • Biriktirmeler, depolamalar.
  • Biriktirmeler.

iddimac

  • Bir şeyin içine girmek. Bir yere girip gizlenmek.

iddirak

  • Akıl etme, idrak etme, anlama, fehmetme.
  • Bir yere toplanmak.
  • Birbirine yetişmek.

idgam / idgâm

  • Gizlemek.
  • Bir şeyi bir yere koymak.
  • Tecvidde: Aynı cinsten olan harfleri birbirine katarak iki def'a okumak. Şeddeli okumak veya yazılmak.
  • Birbirine benzeyen iki harfi bir yazıp şeddeli okuma.

idra

  • Def etmek.
  • Bildirmek. Bildirilmek.

idrimac

  • Bir yere girip gizlenmek.

ifa / îfâ / ایفا

  • Yapma, yerine getirme. (Arapça)
  • Ödeme. (Arapça)
  • Îfâ edilmek: (Arapça)
  • Yapılmak, yerine getirilmek. (Arapça)
  • Ödenmek. (Arapça)
  • Îfâ etmek: (Arapça)
  • Yapmak, yerine getirmek. (Arapça)
  • Ödemek. (Arapça)

ifa-i hak / ifâ-i hak

  • Hakkın yerine getirilmesi.

ifa-i vazife / îfa-i vazife

  • Görevin yerine getirilmesi.

ifade / ifâde / افاده

  • Söylem, anlatım, dile getirme. (Arapça)
  • İfâde edilmek: Anlatılmak, belirtilmek, dile getirilmek. (Arapça)
  • İfâde etmek: Anlatmak, belirtmek, dile getirmek. (Arapça)

ifhac

  • Davarın ayaklarını ayırıp sağmak.

ifk

  • Bühtan. Bir suçu birisine yüklemek. İftira.

ıflık

  • Eski çalgılardan birinin adıdır.

ifrar

  • Kaçırmak. Kaçırılmak. Firara mecbur etmek.

ifrat / ifrât / افراط / اِفْرَاطْ

  • Aşırılık.
  • Aşırılık.
  • Bir işte, sözde veya davranışta haddi aşma, pek ileri gitme, aşırı olma.
  • Aşırıya kaçma. (Arapça)
  • Aşırılık.

ifrat ü tefrit

  • Birbirine tamamıyla ters olan iki uç. Çok fazla ve çok az.

ifrat ve tefrit

  • Bir şeyde aşırı seviyede ileri veya geri durma.

ifrat-ı adavet / ifrat-ı adâvet

  • Aşırı derecede düşmanlık besleme.

ifrat-ı muhabbet

  • Aşırı sevgi.

ifrat-ı şefkat

  • Aşırı derecede şefkat duyma.

ifratalud / ifratâlûd

  • Aşırılıkla karışık, aşırılık bulunan.
  • Aşırılıkla karışık.

ifratkar / ifratkâr / ifrâtkâr / افراطكار

  • Haddi aşan, aşırı.
  • Aşırı giden.
  • Aşırıya kaçan. (Arapça - Farsça)

ifratkarane / ifratkârane / ifratkârâne

  • Aşırı gidercesine.
  • Aşırıya kaçacak şekilde.

ifratperesti / ifratperestî / افراط پرستى

  • Aşırıcılık. (Arapça)

ifratperver

  • Aşırılığı seven.
  • Aşırılığa kaçan.

ifratperverane / ifratperverâne

  • Aşırılığı severek.
  • Aşırılığı severcesine.

ifrazat

  • Vücuddan çıkan, bedenden ayrılan kan, irin, balgam gibi şeyler.

iftial

  • Bir şeyi iş edinmek. Kendiliğinden yapmak.
  • Arabçada beş harfli fiilin birinci babı.
  • Yalan düzmek, iftira etmek.

iftidah

  • (Fadâhat. den) Kırma, kırıp ufalama.
  • Maskara olma, rezil olma.

iftilat

  • Ansızın bir işe girişme.
  • Hatıra gelivererek şiir veya söz söyleme.

iftinan

  • Türlü türlü ve birbirini tutmayan düzensiz söz söyleme.
  • Fitneye düşmek.
  • Âşık olmak.

iftira / iftirâ / افترا

  • Birinin üzerine suç atmak. Bühtan. İfk. Yalan yere birisini suçlu göstermek.
  • Yalan yere birisini suçlama, suç atma.
  • Birine aslı olmayan bir suç yükleme.
  • Yapmadığı hâlde kötü bir işi birisine yükleme, yalan yere birisine suç isnat etme gösterme. Birine suç atma, bühtân.
  • Birine işlemediği suçu yıkma. (Arapça)

iftitah tekbiri / iftitâh tekbîri

  • Namaza başlarken alınan tekbir. Namaz, her nevi dünya meşguliyetinden alâkayı keserek kılındığı için, Allahü Ekber diye iftitah tekbirini alarak namaza başladıktan sonra ibadet esnasında dünya işi haram olup namazı bozar. Bu mâna için bu tekbire, tahrime adı da verilir.
  • Namaza başlama tekbiri.
  • Başlama tekbîri. Namazın evvelinde "Allahü ekber" demek. Buna Tahrîme tekbîri de denir.

igbirar

  • Kırılmak. Gücenmek.
  • Toz ile paslanmak.
  • Boz benizli olmak.

iğbirar / iğbirâr / اغبرار

  • Kırılma, gücenme.
  • Kırılma, alınma, gücenme. (Arapça)

iğfal / iğfâl / اغفال

  • Aldatma, kandırma. (Arapça)
  • Irza geçme. (Arapça)
  • İğfâl edilmek: (Arapça)
  • Aldatılmak, kandırılmak. (Arapça)
  • Irzına geçilmek. (Arapça)
  • İğfâl etmek: (Arapça)
  • Aldatmak, kandırmak. (Arapça)
  • Irzına geçmek. (Arapça)

iğneli fıçı

  • Mc: Eziyetli ve usandırıcı iş. İnsana eziyet veren ve rahatsız eden yer.

igrakat

  • (Tekili: İgrak) Mübalâğalar, iğraklar, aşırı büyültmeler.

igrakiyyat

  • Aşırı büyültmelerle ve mübâlâğalarla söylenen sözler.

igrik

  • Çok bağırıp böğüren (hayvan).

igtimaz

  • Birini çekiştirme, bir kimsenin aleyhinde bulunma.

igtişaş

  • Karışıklık. Kargaşalık. Karmakarışık olmak.
  • Birisinin fena telkinini kabul etmek.

ihale

  • Bir işi birisinin üzerine bırakmak. Bir hâlden diğer hâle dönmek.
  • Artırma veya eksiltmeye çıkarılan bir işi en münâsib bulunan bir istekliye vermek.
  • Zayıf addetmek.
  • Muhal söz söylemek.

iham-ı kabih

  • Edeb ve terbiye dışı anlamı bilerek kullanma. Sözü edeb ve terbiyeye aykırı bir mecazî mânâya getirme.

ıhaze

  • (Çoğulu: İhâzât-İhâz) Su birikip toplanacak yer.
  • Bir kimsenin kendisi veya sultanı için hıfzedip gözlediği yer.

ihbar-ı aleviye

  • Hz. Ali'nin (r.a.) verdiği haber; On Sekizinci Lem'a, Sekizinci Şuâ, Yirmi Sekizinci Lem'a'nın Birinci Nüktesi.

ihbar-ı ilahi / ihbar-ı ilâhî

  • Allah tarafından bildirilen.

ihbarat

  • Bildirilen haberler. İhbarlar. Bildirilen hadis-i şerifler.

ihbarname / ihbârnâme / اخبارنامه

  • Bildiri kağıdı. (Arapça - Farsça)

ihbas

  • Birinin hakkını yeme.

ihdas / ihdâs / احداث

  • Kurma, oluşturma, meydana getirme. (Arapça)
  • İhdâs edilmek: Kurulmak, oluşturulmak, meydana getirilmek. (Arapça)
  • İhdâs etmek: Kurmak, oluşturmak, meydana getirmek. (Arapça)
  • İhdas olunmak: Kurulmak, oluşturulmak, kon (Arapça)

ihfa / ihfâ

  • Saklamak. Gizlemek. Ketmetmek. Gizlenilmek.
  • Tecvidde: Harflerden birisini söylerken gizli ve zayıf söylemek.
  • Örtmek, gizlemek; tecvidde bir terim. On beş ihfâ harflerinden önce gelen tenvin veya sâkin nunu, izhâr (birbirinden ayırmak) ile idgâm (birbirine katmak) arasında, şeddeden uzak olarak gunne ile genizden çıkarmak.

ihfaf

  • Hafifletmek. Birinin şerefine dokunacak şekilde konuşmak.

ihlal / ihlâl / اخلال

  • (Halel. den) Sakatlamak. Bozmak. Halel vermek.
  • Birini ihtiyaç içinde bırakmak.
  • Düşmanın haklarına vefa etmeyip gadretmek.
  • Bozma, lekeleme, halel getirme. (Arapça)
  • İhlâl edilmek: Bozulmak, halel getirilmek. (Arapça)
  • İhlâl etmek: Bozmak, halel getirmek. (Arapça)

ihlal edici / ihlâl edici

  • Bozucu, karıştırıcı.

ihlal etme / ihlâl etme

  • Bozma, sınırı aşma.

ihraz

  • Nail olmak. Erişmek.
  • Kazanmak. Kesbetmek.
  • Birisini güzel bir surette korumak.

ihşad

  • (Halk) Birikme, toplanma, cem' olma.

ihsandide

  • (Çoğulu: İhsandidegân) İhsan görmüş, bağış almış. Birinin lütfunu görmüş, minnettar. (Farsça)

ihsanperver

  • İhsan edici. İyiliği çok sever. (İhsan ihsandır, eğer nev'e olsa veya muhtaca ve fakire olsa. Sehavet o vakit tam sehavettir, eğer millet için olsa, yahut milleti tazammun eden bir ferde olsa güzeldir. Şayet muhtaç olmayan şahsa olsa, şahsı tembel eder. Çingeneliğe alıştırır. Elhasıl, millet bâkidir (Farsça)

ihsar

  • (Hasr. dan) Birisini işinden alıkoymak.
  • Fık: Hac için ihrama girmiş bir zâtın, Arafat'ta durmakla ziyaret tavafından; ve umre için ihrama girmiş bir kimsenin de tavaftan men edilmesi. Böyle men edilen zâta "muhsar" denir.
  • Kısaltma, kısalma.
  • Sıkıştırma.

ihsas-ı ganaim

  • Düşmandan ele geçirilen ganimet mallarını paylaşma.

ihtica'

  • Karşılıklı olarak birbirini hicvetme.

ihtikak

  • Hakkını istemek. Niza' etmek. Birbirine husumet etmek. Hapseylemek.
  • Fık: İki taraftan her birinin haklı olduğunu iddia etmesi.

ihtikan

  • Kan toplanması. Bir uzva kan birikmesi sebebi ile oranın şişip kabarması.
  • Şırınga kullanma.

ihtikar / ihtikâr

  • İnsan ve hayvan için lüzumlu gıdâ maddelerini şehre girmeden yâhut girince halka satılmadan toplayıp, stok edip, pahalandığı zaman satmak.
  • Haksız kazanç, aşırı kâr, vurgunculuk.
  • Hakarete katlanmak.

ihtilab

  • Aldatma, kandırma.
  • Aldatılma, kandırılma. Hile yapılma.

ihtilaf

  • (Hulf. den) Anlaşmazlık, uyuşmazlık, karışıklık, ikilik.
  • Birisinin halifesi olmak.

ihtilaf-ı dar / ihtilaf-ı dâr

  • Huk: Mirası bırakan ile vâristen her birinin başka başka ülkeler ahâlisinden olması.

ihtilaf-ı din

  • Biri müslim, diğeri gayr-ı müslim olmak gibi ayrı dinde bulunmak. Din ayrılığı miras almağa mânidir. Binaenaleyh gayr-i müslim, müslimin; müslim de gayr-i müslimin mirasına nâil olamaz. Fakat müslim olmayan milletler arasında din ayrılığı miras almağa mani değildir.

ihtilaf-ı turuk / ihtilâf-ı turuk

  • Hedefe giden yolların birbirinden farklı ve çeşitli olması.

ıhtinas

  • Kırılmak.
  • İkiye bükülmek, iki kat olmak.

ihtiras / ihtirâs / احتراص

  • Aşırı istek, tutku.
  • Aşırı istek sahibi olmak, hırs duymak, şiddetli arzu.
  • Aşırı istek.
  • Şiddetli arzu, aşırı heves, istek, gözün ve gönlün doymaması.
  • Aşırı hırs. (Arapça)

ihtirasat / ihtirasât

  • İhtiraslar, aşırı istekler, hırs ve tutkular.
  • İhtiraslar, aşırı istekler.

ihtirasat-ı hayvaniye / ihtirâsât-ı hayvâniye

  • Hayvânî ihtiraslar, hayvanî duygulardan kaynaklanan aşırı istekler, tutkular.

ihtişad

  • Toplanmak, birikmek, yığılmak.

ihtisas

  • (Husus. dan) Kendine mahsus kılmak. Bir kimsenin dünyevi veya uhrevi, Kur'âni, İslâmi, imâni bir mesleğe, fen veya san'ata hasr-ı mesâi etmesi; yalnız onunla meşgul olması.
  • Gr: Mütekellim veya muhatab zamiri olan mübtedanın haberinin hükmünü bir isme âit (mahsus) kılma. Bu isim zamir

ihtişaş

  • Kuru ot veya saman gibi hayvan yemi biriktirme.

ihtiyat akçesi / اِحْتِيَاطْ آقْچَه سِي

  • Tedbir için biriktirilen para.

ihtiyat hazinesi

  • Tar: Savaş ve diğer fevkalâde masraflara karşılık olmak üzere sarayda biriktirilen paralar. Gelirleri havass-ı hümayun hâsılatı, ganimetlerin beşte biri ve başka hükümdarlardan gelen hediyelerdi. Buna "iç hazine" veya "enderun hazinesi" de denilirdi.

ihtizan

  • Birisini işinden alıkoyma.
  • Çocuğu besleme.

ihvan-üs-safa / ihvân-üs-safâ

  • On birinci asrın ikinci yarısında Basra'da ortaya çıkan; "İslâmiyete birçok vehimler karışmış, onu bu vehimlerden temizlemek ancak felsefe ile mümkündür. İslâm dînini felsefe vâsıtasıyla saf hâle getirmelidir" diyen sapık ve gizli bir cemiyet, ekol.

ihya / ihyâ / احيا

  • Diriltmek. Yeniden hayata kavuşturmak. Canlandırmak. Şenlendirmek. Uyandırmak.
  • Gece de uyumayıp çalışmak veya ibâdetle vakit geçirmek.
  • Diriltme, hayat verme.
  • Vaktini ibâdet ve iyi işler yaparak geçirmek, kıymetlendirmek.
  • Ölüleri diriltmek.
  • Hayat verme, diriltme.
  • Diriltme.
  • Diriltme, yaşatma. (Arapça)
  • Canlılık kazandırma. (Arapça)
  • Geceyi ibadet ederek geçirme. (Arapça)
  • İhyâ olunmak: Yaşatılmak, canlandırılmak. (Arapça)

ihya eden

  • Dirilten.

ihya-yı alem / ihyâ-yı âlem

  • Âlemi yeniden diriltme.

ihya-yı arz / ihyâ-yı arz

  • Yeryüzünün diriltilmesi.

ihya-yı din / ihyâ-yı din

  • Dinin diriltilmesi.

ihya-yı emvat / ihyâ-yı emvât

  • Ölüleri diriltme.

ihya-yi emvat

  • Ölüleri diriltmek.

ihya-yı millet / ihyâ-yı millet

  • Milletin diriltilmesi, canlandırılması.

ihzaren

  • Huzura getirerek. Birini mahkemeye dâvet ederek.
  • Hazırlayarak, ihzar ederek.

ihzariye

  • Aleyhine açılan dâva münasebetiyle getirilen şahıslardan, gönderilen mübaşir veya muhzirin masrafı karşılığı olarak tahsil edilen para. İhzariyeye mübaşir ve muhzirin at ve araba masrafından başka yemek, içmek gibi şahsî masrafları da ilâve edilirdi.
  • Birinin mahkemeye çağrılması için

ik'ar-ı abar / ik'ar-ı âbâr

  • Kuyuların derinleştirilmesi.

ik'ar-ı enhar

  • Nehirlerin derinleştirilmesi.

ikale

  • Pazarlığı bozma. Her iki tarafın isteğiyle alışveriş mukavelesini bozma. Bir hukuki muamele ile meydana gelen vaziyetin diğer bir hukuki muamele ile eski haline getirilmesi.
  • Demediği halde "Dedin" diye iddia etme.

ikbab

  • Yüzüstü düşme, kapanma.
  • Bir şeyin üstüne fazla düşme. Olması için aşırı derecede çalışma.

ikbal

  • Bir şeye yönelmek. Teveccüh etmek. Reddetmeyip kabul etmek. Bir şeyi birinin önüne götürmek. Baht açıklığı. Talih. Refah.
  • İstemek.

ikdam / ikdâm / اقدام

  • Girişim. (Arapça)

ikdar

  • (Kudret. den) Kudret verme, kuvvetleştirme, güç kazandırma. Geçimini sağlama.
  • Birini kayırma.

ikfa'

  • Edb: Sesleri birbirine yakın olan harflerle kafiye yapmak.

ikfar

  • Birisine kâfir demek, kâfir denilmek.

iki eli yakasında olmak

  • Mecaz yoluyla âhiret gününde birinden hakkını aramak.

iki harb-i umumi / iki harb-i umumî

  • Birinci ve İkinci Dünya Savaşları.

ikindi divanı

  • Tanzimattan evvel sadrazamların kendi konaklarında yaptıkları divanlar. Bu divan ikindi namazından sonra toplandığı için bu adı almıştı. Bâb-ı Âlî teşkilâtının ilk şekli olarak Divan-ı Hümayun, muayyen günlerde toplandığı zaman, vezir-i azamlar da divanda bitirilemeyen veya arza lüzum görülmeyen işl (Türkçe)

ikindi namazı

  • İslâm'ın şartlarından biri olan beş vakit namazın üçüncüsü, öğle vakti ile akşam vakti arasında kılınan namaz.Gökten yere iner kamû (bütün) melekler, Meleklere müştâk olur (can atar) felekler, Kabûl olur anda bütün dilekler, İkindi namâzın kıldığın zaman.

ıkma'

  • Gelen bir kimseyi geri döndürme.
  • Birisini aşağılama.

ikmal / ikmâl / اكمال

  • Tamamlama, bitirme. (Arapça)
  • Bütünleme. (Arapça)
  • İkmâl edilmek: Tamamlanmak, bitirilmek. (Arapça)
  • İkmâl etmek: Tamamlamak, bitirmek. (Arapça)

ıkmas

  • Suya daldırıp çıkarma.

ikna'

  • Kanaat vermek. Râzı etmek. Râzı edilmek. İnandırmak. İnandırılmak.
  • Ayakta iki tarafa bakmadan durmak.

ikrah

  • İğrenmek. Tiksinmek. Bir işi istemiyerek yapmak.
  • Birine zorla iş yaptırmak veya muamele yapmak.

ikrar bi-l kitabe

  • Bir kimsenin diğer bir kimseye olan borcunu kitabetle yani yazı ile tasdik etmesi. Tabirin mânası yazı ile ikrar'dır.

ıksa / ıksâ

  • Uzaklaştırılma. Uzaklaştırma.

iksa-yi eytam

  • Yetimlerin giydirilmesi.

iksam

  • Çok miktarda mal alıp biriktirme.
  • Kökünü kırma. Hepsini silip süpürme.

iksir-i ism-i azam / iksir-i ism-i âzam

  • Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olan isminin güçlü tesiri.

iktan

  • Yapıştırma veya yapıştırılma.

iktibas

  • Bir söz veya yazıyı olduğu gibi veya kısaltarak almak. Birisinden ilmen istifade etmek. İstifade suretiyle almak, alınmak.
  • Söz arasında Kur'an-ı Kerimden veya Hadis-i Şeriftden veya başka makbul eserlerden bir cümlenin kâmilen veya kısmen az tasarruf ile veya tasarrufsuz alınması.

iktida

  • Uymak, tâbi olmak. Birinin hareketini örnek alarak ona benzemeye çalışmak. İttiba etmek.

iktihamat

  • (Tekili: İktihâm) İktihamlar, hücumlar, saldırışlar.
  • Tahammül etmeler, göğüs germeler.

iktina'

  • Yığma, biriktirme.
  • Çalışarak kazanma.
  • Meslek edinme.
  • Tuzak kurup avlanma.
  • İmsak etme.
  • Sermâye verme.

iktiran-ı kevakib

  • Ast: İki gezegenin zâhiren birbirine yakın bir mevziye gelmeleri veya aynı burçta bulunmaları.

iktirani kıyas / iktiranî kıyas

  • Man: Neticenin aynı veya nakizı, mukaddemelerinin birisinde bilfiil zikredilmeyen kıyastır. Meselâ: "Her cisim muhdestir". Ve nakizı olan: "Bazı cisimler muhdes değildir" kaziyeleri, ne birinci ve ne de ikinci mukaddemede hey'et-i mecmuası ile zikredilmiş olmadığından iktirânidir.

iktisa

  • Biriktirme, toplama, yığma.

iktisa-i nukud

  • Para biriktirme.

iktisad / iktisâd

  • Tutum, biriktirme. Her hususta itidal üzere bulunmak. Lüzumundan fazla veya noksan sarfiyattan kaçınmak.
  • Edb: Beyit veya kasideyi birbirine vasl ile uzatmak.
  • Tutum, harcamada aşırıya kaçmama, ekonomi.

iktisar

  • (Kesir. den) Paralamak. Kırılmak.

iktisas

  • Birinin izinden, ardından gitmek.
  • Kısas istemek. İntikam almak.
  • Kıssa.
  • Hikâyeyi veya bir haberi doğruca söylemek.

iktital

  • Birbirini öldürme.

ıkva'

  • Ev boşalmak.
  • Azık tamam olmak. Şâirin şiirin kafiyesini çeşitli yapması.

ilaf / ilâf

  • Ülfet ettirme, ülfet ettirilme, alıştırma, uzlaştırma.

ilahi dinler / ilâhî dinler

  • Asılları Allahü teâlâ tarafından bildirilmiş olan dinler. Hak dinler ve semâvî dinler de denir.

ılba'

  • (Çoğulu: Alâbâ) Boyun siniri.

ilbad

  • Yamama, yırtıkları kapatma.
  • Yapıştırma veya yapıştırılma.

ilbas

  • (Lebs. den) Giydirme veya giydirilme.
  • Örtme yahut örtülme.

ilbas-ı hil'at

  • Hil'at giydirmek. (Üst elbisesi demek olan hil'at; padişahlar ile sadrazam ve vezirler tarafından memurlarla, âyân ve eşrâfa, taltif makamında giydirilirdi. Sonradan bunun yerine rütbe ve nişan verilmeğe başlanmıştır.)

ilel-i müteselsile

  • Zincir gibi birbirine bağlı olup devam eden sebepler, illetler.
  • Zincir gibi birbirine bağlı olup devam eden sebepler, illetler.

ilhab

  • Tutuşturma, alevlendirme.
  • İltihaplandırma, şişirip kızartma.

ilhad / ilhâd

  • Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan, müctehid âlimlerin söz birliği ile bildirdikleri ve müslümanlar arasında yayılan îmân bilgilerine uymamak, doğru yoldan ayrılmak küfre (îmânsızlığa) sebeb olan inanış.

ilham / ilhâm

  • Allah tarafından insanın kalbine indirilen mânâ.

ilham-ı rabbani / ilham-ı rabbânî

  • Allah tarafından kalbe indirilen ilham.

ılık

  • Ne sıcak ne soğuk. Az ısınmış veya sıcaklığı kırılmış.

ilka

  • Vahiyle indirilme, kalbe bırakılma.

illet-i ula / illet-i ûlâ

  • Birinci sebep, ilk sebep.

ilm-i bedi'

  • İlm-i beyânın üç bölümünden üçüncü bölümüdür ki, bediiyat da denir. Muktezâ-yı hâle uygun bir kelâmın lâfız ve mânâ bakımından daha da güzelleştirilmesinin kaidelerinden bahseder. Bu kaidelere Edebî San'atlar da denir.Her şeyin güzellik cihetlerinden bilhassa Arabi terkiblerden bahseder, kelâmın güz

ilm-i meani / ilm-i meânî

  • Sözün hâle uygunluğundan bahseden edebî ilim dallarından biri.

ilmam

  • İki şey birbirine yaklaşma.
  • Küçük günah işleme.

ilmiye ricali

  • İlmiye tarikinin yüksek tabakasına verilen addır. Bunun yerine "ricâl-i ilmiye" tabiri de kullanılırdı. İlmiye mensubları cübbe ile sokağa çıktıkları halde ilmiye ricali lata yahut biniş giyerlerdi.

ilsak

  • Yapışmak. Bitişmek. Ulaşmak. Yapıştırılma. Kavuşturulmak.

iltibas / iltibâs / اِلْتِبَاسْ

  • Birbirine benzeyen şeyleri şaşırıp birbirine karıştırmak. Yanlışlık. Karışıklık.
  • Tereddüt. Şüphe.
  • Benzeyen şeyleri birbirine karıştırma. Şaşırıp yanılma.
  • Birbirinden ayıramama.

iltibas etme

  • Birini diğerine benzetme, birini diğeriyle karıştırma, birbirinden ayırt edememe.

iltibassız

  • Birbirine karışmayan.

iltica

  • Sığınmak. Melce' ve penaha varmak. Birinden himâye istemek.

iltiham

  • Lehimleme, birbirine yapıştırma.

iltimasgerde

  • İltimas edilen, kayırılan. (Farsça)

iltisak

  • İki uzvun birbirine yapışık olması.
  • Bitişmek. Yapışmak. Kavuşmak. Yapışık olmak.

iltisak-ı ecfan

  • Tıb : Ağrı ve sızıdan dolayı gözkapaklarının birbirine bitişmesi.

iltiva

  • Burulmak.
  • Kıvrılmak, bükülmek.
  • Sarılıp birbirine dolaşmak.
  • Dalgalanma.
  • Eğri durma.
  • Nehrin dolaşıklı bir yatağı olma.

iltizam

  • Kendine lâzım kılma. İcrasına cehdettiği şeyi kendi üzerine vâcib kılma. Mülâzemet etme. Gerekli bulma.
  • Tarafgirlik etme, birinin tarafını tutma.
  • Onyedinci y.y. dan itibâren devlete gelir getiren kaynaklar, yavaş yavaş belirli bedel karşılığında şahıslara verilmeğe başlandı.

ilva

  • Çevirmek. Baş eğmek. Başı eğilmek.
  • Başkasının sözünü maksadı olmayan başka tarafa çevirmek.
  • Birinin hakkını inkâr eylemek.
  • Bayrağı kaldırmak. Sancak dikmek.

ilyas aleyhisselam / ilyâs aleyhisselâm

  • Kur'ân-ı kerîmde ismi geçen peygamberlerden biri. Hârûn aleyhisselâmın neslindendir.

imam / imâm

  • Câmi, mescid veya başka yerlerde cemâate namaz kıldıran kimse.
  • Hadîs, fıkıh, kelâm ve tefsîr ilminde ve tasavvuf gibi İslâmî ilimlerden birinde en yüksek mertebeye ulaşan âlim.
  • Müslümanların devlet reîsi.

imam-ı ahmed bin hanbel / imâm-ı ahmed bin hanbel

  • Ehl-i sünnetin (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olanların) amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebinin reîsi.

imam-ı busiri / imam-ı busirî

  • (Mi: 1213-1295) İmam-ı Muhammed bin Said "Busayrî" diye bilinir. Kaside-i Bür'e ve Hemziyesi ile meşhur üstün bir İslâm şâiridir.

imam-ı malik / imâm-ı mâlik

  • Ehl-i sünnetin ameldeki dört mezhebinden biri olan Mâlikî mezhebinin reîsi.

imam-ı mübin

  • İlim ve emr-i İlâhînin bir nev'ine bir ünvandır ki, âlem-i şehadetten ziyade âlem-i gayba bakıyor. Yani, zaman-ı halden ziyade mazi ve müstakbele nazar eder. Yani, her şeyin vücud-u zahirîsinden ziyade aslına, nesline ve köklerine ve tohumlarına bakar.

imam-ı şafii / imâm-ı şâfiî

  • Ehl-i sünnetin ameldeki dört mezhebinden biri olan Şâfiî mezhebinin reîsi.

imam-ıa'zam ebu hanife / imâm-ıa'zam ebû hanîfe

  • Ehl-i sünnet ve'l-cemâatın ameldeki dört mezhebinden biri. Hanefî mezhebinin kurucusu.

imame / imâme

  • Eskiden müslümanların başlarına sardığı, bugün ise, sadece din görevlilerinin namaz kıldırırken ve dînî vazîfeleri yerine getirirken giydikleri başlık üzerine sarılan sarık.
  • Tesbîhin ucundaki uzun tâne.

imamet-i kübra / imâmet-i kübrâ

  • Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) vekâleten bütün müslümanlara imamlık ederek İslâmiyet'in emirlerinin tatbik edilmesine nezâret edip, İslâmiyet'e ve müslümanlara karşı yapılan her türlü müdâhaleye (saldırı ve sataşmaya) cevap vermek vazîfes i, hilâfet.

imamiyye / imâmiyye

  • Şiîliğin kollarından biri.

iman-ı bil-ahiret / iman-ı bil-âhiret

  • Âhirete, öldükten sonra dirileceğine, haşir ve neşre, Cennet ve Cehennem'e inanmak.

imar-ı dünya / imâr-ı dünya

  • Dünyanın bayındır hâle getirilmesi, düzenlenmesi.

imaret / imâret

  • Bayındırlık; bir yerin ömür sürülür, yaşanır hâle getirimesi.

imaret-i arz

  • Yeryüzünün imar edilmesi, ömür sürülür, yaşanır hâle getirilmesi.

imata

  • Uzaklaştırma yahut uzaklaştırılma.

imece

  • Köyün umumi işlerinde veya köylünün kendi işlerinde köy halkının müştereken çalışması. Beraberce birçok kimsenin toplanıp elbirliğiyle bir kişinin işini halletmesi ve herkesin işinin sıra ile bitirilmesi.

imha-yı fazilet / imhâ-yı fazilet

  • Faziletin ortadan kaldırılması.

imha-yı hakikat / imhâ-yı hakikat

  • Hakikatin ortadan kaldırılması.

imlal

  • (Melâl. den) Usandırma veya usandırılma.

imsas

  • (Mass. dan) Emdirme, emdirilme.
  • Tıb: Suda erimiş ilâcı şırınga etmek.

imtar

  • Yağdırma veya yağdırılma.

imtiha-yi seyf

  • Kılıcın bilenmesi, keskinleştirilmesi.

imtina ve muhal / imtinâ ve muhal

  • İmkânsız olma ve akla aykırı olma.

imtinan

  • Minnet. Kendine minnet etmek. Birisine yaptığı ihsan ve iyiliği başına kakmak.
  • Memnun olmak.
  • Birisinin çok iftiharla sevdiği ve mâlik olduğu şeye nâil olmak.

imtiyaz-ı etemm

  • Tamamıyla birbirinden farklı olma.

imtiyaz-ı mutlak

  • Varlıklar arasında tam ve kusursuz ayırımın olması.

imtizaç

  • Birbiriyle karışma, kaynaşma.

imtizaçkarane / imtizaçkârâne

  • Birbiriyle karışıp, kaynaşacak bir şekilde.

in / în

  • İri ve güzel gözlüler.

in'am edici / in'âm edici

  • Nimetlendirici.

inak

  • Birbirinin boynuna sarılma, kucaklaşma.

inaka

  • Aşırı güzelliği ve câzibedarlığı ile hayret verme.

inan

  • Bu kimseler, bunlar. (İşaret zamiridir). (Farsça)

inan şirketi / inân şirketi

  • Ortakların birbirine vekil olup, kefil olmadıkları şirket.

inantab

  • Dizgin çevirip dönen. (Farsça)

inbik

  • Süzme âleti. Akıcı maddelerin süzgeçten geçirilmesine mahsus âlet.

incibar

  • Kırılmış olan kemiğin bağlanıp tekrar kaynaması.

incil / incîl

  • Dört büyük kitabdan birisi. Hristiyanların mukaddes kitabı olup, Hazret-i İsa'ya (A.S.) gelen kitab.
  • Beşaret, müjde.
  • Hz. İsa'ya indirilen mukades kitap.
  • Dört büyük ilâhî kitaptan biri.
  • Allahü teâlânın, Îsâ aleyhisselâma gönderdiği ve sonradan tahrif edilen, aslı değiştirilmiş olan mukaddes kitab.

incil-i yuhanna

  • Yuhanna İncili dört incilden birisi, Hz. İsa'nın (a.s.) havarilerinden Yuhanna tarafından yazılan İncil, Hz. İsa'ya indirilen kitap.

inciza'

  • (Değnek) Kırılma.
  • (İp) Kopma.

incizam

  • (Kemik) Kırılma.
  • Gr: Meczum olma. Kelimenin son harfi harekesiz olarak telâffuz olunma.

indifa

  • Def olma.
  • Meydana çıkma. Yerden fışkırma.
  • Söze girişme.
  • Geri çekilme.
  • Başlama.
  • Teveccüh eyleme.
  • Yer yer baş gösterme.

indimac

  • Kenetlenme. Dürülüp birbirine geçme.

indira'

  • Bir işe girişme, bir şeye teşebbüs etme.
  • Öne geçme.
  • Buluttan kurtulma.

indiyyat

  • (Tekili: İndî) Birinin kendince uydurduğu şeyler. Bir kimsenin kendi görüş ve inanışına göre söylediği sözleri.

infal

  • Ganimetten mal ayırıp verme.

infaz

  • Sözünü geçirme. Bir hükmü yerine getirme.
  • Aldığı emre göre birisini öldürme.
  • Öte tarafa geçirme.

infial / infiâl / انفعال

  • Gücenme. Darılma.
  • Can sıkılma. Teessür.
  • Hareketlenme. Harici bir sebeb ve te'sirle hâsıl olan hâl, te'sir ve hareket.
  • Harici te'sire kabil olmak.
  • Ruhun kabul ettiği tahavvülât. (Bir eser, müessirine nisbetle fiildir. Zuhur ettiği yere nisbetle infialdir.)
  • Bir tesirin gücü altında hareket etme.
  • Kırılma, gücenme. (Arapça)

infidad

  • (İnfadda) Bir şeyin kırılıp dağılması. Parça parça olma.

infirad / infirâd / انفراد

  • Bir başına kalma. (Arapça)
  • İnfirâd ettirilmek: Bir başına bırakılmak. (Arapça)

infisam

  • Kırılma.
  • Kesilme.
  • Yırtılma.
  • Üzülme.
  • Kopma.

infitah

  • Açılma. Boşalma. Tıkanan bir şeyin açılışı.
  • Tecvidde: Harf okunduğu zaman dil ile üst çene birbirinden ayrılıp, aralarından nefes çıkması. İnfitah harfleri ise şunlardır: (Min, Nun, Elif, Hı, Zel, Vav, Cim, Dal, Sin, Ayın, Te, Fe, Ze, Kef, Lem, Ha, Se, Kaf, He, Şın, Ra, Be, Gayın, Ya

infitat

  • Paralanma, kırılma.

inha

  • Bu şeyler. (İşaret zamiridir.) (Farsça)

inhimak / inhimâk / انهماک

  • Aşırı düşkünlük. (Arapça)

inhiraf

  • Doğru yoldan sapma.
  • Dönme.
  • Bozulma. Değişme.
  • Kırıklık.
  • Tecvidde: Harf okunduğu zaman o harfde, dil ucuna veya dil arkasına doğru bir meyli bulunmasına denir. İnhirâf sıfatının harfleri Lâm ve Ra harfleridir. Bunlara Münharif denir.

inhirat

  • Bilmediği bir işe danışmadan girişme.
  • Zarar verme, ziyana sokma.
  • İpliğe boncuk dizme.
  • Beden çelimsizlenip zayıflama.
  • Bir yola süluk etme, girme.

inhisar-ı kuvvet

  • Güç ve kuvvetin sınırlandırılması; kuvvetin denetim altına alınarak yasal çerçevede kullanılması.

inhişaş

  • (Çoğulu: İnhişâşât) Birbirine dokunup hışırdama, hışırtı. Şakırtı, şakırdama.

inhitam

  • Kırılma, ezilme, ufalanma.

inhizal

  • Beli kırılmış gibi ağır yürüme.
  • Soruya karşılık verme.

inkar-ı haşir / inkâr-ı haşir

  • İnsanların âhiret âleminde tekrar diriltileceğinin inkâr edilmesi.

inkar-ı haşir mefkuresi / inkâr-ı haşir mefkûresi

  • Öldükten sonra âhirette tekrar dirilmenin inkâr edilmesi fikri.

inkar-ı haşr / inkâr-ı haşr

  • Öldükten sonra dirilmeyi inkâr.

inkıham

  • Düşünmeden bir işe girişme.

inkıraz

  • Tükenme, blitme, kırılıp yok olma.

inkısam

  • Kırılıp ayrılma. Parçalanma.

inkisar / inkisâr / انكسار / اِنْكِسَارْ

  • Kırılma.
  • Kırılma.
  • Kırılma. Gücenme.
  • Beddua ve lânet okuma.
  • Şikeste olma.
  • Kırıklık, kırılma. Allahü teâlânın huzûrunda kalbin kırık olması.
  • İlenme, beddua etme. (Arapça)
  • Kırılma. (Arapça)
  • Kırılma.

inkisar-ı hayal / inkisâr-ı hayâl / اِنْكِسَارِ خَيَالْ

  • Hayal kırıklığı.
  • Hayal kırıklığı.

inkisarat

  • Kırılmalar.
  • Kırılmalar.

inkızaf

  • Kovulma, def olunma, atılma, uzaklaştırılma.

inna / innâ

  • (İnne ile Na zamirinin birleşmesi ile meydana gelmiştir) şüphesiz biz (meâlindedir.)

inna lillah ve inna ileyhi raci'un / innâ lillah ve innâ ileyhi râci'ûn

  • Belâ ve musîbet gelince veya kötü bir haber duyunca okunan, Bekara sûresinin; "Biz Allahü teâlânın kullarıyız (vefât ettikten sonra diriltilip yine) O'na döneceğiz" meâlindeki yüz elli altıncı âyet-i kerîmesi.

inni / innî

  • Şüphesizlik ve kat'iyyet ifade eden "inne" ile mütekellim zamirinin birleşmesidir. Türkçede karşılığını "muhakkak ben" diye söyleyebiliriz.

inşad

  • Edb: Şiir okuma. Şiiri kaidesine uygun ahenk ile okuma. Sesini yükseltme.
  • Arayıp soruşturma.
  • Birisini hicvetme.
  • Kayıp olan bir şeyi haber verme.

insanın haşri

  • İnsanların, öldükten sonra dağılmış olan zerreleri âhirette Allah tarafından tekrar bir araya getirilerek bedenlerinin inşa edilmesi ve diriltilmesi.

inşar

  • Ölüyü diriltme. (Bu fiil, Allah'a mahsus olmak kaydiyle: İnşar-ı emvat denir.)

insibab

  • Dökülme. Akıtılma.
  • Cereyan etme.
  • Başka suya karışma.
  • Tıb: Ahlat-ı erbaadan birisinin vücudun bir tarafında nesicler (dokular) arasında toplanması.

inşibak

  • Şebeke şeklinde olma.
  • Balık ağı gibi birbirine geçme.

insidad-ı em'a / insidad-ı em'â

  • Tıb: Bağırsakların birbirine dolanması neticesinde tıkanması.

inşikak-ı asa / inşikak-ı asâ

  • Değneğin kırılması.
  • Mc: İhtilaf, karışıklık, ikilik. Birliğin bozulması.

insilab

  • (Selb. den) Kaldırılma, selb olunma, giderilme. Kalmama. Mahvedilme. Soyulma, soyulmuş olma.

insilah / insilâh

  • Soyulma, sıyırılma.

insiram

  • Dişin kırılması.

insiyak

  • Mânen sevk olunma. İlâhi ve mânevi sevk. Gönderilmek, bir kuvvetin te'siriyle çekilip gitmek. Ardı sıra gitmek.

intıbah

  • Pişmek, pişirilmek.

intifah

  • Şişkinlik. Şişmek. Kabarmak.
  • Vücud organlarından birinin büyümesi.

intifah-ı batni / intifah-ı batnî

  • Karnın, gazların birikmesinden dolayı şişmesi.

intihab

  • Seçmek. Ayırıp beğenmek. İhtiyar ve âmâde eylemek.
  • Bir şey yerinden çıkmak.

intikad / intikâd / انتقاد

  • Eleştiri, tenkit. (Arapça)

intikaz

  • Bozulma.
  • Çözülme, battal edilme.İNTİMA'Â : Birine mensub olma, intisâb etme. Bir kimseye bağlanma.
  • (Kuş) bir yerden uçup, başka bir yere konma.

intişab

  • Odun veya mal biriktirme.
  • Tutulup kalma.

intisar

  • Saçılmak. Dağılmak.
  • Püskürmek.
  • Toz kabarması. Kabarmak.
  • Buruna su çekmek.
  • Aksırıp tıksırmak.

inzac

  • İyice pişirip kıvamını buldurma.

inzal / inzâl

  • (Nüzul. dan) İndirme. İndirilme. Nüzul ettirme.
  • Tenasül âletinden meninin çıkması.
  • İndirmek.
  • Kur'ân-ı kerîmin, Ramazân-ı şerîf ayında Kadir gecesinde Levh-i mahfûzdan, dünyâ semâsındaki Beyt-ül-izze denilen makâma bir defâda, topluca indirilmesi.
  • İndirme, indirilme.

inzal olunan

  • İndirilen.

inzal-i kütüb / inzâl-i kütüb

  • Kitapların indirilmesi.

inzicar

  • Azarlanma, sakındırılma, menedilme.

inzımam

  • (Zamm. dan) Bir birine ilâve olunmak, katılmak. Yapışmak. Birbiri ile alâkalı oluş.

iplikhane

  • Eskiden suç işlemiş kimselerin hapsedilip çalıştırıldıkları yere verilen addır.
  • Gemilere lüzumlu halatlarla yelken bezini yapan eski bir deniz müessesenin adı idi.

iptal-i hak

  • Hakkın ortadan kaldırılması.

iptal-i hakk-ı nev'

  • Bir türe ait hakkın ortadan kaldırılması.

irad / irâd

  • Getirilme, ortaya konulma.

irade

  • İstek, arzu. Dilemek. Emir. Ferman.
  • Bir şeyi yapmak veya yapmamak için olan iktidar, güç. (İrade, ihtiyardan daha geniştir, umumidir. İhtiyar, taraflardan birini diğerine tafdil ile beraber tercihtir. İrade; yalnız tercihtir. Mütekellimler bazan iradeyi ihtiyar mânasında kullanmışlar

irade-i seniyye

  • Padişahın, bir işin yapılması veya yapılmaması hakkında verdiği emir. İrade eskiden şifahî, yani ağızdan emir vermek, yahut kendi el yazısı ile yazmak suretiyle verilirdi. Sonradan iradeler mabeyn baş kâtibinin imzasını taşıyan yazılı kâğıtla bildirilmeğe başlamıştır.
  • Çok yüksek ve m

ırak-ı acem / ırâk-ı acem

  • (Acem Irakı) Tar: Irak'ın Dicle nehrinden başlayarak İran sınırındaki yüksek dağlık mıntıkaya kadar uzanan bölgesine Osmanlılarca verilen ad.

iraza

  • Kandırmak, kandırılmak. Râzı etmek.

ircal

  • Birini yayan olarak yürütme.

ırem

  • Irmak kenarı. "
  • Su bendi.
  • Dere, vâdi.
  • Sert yağan ve taneleri iri olan yağmur.
  • Gözsüz köstebek.
  • Kemikten etin suyunu almak.

ırgat

  • (Rumca) Rençber, işçi.
  • Yapı işçisi. Amele.
  • Gemilerde demir zincirini toplamak için ve binalarda bazı ağır şeyleri kaldırmak için zincirlerle çevrilmiş, ufki bucurgat.

irhas / irhâs

  • Bir peygamberden, peygamberliği bildirilmeden önce meydana gelen hârikulâde (olağanüstü) haller.

irmik

  • Buğday gibi hububatdan elde edilen ve helva, çorba yapımında kullanılan iri taneli un.

ırs

  • Koca ile karıdan her biri.
  • Nâmus.

irs

  • Karı ile kocadan her biri.

irşad

  • Doğru yolu göstermek. Akli ve kalbi, mukni ve te'sirli eserler veya sözlerle gafletten uyandırıp hidâyet yolunu göstermek. Cadde-i kürba-yı Kur'aniye yolunda selâmetle devam ettirmek. Allah'a ibadet ve itaata kavuşturmak. Veli bir zâtın, bir kimsenin hidâyete ermesine vesile olması.

irtibak

  • Karışık ve çapraşık bir işe girişme.
  • Karaca, geyik gibi hayvanların tuzağa düşmeleri.
  • Bir kazâya uğrama.

irtikab / irtikâb

  • Bir işe girişmek.
  • Kötü bir iş işlemek. Rüşvet almak gibi çirkin bir şey yapmak.
  • Bir makamı âlet ederek, hakkı olmayan para veya malı hile ile almak.

irtikam

  • Yığılma, üst üste birikme.

irtikaş

  • Harpte askerlerin birbirine karışması.

irtima'

  • Birbirine atışma.

irtimaz

  • Yerinden kaldırıp sıçratma.
  • Birini koruma, himâye etme.

irtisa'

  • Dişler sık olma.
  • İki şey, birbirine bitişik olma.
  • Taneleri, iki taş arasında döğüp parçalama.

irtisad

  • İstif etme. Birbiri üstüne düzgün bir şekilde yerleştirme.

irva

  • Bolca sulamak. Suya kandırmak.
  • Birisine hadis veya şiir rivayet ettirmek.

ırza' / ırzâ'

  • Emzirmek veya emzirilmek.

irza'

  • Meme vermek, süt emzirmek veya emzirilmek.

ırza-i etfal / ırzâ-i etfal

  • Çocukların emzirilmesi.

is'af / is'âf

  • Birisinin arzusunu, istediğini kabul etmek ve yerine getirmek.
  • İs'af olunmak: Yerine getirilmek.
  • Birinin isteğini kabul edip yerine getirme.

isa

  • Dört büyük peygamberden birisidir. Hakiki Hristiyanlık dininin peygamberidir. Kur'an-ı Kerim'de meziyet ve senası geçmektedir. İncil, mukaddes kitabıdır. Vahiy ile kendine gönderilmiştir. Ancak kendisinden sonra Havarileri tarafından yazılmıştır.
  • Dört büyük peygamberden biri.

isa aleyhisselam / îsâ aleyhisselâm

  • İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Yeni bir din getiren peygamber olup, kendisine dört büyük kitaptan biri olan İncîl verildi. Annesinin adı Meryem'dir. Allahü teâlâ onu babasız yarattı.

isa'

  • Zenginleştirme veya zenginleştirilme.
  • Genişletme.

isaf

  • Asr-ı saadetten evvelki câhiliyet devrinde Mekke putlarından birinin adı.

isal edici / isâl edici

  • Ulaştırıcı.

işarat-ı kur'aniye şuaı / işârât-ı kur'âniye şuaı

  • Birinci Şua.

işaret-i aliye / işaret-i âliye

  • Tar: Şeyh-ül islâm, defterdar ve yeniçeri ağası gibi maiyyet memurlarından biri tarafından yazılan takrir veya ilam üzerine sadrazamın kabul veya red şeklinde yazdığı yazı.
  • Sadaret makamından çıkan emirler.

isbi'

  • (Çoğulu: Esâbi) Parmak.
  • Ölçü parmağı, arşının yirmidörtte biri.

isevi / isevî / îsevî / عيسوی

  • Hıristiyan.
  • Hıristiyan. (Arapça)

isevilik / isevîlik

  • Hz. İsâ'nın dini, Hıristiyanlık.

iseviyyet / îseviyyet / عيسویت

  • Hıristiyanlık. (Arapça)

ısfa'

  • Arındırılmak. Hâli olmak.

işgal

  • Zabtetme, istilâ etme.
  • Birisini işten alıkoyma, başka şeyle meşgul etme, oyalama, uğraştırıp kendi işine mâni olma.

ishakiyye köşkü

  • Sadrazam İshak Paşa tarafından Sultan İkinci Bayezid için, Topkapı surları dahilinde yaptırılmış olan köşkün adıdır. Bânisinin ismine nisbetle bu adı almıştır.

ishan

  • Isıtma, ısıtılma.
  • Kızdırma veya kızdırılma.

ıskalariya

  • Geminin üst kısmına çıkabilmek için iskele, yani merdiven teşkil etmek üzere çarmıhlara aykırı ve kazık bağı ile bağlanmış ince halatlar.

iskan / iskân / اسكان

  • Yerleştirme. (Arapça)
  • Yerleştirilme. (Arapça)
  • İskân edilmek: Yerleştirilmek. (Arapça)
  • İskân etmek: Yerleştirmek. (Arapça)

iskerek

  • Hıçkırık. (Farsça)

işkeste

  • Kırık, bitik. Kırılmış. (Farsça)

ıslah olunma

  • Düzeltilme, iyileştirilme.

ıslahpezir / ıslâhpezîr / اصلاح پذیر

  • Islah edilebilir, iyileştirilebilir. (Arapça - Farsça)

islal

  • (Sell. den) Kılıcı sıyırıp çıkarma.
  • Verem etme, verem uğratma.

ism

  • (İsim) Ad, nâm.
  • Ist: Bilinen veya bilinmeyen, hissedilen veya hissedilmeyen herhangi bir şeyi birbirinden ayırmak, tanımak veyahut zihne getirmek için kullanılan söz veya lâfız.
  • Man: Tam mânalı ve hem mevzu, hem mahmul olabilen lâfızdır.

ism-i a'zam

  • En büyük isim. Allahü teâlânın bütün sıfatlarını kendinde toplayan ism-i şerîfi. Hadîs-i şerîfte İsm-i A'zamın Bekara ve Âl-i İmrân sûrelerinde olduğu bildirilmiştir. Bâzı âlimler, İsm-i A'zamın "Allahu lâ ilâhe illâ huvel hayy-ul-kayyûm" bâzıları "Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minezzâlimî

ism-i adl ve hakem

  • Allah'ın haklıyı haksızdan ayırıp her hakkı yerine getirdiğini ve herbir şey hakkında adaletle küllî hüküm verdiğini bildiren isimleri.

ism-i mensub

  • Gr: Kelimenin sonuna Türkçede "Li", Arabça ve Farsçada kelime sessiz harfle bitiyorsa, bir "î", sesli harfle bitiyorsa; yerine göre sesli harf atılarak veya atılmayarak "î" veya "vî" harfi getirilerek yapılan, nereli ve nereye mensub olduğunu ifade eden isimdir. İstanbullu, İstanbulî; Mekkeli, Mekkî

ism-i mevsule

  • O şey ki, o kimse ki, mânâlarının yerine kullanılan, "Mâ, Men, Ellezi" gibi kelimelerdir. İki kelimeyi veya mânâyı birbirine birleştiren, mânâsı kendinden sonra gelen bir cümle ile tamamlanın bir kelimedir.

ismailiyye / ismâiliyye

  • Sapık fırkalardan biri. Bâtıniyye de denir. Peygamber efendimizin torunlarından büyük âlim İmâm-ı Câfer-i Sâdık'ın vefâtından sonra, büyük oğlu İsmâil müslümanların imâmıdır ve ondan sonra çocuklarıdır dedikleri için İsmâiliyye denilmiştir.

ısmarlama

  • Sipariş verme, emanet etme. Hususi siparişle yaptırılmış, hazır alınmayan.

ismet

  • Peygamberlerin sıfatlarından biri. Peygamberlerin, peygamber oldukları bildirilmeden önce ve sonra; küçük olsun, büyük olsun bilerek veya bilmeyerek günah işlemekten korunmuş olmaları.
  • Günahlardan sakınma, kötü ve çirkin şeylerden uzak durma.
  • Günahsızlık, mâsumluk. Günahlardan kaçınmak melekesine sâhib olmak. Suçsuzluk.
  • Peygamberlik vasıflarından birisidir. Peygamberler (A.S.), hiç bir zaman gizli, âşikâr herhangi bir ma'siyete yaklaşmazlar; bütün kusur ve hatâlardan ve şâibelerden müberrâdırlar.

ısmi'lal

  • Muhkem olmak, sağlam olmak.
  • Otların birbirine dolaşmaları.

isna aşeriyye / isnâ aşeriyye

  • Şiîliğin kollarından biri. Hazret-i Ali'nin halîfe olması açıkça emr olunmuştu, Eshâb (Peygamber efendimizin arkadaşları) bu emri yerine getirmediği için kâfir oldu diyen, Peygamber efendimizin vefâtından sonra hazret-i Ali ve sırasıyla onun iki oğlu ile torunlarını meşrû (geçerli) imâm kabûl eden v

isnad / isnâd

  • Bir söz veya haberi birisine nisbet etmek.
  • Peygamberimiz'in (A.S.M.) sözlerini sırası ile kimlerden nakledildiğini bildirmek.
  • Bir nesneye, bir şeye dayanmak.
  • Birisi için, bir şeyi yaptı demek. İftira etmek.
  • Dayandırma, sened gösterme.
  • Söylediği sözü bir başkasına dayandırmak, bir şeyi, birisi için yaptı demek.
  • Hadîs ilminde hadîs-i şerîf metninin sırasıyla kimler tarafından nakledile geldiğini bildirme.

isnad edilen

  • Dayandırılan.

isnadiyyat

  • İsnad ile ilgili düşünceler.
  • Aslı esası olmadığı halde birisine isnad edilen sözler.

isnat edilme

  • Dayandırılma.

isnat olunma

  • Dayandırılma.

işnuşe

  • Aksırık. (Farsça)

ısparçana

  • Halatın üzerine sarılmış olan ip.
  • Halatın yapıldığı bükmelerin herbiri.

ısparmaca

  • Deniz içinde birkaç zincirin birbirine karışması.

ispat-ı nüzul

  • Kur'ân'ın Allah tarafından indirildiğini ispat etme.

işrab

  • (Şürb. den) İçirme veya içirilme.
  • Bir maksadı açıktan değil de, dolayısıyla gösterme. Kapalı surette anlatma.

israfil

  • Dört büyük melekten biri olup Kıyamet günü cesedlere nefh-i ruh etmeğe ve Sur'u üfürmeğe vazifelidir.

israfil aleyhisselam / isrâfil aleyhisselâm

  • Dört büyük melekten biri. Kıyâmet kopacağı vakit sûr denilen boruya üfürmekle vazîfeli olan melek.

ıstabl-ı amire / ıstabl-ı âmire

  • Saray ahırı.

ıstahar

  • Havuz, küçük göl. Su birikintisi.

istanbul

  • Türkiye'nin en büyük şehri ve Osmanlı İmparatorluğu'nun taht şehri (1453-1922). İslâm halifeliğinin son merkezi (1516-1924). Türklerden önce Bizans "Doğu Roma" İmparatorluğu'nun taht şehri idi (395-1453).
  • İstanbul ismi, Rumca şehre veya şehirde demek olan (İstin polin) tabirinden gal

istavroz

  • Hıristiyanlığın alâmeti, işâreti sayılan şekil ve bu şekilde yapılmış put, haç.

isti'kab

  • Birisinin kusurlarını, ayıplarını arraştırmak.

istiare

  • Ariyet istemek. Ödünç almak. Birinden iğreti bir şey almak.
  • Edb: Bir kelimenin mânasını muvakkaten başka mânada kullanmak; veya herhangi bir varlığa, ya da mefhuma asıl adını değil de, benzediği başka bir varlığın adını verme san'atına istiare denir.Cesur ve kuvvetli bir insana "arsl

istiare-i temsiliyye / istiâre-i temsiliyye

  • Teşbihin esas unsurlarından biri ile yapılan benzetme.

iştibah

  • Birbirine benzeme, karışıklık.

iştibak

  • Karışıklık; birbirine geçme.
  • (Şebeke. den) Örülmek. Örgülenmek.
  • Karşılıklı birbirine geçmek.
  • Perişanlık.
  • Zâhir olmak.
  • Koz: Güneş battıktan sonra gökte kum taneleri gibi görünen karışık yıldızlar.

iştibak-ı tesanüd-ü nazm / iştibak-ı tesânüd-ü nazm

  • Bir ağ gibi birbirine bağlanıp dayanmış olan nazım, diziliş.

istibdad-ı mutlak / istibdâd-ı mutlak / اِسْتِبْدَادِ مُطْلَقْ

  • Aşırı baskı.

istibdal

  • (Bidl ve Bedel. den) Değiştirmek, değiştirilmek.
  • Bir vakfı mülk ile mübadele etmek.
  • Birşey verip yerine başka şey istemek.
  • Askerliği biten erlere tezkere verip yenilerini almak.

istibhas

  • Bir şeyin doğruluk ve hakkâniyetini anlayabilmek için, iyice araştırıp tahkik etme.

istidad-ı ihzari / istidad-ı ihzarî

  • İstidat geliştirici ön hazırlık.

ıstıdam

  • İki şeyin birbirine şiddetli çarpması.

istif

  • Yığma, biriktirme.

istifa-yı kısas

  • Kısas hakkının bilfiil yerine getirilmesi. Câni hakkında kısas cezasının tatbik edilmiş olması.

istifham

  • Sual sorup anlamak. Anlamak için sormak.
  • Edb: Cevap istemek için değil, daha çok dikkati çekmek, hisleri kuvvetlerdirmek maksadıyla soru şeklinde söylemek san'atıdır. Şefkat, sevgi, hayret, kin ve nefret gibi duyguların te'siri altında vuku bulur.

istifham-ı aninnefy

  • Nefyi olmayan sual sormak. Meselâ: Cenab-ı Hakk'ın ruhlara: Ben Rabbiniz değil miyim? diye sorması gibi. Buna istifham-ı takrirî de denir.

istifham-ı inkari / istifham-ı inkârî

  • Gr: Menfî cihetle sual sormak. (İnkâr ettiğini bildirir şekilde "Olmaz" diyen birisine karşı, "Olur mu? diye sormak gibi.)

istifkad

  • (Fakd. den) Kaybolmuş olan bir şeyi araştırıp soruşturma.

istifraz

  • Ayırıp tefrik etme.

istihdam edilme

  • Çalıştırılma.

istihfaz

  • Hıfzetmek. Korumak. Muhafaza etmek. Bir şeyin muhafaza olunmasını birisinden rica etmek.

istihkamat-ı muttasıla / istihkâmât-ı muttasıla

  • Bir birine bitişik ve bağlı olarak yapılmış olan sığınaklar olup, daha ziyade şehirlerin ve mühim mevkilerin etrafına yapılır.

istihlaf

  • Halef bırakmak. Birisini kendi yerine geçirmek. Kendi yerine başkasını tayin etmek. Kuyudan su çekmek.

istihlal

  • Yeni ay'ı gözleyip görmek. Hilâlin görünmesi.
  • Kılıcın kınından sıyrılıp görünmesi.
  • Edb: Bir ifadede birbirine benzer, seci'li ve kâfiyeli sözlerin söylenmesi.
  • Çocuğun doğar doğmaz hemen ağlamağa başlaması.
  • İyi ve hayırlı bir başlangıca delâlet etmek.

istihsan

  • Güzel bulma, güzel görme.
  • Kıyas denilen delîlin iki kısmından birisi olan hafî (gizli, kapalı) kıyas, yâni asl (hakkında açıkça hüküm bulunan şey) ile, fer' (hakkında açıkça hüküm bulunmayan şey) arasında müşterek (ortak) olan ve aslın hükmünün fer'e verilmesine sebeb olan illetin (vasfın, ö

istihva

  • Şaşırıp kalmak. Divane olmak. Hevâ ve hevesi hoş görmek.

istihya

  • Utanma, haya etme.
  • Diriltme, yaşatma.

istihza

  • Alay etmek, birisi ile eğlenmek.
  • Birisini gülünç duruma düşürmek, maskara etmek.

istikak

  • Bitkilerin sık ve çok olmalarından dolayı birbirine dolaşık olmaları.

istikmal

  • Bir şeyin olgunluğa, kemale erdirilmesi. İkmal etmek. Eksiksiz ve tam oluş, tam ve kâmil olmak.

istikra / istikrâ

  • Birey veya olayları tek tek inceleyerek onlardaki ortak vasıfları tesbit etmek sûretiyle çıkartılan genel sonuç; tümevarım, endüksiyon; yani peygamberleri tek tek araştırıp "peygamberliğin sebebi olan küllî esaslar"ı tespit etmek bir istikra işlemidir. İşte bu esaslar Peygamber Efendimizde en mükemm

istilakarane / istilâkârâne

  • Her şeyi ele geçirir bir şekilde.

istilal

  • Sıyırıp çıkarma. Sıyrılıp çıkarılma.

istilal-i seyf

  • Kılıcı kınından sıyırıp çıkarma.

istilam / istîlâm

  • Selâmlamak. Hac ve umre ibâdetinde Kâbe'yi tavafa (etrâfında dönmeye) başlarken veya tavaf sırasında Hacer-ül-esved (Cennet'ten indirilen taşın) önüne gelindiğinde, elleri namaza durur gibi kaldırıp tekbir, tehlîl getirerek (Allahü ekber, lâilâhe ill allahü vallahü ekber diyerek) onu selâmlamak ve e

istim

  • Buharla işleyen makinaların kazanında birikip makinayı işleten buğu, buhar.

istima

  • Birisinin ziyaretine gitmek.

istimaha

  • Birisinden hayır ummak. İyilik ve şefaat beklemek.

istimare

  • ing. Gümrük'e ticarî mallara değer takdiri.
  • Baha biçme.

istimla

  • Bir şey yazılmasını istemek. Birisine birşey yazdırmak.

istimlak / istimlâk / استملاک

  • Kamulaştırma. (Arapça)
  • İstimlâk edilmek: Kamulaştırılmak. (Arapça)
  • İstimlâk etmek: Kamulaştırmak. (Arapça)

istimzac

  • Uyuşmak. Beraber karışmak.
  • Birisinin mizacını, huyunu öğrenmeğe çalışmak.
  • Yoklamak. Fikrini, re'yini sormak.

istinabe

  • Niyabet istemek.
  • Huk: Başka bir tarafta görülen bir muhakeme için, şahid veya maznunun yazılı ifadesinin alınması. Muhakemenin icab ettirdiği muameleleri yapması için bir mahkeme tarafından başka bir mahkemeye veya kendi âzâsından birisine salâhiyet verilmesi.
  • Duruşmada yasal gerekçelerle bulunamayan zanlının, ilgili mahkemece, yasal prosedürün yerine getirilmesi için zanlıya en yakın bölgedeki bir mahkeme veya kişileri yetkili kılması.

istinbat / istinbât

  • Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş hükümleri, bilgileri, açıkça bildirilenlere benzeterek, meydana çıkarmak.

istinca

  • Birisinden maksadını istihsal etmek.
  • İlm-i Hâlde: Pislikten temizlenmek. Abdest bozduktan sonra veya abdest almadan evvel; kan, sidik, meni' gibi şeylerin çıktıkları yeri temizlemek.

istinga

  • İtl. Yelkenlerin yukarı kaldırılıp toplanması ve bu işin yerine getirilmesi için verilen kumanda.

istinşad

  • (Neşd. den) Bir kimseden şiir okumasını isteme.
  • Birine manzume okutma.

istira'

  • İki tâne odun parçasını birbirine sürte sürte tutuşturma.
  • Çakmak taşında ateş çıkartma.

istirak-ı sem' / istirâk-ı sem'

  • İstirâk-ı sem' etmek: Kulak misafiri olmak.

istirca' / istircâ'

  • Belâ ve musîbet zamânında veya kötü bir haber duyunca "İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râci'ûn (Muhakkak ki Allahü teâlânın kullarıyız, vefât ettikten sonra diriltilme ve neşr ile yine O'na döneceğiz) (Bekara sûresi: 156) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuya rak Allahü teâlâya sığınmak.

istirfa'

  • (Ref'. den) Yapılmasını arzulama.
  • Yukarı kaldırılmasını isteme.

istiş'ar

  • Bir mes'elenin yazılıp bildirilmesini istemek.
  • Kullanmak.
  • Ürkmek.

istiş'arat

  • (Tekili: İstiş'ar) Yazı ile bildirilmesini istemeler.

istişare / istişâre

  • Danışma, mühim bir iş için güvenilir birisiyle fikir alış-verişinde bulunma.

istişfa'

  • Birisinin yardımını istemek, şefâat dilemek.

istishab

  • Fık: Mazide sabit olup bilâhare zâil olduğu bilinmeyen bir şeyin hâlâ devam ettiği sayılmasıdır. (Birisinin ölümüne dair kat'i haber olmasa sağ sayılması gibi.)

istişhad

  • Birisinin şâhidliğini istemek. Şâhid göstermek. Delil olarak ileri sürmek.
  • Şehid olmak.

istislaf

  • (Selef. den) Birinin yerine geçme. Selef olma.

istital

  • Gözyaşları inci gibi dökülme.
  • Birbiri ardınca çıkma. Birbirinin peşinden çıkma.

istitale

  • Uzanmak. Uzantı. Uzayıp gitmek.
  • Birisi üzerine faziletlilik dâvasında bulunmak.
  • Tecvidde: Harf okunduğunda sesin imtidadına, uzamasına denir. Bu harfe müstatıl harfi de denir. Bu sıfat Dad harfine aittir.
  • Tıb: Vücutta bazı organların uzaması.

istiva / istivâ

  • Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih, yâni görülen, ilk anlaşılan mânâların verilmesi akla ve dîne uygun olmayıp günâh olan ve bu sebeble tevîl etmek yâni uygun olan mânâları vermek îcâb eden kapalı sözlerden biri.

istizade

  • (Ziyade. den) Arttırılmasını arzulama, çoğaltılmasını isteme.

istizah

  • Belirsiz ve mübhem bir şey hakkında açık söylenmesini istemek. İzah istemek.
  • Gensoru. Bir mes'ele hakkında mebuslar tarafından başbakana veya bakanlardan birine açılan ve sonunda soruşturma yapılması istenilen sual.

istizhar / istizhâr

  • Birinden yardımcı olmasını isteme.

isyan / isyân / عصيان

  • Başkaldırı. (Arapça)

isyankarane / isyânkârâne

  • Başkaldırırcasına.

it'am / it'âm

  • Nimet vermek, yedirip içirme.

itaat

  • Alınan emre uymak. Söz dinlemek. İnkıyad etmek. Boyun eğmek. Âmirin meşru emirlerini dinleyip ona göre hareket etmek.

itad

  • İnekten süt sağarken, hayvanın ayağına geçirilen ip.

itale

  • Uzatmak. Sözü uzun etmek. Tatvil-i kelâm etmek.
  • Birini zemmetmek, ayıplamak.

ıtga

  • Azdırma, azdırılma.

ithaf / ithâf / اتحاف

  • Hediye etmek. Armağan vermek.
  • Edb: Birisinin nâmına eser yazmak.
  • Yazılan kitapta birinin adını anma.
  • Hediye etme. (Arapça)
  • Eser sahibinin eserini birine veya bir kuruluşa manen hediye etmesi. (Arapça)

itidal / itidâl

  • Her konuda orta yolu tutma, aşırıya kaçmama.

itidal-i mizacı

  • Karakterinin, tabiatının ölçülülü ve aşırılıklardan uzak olması.

itilaf

  • Anlaşmak. Görüşmek. Uyuşmak. Muvafakat.
  • Cem' olmak, birikmek.

itilafçılar / itilâfçılar

  • Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devletinin karşısında yer alan düşman ülkeler.

itilafkar / itilafkâr / ائتلافكار

  • Uzlaştırıcı, birleştirici. (Arapça - Farsça)

ıtlak etmek

  • Belli bir sınır getirmeden genelleme yapma; Allah'ın kitap gönderdiği bir peygambere ve dine inanan insanları, yani Hıristiyan ve Yahudileri de hükmün kapsamı altına almak.

itmam / itmâm / اتمام

  • Tamamlama, bitirme. (Arapça)
  • İtmâm edilmek: Tamamlanmak, bitirilmek. (Arapça)
  • İtmâm etmek: Tamamlamak, bitirmek. (Arapça)

ıtnabe

  • Gölgelik, sâyeban.
  • Keman teli, keman kirişi.

ıtrad

  • Bir kimseyle birlikte bahse girişme.

ıtri / ıtrî

  • Itra mensub, ıtır gibi kokan.
  • Müzik ilminde bir üstaddır. Asıl adı Mustafa'dır. Bayramlarda okunan tekbirin ilâhi ve kuvvetli bestesi onundur. Bestelere âid Segâh, Ayin-i Şerif gibi 25 eseri olduğu söylenir. Osmanlı padişahı IV. Mehmed'in nedimlik ve esirler kethüdalığında bulunmuştu

ittihaz / ittihâz / اتخاذ

  • Alma. (Arapça)
  • Kabul etme. (Arapça)
  • Kullanma. (Arapça)
  • Değerlendirme. (Arapça)
  • İttihâz edilmek: (Arapça)
  • Alınmak. (Arapça)
  • Kabul edilmek. (Arapça)
  • Kullanılmak. (Arapça)
  • Değerlendirilmek. (Arapça)
  • İttihâz etmek: (Arapça)
  • Almak. (Arapça)

ıttırad

  • İntizamlı, uygun şekilde. Saat gibi intizamlı hareket. Sıra ile birbirini takib eden. Ritmik.

ittirad

  • Düzenli, uygun biçimde sıra ile birbirini izleyen. Biteviye.

ittisal

  • Ulaşmak. Bitişmek.
  • Birbirine dokunmak. Yakınlık. Bağlılık. Kavuşmak.

ıyadet / ıyâdet

  • Hastayı ziyaret edip hatırını sormak, gidip görmek.
  • Hastayı ziyaret edip hatırını sormak.

ıyd-ı edha / ıyd-ı edhâ

  • Kurban bayramı. Kamerî seneye göre Zilhicce ayının onuncu, on birinci, on ikinci ve on üçüncü günleri.

ıyd-ı fıtr

  • Ramazan bayramı. Kamerî seneye göre Şevvâl ayının birinci günü.

izabe-i nuhas / izâbe-i nuhas

  • Bakırın eritilmesi.

izabe-i nühas

  • Bakırın eritilmesi.

izafet-i maktu'

  • Kesik tamlama. Terkib-i izafet-i maktu'da denir. Esre'yi kaldırmağa da fekk-i izafet denir. Yani izafetin kaldırılması demektir. Meselâ: Câme-hâb : Yatak. Câme-i hâb : Uyku elbisesi. Ser-rişte : İp ucu, vesile, tutamak. Ser-i rişte : İpin ucu.

izaka

  • (Zevk. den) Tattırma veya tattırılma. Lezzet ve zevk hissettirme.

izare

  • Bir kimseyi kuşkulandırıp vesveseye düşürme.

ızbandut

  • Eskiden Rum korsanlarına verilen addır.
  • Haydut, yolkesen, şaki, eşkiya.
  • İri vücutlu, korkunç.

izdiham / izdihâm / ازدحام / اِزْدِحَامْ

  • Kalabalık bir yerde halkın çok birikmesinden meydana gelen sıkıntı.
  • Aşırı kalabalık, aşırı yığılma. (Arapça)
  • Aşırı kalabalık.

izdiram

  • Lokmayı iri iri yutma.

ızdırap

  • Sıkıntı, aşırı elem.

izdivac

  • Çift olmak, birbirine eş olmak. Meşru nikâhla evlenmek.

ızfar

  • Biri tarafından tırnaklanma. Bir kimseyi tırnaklama.

izhab

  • Gönderme.
  • Giydirme veya giydirilme.
  • Altun kaplama.

izhar / izhâr

  • Açığa vurma. Meydana çıkarma.
  • Göstermek. Zâhir ve âşikâre ettirmek.
  • Yalandan gösteriş.
  • Tecvidde, iki harfin arasını birbirinden ayırıp açarak ihfâsız, idgamsız olarak okumaya denir. Bu sıfatın harfleri Huruf-ı halk denilen harflerdir.
  • Toplayıp biriktirme.
  • Açıklamak, ortaya çıkarmak. İki harfi birbirinden ayırmak mânâsına tecvîd ilminde bir terim.

ızin / ızîn

  • (Tekili: İze) Her biri bir fırkaya mensub. Parça parça, fırka fırka. Müteferrik hâlde.

izlam

  • Karanlık olmak. Zulme giriftar olmak. Zulme tutulmak.

ızmar-ı kabl-ez zikr

  • Edb: Bir kelimenin zikrinden önce ona âit zamiri kullanmak.

izra'

  • Korkutma.
  • Çok fazla medhetme, aşırı derecede övme.
  • Altun arama.

ıztırab

  • Aşırı elem, sıkıntı.

jaji / jajî

  • Tereyağı ile karışık peynirin tuluma konan şekli. (Farsça)

jandarma

  • Yurt içinde asayişi sağlamak gayesiyle meydana getirilen ve orduya mensup silâhlı kuvvet. Ve bu kuvvette yer alan asker. (Fransızca)

jirnet

  • Fırıldak. Rüzgârın istikametini gösteren âlet.

ka'b

  • (Ölm: Hi: 32) Yahudi âlimlerinden olup İsrailiyatı İslâmiyet'e en çok aktaranlardan biridir. Hz. Ebubekir devrinde Müslüman olmuştur. Sa'lebi ve Kisai gibi İslâm tarihçileri ondan çok rivayetlerde bulunmuşlardır.

ka'de

  • Bir defa oturuş. Oturma.
  • Ist: Namazdaki bir defa oturuş. Teşehhüd için, Ettahiyyâtü duâsını okumak maksadı ile olan oturuş. Birinci oturuşa Ka'de-i ulâ, ikinciye de Ka'de-i âhire denir.

ka'kaa

  • Silâh çatırtısı. Kılınç veya süngü gibi silâhların birbirine çarpmasından çıkan ses.

ka'z

  • Keçi ve sığırın, ağacın başını çekip kendine eğmesi.

kaakı'

  • Birbiri ardınca meydana gelen gök gürlemesi.

kab'

  • Seyahat edip gezmek.
  • Nefesi tutulmak.
  • Atın burnu içinden çıkan hırıltı.

kabbe / kâbbe

  • Hüzünden ve gamdan dolayı, hali kötü ve kalbi kırık olmak.

kabe

  • Usanmak, bıkmak.
  • Kırılmak.

kabil

  • Gibi, türlü, biraz evvel, az önce. Aşikâr. İleri gelen. Kabul eden.
  • Sınıf, nevi, soy.
  • Kefil.
  • Birbirine muhalif kavimden üç beş kişi.

kabil-i hazım

  • Hazmı mümkün, sindirilebilir.

kabil-i inkisar

  • Kolaylıkla kırılabilir şeyler, kırılması kolay olan nesneler.

kabil-i kıyas / kâbil-i kıyas / قابل قياس

  • Kıyaslanabilir, karşılaştırılabilir.

kabil-i kıyas olmayan

  • Kıyası mümkün olmayan, karşılaştırılamaz.

kabil-i nesh

  • Kaldırılması, iptal edilmesi mümkün olan.

kabil-i nesh olmayan

  • Hükmü kaldırılamayan.

kabil-i tebdil

  • Değiştirilmesi mümkün, değiştirilebilir.

kabil-i tenkit

  • Tenkit edilmesi mümkün, eleştirilebilir olma.

kabil-i teshir olmayan

  • Boyun eğdirilmesi mümkün olmayan.

kabis

  • Yusuf Aleyhisselâm'ın rüyasında gördüğü yıldızlardan birisi.

kabr hayatı / kabr hayâtı

  • İnsanın ölüp kabre konmasından, kıyâmet koparak, mahlûkların diriltilmelerine kadar geçen zaman.

kaburga

  • Göğüs kemiklerinin beheri. Göğüs kemiklerinin bel kemiğine bağlanmak suretiyle meydana getirdikleri şeklin bütünü.
  • Gemi, sandal, kayık gibi deniz nakil vasıtalarının hayvan kaburgasına benzeyen ve omurga üzerine kaldırılan eğri ağaçları.

kabz u bast

  • Ruhen sıkıntı. Daralma ve genişleme. Sıkıntı ve ferahlık.
  • Birini diğeri üzerine tercih etme.
  • Münkabız bir adama ferahlık ve sürurluluk vermek, sevindirmek.
  • Beyan ve ifâde etmek.
  • Uzun uzun ve etraflıca anlatmak.

kabzımal

  • Meyve ve sebze yetiştiricileriyle, satıcı arasındaki aracı.

kaddese

  • Takdis etti, takdis eder, takdis etsin, mutlu olsun (gibi mânada en mübarek bir şeyin kudsiliğini, kusur ve noksanlıktan uzaklığını, müberra olduğunu bildirir fiil.)

kade

  • Gr: Yardımcı fiillerdendir. Cümlede ifade edilen hükmün yaklaştığını bildirmek için söylenir. Mübtedâ ile haberin başına gelerek, birincisini isim adı ile merfu' kılar, haberini de mansub eder. Bu gibi fiillerin haberi muzâri olur.

kadem

  • Ayak. Adım. Metrenin üçte biri kadar olan uzunluk. Oniki parmak uzunluğu, yarım arşın.
  • Uğur.

kader

  • Cenâb-ı Hakk'ın kâinatta olmuş ve olacak her şeyin evsafını ve havassını ve sâir geleceğini ve geçmişini ezelden bilip, levh-i mahfuzunda takdiri ve yazması. Takdir-i İlâhî.
  • Ezelî kısmet.
  • Tali'. Baht. Şans.

kader-i ilahi / kader-i ilâhî

  • Allah'ın takdiri.

kaderiyye

  • Hicrî ikinci asırda Vâsıl bin Atâ tarafından kurulan ve "Kul kendi fiillerini kendi yaratır" diyerek kaderi yâni işlerin, Allahü teâlânın takdîri ile olduğunu inkâr eden bozuk fırka. Bu fırkaya Mu'tezile adı da verilir.

kadi / kadî

  • Hâkim. Peygamber (A.S.M.) nâmına suçluyu ve suçsuzu ayırıp şeriatla hükmeden hâkim.
  • Kaza eden.

kadih

  • (Kadh. dan) Bir kimse hakkında kötü söz söyleyen. Zemmedici, çekiştirici, kötüleyici.

kadım

  • Kemirici hayvan.

kadir / kâdir

  • Gücü yeten, kudret sâhibi.
  • Allahü teâlânın sıfatlarından biri; gücü her şeye yeten, hakîkî kudret sâhibi.
  • Gücü yeten.

kadir alayı

  • Tar: Kadir gecesi padişahların saraydan çıkıp, civardaki camilerden birinde namaz kılmaları münâsebetiyle yapılan merâsim.

kadırga

  • Buharlı gemilerin icadından evvel kullanılan harp gemilerinden biri. Kürek ve yelkenle kullanılırdı. Kadırgalar 25 oturaklı idi ve her küreği dörder adam tarafından çekilirdi.

kadr

  • Bir alış-verişte karşılıklı olarak değiştirilen iki maldan herbirinin ölçek veya ağırlıkla ölçülen mal olmaları.

kadr (kadir) gecesi

  • Daha çok Ramazân-ı şerîf ayı içerisinde bulunduğu bildirilen ve Kur'ân-ı kerîmin indirilmeye başladığı mübârek gece.

kafadar

  • Arkası sıra giden, peşinden ayrılmayan. (Farsça)
  • Kafaları birbirine uyan, kafaca birbirine denk olan arkadaş. (Farsça)

kafi / kafî

  • Birine uyup peşinden giden.

kafil / kâfil

  • Birinin yerine ödemeyi kabul eden. Kefil olan.

kafir / kâfir

  • Hakkı görmeyen ve örten. İyilik bilmeyen. Allah'ı inkâr eden. Dinsiz. İmanın esaslarına veya bunlardan birine inanmayan. Mülhid.
  • Allah'ı veya Allah'ın bildirdiği kesin olan şeylerden birini inkâr eden kimse.
  • İslâmiyette inanılması lâzım olan şeylerin hepsine veya birine inanmayan, dînin emirlerini beğenmeyen, hafife alan, alay eden.

kafir-i matrud / kâfir-i matrud

  • Kavulmuş kâfir, uzaklaştırılmış, tard edilmiş kâfir.

kafiye-perestlik

  • Kafiye için mânâyı feda edecek derecede kafiyeye önem vermek, birinci derecede kafiyeyi düşünüp, mânâyı arka plâna atmak.

kafiyeperest

  • Aşırı kafiye düşkünü.

kafiyeperestlik

  • Kafiye için safiyeyi feda edecek derecede kafiyeye ehemmiyet vermek. Birinci derecede kafiyeyi düşünüp, mânayı arka plana atmak.

kaftan

  • Ekseriya mükâfat ve taltif olarak giydirilen süslü üstlük elbise. Hil'at, esvab.

kahhar / kahhâr

  • Ziyadesiyle kahreden, kahredici, yok edici, batırıcı.
  • Allah'ın isimlerinden biri.

kahır

  • Aşırı üzüntü, acı, keder.
  • Ezici davranış, zulüm.
  • Baskı ile iş gördürme, zorlama.

kahir-ül eşrar / kahir-ül eşrâr

  • Şerleri ve kötülükleri ortadan kaldırıp yok eden. Haydutları kahreden.

kaide

  • Esas. Temel. Düstur. Nizam. Yol. Ayaklık.
  • Dip taraf.
  • Bir şeyin meydana gelmesine şart ve düstur olan husus.
  • Bir ilim ve fennin düsturlarından her biri.
  • Fık: Hayızdan ve çocuktan kesilmiş kadın.

kaim-makam

  • Birinin yerine geçen. Kaymakam. Bir kazayı (İlçe) idâre eden memur. Osmanlılarda, binbaşı ile miralay arasındaki askeri rütbe. Yarbay.

kalb

  • Gönül. Yürek denilen, et parçasına yerleştirilmiş nûrânî ve mânevî kuvvet.
  • Tasavvuf yolunda birinci mertebe.

kalb tasdiki / kalb tasdîki

  • Dinden olduğu sözbirliği ile bildirilmiş olan şeylere, kalbin inanması.

kalet

  • (Çoğulu: Kılât) Helâk olmak.
  • Dağlarda, içinde su biriken çukur.
  • Göz çukuru.
  • Baş parmağın dibinde olan çukur.

kalgay

  • Eskiden Kırım Hanlığı'nın veliahtlerine verilen ünvan.

kali / kalî

  • Dedikoducu, gıybet eden, çekiştirici.
  • Söylemekle. Söylenmiş. Söz olarak. Söze dair ve müteallik.

kalib aleyhisselam / kâlib aleyhisselâm

  • İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Yâkûb aleyhisselâmın on iki oğlundan Şem'ûn'un neslindendir. Babasının ismi Yuknâ'dır. Kendisine Yûşâ aleyhisselâmdan sonra peygamberlik verildi. Mûsâ aleyhisselâma bildirilen dînin emir ve yasaklarını ins anlara tebliğ etti (bildirdi).

kalyon

  • Buharlı gemilerin icadından evvel kullanılan yelkenli ve kürekli harp gemilerinden biri.

kamıh

  • Suyu içmeyip, başını kaldırıp duran davar.

kanaat verici

  • İnandırıcı, razı edici.

kanaatbahş

  • Kanaat verici, inandırıcı. (Farsça)

kandave

  • Yaramaz huylu.
  • Gıdası olmayan taam.
  • Büyük iri.

kanun-u kaderi / kanun-u kaderî

  • Allah'ın takdiri ile tespit edilmiş kader kanunu.

kanun-u letafet

  • Güzellik ve şirinlik kanunu.

kanun-u semavi / kanun-u semavî

  • Vahiyle bildirilen kanun.

kaptan-ı derya

  • Vaktiyle bahriye nâzırı. Deniz kuvvetleri komutanı.

karen

  • (Çoğulu: Akrân) Ok mahfazası.
  • Kılıç.
  • Ok.
  • İki deveyi biribirine çattıkları ip. Başka deveye çatılmış deve.
  • Çatık kaşlı olmak.
  • "Yakınlık" mânâsına mastar.
  • Necid ahâlisinin mikâtı olan mevzi.

karia suresi / kâria sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin yüz birinci sûresi.

kariye

  • (Çoğulu: Kavâri) Uzun burunlu, kısa ayaklı, arkası yeşil bir kuş.
  • Süngü demirinin keskin yeri.
  • Kılıcın ve ona benzer şeylerin keskin yeri.

karn

  • Zaman, devre.
  • Bir insanın ortalama ömrü olan altmış sene.
  • Yüz yıllık zaman. Asır.
  • Boynuz. Hayvanda başın boynuz yerleri, boynuz yerinden sarkan saç. (Karn, iki mânaya gelir. Birisi, zamandan bir müddete mukterin olan ümmet, bir zaman ahalisi olan hey'et-i içtimaiye ki

karn-ı evvel

  • Hicretin birinci asrı.

karta'

  • Gözünün birisine sürme çekip diğerini unutan ve gömleğini ters giyen budala kadın.

kartaban

  • Karısı ile nâmahrem kimseyi gördüğü hâlde aldırış etmeyen.

kasaba

  • (Çoğulu: Kasabât) Akciğerdeki nefes borularından herbiri. Bronş.
  • Küçük şehir. Çarşısı olan büyük köy.
  • Ahalisi beş-on bin raddelerinde olan mâmure.

kasar

  • Üşenme, tembellik etme.
  • Güç ve kuvvetin son sınırı.
  • Boğazı tutup nefes aldırmayan bir zahmet.

kasd-ı tahsis

  • Bir şeyi bilerek ve isteyerek birine ait kılma, tahsis etme.

kase-bend / kâse-bend

  • Çatlamış, kırılmış. (Farsça)
  • Kâse gibi şeyleri tamir eden kimse. (Farsça)

kasem-i istimdad

  • Yardımcı, kuvvetlendirici mânâsındaki yemin.

kaside / kasîde / قَص۪يدَه

  • Övgü şiiri.
  • Övgü şiiri.
  • Övgü şiiri.

kaside-i bürde

  • Hazret-i Peygamber (A.S.M.) önünde meşhur Arab Şâiri Ka'b bin Züheyr'in okuduğu kasidenin adı olup, bu kasideyi Peygamber Aleyhissalâtü vesselâm beğenmiş, mükâfat ve iltifat eseri olarak da kendi hırkasını ona giydirdiğinden bu isimle meşhur olmuştur.

kasidesera / kasîdeserâ / قصيده سرا

  • Kaside şairi. (Arapça - Farsça)

kasıf

  • Deve avazı.
  • Ağacın ince ve kuru olması.
  • Kırılması kolay olan şey.

kasım

  • (A, uzun okunur) Kırıcı, ezici, ufaltan.

kasir / kâsir

  • (Kesr. den) Kıran, kırıcı.
  • Tavşancıl kuşu.

kasırga

  • Çevrintili rüzgâr. Tozu ve toprağı birbirine katarak, ağaçları sökerek bir an esip kesilen rüzgâr.

kasr

  • Kısa olmak. Kısa kesmek.
  • Birisini bir hususa, bir işe tahsis etmek.
  • Bir işte tembellik etmek.
  • Akşamlamak.
  • Hapseylemek.
  • Yekpâre taş.
  • Beyazlatmak.
  • Gevşetmek.
  • Noksanlaştırmak.

kass

  • Cem'etmek, toplamak, biriktirmek.

kasta'

  • Ayaklarının siniri büzülüp kurumuş olan deve.

kasti hüküm / kastî hüküm

  • Bir şeyin bizzat kendisi hakkında "bu doğrudur veya yalandır" şeklinde verilen hüküm; bilerek, birinci derecede karar konusu.

kasva

  • Kulağının dörtte biri kesik olan koyun veya deve.

kat'

  • Kesme, ayırma.
  • Geçme. Yol almak. Yüzerek geçmek.
  • Delil ve bürhan ile ilzam etmek.
  • Edb: Sözün te'sirini arttırmak ve dinleyenin anlayışına bırakmak için söz bitmeden kesivermek."İmtihan geliyor. Çalışın, yoksa..."Görmüyor gittiği yanlış yolu zannım çoğunuz Size rehberl

kat'i delil / kat'î delîl

  • Kesin delil. Âyet-i kerîmeler ve tevâtürle bildirilen mânâsı açık hadîs-i şerîfler.

katar

  • Birbiri arkasına dizilmiş hayvan sürüsü.
  • Bir lokomotifin sürüklediği vagonların tamamı. Tren.

katb

  • (Katub) Daim çatık çehreli, ekşi yüz.
  • Bir kimseyi darıltmak, gücendirmek.
  • Birikmek, biriktirmek, doldurmak.
  • Dolu çuval taşımak, götürmek için hazırlamak.
  • Arslan.

katı-ı tarik-ı ilahi / kâtı-ı tarîk-ı ilâhî

  • İnsanların Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına uymalarına ve rızâsına kavuşmasına mâni olan, hidâyet ve saâdetlerini engelleyen, saptırıcı, yol kesici.

katia

  • (Çoğulu: Katâi') Kesme, kat etme.
  • Kırılma.
  • Alâkayı kesme. Ahbaplığı kesme.
  • Vergi.
  • Arazi.

katib-i sırr / kâtib-i sırr

  • Gizli şeyler yazdırılan kâtip, sır kâtibi.

katil-i müteammid

  • Her ne sebeple olursa olsun, birini öldürmeyi evvelce zihninde tasavvur ederek öldüren kimse.

katolik / قَاتُولِيكْ

  • Hıristiyanlardan bazılarınca Hz. İsa'nın (A.S.) vekili telâkki ettikleri papanın reisliği altında Hıristiyanlıkta bir mezheb ve bu mezhabe bağlı olanlar. (Fransızca)
  • Hıristiyanlıktaki mezheblerden biri. Roma kilisesinin kendine verdiği ad. Katolik kilisesine mensup kimse. Merkezi Roma'da (Vatikan'da) olup, rûhânî lideri papadır.
  • Hıristiyanlıkta bir mezhep.
  • Hiristitanlıkta bir mezhep.

katr

  • Damlamak. Damlatmak. Damlayan şey.
  • Develeri katarlamak.
  • Birisini şiddet ve hiddetle yere çalmak.
  • Yağmur.

katv

  • Sürur ve neşeyle ağır ağır yürümek.
  • Adımını biribirine yakın atmak.

kavadih

  • (Tekili: Kadiha) Çekiştirenler, zemmediciler, kötüleyiciler.
  • Çekiştirilecek ve zemmedilecek şeyler.

kavanin-i latife / kavanin-i lâtife

  • Lâtif, ince, şirin olan kanunlar.

kavasım

  • (Tekili: Kasım) Ezici, kırıcı ve ufaltıcı şeyler.

kayd-ı esaret

  • Esaret zinciri, bağı.

kayd-ı ömr-ü tabii / kayd-ı ömr-ü tabiî

  • Doğal ömür sınırı.

kaydahr

  • Halkın her işine karşı gelen.
  • İri gövdeli deve.

kayh

  • (Çoğulu: Kuyuh) İrin.

kays

  • Leylâ ile Mecnun hikâyesinin erkek kahramanı olan Amirinin adı.
  • Süngü miktarı.

kayyım

  • İnsanları birbirine kardeşlikte ve sevgide bir araya toplayıp dünya ve âhirette necat ve iyilikler yolunda cem' edici olduğundan; bütün iyilikleri haseneleri toplayıcı ve muhtaçlara çok ihsan edici mânasında Peygamberimiz Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) verilen bir isim.

kaza

  • Birdenbire olan musibet. Beklenmedik belâ.
  • Vaktinde kılınmayan namazı sonradan kılmak.
  • Allah'ın takdirinin ve emrinin yerine gelmesi.
  • Hâkimlik, hâkimin hükmü.
  • İstemeden yapılan zarar.
  • Hükmeylemek, hüküm.
  • Bir şeyi birbirine lâzım kılmak.

kaza orucu / kazâ orucu

  • Oruç tutmamayı mubâh kılan (dînde bildirilen) bir özür sebebiyle vaktinde tutulamayan veya tutarken bir özür sebebiyle yâhut kast (bilerek) olmadan bozulup, Ramazân bayramının birinci, Kurban bayramının birinci, ikinci ve üçüncü günleri dışındaki zam anlarda gününe gün tutması gereken Ramazân-ı şerî

kaza-i ilahiye / kaza-i ilâhiye

  • Allah'ın emrinin, takdirinin yerine gelmesi.

kaza-yı ilahi / kazâ-yı ilâhî / قَضَايِ اِلٓه۪ي

  • Allah'ın emrinin, takdirinin yerine gelmesi.
  • Allahın takdîrinin meydana gelmesi.

kaza-yı ilahiye / kaza-yı ilâhiye

  • Allah'ın emrinin, takdirinin yerine gelmesi.

kazā-yı rabbani / kazā-yı rabbânî / قَضَايِ رَبَّان۪ي

  • Terbiye edici olan Allahın takdîrinin meydana gelmesi.

kaza-yı rabbaniye / kaza-yı rabbâniye

  • Allah'ın takdiri; Allah'ın emrinin, takdirinin yerine gelmesi.

kazan kaldırmak

  • Yeniçerilerin isyanı münasebetiyle kullanılan bir tabirdi. Yeniçeriler isyan ettikleri zaman yemek pişirilen kazanlarını da, toplandıkları At Meydanı'na getirdikleri için bu tabir meydana gelmiştir. Sonradan da devlete karşı koymağa kalkanlar hakkında kullanılırdı. (Türkçe)

kazasker

  • İlmiye mesleğinin en yüksek mertebelerinden biri. Lügat mânası asker kadısı, ordu kadısı demektir. Osmanlılarda Kazaskerliğin ihdası Sultan I.Murat zamanındadır. İlk Kazasker de "Çandarlı Kara Halil"dir.

kazım

  • Kemirici hayvan.

kaziye-i mahsusa

  • Man: Mevzuu yalnız bir fertten ibaret olup da hüküm onun üzerine olan kaziyyedir. Buna Kaziye-i şahsiyye dahi denir. "İstanbul en büyük şehirlerin birincisidir" gibi.

kaziye-i şartiyye

  • Man: İki cümleden ibâret, fakat bunlardan birinde olan hüküm diğerinde gösterilen şarta mütevakkıf olan, yâni; aralarında mülâzemet ve irtibat bulunan kaziyedir.

kaziye-i şartiyye-i münfasıla

  • Man: Mahmulü birden fazla olmakla bu mahmulllerin biri elbette mevzua isnad olunmak lâzım geldiğine hükmolunan kaziyyedir. (Adet ya tektir, ya çifttir) gibi.

kaziye-i şartiyye-i muttasıla

  • Man: Mevzu ile mahmulü birer cümle olmakla, birinde bir şeyin üzerine olunan hüküm, diğerinde gösterilen şarta mütevakkıf olan kaziyyedir. (Eğer bir cisim ağır ise, bir yere yerleştirilmedikçe düşer gibi.)

kaziye-i ula / kaziye-i ûlâ

  • Birinci kaziye, birinci önerme, hüküm.

kazm

  • Kuru şeyler yemek.
  • Dişlerin etrafıyla bir şeyi ısırıp yemek.

ke

  • "Gibi" mânasındadır. (Arapça teşbih edâtı) Kelimenin başına getirilir. Meselâ: (Kezâlike: Bunun gibi)
  • Harfin ve kelimenin sonuna gelirse "sen" zamiri yerindedir. Meselâ (Kitâbü-ke: Senin kitabın)

kebab

  • Ateşte pişirilen et.
  • Ateşte kavrularak veya alazlanarak pişirilen her türlü yiyecek.

kebad

  • İri limon.

kebair

  • (Tekili: Kebire) Büyük şeyler, büyük günahlar. Kebairin sıralanışı:-Allah'ı inkâr etmek.-Allah'a şirk koşmak.-Kat'iyyen sâbit olan dini bir hükme inanmamak.-Allah'ın rahmetinden ümidini kesmek.-Allah'ın cezasından, mekrinden ve azabından emin olmak.-Günah üzerinde ısrar etmek. Yâni, herhangi bir gün

kefalet

  • Kefillik. Bir kimse kendine âid bir işi yapamadığı veya borcunu ödeyemediği takdirde, yerine onun işini göreceğini kabul etmek.
  • Birine kefil olmak. İşini üzerine almak.

kefalet-i binnefs

  • Birinin şahsına kefil olma.

kefaret-i yemin vermek

  • Yerine getirilemeyen yeminin karşılığını ödemek.

keffaret / keffâret

  • Örtmek. Allahü teâlânın bâzı hususlarda kullarının kusur ve günahlarını affetmek ve örtmek için vesîle yaptığı şeylerden her biri. Çoğulu keffârâttır. Keffâretler, bir bakımdan ibâdet, bir bakımdan cezâ durumundadır. Keffâret, katl (insan öldürme), zıhar, yemîn, oruç ve hac keffâreti olmak üzere beş

keffaret-i halk

  • Hac için ihrama girip de bir özre mebni saçlarını vaktinden evvel traş ettiren kimsenin tutacağı üç günlük oruçtan ibârettir.

keffaret-i yemin

  • Yaptığı bir yemine sadık kalmayıp bozan bir müslümana lâzım gelen keffâret demektir ki: Muktedir ise, müslim veya gayr-i müslim bir köle veya câriye azad etmekten; muktedir değil ise, on fakiri akşamlı sabahlı doyurmaktan veya on fakire birer parça libas giydirmekten; bu üç şeyden birine muktedir ol

kefil

  • (Kefâlet. den) Birisinin bir borcu ifâsı lâzım gelirken, ifâ etmediği takdirde, o borcu ifâyı kendi üzerine alan kimse. Kefâlet eden kimse.

kehanet / kehânet

  • Kâhinlik. Gaybı, gizli şeyleri bilirim iddiâsında bulunmak. Bu işi yapana kâhin, falcı denir.

kehanetfuruş / kehânetfurûş

  • Geleceği bilirim diyen sahtekâr.

kelam / kelâm

  • Söz, ilâhî sıfatlardan biri.

kelan

  • İri, cüsseli, büyük. Heybetli. (Farsça)
  • Geniş, enli. (Farsça)
  • Baş. (Farsça)

kelanter

  • Çok iri. Daha büyük. (Farsça)

kelb-i akur

  • Salar, azgın, ısırıcı köpek.

kelb-i muallem

  • Ava alıştırılmış köpek.

kelimat-ı ilahiye / kelimât-ı ilâhiye

  • Cenab-ı Allah'a ait kelimeler; vahiyle indirilen kitaplar.

kelime

  • Gr: Mânası olan en küçük söz veya cümlenin yapısını teşkil eden unsurlardan birisidir. Kelime, isim, fiil ve harf olmak üzere dilbilgisinde üç kısma ayrılmıştır. "Bir tek söze" kelime denir.

kelime-i menhute

  • Aslı iki kelime olan bir tâbirin bir kelime ile söylenişi: "El Hamdüllilâh" yerine "Hamdele" söylenmesi gibi. "Bismillâh" yerine "Besmele" denmesi gibi.

kelime-i şehadet / kelime-i şehâdet

  • "Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh" mübârek sözü. Mânâsı şöyledir: "Görmüş gibi bilir ve inanırım ki, Allahü teâlâdan başka, varlığı lâzım olan, ibâdet ve itâat olunmağa hakkı olan, hiç ilâh, hiçbir kimse yoktur. Görmüş gibi bilir, inanırım ki, Muhammed sallalla

kemal sıfatları / kemâl sıfatları

  • Allahü teâlânın zâtında ve işlerinde hiçbir kusûr, karışıklık, değişiklik ve noksanlık olmadığını gösteren hayât (diri olmak), ilim (bilmek), sem' (işitmek), basar (görmek), kudret (gücü yetmek), irâde (istemek), kelâm (söylemek) ve tekvîn (yaratmak) sıfatları. Bunlara Subûtî, Hakîkî ve Kâmil sıfatl

kemal-i belagat / kemâl-i belâgat

  • Hal neyi gerektiriyorsa tam ona göre, mükemmel bir şekilde konuşma.

kemal-i zuhur / kemâl-i zuhur

  • Son derece açık olma; gözlerin görme sınırını aşacak şiddette açık ve meydanda olma.

kemalat-ı nübüvvet / kemâlât-ı nübüvvet

  • Peygamberliğe âit üstünlükler olup, evliyâlığın çok yüksek makamlarından biri.

keman

  • Yay. Kavis. (Farsça)
  • Yayı andırır her şey. (Farsça)
  • Keman. (Farsça)

kemend

  • Eskiden idam için boyna geçirilen yağlı kayış. (Farsça)
  • Uzakta bulunan herhangi bir nesneyi yakalayıp çekmek için üzerine atılan ucu ilmekli uzunca ip. (Farsça)
  • Geyik ve benzeri hayvanların yuları. (Farsça)
  • Güzelin saçı. (Farsça)

kemer

  • Yay gibi eğik olan yapı. (Farsça)
  • Bele bağlanan kuşak. (Farsça)
  • İç çamaşırın bele rastlayan kısmı. (Farsça)

kenb

  • İş yapmaktan ellerin iri iri olması.

kenet

  • (Esâsı: Kinet) İki sert cismi birbirine bağlamak için çakılan iki ucu kıvrık madeni parça.

kental

  • Yüz kilogram ağırlığında bir tartı birimi. (Fransızca)

kenud

  • Çok küfran-ı nimet eden kimse. Çok levm ve küfreden cahud.
  • Birşey yetiştirilemiyen verimsiz arazi.
  • Kocasının hukukuna ve iyiliklerine küfran eden nankör kadın.
  • Yemeğini misafirden sakınarak yalnızca yiyen cimri.
  • Kölesini, uşağını çok döven kimse.

kerih / kerîh

  • İğrenç, tiksindirici.
  • Muharebe ve cenkte olan şiddet.
  • Pis, çirkin, fena şey.
  • Nefse kerahetlik vercek kabahat.
  • İğrenç, tiksindirici, pis kokan.
  • Tiksindirici.

kerim

  • Her şeyin iyisi, faydalısı. Kerem ile muttasıf olan, ihsan ve inayet sâhibi. Şerefli ve izzetli. Muhterem, cömert, müsamahakâr. (Kur'an-ı Kerim tâbirindeki kerim; muazzez, mükerrem mânâsınadır. Kur'an-ı Kerim'de bu kelime 27 defa geçer ve ancak iki defa Cenab-ı Hak hakkında kullanılmıştır.)

kerime

  • Kız evlâd.
  • Kendine ikram edilmiş kimse. Şerefli.
  • Güzide, seçkin, kıymetli şey.
  • Vücudun kıymettar yerlerinden her biri.

kervan

  • Birbirini takib ederek giden insan veya hayvan sürüsü. Kafile ve hey'etle giden yolcular takımı. (Farsça)

kervansaray

  • Büyük yollarda kervanların konaklamalarına mahsus büyük hanlar. (Selçuklular ve Osmanlılar devrinde hayır eseri olarak yaptırılmışlardı.)

keş

  • Yoğurt peyniri, yağsız âdi peynir.

keşakeş

  • Münâkaşa, çekişme. (Farsça)
  • Keder, hüzün, tasa, gam. (Farsça)
  • Sıkıntı, felâket, ıztırab. (Farsça)
  • Tereddüt, kararsızlık. (Farsça)
  • Pehlivanların birbirleriyle mücâdeleleri. (Farsça)
  • İki kişinin, bir şeyi birer uçlarından tutup, her birinin kendine doğru çekmesi. (Farsça)

keşf

  • Açmak.
  • Olacak bir şeyi evvelden anlamak. Gizli kalmış bir şeyin Cenab-ı Hak tarafından birisine ilham olunması ile o gizli şeyin meydana çıkarılması.

kesir

  • (Çoğulu: Kesrâ) Parçalanmış, dağıtılmış. Kırılmış.
  • Kırılmış.

kesr

  • Kırmak. Parçalamak. Parçalara ayırmak.
  • Mat: Bir bütünün parçalarından her biri.

kesret-i zuhur

  • Çok sayıda görünme, belirip ortaya çıkma.

kezame

  • (Çoğulu: Kezâyim) İki kuyu arasındaki yarıklar ve delikler. (Su birinden birene akar).
  • Terazi iplerinin kendinde toplandığı halka.

kezbere

  • Kanbel otu.
  • Baldırıkara otu.

kifa

  • Bir parça veya iki bez (ki birbirine dikip çadır eteğini yaparlar.)
  • Eşitlik, beraberlik, müsâvât.

kifat

  • Cem'olmuş, toplanmış, biriktirilmiş.
  • İçinde birşey toplanıp biriktirilen yer.
  • Hızlı uçmak, gitmek.
  • (Tekili: Küfv) Küfüvler, benzerler, eşler, denkler.

kih

  • İrin, cerahat.

kile

  • 36,5 kg'a denk gelen bir ölçü birimi.

kilise

  • Hıristiyanların mâbedi. Hıristiyan mezhebi.
  • Hıristiyanların ibadet ettikleri yer.
  • Kenîse; hıristiyanlara mahsûs ibâdet yeri. Hıristiyanlıktaki mezheblere de kilise denilmektedir.

kınne

  • (Çoğulu: Kinen) Hurma lifinden yapılan urganın sağlam ve dayanıklı olması.
  • Dâne çadırı dedikleri ot.
  • Bir nevi devâ.

kıraet / kırâet

  • Ağız ile okumak. Kendi kulakları işitecek kadar sesli okumağa hafif kırâet, yanındakilerin işiteceği kadar sesli okumağa cehrî (sesli) kırâet denir.
  • Namazın içindeki farzlardan biri.

kıran / قران

  • Yakınlaşma. (Arapça)
  • İki gezegenin aynı burçta birbirine yaklaşması. (Arapça)

kırat / kırât

  • Dirhemin onaltıda birini ifade eden eski bir ağırlık ölçüsü.
  • Değerli metallerin ölçülmesinde kullanılan ağırlık birimi.

kırat-ı şer'i / kırât-ı şer'î

  • Peygamber efendimiz zamânında kullanılan ve hadîs-i şerîflerde ismi geçen bir ağırlık birimi.

kırat-ı urfi / kırât-ı urfî

  • Kullanılması âdet olan ve hükûmetin kabûl ettiği miskâl ve dirhemden küçük bir ağırlık birimi.

kırgız

  • Türkî kavimlerden biri.

kırmeta

  • Kitapla satırların veya yürürken adımların birbirine yakınlığı.

kirs

  • (Çoğulu: Ekrâs-Ekâris) Her nesnenin aslı.
  • Bir araya getirilmiş beytler.
  • Biri biri üstüne yığılmış kalmış davar tersi.

kısas

  • Cinayette ödeşmek. Bir suç işliyenin aynı şekilde cezalandırılması. Öldürme veya yaralanmada suçlu olana aynı şeyin yapılması. Suçsuz yere adam öldürene veya yaralayana şeriatın aynı cezayı tatbik etmesi.
  • Öldürmenin öldürme, yaralamanın yaralama ile cezalandırılması: Göze göz, dişe diş gibi.

kısde

  • (Çoğulu: Kusad) Bir şey kırıldığında herbir parçası.

kıslam

  • Isırıcı hayvan.

kısme

  • Kırık parçası.
  • Misvak parçası.

kıssis / kıssîs

  • Hıristiyan dîn adamı, papaz.

kıstas

  • Terazi, ölçü, ölçü birimi.

kıt'a

  • (Çoğulu: Kıtat) Dünyanın kara parçalarından her biri.
  • Memleket. Ülke.
  • Mat: Bir dairenin bir yayı ile onun çapı arasındaki kısım.
  • Tıb: Kesik organın vücudda kalan parçası.
  • Ask: Çok kalabalık olmayan askerî kuvvet.
  • Edb: En az iki beyitten yapılmış manzum

kitab / kitâb

  • Edille-i şer'iyyenin (İslâm dînindeki hükümlerin, din bilgilerinin) birinci kaynağı olan Kur'ân-ı kerîm.
  • Amel defteri.

kitab-ı mübin / kitâb-ı mübîn / كِتَابِ مُبِينْ

  • İyiyi kötüden ayırıp açıklayan kitab, Ku'rân.

kitab-ı mukaddes / kitâb-ı mukaddes

  • Hıristiyanların mukaddes bilip inandıkları Ahd-i atîk (Eski ahd) ve Ahd-i cedîd (Yeni ahd) kısımlarından meydana gelen kitab. İncîl.

kitab-ı münzel

  • İndirilen, indirilmiş kitap.

kitabet / kitâbet

  • Kâtiblik, yazıcılık, yazı yazma ilmi.
  • Güzel yazı ve güzel ifâde için lâzım olan yazı yazma usûl ve kâideleri.
  • Kölenin belirli bir ücreti ödemek veya bildirilen şartları yerine getirmek karşılığında âzâd edileceğine (serbest bırakılacağına) dâir sâhibi ile yaptığı akid, sözleşme.

kitabi / kitabî / kitâbî

  • Kitaba dair ve müteallik. Kitaba tabi olan. Kitaba uygun. Kur'an, İncil, Tevrat kitablarından birine inanan. Semavî kitaplardan birine inanan.
  • Kitaba uygun, kitapla ilgili, ilâhî kitaplardan birine inanan.

kitablı kafirler / kitablı kâfirler

  • İncîl ve Tevrât'tan birine inanan kâfirler. Hıristiyanlar ve Yahûdîler.

kıtal / قتال

  • Birbirini öldürme.
  • Savaş. (Arapça)
  • Birbirini öldürme. (Arapça)

kitbe

  • Kitabe yazmak. Zam ve cem'etmek. Artırmak ve biriktirmek.

kıtmir / kıtmîr

  • Eshâb-ı Kehfin (Îsâ aleyhisselâmın dîninden olup, din düşmanları her tarafı kapladığı bir zamanda dinlerini korumak için her şeylerini terkedip hicret eden Efsûs (Tarsus)'daki mağarada bulunan yedi kişiden birinin köpeğinin adı.

kıvra'

  • Horozların birbiriyle döğüşmesi.

kıyafet

  • Bir şeyin dış görünüşü, zâhiri.
  • Bir kimsenin giydiklerinin bütünü.
  • Heyet, şekil, suret.
  • Feraset.
  • Bir kimsenin ardınca olmak.

kıyam / kıyâm

  • Ayakta durmak. Ayağa kalkmak.
  • Ayaklanmak. İsyan.
  • Ölümden sonra tekrar dirilmek.
  • Bir işe başlamak, devam etmek.
  • Satılan bir mal hakkında müşteri ile anlaşıp kararlaşma.
  • Canlanmak.
  • Kıyâmet günü (mânâsına da gelir).
  • Namazın iftitah tekbiri
  • Ayakta durmak. Namazın içindeki farzlardan birisi.

kıyamet / kıyâmet

  • Dünyanın yıkılıp harab olması. Her şeyin mahvolması. Dünyanın sonu ve mahşer meydanına bütün insanların dirilip toplanacağı zaman.
  • Mc: Büyük belâ.
  • Fazla sıkıntı.
  • Ölümden sonra dirilme, kıyamet günü.
  • Allahü teâlânın emri ile İsrâfil aleyhisselâmın sûr denilen ve nasıl olduğunu bilmediğimiz bir âlete üfürmesi, (nefha-i ûlâ: Birinci üfürme) ile bütün canlıların ölüp, her şeyin yok olması, kâinâttaki (varlık âlemindeki) nizâmın, düzenin bozulması, kıyâmetin kopması.
  • Her canlının ölü

kıyamet-i kübra / kıyâmet-i kübrâ

  • Büyük kıyâmet. Canlıların öldükten sonra tekrâr diriltildikleri gün, zaman. Kıyâmet günü.

kıyamet-i mükerrere

  • Tekrarlanan kıyamet, defalarca ölüp dirilme.

kıyamet-i nev'i

  • Bir tür ve cinsin ölüp dirilmesi.

kıyas

  • Benzetmek, karşılaştırmak, mukâyese. İki şeyi birbiri ile karşılaştırmak. Benzeterek hüküm ve muhâkeme etmek.
  • Man: Doğru kabul edilen iki hükümden bir üçüncü hükmü çıkarmak.
  • Fık: İki belli şeyden birinin mahsus olan hükmünü, yâni, bu hükmün mislini, aralarındaki müttehid ille

kıyas maa'l-farık / kıyas maa'l-fârık

  • Birbirine benzemeyen şeyler arasında yapılan kıyas.

kıyas-ı hadi-i müşebbit / kıyas-ı hâdi-i müşebbit

  • Aldatıcı ve ayak kaydırıcı kıyas.

kıyas-ı hafiyye

  • Man: Sebebi gizli olan,zihne birden gelmeyen kıyas.
  • Fık: Te'siri kavi olan kıyastır. Veyahut sıhhati zâhir, fesadı gizli olan kıyastır.

kıyas-ı istisnai / kıyas-ı istisnaî

  • Bir hükmün neticesinin aynı veya nakzı, mukaddemelerinden birinde bilfiil zikredilirse, ona kıyâs-ı istisnâi denilir. Başka bir tâbirle: Neticesi veya zıddı bizzat kendisinde zikredilen kıyas. "Eğer bu cisim ise, mutlaka bir yer tutar" gibi. Veya "Güneş doğmuş ise, gündüz olmuştur" gibi.

kıyas-ı maalfarık / kıyas-ı maalfârık

  • Birbirine benzemeyen şeyler arasında yapılan geçersiz kıyas.
  • Birbirine benzemiyen şeyler arasında yapılan kıyas. Yani, doğru olmayan ve hakikata uymayan mukayese.

kıyasımaalfarık / kıyâsımaâlfârık

  • Birbirine benzemeyenlerin karşılaştırılması.

kizbere

  • Baldırıkara adı verilen ot.

kızıl

  • t. Kırmızı, alrenk.
  • Kıldan yapılan ip.
  • Aşırı, müfrit.

koçkar

  • Dövüş için terbiye olunmuş iri koç.

köle

  • Bütün tarihî devirlerde başka milletlerden, yabancılardan zorla kaçırılıp hürriyetten mahrum hale getirilerek hizmette kullanılan erkek. (Türkçe)

kompartıman

  • Yolcu trenlerinde vagonların bölümlerle ayrılmış kısımlarından her biri. (Fransızca)

kompleks

  • Bir anda kavranamıyacak şekilde çeşitli sebeblerden, unsurlardan meydana gelmiş. (Fransızca)
  • Basit olmayan. Mürekkep. (Fransızca)
  • İnsanların davranışlarına, ruh hâllerine yön veren birbirine bağlı şuuraltı hayallerinin bütünü. (Fransızca)

komprime

  • Toz halinde iken sıkıştırılıp ufak hap haline getirilmiş ilaç. (Fransızca)

kontenjan

  • İlgililerin her birine düşen pay ölçüsü.
  • Alâkalıların her birine düşen miktar veya yer. Pay miktarı. (Fransızca)

kostantıniyye

  • İslâm dünyasında İstanbul için kullanılmış isimlerden biri.

kubbe-nişin

  • İstanbulda Topkapı Sarayı'nda Kubbealtı denen yerde toplanan kabine üyeleri denebilecek toplantıya katılan vezirlerin herbiri. (Farsça)

küdas

  • Hayvan aksırığı.

kuddise sirruh

  • Daha çok Allahü teâlânın sevdiği kullar olan evliyâdan birinin ismi anılınca veya yazılınca, onun sırrı (içi) temiz ve mübârek olsun mânâsına söylenen veya yazılan duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki kişi için "Kuddise Sirruhümâ" ikiden çok için "Kuddi se sirruhüm" denir.

kudret

  • Güç, güçlü olma.
  • Allahü teâlânın sıfat-ı sübûtiyyesinden biri. Allahü teâlânın her şeye gücünün yetmesi.
  • Kullara âit sınırlı olan güç, kuvvet.

kudret-i samedaniye matbahları / kudret-i samedâniye matbahları

  • Rızıkların İlâhî kudretle olgunlaştırıldığı mutfaklar.

kudur

  • (Tekili: Kıdr) Çömlekler, tencereler. Yemek pişirilen kaplar.

kudüs

  • Filistin'de, Süleymân aleyhisselâm tarafından inşâ ettirilen Mescid-i Aksâ'nın bulunduğu şehir. Bu şehir târih kitaplarında İlyâ adıyla da zikredilir.

kufahir

  • Büyük ve iri cüsseli kimse.

küfiyyun

  • Eski arabça âlimlerinin ayrıldığı iki büyük şubeden biri olup diğerine Basriyyun denirdi.

küfr

  • Örtmek; hakkı örtmek, kapamak, Hakk'ı inkâr etmek. Dinde bilinmesi ve inanılması zarûrî olan şeyleri ve ahkâm-ı şer'iyyeden (dînî hükümlerden) tevâtüren (kesin olarak) bildirilenleri inkâr etmek ve dinden olduğu herkesçe bilinen bir şeyi kabûl etmemek.

küfr-i cühudi / küfr-i cühûdî

  • Allahü teâlâya, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş, inanılması lâzım olan şeylere inanmamakta bilerek inâd etmek.

küfüvv-ü şer'i / küfüvv-ü şer'î

  • Şeriatın eşler arasında uygun gördüğü denklik; birbirine uygunluk.

kuhbeden

  • Dağ gibi iri vücutlu kimse. İri yarı kişi. (Farsça)

kuhme

  • Düşünmeden bir işe girişme.
  • Şiddet.
  • Kıtlık senesi.
  • Zor iş.

külah

  • Takke. Kalpak. Baş örtüsü.
  • Kazıkların toprağa girmesini kolaylaştırmak için uçlarına geçirilen huni şeklindeki demir gömlek.

kunais

  • (Çoğulu: Kanâıs) Büyük cüsseli, iri vücutlu kişi.

künde

  • Suçlu bir kimsenin ayaklarına geçirilen tomruk. (Farsça)
  • Kalın ve yüksek ağaç. (Farsça)

kunefhar

  • Büyük cüsseli, iri vücutlu.

kur'an

  • Allah (C.C.) tarafından Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma Cebrâil Aleyhisselâm vâsıtası ile (yâni vahiyle) gönderilen ve beşeriyetin bütün saadet düsturlarını hâvi en mukaddes ve en son kitâb-ı semâvidir. Din ve dünyanın nizâmını en iyi şekilde bildirir, kâinatın neden ve niçin yaratıldığ

küra'

  • (Çoğulu: Ekru-Ekâri) İnsanda boyundan aşağısı; hayvanda topuktan aşağısı.
  • Koyun ve sığır baldırı.

kuraze / kurâze / قراضه

  • Altun ve gümüş kırıntısı.
  • Kumaş parçaları.
  • Kırıntı, döküntü. (Arapça)

kurb-i ebdan / kurb-i ebdân

  • Bedenlerin birbirine yakın olması.

kurban

  • Allahü teâlâya yakınlık. Mükîm (yolcu olmayan), âkıl (akıllı), bâliğ (ergen, evlenecek çağa gelmiş), hür ve dînen zengin sayılan, müslüman erkek ve kadın tarafından, Allah rızâsı için kurban niyetiyle kurban bayramının ilk üç gününde (Zilhicce ayının on, on bir ve on ikinci günlerinin her hangi biri

kurban geceleri

  • Kurban bayramının birinci, ikinci ve üçüncü günlerinin geceleri.

kureyş

  • Peygamber efendimizin mensub olduğu kabîlenin adı. Peygamber efendimizin on birinci babası olan Kureyş'in (Fihr ibni Mâlik'in) çocukları ve torunları.

küreyvat-ı hamra

  • Kırmızı kan kürecikleri. Kana kırmızı rengini veren, çekirdeksiz, yuvarlak, küçük hücrecikler olup kanın her mm.küpünde beş milyon kadar bulunurlar, beden hücrelerine erzak dağıtırlar ve bir kanun-u İlâhî ile hücrelere erzak yetiştirirler. (Tüccar ve erzak memurları gibi)

kurfusa

  • Mak'adı üstüne oturup dizlerini karnına yapıştırıp iki kolunu baldırları üstüne kavuşturmak.

kurmay

  • Ordunun muharebeye hazırlanmasında ve savaş sırasındaki sevk ve idaresi için hususi tarzda yetiştirilmiş subay.
  • Mc: Becerikli.

kürsi / kürsî

  • Allahü teâlânın azameti, kudreti ve büyüklüğünü gösteren ve Arşın altında olduğu bildirilen Allahü teâlânın yarattığı en büyük varlıklardan biri.

kürur-u a'vam

  • Senelerin birbirini takib etmesi. Yılların ard arda geçmesi.

kuşluk vakti

  • Orucun başlaması (imsak) ile güneşin batması arasındaki zamânın ilk dörtte biri geçince başlayan ve güneşin zeval (tepe) noktasına ulaşmasından, bir müddet öncesine kadar devâm eden vakit, duhâ vakti.

kuss ibn-i saide

  • İslâmiyetten önce Arabistan'da yaşamış İyâd Kabilesinin ileri gelenlerinden, mühim hakikatlı bir şâirdir. Cârud gibi hakperesttir. Henüz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm genç iken Suk-ı Ukaz panayırındaki hitabeti ile meşhurdur. Hitabesinde bir Hak Peygamber geleceğini ve onun en güzel bir d

küssar

  • Kırılan şeyin parçaları.

küsuf

  • Güneş tutulması. Ay'ın, dünya ile güneş arasına gelerek dünya üzerinde gölge yapması.
  • Mc: Birisinin felâketli hâlinde çok teessür göstermesi hâli.

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

kutaa

  • Bir şeyin kesintisi ve kırıntısı.

kutb

  • (Kutub) Dünyanın şimâl veya cenub uçları. (Güney ve kuzey taraflarının son kısımları.)
  • Elektrik cereyânını meydana getiren veya mıknatısın uçlarından her biri.
  • Dini bir meslek veya grubun başı. Bir çok müslümanların kendisine bağlandıkları azim ve büyük evliyaullahtan zamanın

kutbiye

  • Deve ve koyun sütünün birbirine karışması.

kütüb-i münzele

  • Allah tarafından indirilmiş olan kutsal kitaplar.

kütüb-i salife / kütüb-i sâlife

  • Allahü teâlâ tarafından, Peygamber efendimizden önce gelmiş olan peygamberlere gönderilen fakat sonradan tahrif edilmiş, değiştirilmiş olan ilâhî kitablar. Bunlara semâvî kitablar da denir.

kütüb-ü münzele

  • Allah tarafından indirilen kitaplar.
  • Vahiy ile Cenâb-ı Hak tarafından indirilmiş, ihsan edilmiş mukaddes kitaplar.

kütüm

  • Bir otun yaprağı. (Mersin yaprağına benzer; kına ile karıştırıp boya yaparlar.)

kuvve-i alime / kuvve-i âlime

  • Bilici kuvvet. İnsan rûhuna âit iki kuvvetten birisi, akıl. Buna müdrike de denir.

kuvve-i amile / kuvve-i âmile

  • İş yapan kuvvet. İnsan rûhuna âit iki kuvvetten birisi olan, fâideli ve başarılı işlerin yapılmasını sağlayan bilici kuvvetlerle edinilen bilgilere göre iş yapan kuvvet.

kuvve-i müeyyide / قوهء مؤیده

  • Yaptırım gücü.

kuvve-i mümeyyize

  • İnsanın iç âleminde hissedilenleri birbirinden ayırdetme kudreti.
  • Hayır ve şerri anlayıp ayıran bir duygu ve kuvvet.

kuvve-i münbite

  • (Ağaç ve bitkileri) Bitirip yeşillendirme ve büyütme gücü.

kuvve-i nabite / kuvve-i nâbite

  • Yetiştirme gücü; bitirip geliştirme, bitirip yetiştirme gücü (tarımsal verimlilik gücü).

kuyud

  • (Tekili: Kayd) Kayıtlar. Resmi muâmelelerin veya her hangi bir şeyin kayıtları, deftere geçirilmeleri, yazılmaları.

kuzehiye

  • Gözün renkli olan tabakası. İris.

la'net

  • Bedduâ; bir kimsenin kötülüğünü, Allahü teâlânın af ve merhametinden mahrum olmasını, ihânet edenlerin veya kötülüklerin gerektiği cezâya çarptırılmasını istemek.

labirent

  • Bir defa içine girildiğinde çıkış yolu çok güçlükle bulunabilen bina. (Fransızca)
  • Çok karışık ve birbirini kesen yol. (Fransızca)

lafk

  • İki şeyi birbirine çarpma.

lafz-ı mücessem / لَفْظِ مُجَسَّمْ

  • Cisimleşmiş kelime (varlıkların her biri).

lafz-ı mürekkeb

  • Man: Mürekkeb lafız. Cüzlerden biri, mânâsının cüzlerinden birine delâlet eden lafız.

lagiye

  • Edebe aykırı ve fena söz.

lagt

  • Hafif hafif ses çıkarma. Mırıldanma.

lağv / لغو

  • Kaldırma. (Arapça)
  • Boşuna. (Arapça)
  • Lağvedilmek: (Arapça)
  • Kaldırılmak. (Arapça)
  • Hükümsüz kılınmak. (Arapça)
  • Lağvetmek: (Arapça)
  • Kaldırmak. (Arapça)
  • Hükümsüz kılmak. (Arapça)
  • Lağvolmak:< (Arapça)

lahb

  • Sür'atle gitmek.
  • Eti kemikten ayırıp soymak.

lahk

  • (Lehak) Geriden yetişmek, ardından yetiştirilmek.
  • Alüvyon. Liğ. Akarsuların taşımasıyla gelen maddeler.

lahm

  • Et. Her şeyin içi ve üzeri.
  • Bir işi sağlam kılmak.
  • Kırık şeyi kuyumcunun yapıştırması. Lehimlemek.
  • Bir yerde ilişip kalmak.

laht

  • İri cüsseli kimse.

laik cumhuriyet / lâik cumhuriyet

  • Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrıldığı, her türlü inanç sahibine karşı tarafsız olarak din ve vicdan hürriyetinin sağlandığı cumhuriyet.

laiklik / lâiklik

  • Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması.

lakab

  • Asıl isminden başka sonradan takılan ad. Meşhur olan birinin sonradanki adı.

lakap / lâkap

  • Asıl isminden başka sonradan takılan ad, meşhur olan birinin sonraki adı.

lakayd / lâkayd

  • Kayıtsız. Alâkasız. Karışmayan. Kıymet ve ehemmiyet vermeyen. Aldırış etmeyen.

lakinne / lâkinne

  • İstidrak edatıdır. İdrak istemek, anlamak istemek edatıdır ve bulunduğu kelimede bir şeyin anlamak istendiğini bildirir. Evvelki sözden neş'et eden bir tevehhümü kaldırmak için kullanılır.

lakit / lakît

  • Yerden kaldırıp alınmış ve sahipsiz kalmış bir şey. Sokakta bulunan mal, para.
  • Sokağa atılmış yeni doğmuş çocuk.
  • Üzerine ansızın gelinen kuyu.

lam-ı tarif / lâm-ı tarif

  • İsimlerin başına getirilen belirleme edatı.

lam-üt-tahsis ve temellük / lâm-üt-tahsis ve temellük

  • Ait olma ve sâhib bulunmayı bildirir.

lameşru / lâmeşru

  • Şeriata aykırı, meşru olmayan (lâ;.

lando

  • Üstü önden ve arkadan açılıp kapanır, körüklü, geniş araba nevilerinden biridir. Halk arasında "Landon" şeklinde telâffuz edilen bu araba, fayton ve kupalara nazaran daha ağır ve gösterişli idi. (Fransızca)

lat / lât

  • İslâmdan önce Arapların Kâbe'de bulunan putlarından biri.

lath

  • Her şeyin azı.
  • Bulaşmak ve karışmak.
  • Birine iftira atmak.

latif / lâtif

  • Mülâyim. Yumuşak. Nâzik. Mütenasip.
  • Güzel. Şirin. Küçük ve hoşa giden.
  • Cisimle alâkası olmayan. Göze görünmeyen.
  • Çok lutf edici.
  • Derin, gizli.
  • Yumuşak, güzel, şirin, ince.

latife / latîfe

  • Hoş, tatlı söz, şaka.
  • Maddeli, zamanlı ve ölçülü olmayan Âlem-i emirdeki beş mertebeden her biri.

latife-i insani / lâtife-i insani

  • İnsanda bulunan lâtif duygulardan birisi.

layebgıyan / lâyebgıyan

  • Biri ötekine tecavüz edip karışmaz ve hâsiyetini bozamaz (meâlinde olup, nefyedilmiş muzari fiilidir.)

layetefellel / lâyetefellel

  • Kırılmaz, körelmez.
  • Eğilmez, kırılmaz.

lazım / lâzım

  • Birbirinden ayrılması mümkün olmayan iki şeyden birinci derecede geleni; meselâ Güneş lâzımdır, gündüz melzumdur. Kur'ân lâzımdır, onun açıklaması olan tefsir melzumdur.

lazım-ı beyyin / lâzım-ı beyyin

  • Bu tabirin masdariyet şekli "Lüzum-u beyyin" olup ikisi aynı mânaya gelir. Herhangi bir şey hatıra gelince hiç bir delil ve emareye ihtiyaç olmadan o şeyle beraber düşünülmesi zaruri olan diğer bir şey. Meselâ: İnsan denildiği zaman, kabiliyet-i ilim ve san'at akla gelmesi gibi...

lazım-ı eamm / lâzım-ı eamm

  • Birbirinden ayrılmayan iki şeyden ayrılmaya engel olana lâzım denir (matbaa ve kitap gibi; matbaa lâzımdır).

lazım-ı melzum / lâzım-ı melzum

  • Biri birisinden aslâ ayrılmaz, birisi olunca diğerinin de olması şart olan.

lebbe

  • Göğsün gerdanlık takılan yeri.
  • Devenin ve sığırın, göğsünden boğazladıkları yeri.
  • Evlâdını ve erkeğini seven kadın.

lebh

  • Bir büyük ağacın adı. (Bir kimse kabuğunu yarsa filhâl o kişiye uyuşukluk gelir; o ağaçtan tahtalar biçip gemi yaparlar. Rivâyet olunur ki, iki tahtasını birbirine bitiştirip bir yıl su içinde dursa ikisi bir olup yekpâre olur, Mısır'da yetişir. Ahter-i Kebir'den)

lebs

  • Giyecek şey.
  • Giyme. Giyinme.
  • Bir mânayı diğer bir mânâ ile karıştırmak. Sözün karışık ve şüpheli olması. Sözü karıştırıp şüpheye düşmek.

ledg

  • (Teldag) Yılan veya akrep sokması.
  • Mc: Sözle birini incitmek.
  • Ekşilik.

leff ü neşr

  • Edb: Bir yazı veya şiirde söz simetrisi yapma san'atıdır. Önce iki veya daha fazla kelimeyi sıralamak, sonra da onlarla alâkalı şeyleri söylemek. İki çeşidi vardır;1- Leff ü Neşr-i Müretteb (Düzenli leff ü neşir) : Birinci cümlede sıralanan kelimelerle ikinci cümlede söylenen kelimelerin aynı sırayı

leff-ü neşr

  • Sarıp bağlama ve çözüp yayma. Birkaç isim yazdıktan sonra onların her birine ait özellik veya görevleri ayrıca sıralama. Bu sıralama isimlerin sırasına uygun sırada olursa "mürettep" adını alır. Olmazsa "müşevveş" adını alır.

leffen

  • Beraber sararak. İliştirilmiş olarak. Rabtedilmiş olarak.

lefk

  • Giymek.
  • Örtünmek.
  • İki parçayı birbiri üstüne koyup dikmek.

lehk

  • şiddet.
  • Meşakkat, zahmet.
  • Birbiri içine girmek.

lem

  • (Arabçada cezm harfidir) Muzari fiilinin başına getirilirse, nefyeder, cezmeder, sâkin okutur. "Gelir" fiilini "gelmedi" yaptığı gibi.

lems

  • Dokunmak, el ile tutmak, ellemek, yapışmak.
  • Beş duygudan biri, dokunma duygusu.

len

  • Gr: (Muzâri fiilini nasbeden edatlardan birisi). Bir işin aslâ olamıyacağını ifade eder.

lenf

  • (Lenfâ) Tıb: İnce damarların içinde dolaşan beyaz kan. Kanın esasını teşkil eden sıvı.
  • Eski tıbba göre; ahlât-ı erbaa'dan birisi.

lenfisam / lenfisâm

  • Aslâ kırılmaz, kopmaz.
  • Asla kırılmaz ve kopmaz.

letafet-i beyaniye

  • Beyan ilmine ait güzellik ve şirin özellik.

letafet-i fıtriye / letâfet-i fıtriye

  • Fıtrî letâfet, doğal şirinlik.

letafet-i tab'

  • İnsan tabiatındaki, mizacındaki hoşluk, şirinlik.

letaif / letâif

  • Lâtifeler; insanın mânevî yapısındaki ince duygulardan herbiri.

letaif-i tevafukiye / letâif-i tevafukiye

  • Tevafukun güzellikleri, şirinlikleri.

lev

  • Gr: (Şart edâtı) Dahâ ziyade, olsa bile (manâsına gelir.) "İnne" gibi mâzi mânâsını muzariye çevirmeyip aksine muzâriyi de mâziye çevirir. Temenni edâtı ve vasıl edâtı olur. Meselâ : Lev-câe Aliyyun leraeytühu: Ali gelse idi, elbette görürdüm.

levm

  • Çekiştirmek. Birisinin yüzüne karşı kötü söz söylemek. Zemmetmek. Paylamak. Başa kakmak.

levm-i laim / levm-i lâim

  • Çekiştiricinin, kınayanın kınaması.

levme

  • Kınanmaya ve çekiştirilmeğe sebep olacak şey.

levs-ül katl

  • Birisini katletmekle müttehem olan şahısta, katlin nişânesi veyahut maktul ile aralarında zâhir bir düşmanlık bulunması gibi alâmet ve karineler.

leyle-i kadr

  • Daha çok Ramazân-ı şerîf ayı içinde bulunduğu bildirilen ve Kur'ân-ı kerîmin gelmeye başladığı mübârek gece.

leys

  • (Çoğulu: Lüyus) Arslan.
  • Sinek avlayan örümcek.
  • Arasında yaş ot bitmiş olan kuru ot.
  • Birbirine girmiş ot.
  • Semiz ve şişman kimse.

leyse kemislihi şey'ün

  • Ne zâtında, ne sıfâtında, ne de ef'âlinde naziri yoktur, şebihi olamaz!.

lezaiz

  • Lezzetler. Zevk duyulan, eğlendirici, hoşa giden şeyler.

lian / liân

  • Lânetleşmek. İki kişinin birbirini lânetlemesi.
  • Fık: Zevc ile zevcenin hâkim huzurunda şer'i usulüne uygun olarak dörder defa şahitlikte bulunduktan sonra, nefislerine lânet ve gadab okumak suretiyle olan yeminleri. Buna: Mülâene, telâun, iltiân da denir.
  • Lânetleşmek. İki kişinin birbirini lânetlemesi.
  • Lânetleşmek, erkeğin zevcesini (hanımını) zinâ etmekle suçlaması veya bu çocuk benden değildir demesi hâlinde dört şâhid getiremezse, zevcenin isteği üzerine eşlerin hâkim huzûruna çağrılarak usûlüne uygun (âyet-i kerîmedeki bildirildiği şekilde) kar şılıklı yemîn etmeleri ve lânetleşmeleri. Buna mu

lifafe

  • (Çoğulu: Lefâif) Sargı.
  • Kefen. Ölünün sarıldığı bez katlarının herbiri.
  • Bazı çiçeklerin etrafını çeviren değişik yapraklar.

litre

  • İtl. Akıcı maddelerin, sıvıların ölçü birimi.

liva-i hamd / livâ-i hamd

  • Hamd (şükür) sancağı. Kıyâmet gününde, canlılar dirilip, Arasat meydanında toplanınca, Allahü teâlâ tarafından Peygamber efendimize ihsân edilecek olan ve altında bütün inananların toplanacağı sancak-ı şerîf.

livaz

  • Sığınma, iltica etme.
  • Birbirinin arkasına gizlenme.

live / lîve

  • Aldatıcı, dolandırıcı. (Farsça)
  • Şakacı, lâtifeci. (Farsça)
  • Çevik, atılgan. (Farsça)

loça

  • Geminin baş tarafında ve iki yanda demir zincirin geçmesine mahsus delikler.

lokman suresi / lokman sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin otuz birinci sûresi.

lü'lü-i şehvar / lü'lü-i şehvâr

  • İri inci.

lübed

  • Çok mal mânasınadır ki sanki birbiri üstüne yığıla yığıla keçe gibi birbirine geçmiştir.

luka

  • Meşhur olmuş dört İncil kitabından birisidir. Hz. İsa Aleyhisselâm'dan sonra mühim Hristiyan doktorlarından birisi olan Luka adındaki zatın yazdığı İncil'dir. Bu Zâtın (Mi: 70) yılında vefât ettiği yazılıdır.

luka incili / luka incîli

  • Meşhûr dört İncîl'den biri. Antakyalı papas Luka tarafından yazıldığı için bu ad verilmiştir. Şimdi elde bulunan İncîllerin en yanlış olanıdır.

lüks

  • Lât: Aşırı süs.
  • Işık ölçü birimi.
  • Kuvvetli ışık veren bir nevi petrol lâmbası.
  • Şatafat, aşırı süs.

lükya

  • Birbirini görmek.

lümey'a

  • Küçük pırıltı. Küçük ışıkcık. Parıltıcık.

lut aleyhisselam / lût aleyhisselâm

  • Kur'ân-ı kerîmde ismi bildirilen peygamberlerden. Bugün Ürdün ile Filistin arasında bulunan Lût gölü yanındaki Sedûm şehri halkına peygamber olarak gönderildi. İnsanlara İbrâhim aleyhisselâmın dînini tebliğ etti.

lütufname-i ekremi / lütufnâme-i ekremî

  • Pek şerefli zâtınızın lûtfettiği şirin mektup.

lüzub

  • Yapıştırma, yapışma. Birbirine kafes gibi girdirip yapıştırma.
  • Sâbit olma.

ma'dele-i ulya / mâ'dele-i ulyâ

  • Yüce adaletin gerçekleştirildiği yer.

ma'kusen mütenasib

  • Mat: Tersine olan müvâzene. Yâni, birbirine nisbet edilen iki şeyden, biri çoğaldığı oranda diğerinin eksilmesi veya birinin azaldığı nisbetinde diğerinin çoğalması. Ters orantılı.

ma'razgah-ı acaib / ma'razgâh-ı acaib

  • Hayret uyandırıcı eserlerin sergilendiği yer.

ma'rife

  • Gr: Arabçada mübhem olmayan " " harf-i ta'rifi ile bildirilen kelime. Böyle bir kelimeden tenvin kalkar, kelime belirli olur.

ma'rız

  • (Ma'raz. dan) Bir şeyin görünüp çıktığı yer. Bir şeyin bildirildiği, arzolunduğu makam.

ma'ruz / ma'rûz / مَعْرُوضْ

  • Bir şeyin tesirinde kalan.

ma'ruzat / ma'ruzât

  • (Tekili: Ma'ruz) Arz olunanlar. Arzedilenler, takdim edilenler. Küçükten büyüğe bildirilenler.

ma'şer

  • Cemâat, müttehid cemâat. Birinin ehil veya iyâli. İns ve cin cemaatı.
  • Bölük, topluluk.

ma'sur

  • Zor, güç, zorlaştırılmış.

ma'tuf / مَعْطُوفْ

  • Eğilmiş, bir tarafa doğru çevrilmiş.
  • Birine isnat olunmuş, yöneltilmiş.
  • Dayandırılan.

ma-fi-l yed

  • Fık: Bir terekenin taksimi yapılmadan varislerden biri veya birkaçı ölürse, bunların terekelerinden varislerine düşen kendi mikdarları.

ma-i mukattar / mâ-i mukattar

  • İnbikten geçirilmiş (damıtılmış), saf su.
  • İmbikten geçirilmiş, damıtılmış saf su.

ma-i tesnim

  • Cennet ırmaklarından biri.

ma-imeşkuk / mâ-imeşkûk

  • Şüpheli su; ehlî merkebin ve ondan doğan katırın artığı olan su.

maani / maanî

  • (Tekili: Mâna) Mânalar.
  • Belâgatın üç şubesinden biri. Lafzın muktezâ-yı hâl ve makama uygunluğuna mahsus bir ilim adı.

maani-i amika veya müteferrika / maânî-i amîka veya müteferrika

  • Derin veya birbirinden farklı mânâlar.

maani-i mütefavite / maâni-i mütefavite

  • Birbirinden farklı mânâlar.

maani-i mütezahime / maanî-i mütezahime / maâni-i mütezahime

  • Bir kelimenin çok mânaya gelip birbiri ile yarışma hâli.
  • Birbiriyle yarışan izdiham oluşturan mânâlar.

maas

  • Ayağın siniri çekilip büzülmek.
  • Ayağın eğri olması.

maaz-allah / maâz-allah

  • "Allahü teâlâya sığınırım" mânâsına, tehlikeli, zararlı ve istenmeyen durumlardan korunmak için söylenen bir söz.

madde-i tenkit

  • Tenkit unsuru, eleştiri noktası.

maddiyun ve tabiiyyun taunu / maddiyun ve tabiiyyun tâunu

  • Her şeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia etme ve her şeyi madde ile açıklamaya çalışma vebası.

madrubeyn

  • Mat: Birbirine çarpılan iki sayıdan herbiri.

maganim

  • (Tekili: Magnem) Ganimetler. Düşmandan ele geçirilen mallar.

magiz

  • İçinde ağaç bitmiş olan su birikintisi.

maglata-i şeytaniye

  • İnsanları aldatmak ve yoldan çıkarmak için söylenen karıştırıcı sözler. Şeytanın insan kalbine vesvese vermesi.

magnem

  • (Çoğulu: Maganim) Ganimet. Harpte düşmandan ele geçirilen mal.

magtus

  • Su, gaz veya hava gibi şeylerin içine batırılmış.

mah

  • (Meh) Senenin onikide birisi. Yirmisekiz, yirmidokuz, otuz veya otuzbir günlük zaman. (Farsça)
  • Gökteki ay. Kamer. (Farsça)

mahabiz

  • (Tekili: Mahbeze) Ekmekçi fırınları.

mahall-i nüzul

  • İndirildiği yer.

mahall-i tevarüd

  • Vâsıl olunan yer.
  • Birisine yetişilen mahal.

mahalle

  • (Çoğulu: Mahallât) Şehir ve kasabaların bölündüğü parçalardan herbiri.

mahasal-ı ömr / mâhasal-ı ömr

  • Evlât. Çocuk.
  • Hayat boyunca çalışılarak vücuda getirilen eser veya elde edilen şey.

mahbez

  • (Çoğulu: Mahâbiz) Ekmekçi dükkânı. Ekmekçi fırını.

mahdem

  • Baldırın köstek takacak yeri.

mahdu'

  • Hileye aldanmış olan. Kandırılmış kimse.
  • Boyun damarı kesilmiş kişi.

mahduş

  • Vesveselendirilmiş, kuşkulandırılmış.
  • Tırmalanmış.

mahk

  • İnat etmek.
  • Birbirini tutup çekmek.

mahkeme-i kübra-yı haşir / mahkeme-i kübrâ-yı haşir

  • Haşrin büyük mahkemesi, insanların öldükten sonra diriltilerek hesaba çekilmek üzere toplanacağı büyük mahkeme.

mahkum / mahkûm

  • Aleyhinde hüküm verilmiş olan. Dâvayı kaybedip cezalanan.
  • Birisinin hükmü altında bulunan.
  • Zorunda ve mecburiyetinde olma. Katlanma.
  • Hükmolunan, birinin hükmü altında bulunan
  • Hüküm giymiş.
  • Katlanma, zorunda olma.

mahkum olma / mahkûm olma

  • Cezalandırılma, hüküm giyme.

mahkum-u aleyh / mahkûm-u aleyh

  • Bizzat kendisi üzerine hüküm binâ edilen (yani bu kaideyi şöyle açıklayabiliriz.

mahkumiyet kararı / mahkûmiyet kararı

  • Hükümlülük, cezalandırılma kararı.

mahlu / mahlû / مخلوع

  • Hal' edilmiş. Tahtından indirilmiş padişah.
  • Reddedilmiş olan.
  • Tahttan indirilmiş. (Arapça)

mahlut / mahlût / مَخْلُوطْ

  • (Halt. dan) Karıştırılmış. Katılmış. Karışık.
  • Karıştırılmış, karışık.
  • Karışık, karıştırılan.

mahmil

  • Harameyne hacı kafilesi ile birlikte gönderilen hediyeler.
  • Deve üzerine konulan sepet. Mahfe. Sürre.
  • Bir ibareye hamledilen mâna ihtimâllerinden her birisi.
  • Bir söze yüklenen muhtemel mânâlardan her birisi.

mahmud / mahmûd

  • Övülmüş, övülen.
  • Peygamber efendimizin güzel isimlerinden biri. Ahmed, Muhammed, Mahmûd, hep över seni Allah Senin isminle biter lâ ilâhe illallah Bundaki ince sırrı anlamaz, bilmez gümrâh, Kendi adıyla yazmış senin adını Rahmân
  • Ebrehe'nin, Kâbe'yi yıkmak üzere ordusunda geti

mahrem

  • Gizli.
  • Dince ve şer'an müsaade olunmayan.
  • Birisinin hususi hâllerine ait gizli sır.
  • Nikâh düşmeyen, evlenilmesi haram olan yakın akraba. (Baba, dede, anne, nine, erkek ve kızkardeş, amca, dayı, hala ve teyzeler arasında bir neseb yakınlığı, bir ebedî mahremiyet vardır

mahruf

  • Toplanılmış devşirilmiş meyve.

mahşer / محشر / مَحْشَرْ

  • Toplanma yeri. Kıyametten sonra insanların tekrar dirilip toplanmaları ve toplandıkları yer. Haşir meydanı.
  • Çok kalabalık.
  • Haşr olunacak, toplanılacak yer. Kıyâmet gününde bütün mahlûkâtın (bütün canlıların) yeniden dirildikten sonra hesap için toplanacakları yer. Arasat Meydanı, Mevkıf.
  • Ölülerin dirilip toplanacakları yer.
  • Kıyamet yeri. (Arapça)
  • Aşırı kalabalık. (Arapça)
  • Ölülerin diriltilerek toplanacakları yer.

mahşer-i azim / mahşer-i azîm

  • Bütün varlıkların yeniden diriltilip hesaba çekileceği büyük toplanma yeri; mahşer meydanı.

mahsun

  • İstihkâmlı. Kuvvetlendirilmiş. Sarp, sağlam ve metin kılınmış.

mahsus / mahsûs

  • Ayrılmış, tâyin edilmiş.
  • Herkese âit olmayıp bazılara âit olmuş olan. Yalnız birine âid olan. Hususileşmiş. Müstakil.
  • Bile bile, istiyerek.
  • Yalandan, şakadan, lâtife olarak.
  • Hissedilmiş, birine ayrılmış, bile bile.

mahşuş / mahşûş

  • (Haşşe. den) İçine girilmiş.
  • Buğzedilmiş.
  • Gizlice bir şey verilmiş.
  • Karalanmış.
  • İçine girilmiş, sahte.
  • İçine girilmiş, lekelenmiş.

mahtumane / mahtûmâne

  • Bitirircesine, bir kitabı bitirince verilen ziyafet gibi.

mahv ve sekir

  • Fenafillâh makamında kendi varlığını hiç görmek ve bu mânevi hâlin zevk ve te'sirinden ruhi bir coşkunlukla kendinden geçme hâli.

mahzuf / mahzûf

  • Silinmiş.
  • Yerinden düşürülmüş. Kaldırılmış. Hazfolunmuş.
  • Edb: Noktasız harflerle yazılmış olan.
  • Silinmiş, kaldırılmış, gizli tutulmuş.
  • Çıkarılan, kaldırılan.

mail / mâil

  • Eğilmiş, meyilli, istekli, andırır, yörünge.

maile / mâile

  • Coğ: Dağların bir yana doğru alçalıp giden taraflarından her biri.
  • Eğri, eğilmiş.

maiyet

  • Birinin yanında bulunan, emrinde çalışan.

makale-i ula / makale-i ûlâ

  • Birinci makale.

makam / makâm

  • Yüksek dereceli me'mûriyet, me'mûrluk yeri, mevkî, mansıb.
  • Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin bu yolda ilerlerken kazandığı mânevî derecelerden her biri.

makdur

  • Güç. Kuvvet. Kudret.
  • Takdir olunmuş. Allah'ın takdiri. Daha evvelden takdir olunmuş.

makdur-üt teslim

  • Ele geçirilmesi mümkün olan.

maklub / maklûb

  • Altı üstüne getirilmiş, ters çevrilmiş, başka şekle sokulmuş.

maklubiyet

  • Ters döndürülmüşlük, altı üstüne getirilmişlik. Maklub olma hâli.

makluv

  • Pişirilmiş kebap.

makta'

  • Kesilen yer, kat'edilen yer, kesinti yeri.
  • Uzun bir cismin enliğine kesildiği yerin görünüşü.
  • Edb: Her manzumenin, hususen gazellerin ve kasidelerin ilk beytine matla', son beytine makta' denir; makta'da şâirin ismi bulunur.

maktel / مقتل

  • Birinin öldürüldüğü yer. Bir katlin yapıldığı yer.
  • Öldürme yeri. (Arapça)
  • Ünlü birinin ölümü üzerine yazılan şiir. (Arapça)

mal-i miri / mal-i mirî

  • Miri malı. Hükümete veya devlete ait mal.

mal-i mütekavvim

  • Huk: İki mânada kullanılır: Birisi, intifâı mübah olan şeydir. Diğeri, mâl-i mührez demektir. Meselâ, denizde iken balık gayr-i mütekavvim olup, tutmak ile ihraz olundukta, mâl-i mütekavvim olur. İntifâı mübah olmayan mal veya elde edilmemiş olan mal gayr-ı mütekavvimdir. Şirâ ile intifa' mübah oldu

malayutak / mâlâyutak

  • Tâkat getirilmez, güç yetmez, dayanılmaz.
  • Güç yetirilmez.

malik / mâlik

  • Sâhib olan, mülk edinen.
  • Cehennem meleklerinin en büyüğü, âmiri, bekçisi.

malikane

  • Büyük ve gösterişli köşk. (Farsça)
  • Tar: Bir kimseye, gelirinden hayatı boyunca istifade etmek; fakat satamamak ve miras bırakamamak şartıyla verilen beylik arazi. (Farsça)

maliki / mâlikî

  • Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri olan Mâliki mezhebine tâbi olan, bağlı olan kimse.
  • Dört hak mezhepten biri.

maliki mezhebi / mâlikî mezhebi

  • Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri. Kurucusu İmâm-ı Mâlik bin Enes'tir.

mamur / mamûr / معمور

  • İmar edilmiş, şenlendirilmiş.
  • Bayındır, imar edilmiş. (Arapça)
  • Mamûr edilmek: Bayındırlaştırılmak, imar edilmek. (Arapça)
  • Mamûr etmek: Bayındırlaştırmak. (Arapça)
  • Mamûr olmak: Bayındır olmak. (Arapça)

mana mertebeleri

  • Kur'an-ı Kerim'deki âyetlerin anlaşılmasında bilinen muhtelif ma'nâlar. Zâhirî, bâtınî, sarihî, harfî, ismî, işarî, remzî, mecazî, mefhumî, riyazî mânâlar gibi.

mana-yı harfi / mânâ-yı harfî

  • Harf mânâsı; birşeyin kendisini değil de san'atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mânâsı.

mana-yı hilafet / mânâ-yı hilâfet

  • Hilâfetin anlamı; Peygamberimizin vekili olarak Müslümanların din ve dünya işlerinin tedbirini gören genel başkanlık makamının anlamı.

mana-yı ismi / mânâ-yı ismî

  • İsme dair mânâ. Bir şeyin sadece kendisini bilip tanımak. Bir şey başka şeyleri tanıttığı, bildirdiği veya sevdirdiği için olan mânâya da mânâ-yı harfî denir. Bir ağacı gölgesinden, zahirî görünüşünden, bize verdiği meyvesinden dolayı alâka gösterir ve seversek mânâ-yı ismî ile seviyoruz demektir. A

mana-yı remzi / mânâ-yı remzî

  • İşaretle, rumuzla bildirilen gizli mânâ.

mana-yı sarihi / mânâ-yı sarîhî

  • Kur'ân'ın mânâ tabakalarından biri, açıkça anlaşılan mânâ.

mana-yı zahiri-yi mecazi / mânâ-yı zâhirî-yi mecazi

  • Sözün zahirine ait mecazî mânâsı; sözün ilk etapta anlaşılan açık mânâsının mecâzî anlamı (Hakiki anlamı değil. Çünkü hayat vermek Allah'a mahsustur.).

manastır

  • Hıristiyanlıkta ibâdet edilen ve din adamlarından bir râhib veya râhibenin idâre edip, barındığı binâ.

manay-ı zımni / mânây-ı zımnî

  • Bir lafzın konulduğu mânânın tamâmının içerisindeki cüz'î, husûsî mânâlardan herbiri.

manşet

  • Bir gazetede ilk sayfanın en üst kısmındaki büyük puntolu başlık. (Fransızca)
  • Bir gömleğin kol kısmına geçirilen ve elbisenin kolundan dışarı çıkan kumaş parçası. (Fransızca)

manyatizma

  • Birisinin bâzı hareketleri ile başkası üzerinde uyuşukluk verici te'sir.

manyetizma

  • Telkin ve hipnoz yolu ile birini tesir altına alma.

martulos

  • (Martoloz) Osmanlı Devletinin teşekkülü sıralarında ve yeniçeri teşkilâtından önce, Hristiyanlardan, ordunun geri hizmetlerinde çalışmış olan teşekküllerden biridir. Silâhlanmış kişi mânasında Rumca bir kelimedir.
  • Eskiden Tuna gemicileri, korsanı mânasında da kullanılmıştır.

marut / mârût

  • Sihir belleten iki melekten biri.

maruz / mâruz

  • Uğrama, tesirinde ve karşısında olma.

maruz bırakılma / mâruz bırakılma

  • Açık hâle getirilme, açık hedef yapılma.

maruz kalan / mâruz kalan

  • Birşeyin tesirine uğrayan, etkisinde kalan.

maruz kalma

  • Tesirinde kalma.

maruz olma / mâruz olma

  • Uğrama, tesirinde ve karşısında olma.

maruz olmak

  • Uğramak, tesirinde olmak.

masdar-ı ca'li / masdar-ı ca'lî

  • (Mec'ul) yapma olan masdar. Arapçada, bazı isim ve sıfatların sonlarına (-iyyet) ilâve edilerek yapılır. Meselâ: İnsan: İnsaniyyet, Şâir: Şâiriyyet. Câhil: Câhiliyyet. Merbut: Merbutiyyet gibi.Arapça veya Farsça kelimenin sonuna (-îden) eki getirilerek yapılır. Meselâ: Cenk. den, Cengîden: Cenk etme

masiva-perest / mâsivâ-perest

  • Dünya ile ilgili olan şeylere düşkünlük; Allah'tan başka şeylere aşırı düşkünlük.

maslahat-ı mürsele

  • Şeriat tarafından ne itibar ve ne de ibtâl ve ilgâ edildiği mâlum olmayan bir mes'elenin maslahat üzere fakihler tarafından hükümlendirilmesi.

masruf

  • Dayandırılmış, yönelik.

masur

  • Birbirine katılmış şey. Mümtezic.

mat'un

  • (Tâun. dan) Belâya tutulmuş. Musibet ve tâuna giriftar olmuş.
  • (Ta'n. dan) Ayıplanmış.

matabih / matabîh

  • (Tekili: Matbah) Mutfaklar. Yemek pişirilen yerler.
  • (Tekili: Matbuh) (Tabh. dan) Tabholunmuş yani pişirilmiş şeyler.

matbah

  • Mutbah. Yemek pişirilen yer.

matbuh

  • (Çoğulu: Matâbih) (Tabh. dan) Kaynatılmış veya haşlanmış (ilâç).
  • Pişirilmiş yemek.

matbuhat

  • (Tekili: Matbuh) Kaynatılmış veya haşlanmış ilâçlar.
  • Pişirilmiş yemekler.

matemfeza / mâtemfezâ

  • Yası ve mâtemi ziyadeleştirip arttıran. (Farsça)

math

  • El ile vurmak.
  • Yalamak.
  • Birbiri ardınca sulamak.

matrud

  • Kovulmuş. Tardedilmiş. Uzaklaştırılmış olan.

matta

  • İncil kitaplarından birisinin adı. Tahrif edilmiş dört yüz muhtelif İncil içinden seçilen biri.

matüridi / mâtürîdî

  • Ehl-i sünnetin (Peygamber efendimiz ve Eshâbının yolunda olanların) îmânla ilgili bilgilerde tâbi olduğu iki imâmından biri. Ebû Mansur-ı Mâtürîdî.
  • Îmân bilgilerinde Ebû Mansûr Mâtürîdî'nin bildirdiği gibi inanan kimse.

matvi / matvî

  • Dürülmüş, sıkıştırılmış.

mavera-yı haşr-ı cismani / mâverâ-yı haşr-ı cismânî

  • Maddî bedenle âhiret âleminde yeniden diriltilme arka tarafı, arka plânı.

mayın

  • ing. Karada ve denizde, daha çok gizlendirilerek konulan ve temas edilince patlayan bomba.

mazbut / مضبوط

  • Zabtolunmuş, elegeçirilmiş.
  • Sağlam.
  • Yazılmış. Kaydedilmiş. Hatırda tutulmuş. Derli toplu.
  • Muhâfazalı. Korunmuş.
  • Belli, belirtilmiş.
  • Zaptedilmiş. (Arapça)
  • Kayda geçirilmiş. (Arapça)
  • Derli toplu. (Arapça)
  • Sağlam. (Arapça)

mazbutat / mazbutât / مضبوطات

  • (Tekili: Mazbut) Ele geçirilmiş; kaydedilmiş; hatırda tutulmuş şeyler. Mazbut olan şeyler.
  • Kayda geçirilenler. (Arapça)

mazhar buyurulan

  • Eriştirilen, kavuşturulan.

maziz / mazîz

  • Musibet ve belâya uğramış. Felâket acısına giriftar olmuş.

mazrubeyn

  • Birbirine çarpılan iki sayıdan herbiri.

me'mur

  • Emir almış, bir işle vazifelendirilmiş kimse, emrolunan.

meb'at

  • Yaban sığırının yatağı.
  • Davar ve deve yatağı.
  • Mekân, menzil.

meb'us

  • Gönderilmiş,
  • Peygamber olarak gönderilmiş kimse.
  • Öldükten sonra diriltilmiş kimse.
  • Halk tarafından seçilerek parlementoda yer alan kimse, millet vekili.
  • Gönderilen. Ba's edilen.
  • Halk arasından seçilerek Millet Meclisine âzâ edilen.
  • Allah tarafından gönderilmiş olan.
  • Öldükten sonra diriltilen.

mebde-i cihad

  • Allah yolunda girişilen cihadın başlama zamanı.

mebkale

  • (Çoğulu: Mebâkıl) Sebzevat yetiştirilen yer.

mebni / mebnî

  • Bina edilmiş, dayandırılmış.

mebsuten mütenasib

  • Birbirlerine nisbetli olan iki şeyden birinin artmasıyla, diğerinin de aynı nisbetle artması; veya eksilmesiyle diğerinin de eksilmesidir. Doğru orantılı.

mebsuten mütenasip / mebsûten mütenasip

  • Doğru orantı; birbirine bağlı olan ve biri arttığında öteki de artan iki büyüklük arasındaki nispet.

mebus / مبعوث

  • Gönderilmiş. (Arapça)
  • Milletvekili. (Arapça)
  • Ölümden sonra dirilen. (Arapça)

meç

  • Ateşli silahların icadından evvel kullanılan harp âletlerinden biri. Keskin olmayan tâlim kılıcı, uzun ve ince kılıç.

mecami-i ahlak-ı mütezahime / mecâmi-i ahlâk-ı mütezahime

  • Hepsi de birbiriyle üstünlük yarışında olan ahlâkî vasıf mecmuaları, toplulukları.

mecaz-ı mürsel

  • Benzetme dışında başka bir ilişki sebebiyle kullanılan mecaz: Meselâ: "O köye sor" demek, "o köyden birine sor" demektir.

mecbur

  • Zor görmüş. Zorla bir işe girişmiş. İcbar görmüş.
  • Hatırı alınmış, gönlü yapılmış. (Hakiki manası: Kırıldıktan sonra bütünlenmiş.)

mechele

  • Birini câhilliğe sevkeden şey.

meclub / meclûb

  • Tutkun, aşırı bağlı.

meclup / meclûp

  • Tutkun, aşırı bağlı.

mecmu / mecmû

  • Toplanmış, bir araya getirilmiş.

mecmu'

  • Bütün, hepsi. Topluca. Yığılmış. Cem' olunmuş. Bir araya getirilmiş şey.

mecmua / mecmûa / مجموعه

  • Toplanıp biriktirilmiş, tertip ve tanzim edilmiş şeylerin hepsi.
  • Seçilmiş yazılardan meydana getirilen kitap. Risâle.
  • Kolleksiyon.
  • Dergi. (Arapça)
  • Küçük risale veya farklı kitapların bir araya getirildiği eser. (Arapça)

mecnun

  • Deli. Çılgın.
  • İnsanlara çok hususta uymayan.
  • Birini çok fazla sevip aklını kaçıran. Âşık.

mecruh

  • Yaralı. Yaralanmış.
  • Huk: İnandırıcı sözlerle çürütülmüş fikir, davâ.

mecusi

  • Çok eskiden yaşamış, kulağı küçük olan birisinin adıdır. Ateşperestlik âyinine sebeb olduğundan "Ateşperestlere" bu isim verilmiştir.
  • Eski İran dini olan Mecusilikten olan kimse.

meczub

  • Başkasının te'siri ile hareket hâlinde olan. Cezbedilmiş. Aklı gitmiş olan. Aşk-ı İlahî ile kendinden geçmiş.
  • Deli. Divane. Mecnun.

med

  • Uzatmak, çekmek, Kur'ânı kerîmde uzatan harflerden (elif, vav, yâ) biriyle kendilerinden önceki harfleri çekmek.

med'uv

  • Davet olunan. Çağırılmış. Davetli.

medahil

  • (Tekili: Medhal) Girişler. Girilecek yerler.

medar

  • Sebeb, vesile.
  • Bir şeyin etrafında döneceği nokta. Bir şeyin devredeceği, üzerinde hareket edeceği yer.
  • Gezegenlerin gezerken hareket noktalarının çizdiği dâire. (Dünya, güneş etrafında seyrederken medar-ı senevîsi bir dâireyi andırır.)

medar-ı iltibas / medâr-ı iltibâs / مَدَارِ اِلْتِبَاسْ

  • Birbirinden ayıramamaya sebeb.

medayih-i bahire / medayih-i bâhire

  • Çok açıktan birisini veya bir şeyi övmek, medhetmek.

medeniyetperest

  • Medeniyete aşırı düşkün olan.

medh

  • Birisinin iyiliğini, iyi vasıflarını söylemek. Övmek.

medhal / مدخل

  • Girilecek taraf. Dahil olacak yer.
  • Giriş. Esere başlangıç. Önsöz. Mukaddeme.
  • Giriş.
  • Girecek yer, kapı, giriş.
  • Başlangıç.
  • Giriş, etki.
  • Giriş. (Arapça)
  • Giriş yeri. (Arapça)
  • Başlangıç. (Arapça)
  • Dehalet. (Arapça)

medhiye

  • Birini medhetmek için yazılan yazı.

medhur

  • Uzaklaştırılmış veya kovulmuş olan. Tardedilmiş olan.

medi

  • (Çoğulu: Emdiye) Bir yerde birikip toplanmış su.

mediha / medîha / مدیحه

  • Övgü şiiri, kaside. (Arapça)

medihagu / medîhagû / مدیحه گو

  • Övgü şairi, kaside şairi. (Arapça - Farsça)

medkuk

  • Döğülmüş, toz hâline getirilmiş.

medlul / medlûl / مَدْلُولْ

  • Delâlet olunan. Gösterilen.
  • Mânâ. Meâl. Mefhum. Delil getirilen şey. Bir kelime veya bir işâretten anlaşılan.
  • Delil getirilmiş şey.
  • Delalet olunan, gösterilen.
  • Bir kelimeden veya bir işaretten anlaşılan.
  • Kendisine delil getirilen, mânâ, anlatılan.
  • Delil getirilen.

medlul-ü mecazi / medlûl-ü mecâzî / مَدْلُولُ مَجَاز۪ي

  • Mecazî olarak delil getirilen.

medlul-ü zihni / medlûl-ü zihnî / مَدْلُولُ ذِهْنِي

  • Zihindeki delillendirilmiş ma'na.

medluliyet / medlûliyet

  • Kendisine delil getirilme.

medluliyyet / medlûliyyet

  • Kendisine delil getirilme.

medş

  • Elin zayıf olması. Elin eti az ve siniri sarkmış olması.

meeka

  • Ağlamaktan ârız olan hıçkırık.
  • Gayretlenmek, gayrete gelmek.

mef'ul-ü sarih

  • Doğrudan doğruya mef'ul demektir. Bir harf-i cerle ifâde olunmaz. "Nuri dalı kırdı" cümlesinde "dal" mef'ul-ü sarihtir. "Nuri daldan düştü" dersek, bunu arapça ifâde için (min) harf-i cerri ile söyleyebiliriz. İşte böyle harf-i cerle söylenen mef'ullere, "mef'ul-ü gayr-i sarih" denir. Bunlar mef'uld

mef'uliyet

  • Edilgenlik, yapılmışlık; bir failin fiilinin tesiriyle olma durumu.

mefahim-i mütefavite / mefâhim-i mütefavite

  • Birbirinden farklı anlayışlar.

mefatih-ül gayb

  • (Bak: Mugayyebat-ı hamse) İmam-ı Razi'nin bir tefsiri.

mefharet

  • Birine şeref veren şey. İftihar edilecek, övünülecek şey.

mefkud

  • Kaybolmuş. Olmayan. Yok. Gayr-ı mevcud.
  • Fık: Ölü veya diri olduğu bilinmeyen, kayıp kimse.
  • Yok olmayan, bilinmeyen.
  • Ölü veya diri olduğu bilinmeyen kayıp kimse.

mefkur

  • (Çoğulu: Mefâkir) Omurga kemikleri kırılmış olan hayvan veya insan.

mefred

  • Çok büyük, kocaman, aşırı derecede iri.

mefruz / mefrûz / مفروز

  • Ayırılmış. (Arapça)

mefsuh / mefsûh

  • Hükümsüz bırakılmış. Yürürlükten kaldırılmış. Battal edilmiş.
  • Hükmü kaldırılan.

mefsuhiyet

  • Mefsuhluk. Yürürlükten kaldırılma hâli. Hükümsüzlük.

meftuh

  • Fethedilmiş, açılmış, açık.
  • Zaptedilmiş, ele geçirilmiş. Sonu üstün ile harekeli isim.
  • Açılmış. Fethedilmiş.
  • Ele geçirilmiş, zabtedilmiş.
  • Gr: Fethalı (üstünlü) okunan harf.

meftul

  • (Fetl. den) Bükülmüş, kıvrılmış. Fitil hâline getirilmiş.

meftuniyet / meftûniyet

  • Düşkünlük, aşırı bağlılık.

meh

  • Ay. Kamer. (Farsça)
  • Senenin onikide biri. Ay. (Farsça)

mehanet

  • Küçültme. Küçük görülme.
  • Hor ve zelil olmak. Zayıf ve zebun olmak.
  • Tedbiri azca olmak.

meharic-i huruf / mehâric-i hurûf

  • Kur'ân-ı kerîm harflerinin herbirinin ağızdan ses olarak çıktığı yer.

mehat

  • (Çoğulu: Mehâ-Mehevât) Billur taşı.
  • Güneş.
  • Dağ sığırı.
  • Tazelik.
  • Güzellik.

mehmuz-ul ayn

  • Kelime kökündeki ikinci harf "hemze" olursa, o kelimeye denir. Birinci harfi "hemze" olursa ona: Mehmuz-ul fâ; üçüncü harf hemzeli olur ise ona da: Mehmuz-ül lâm denir.

mehr-i misl

  • Mehir söylenmeden veya mehir vermemek şartı ile yapılan bir nikahtan sonra, kadının, baba tarafından akrabâsının kadınlarına bakılarak bunlara verilen mehir kadar verilmesi kararlaştırılan altın, gümüş, mal veya herhangi bir menfeat.

mehr-i müeccel

  • Boşanma veya ölüm halinde, kız tarafına verilmesi nikâhta kararlaştırılmış olan para.

mehr-i müsemma

  • İki tarafın rızası ile nikâh bedeli olarak kararlaştırılan para.

mehter

  • (Mih-ter) Daha büyük. (Farsça)
  • Reis. (Farsça)
  • Seyis. Osmanlı askeri mızıkası ve buna mensub müzikçiler. (Farsça)
  • Vaktiyle Bâb-ı âli çavuşu. (Farsça)
  • Rütbe, nişan veya vazife alanların evlerine müjde götürenler. (Farsça)
  • Tanzimattan önce Pâdişah çadırını kurmağa vazifeli asker. (Farsça)
  • At uşağı.(Farsça)

mekir

  • (Mekr) Hile. Aldatma. Oyun. Düzen. (Birisinin kötü veya iyi hâllerini öğrenmek veya kötülüğe sevketmek ya da gayesinden alıkoymak için yapılır.)

mekruh / mekrûh

  • Hoş görülmeyen, beğenilmeyen şey. Peygamber efendimizin beğenmediği ve ibâdetin sevâbını gideren şeyler. Yasak olduğu haram gibi kesin olmamakla berâber, Kur'ân-ı kerîmde, şüpheli delil ile, yâni açık olmayarak bildirilmiş veya bir sahâbînin (Peygamb er efendimizin arkadaşlarının) bildirmesi ile anl

meksur / مكسور

  • (Kesr. den) Kırılmış, kesrolunmuş.
  • Gr: "İ" şeklinde kesreli okunan harf.
  • Kırık. (Arapça)

mektub-u rahmani / mektub-u rahmânî

  • Sonsuz rahmet sahibi Allah'a ait herbiri birer mektup gibi mânâlar ifade eden varlıklar.

mektumat

  • (Tekili: Mektume) Hükümetten kaçırılarak gizlenmiş ve yazdırılmamış nüfus, mal veya gelir.

mekur

  • Hileci, yalancı, dolandırıcı.

meldug

  • (Ledg. den) Zehirli bir hayvan tarafından ısırılarak sokulmuş.

melekut

  • Tam bir hâkimiyyetle, Saltanat-ı İlâhiyyenin müessiriyyet ve idâresinin esrarı. Her şeyin kendi mertebesinde, o mertebeye münâsib ruhu, canı, hakikatı. Bir şeyin iç yüzü, iç ciheti.
  • Hükümdarlık. Saltanat.
  • Ruhlar âlemi.

melfuz

  • Söylenmiş, dile getirilmiş olan.

melih / melîh

  • (Çoğulu: Milâh-Emlâh) Güzel, şirin. Sâhib-i melâhat.
  • Tuzlu.
  • Güzel, şirin.

melil / melîl

  • Kül içinde pişirilen ekmek.
  • Hararet, sıcaklık.
  • Üzgün, kederli. Melul.

melkut

  • Yerden kaldırılıp alınan şey.
  • Sokağa, virâneliğe, câmi veya kilise kapısına bırakılmış çocuk.

melsuk / melsûk

  • Yapıştırılmış. Bitiştirilmiş.
  • Yapıştırılmış.

melzum

  • Mevcud bir şeyle birbirinden ayrılmayan. Mevcud bir şeyle beraber bulunması lâzım gelen. Lüzumlu olmuş olan. Lüzumlu kılınmış.
  • Birbirinden ayrılmayan iki şeyden ikinci derecede birisi geleni, ayrılmaya engel olunanı; meselâ, oğul melzumdur, babası lâzımdır (mevlûd-vâlid). Tefsir melzumdur, Kur'ân ise lâzımdır.

melzum-u ehass

  • Birbirinden ayrılmayan iki şeyden ayrılmaya engel olunan şeye melzum denir (matbaa ve kitap gibi; kitap melzumdur).

memalik / memâlik

  • Mülk hâline getirilen yerler ve köleler.

memluk / memlûk

  • Köle. Kul. Esir. Bende. Hizmetkâr.
  • Birinin malı olan.
  • Birinin malı olan.
  • Kul, köle.
  • Hür olmayan insan. İslâm hukûkunda harbde esir alınıp, İslâm memleketine getirilen kimse, köle.

memnun

  • Memnun etmek:
  • Mutlu edilmek, razı edilmek.
  • Sevindirilmek.

memur edilen

  • Görevlendirilen.

memur-u müşahhas

  • Görevlendirilmiş, atanmış memur.

memzuc

  • Bitişik. Karışık. Karışmış. Birlik olmuş. Birbirine mezc olmuş.
  • Şakalaşmak.
  • Oynamak.
  • Kaynaşmış, birbiri içine girmiş, karışmış.

men

  • Ben. (Farsçada birinci şahıs zamiri) (Farsça)

men dakka dukka

  • "Kapı çalanın kapısı çalınır." Yâni, kim birisine bir kötülük yahut iyilik yaparsa ona o şey yapılır. Meselâ: "Su-i zan eden su-i zanna mâruz olur."

men'

  • Yasak etmek. Durdurmak. Bırakmamak. Bir şeyi diriğ etmek, esirgemek.

men'uş

  • Hayır ile yâdedilen ölü.
  • Yukarı kaldırılmış.
  • Fakir olduktan sonra sevindirilmiş.
  • Tabuta konulmuş.

menab

  • Birinin yerini tutmak, nâib olmak. Birisine vekil olmak. Vekillik yeri.

menal

  • Yetiştirme, nâil olma, kavuşma.
  • Ele geçirilen şey. Nâil ve sahib olunan şey.

mencenun

  • (Çoğulu: Menâcin) Sığırın döndürdüğü dolap.
  • Sığırların çektiği kağnı.

mend

  • Kelimelerin sonuna getirilerek "sahip" mânasına edattır. (Farsça)

menfa

  • Nefyolunan yer. Birinin sürüldüğü yer. Nefiy yeri.

menfez / منفذ

  • Nüfuz edecek delik, pencere. Delik. Ağız. Yarık. Girilecek yer.
  • Nüfuz etme yeri, delik, yarık, giriş veya çıkış yolu. (Arapça)

menfi siyaset

  • Olumsuz siyaset; aşırı taraftarlık veya rakipleri yok etmek şeklinde uygulanan siyaset.

menkul / menkûl

  • Nakledilen. Akli olmayıp mukaddes kitapla bildirilen.
  • Bir yerden başka yere taşınmış olan. Taşınabilen.
  • Anlatılan.
  • Nakledilebilen, taşınabilen.
  • Başkasından bildirilen, ulaşan haber, söz.

menkus

  • (Naks. dan) Noksanlaştırılmış. Eksik olan.

menn

  • Nimet vermek. İyilik etmek.
  • Minnet.
  • Rıza.
  • Esiri fidye almadan, ücretsiz salıvermek.
  • Kesmek.
  • Zayıf etmek.
  • Ettiği iyiliği başa kakmak.
  • İki batman ağırlık.
  • Kudret helvası.

menşar

  • Yayıp dağıtacak yer.
  • Öldükten sonra dirilecek yer.

menşe'

  • Bir şeyin çıktığı yer, esas, kök.
  • Yetişilen yer, bitirilen mektep.

mensuh / mensûh

  • Nesh edilmiş; hükmü kaldırılmış.
  • Hükmü kaldırılmış, nesholunmuş, yürürlükten kaldırılmış.
  • (Nesh. den) Hükmü kaldırılmış. Nesholunmuş. Hükümsüz bırakılmış.
  • Hükmü yürürlükten kaldırılmış. Sonraki hükümle değiştirilmiş dînî hüküm.
  • Hükmü kaldırılmış.

menşur

  • (Neşr. den) Neşrolunmuş. Dağıtılmış. Yayılmış. Herkese ilân edilmiş.
  • İşleri dağınık. Perişan.
  • Sultanın emri, mühürsüz mektubu, fermanı.
  • Bayrak.
  • Mat: Alt ve üst tabanları birbirine müsavi ve müvâzi (eşit ve paralel), kenarları da müsâvi ve müvâzi olup yüzleri b

menzilhane

  • Konak yeri. Hayvan değiştirilen yer. (Farsça)

merah

  • (Çoğulu: Merahân) Aşırı derecede sevinme.

merbutiyet / merbûtiyet / مربوطيت

  • Bağlılık. (Arapça)
  • Düşkünlük, aşırı ilgi. (Arapça)

merfu'

  • Yükseltilmiş. Yüksekte. Terfi ettirilmiş. Ref' olunmuş.
  • Hükümsüz bırakılmış.
  • Gr: Zamme ile harekelenmiş harf. Yani: Harfin harekesi, ötre (mazmum) "u, ü, o, ö şeklinde" okunan harf.
  • Kaldırılmış, yükseltilmiş.
  • Sonu ötre ile okunan kelime.
  • Merfû Hadis; senedi kuvvetli olsun veya olmasın Hz. Peygamber'e isnad olunan hadistir.

merfuat / merfuât

  • Bir yerde kullanılmak için kaldırılan eski eşya.
  • Gr: Mazmum olan, zamme ile harekelenmiş kelimeler.

merkeziyyet

  • İşlek yerde, merkezde bulunmuş olmak.
  • Bütün işlerin bir yerden idare edilir olması, merkezleştirilmesi.

merkub

  • (Rükub. dan) Üzerine binilmiş, bindirilmiş.
  • Üzerine binilen hayvan veya nakil vasıtası.

merkum

  • Cem'olmuş, toplanmış, birikmiş.

merkuz

  • (Rekz. den) Dikilmiş. Saplanmış. Batırılmış. Sâbit kılınmış.
  • Tahrik olunmuş, harekete getirilmiş.
  • Ayakla tepilmiş.

mersiye

  • Birisinin ölümü hakkında yazılan, teessürü anlatan manzume.
  • Birisinin ölümü hakkında yazılan, üzüntüyü dile getiren manzume, ağıt.
  • Ölüm şiiri.

mersud

  • Birbiri üstüne yığılmış kumaş.

mersus

  • Sağlam yapı. Birbirine kenetlenmiş, kurşun veya lehim ile birbirine bağlanmış sağlam yapı.

mertum

  • Kırılmış, parça parça olmuş, ufalanmış.

merve

  • Kâbe-i muazzamanın yakınında bulunan ve hacda, aralarında sa'y denilen ibâdetin yapıldığı iki tepeden biri.

mervi / mervî

  • Rivayet olunan, birinden işiterek söylenen.

meş'ar

  • Hacı olmadan önce durulması gereken yerlerden her biri.
  • Duygu, hasse.

meş'ar-ül-haram / meş'ar-ül-harâm

  • Mekke-i mükerremede, Arafât ile Minâ arasında bulunan Müzdelife'nin sonunda Cebel-i kuzah yakınında bir yer. Meş'ar, şiâr (alâmet) yeri demektir. Meş'ar denmesi; ibâdet yeri olması; haram diye vasıflandırılması ise, hürmeti ve kıymeti sebebiyledir.

mesab

  • Rücu edecek, geri dönecek yer. Kuyu ağzında su çeken kimsenin durduğu yer.
  • Havuz ortası.
  • Suyun biriktiği yer.

mesafih

  • Sahife haline getirilmiş şeyler, kitaplar.
  • Mushaflar, Kur'ânlar.

meşagil-i kesire / meşagil-i kesîre

  • Aşırı meşguliyetler.

mesalih-i cüz'iye-i müteferrika

  • Birbirinden farklı, cüz'î, bireysel faydalar.

mescid-i aksa / mescid-i aksâ

  • Kudüs'te Süleymân aleyhisselâm tarafından yaptırılan mescid. Beyt-i Mukaddes (Makdis).
  • Kudüs'te Hz. Süleyman tarafından yaptırılan mukaddes mescid.

mescid-i hif / mescid-i hîf

  • Yetmiş peygamberin namaz kıldığı bildirilen Minâ'daki mescid.

mescur

  • Sulu süt.
  • Dizilmiş salkım olmuş inci.
  • Yanmış.
  • Kızdırılmış.
  • Doldurulmuş. Taşkın su.
  • Alevli ateş, kızgın fırın.
  • Deniz.
  • Boş.
  • Muhtelit.
  • Mc: Firavun'un battığı deniz.

mesel / مَثَلْ

  • Bir şeyin üzerine getirilen örnek.

mesele-i nakliye

  • Vahiyle bildirilen mesele.

mesele-i ula / mesele-i ûlâ

  • Birinci mesele.

meserretaver / meserretâver

  • Sevinç ve meserret getiren. Sürurlandıran. Sevindiren. Sevindirici. (Farsça)

mesh / مَسْخْ

  • Silme, sığama.
  • Bir şeyi el ile sığama.
  • Abdest alırken ıslak eti başın dörtte birine sürme, mest üzerine sürme.
  • Mest denilen ayakkabıyı abdestle giydikten sonra, abdest bozulup, yeniden alırken, ayakları yıkamayıp elleri ıslatarak, sağ elin yaş beş parmağını sağ mest, sol elinkini de sol mest üzerine boylu boyunca yapıştırıp ayak parmakları ucundan bacağa do ğru çekme.
  • Bir uzva veya sargıya ıs
  • Şeklini değiştirip çirkin bir hâle sokma.

mesha'

  • İnişi ve yokuşu olmayan düz yer. Düzlük.
  • Ufak taşlı, otsuz düz yer.
  • Yürüdüğünde iki uyluğu birbirine sürüşen zayıf kadın.
  • Uylukları ince ve zayıf olan kadın.

meshuk

  • (Sahk. dan) Döğülerek toz haline getirilmiş.

meşiet ve takdir-i ilahi / meşiet ve takdir-i ilâhi

  • Allah'ın dilemesi ve takdiri.

mesih / mesîh

  • Îsâ aleyhisselâmın isimlerinden.
  • Kıyâmete yakın yeryüzünde çıkacağı bildirilen, son derece kıvırcık saçlı, gözü dışarı fırlamış kâfir bir genç olan Deccâl'e verilen isim.

mesihi / mesîhî / مسيحى

  • Hıristiyan. (Arapça)

mesihiyyet / mesîhiyyet / مسيحيت

  • Hıristiyanlık. (Arapça)

meskukat

  • (Tekili: Meskuk) Sikke hâline getirilmiş mâdeni paralar. Akçeler.

meşkul

  • Ön ayaklarıyla arka ayağının birisi bileklerine varana kadar beyaz olan at.

meslus

  • Üç kat olan nesne.
  • Üçte biri alınmış.

mesnevi / mesnevî

  • Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin (kuddise sirruh) yirmi altı bin beytten meydana gelen ve altı defter olan meşhûr eseri.
  • Edebiyâtta bir nazım şekli olup, iki mısrânın bir biri ile kâfiyeli hâli. Bu sebeple her beyti kâfiyeli olan eserlere mesnevî denir.

mesnun

  • Sünnet olan. Sünnet olmuş olan.
  • Âdet edilen şey.
  • Bilenmiş bıçak.
  • Üzerinden ömürler geçmiş olan.
  • Şekillendirilmiş.
  • Kalıba dökülmüş.
  • Kokusu değişmiş.

mesrud

  • (Serd. den) Söylenmiş, bilidirilmiş, mezkur. Serdolunmuş.

mesrudat

  • (Tekili: Mesrud) Söylenenler. Bildirilmiş olan şeyler.

mesrude

  • Ulaştırmak.
  • Zırh halkalarının birbirine girmesi.

mesule

  • (Çoğulu: Mesulât) Azap vermek, eziyet etmek.
  • Hayvanı oka nişan edip atmak yahut diri iken bir tarafını kesmek.

metbuiyyet

  • Kendine uyulmaklık. Başkasının kendisine tâbi olması. Birisine tâbi oluş.

metinane / metînâne

  • Dayanıklı biri gibi.

meunet

  • Birisinin ölmeyecek kadar yiyip içeceği.
  • Külfet.
  • Masraf. Bir şeyin toplamak, devşirmek, nakil ve boşaltmak ve saymak gibi levazımının teslim yerine kadar olan masraflarına denir.

mev'id

  • Va'din yerine getirildiği yer.
  • Vaad etmek. Vaad. Söz vermek.

mev'ude

  • Küçükken diri diri gömülüp öldürülen kızcağız.

mevadd-ı münasebe

  • Birbirine uyan maddeler.

mevaid-i kazibe / mevaid-i kâzibe

  • Yerine getirilmeyen va'dlar. Yapılmayan va'dlar.

mevat arazi / mevât arâzi

  • Ölü arâzi. Bir kimsenin mülkünde bulunmayan, mer'a, baltalık ve harman yeri olarak kimseye verilmemiş olan ve gür sesli bir kimsenin köy ve kasaba evlerinin son bulduğu yerden bağırıp sesi duyulmayacak derecede köy ve kasabadan uzak yâni tahmînen yarım saatlik uzaklıkta olan dağlık, taşlık, kıraç, o

mevatın

  • (Tekili: Mevtın) Yurtlar. Şenlendirilmiş ve bayındır yerler.

mevce

  • Bir dalga.
  • Ses, elektrik ve hararetin yayılma dalgalarından herbiri.

mevcudat-ı latife / mevcudat-ı lâtife

  • Şirin varlıklar.

mevcudat-ı müteavine / mevcudat-ı müteâvine

  • Birbiriyle yardımlaşan varlıklar.

mevfur

  • (Vefir. den) Tam olan şey. Çoğaltılmış. Çok. Kesir. Bisyâr. Evfer.
  • Edb: Aruz kalıblarından biri.

mevhub

  • (Çoğulu: Mevâhib) (Vehb. den) İhsan edilmiş, verilmiş, hibe olunmuş, bağışlanmış.
  • Fık: Karşılıksız olarak birine verilmiş.

mevhube

  • Verilmiş. İhsan edilmiş. Karşılıksız olarak birisine verilmiş mal.

mevki'

  • Yer.
  • Sınıflandırılmış yerlerden her biri.
  • Vapur, tren gibi yerlerde sınıflandırılmış, değeri yüksek olan yer.
  • Bir şeyin bulunduğu veya vukua geldiği yer.

mevkıf

  • Durak, durulacak yer; kıyâmette ölülerin diriltildikten sonra toplanacakları yer; Arasât meydanı, mahşer yeri.

mevkit

  • (Çoğulu: Mevâkit) Tâyin ve tesbit edilip kararlaştırılan yer veya zaman.

mevkud

  • (İkad. dan) Yakılmış. Yandırılmış olan.

mevlana celaleddin-i rumi

  • Hi: 672 de Belh'de doğdu. Konya'ya geldi ve yerleşti. Mühim eseri Farsça ve manzum yazdığı Mesnevi'sidir. İkişer mısralı kafiyeli şekilde olduğundan bu isim verilmiştir. Mevlevi Tarikatının piri ve serefrâzıdır.

mevlel-muvalat / mevlel-muvâlât

  • Bir zımmînin yâni gayr-i müslim (müslüman olmayan vatandaşın) veya harbî yâni vatandaş olmayan pasaportlu bir kâfirin bir müslümanın yardımı ile îmâna gelerek, bu müslümanı velî kabûl edip ona; "Sen benim mevlâmsın (velîmsin), şâyet ben bir cinâyet(suç) işlersem diyetini (borcunu) sen ver, ben ölünc

mevlid gecesi

  • Peygamberimiz Muhammed Mustafâ sallallahü aleyhi ve sellemin doğduğu Rebî'ul-evvel ayının on birinci ve on ikinci günleri arasındaki gece.

mevlud

  • Çocuk. Yeni doğmuş çocuk.
  • Birisinin doğması.
  • Mevâlid-i selâseden herbiri.

mevsim

  • (Çoğulu: Mevâsim) Pazar yeri.
  • Arap pazargâhları.
  • Yılın dört kısmından biri.
  • Zaman. Vakit. Alâmet.

mevsule / mevsûle

  • Bitiştirilmiş.
  • Bitiştirilmiş.

mevsum / mevsûm / موسوم

  • (Vesm. den) İşaretlenmiş, damgalanmış, nişanlanmış.
  • Ad verilmiş, isimlendirilmiş.
  • Adlandırılmış. (Arapça)

mevzu ehadis / mevzu ehâdis

  • Uydurma hadisler; yalan olduğu halde Peygamber Efendimize (a.s.m.) dayandırılan uydurma söz.

mevzuat

  • (Uydurma hadisler) Yalan olduğu halde Hz Peygambere dayandırılan uydurma sözler.

meyasir

  • (Tekili: Meysur) Kolaylaştırılmış şeyler.

meydan dayağı

  • Eskiden askeri mekteblerle kışlalarda tatbik edilen cezalardan biridir. Meydanda tatbik edildiği için bu adı almıştır. Arkadaşını yaralamak, hoca ve zâbitine hakarette bulunmak gibi büyük kabahatlerden dolayı verilen bu dayak cezası, saf saf dizilen bütün talebelerin; asker ise kışladaki askerlerin

meydan-ı haşir / meydân-ı haşir / مَيْدَانِ حَشْرْ

  • Haşir meydanı; öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip hesap vermek için toplanılacak olan meydan.
  • Ölüleri dirilterek toplama meydanı.

mezc

  • Karıştırma, birbiri içinde bütünleştirme.

mezheb

  • Yol. Gidilen yol. Tutulan çığır.
  • Dinin esaslarında ve esas temel mes'elelerde bir olmakla beraber, teferruatta bazı muhtelif mes'eleler olması sebebiyle birbirinden az farklı müctehidlerin yolları. Müctehidlerden, kendilerine tâbi olunanların seçtikleri meslekleri. Füruatta Hanefi ve

mezheb imamı / mezheb imâmı

  • Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan din bilgilerini, Eshâb-ı kirâmdan işiterek veya nakl ile toplayan, açıkça bildirilmemiş olanları da, kendi koydukları usûllere (metod) göre açıkça bildirilmiş olanlara benzeterek çıkaran derin âlim, mutlak müctehîd.

mezheb taklidi

  • Amelde yapılacak işlerde bir müctehidin ictihâdlarına, fetvâlarına tâbi olma. Mevcût dört hak mezhebden birini öğrenip, kabûllenip, onunla amel etme.
  • Dört mezhebden birine uyan kimsenin bir işi yapmada ihtiyâç veya zarûret (başka hiçbir çâre bulunmama) veya meşakkat (güçlük) bulundu

mezheb-i ekser

  • Çoğunluğun izlediği yol, ekol; birinci derecede tercih edilen yol, metod.

mezheb-i racih ve ekser / mezheb-i râcih ve ekser

  • Çoğunluğun izlediği yol, ekol; birinci derecede tercih edilen yol, metod.

mezhebsiz

  • Müctehid (dînî delîllerden hüküm çıkarabilen büyük âlim) olmadığı hâlde, dört hak mezhebden birine tâbi olmayan, mezhebleri kabûl etmeyen ve dînî delillerden kendi anlayışına göre hüküm çıkarıp, buna göre amel eden veya böyle birine uyan kimse.

mezmur

  • Terennümle okunan kaside, ilâhi ve münâcat.
  • Hz. Dâvuda (A.S.) inen "Zebur"un Surelerinden herbiri.

mezzer

  • Halep vilâyetinden getirilen siyah taş.

mi'rac / mi'râc

  • Merdiven, süllem.
  • Yükselecek yer.
  • En yüksek makam.
  • Huzur-u İlâhî. Peygamberimiz Hz. Muhammed (A.S.M.) Efendimizin, Receb ayının 27. gecesinde Cenab-ı Hakk'ın huzuruna ruhen, cismen, hâlen çıkması mu'cizesi ki; en büyük mu'cizelerinden birisidir.
  • Merdiven.
  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem elli iki yaşında uyanık iken, beden ile, hicretten altı ay önce Receb ayının yirmi yedinci gecesi, Mekke-i mükerremede Mescid-i Harâm'dan Kudüs'e ve oradan göklere ve bilinmeyen yerlere götürülüp, getirilmesi.

mi'zal

  • (Çoğulu: Meâzil) Zayıf ahmak adam.
  • Silâhsız kimse.
  • Davarını halktan ayırıp uzak yerlerde otlatan kimse.

midde

  • Cerahat, irin.

midilli

  • At cinsinin küçük çaptaki nev'ine verilen addır. Bu türlü atlar Midilli adasında yetiştirildiği için bu adı almıştır.

mifad

  • Kebap demiri.

mihenk

  • Mihenk taşı, denek taşı; birinin değerini, ahlâkını anlamaya yarayan ölçüt.

mihkadem / mîhkadem

  • Ayağı kırık. (Farsça)

mıhkan

  • (Mıhkana) Şırınga. Tenkıye âleti.

mihmandar / mihmândâr

  • Misafire hizmet ve yardım eden. Misafiri ağırlayan. (Farsça)
  • Misafiri olan.

mihnetzede

  • Afet ve belâya uğramış. Keder, mihnet ve musibete giriftar olmuş. (Farsça)

mihrgan

  • Sonbahar. Güz mevsimi. (Farsça)
  • Eski İranlıların iki büyük bayramlarından birinin adı. (Farsça)

Mihrimah

  • Mimar Sinan'ın uğuna biri Edirnekapı diğeri Üsküdar olmak üzere iki eser yaptığı, Osmanlı Padişahı 1. Süleyman ile eşi Hürrem Sultan'ın kızının adıdır.

mihval

  • Çok hilekâr. Hileci. Dolandırıcı.

mikail / mikâil

  • Rezzakıyyet arşının hamelesi olan büyük Melek. Dört Büyük Melekten birisi.

mikail aleyhisselam / mîkâil aleyhisselâm

  • Dört büyük melekten biri. Ucuzluk, pahalılık, kıtlık, bolluk yapmak, ferah ve huzûr getirmek ve her maddeyi hareket ettirmekle görevli melek.

mıkleb

  • Eski kitap ciltlerinin sol kenarındaki kapak. Ekseriya okunan yer belli olsun için araya konurdu.
  • Saban demiri.

mikron

  • Metrenin milyonda biri. Milimetrenin binde biri. (Fransızca)

mil

  • İnce metal, sel birikintisi.

mildem

  • Çekirdek dövdükleri taş.
  • Ahmak ve iri vücutlu kimse.

milk

  • Mal cinsinden olan yer. Birisinin tasarrufu altında bulunan yer. Mülk.
  • Birinin tasarrufunda bulunan şey veya yer.

milzab

  • (Çoğulu: Melâzib) Aşırı derecede cimri, pek hasis.

mimsiz medeniyet

  • Vahşilik, denîlik. Alçaklık.
  • Medeni kelimesinin, Kur'ân alfabesine göre "mim" harfini kaldırırsak, denî kelimesi kalır. Buna binaen, "mimsiz medeniyyet" de denî, alçak ve zâlim yerinde kullanılmıştır.

minkari / minkarî

  • Gaga biçiminde. Gagayı andırır tarzda.

minnet

  • İyiliğe karşı duyulan şükür hissi.
  • Birisine iyilik etmek.
  • Yapılan iyilikleri sayarak başa kakmak.

minnetdar / minnetdâr

  • Bir iyiliğe karşı minnet duyan. Yük altında kalır gibi birisinin iyiliğine karşı mahcubiyet. (Farsça)
  • Birinden gördüğü iyileğe karşı mahcup ve müteşekkir kalan.

minnettar / minnettâr

  • İyilik yapan birisine karşı duyulan teşekkür hissi.

mirba

  • Ganimet malının dörtte biri.

mirbed

  • (Çoğulu: Merâbid) Ev içinde olan küçük hücre (içine esvap koyarlar).
  • Davar ahırı.
  • Davar duracak yer.
  • Hurma kuruttukları yer.

mirkatü's-sünnet

  • Peygamberimizin (a.s.m.) sünnetine uymanın dereceleri, basamakları; On Birinci Lem'a.

mirsat

  • Gemi demiri. Lenger.

mirzah

  • Üzüm çubuğunu yerden kaldırıp bağlayıp sardıkları ağaç.

misafir-i rabbani / misafir-i rabbânî

  • Allah'ın misafiri.

misafir-i rahman / misafir-i rahmân

  • Sonsuz rahmet sahibi olan Allah'ın misafiri.

misafirperver

  • Misafiri seven.

misak

  • Sürme, gütme, sevketme.
  • Havada uçarken kanadını birbirine vurup uçan güvercin.

miskal

  • Bir çeşit ağırlık ölçü birimi.

misleyn

  • Birbirine benzeyen iki şey, birbirinin aynısı olan iki şey.

mismak

  • Çadırı yükseğe kaldıracak ağaç.

mişna / mişnâ

  • Yahûdîlerin Tevrât'tan sonra mukaddes kabûl ettikleri Talmûd kitâbının iki kısmından biri.

mısra / mısrâ

  • Şiirin satırlarından her biri, dize.
  • Şiirin her bir satırı.

mısra'

  • Kapı kanadı.
  • Edb: Bir manzum yazının her bir satırı. Tam bir vezin ölçüsüne göre tanzim edilmiş söz.

misyoner

  • Hıristiyanlığı yaymakla görevli kimse.
  • Hıristiyanlığı neşre ve tanıtmağa çalışan kimse. (Fransızca)
  • Hıristiyanlığı tanıtmaya ve yaymaya çalışan kimse.

misyonerlik

  • Propaganda yaparak belirli bir fikir ve inancı yayma işi. Dar anlamda, henüz hıristiyanlığı kabûl etmemiş ülkelerde veya hıristiyan ülkelerde çeşitli isimler altında hıristiyanlığı yayma ve hıristiyanlık propagandası yapma faâliyeti. Bu çalışmaları yürüten râhib, papaz ve din adamlarına misyoner, bu

mizac

  • Huy, tabiat, fıtrat, bünye.
  • Bir şeyle karıştırılmış olan başka bir şey.

mizan-ı şeriat

  • Şeriat terazisi; Allah tarafından bildirilen hükümlerin teraizisi, ölçüsü.

mizbed

  • (Çoğulu: Mezâbid) Hayvan ahırı.

mizman

  • Misâfiri ağırlıyan, misâfire ikram eden ev sâhibi. (Farsça)

mizmar / mizmâr

  • Her türlü çalgı âleti, ney türünden, biri kamış, diğeri ağaçtan olmak üzere iki parçadan meydana gelmiş olan âlet, düdük, kaval, fülüt.
  • Güzel ses.

mizraka

  • Küçük şırınga.

moda

  • Geçici yenilik. Elbise ve süslenmede geçici hevesler ve fantezi düşkünlüğü sebebiyle çıkartılan yeni tarz ve şekiller. Bunlar israfı artırır ve iktisada aykırıdır. (Fransızca)

mu'amelat / mu'âmelât

  • İnsanların birbirleri arasında olan işler. Alış-veriş, kirâ, şirketler, fâiz, mîrâs gibi insanlar arasında meydana gelen işler. Fıkıh ilminin dört kısmından biri.

mu'ayede / mu'âyede

  • Bayramlaşma. Birbirinin bayramını kutlama.

mu'cem

  • İ'câm edilmiş, noktalanmış, noktalı.
  • Hadis şeyhlerinin herbirisi.
  • Harf-ı heca sırasına konularak, her birisinin tarikından müellife kadar gelen rivayetleri toplayan kitaba denir.

mu'cize-i mensucat

  • Mu'cize dokumalar; nakış nakış dokunmuş olan ve her birisi Allah'ın mu'cizesi olan varlıklar.

mu'cize-i tevafukıyye

  • Kur'ân'daki tevafuka ait mu'cize, kelimelerin mu'cizeli bir şekilde birbirine uygunluğu.

mu'dal

  • (Mu'dıl) Güç, içinden çıkılmaz, girift.

mu'id / mu'îd

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Mahlûkâtı (yaratılmışları) dünyâdaki hayatlarından sonra öldürüp, ölümden sonra onları tekrar dirilten, hayât veren.

mü'sade

  • (İsad. dan ism-i mef'uldür) "Asadet-ül bab" denir ki; kapıyı kapadım, sımsıkı kilitledim demektir. Üzerlerine ateşin yakılıp fırın gibi kapısının kapanması ateşin şiddetini icab edeceğinden, Cehennemde azabların şiddet ve ebediyetinden kinayedir.

mu'tazıb

  • Birbirine yardım eden. Birbirine muavenette bulunan.

mu'teber

  • İtibâr gören. Beğenilen.
  • İnanılır. Güvenilir. Hatırı sayılır. Hükmü geçen.

mu'tekil

  • Sağmak için koyunun ayaklarını iki bacağı arasına çekip alan.
  • Devenin dizini büküp bağlıyan.
  • Güreşte rakibini sarmaya getirip yıkan.

mu'tenik

  • Birinin boynuna sarılan.

mu'tezile

  • Aklına güvenerek ve "kul, fiilinin hâlikıdır" demekle hak mezheblerden ayrılan bir fırka. Bunlar dalâlet fırkalarının birincisidir. Vâsıl İbn-i Atâ nâmında birisi buna sebeb olmuştur. Bu kişi Hasan Basri Hazretlerinin talebesi iken, günah-ı kebireyi işleyen bir kimsenin ne mü'min ve ne de kâfir olma

muacciz

  • Sıkıcı. Bıktırıcı. Usandırıcı. Taciz edici. Rahatsız eden. Yapışkan. Sırnaşık.

muaddel

  • Tadil edilmiş. Eski hâli değiştirilmiş.

muaddele

  • Adaletli; adalet ölçülerine uygun hale getirilmiş.

muahez

  • Muâheze olunan. Tenkid edilen, çekiştirilen.

muahez değil

  • Eleştiri konusu değil, sorguya tâbi tutulmaz.

muahhir

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Peygamberlerini, evliyâsını, sevdiklerini kendine yaklaştırıp, kâfirleri (inanmayanları), fâcirleri, düşmanlarını, sevmediklerini kendisinden uzaklaştıran, hor ve hakîr edip alçaltan.

muahid

  • Antlaşma yapanlardan her biri.
  • İslâm hükümetine bir para ödeyerek kendini himaye ettiren hıristiyan veya bir başka dinden kimse.
  • Andlaşma yapanlardan her biri. Yeminli ve anlaşmalı olanlardan her biri.
  • İslâm hükümetine vergi ödeyerek kendini himâye ettiren gayr-ı müslim.

muakab

  • Cezalandırılmış.

muakid

  • Birbiriyle akid yapan, sözleşen.

mualece / muâlece

  • Bir hususa çalışıp devam etmek.
  • Hastaya bakmak. İlâç kullanmak, ilâç vermek.
  • Bir işe teşebbüs, bir işe girişmek.
  • Bir işin üzerinde durarak teşebbüs etme, bir işe girişme; maddeten elleme, ilişme.
  • İşe girişme.

muamelat

  • İnsanların birbirine karşı tutum ve davranışları.
  • Resmî dairelerde yapılan evrak kayıt ve işlemleri.

muamele

  • (Çoğulu: Muâmelât) Hatt-ı hareket. Davranma, davranış. Birbiri ile iş görme, amel etme. Alış veriş.
  • Resmi dairelerde yapılan herhangi bir iş.

muan'an

  • An'aneli. Senedli. Kimden kime haber verildiği şâhid ve râvilerin isimleri ile bildirilmiş olarak.

muanaka / muânaka

  • Birbirinin boynuna sarılma. Kucaklaşma.
  • Birbirinin boynuna sarılma, kucaklaşma.

muanid / muânid

  • Aykırı, direnen.

muanık

  • Birbirinin boynuna sarılan. Kucaklaşan.

muanik

  • (Unk. dan) Birbirinin boynuna sarılan, kucaklaşan.

muaraza

  • Bir şeyden yan verip sapmak.
  • Biri ile yarışmak.
  • Birbirine karşı gelmek. Sözle karşılıklı mücadele. Söz mücadelesi.

muaraza-i bil-huruf

  • Söz, yazı veya fikir ile birisine karşı gelmek. Sözlü mücâdele.

muarız kalma

  • Karşı gelme, aykırı tavır sergileme.

muarreb

  • Arablaştırılmış. Arablaşmış.

muarref

  • Târif edilmiş, anlatılıp bildirilmiş. Bildik. Belli. Bilinen.
  • Gr: Harf-i târifli kelime.
  • Mat: Sınırlı. Hududlu.

muarrif

  • Târif edici. Anlatıcı. İzah edip bildirici. Tanıtan. Tercüman.

muaşaka / muâşaka

  • Sevişme. Ziyadesiyle arz-ı muhabbet etme. Birbirini sevme. Karşılıklı aşk ve muhabbet.
  • Birbirine âşık olma.

muasır

  • Bir asırda yaşayanlardan herbiri. Hem asır olan. Aynı devirde yaşayan.

muaşir

  • Muâşeret eden ve birbiriyle iyi geçinir olan.

muatat

  • Birbirine atâ etmek, karşılıklı hediyeleşmek.
  • Vermek.

muavvez

  • Gerdanlık. Nazarlık. Nüsha geçirilecek yer.
  • Evin etrafındaki mer'a.

muayyen

  • Görülmüş olan, kat'i olarak belli olan, belli, ölçülü, tayin ve tesbit olunmuş, karalaştırılmış.
  • Belli, belirli, tayin edilmiş, kararlaştırılmış.

muazere

  • İnadlaşmak.
  • Yardımlaşmak.
  • Birbirinden kaçmak.
  • Ekin kuvvetlenmek.

muazzam

  • Büyük, iri, cesim, mükerrem, mübeccel, koskoca.

muazzez

  • Çok aziz. Muhterem. Çok sevgili, kıymettâr, izzetlendirilmiş.

müb'id

  • Uzaklaştıran, uzaklaştırıcı.

mübaadet

  • (Bu'd. dan) Birbirini sevmeyip uzak ve soğuk durma. Nefret etme.
  • İki kişi birbirinden uzaklaşma.

mübadele

  • Değişme. Bir şeyin başka bir şeyle değiştirilmesi. Trampa.
  • Bir şeyin başka bir şeyle değiştirilmesi, değiş-tokuş, trampa, takas.

mübadere

  • Bir işe hemen girişme, başlama.

mübadil

  • Mübâdele olunmuş. Başkasının yerine getirilmiş, bir şeye bedel tutulmuş.

mübadir

  • Bir işe hemen girişen.

mübahasat

  • (Tekili: Mübâhese) Mübâheseler. Bir şeye dâir iki veya daha fazla kimsenin kendi aralarında yaptıkları konuşmalar.
  • Bahse girişmeler. İddiâlı ve karşılıklı konuşmalar.

mübahele / mübâhele

  • Birbirinden nefret etme.
  • Birbirine lanet okuma. Beddua etme.
  • Birine beddua etme, ilenme, birinden nefret etme.
  • Lânetleşme. Dar anlamda hazret-i Îsâ'nın ilâh ve Allahü teâlânın oğlu olduğunu söylemekte ısrâr eden ve bu inanışlarının yanlış olduğunu kabûl etmeyen hıristiyanlara, Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem); "... Gelin oğullarımızı, oğullarınızı, kadınlarımızı, kadınlarınızı, bizleri ve

mübahese

  • Karşılıklı konuşma, bahse giriş.

mübalağat / mübalâğat

  • Aşırılıklar, abartmalar.

mübareze / مبارزه

  • Uğraşı, mücadele. (Arapça)
  • Savaş. (Arapça)
  • Mübareze etmek: Mücadele etmek. (Arapça)
  • Mübaşeret olunmak: Girişilmek, işe başlanmak. (Arapça)

mübaşeret / mübâşeret

  • Bir işe girişmek. Bir işe başlamak.
  • Karşılaşmak.
  • Başlamak ve devam etmek.
  • Temas etmek, dokunmak.
  • İnsanın derisinin, başkasının derisine dokunması.
  • Başlama, girişme, dokunma.

mübaşeret-i fahişe / mübâşeret-i fâhişe

  • Kadın ile erkeğin, çıplak olarak çirkin yerlerini birbiriyle sürtünmesi.

mübaşeret-i hususiye

  • Özel temas, girişim.

mübaşir / mübâşir

  • Müjdeleyen, mahkemede çağırıcı.

mübayenet / مُبَايَنَتْ / mübâyenet

  • Zıtlık, birbirine benzememe.
  • Birbirine benzememe, zıtlık.

mübayenet-i cevheriyye

  • Her nev'in cevherinin ve fıtrat-ı asliyesinin birbirinden farklı ve ayrı oluşu. Cevherdeki farklılık.

mübayenet-i mahiyet / مُبَايَنَتِ مَاهِيَتْ

  • İçyüzü itibariyle zıtlık, birbirine benzememe.

mübayin / mübâyin

  • Aykırı, uymaz, ayrı.

mübeddel

  • (Bedel. den) Değiştirilmiş, değişmiş, değişmiş. Tebdil edilmiş.

mübellag

  • Tebliğ edilen. Bildirilen.
  • Eriştirilen.

mübelliğ

  • Tebliğ edici, bildirici.

mübeşşer

  • (Beşâret. den) Tebşir olunmuş. Kendisine müjde verilmiş. İyi haberle sevindirilmiş.

mubsır

  • Görücü, gösterici, görünen, bilici, bildirici, vazıh ve âşikâr.
  • Mantık. Kelâm ve seyrin mutediline denir.

mübteda

  • Baş taraf, başlangıç. Baş.
  • Gr: Cümlenin birinci kısmı. Arabçada isim cümlesinde fâilin bulunduğu kısım. Bu, isimden veya isim yerine geçen fiilden de olabilir.

mübzi'

  • Kârı ve kazancı tamamen kendisine kalmak üzere birine sermaye veren.

mücahafe

  • İzdiham etmek, kalabalık yapmak.
  • Birbirine kılıç ve bıçak çekip vuruşmak.

mücahid

  • Cihad eden. Çalışan. Din için çalışan. Düşmanlara karşı koyan. Çarpışan.
  • Fık: Allah (C.C.) yolunda gönüllü olarak cihada iştirak etmek istediği halde nefakadan, silâh ve saireden mahrum olan gazi demektir. Âyet meâli: "Bizim uğrumuzda mücahede edenlere mutlaka yollarımızı gösteririz

mücaraha

  • (Cerh. den) Karşılıklı birbirini yaralama.

mücavebet

  • (Cevab. dan) Birbirine cevap verme, cevaplaşma, mektuplaşma. Karşılıklı cevap verme.

mücaveze

  • Haddinden ileri geçmek. Normali aşmak. Bir şeyin, hadd-i itidâli geçmesi.
  • Birini suç ve günahı ile muâheze eylemeyip görmemezlik ile afv ve müsamaha eylemek.

mücazebe

  • Karşılıklı birbirini çekme ve cezbetme.

müceddid

  • Yenileyen. Yenileyici. Hadis-i sahihle bildirilen, her yüz yıl başında dini hakikatleri devrin ihtiyacına göre ders vermek üzere gönderilen büyük âlim ve Peygamberin (A.S.M.) vârisi olan zât.
  • Yenileyen, yenileyici; Hadîs-i Sahihle bildirilen, her yüzyılda bir dinî hakikatleri devrin ihtiyacına göre ders vermek üzere gönderilen büyük âlim ve Hz. Peygamber'in (a.s.m.) vârisi olan zât.
  • Yenileyici, hadîste her asırda geleceği müjdelenen ve îman hakikatlarını asrın anlayışına uygun olarak anlatmakla görevlendirilen nurlu âlim.

müceddid-i din

  • Yenileyici; sahih hadisle her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini, asrın ihtiyacına göre ders veren peygamber vârisi olan âlim zât.

müceddit

  • Yenileyen, yenileyici; sahih hadisle her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinî hakikatleri devrin ihtiyacına göre ders veren büyük âlim.

mücehhel

  • (Cehl. den) Bilinmez bir hâle getirilmiş.

mücennibe

  • Her nesnenin iki tarafından birisi.

mucib-i tetkik ve nakz

  • Kararı bozma ve tekrar araştırıp inceleme gerektirici durum, gerekçe.

mucip / mûcip

  • Gerektirici sebep, gerekçe.

müctena

  • Toplanılmış, devşirilmiş.

müd

  • Sekiz yüz yetmiş beş gram ağırlığında bir ağırlık birimi.

müdabere

  • (Dübr. den) İki kişi birbirine arkalarını dönme.

müdahhar / müdahhâr

  • Depolanmış, biriktirilmiş.
  • Depolanmış, birikmiş.

müdahin

  • Dalkavuk. Yüze gülen. Birisini yalandan yüzüne karşı medheden. Menfaat koparmak için dostluk eden.

müdakkikane / müdakkikâne

  • Dikkatlice, araştırıp inceleyerek.

müdaree

  • Def'edişmek.
  • Muhalefet edişmek, birbirine zıt ve karşı olmak.

müdavele-i efkar / müdavele-i efkâr

  • Birbirinin fikirlerinden istifade ile karşılıklı konuşmak ve fikir alış-verişi yapmak. (Müdavele-i efkârdan bârika-i hakikat çıkar. N.Kemal)

müddahar

  • Toplanıp saklanmış.
  • Biriktirilmiş.

müddahir

  • Biriktiren. Toplayıp saklayan.

müddehar / مُدَّخَرْ

  • Biriktirilmiş, yığılmış. İstif edilmiş. İddihar edilmiş.
  • Biriktirilmiş, bir araya getirilmiş.
  • Biriken.
  • Biriktirilmiş.

müddeharat / müddeharât

  • Birikenler.

müddehir

  • Biriktirilen, toplayıp saklayan. İddihar eden.

müde'as

  • Kırda Arabların ekmek pişirdikleri tennur.
  • Sıcak kül döküp üstünde et pişirilen yer.

müdebbir

  • Evvelden düşünüp işleri ona göre ayarlayan. Her şeyin evvelden tedbirini yapan, gören.
  • İlmi ile her şeyin akibetini ihâta edip ona göre hikmetle iş yapan Allah (C.C.).

müdehhar

  • Biriktirilip cem' olunmuş, bir araya getirilmiş olan.

müdehharat / müdehharât

  • İstif edilmiş, yığılmış ni'metler. Biriktirilmiş mallar.

müdehhir

  • Biriktirip toplayan. Cem'eden. Depo eden.
  • Müdehhar mânasına da gelir.

müdelles hadis / müdelles hadîs

  • Resûlullah efendimizin hadîs-i şerîflerini toplama işinde, baştan yalnız birinci râvisi (rivâyet edeni, nakledeni) bildirilmeyen hadîs.

müdemmec

  • Düzgün bir tarzda birbiri içine dürülmüş yuvarlak şey.

müdevven

  • (Divan. dan) Tedvin olunmuş. Kitap hâline getirilmiş. Bir arada toplanıp tanzim edilmiş.

müdgam

  • (Dagm. dan) Peş peşe gelen iki kelimeden birincisinin son, ikincisinin ilk harflerinin aynı olması.

müdhal

  • İdhal olunmuş, sokulmuş, girdirilmiş, dâhil edilmiş.

müdhen

  • (Çoğulu: Medâhin) Yağ koyacak kap.
  • Dağlarda olan çukur taş. (İçinde yağmur suyu birikir.)

müdmec

  • İçine girdirilmiş.

müdrik

  • Cemâatle namaz kılarken iftitah (başlama) tekbirini imâmla birlikte alan, namaza imâmla birlikte başlayan ve namazın başından sonuna kadar imâma uyan, birlikte kılan.

müeddeb

  • Te'dip edilmiş. Edeblendirilmiş. Terbiye edilen. Edepli.
  • Edeplendirilmiş.

müekked

  • Te'kidli, kuvvetli, sağlamlaştırılmış, kuvvetlendirilmiş. Tekrar edilmiş.
  • Tekidli, pekiştirilmiş.
  • Sağlamlaştırılmış.
  • Tekrar edilmiş, pekiştirilmiş.

müellef

  • (Ülfet. den) Yazılmış toplanmış.
  • Te'lif edilmiş, kitap olarak meydana getirilmiş, birleştirilmiş.

müellefe

  • Ülfet ve imtizac ettirilmiş. Alıştırılmış.
  • Nâkıs. Noksan.
  • Adedi bine çıkarılmış.
  • Alıştırılmış, yazılmış.

müellefe-i kulub / müellefe-i kulûb

  • Kalbleri İslâm'a ısındırılmak istenenler. Kalblerine îmân yerleştirilmesi istenilen veya yeni îmân etmiş müslümanlar ve kötülükleri önlemek istenilen bâzı kâfirler olup, zekât verilen sekiz sınıftan biri iken hazret-i Ebû Bekr zamânında kendilerine zekât verilmesinin nesh yâni hükmünün kaldırıldığı

müellefe-i kulüb

  • Peygamberimiz zamanında kalpleri İslâm'a ısındırılmak için iltifat görmüş olanlar.

müevvel

  • Te'vil edilmiş. Zâhirî mânâdan başka mânâ verilmiş. Tefsir edilmiş olan. Tabir edilmiş.

müeyyed

  • Teyid edilmiş, sağlamlaştırılmış.
  • Te'yid edilmiş. Doğrulanmış. Kuvvetlendirilmiş. Sağlam. Sağlamlaştırılmış. Tekzib edilmemiş. Yardım görmüş.

müeyyide / مؤیده

  • Destekleyen, yaptırım.
  • Te'yid eden. Te'yid edici. Kuvvetlendirici.
  • Kanun ve ahlâk emirlerinin yerine getirilmesini te'min eden kuvvet.
  • Yaptırım. (Arapça)

mufaddel

  • Faziletlendirilmiş, diğerlerinden ayrıca fazilet itibarıyla temayüz etmiş, yükselmiş.

mufarrit

  • (Fart. dan) Kusur yapan, eksik işleyen. Aşırı giden.

mufavada şirketi / mufâvada şirketi

  • Sermâyedeki hisseleri, kâr ve kullanma hakkı, ortaklar arasında eşit olan ve ortakların müslüman olması ve herbirinin sermâyesinden başka parası bulunmaması şartlarıyla kurulan bir şirket. Müsâvat şirketi.

mufazala

  • Fazilet ve meziyetle birbiri ile yarışma.

müferres

  • Farsçalaştırılmış.

müferrih

  • Ferahlık veren. Ferahlandıran. Ferahlandırıcı, iç açıcı.

müferrik

  • (Fark. dan) Ayıran, tefrik eden, ayırıcı.

müfesser

  • Tefsir edilmiş. izah ve beyan edilmiş. Mânası izah suretiyle bildirilmiş. Açıklanmış.
  • Beyan-ı tefsir veya takrir edilmiş olması sebebiyle manası "nass" dan daha vâzıh olan sözdür.
  • Mücmel olmayan söz.

müfettel

  • (Fetl. den) Fitilleştirilmiş. Fitil gibi bükülmüş.

müfredat

  • Bir bütünü meydana getiren şeylerin her biri.
  • Bir şeyin içindekiler.
  • Basit ve gayr-i mürekkeb şeyler.
  • Toptan mâlum olan şeylerin tafsilâtı, birer birer zikrolunmuşları.
  • Edb: Tek tek ve ayrı ayrı beyitler.
  • Gr: Bir ibareyi meydana getiren kelimelerin her

müfrit / مفرط / مُفْرِطْ

  • Aşırıya kaçan.
  • Aşırı. (Arapça)
  • Aşırı giden.

müfritane / müfritâne

  • Aşırı gidercesine.
  • Çok aşırıya kaçarak.

müftac

  • Bevletmek için iki ayağını ayırıp duran deve.

mugabene

  • (Gabn. dan) İki taraf birbirini aldatma.

mugalebe

  • Üstün olmağa, galib gelmeyeğe çalışmak. Birisine galib gelmek.

mugamese

  • Suya daldırışmak, birbirini suya daldırmak.

mugameze

  • Birini göz işaretiyle zemmetme.

mugarrak

  • (Gark. dan) Suya daldırılmış.
  • Gümüşle süslü.

mugavele

  • Bir kimseyi azdırıp yoldan çıkarmak.
  • Helâk etmek.

mugayeret / mugâyeret / مغایرت

  • (Gayr. den) Aykırılık. Uymazlık. Başka türlü olma.
  • Aykırılık.
  • Zıtlık, aykırılık. (Arapça)

mugayir / مغایر

  • Aykırı.
  • Aykırı, zıt.
  • Aykırı. Uymaz. Zıd. Başka türlü.
  • Aykırı, zıt. (Arapça)

mugayyer

  • (Gayr. dan) Değiştirilmiş, başkalaştırılmış. Tağyir edilmiş.

mugazebe

  • Karşılıklı olarak birbirini kızdırıp gazaba getirme.

muğber / مغبر

  • Kırgın, gücenik. (Arapça)
  • Muğber olmak: Kırılmak, gücenmek. (Arapça)

mugberr-ül hatır / mugberr-ül hâtır

  • Hatırı kalmış, gücenmiş.

mugfel

  • (Guful. den) Aldatılmış, iğfâl olunmuş. Kandırılmış.

mugişş

  • Birisini fenalığa bırakan, aldatan.

mugrak

  • (Gark. dan) Batmış veya batırılmış (suya). Gark edilmiş.

muhabbet

  • Sevgi. Aşırı düşkünlük.

muhabere

  • Haberleşme. Karşılıklı birbirine haber verme.

muhacat

  • (Hecv. den) Birbirini hicvetme. Karşılıklı olarak birbirlerini yerme.
  • Bilmece hususunda birbiriyle zekâ yarışına çıkma.

muhacere

  • Birbirini men'etmek, birbirine engel olmak.

muhacet

  • (Hecv. den) Karşılıklı olarak birbirini hicvetme, yerme.

mühadat

  • Birbirine bahşiş ve hediye vermek.

muhadde

  • (Hadde. den) Bilenmiş.
  • Sınırlanmış, belirlenmiş, hudutlandırılmış.

muhadded

  • Sınırı belirtilmiş olan. Sınırlanmış, tahdid edilmiş.

muhaddid

  • Keskinleştirici, bileyici.
  • Sınırlıyan, sınırını tâyin eden. Tahdid eden. Hududlandıran.

muhadese

  • (Hadis. den) Konuşma. Birbirine hikâye söyleme.

muhaffef

  • Hafiflendirilmiş, hafif edilmiş olan.

muhakat

  • Müşabehet eylemek. Bir kimseyi taklid etmek.
  • Birbirine hikâye söylemek.

muhakeme-i gıyabiye

  • Dâvâcılardan biri veya her ikisi de bulunmadıkları hâlde mahkemece verilen karar.

muhakkik / مُحَقِّقْ

  • Hakikatı araştırıp bulan. İç yüzüne inceliyerek vakıf olan.
  • Hakikat âlimi. Hakikatlara hakkı ile vakıf ve ehl-i tahkik olan büyük İslâm âlimi.
  • Araştırıcı âlim.

muhakkikane / muhakkikâne

  • Araştırırcasına.

muhakkıkin / muhakkıkîn

  • Hakikati, gerçeği bulup meydana çıkaranlar, araştırıcılar.

muhakkikin / muhakkikîn / مُحَقِّق۪ينْ

  • Hakikatı bulup meydana çıkaranlar.
  • İç yüzünü araştırıp bulan büyük İslâm âlimleri ve velileri. Hakikat araştıran, hak âlimleri.
  • Araştırıcı âlimler.

muhakkıkin-i islamiye / muhakkıkîn-i islâmiye

  • Hakikatleri araştırıp delilleriyle bilen büyük İslâm âlimleri.

muhakkikin-i sofiye / muhakkikîn-i sofiye

  • Meseleleri delilleriyle araştırıp bilen tasavvuf erbabı kimseler.

muhal içinde muhal / muhâl içinde muhâl

  • İmkânsızlık içinde imkânsızlık, akla aykırılık.

muhalefet / muhâlefet

  • Karşıt olma, aykırılık.

muhalefet eden

  • Zıt ve aykırı davranan.

muhalefet etme

  • Karşıt olma, aykırı davranma.

muhalefet etmemek

  • Aykırı davranmamak.

muhalefet-i şeriat

  • Şeriata karşı muhalefet; şeriata aykırı davranma.

muhalefetkarane / muhâlefetkârâne

  • Zıt ve aykırı davranırcasına.

muhalif / muhâlif

  • Uymayan. Birbirine benzemiyen. Birbirine zıt olan.
  • Başka şekilde düşünen.
  • Karşı duran.
  • Aykırı, karşıt.
  • Karşı, zıt, aykırı, uymaz.

muhalif-i hakikat

  • Gerçeğe zıt, aykırı.

muhalif-i hakikat-i şeriat / muhâlif-i hakikat-i şeriat

  • Şeriatın gerçeğine ve ruhuna aykırı.

muhallil

  • (Hall. den) Eriten. Analiz yapan, tahlil eden.
  • Fık: Üç talakla boşanan ve iddetini bitiren bir kadınla evlenen erkek. (Karıyı boşayan birinci kocaya: Muhallelün leh denir.)
  • Tıb: Şişlere, iltihablara yarıyan ilaç.

muhallim

  • Halim selim eden. Yavaş kılan. (Öfkeli birisini) yumuşatan.

muhalün bih

  • Fık: Birine havale olunan mal.

muhamat

  • Korumak.
  • Avukatlık etmek.
  • Birinden birşeyi def etmek.

muhammat

  • Kızdırılmış nesne.

muhammes

  • Ateş üzerinde kızdırılıp kurutulmuş. (Kavrulmuş kahve gibi)
  • Beşli. Beş katlı. Tahmis edilmiş.
  • Edb: Her bendi beş mısrâlı olan manzume.
  • Birbiri ardından gelen ve kapalı olarak uç uca eklenmiş beş kenarın meydana getirebileceği çeşitli şekillerden her biri. Beşgen.

muhammir

  • Kızdırıcı ilâç.

muhareşe

  • Kışkırtma, halkı birbirine düşürme.

muharref

  • (Harf. den) Tahrif edilmiş. Değiştirilmiş. kalem karıştırılmış. Bozuk. İfsâd ederek tahrib edilmiş.
  • Tahrif edilmiş, değiştirilmiş, bozulmuş.
  • Değiştirilmiş, bozulmuş.

muharrefat

  • (Tekili: Muharref) Tahrif edilmiş ve değiştirilmiş şeyler.

muharrem

  • Arabi ayların başı, birincisi.
  • Haram edilmiş olan.
  • Bu muharrem ayında Müslümanlıktan evvel Arablar arasında muharebe yasaktı. Bundan dolayı bu isim verilmiştir.
  • Haram kılınmış, tahrim olunmuş.
  • Hicrî yılının birinci ayı.

muharrem gecesi

  • Muharrem ayının birinci gecesi, müslümanların hicrî-kamerî yılbaşı gecesi.

muharrik

  • Harekete geçirici, tahrik edici.

muharrisane / muharrisâne

  • Hırslandırırcasına. (Farsça)

muhasama

  • (Muhasamet) (Çoğulu: Muhâsamât) Muhalefet. İki taraf arasındaki düşmanlık. Birbiri ile çekişmek. Birbirine husumet etmek.

muhasara

  • Bir kişinin, diğer kimsenin elini tutup yürümesi veya ellerini birbirinin kuşağına sokup yürümeleri.

muhasebe-i a'mal / muhasebe-i a'mâl

  • Amellerin değerlendirilmesi.

muhasebe-i kübra / muhasebe-i kübrâ

  • Büyük muhasebe, hesaba çekilme; Allah'ın bütün insanları öldükten sonra dirilttiğinde hayatlarının tamamından hesaba çekmesi.

muhasede

  • (Hased. den) Birbirini çekememe, hased etme, kıskanma.

muhasım / muhâsım

  • Düşmanlık eden. Düşman olan taraflardan biri. Hasım olan. Birbirini dâva edenlerden her biri. Karşı tarafı tutan.
  • Düşman olan taraftan biri, hasım.

muhasımeyn

  • Bir dâvâ veya çekişmede birbirine karşı olan iki kimse.

muhasır

  • (Çoğulu: Muhasırîn- Muhasırûn) (Hasr. dan) Etrafının kuşatıp saran. Muhasara eden.

muhasırun / muhasırûn

  • (Muhasırîn) Düşmanı etraftan kuşatanlar. Muhasara edenler.

muhassan

  • (Hısn. dan) Kuvvetlendirilmiş, istihkâmlandırılmış.

muhassas

  • Birine âid kılınmış. Tahsis edilmiş. Has kılınmış. Ayrılmış. Tâyin edilmiş.

muhasser vadisi / muhasser vâdisi

  • Hicaz'da, Minâ ile Müzdelife'yi birbirinden ayıran ve hacıların Minâ'ya giderken durmamaları gereken yer.

muhassir

  • (Çoğulu: Muhassirîn) (Hasar. dan) Zarara uğratan. Hasar ve ziyan verdiren.

muhassıs

  • Tahsis edici, ayırıcı, bir tarafa ait kılıcı.

muhassısa

  • Hususileştirici.

muhataba

  • Birbirine söz söyleme, hitabetme.
  • Mc: Çekişme.

mühatat

  • Birbirine atâ ve bahşiş etmek, hediye vermek.

muhatıb

  • (Hutbe. den) Birine söz söyliyen. Hitâbeden.

muhavele

  • İsteme, taleb etme. Bir şeyi yapmaya girişme.

muhaverat-ı ehl-i islam / muhaverât-ı ehl-i islâm

  • Müslümanların fikir, görüş alış-verişleri, birbiriyle konuşmaları.

muhavvel

  • Ismarlanmış, değiştirilmiş.
  • Hâvâle edilmiş. Ismarlanmış. Tebdil ve tağyir edilmiş. Değiştirilmiş. Bırakılmış.
  • Değiştirilmiş.
  • Havale edilmiş, gönderilmiş, ısmarlanmış.

muhayyem

  • (Hayme. den) Çadırı kurulmuş ordugâh.
  • Kurulmuş çadır.
  • Çadırda yatan insan. Kamp yeri.

muhazere

  • Birbirini korkutmak.
  • İhtiraz etmek.
  • Uyanık olmak.

muhazi / muhazî

  • (Hiza. dan) Birbirinin karşısında ve bir hizada bulunan. Paralel.

muhazza

  • Birbirini tahrik edip bir işe kandırmak.

muhazzar

  • Yeşile boyanmış. Yeşil renk ile renklendirilmiş.

muhbir

  • Haber veren. Haberci. Haber toplayan.
  • Birisinin fenâlığını alâkadar makama haber veren. Jurnalcı.

muhbir-i sadık / muhbir-i sâdık

  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi. Diğer Peygamberlere de denebilir. Çünkü hepsi sâdık, sağlam, doğru haberleri insanlara ulaştırmışlar, kendilerine bildirilenleri aynen bildirmişler, insanları doğruluğa, felâha, hakka, hakikata, imana dâvet etmişlerdir.

muhdes

  • Sonradan meydana getirilmiş.

müheddel

  • Aşağı indirilen.

mühenned

  • Hint demirinden yapılmış kılınç. Keskin kılınç.

müheykel

  • Heykelleşmiş.
  • İri vücudlu ve sağlam.

mühezzeb / مُهَذَّبْ

  • Islah edilmiş. Düzeltilmiş. Lüzumsuzu çıkarılmış, temizlenmiş. Safileştirilmiş.
  • İyi hale getirilmiş, terbiye edilmiş.

muhkem

  • Sağlam, sağlamlaştırılmış, kuvvetli.
  • Sağlam. Metin. Sıkı sıkıya. Kuvvetli. Tahkim edilmiş. Sağlamlaştırılmış.
  • Fık: Tefsir edilenlerden daha kuvvetli olan söz. İhtimalli olmayan söz.

muhnis

  • Birine verdiği sözü geri alan.

mühr-i nübüvvet

  • Peygamberlik mührü; Peygamber efendimizin mübârek sırtı ortasında, sol küreğine yakın kalbi hizâsında bulunan nübüvvet mührü. Gümüş teninde, letâfet vardı, İrice Mühr-i nübüvvet vardı. Sırtında idi, Mühr-i nübüvvet, Sağ tarafına yakındı elbet. Bildirdi bize edenler ta'rîf, Bir büyük ben idi, mühr-i

muhrez

  • Kazanılmış, elde edilmiş.
  • Sudaki balık, av hayvanları v.s. gibi, kimsenin malı olmayıp herkesçe faydalanılan bir şeyin ele geçirilmesi.

muhtariyye / muhtâriyye

  • Şia fırkasının kollarından biri. Bu fırkaya Keysâniyye ve Bedâiyye de denir. Kurucusu Muhtâr bin Ebî Ubeyd es-Sakafî'dir.

mühtebiş

  • Birikmiş, bir araya toplanmış.

mühtecin

  • Pek küçük yaşta iken evlendirilerek kocaya verilmiş olan kız.

muhtedi'

  • Hilekâr. Dolandırıcı.

muhtelef

  • Uyuşmamış. Birbirine uymamış. İhtilâf olunmuş.

muhtelif

  • Çeşitli. Bir türlü olmayan. Birbirine uymayan.
  • Çeşit çeşit, birbirine uymayan.

muhtelif ehl-i mesalik ve meşarib / muhtelif ehl-i mesâlik ve meşârib

  • Birbirinden farklı usûl, tarz ve yol izleyenler.

muhtelifü'd-derecat / muhtelifü'd-derecât

  • Dereceleri birbirinden farklı.

muhtemel-üz zıddeyn

  • Edb: Birbirine zıt ve iki mânâya da gelebilen ifadelere denir.

muhteris

  • Hırslı, aşırı istekli, hırsı tutku haline gelmiş.

muhteşid

  • Biriken, toplanan.

muhtezen

  • Biriktirilip ambar veya hazineye konmuş.

muhyi / muhyî

  • Maddî mânevî hayat veren, dirilten, canlandıran, can ve ruh veren mânalarında olup, Cenab-ı Hakk'ın bir ismidir. (Ehl-i dünya küfür ve dalâlet karanlığında mânen ölü gibi iken Resul-i Ekremin (A.S.M.) mübarek irşadları ve iman nurları ile dirilmelerine ve o mânevî ölümden kurtulmalarına binaen Peyga
  • Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden. Yaratıcı, hayat verici, diriltici.
  • Hayat veren, dirilten, Allah.

muhzin

  • (Hüzn. den) Hüzün verici. Acıklandırıcı. Kederlendirici.

müjde

  • Güzel, sevindirici haber.

mukaddemat-ı isna aşer / mukaddemat-ı isnâ aşer

  • Muhakemat isimli eserin ilk bölümünde yer alan ve on iki mukaddemenin bulunduğu "Birinci Makale" bölümü.

mukaddeme / مُقَدَّمَه

  • İlk söz. Başlangıç.
  • Önde gelen. Medhal. Giriş.
  • Man: İki kaziyeden ibaret olan sözün evvelki kaziyesi.
  • Giriş, başlangıç.
  • Öne alınan, giriş.

mukaddeme-i istisnai

  • İstisnaî kıyasta birinci önerme, öncül.

mukaddime / مقدمه / مُقَدِّمَه

  • Başlangıç, giriş.
  • Başlangıç, başlama, giriş.
  • Giriş. (Arapça)
  • Önsöz. (Arapça)
  • Önsöz, giriş.

mukaddime-i temsiliye

  • Temsilden oluşan giriş.

mukaddiru'n-nur

  • Bütün nurların miktarlarını takdir eden Nurların Mukaddiri, Allah.

mükafele / mükâfele

  • Karşılıklı olarak birbirine kefil olma.

mukaffa

  • Kafiyeli, kafiyelenmiş. Birbirini tâkib eden.

mükafil / mükâfil

  • Karşılıklı kefillerden herbiri.

mukallibü'l-leyli ve'n-nehar / mukallibü'l-leyli ve'n-nehâr

  • Gece ve gündüzü birbiri ardına çeviren Allah.

mukantar

  • (Kantara. dan) Kemer şeklinde olan köprü.
  • Birbiri üstüne yığılmış çok şey.
  • Muhkem.

mukaraa

  • (Kur'a. dan) Ad çekişme. Karşılıklı kur'a çekme.
  • Kılınç kullanarak döğüşmek. Cenkte, muharebede kahramanların birbiriyle vuruşmaları.
  • Bir şeyin taksiminde atışmak.

mukarib

  • Birbirine yakın ve karib olan. İyi ve kötü ortasında orta hâlli olan.

mukarreb

  • (Kurb. dan) Yakınlaşmış. Yakınlaştırılmış. Yakın.
  • Büyük zât veya padişah gibi kimselere hizmette yaklaşmış olan.
  • Yakınlaştırılmış.
  • Cennette dereceleri en yüksek olan.
  • Tasavvufta, nefslerinin sevgisinden kurtulmuş, kalbinde Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmayan, yalnız Allahü teâlâyı isteyen.

mukarrer / مقرر

  • Kararlaşmış. Takrir edilmiş. Karar verilmiş. Kat'i. Şek ve şüpheden beri olan. Muhakkak ve müsellem olan. Anlatılmış. Bildirilmiş.
  • Kararlaştırılmış. (Arapça)
  • Kesin. (Arapça)

mukarrerat / mukarrerât

  • Kararlaştırılan şeyler, kararlar.

mukarrün-bih

  • Başka birisine âit olduğu, birisi tarafından haber verilen hak. İkrâr olunan hak.

mükaşefe / mükâşefe

  • Gizli şeyleri birbirine açıp keşf ve izhar etmek, açığa çıkarmak. Meydana çıkarmak.
  • Bir hususu keşif yolu ile anlamak, bilmek.
  • Cenab-ı Hakk'ın zât ve sıfatlarına ve sâir sırlarına vukufiyyet.

mukassa

  • Kısas etmek.
  • Üzerlerinde olan borcu birbirine takas edişmek.

mukataa

  • (Kat'. dan) Kesişmek.
  • Ülfeti terk eylemek.
  • Birbirinden kesmek ve kesişmek.
  • Muayyen bir kira karşılığında arazinin kesime verilmesi.
  • Ekilen toprak için verilen muayyen vergi.

mükatebe / mükâtebe

  • Yazışma. Mektuplaşma. Birbirine yazma.
  • Fık: Azâd edilmesi, bazı şartlara -mal kazanmak veya bir müddet hizmet etmek gibi neticeye- bağlı olan köle veya câriye ve bu azad hususunda yapılan mukavele.
  • Yazışma, mektuplaşma, birbirine yazma, köle ile yapılan azatlık sözleşmesi.

mukatele

  • (A, uzun okunur) Birbirini vurmak, öldürmek. Vuruşmak, kavga, döğüş.
  • Birbirini öldürme, vuruşma, savaş.
  • Birbirini öldürme.

mukatil

  • (Katl. den) Birbirini öldüren, birbiriyle vuruşan. Düello yapan.

mukattaat

  • (Tekili: Mukattaa) Kat' edilmiş, kesilmiş şeyler.
  • Kısaltmalar.
  • Çeşitli gazel ve kasidelerden seçilmiş beyitler.
  • Herbiri bir kelimeye delâlet eden harfler.

mukattar

  • (Katr. den) İnbikten geçirilmiş saf su. Taktir edilmiş. Damıtılmış su.

mukavva

  • (Kuvvet. den) Sağlamlaştırılmış, kavileştirilmiş.

mükedder

  • Kederli. Sıkıntılı.
  • Tekdir edilmiş. Azarlanmış.
  • Bulandırılmış. Bulanık.

mükellef

  • Yükümlü, yüklenmiş, aşırı süslü.

mükemmel

  • Tamam. Olgun. Noksansız. Eksiksiz. Kemal bulmuş. Kemale erdirilmiş. Çok iyi.

mükerrem

  • Hürmet ve tâzim edilen. İkram olunmuş. Muhterem. Kerim olan. (İnsan fıtraten mükerrem olduğundan, hakkı arıyor. Bazan batıl eline gelir, Hak zannederek koynunda saklar. Hakikatı kazarken, ihtiyarsız, dalâlet başına düşer; hakikat zannederek kafasına giydiriyor. Mek.)

mükesser

  • Kırılmış. Kırılan.

mükevven

  • (Kevn. den) Yapılmış. Tekvin edilmiş olan. Yaratılmış. Meydana getirilmiş olan.

mükeyyif

  • Keyif verici, neşelendirici şey. Sarhoşluk veren.
  • Klima cihazı.

mukim / mukîm

  • Doğduğu veya evlendiği veya hep kalmak niyyeti ile yerleştiği yerde oturan veya 104 km ve daha uzak bir yerde giriş çıkış günlerinden başka on beş gün veya daha fazla kalmaya niyet eden kimse. Mâlikî ve Şâfiî mezheblerinde dört gün kalmaya niyet eden ve kendi memleketine giren mukîm olur.

mukırr

  • (Karâr. dan) Doğruyu ve gerçek olanı söyliyen. Kabahat veya ayıbını gizlemeden söyliyen.
  • Fık: Birinin, kendisinde hakkı olduğunu haber veren kimse.

mükle

  • (Çoğulu: Mükül) Kuyu dibinde az az birikip toplanan su.

mukmah

  • Başını kaldırıp gözünü bir yere dikip duran kişi.

mukni'

  • İkna eden. Kanaat veren. Kâfi derecede izah ve isbât eden.
  • Başını kaldırıp gözünü önüne dikip duran.

muksa

  • Uzaklaştırılmış. Uzak kalınmış.

müksif

  • Kalınlaştırıcı.
  • Tortu çöktürücü.

muktataf

  • (Çoğulu: Muktatafât) (İktitaf. dan) Toplanmış, devşirilmiş.
  • Derleme, toplama. Derlenmiş.

muktaziyat

  • Gerektirici sebepler; gerekler.

muktebis

  • (Çoğulu: Muktebisîn) (Kabs. dan) İktibas eden. Faydalanmak üzere aktaran. Birinin bilgisinden faydalanan.

muktedi / muktedî

  • İktidâ eden, uyan; namazda, iftitâh (başlama) tekbîrine yetişemeyen.
  • Birine uyan.

muktef

  • "Kendine uyulmuş, kendisi tâkib edilmiş" meâlinde olup, Hz. Resul-i Ekreme (A.S.M.) verilen isimlerden biridir.

mükteseb hak

  • Kazanılmış, ele geçirilmiş, elde edilmiş hak.

müktesebat / مكتسبات

  • Bilgi birikimi. (Arapça)

mukteza

  • Lâzım getirilmiş. Lüzumuna binaen istenmiş. İcab eden. Lâzım gelen.

mülaane / mülâane

  • Zevcesini (eşini) zinâ ile suçlayan erkeğin dört şâhit getirememesi hâlinde, zevcenin isteği üzerine eşlerin hâkim huzûruna çıkarak usûlüne uygun (âyet-i kerîmelerde bildirilen ifâdelerle) karşılıklı yemin etmeleri ve lânetleşmeleri.

mülabese / mülâbese

  • Benzer şeylerin ayırt edilemiyerek birbirine karıştırılması.
  • Münasebet, yakınlık.

mülabeset / mülâbeset

  • (Lebs. den) Karışma. Münâsebet. Ülfet ve ihtilât etmek. Birbirine benzeyen iki şeyin karıştırılarak birbirine benzetilmesi.
  • Takribi cihet.
  • Karışma, münasebet, iki şeyin karıştırılarak birbirine benzetilmesi.

mülabis

  • (Lebs. den) Münasebet kuran. Yakınlık gösteren. Bir kimse ile aşırı ahbaplık eden.
  • Karışan.

mülaene

  • Birbirine bedduâ etme. Lânetleşme.

mülahi / mülahî

  • İri taneli beyaz üzüm.

mülamese

  • (Lems. den) Birbirine dokunma, değme, el ile tutma, temas etme.
  • Yapışmak.

mülatafa

  • (Mülâtefe) (Lutf. dan) Birbirine lâtife etmek. Şakalaşmak. İltifat etmek. Güzel muâmele.

mülatafe / mülâtafe

  • Lâtifede bulunma, espiri yapmak, edep sınırlarını aşmadan şaka ile takılma, karşılıklı şakalaşma.

mülatama

  • Birbirine şamar vurma, tokat atma.

mülatefe / mülâtefe

  • Karşılıklı lâtifede bulunma, espiri yapma.

mülaveme

  • Birbirini çekiştirme.

mülaveze

  • Birbiri ardınca gizlenmek.
  • Birbirine sığınmak.

mülazım

  • Bir kimseye bağlı gibi olan.
  • Maaşsız acemilik hizmeti.
  • İlmiyyede: Medrese tahsilini bitirip icazet alan. Stajyer.
  • Eskiden askerlikte yüzbaşıdan aşağı rütbelerin derecesi, ünvanı.

mülevves

  • Kirli. Pis. Bulaşık. Bulaştırılmış.
  • Alıkoyulup sonraya bırakılmış veya durdurulmuş olan.
  • Tazelenmek için suda ıslatılmış şey.
  • Karışık, intizamsız.

mülezzez

  • Bir yere biriktirilip toplanmış, yığılmış ve ulaştırılmış nesne.

mülga / ملغا

  • İlga edilmiş. Kaldırılmış. Metruk ve lağvedilmiş şey. Terkedilmiş.
  • Kaldırılmış, terkedilmiş.
  • Kaldırılmış.
  • Kaldırılmış. (Arapça)

mülk şirketi

  • İki veya daha çok kimsenin, mîrâs veya hediye sûreti ile veya parasını belirli oranda verip satın alarak, bir mala berâber sâhib olmaları; yâhut mallarını ayrılmayacak şekilde karıştırıp ortak olmaları.

mülk-i habis / mülk-i habîs

  • Helâl yolla kazanılan mal ile, haram yolla kazanılan malın karışmasından meydana gelen ve birbirinden kolayca ayrılamayan mülk.

mülmi'

  • Abanoz ağacının âlâsı.
  • Birbirine karışmış nesne.

mülsak

  • (Melsuk) Bitiştirilmiş, yapıştırılmış olan. İlsak edilmiş.
  • Yapıştırılmış, bitiştirilmiş.

mültebis / مُلْتَبِسْ

  • Birbirine karıştırılmış.
  • İltibas etmiş, birini öteki zannetmiş, karıştırmış olan.
  • Karışık, şüpheli ve benzer olan.
  • Karıştırılan.

mülteff

  • (Mülteffe) Birbirine sarılmış. Karışmış.

mültehik

  • (Lühuk. dan) İltihak etmiş olan. Katılmış, katıştırılmış.

mültemes

  • (Çoğulu: Mültemesât) (Lems. den) Kayırılan, iltimaslı.

mültemesat / mültemesât

  • (Tekili: Mültemes) Kayırılanlar, mültemesler, iltimaslılar.

mültemisin / mültemisîn

  • (Tekili: Mültemis) İltimas edenler, kayıranlar. Biri için aracılık edip işinin görülmesini dileyenler.

mültesik

  • (Lüsuk. dan) Birbirine bağlanmış. Yapışık, bitişik.

mülzem / مُلْزَمْ

  • Cevab veremez hâle getirilen.

mülzim

  • İlzam eden, susturucu.
  • Lüzumlu gören. Gerektiren.
  • Verilen hükmün mutlak yerine getirilmesindeki mecburiyet.

mümanaa

  • Birbirine engel olma.

mümasaa

  • Birbiriyle kılıçlaşmak.

mümasaha

  • Sözle birbirine yumuşak davranma.

mümaselet

  • Benzeyiş, müşabih olmak. şekilce, suretçe birbirine benzeyiş.

mümasil / مماثل

  • Benzer, andıran. (Arapça)
  • Mümasil olmak: Berbirine benzemek. (Arapça)

mümasse

  • Birbirine değme. Dokunma, temâs etme.

mümecced

  • (Mecd. den) şereflendirilmiş. Medhedilerek ululanmış.

mümessel

  • Temsil getirilen.

mümessel-i leh

  • Kendisi için misal getirilen.
  • Hakkında temsil getirilen.

mümeyyiz

  • Akıllı; faydalı ve zararlıyı birbirinden ayırabilen.

mümit / mümît

  • Ölümü yaratan, diriltip can verdiği varlıkları vakti gelince öldüren Allah.

mümtezic

  • İmtizac eden. Birleşmiş olan, birleşik.
  • Birbirine tamamen uygun olarak karışmış olan.
  • Aralık bırakmayan, birbirine karışık, tamamen kapanan.
  • Birbiriyle iyi geçinen.

mümtezicen

  • Karışmış olarak. Birbirine tamamen uyar bir hâlde.

mün'im

  • Nimet veren, yedirip içiren.

müna

  • (Minâ) Arzular.
  • Birinin yerine kaim-i makam olmak, birinin yerine geçmek.
  • Suya giden yol.
  • Mekke-i Mükerreme'de hacıların kurban bayramında kurban kestikleri ve şeytan taşladıkları mukaddes yer.

münada

  • (Nidâ. dan) Seslenilmiş, çağırılmış, nidâ edilmiş.

münadea

  • Süngü ile birbirine hücum etmek.
  • Kucaklaşmak.

münafat / münâfât

  • Birbirinin aksine olan. Birbirine aykırı olmak. Aykırılık, mugayeret, münafi, muhalefet.
  • Aykırılık, zıtlık.
  • Aykırılık, birbirinin aksine olma.

münaferet

  • Birbirinden kaçıp nefret etmek, karşılıklı huzursuzluk.
  • Adâvet, hased ve şeref cihetinde hakeme müracaat eylemek.
  • Birbiri ile müfahere eylemek.

münafeşe

  • Hesap görürken iyice araştırıp, birşeyi terk etmemek.

münafi / münafî / münâfi / münâfî

  • Zıt, uymaz, aksi, aykırı. Mugayir ve muhalif olan.
  • Zıt, aykırı.
  • Zıt, aykırı.

münafi-i edeb

  • Edebe aykırı, edep ve terbiye dışı.

münafi-i edep / münâfi-i edep

  • Edebe aykırı.

münafi-i kemal / münâfi-i kemâl

  • Mükemmelliğe aykırı.

münakaza

  • İki sözün mânasının birbirine zıd olması.
  • Bir sözü evvelce söylediği kelâma zıd ve muhâlif söylemek.

münakehat / münâkehât

  • Fıkıh ilminin dört büyük kısmından biri. Evlenme, boşanma, nafaka gibi hususlar.

münakız / münâkız

  • Birbirini tutmayan, zıt olan, nakzeden.
  • Başka kelâmın mânasına muhalif olan.
  • Zıt, çelişkili, birbirini tutmayan.
  • Birbirine zıt.

münamese

  • Birbiriyle sırlaşmak.

münasara

  • Birbirine yardım etme. Muavenette bulunma.

münasebat-ı tevafukiye / münâsebât-ı tevafukiye

  • Birbirine uygun gelişmelerdeki bağlantılar, ilişkiler.

munassab

  • (Nasb. dan) Birbirinin üzerine tertiplenmiş olan.

münataha

  • Boynuzlu hayvanların birbiriyle vuruşması. Süsüşme.

munazzeme

  • Düzenli ve sistemli hale getirilmiş.

müncez

  • Sözü yerine getirilmiş, incâz edilmiş.

münci

  • İncâ eden. Kurtaran, necat veren.Resul-i Ekremin (A.S.M.) insanların azabtan kurtulmasına ve dünyâ ve âhiret saadetlerine sebeb olmasından mübarek isimlerinden birisi de münci olmuştur.

mündefiat

  • Yaralardan çıkan irin, cerahat gibi şeyler.

mündemic / مُنْدَمِجْ

  • Bir şeyin içine yerleştirilmiş.

münderic

  • Derc edilmiş, yerleştirilmiş.

münderiç

  • Yerleştirilmiş.

münebbih / منبه

  • Uyarıcı, uyandırıcı. (Arapça)

münemnim

  • Ziynet verici, süslendirici.

münevver / مُنَوَّرْ

  • (Nur. dan) Mc: Kur'anî ve imanî eser okumakla ve ibadet ve taatla nurlanmış. Nurlandırılmış, ışıklı.
  • Uyanık. İntibaha gelmiş. Akıllı âlim. İmanî ve İslâmî tahsil ve terbiye görmüş.
  • Parlatılmış.
  • Nûrlandırılmış.

münevviru'n-nur

  • Bütün nurlar ve nurlu varlıklar Kendisinden feyiz alan Nurların Nurlandırıcısı, Allah.

munfasıl

  • İnfisal etmiş. Birbirinden ayrılmış. Yerinden ayrılmış, fasl olmuş. İşinden ayrılmış.

munfasım

  • Kırılan, kırılmış olan, kırık. Eksilen.

münferic

  • İnfirac eden. Çok açık. Açılan, genişleyen.
  • Gam, gussa ve kederden kurtulmuş.
  • Arası geniş. Açık olan. İki tarafı birbirinden uzak olan.

münfesih

  • (Fesh. den) İnfisah eden, bozulan, bozulmuş, hükmü kaldırılmış olan, hükümsüz kalan.

münha

  • Bildirilmiş, tebliğ edilmiş.

münhadi'

  • (Had'. dan) Birinin hilesine aldanmış olan.
  • Bir kimsenin hile ve tuzağına düşme.

münharif

  • (Harf. den) İnhiraf eden, yoldan çıkmış. Eğilmiş, çarpık. Usulünden çıkmış, sağlam olmayan.
  • Tecviddeki mânâsı için "İnhirâf"a bakınız.
  • Geo: Dört kenarlı, fakat hiçbir kenarı birbirine müsâvi ve müvâzi (eşit ve paralel) olmayan şekil. Sadece iki kenarı birbirine müvâzi (parale

münhaşi'

  • Kibiri kırılma.

münhasif

  • Sönükleşen, parlaklığını yitirip görünmez hâle gelen.

münhasır

  • Yalnız birinin olan, özel olarak ayrılan.

münhasıran

  • Yalnız birine özgü olmak üzere, özel olarak.

münib

  • Hakk'a yönelen, günahları terk ile hakka dönen. Pişman olup dönen.
  • Kâinattan yüzünü çevirip Bâki-yi Hakiki'ye yönelen.
  • Güzel yağan faydalı yağmur.
  • Bereketli ve verimli bahar.

münkatı'

  • Kendilerine zekât verilen sınıflardan biri; cihâd ve hac yolunda muhtâc kalanlar.

münker

  • Allah'ın (C.C.) râzı olmadığı şey.
  • İnkâr edilmiş olan.
  • Şeriatın kabâhat ve haram diye bildirdiği şey. Makbul ve müstehab olmayıp, günah ve kabahat olan.
  • Mezardaki suâl meleklerinden birisinin ismi. Diğerinin ise "Nekir" dir.
  • Kabirdeki sual meleklerinden biri.

münkesir / منكسر

  • Kırılmış.
  • (Kesir. den) İnkisar eden, kırılan, kırılmış, kırık. Gücenmiş.
  • Kırık. (Arapça)
  • Münkesir olmak: Kırılmak. (Arapça)

münkesir-ül kalb

  • Kalbi kırılmış. İncitilmiş, gücenmiş.

münkesiren

  • Kırgınlıkla.
  • Kırık olarak. Münkesir tarzda.

münkir

  • İnkâr eden, kabul etmeyen.
  • Mezarda sual soracak iki melekten biri. Münkir-Nekir.

münsak

  • Gönderilmiş olan.
  • Birine bağlı olan ve peşinden giden.

münselib

  • (Selb. den) Kaçırılmış, kalmamış, kaldırılmış. (Bu tâbir; huzur, asayiş, emniyet ve rahat hakkında kullanılır.)

münselik

  • (Silk. den) Bir yola girip orada giden. Bir tarikata girmiş. Bir meslek tutmuş.

muntabık

  • İntibak eden. Birbirine uyan. Uygun.

muntafi

  • Sönmüş. Sönen.
  • Bastırılmış.

müntakimane / müntakimâne

  • Cezalandırırcasına, öç alırcasına. (Farsça)

muntavi / muntavî

  • (Tayy. dan) Dürülmüş, dürülüp bükülmüş, devşirilmiş.

muntazır

  • Bekleyen. Gözleyen. Birisinin gelmesini bekleyen.

müntemi

  • (İntimâ. dan) İlgisi ve ilişiği olan. Yakınlık peydâ eden.
  • Birinin adamı olan.

munzar

  • Geciktirilmiş, te'hir edilmiş. Sonraya bırakılmış.

münzel

  • (Nüzul. den) İndirilmiş, yukardan aşağıya kısım kısım inmiş olan.
  • İndirilmiş, indirilen.
  • İndirilmiş.

münzel-i aleyh

  • Kendisine Allah tarafından indirilmiş.

munzic

  • Hazmettirici, sindirici.
  • Tıb: Yara veya çıbanı cerahatlendiren.
  • Kemâle eren, inzâc eden.

munzicat / munzicât

  • Yaranın iltihabını yok edici, irinini akıtıcı (ilâçlar).

müraat-ı nazir / müraat-ı nazîr

  • Edb: Mânâca birbirine uygun kelimeleri bir cümlede toplamak.

murabbayat

  • (Tekili: Murabbâ) Kaynatılıp kıvamına getirildikten sonra dondurulmuş meyve suyu tatlıları.

murafaa

  • Karşılıklı hak iddia ederek konuşmak.
  • Bir dâvâ için birisini hâkim huzuruna celb ettirmek. Yüzleşerek muhakeme olunmak.

mürahene

  • (Rehn. den) Bahse girişme.
  • Rehine koyma.

mürahik

  • Büluğ yaşına yaklaşmış erkek çocuk. Büluğ yaşına, yani oniki yaşına girip de baliğ olmayan erkek çocuğa denir. On beş yaşına kadar baliğ olmasa yine bu isim verilir. Kız çocuğuna ise: Mürâhika denir.

müramat

  • (Remy. den) Birbirine atma. Atışma.

murassa'

  • Süslü. Kıymetli taşlarla süslenmiş. Sırmalı.
  • Birbirine yanaştırılmış. Oturtulmuş.
  • Edb: İki mısra veya iki fıkrası birbiri ile aynı vezin ve kafiyede olan söz veya beyit.
  • Bir nevi yazı.

murassaat

  • (Tekili: Murassa') Murassâlar. Cevher ve inciler gibi şeylerle. Süslenmiş olanlar. Takdir edilip yerleştirilmiş süslü ve kıymetli şeyler.

müraveha

  • Çeşitli nesnelerin kâh birini ve kâh birini işlemek.

müreffih

  • (Rüfuh. dan) Rahatlandırıcı, rahat ettirici.
  • Refaha eren. Rahat ve bolluğa kavuşan.

mürekkebat-ı müteşabike-i mütesaide-i kainat / mürekkebat-ı müteşâbike-i mütesâide-i kâinat

  • Kâinatta bir ağ gibi birbirine bağlanarak gittikçe genişleyen terkipler, bileşikler.

mürevveh

  • Kokulandırılmış, râyihalandırılmış.
  • Rahatlandırılmış.

mürg-i bal-şikeste / mürg-i bâl-şikeste

  • Kırık kanatlı kuş.

murib / murîb

  • Şüpheli. şüphelendirici.

mürid / mürîd

  • İsteyen, tarikata girip şeyhe bağlanan.

mürsel hadis / mürsel hadîs

  • Sahâbe-i kirâmın (Resûlullah efendimizin sohbetinde yetişen mübârek insanların) ismi söylenmeyip, Tâbiîn'den (Sahâbe-i kirâmı görüp, sohbetinde yetişen kimselerden) birinin, doğruca, Resûl-i ekrem buyurdu ki, diyerek bildirdiği hadîs-i şerîfler.

mürşid

  • (Rüşd. den) İrşad eden, doğru yolu gösteren, gafletten uyandıran. Peygamber vârisi olan, kılavuz. Tarikat piri, şeyhi.

mürsiye

  • Çakılmış. Yerleştirilmiş.

murtabıt / murtâbıt

  • Birbirine bağlı, birbiriyle bağlantılı.

murtabit

  • Bağlı. İrtibatlı. Birbirine bitişik. Ekli.

murtaz

  • Alıştırılmış, tâlimli hayvan.

mürtebit

  • (Murtabıt) Bağlı, birbirine bitişik, bağlantılı, beraber.

mürtecim

  • Birbiri üstüne istif olmuş olan.

mürtekış

  • Birbirine giren. Karmakarışık olan.

mürur

  • Geçmek, gitmek. Bir taraftan girip öteden çıkmak.
  • Sona erme, nihâyet bulma.

mürzı'

  • Emziren, emzirici.

musa

  • Beni İsrâil peygamberlerinden Hz. Musa'nın (A.S.) ismi. Dört büyük kitaptan birisi olan Tevrat, vahiy yoluyla kendisine gelmiştir. Yahudilerin en büyük peygamberidir. Şeriatı, İsa'ya (A.S.) kadar devam etti. Yusuf'un (A.S.) soyundan Yuşa nâmındaki peygamberi yerine tâyin ederek vefat etmiştir. Mısır

musa aleyhisselam / mûsâ aleyhisselâm

  • İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Ülü'l-azm adı verilen altı büyük peygamberden biridir. Yâkûb aleyhisselâmın soyundan, İmrân adında bir zâtın oğlu, Hârûn aleyhisselâmın kardeşidir.

musaara

  • Büyüklük taslayarak birisinin yüzüne bakmayıp başını çevirmek.

müşaare

  • (Şiir. den) Karşılıklı olarak birbirine şiir söylemek. Şiir yarışı.

müsabakat / müsâbakat

  • Yarışma; birbirini geçme gayretleri.

müşabehet / müşâbehet / مُشَابَهَتْ

  • Birbirine benzeme.

müsaberet

  • Sürekli olarak uğraşma.
  • Bir şey yapmağa hemen girişme.

musabiyet

  • Bir hastalığa tutulma. Bir musibete giriftar olma.

müşacere

  • Sözle karşılıklı çekişme. Kavga, niza.
  • Birbirine ağaçla vurma.

müsademat

  • (Tekili: Müsademe) Vuruşmalar, birbirine çarpmalar. Müsademeler.

musademe

  • İki şeyin birbiriyle çarpışması. Çarpışmak. Vuruşmak.

müsademe

  • (Çoğulu: Müsademat) Vuruşma, birbirine çarpma.
  • Silâhlı çarpışma.

müsademe-i efkar / müsademe-i efkâr

  • Fikirlerin çarpışması, muhtelif fikirlerin birbirine karşı söylenişi.

musafaa

  • Birbirinin boynuna sarılma.

müsafat

  • Hastayı tedâvi etme.
  • Birbirine kötü muâmele yapma.

müsafeha / müsâfeha

  • İki müslümanın, sağ elin avuç içlerini birbirine yapıştırıp, iki baş parmağın yanlarını birbirine değdirerek el sıkışması.

musaffa / musaffâ / مُصَفّٰي

  • Arındırılmış.

musafih

  • Musâfaha edenlerden veya el sıkışanlardan herbiri.

müsafirperver

  • Müsafire çok hürmet eden, müsafiri iyi ağırlayan, kıymet veren. (Farsça)

müsag

  • Kolay yutulmuş. Boğazdan kolaylıkla geçirilmiş.

müşagabe

  • Birbirine şer ve fenalık etmek. Aldatmak.
  • Fls: Mübahase ve münakaşayı bir gaye sayanların yolu, usulü. (Didimcilik, eristik)
  • Demegoji; tartışma ve eleştiriyi meslek kabul edenlerin yolu.

musahhaf

  • Yanlışlıkla değiştirilmiş.

müsahhan

  • (Suhunet. den) Isıtılmış, teshin edilmiş, kızdırılmış.

musahhar

  • Teshir edilmiş. Ele geçirilmiş. Fethedilmiş.
  • İstenilen hâle konulmuş.
  • Birine bağlanmış.

müsahhar

  • (Sihriyy. den) Fetih ve teshir olmuş, ele geçirilmiş. Zaptedilmiş. İtaat ve hizmete alınmış.
  • Bir şeyin tesiri altında kalmış, büyülenmiş.

musahhar / مُسَخَّرْ

  • İtâat ettirilmiş.

musahhariyet / مُسَخَّرِيَتْ

  • İtâat ettirilmişlik.

müşahhas / مُشَخَّصْ

  • Şahıslaştırılmış, somut.

musahhir

  • Teshir eden. Elde eden. Zabt eden.
  • İstenilen hâle koyan.
  • Birine bağlayan.

müşakat

  • Sıkıntı ve zorluklara dayanma hususunda yarışma. Aykırılık. Düşmanlık.

müşakelet

  • Üslûp, tarz ve şekilce birbirine benzeme.
  • Şekilde bir olma ve uygunluk, benzeyiş.
  • Cinsiyet birliği.
  • Edb: Birinin söylediği bir sözü diğerinin az çok evvelki mânaya zıd olarak kullanması.

müsakkal

  • Ağırlaştırılmış. Sakilleştirilmiş.

müsalefe

  • (Müsâlefet) Birine refakat etme, yol arkadaşı olma.
  • İleride ve önde bulunma.
  • Biriyle birlikte seyretme.

müsalif

  • Yol arkadaşı.
  • Birinden ileride bulunan.
  • Biriyle birlikte seyreden.
  • Bir işte beraber olan.

musalleb

  • (Sulb. dan) Katılaştırılmış.

musallit

  • (Salâtet. den) Birine musallat eden. Peşini bırakmayıp sataştıran.

müsamaha

  • (Çoğulu: Müsamahât) Hoş görürlük, dikkat etmemek, aldırış etmemek. Kusurlara göz yummak.

müsamahat

  • (Tekili: Müsamaha) (Semâhat. dan) Müsamahalar, göz yummalar, görmezden gelmeler, hoş görmeler. Aldırış etmemeler.

müsamih

  • (Semâhat. dan) Aldırış etmeyen, göz yuman, hoş gören.

musammem / مُصَمَّمْ

  • Kararlaştırılmış, hakkında karar verilmiş.
  • Hakkında karar verilmiş, kararlaştırılmış.
  • Kararlaştırılmış.

müsaraat

  • (Sür'at. den) Teşebbüs, girişme.
  • Sür'at ve acele etme.

müşarefe

  • Şan, şöhret ve şeref gibi hususlarda biriyle övünme.
  • Yükselme, yüksek yere çıkma.

müşareket

  • Birbirine ortak olmak, ortaklık. Beraber olup bir iş yapmak.
  • Gr: İkili tarafın da isteğini bildiren fiil.
  • Karşılıklı anlaşma, birbirini anlama.

müşareme

  • Birbirinin başını yarmak.
  • Hediyeleşmek, atâ etmek.

müşarik

  • (Şirket. den) Ortak, şerik. Bir işte birlikte bulunan.
  • Birlikte iş yapanlardan herbiri. Ortakların beheri.

musarra / مصرع

  • İki mısraı birbiriyle kafiyelendirilmiş beyit. (Arapça)

müşateme

  • (Şetm. den) Atışma, birbirine sövme. İki kişinin birbirine sövmesi.

musattah

  • Satıh haline getirilmiş. Düz ve yassı hâle konulmuş olan. Satıhlandırılmış. Düzleştirilmiş.

müşattar

  • Edb: Mısraları arasına ilâveten ayrıca mısralar getirilmiş gazel veya keside..

müsavi

  • Birbirine denk olmak, aynı seviyede olmak. Denk, aynı derecede.

müsaviyü't-tarafeyn / müsâviyü't-tarafeyn

  • İki tarafın birbirine denk olması; varlık veya yokluk konusunda eşit durumda olma.

müşayaa

  • Biriyle dostluk etme.
  • Birine uyma, tâbi olma.
  • Çağırmak.
  • Haykırmak.

musayaha

  • (Sayha. dan) Birbirine haykırıp çağırışma.

müsayefe

  • (Seyf. den) Kılıçla vuruşma. birbirine kılıç çekme.

müsayere

  • (Seyr. den) Birine yol arkadaşı olma.

müsebbeb

  • (Sebeb. den) Sebebleri ve vesileleri mevcut olan. Sebeb ile meydana getirilmiş olan.

müsecca'

  • Secilendirilmiş. Cümlelerin sonu veya ortası kafiyeli olan nesir.

müseccel

  • (Secl. den) Kayda geçmiş, sicilli.
  • Mahkeme defterine geçirilmiş.
  • Kimseden men'olunmayan mübah nesne.

müşedded

  • Kuvvetlendirilmiş, şiddeti artırılmış.
  • Gr: İki defa yanyana okunan harf, şeddeli harf. Böyle harflere huruf-u müşeddede denir.
  • Şiddetlendirilmiş.

müşekkel

  • (Şekl. den) Kalıbı, şekli, biçimi, kıyafeti gösterişli ve yerinde.
  • Şekil verilmiş, şekillendirilmiş.

müsekkin / مسكن

  • Teskin edici, sakinleştirici.
  • Yatıştırıcı.
  • Sakinleştirici, yatıştırıcı. (Arapça)

musel

  • (Vusul. den) Yetiştirilmiş, vardırılmış, ulaştırılmış.

müselles

  • (Selase. den) Üç, üçlü. Üçleştirilen. Üç köşeli olan. Üçgen.
  • Tâze iken yâni gaz kabarcıkları çıkmadan, köpürmeden önce ısıtılıp, üçte ikisi uçup üçte biri kalan üzüm suyu.

müselsel

  • (Silsile. den) Teselsül eden, birbirine bağlı olan, bir sırada devam eden. Zincir halkaları gibi bir sırada olan.
  • Edb: Bütün mısraları kafiyeli manzume.

müselselen

  • (Silsile. den) Birbirinin ardından, aralıksız. Teselsül ederek, zincirleme, birbirine bağlı olarak.

müsemma / müsemmâ / مسمى / مُسَمَّا

  • İsimlendirilen, ad verilmiş olan, bir ismi olan.
  • Muayyen zaman. Belirli vakit.
  • Bir ismi olan, adlandırılmış, adlı.
  • Muayyen, belirli zaman.
  • İsimlendirilen.
  • İsim sahibi, isimlendirilen.
  • Adlandırılmış. (Arapça)
  • İsimlendirilen.

müsemma-i meşrutiyet / müsemmâ-i meşrutiyet

  • Meşrutiyetle isimlendirilen yönetim, devlet.

müsemma-i vahid-i ehad / müsemmâ-i vâhid-i ehad

  • Zât ve sıfatlarıyla bir olan ve birliği her bir şeyde tecelli eden şeklinde isimlendirilen Cenâb-ı Hak.

müsemma-i zülcemal / müsemmâ-i zülcemâl

  • Sonsuz güzellik sahibi ve en güzel isimlerle isimlendirilen Allah.

müsemma-yı akdes / müsemmâ-yı akdes / مُسَمَّايِ اَقْدَسْ

  • En mukaddes isimlerle isimlendirilen.

müsemma-yı meşrutiyet / müsemmâ-yı meşrutiyet

  • Meşrutiyet diye isimlendirilen.
  • Meşrutiyetin "meşrutiyet" olarak isimlendirilmesi, mânâsı, özü, gerçeği.

müsemma-yı zülcelal / müsemmâ-yı zülcelâl / مُسَمَّايِ ذُوالْجَلَالْ

  • Haşmet sâhibi olarak isimlendirilen (Allah).

müsemmeat / müsemmeât

  • İsimlendirilenler.

müsemmeyat

  • İsimlendirilenler.

müserred

  • Halkaları birbirine girmiş olan zırh.

müşevvikane / müşevvikâne

  • Teşvik edercesine, isteklendirircesine.

müseyleme

  • (Adı: Müseylemet-ül-kezzâb olan) Yalancı Müseyleme, Arabistan'da Asr-ı Saadette Yemame'li bir yalancı, peygamberlik iddia ederek maskara olmuş, Hicri onbirinci yılda öldürülmüştür.

müşeyyea

  • Bir şeyin ardından bağırıp çağıran kadın.
  • Koyun sürüsünün ardına uyan koyun.

müşeyyed

  • Kuvvetlendirilmiş, sağlamlaştırılmış.

musfac

  • Yassı başlı.
  • Ellerini birbirine vurup sesini işittirdikleri kişi.

musi / musî

  • Vasiyet eden. Birisini vâsi gösteren. Tavsiye eden.

musib / musîb

  • İsâbetli, yanılmayan, doğru.
  • Resul-i Ekremin (A.S.M.) isimlerinden birisi.

musibet-i semaviye / musibet-i semâviye

  • Bir hikmete binaen Allah tarafından gökten indirilen musibet, belâ.

müşkülpesent

  • Aşırı itina gösteren, titiz, zorla beğenen.

müslim

  • Ünlü hadîs kitaplarından biri, bu kitabı yazan âlimin namı.

müsmegıdd

  • Şişirici, şişiren.

müsned

  • İsnat edilmiş, dayandırılmış.

müsned hadis / müsned hadîs

  • Peygamber efendimize isnâd eden sahâbînin ismi bildirilen hadîs-i şerîfler.

müsnedün ileyh

  • Özne, fail. Edebiyatta sözün birinci rüknüne denir. Kendine isnad edilen. (Nahivde buna mübtedâ denir)

müsta'bed

  • Köle haline getirilen, kul olan, kulluğu istenen.

müsta'bir

  • (Çoğulu: Müsta'birîn) Rüya tabir ettiren.

müsta'mer

  • Muhacir yerleştirilerek imar edilen yer.
  • Müstemleke, sömürge.

mustafa

  • Seçilmiş, seçkin; Hz. Muhammed'in (a.s.m.) isimlerinden biri.
  • Seçilmiş mânâsına, Resûlullah efendimizin mübârek isimlerinden biri. Mü'min olanların çoktur cefâsı, Âhirette vardır zevk ü sefâsı, On sekiz bin âlemin Mustafâsı, Adı güzel kendi güzel Muhammed.

müstagrak

  • (Gark. dan) Garkolmuş, dalmış, batmış.
  • Mânevi bir vaziyete dalmış.
  • Kendini bilmiyecek derecede dalgın olan. Bir şeye dalmış veya daldırılmış olan.

müstahfız

  • Tar: Yeniçeriliğin kaldırılmasından evvel, kale, hisar ve memleket muhafazasında bulunan kimseler hakkında kullanılan bir tabirdi. İlk zamanlardaki müstahfızlık, daim hizmet hâlinde olduğu için kendilerine timar verilirdi. Sonraki müstahfızlık ise, harp gibi lüzum görüldüğü zaman askerlik hizmetine

müstahkem

  • Sağlamlaştırılmış, istihkâm edilmiş.
  • Tahkim edilmiş, sağlamlaştırılmış.
  • Sağlamlaştırılmış.

müstahleb

  • Süt gibi beyaz ve sübye tarzında hazırlanmış, süt haline getirilmiş ilâç.

müstahlef

  • (Halef. den) Kendi yerine geçirilmiş. Başkasının yerine konulmuş.

müstahsal

  • (Çoğulu: Müstahsalât) (Hâsıl. dan) Yetiştirilmiş, hâsıl olmuş, üretilmiş.

müstahsen

  • Beğenilen. Güzel ve herkesin beğendiği.
  • Dinimizin güzel gördüğü şeylerin her biri.

müstahsil

  • Yetiştiren, yetiştirici, üretici.

müstahzar

  • (Huzur. dan) Hazır, hazırlanmış.
  • Huzura getirilmiş. Zihinde tutulan.

müstainen

  • (Avn. dan) Birinin yardımına sığınarak, istiane ederek, yardım dileyerek.

müstakrib

  • (Kurb. dan) Yaklaştırıcı, yaklaştıran.

mustalahat / mustalahât

  • (Tekili: Mustalah) Istılah haline getirilmiş kelimeler.

mustani'

  • Birini yetiştirip adam eden kimse.
  • Yedirip içiren, ikram eden, ziyâfet veren.

müstashab

  • (Sohbet. den) Birine yanında arkadaş olarak bulundurulan.

mustashib

  • (Sahâbet. den) Birini yanına alıp berâberinde götüren.

mustasrih

  • Bağırıp ağlayan. Meded bekleyen.

mustazill

  • (Zıll. dan) Gölgelenen, gölgede oturan.
  • Birinin koruyuculuğu ve himâyesi altında bulunan.

müstazıll

  • (Zıll. dan) Gölgelenen, gölge altına girmiş olan.
  • Mc: Birinin himayesine sığınmış olan.

müşte

  • Yumruk, muşta. (Farsça)
  • Birine vurmak için ele veya parmaklara geçirilen demirden yapılmış âlet. (Farsça)
  • Kunduracıların deriyi vurarak inceltmekte kullandıkları maden tokmak. (Farsça)

müste'cel

  • Belirli bir vakte kadar geciktirilen. Muayyen bir zamana kadar te'hir edilmiş olan.

müste'di / müste'dî

  • Birinin zulmüne karşı başka birinden yardım dileyen.
  • Birini sıkıştırıp malını zorla alan.

müste'sal

  • (İstisal. dan) Kökünden koparılmış.
  • Ele geçirilmiş.

müsteb'ad

  • (Bu'd. dan) Uzak görülen, akla yakıştırılmayan, olacağı sanılmayan.

müstebdel

  • (Bedel. den) Değiştirilmiş, istibdâl edilmiş.

müştebih

  • Birbirine benzer, benzeyen; şüpheli.
  • Birbirine benzeyen.

müstedlel

  • Delillendirilmiş, kanıtlı.

müstefsir

  • (Çoğulu: Müstefsirîn) (Fesr. den) Soruşturup anlamak isteyen. Açıklanmasını, izah edilmesini ve geniş anlatılmasını isteyen.

müstehak

  • Hak edilmiş, yiyip içilerek bitirilmiş, bitirilen, tüketilen.

müstehlek

  • İstihlâk edilmiş, yiyip içilerek bitirilmiş.

müstehlik evliya / müstehlik evliyâ

  • Nihâyete erdikten, maksada kavuştuktan sonra sebepler âlemine indirilmeyen, geri döndürülmeyen evliyâ. Kalbi hep Allahü teâlâya dönük olup, O'ndan başkası ile meşgul olmayan zâtlar.

müstehzi / müstehzî

  • İstihza eden. Biriyle eğlenen. Herkesle eğlenmek isteyen.

müstekreh

  • Tiksindirici.

müstenciz

  • Va'din yerine getirilmesini isteyen.

müstenhic

  • Birinin mesleğine giren.

müstenşid

  • (Neşide. den) Birisinin şiir okumasını isteyen.

müsteş'ar

  • (şuur. dan) Bildirilen, haberli.

müsteş'ir

  • (İş'ar. dan) Soruşturan. (Yazı ile) bildirilmesini isteyen.

müsteskıl

  • (Sıklet. den) İstiskal eden. Birine karşı kovarcasına muamelede bulunan.

müsteşrik

  • (Şark. dan) Doğu memleketlerinin din, dil ve tarihlerini ve diğer bâzı hususları araştırıp tesbite çalışan batılı âlim. Garplı âlim. (Orientalist)
  • Doğu memleketlerini, din, dil ve târihleri başta olmak üzere her yönden araştırıp tesbite çalışan batılı ilim adamı. Garplı bilgin, oryantalist, şarkiyâtçı.

müstetbeat-üt terakib

  • Sözdeki birbirine bağlı, işaretli mânalar.

müstetbeü't-terakip / müstetbeü't-terâkip

  • İşaret, telmih, remiz gibi asıl sözün etrafında bulunan birbirine bağlı ikinci derecedeki mânâlar; çağrışımlar.

müstezill

  • (Zelil. den) Birini hor ve hakir gören. Bir kimseyi zelil gören.

müsvedde-i ula / müsvedde-i ûlâ

  • Birinci müsvedde.

muta'assıb / متعصب

  • Taassup gösteren, aşırı tutucu, yobaz. (Arapça)

mutaassıb / مُتَعَصِّبْ

  • Bir şeyi müdafaada ifrat ve inat gösteren. Körü körüne inad ve israr eden. Aşırı derecede kendi tarafını tutan.
  • Din, millet ve vatanı hakkında çok sevgi, bağlılık ve gayret gösteren.
  • Kendi tarafını aşırı tutan.
  • Aşırı taraftarlık gösteren.

mutaassıbane / mutaassıbâne

  • Kendi tarafını aşırı tutarcasına.
  • Tutucu, inanç ve geleneklerine aşırı derecede sahip çıkarak.

mutaassıp

  • Aşırı, sıkı sıkıya bağlı olan, tutucu.

mütabaat

  • Birine tâbi olmak, uymak. Birini takib etmek.

mutabık

  • Birbirine uyan, uygun.

mutaraha

  • Birbirine söz söyleme.

mutarraz

  • Zinetlendirilmiş. Süslendirilmiş. Dikiş ve nakışla kıymetlendirilmiş.

mutasaddi / mutasaddî

  • (Sadv. dan) Bir işe girişen. Tasaddi eden. Başkasına saldıran, başka birine takılan.

mutasaddır

  • (Çoğulu: Mutasaddırin) (Sadr. dan) Baş köşeye kurulan. Başa geçip oturan.

mutasarrıf

  • Tasarruf hakkı ve salâhiyyeti olan. Tasarruf eden. Bir işi kendi isteğine göre idâre eden. Bir malın sahibi.
  • Eskiden, vilâyetten küçük olan Sancağın en büyük idâre âmiri.

mütasarrıfa

  • İnsandaki görünmeyen his organlarının beşincisi; his organları vâsıtası ile elde edilen duyuları ve mânâları karşılaştırıp, yeni mânâlar elde etmeye yarayan kuvvet.

mutasavvıf

  • Tasavvuf ehli olan, kalbi dünyanın gelip geçici işlerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlayan tarikat ehli kimse.

mutatabık

  • Münâsib gelen. Birbirine uyan. Uygun.

mutayebe / مطایبه

  • Şakalaşma, birbirine fıkra anlatma. (Arapça)

mutayyeb

  • (Tayyib. den) Güzel kokular sürünmüş.
  • Gönlü hoş edilmiş, sevindirilmiş, taltif olunmuş.

mutayyiben

  • Güzel kokular sürünmüş olarak.
  • Sevindirilerek, gönlü hoş edilerek.

mute harbi

  • Mute, Şam'a bağlı, Kudüs'e iki konak mesafede bir yerdi. Mute harbi müslümanlarla Rumlar arasında vuku bulan muharebelerin başlangıcıdır. Sebebi de Peygamber'in elçisinin öldürülmesidir. Resul-ü Ekrem Busrâ emiri Şürahbil bin Amr'e, ashâbından Hâris bin Umeyr ile bir mektub göndererek İslâma dâvet e

müteadid

  • Birbirine kuvvet veren, omuz omuza veren.

müteadil

  • Birbirine denk ve eşit gelen. Teadül eden.

müteafir

  • Birbirinden nefret eden.

müteakıb

  • Sıra ile, birbiri arkasından gelen.

müteakıd

  • (Akd. dan) Anlaşma yapan iki kişiden her biri.

müteakis / müteâkis

  • Tersine dönmüş. Birbirine zıd.
  • Birbirine ters, zıt.

müteanik

  • Birbirinin boynuna sarılmış durumda olan.
  • Birinin boynuna sarılan.

müteanika

  • Birbirinin boynuna sarılmış.

mütearif

  • (Örf. den) Bilinen, bilinir, meşhur.
  • Birbirine tanıyan, tanışan.

mütearız

  • Birbirine zıt ve muhâlif olan.

müteaşir

  • Birbiriyle iyi geçinen, muâşeret eden.

müteassıb

  • Aşırı taraftar, mutaassıb.

müteati

  • Birbirine veren.

müteatıf

  • (Atf. dan) Kendisine atfolunan.
  • Birbirini seven.

müteavin

  • (Avn. dan) Yardımlaşan. Birbirine yardım eden.

müteazid

  • (Adad. dan) Kol kola tutunan, birbirine yardım eden, kol veren.

müteazzir

  • Özürlü, zararlı, yerine getirilmesi zor.

mütebadil

  • (Bedel. den) Birbirinin yerine geçen, tebâdül eden.
  • Nöbetle değişen.

mütebagiz

  • Birbirine düşman olan, kin güden, hased eden.

mütebaid / mütebâid

  • Uzaklaşan. Bir birinden uzak bulunan.
  • Birbirinden uzak.

mütebayin / mütebâyin

  • Birbirine uymayan. Birbirine zıt olan. Birbirinden ayrı.
  • Birbirinden ayrı, farklı.
  • Uymaz, zıt, aykırı.

mütecasir

  • (Çoğulu: Mütecasirîn) (Cesaret. den.) Küstah, cür'et gösteren, tecasür eden.

mütecavibe

  • Birbirine cevap veren, birbirini destekleyen.

mütecavil

  • Birbiri etrafında dolaşan, cevelan eden.

mütecaviz / mütecâviz

  • Sınırı geçen, başkalarının sınırını tecavüz eden.

mütecavizane / mütecâvizane

  • Tecavüz edercesine, saldırırcasına.

mütecazib

  • Birbirini çeken, yakınlaştıran.

mütecemmi'

  • (Çoğulu: Mütecemmiîn) (Cem'. den) Toplanan, yığılan, biriken, tecemmü' eden.

mütecemmiin / mütecemmiîn

  • (Tekili: Mütecemmi') Toplananlar, yığılanlar, tecemmu' edenler, birikenler.

mütecenni

  • Meyve devşiren, meyve toplayan.
  • Birine suç isnad eden, iftira atan. Müfteri.

mütedahil / mütedâhil

  • İç içe, birbirinin içine girmiş vaziyette olan. Karışan.
  • Ödenmemiş, gecikmiş maaş.
  • İç içe, birbiri içinde.

mütedarib

  • (Darb. dan) Birbirine vuran karşılıklı vuruşan.

mutedil

  • Ölçülü, aşırıya kaçmayan.

mütefakkid

  • Araştırıp soran, tedkik eden.

mütefarik

  • Ayrı ayrı. Bir birinden farklı olan.

mütefassım

  • Sütten kesilen.
  • Kırılan, darılan, üzülen.

mütefavit / mütefâvit

  • Birbirinden farklı, çeşitli.
  • Zamanca birbirinden ayrı.
  • Birbirinden farklı.

mütefayid

  • Birbirinden istifade edip faydalanan.

mütegabın

  • (Gabn. den) Birbirini aldatan.

mütegalibe

  • Sıra ile birbirine galib gelen.

mütegamız

  • (Çoğulu: Mütegamızin) Birbirine göz ucu ile işâret eden.

mütegamızin / mütegamızîn

  • (Tekili: Mütegamız) Birbirine göz ucu ile işaret edenler, gözle işaretleşenler.

mütegayir / mütegâyir / متغایر

  • Mügayir olan. Birbirine zıt olan.
  • Değişik, birbirine zıt.
  • Birbirine zıt.
  • Birbirine zıt. (Arapça)

mütehabb

  • (Hubb. dan) Birbirine dost olan. Birbirini dost sayan.

mütehacim

  • Birbirine hücum eden, saldıran.

mütehacimane / mütehacimâne

  • Birbirine saldırır ve hücum eder şekilde. (Farsça)

mütehacimin / mütehacimîn

  • (Tekili: Mütehacim) Birbirine hücum edenler, saldıranlar.

mütehafitane / mütehafitâne

  • Birşeye istekle saldırırcasına. (Farsça)

mütehalif / mütehâlif / متخالف

  • Birbirine muhalif olan. Birbirine uymayan. Birbirini tutmayan.
  • Birbirine karşı, uymaz.
  • Farklı, birbirine uymayan.
  • Birbirine uymayan. (Arapça)

mütehariş

  • Hırıldaşıp dalaşan, tehârüş eden.

müteharri / müteharrî / متحری

  • Araştırıcı, araştıran. (Arapça)

mütehasid

  • Birbirini kıskanan, çekemiyen. Birbirine hased eden.

mütehasım

  • (Çoğulu: Mütehasımîn) (Husumet. den) Karşılıklı düşmanlık eden ve birbirine hasım olan.
  • Karşılıklı olarak dâvâ edenlerden herbiri.

mütehaşşid

  • (Çoğulu: Mütehaşşidîn) Yardım için koşuşup toplanan, biriken, yığılan.

mütehaşşidin / mütehaşşidîn

  • (Tekili: Mütehaşşid) Birikenler, toplananlar.

mütehassir

  • Birbirine hasretle bağlanma.

mütehatıb

  • Birbirine hitab eden, söyleşen.

mütehatir

  • Birbirini yalanlayan, tekzib eden.

mütehattır

  • (Hutur. dan) Hatırlayan, hatırına getiren, tahattur eden.

mütehavir

  • Birbiriyle konuşan.

mütehavvil

  • Bir halde durmayan, başka şekle girip değişen.
  • Bir yerden diğer yere nakleden, değişip tebdil olan.

mütehazib

  • Biribine muvâfık olmak, uygunluk.

mütekabiletan

  • Birbirine karşı olan iki şey.

mütekafi / mütekâfi

  • (Mütekâfiyye) Birbirine denk ve akran olan. Eşitleşen.

mütekafiyen / mütekâfiyen

  • Birbirine eşit, denk, müsavi ve akran olarak.

mütekalib / mütekâlib

  • (Çoğulu: Mütekâlibîn) (Kelb. den) Köpek gibi birbirinin üstüne atılan.

mütekalibane / mütekâlibâne

  • Köpek gibi birbirinin üstüne sıçrayarak. (Farsça)

mütekamir

  • Birbiriyle kumar oynayan. Kumar arkadaşı.

mütekarib

  • (Kurb. dan) Yaklaşan, tekarüb eden. Birbirine yakın olan, gittikçe birbirine yaklaşan.

mütekarin

  • (Karn. dan) Birbirine birleşmiş, bitişmiş olan.
  • Yaklaşmış, yakınlaşmış, tekarün eden.

mütekasim

  • Kısmet eden.
  • Aralarında bir şey taksim edenlerin her biri.
  • Birbiriyle kasemleşen, andlaşan.

mütekasır

  • (Çoğulu: Mütekasirîn) (Kasr. dan) Kısalık gösteren.
  • Elinden gelip gücü yettiği hâlde iş yapmıyan.

mütekatı'

  • Karşılıklı kesişen, birbirini kesen.

mütekatil

  • (Katl. den) Karşılıklı olarak birbirine öldüren, katleden.

mütekayid / mütekâyid

  • (Çoğulu: Mütekâyidîn) Birbirine hile yapan.

mütekayyih

  • (Kayh. dan) İrinli. Cerahat bağlamış.

mütekeddir

  • (Çoğulu: Mütekeddirîn) (Keder. den) Kederli, hüzünlü. Kederlenen, tekeddür eden.
  • Bulanık.

mütekellif

  • Zahmetli iş tutan, külfetli işe girişen.

mütekellim / متكلم

  • Söyleyen, konuşan, nutuk söyleyen.
  • Gr: Söyleyen, birinci şahıs.
  • Konuşan. (Arapça)
  • Birinci tekil şahıs. (Arapça)

mütekellim-i maalgayr / مُتَكَلِّمِ مَعَ الْغَيْرْ

  • Birinci çoğul şahıs, biz.
  • Birinci çoğul şahıs.

mütekellim-i vahde / مُتَكَلِّمِ وَحدَه

  • Birinci tekil şahıs, "ben".
  • Birinci tekil şahıs.

mütekerrir

  • Tekerrür eden. Tekrar. Tekrar olan. Mükerrer olan.
  • Edb: Murabbâ, muhammes, müseddes bentli manzumelerin birinci bendi sonunda tekrar edilmiş olan mısra.

mütekessir

  • (Kesr. den) Kırılan. Parçalanan.

mütelahik

  • (Lühuk. dan) Biribirinin arkasından gelen. Birbirine katılan.

mütelakim

  • Birbirine yumruk atan, telâküm eden.

mütelasık

  • (Lüsuk. dan) Birbiriyle birleşmiş olan. Bitişik.

mütelatım

  • (Mütelatıma) Birbirine çarpan, çarpışan, çalkalanan. Dalgalı.

mütelebbid

  • Birbiri üstünü yığılıp kat kat olmuş.

mütemasil / mütemâsil

  • Birbirine benzer, eş.
  • Birbirinin benzeri, naziri olan.
  • Birbirine benzer.

mütemayiz

  • Birbirinden ayrılan, ayırt edilmiş.

mütemazih

  • Şakalaşan, birbirine lâtife ve şaka yapan.

mütemehhir

  • (Çoğulu: Mütemehhirîn) Mâhir olan, temehhür eden.

mütemetti' hac

  • Hac aylarında ömre yapmak için ihrâma girip, ömre için tavâf ve sa'y yapıp, traş olup ihrâmdan çıkıp sonra memleketine gitmeyerek, o sene terviye gününde veya daha önce, ihrâma girerek müfrid hacı gibi hac yapma.

mütenadd

  • Birbirinden ürken, korkan.

mütenadi

  • (Nida. dan) Birbirini çağıran. Birbirine nida eden.

mütenafi

  • (Nefy. den) Biribirene zıt olan.

mütenafir / mütenâfir

  • Birbirinden nefret eden, ürken. Birbirini görmek istemeyen.
  • Edb: Yanyana gelişleri ile söylemede zorluk çıkaran kelime veya harf.
  • Birbirinden nefret eden.

mütenafis

  • Çekişen. Birbiriyle münâkaşa eden.

mütenahnih

  • (Çoğulu: Mütenahnihîn) Hırıltı ile soluyan. Hırıltı ile ses çıkaran.

mütenahnihane / mütenahnihâne

  • Soluyarak. Hırıltı ile ses çıkararak. (Farsça)

mütenahnihin / mütenahnihîn

  • (Tekili: Mütenahnih) Boğazından hırıltı ile ses çıkaranlar, soluyanlar.

mütenakız / mütenâkız / مُتَنَاقِضْ

  • Birbirine uymayan, birbirine zıt olan, birbirini bozup nakzeden, birbirini bozup nakzeder olan. İkinci söylediği sözü, birinci söylediği söze zıt olup uymayan.
  • Birbirine zıt, çelişen.
  • Birbirine zıt.
  • Birbirine zıt olan.

mütenasib / mütenâsib

  • Uygun, aralarında muntazam bir nisbet bulunan, muvâfık, birbirine mensub ve müşâbih olan.
  • Münasib, birbirine uygun, benzer, denk.
  • Uygun, birbirine yakışan.

mütenasiben / mütenâsiben

  • Birbirine uygun olarak.

mütenasık / mütenâsık

  • Birbirine uygun olan, münâsib ve nizam üzerine dizilmiş olan.
  • Dizili, birbirine uygun biçimde.

mütenasika

  • Bir düzen içinde, tertipli; birbirine uygun, insicamlı.

mütenasil

  • Birbirinden doğan, tenasül eden.

mütenasip / mütenâsip

  • Birbirine uygun.

mütenasır

  • Birbirine yardım eden, muavenette bulunan, yardımlaşan.

mütenatice

  • Her biri ötekinin sonucu; birbirlerini sonuç verme.

mütenazır / mütenâzır / متناظر

  • (Nazar. dan) Tenazür eden, birbirinin karşısında bulunan. Simetrik olan.
  • Birbirine bakan. (Arapça)
  • Simetrik. (Arapça)

müteneffizan

  • (Tekili: Müteneffiz) Nüfuzlu ve hatırı sayılır kimseler. Sözü dinlenir kişiler. (Farsça)

mütenekkiren

  • Kıyafet değiştirip kendini tanıtmayarak.

müteradif

  • Birbirine bağlı, tâbi olan. Birbirinin ardınca giden.
  • Gr: Yazılışı ayrı, fakat mânası aynı olan kelime.

müterakib

  • (Rükub. dan) Kiremit gibi birbiri üstüne binmiş olan.

müterakim / müterâkim / مُتَرَاكِمْ

  • Teraküm etmiş, birikmiş, yığılmış.
  • Birikmiş.
  • Birikmiş, biriken.
  • Birikmiş.

müterasıf

  • Saf şeklinde birbirine yanaşıp sıkışmış olan.

müterettibe

  • Birbirine uyumlu şekilde sıralanan.

müteşabih / müteşâbih

  • Birbirine benzeyenler.
  • Fık: Mânası açık olmayan âyet ve hadis. Kur'an-ı Kerim'in ve hadislerin mecazî mânalara gelen ifadeleri. "Muhkem" olmayan âyet veya hadis.
  • Zâhirî mânası kastedilmeyen ve teşbih ve temsil yoluyla hakikatlerin beyanında kullanılan ifade.
  • Birbirine benzeyen.
  • Kur'ân-ı Kerim'de mânâ ve lafız bakımından tevile elverişli olan âyetler. Muhkem olmayan âyet.
  • Birbirine benzer, mânâsı kapalı âyet ve hadîs.

müteşabihat / müteşabihât

  • Birbirine benzeyenler.
  • Lafız ve mânâ bakımından tevile elverişli âyetler.
  • Müteşabih olan âyetler.
  • Birbirine benzer olanlar.

mütesabık

  • Müsabaka eden. Birinden üstün gelmek için çalışan.
  • İleri geçmek için yarışmak, birisinden ileri geçmek.

müteşabik / müteşâbik

  • Beraber ve karışık olanlar, birbirine karışanlar. Birbirine karışmış ve girmiş vaziyette olan. Girift.
  • Bir ağ gibi birbiri içine girmiş.

müteşabike / müteşâbike

  • Ağ gibi, birbiri içinde ve birbiriyle beraber.
  • Birbirine girmiş, örgülenmiş, karışık.

müteşacir

  • (Çoğulu: Müteşâcirin) Birbirlerine sopayla, ağaçla vuran.

mütesadim

  • (Sadme. den) Birbirine çarpışan, birbirine çarpıp vuran.

müteşaib

  • Şu'belenen.
  • Birbirine karışmamış.
  • Dallı, budaklı. Kollara ayrılmış.

müteşair / müteşâir

  • (Çoğulu: Müteşâirîn) (Şi'r. den) Şâirlik taslayan.

müteşakil

  • Şekli birbirine benzeyenlerden herbiri, bir şekilde olan.
  • Bir aruz vezninin ismi.

müteşakis

  • (Şeks. den) Birbiriyle ihtilaf ve kötü muaşeret eden şahıs. Birbiriyle iyi geçinemeyen. Katı huylu.

mütesakıt

  • Birbiri ardınca dökülüp düşen.

mütesanid / mütesânid

  • Birbirine dayanıp kuvvet alan.
  • Kuvvetli itimat ile birbirine bağlı olan, tesanüd eden.
  • Dayanışma hâlinde olan, birbirini destekleyen.

mütesanidane / mütesânidâne

  • Birbirine dayanıp kuvvet vererek.

mütesanit

  • Birbirini destekleyen.

müteşarik

  • Birbiriyle ortak olan.

müteşatim

  • (Müteşâtime) Karşılıklı olarak birbirine söven.

mütesavi / mütesâvi

  • (Siva. dan) Birbirine müsavi ve eş olan.
  • Birbirine eşit.

müteşavir

  • Birbirine danışan, müşavere eden.

mütesaviy-üt tarafeyn

  • İki tarafı birbirine müsavi ve denk olan.

mütesaviyen

  • Birbirine eş değerde.

mütesaviyü't-tarafeyn / mütesâviyü't-tarafeyn

  • İki tarafı birbirine denk olan; varlık veya yokluk konusunda eşit durumda olan.

mütesayif

  • Birbirine kılıçla vuran.

müteşebbek

  • (Şebk. den) Ağ gibi birbirine geçen.

müteşebbik

  • Şebeke hâlinde olan, ağ gibi birbirine geçen.

müteşebbis / متشبث

  • Teşebbüs eden. Bir işe girişen.
  • Girişimci.
  • Teşebbüs eden, işe girişen.
  • Girişen, teşebbüs eden. (Arapça)
  • Girişimci. (Arapça)

müteşebbisane / müteşebbisâne

  • Bir işe girişerek, teşebbüs suretiyle. (Farsça)

müteşebbisin / müteşebbisîn

  • (Tekili: Müteşebbis) Teşebbüs edenler, bir işe girişenler.

mütesehhir

  • (Çoğulu: Mütesehhirîn) Geceleyin uyuyamayıp sabahlayan.

mütesekkin

  • Teskin edici, yatıştırıcı. Yatışan, teskin olan, sükunet bulan.

müteselsil

  • Birbirini takib eden. Zincirleme, arasız, uzayıp giden.
  • Zincirleme, birbirini izleyen, zincir gibi birbirine bağlı olan.

müteselsile

  • Zincirleme olarak, birbirine bağlı şekilde sıralanan.

müteselsilen / متسلسلا

  • Birbirine bağlanmış sıra halinde, zincirleme şekilde.
  • Sıra ile, zincirleme olarak, birbiri peşi sıra.
  • Zincirleme olarak, birbirinin ardı sıra. (Arapça)

müteşerriz

  • Dibi sağlamlaştırılmış kitap.

müteseyyib

  • (Çoğulu: Müteseyyibîn) Aldırış etmiyen, kayıtsız davranan.

müteseyyibane / müteseyyibâne

  • Kayıtsız davranarak, aldırış etmiyerek, duymazdan gelerek. (Farsça)

müteseyyibin / müteseyyibîn

  • (Tekili: Müteseyyib) Aldırış etmeyenler, kayıtsız davranan kimseler.

mütetabi'

  • (Teba'. dan) Birbiri ardınca gelen.

mütetabian

  • Birbiri ardınca. Birbirinin peşinden.

mütetabık / mütetâbık

  • Birbirine uygun olan.

mütetabıkan / mütetâbıkan

  • Birbirine uygunluk içinde.
  • Birbirine uyarak.

mütetali

  • Birbiri ardınca olup giden.

mütetevvec

  • (Tac. dan) Taç giydirilmiş.

mütevadd

  • Birbirine sevgi gösteren.

mütevafık

  • Birbirine uygun olan, tevafuk eden.
  • Birbiriyle uyumlu olan.
  • Birbirine uyan.

mütevağğıl

  • Bir şeyle aşırı meşgul olan, derinlemesine dalan.

mütevaid

  • Birbirine söz veren. Sözleşen.

mütevakil

  • Birbirini vekil eden.

mütevakkır

  • (Çoğulu: Mütevakkırîn) (Vakar. dan) Onurlanan, vakarlanan.

mütevali / mütevâli

  • (Velâ. dan) Aralık vermeden devam eden, tevâli eden. Birbiri ardınca sıra ile olan.
  • Birbiri ardınca giden, ard arda gelen, takip eden.

mütevalid

  • Birbirinden doğup üreyen.

mütevaris

  • (Veraset. den) Birinden diğerine vâris olup kalan. Babadan oğlu geçen, tevarüs eden.

mütevasi

  • Birbirine teveccüh edip yönelen. Birbirine tavsiye eden.

mütevasib

  • Birbirinin üzerine sıçrayan.

mütevasık

  • Birbirine güvenip itimad etmek suretiyle anlaşan.

mütevasıl

  • (Vasl. dan) Birbirine bitişmiş. Birbirine ulaşan, gelen.

mütevati

  • Birbirine benzeyen.

mütevatir / mütevâtir

  • Yalanda birleşmeleri mümkün olmayan toplulukların birbirinden aktardığı haber veya hadis.

mütevatir hadis / mütevatir hadîs

  • Yalanda birleşmeleri mümkün olmayan toplulukların birbirinden ve ilk topluluğun da Peygamber Efendimizden (a.s.m.) aktardığı hadîs.

mütevazi

  • (Vezy. den) Birbirine müvazi olan. Paralel.

mütevazinü't-tarafeyn

  • Varlığı da yokluğu da birbirine denk, birbirinin seviyesinde.

müteveccih

  • Yönelmiş, dönmüş. Bir yere doğru yola çıkan.
  • Birisine karşı iyi düşünce ve sevgisi olmak. İhsan ve iltifat üzere olmak.
  • Pir-i fâni olmak.
  • Bir tarafa yönelen, bir tarafa gitmeye kalkan.
  • Birine karşı sevgisi ve iyi düşünceleri olan.

mütevekkil

  • Kendi yapamıyacağı işde aczini bilip başka birisini vekil kabul etmek.
  • Tevekkül eden.
  • Allah'a (C.C.) güvenen ve işlerini O'na güvenerek tanzim eden.

mütevelli

  • (Vely. den) Birinin yerine geçen.
  • Bir vakfın idaresine memur edilmiş kimse.

müteverrim

  • (Çoğulu: Müteverrimin) (Verem. den) Kabarık, şiş. Şişiren.
  • Verem olmuş, veremli. Verem illetine giriftar olan.

mütevessil

  • (Vesile. den) Tevessül eden, sebep tutan, başvuran, girişen.

mutezad / mûtezad

  • Birbirine zıt.

mütezadd

  • Birbirine zıt, birbirinin aksi olan.

mütezadde / mütezâdde

  • Birbirine zıt.

mütezahif

  • (Çoğulu: Mütezahifîn) Harpte birbirinin üzerine yürüyüp çatan.

mütezahim

  • (Çoğulu: Mütezahimîn) (Ziham. dan) Birbirini iterek, herbirinin üstüne çıkarak biriken kalabalık.
  • Halkın kalabalığından sıkıntıya uğrayan.

mütezahimin / mütezahimîn

  • (Tekili: Mütezahim) İzdihamdan dolayı birbirinin üstüne çıkanlar. Kalabalıktan sıkışanlar.

mütezavir

  • (Çoğulu: Mütezavirîn) Birbirini ziyaret eden. Gidip gören.

mutlak

  • Sınırlandırılmamış, salıverilmiş.
  • Kayıtsız, şartsız. Teklik, çokluk veya herhangi bir vasıf ile kayıtlı olmayan, delâlet ettiği (gösterdiği) fertlerden (şeylerden) her hangi birini ifâde eden lafız (söz).

mutlak müctehid / mutlak müctehîd

  • Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş olan hükümleri ve mes'eleleri, açık olarak bildirilenlere benzeterek meydana çıkarabilen derin âlim. Ehl-i sünnetin ameldeki mezheb imâmlarından her biri.

mutlık

  • Serbest bırakan. Boşayan. Salıveren. Köle veya esiri serbest bırakan, azad eden.

müttefik

  • İttifak eden. Birbiriyle aynı fikirde olan. Birleşmiş, anlaşmış olan.

müttehemiyet

  • Suçlandırılma, suçlu olduğu tasavvur edilme. Maznunluk.

müttehim

  • Birisine zan ile kabahat isnad eden.

muvahat

  • (Uhuvvet. den) Birbirini kardeşliğe kabul etme. Kardeş etme.

muvahhid

  • Allah'ın birliğine inanan. Tevhid eden.
  • Birleştirici olan.

müvakkit

  • Eskiden İslâm devletlerinde namaz vakitlerini ve bunlarla ilgili âletleri kullanan, tâmirini ve ayarını yapan vazîfeli kimse.

müvalat / müvâlât

  • Abdest alırken her uzvu ara vermeden birbiri ardınca yıkamak.
  • Dostluk, karşılıklı sevgi.Tebrik ile terdif ederim arz-ı hulûsu, Kalbimdeki sıdk u müvâlât senindir.

müvalefe

  • Birbiriyle üns tutmak, dostluk kurmak.

muvaneset

  • (Üns. den) Birbirine alışıp berâber yaşama. Ünsiyet peydâ etme.
  • İnsana alışma, insandan kaçmayış.

muvanis

  • (Üns. den) İnsana alışık, insandan kaçmayan.
  • Ünsiyet peydâ eden, birbirine alışıp birlikte yaşıyan.

muvarede

  • (Çoğulu: Muvâredât) (Vürud. dan) Girip gelme.
  • İki şâirin, birbirlerinden habersiz olarak, tesâdüfen aynı beyitleri söylemeleri.

muvarese

  • (Mirâs. dan) Birbirinden miras yeme.

müvarese

  • Birbirinden miras yemek.

muvasaka

  • Birbirine söz verip anlaşma.

muvasebe

  • Birbirinin üstüne atlama, zıplama, sıçrama.

muvazaa / muvâzaa

  • Bir mes'elede bahse girişmek.
  • Mc: Danışıklı döğüş.
  • Hakikatte olmayan bir durumu varmış gibi göstermek için yapılan bir anlaşma.
  • Danışıklılık, bahse girişme.

müvazaa

  • Birbiriyle düzenlilik edip, başkalarına tersini göstermek.

muvazene-i hal

  • Halin, durumun karşılaştırıması.

muvazene-i şeriat

  • Şeriatın dengesi; Allah tarafından bildirilen hükümlerin dengesi.

muvazenet

  • Ölçmek. Denk olup olmadığını bilmek için tartmak, ölçmek.
  • Düşünmek.
  • İki şeyin vezince birbirine denk olması. Uygunluk.

muvazin

  • (Vezn. den) Ağırlıkça birbirine eşit ve denk olan.
  • Denk, uygun.

müvekkel

  • Birinin yerine vekil tâyin edilmiş kimse.

müzad

  • Arttırılmış, çoğaltılmış, ziyade edilmiş.

muzadde

  • Birbiriyle zıt olmak, terslik.

muzaga

  • Çiğnenen lokmadan ağızda kalan kırıntılar.

müzahame / müzâhame

  • Bir yere yığılarak fertlerin birbirine zahmet vermesi.

müzahamet

  • Birbirine zahmet verme. Kalabalıktan gelen sıkıntı, sıkıştırma.
  • Bir yere itişe kakışa hücum etme.

müzahametsiz

  • Birbirine engel olmaksızın, birbirini zorlamaksızın.

muzaheret

  • Birbirine yardım etmek.
  • Arka olma, destek olma.

müzarea şirketi / müzârea şirketi

  • Zirâat ortaklığı. Harman yapılan ürünleri yetiştirmek için, tarla yâni toprak birinden, çalışma, işçilik diğerinden olmak ve mahsûlü sözleşilen nisbette (miktârda) aralarında paylaşmak üzere, kurulan şirket.

muzari'

  • Ortak. Arkadaş.Benzer, müşabih.
  • Gr: Geniş zamanı ifade eden fiil hali. "Yazar, okur, görür, gelir" gibi.
  • Edb: Aruz kalıplarından birisinin ismi.

müzayakasız

  • Birbirini sıkıştırıp birbirine engel olmaksızın.

müzayede

  • Artırma, ziyadeleştirme.
  • Devletçe veya bir müessesece satılığa çıkarılan bir malın veya arazinin arttırılmaya konulması. Müzayede; biri kapalı zarfla, diğeri açık arttırma ile olmak üzere iki türlü yapılır. Müzayedede konulan şey, en çok arttırma yapana ihâle edilir.

muzayefe

  • Ziyâfet vermek.
  • Birbirine konaklamak.

müzayele

  • Birbirinden ayrılma.

muzbat

  • Kül içinde pişirilen ekmek.

müzdad

  • Çoğaltılmış. Ziyâdeleştirilmiş.
  • Arttırılmış, çoğaltılmış.
  • Artırılmış, çoğaltılmış.

müzehhep

  • Yaldızlanmış, altın suyuna batırılmış.

müzekkir

  • Andıran, hatıra getiren, yâd ettiren, zikrettiren, hatırda tutturan.
  • Zikreden, ibâdet eden.
  • Resul-i Ekrem (A.S.M.) mü'minleri ve bütün beşeriyeti tehlikeli şeylerden halâs edip iki cihan saadetine nâil olma yolunu tâlim ettiğinden, Kur'an-ı Kerim'de müzekkir diye isimlendiril

müzellak

  • Ayağı kaydırılmış.

müzevvec

  • (Zevc. den) Çiftleştirilmiş, tezvic edilmiş.

müzevvir

  • Yalancı, dolandırıcı, arabozucu.

müzill

  • (Zelle. den) Yanlış iş gördüren, hata işleten, ayak kaydırıcı.

na

  • Farsçada nefy edatıdır. Müsbet mânâyı menfi yapar. Kelimenin başına getirilir. Meselâ: Nâ-ehil : Ehliyetsiz, ehil olmayan.

na'k

  • Karga avazı.
  • Çobanın koyuna haykırıp çağırması.

na'ra

  • (Çoğulu: Na'rât) Yüksek sesle uzun uzun bağırma.
  • Tar: Eskiden yangına giderken ve dönerken kalabalık caddelerde, geçitlerde, dönemeçlerde, meydanlarda tulumbacıların içlerinden "naracı" adı verilen birinin bağırması yerinde kullanılır bir tâbirdir. Nâra atmakla yangın münasebetiyle s

na're

  • Haykırış.

na'ye

  • Birisinin öldüğünü bildiren söz.
  • Bir adamın zünub ve kabahatini izhar ve işaa eden söz.

na-güvar

  • (Nâ-güvâre) Midede zor hazmolunan şey. Sindirimi zor. (Farsça)
  • Yenilmesi veya içilmesi acı olan şey. (Farsça)

na-hoş-güvar

  • Hazmı zor, sindirimi güç. Tatsız. (Farsça)

na-meysur

  • Ele geçirememiş. Elde edememiş. (Farsça)
  • İşi kolaylaştırılmış. (Farsça)

na-perva

  • Pervasız, korkusuz, aldırışsız, çekinmez. (Farsça)
  • Sersem. (Farsça)

na-ümid

  • Ümidsiz. Ümidi kırılmış. (Farsça)

na-ümidi / na-ümidî

  • Ümit kırıklığı, ümitsizlik, me'yusiyet. (Farsça)

nabi

  • Haber veren, haberci.
  • Urfa'lı kıymetli bir şâirin ismi. (Mi: 1626- 1712)

nabigat-ül ca'di / nabigat-ül ca'dî

  • Resül-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın duasına mazhar olmuş mühim bir Arab şâiridir. İran'ın fethinde bulundu. Rivayete göre Mi: 684'de İsfehan'da Rahmet-i Rahman'a kavuştu.

nacak

  • Bir ağaç sapa geçirilen, ağzı keskin, genişçe demir âlet. Balta.

nafıa / nâfıa / نافعه

  • Bayındırlık işleri. (Arapça)
  • Nâfıa müdüriyeti: Bayındırlık müdürlüğü. (Arapça)
  • Nâfıa nâzırı: Bayındırlık bakanı. (Arapça)
  • Nâfıa nezareti: Bayındırlık bakanlığı. (Arapça)
  • Nâfıa vekâleti: (Arapça)

nafika

  • (Nüfeka) (Çoğulu: Nevâfık) Keler yuvalarından biri.

nahir

  • Burundan hırıltı çıkarma.
  • Çürümüş kemik.
  • İçine rüzgâr girip çıkmakla öten kemik.

nahire

  • Ayın birinci günü.
  • Ayın son gecesi.

nahnaha

  • Hırıltı ile soluma.
  • Öksürük.

nahr

  • Boğazlamak. Bir hayvanın göğsü üstünden bıçak vurup boğaz damarını kesmek.
  • İki şeyin birbirine göğüs göğüse olması.
  • Boyun. Boğaz çukuru.
  • Sadır.
  • Gündüzün evveli.
  • Namazda kıyamda iken sağ eli sol elin üstüne koymak.

nahv

  • (Nahiv) Yol, cihet. Etraf, yön.
  • Misâl.
  • Miktar.
  • Kasd ve azmeylemek.
  • Gr: Kelimelerin birbirine rabt, izafet ve amel eylemeleriyle ilgili olan kaideleri içine alan ilim. Nahiv ilmi ile Arapça kelimelerin yeri ve usulü bilinir, yani cümle tahlili yapılır.

naib / nâib

  • (Nevb. den) Vekil, birinin yerine geçen.
  • Şeriat hâkimi olan kadı vekili.
  • Nöbet bekleyen.
  • Vekil, birinin yerine geçen.
  • Birinin yerine geçen, vekil.
  • Hac ibâdetinde birine vekâlet eden. Vekil.
  • Kâdı vekîli.

naib-i fail / naib-i fâil

  • Meçhul fiilin mevzuu olan kelime ki, harekesi merfu olur. (Küsirel kalemü: "Kalem kırıldı" cümlesinde " kalem", "Naib-i fâil" olmuş ve fâilin yerine geçmiştir.)

nak

  • Nisbet edatı olarak kelimelere eklenir, sıfat meydana getirilir. Meselâ: Gam-nâk : Gamlı, kederli. (Farsça)

nak'

  • (Çoğulu: Nuk'-Enku) Su saklayacak yer.
  • Kuyu içinde olan su.
  • Deve kuşu avazı.
  • Feryâd etmek, bağırıp çağırmak.
  • Susuzluğu teskin etmek, susuzluğu gidermek.
  • Sıcak suda haşlama.
  • İlâç olarak çıkarılan su.
  • Suda ıslanma.
  • Toz.

nakarat

  • (Tekili: Nakra) Durmadan tekrarlanan usandırıcı şeyler.
  • Edb: Şarkının belli yerlerinde tekrarlanan bestesi değişmeyen parça.

naki'

  • (Çoğulu: Enkia) Kuru üzümü su içinde ıslatarak yapılan şarap.
  • İçinde hurma ıslatılan havuz.
  • Suyu çok olan kuyu.
  • Kandıran, kandırıcı.

nakıf

  • Kırıcı, kıran.
  • Bakan, nâzır.

nakıl / nâkıl

  • Nakleden, birinden duyduğunu veya okuduğu şeyi bildiren. İctihâd derecesine varamayıp, sâdece müctehid (Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarabilecek dereceye ulaşmış olan) âlimlerin verdikleri fetvâları (dînî suâllere verdikleri cevâb ları) nakleden âlim.

nakiz

  • (Nakz. dan) Zıt, karşı. Birbirine karşı, zıt olan şey veya iş.
  • Man: Bir şeyin, bir kaziyenin hükmüne, mânasına muhalif olan veya ondan başka kaziye. Bir şeyi ref'eden şey. (Meselâ: "Her insan hayvandır. Bazı insan hayvan değildir." kaziyeleri birbirinin nakizidir. Nakiz ile zıd beyni

nakızeyn / nâkızeyn

  • Birbirine zıt iki şey.

nakkar

  • Müzik, çalgı.
  • Gagalıyan.
  • Ağaç, taş ve madeni eşyayı oyarak ve çukurlaştırıp kabartarak ona mücessem şekiller veren sanatkârlar.

nakli delil / naklî delil

  • Şer'î hükümler için naklî delil esastır. Yalnız akıl ile din namına hüküm getirilmez ve böyle bir hükmün dinle alâkası olmaz. Dinî meselelerde aklın ve ilmin vazifesi; dinî hükümlerdeki hikmetleri ve hakkaniyet delillerini görüp izhar etmektir. Kur'anın bazı âyetlerinde yapılan akla havaleler ve Kur

nakliyat-ı askeriye

  • Askerî kıt'aların; top, tüfek, cephane, teçhizat ve levazımatı ve her türlü seferî ihtiyaçlarıyla birlikte bir yerden kaldırıp başka bir yere gönderilmesi, nakledilmesi. Askerî nakliyat.

nakz

  • Bozmak. Çözmek. Kırmak.
  • Bir sözleşmeyi yok saymak.
  • Kalın bir şeridi çözüp dağıtmak.
  • Parmaklarda veya âzâda oynak yerler.
  • Kiriş.
  • Palan. Deri.

nakzeyn

  • İki zıt, zıtlar. Birbirine muhalif iki şey.

namaz

  • İslâmın beş şartından birisidir. (Farsça)
  • Duâ. (Farsça)
  • Zikir. (Farsça)
  • Kur'an. (Farsça)
  • Kunut. (Farsça)
  • Rüku. (Farsça)
  • Salât. (Farsça)
  • Şükür. (Farsça)
  • Tesbih. (Farsça)
  • Secde. (Farsça)
  • Hamd. (Farsça)

name-i hümayun

  • Tar: Osmanlı Padişahları tarafından İslâm ve Hristiyan Hükümdarlarla Osmanlı Devletine tâbi imtiyazlı olar Mekke Şerifine, Kırım Hanına, Eflâk ve Boğdan Voyvodalarına, Erdel Kralına, Gürcü ve Dağıstan Hanlarına gönderilen mektublara verilen addır.

namus-ı ekber / nâmus-ı ekber

  • Peygamber efendimize vahy getiren ve dört büyük melekten biri olan Cebrâil aleyhisselâm, Cibril.

nasara / nasâra / nasârâ / نصارا

  • Hıristiyanlar.
  • Hıristiyanlar.
  • Hıristiyanlar. (Arapça)

nasara ulema-yı benamından / nasârâ ulema-yı benâmından

  • Hıristiyanların meşhur âlimlerinden.

naşib

  • Hâfız.
  • Ok sahibi. İçine girip yapışan nesne.

nasih / nâsih

  • Daha önce bildirilen bir hükmü kaldıran, âyet-i kerîme veya hadîs-i şerîf. Kaldırılan hükme mensûh denir.

naşir

  • Neşreden, yayan.
  • Bir müellifin eserini bastırıp çıkartan. Editör.

naşir-i ağraz / nâşir-i ağrâz

  • Kötü maksat ve kin taşıyanların yayın organı, nâşiri.

nasl

  • Ok demiri.

nasrani / nasrânî / nasrâni / نصرانى / نَصْرَان۪ي

  • Hıristiyan.
  • Hıristiyanlık dinine mensup olan kimse.
  • Hıristiyan. (Arapça)
  • Hıristiyan.

nasraniyet / nasrâniyet

  • Hıristiyanlık.
  • Hıristiyanlık.

naz-perdar

  • Birinin nazını çeken. (Farsça)

nazar ber kadem

  • Nakşibendiyye yolunun temel bilgilerinden birisi olup, tasavvuf yolculuğunda adımdan ileriye bakmak ve adımını baktığı yere atmak.

nazil olan / nâzil olan

  • İnen, indirilen.

nazil olma / nâzil olma

  • İnme, indirilme.

nazır

  • (Çoğulu: Nüzzâr) Nazar eden, bakan.
  • Bir idarenin veya dairenin umur ve işlerine bakan en büyük memur. Bir işin idaresine memur reis.
  • Kabine azalarından herbiri. Nâzır. Vekil. Bakan.
  • Vâsinin yapacağı tasarruflara nezarette bulunmak üzere musi veya hâkim tarafından tayi

nazir

  • Bir şeye benzemek üzere yapılan şey. Denk, eş, örnek. Benzeyen.
  • Edb: Bir şairin manzumesine, başka bir şair tarafından aynı vezin ve kafiyede olmak üzere yapılan benzer.

neam, la / neam, lâ

  • Evet, hayır. "doğru; fakat, meselenin içinde senin hatırına gelmeyen şu da var" manasındadır.

neam-la

  • Evet, hayır. " Doğru fakat, mes'elenin içinde senin hatırına gelmeyen şu da var." mânâsınadır.

nebati haşir / nebatî haşir

  • Bitkilerin öldükten sonra bahar mevsiminde yeniden diriltilmeleri.

nebile

  • Büyük, iri.

nebiyyü'l-haram

  • Mescid-i Haram Peygamberi, Hz. Muhammed'in (a.s.m.) isimlerinden biri.

necaset-i hafife

  • Hanefî mezhebine göre pis olduğuna dair şer'î bir delil mevcud olan şeydir. Diğer bir tabire göre murdar olmadığı rivayet edilen şeydir. (Eti yenen hayvanların bevilleri gibi.) Bedenin veya elbisenin dörtte birinden az miktarı namaza mani olmaz.

necel

  • Büyük gözlülük. İri gözü olmak.

necire

  • Bulamaç aşı.
  • Kızgın taş ile kızdırılmış su.
  • Kârgir duvar.
  • Tahtadan veya ağaçtan olan sofa.
  • Çulhaların beze sürdükleri haşil.

nef'i / nef'î

  • Menfaat ile alâkalı, faydacı.
  • Sihâm-ı Kaza nâmındaki hicivli şiirleri ile meşhur Erzurum - Hasankale'li olup İstanbul'da yaşamış bir şâirin adıdır. 1634'de 4. Murad devrinde bir hicviyesinden dolayı boğdurulup denize atılmıştır.

nefed

  • Bitirme, tükenme, bitirilme.

nefh-i sur-u israfil / nefh-i sûr-u isrâfil

  • Ölümün ardından topyekun diriliş için Hz. İsrafil'in sûra üflemesi.

nefha

  • Üfleme, üfürme. İsrâfil aleyhisselâmın, kıyâmetin kopup insanların öleceği ve tekrar diriltilecekleri zaman, nasıl olduğu bizce bilinmeyen sûra üflemesi.

nefha-i isa-yı fıtrat / nefha-i isâ-yı fıtrat

  • Hz. İsa'nın (a.s.) ruh üflemesi, ölüleri dirilten nefesi.

nefhat-ül-ba's

  • İsrâfil aleyhisselâmın, nasıl olduğu bizce bilinmeyen ve sûr denilen bir âlete ikinci defâ üflemesiyle bütün canlıların dirilmesi.

nefhat-ül-fer'

  • İsrâfil aleyhisselâmın, kıyâmetin kopacağına yakın, nasıl olduğu bizce bilinmeyen sûr'a birinci defâ üflemesi.

nefis-perest

  • Şeriat kanunlarına aykırı olarak, ahlâk kaidesini tanımadan nefsinin isteklerine uyan. Nefsine taparcasına düşkün olan.

nefisperest

  • Nefsine aşırı düşkün olan.

nefl

  • Sevab için yapılan ibâdet. Emredilmemiş, farz veya vâcib olmadan yapılan ibadet. Nâfile.
  • Birisine ganimet malı veya atiyye, ihsan vermek.
  • Yemin etmek.

nefret

  • Tiksinmek, ürküp kaçmak.
  • Birisinin yakını ve akrabası.

nefs-i mütekellim

  • Gr: Birinci şahıs.

nefs-i natıka / nefs-i nâtıka

  • Konuşan öz, insan; doğru ile yanlışı birbirinden ayıran insan mahiyetinde bulunan nur, aklî ve naklî meselelerin alâkalarını hissetmeye ve anlamaya kabiliyeti olan insan ruhu, insan.

nefy

  • Sürgün etmek. Birisini kendi rızası olmadan, bir yerden başka bir yere nakletmek, sürmek.
  • Gr: Bir şeyin olmadığını ifade eden (olumsuzluk) edatı. Müsbetin zıddı, menfi olan. Bir şeyin yokluğunu veya olmadığını iddia.

nehd

  • İri gövdeli ve karınlı at.

nehhat

  • Çalıştırılan sığır.
  • İnce.
  • Hımar, eşek.
  • Sadaka toplamaya memur olan kişinin işini bitirdikten sonra ücretini alması.

nehir

  • Burun içinden çıkan ses, hırıltı.

nehk

  • Eşek bağırışı.

nehş

  • Yılan sokmak.
  • Almak, kabzetmek.
  • Ön dişiyle bir nesneyi ısırır gibi tutmak.
  • Et almak.

nehz

  • Süngü demirini inceltmek.
  • Kemik üstündeki eti soyup gidermek.
  • Çok et.

nekaiz

  • (Tekili: Nakize) Nakizeler. Birbirine zıd şeyler.

nekir / nekîr

  • Bilinmemiş olan. Muayyen olmayan.
  • Mezarda iki sual meleğinden birisinin adı. (Diğerininki; münkerdir)
  • Kabirde suâl soran meleklerden biri.
  • Kabirdeki sual meleklerinden biri.

nekre

  • Belirsiz olan.
  • Çıban ve yaradan çıkan kan ve irin.
  • Garip ve gülünç fıkralar.
  • Hoş sohbet ve hazır cevap kimse.
  • Gr: Belirtilmemiş isim, neye delâlet ettiği belli olmayan (harf-i tarifsiz) isim.

nekre-i mevsule

  • İki kelime veya mânâyı birbirine bağlayan kelime.

nemaim

  • (Tekili: Nemime) Dedikoducular, çekiştiriciler.

nemaz

  • İslâm dîninin beş şartından biri.

nemek-sud

  • Tuzlanmış, tuza bastırılmış, tuzlu şey. (Farsça)
  • Pastırma. (Farsça)

nemm

  • Birinin sözünü başkasına götürüp ikisinin arasını bozma. Koğuculuk.

nergis

  • (Nerges - Nercis) İri papatya biçiminde ortası yeşil veya sarı, yaprakları gri ve sarı bir çiçek. Suyu, uyuşturucudur. Mahmur bakışı andırır.

neş'e-i uhra / neş'e-i uhrâ

  • Son kez yaratılıp diriltilme (âhirette).
  • Ölümden sonra mahşerde yeniden dirilmek. Buna "Neş'e-i sâniye" de denir.

neş'e-i ula / neş'e-i ûlâ

  • İlk yaratılış, ilk diriltilme (dünyada).

neş'et-i uhra / neş'et-i uhrâ

  • Mahşerde yeniden dirilme.

nes'i / nes'î

  • Câhiliyet devrinde belirli vakti geciktirilmiş haram aylar.

nesara / nesârâ

  • Hıristiyanlar.

neşê

  • Yeniden meydana gelme, dirilme.

neseb

  • Sülâle, hısımlık, karabet, soy. Baba soyu, atalar zinciri.
  • Vuslat.
  • Sülâle, hısımlık, karabet, soy, baba soyu, atalar zinciri.

neşefe

  • (Çoğulu: Nüşüf) Ayağın kirini temizlemede kullanılan taş.

neşg

  • Aşk galebe edip haykırıp çağırmak.
  • Tâlim etmek.

nesh

  • Var olan şer'î bir hükmün, sonradan gelen yine şer'î bir hükümle yürürlülükten kaldırılması.
  • Emir ve yasaklarla ilgili şer'î (dînî) bir hükmün, ondan sonra gelen şer'î bir delîl (hüküm) ile kaldırılması, yürürlülük zamânının sona erdiğinin haber verilmesi, açıklanması. Hükmü kaldırılan delîle, nâsih; kaldırılan hükme mensûh denir.

nesis

  • Aşırı derecedeki açlık.
  • İnsan gücünün sonu. İnsanın en son tâkati.
  • Son nefes.

nesr

  • Arş ve sema ile ilgili meleklerden biri.
  • Hamele-i Arş'tan olan bir melek.
  • Akbaba, kartal.
  • Nuh kavminin putlarından birisinin ismi.
  • Yarayı deşmek.
  • Kuşun, eti didiklemesi.
  • Birinin aleyhinde konuşmak.
  • Güneyde bir parlak yıldız. Buna Nesr-ül vâki' denir. Batıdaki yıldıza ise: Nesr-üt-Tair

neşr

  • Âhirette, ölülerin diriltilip, hesâbları görüldükten sonra, cennetliklerin Cennet'e ve cehennemliklerin Cehennem'e dağılmaları.
  • Yayma, dağıtma.
  • Yayma, dağıtma, ölülerin mahşerde dirilip toplanmasından sonra yayılması.

neşr-i suhuf

  • Sahifelerin neşri.
  • Haşirde, insanların hesab görülmek için dirildiklerinde amel defterlerinin meydana çıkarılıp herkesin amelinin belli oluşu.

nesre

  • Büyük geniş gömlek.
  • Hayvanın tiksirip burnundan sümüğünü çıkarması.
  • Menazil-i kamerden iki yıldız.

neşş

  • Kaynamak, galeyan.
  • Her nesnenin yarısı.
  • Davarın tezce derisini yüzüp etinden ayırıp çıkarmak.
  • Yirmi dirhem.
  • Karıştırmak.

nesturiyye / nestûriyye

  • Hıristiyanlıktaki fırkalardan biri.

neuzü

  • "Sığınırız" meâlinde fiil.

neuzü billah / neûzü billah

  • "Allahü teâlâya sığınırız" mânâsına, tehlikeli hâllerden ve îmânı gideren şeylerden sakınma ve korkma mânâsını ifâde eden bir söz.

neuzü-billah / neuzü-billâh / neûzü-billâh / نَعُوذُ بِاللّٰهْ

  • Allah'a sığınırız, Allah korusun.
  • Allaha sığınırız.

neuzübillah / neûzübillah

  • Allaha sığınırız.

nev-i beşerin humsu

  • İnsanlığın beşte biri.

nev-icad

  • Evvelce yok iken sonradan yapılmış. Yeniden meydana getirilmiş. (Farsça)

nev-inan

  • Acemi at, bineğe yeni alıştırılan at. (Farsça)

neva / nevâ

  • Ses, sadâ, makam, âhenk.
  • Refah.
  • Levazım, kuvvet, zenginlik.
  • Nasip.
  • Türk musikisinde eski makamlardan biri.

nevadir haberler / nevâdir haberler

  • Hanefî mezhebi imâmlarından İmâm-ı Muhammed'in (El-Keysâniyyât), (El-Hârûniyyât), (El-Cürcâniyyât), (Er-Rukıyyât) adındaki kitablarıyla bildirilen din bilgileri, haberler.

nevatır

  • Kirişi kesik olan yay.

nevh

  • Ağıt etmek.
  • Bağırıp çağırarak sesle ağlamak.

nevmid

  • Ümidsiz, me'yus, mükedder, cesareti kırılmış. (Farsça)

nevmidi / nevmidî / nevmîdi

  • Ümidsizlik, cesaret kırıklığı.
  • Ümitsizlik, cesaret kırıklığı.

nevruz günü / nevrûz günü

  • Mecûsîlerin (ateşe tapanların) Martın yirmi birinde kutladıkları mecûsî bayramı.

nevvab

  • Nâiblik eden. Birinin yerine vekil olarak iş gören.

neyseb

  • Karıncaların birbirine bitişerek yol almaları.

nez'

  • Halkı birbirine düşürmek, ifsâd, bozmak.

nez' edilmek

  • Ayırılmak, çekip atılmak, sökülmek. (Arapça - Türkçe)

nezaza

  • Az olmak, kıllet.
  • Her nesnenin bakiyyesi, artığı ve âhiri.

nezzare / nezzâre

  • Birbirini takip eden, birbirine bakan.

niguhide

  • Çekiştirilmiş, zemmolunmuş, gıybet edilmiş. (Farsça)

nikal / nikâl

  • Dizgin demiri.

nikl

  • (Çoğulu: Enkâl) Köstek.
  • Kayd.
  • Dizgin demiri.

niks

  • Elbisenin ve örülmüş şeylerin eskilerini bozup gidermek, tekrar yine iplik yapmaya kabil olanı ip eğirip yenilemek.

nimzinde

  • Yarı canlı. Ölü ile diri arası.

nisar

  • "Saçan, saçıcı" mânasına gelir ve kelimeleri sıfatlandırır. Meselâ: Pertev-nisar : Işık saçan.

nişdet

  • Araştırıp sorma.
  • Kaybolan bir şeyi arama.

nısf

  • Yarım, yarı. İslâm mîrâs hukûkunda eshâb-ı ferâiz adı verilen yâni Kur'ân-ı kerîmde payları bildirilenlerden bâzı kimselere verilen yarım hisse.

nısf-ül-leyl

  • Gece yarısı yâni Akşam namazının girişi ile, sabah namazının girişi arasındaki vaktin ortası.

nizam-ı cedid

  • Yeni nizam. Osmanlı Devletinde III. Sultan Selim zamanında yeni nizamla yetiştirilen bir askerî teşkilât.

noel gecesi

  • Hıristiyanların 25 Aralık veya buna yakın bir târihte Îsâ aleyhisselâmın doğduğunu kabûl ettikleri gece.

nokta-i hilafet / nokta-i hilâfet

  • Peygamberimizin (a.s.m.) vekili olarak Müslümanların din ve dünya işlerinin tedbirini gören genel başkanlık noktası.

nokta-i istimdad

  • Yardım isteme noktası. İnsanın kalbindeki sonsuz emel ve arzuların yerine getirilmesine olan ihtiyaç.

nota

  • Bildiri.

nuak

  • Çobanın koyuna haykırıp çağırması.

nübüvvet da'va etmek

  • Peygamber olduğunu bildirip doğruluğunu isbat için deliller göstermek, peygamberliğini ileri sürmek.

nübüvvet yolu

  • Tasavvufta insanları Allahü teâlânın sevgisine, rızâsına kavuşturan iki yoldan birincisi ve en üstünü. Velî bir zâtın sohbetinde yetiştikten sonra arada sebeb ve vâsıta olmadan feyzin, kalb bilgilerinin asıl'dan yâni Resûlullah efendimizden alındığı yol. Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan ikinci yo

nücu'

  • Yemeğin hazmolup sindirilmesi.
  • Eser yapmak.
  • Duhul etmek, girmek.

nügak

  • Çobanın koyuna çağırıp haykırması.

nuh suresi / nûh sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin yetmiş birinci sûresi.

nühud

  • Atın iri gövdeli olması.

nuhust

  • Birinci, ilk, evvel. (Farsça)

nuhustin / nuhustîn

  • Birinci, ilk, evvel. (Farsça)

nükte

  • Güzel mânâlı söz.
  • Derin düşünerek ve zihni yorarak ilmî, edebî veya başka bir söz ve yazıdan çıkarılan ince mânâ. Meselâ bu sözde bir nükte vardır, bu şiirin nüktelerini anlamak kolay değildir, denir.

nümune-i haşir

  • Haşir nümunesi, dirilme örneği.

nun-u azamet

  • "رَزَقْنَا=Rızıklandırdık" ifadesindeki Cenâb-ı Hakkı ve Onun yüceliğini gösteren "نَا=Biz" zamiri.

nun-u mütekellim-i maalgayr

  • Birinci çoğul şahıs; biz.

nur-u furkani / nur-u furkanî

  • Hak ile bâtılı birbirinden ayıran Kur'ân'ın nuru.

nurdan sesler

  • Ali Ulvi Kurucu tarafından yazılan bir şiirin başlığı.

nusayri / nusayrî

  • Eshâb-ı kirâma (Peygamber efendimizin arkadaşlarına) iftirâ eden şîanın kollarından. On birinci imâm olan Hasen bin Ali Askerî'nin adamlarından olduğunu söyleyen İbn-i Nusayr adındaki bozuk inanışlı kimseye uyanlar.

nüsha-i kur'aniye / nüsha-i kur'âniye

  • Ciltlenmiş, kitap hâline getirilmiş Kur'ân nüshası.

nüsük

  • İbâdet. Hac ve umrede yerine getirilmesi lâzım olan işlerin herbiri.

nüşur

  • Neşirler.
  • Yaymalar, dağıtmalar.
  • Öldükten sonraki dirilmeler. (Nüşur, neşir gibi bâzan müteaddi, bâzan lâzım olur. Müteaddi olursa bir şeyi açıp yaymak mânasına gelir ki, lisanımızda neşr ve neşriyat ve menşur bu mânadandır. Bunun lâzımına intişar denilir, lâzım oldukları zama

nüzul-u kur'an / nüzûl-u kur'ân

  • Kur'ân'ın indirilmesi.

nüzul-ü kur'an / nüzûl-ü kur'ân

  • Kur'ân'ın indirilmesi.

oba

  • Ev biçimi, birkaç direkli, uzun bölüntülü keçeden yapılmış göçebe çadırı.
  • Çadırlardan müteşekkil küçük topluluk.
  • Göçebe ailesi. Çadır halkı.

obüs

  • Ask: Dikey veya dalıcı atış yapabilen, oldukça kısa namlulu top. Obüsler Milâdi 16. asırda icad olunmuştur. Bir mânianın arkasında bulunan ve bu sebeple doğruca görülemeyen düşman mevzilerinin yüksek münhanilerle aşırılmak suretiyle endaht yapmak maksadıyla icad edilmiştir.

ocak imamı

  • Tar: Yeniçeri Ocağı'nın imamı. Cami-i Miyane adını alan ve ilkin mescid halinde bulunan Orta camii, Hicri 1000 senesinde büyütülerek cami haline getirilmiştir. Camiin imamı, hatibi, müezzini, muarrifi ve kayyumu vardı. İmam, Yeniçeriler arasında okuyup yazan ve tahsil görenlerden seçilirdi.

ok

  • Yay veya keman denilen kavis şeklinde bükülmüş bir ağaç çubuğa gerili kirişe takılarak uzağa atılan ucu sivri demirli ince ve kısa değneğe verilen addır. Ok, silâhın icadından evvel insanlar tarafından kullanılmış ise de, en büyük mahareti Türkler, Araplar göstermişlerdir.

okıyye

  • Okka; eskiden kullanılan 1282 gr.'lık bir ağırlık birimi, dört yüz dirhem.
  • Eskiden kullanılan bir ağırlık birimi, dörtyüz dirhem.

ömer hayyam

  • Çadırcı Ömer mânâsında olan bu kelime, İran'ın meşhur hayâlperest ve içkiden çok bahseden bir şâirinin adıdır.

ordu

  • t. Bir devletin dinini, namusunu, vatan ve istiklâlini her çeşit yabancı taarruz ve tecavüzüne karşı koruyan askerî en büyük üç kuvvetten biri. Hava Ordusu, Deniz Ordusu, Kara Ordusu gibi.
  • En büyük askerî birlik.
  • Aynı iman ve düşünce sahiplerinin faaliyette olanlarının hepsi.

ortodoks

  • Hıristiyanlık mezheblerinden. Ortodoks mezhebinin rûhânî (dînî) lideri patrik olup, merkezi İstanbul Fener'deki patrikhânedir. 1054 (H.446)'da İstanbul patriği olan Mihael Kirolarius, Roma'daki papadan ayrılarak Ortodoks kilisesini (mezhebini) kurdu. Roma'daki papaya tâbi olanlara katolik, İstanbul'
  • Hıristiyanlıkta bir mezhep.

oruç

  • İslâm'ın beş şartından biri. Fecrin (tan yerinin) ağarmasından yâni imsaktan güneş batıncaya kadar yimeği, içmeği ve cimâ'ı terk etmek.

oruç kazası / oruç kazâsı

  • Oruç tutmamayı mubah kılan (dinde bildirilen) bir özür sebebiyle vaktinde tutulamayan veya kasd (bilerek) olmadan orucunu bozan bir kimsenin, Ramazân bayramının birinci, Kurban bayramının ilk üç günü hâricindeki zamanlarda gününe gün oruç tutması.

osmanlı

  • Osmanlı Devleti teb'asından olan.
  • Anadolu Selçuklu Devleti'nin Bizans sınırındaki Beyliğin reisi olan Ertuğrul Bey'in vefatından sonra, Mi: 1288'de yerine geçen Osman Beyin kurduğu devlete mensup olan.

öşr-ı mi'şar-ı aşr / öşr-ı mi'şâr-ı aşr

  • Onda birin onda birinin onda biri; yani binde bir.

öşr-ü mişar

  • Onda birin onda biri, yâni yüzde bir.

ozan

  • Edb: Eski Türk şâiri ve âlimi. (Türkçe)

özr sahibi / özr sâhibi

  • Bir namaz vakti içinde yâni namaz vaktinin başından sonuna kadar, abdest alıp yalnız farzı kılacak kadar bir zaman, abdestli kalamayan yâni idrâr ve başka akıntılar gibi abdesti bozan şeylerden biri kendisinde devamlı mevcûd olup durduramayan kimse. İstihâzalı olan.

pa-yab

  • Kuvvet, kudret, tâkat. (Farsça)
  • Su birikintisi. (Farsça)
  • Havuzun dibi. (Farsça)
  • Kuyu basamağı. (Farsça)
  • Son, nihayet. (Farsça)

palaheng

  • Yular, dizgin. (Farsça)
  • Av veya suçlu bağlanacak kement. (Farsça)
  • Kemer. (Farsça)
  • Tazı boynuna geçirilen ağaç halka. (Farsça)

palamar

  • Büyük gemileri karaya bağlamak yahut demir gomneye bedel lengere rabtetmek için kullanılan halat.
  • Büyük halat.
  • Vaktiyle muharebelerde silâh olarak kullanılan ve yük kaldırmak için kullanılan sırıklar. (Sanat Ansiklopedisi)

paldüm

  • Hayvanın semerinin ileri geri kaymaması için arka ayaklarının kaba etleri üzerinden geçirilen kayış. (Farsça)

palude

  • Süzülmüş, saf hâle getirilmiş. (Farsça)

pan

  • Yun. "Bütün, karşı" mânasına kelimenin başına getirilerek kullanılır. Meselâ: Panzehir : Zehire karşı ilâç.

papa

  • Katolik mezhebine mensûb hıristiyanların en yüksek rûhânî (dînî) lideri.

papaz

  • Hıristiyan din adamlarına verilen ad.
  • Hıristiyan din adamı.

para / پَارَه

  • Alış-veriş aracı olarak kullanılan, biriktirme ve tasarruf etmeye yarayan, çeşitli mâdenlerden veya kağıttan îmâl edilmiş değer ölçüsü. Belli ağırlıkta basılmış olan altın ve gümüş paralara sikke veya meskûkât, altın paralara dînâr, gümüş paralara dirhem denir.
  • Bir kuruşun kırkta biri.

paragraf

  • Yun. Düz yazıda bölümlerden herbiri.

paralel

  • Yun. Müvazi.
  • Geo: Bütün noktaları birbirinden aynı uzaklıkta olan çizgi veya hat, düzlük, satıh.

parazit

  • Yun. Radyo gibi ses veya elektrik âletlerinin zırıltı ve gürültü çıkarması.
  • Başka bir hayvan veya nebatın üzerinde onun zararına yaşayan canlı. Asalak. Tufeylî.

pare

  • Cüz, parça. Kesinti. (Farsça)
  • Para. Kuruşun kırkta biri. (Farsça)
  • Kur'an-ı Kerim'in otuz kısmından bir kısmı, bir cüz'ü. (Farsça)
  • Sayı, bölük. (Farsça)
  • "Parça" mânâsına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Meh-pâre : Ay parçası. (Farsça)
  • Güzel. Yek-pâre : Tek parça, bir parça. (Farsça)

parsel

  • Bir maksatla ayrılarak sınırlandırılmış arazi parçası. (Fransızca)

partizan

  • Kendi partisine aşırı düşkün olup başkasına hak tanımak istemeyen kimse. (Fransızca)

pas

  • Gecenin sekizde biri. (Farsça)
  • Gözetleme, bekleme. (Farsça)
  • Keder, hüzün, gam. (Farsça)
  • İç sıkıntısı. (Farsça)

pasinler cephesi

  • Birinci Dünya Savaşı'nın ilk çıktığı sıralarda Erzurum yakınlarındaki Pasinler yöresinde Ruslar'a karşı açılan cephe.

paskalya

  • Hıristiyanların inanışlarına göre, Îsâ aleyhisselâmın haça gerildikten sonra dirilerek göğe yükselmesi ile ilgili olarak her yıl Mart ayının on dördüncü gününden sonra gelen ilk Pazar günü yaptıkları şenlik, âyin.

patrik

  • Ortodoks mezhebine mensûb hıristiyanların, en büyük rûhânî (dînî) lideri.

payzen

  • .f Ayağına pranga vurulmuş. Forsa, deniz esiri.
  • Suçlu.
  • Esir.
  • Hizmetçi, uşak.

pehlu

  • Vücudun iki yanından biri, yan. (Farsça)

per / پر

  • Kanat. (Farsça)
  • Kuşların iri tüyü, yelek. (Farsça)

perdaz / perdâz

  • Düzelten, yönlendirici.

perde

  • Kapı, pencere gibi yerlere asılan veya iki yeri birbirinden ayıran, görünmeğe mâni olan şey. (Farsça)
  • Mc: Irz, namus, iffet. (Farsça)
  • Bir müzik parçasını meydana getiren seslerden herbirinin kalınlık veya incelik derecesi. (Farsça)
  • Bir sahne eserinin büyük bölümlerinden her biri. (Farsça)
  • Ekran, (Farsça)

perdeber-endaz

  • Perdeyi kaldırıp atan. (Farsça)
  • Utanmayı bırakan, sıkılmayan, utanmayan, hayâsız. (Farsça)

perdeberdar

  • Perde kaldırıcı. Perde açıcı. (Farsça)

perdebirunane / perdebirunâne

  • Sıkılmadan, utanmazcasına. Perdeyi kaldırırcasına. Edebsizce. (Farsça)

perestan

  • Ocak, fırın. (Farsça)

perestiş

  • Aşırı düşkünlük, tapınış.
  • Aşırı derece sevmek, ibadet etmek.

perestiş eden

  • Aşırı derece seven.

perestiş etmek

  • Bir şeye aşırı düşkün olmak.

perize

  • Ateşte pişirilen ekmek. (Farsça)
  • Kırmızı altun. (Farsça)

pervane / pervâne / پروانه

  • Fırıldak çark. (Farsça)
  • Geceleri ışığın etrafında dönen küçük kelebek. (Farsça)
  • Haberci, kılavuz. (Farsça)
  • Pervane böceği. (Farsça)
  • Fırıldak, pervane. (Farsça)
  • Ulak. (Farsça)

pervaze

  • Kır gezisi için hazırlanan yemek. (Farsça)
  • Altun ve gümüş yaprakların kırıntısı. (Farsça)

perverde

  • Terbiye görmüş, yetiştirilmiş, beslenmiş. (Farsça)
  • Beslenmiş, yetiştirilmiş.

perverde edilmek

  • Beslenmek, yetiştirilmek.

perverende

  • Besleyen, büyüten. Besleyici, büyütücü. (Farsça)
  • Terbiye edici, yetiştirici. (Farsça)

perveriş

  • Besleme, besleyiş. Beslenme. (Farsça)
  • Terbiye etme, yetiştirme, eğitme. Terbiye edilip yetiştirilme, eğitilme. (Farsça)
  • İlerleme, terakki. (Farsça)

perverişyab / perverişyâb

  • Beslenen. (Farsça)
  • Terbiye edilen, terbiye gören, eğitilen, yetiştirilen. (Farsça)

perverişyafte / perverişyâfte

  • Terbiye edilmiş, büyütülmüş, yetiştirilmiş, eğitilmiş. (Farsça)

peşkeş

  • (Pişkeş) Başkasının malını birine bağışlamak. Verilmemesi lâzım olan şeyi başkasına vermek. Karşılıksız vermek. (Farsça)

peşrev

  • (Aslı: Pişrev) Önde giden. (Farsça)
  • Türk müziğinde bir saz eseri. (Farsça)
  • Güreşten önce pehlivanların ellerini birbirine veya dizlerine çarparak ve biraz sıçrayarak yaptıkları oyun. (Farsça)
  • Bir çeşit ok. (Farsça)

pey-a-pey

  • Birbiri ardınca, birbirinin arkasından. (Farsça)
  • Azar azar, tedricen, peyderpey. (Farsça)

pey-der-pey

  • Birbiri ardınca. Yavaş yavaş, azar azar. (Farsça)

peyk

  • Bir şeyin etrafında, ona tabi olarak dönen. Seyyare. (Farsça)
  • Haber ve mektup getirip götüren. (Farsça)

peymane-şikest

  • Kadehi kırık. (Farsça)

pil-ten

  • Fil gibi iri, fil vücutlu.

piristu

  • (Piristuk) Kırlangıç kuşu. (Farsça)

pişhayme

  • Pâdişah veya vezirlerin divan çadırı. (Farsça)

piskopos

  • Hıristiyanlığın katolik ve doğu kiliselerinde en yüksek rûhânî ünvâna sâhip ve umûmiyetle bir bölgenin dînî lideri olan hıristiyan din adamlarına verilen ad.

piyango

  • Bir kumar çeşidi. Mülk sâhiblerinin haklarının miktarlarını değiştirmek veya ortaklardan birinin hakkını yok etmek, yâhut hakkı olmayana pay vermek için yapılan kur'a.

pota

  • İçinde madenlerin eritildiği ve şekillendirildiği kap.

pota-i furkan

  • Hak ile batılı birbirinden ayıran Kur'ân-ı Kerim potası ve kalıbı.

prens bismark

  • (1815 - 1898) Meşhur Alman siyasilerinden ve Alman birliği için çalışanlardan birisidir. İslamiyeti ve Hz. Peygamber'i (A.S.M.) medh ü sena ederek hayranlığını bildiren bir mütefekkirdir.

protestanlık

  • Purutluk, Hıristiyanlıkta bir mezhep.

purutluk

  • Hıristiyanlıkta bir mezhep, protestanlık.

ra

  • İsim veya zamirin sonuna ilâve edilirse, Türkçedeki i, im, in, a, e eklerinin yerine kullanılır. Meselâ:Hâne: Ev. Hâne-râ: Evi, evin, eve.Tû: Sen. Tû-râ: Seni, senin, sana. (Farsça)

ra'c

  • Şimşeklerin birbiri ardınca şakımaları.

ra'd-ı kaza

  • Kaza yıldırımı, kaza şimşeği.

ra'şet

  • Titreme, titreyiş.
  • Korkmak, havf ve dehşete giriftar olmak.

rabbü'ş-şi'ra / rabbü'ş-şi'râ

  • Şi'râ yıldızının, Sirius yıldızının Rabbi.

rabia / râbia / رَابِعَه

  • (Müe.) Dördüncü.
  • Saatteki sâlisenin altmışta biri.
  • Sâlisenin altmışta biri.
  • 1/60 ın dördüncü kuvveti altmışta biri.

rabıt-rabıta / râbıt-rabıta

  • Bağlayıcı, bitiştirici.
  • Nefsini ezip kendini Allah'a bağlamış.

rabıta

  • Rabteden, bağlayan, bitiştiren.
  • Münasebet, alâka, bağlılık, yakınlık. İki şeyi birbirine bağlayan tertip.
  • Nefsini dünyadan men edip âhirete, Allah'a (C.C.) bağlanmak.
  • Tertip, sıra, düzen, usûl.
  • İki şeyi birbirine bağlayan nesne.
  • İlgi, münasebet, bağlılık, mensupluk.
  • Düzen, tertip.

rabıta-i iman

  • İman bağı, insanları hususan iman edenleri birbirine bağlayan iman.

rabt / ربط

  • Bağlamak, bitiştirmek, bir şeye bağlamak.
  • Nizam vermek, intizam bulmak.
  • Gr: Cümleleri lüzumlu edatlarla birbirine bağlamak.
  • Bağlama. (Arapça)
  • Rabt edilmek: Bağlanmak, tutturulmak. (Arapça)
  • Rabt etmek: Bağlamak, tutturmak. (Arapça)
  • Rabt olunmak: Bağlanmak, tutturulmak, ilişkilendirilmek. (Arapça)

rabt edatı

  • Gr: Bağlama edatı. Kelimeyi veya cümleyi birbirine bağlayan harf veya kelime. (Hem, ve... gibi)

racim / racîm

  • "Allahü teâlânın rahmetinden kovulmuş uzaklaştırılmış" mânâsına şeytanın Kur'ân-ı kerîmde bildirilen sıfatı.

radafe

  • (Çoğulu: Razf) Kızdırılmış sıcak taş (süte bırakıp sıcaklık verirler.)

radhe

  • (Çoğulu: Radh-Ridh) Taşlı yer, taşlık arazi.
  • Büyük taşlardan olan çukur yer. (İçinde su birikip kalır.)

radif

  • Kızmış taşla ısıtılan süt.
  • Kızmış taş üzerine pişirilen et. (Merzuf da derler.)

radıyallahü anh

  • Daha çok Eshâb-ı kirâmdan birinin ismi anıldığı veya yazıldığı zaman söylenen ve yazılan "Allahü teâlâ ondan râzı olsun" mânâsına duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki kişi için Radıyallahü anhümâ, ikiden fazlası için Radıyallahü anhüm denir.

radıyallahü teala anha / radıyallahü teâlâ anhâ

  • Hanım sahâbîlerden birinin ismi anılınca veya yazılınca söylenen "Allahü teâlâ ondan râzı olsun" mânâsına duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki hanım sahâbî için (Radıyallahü teâlâ anhümâ" ve ikiden çok için "Radıyallahü anhünne" denir.

rafi / râfi

  • Yükseltici, kaldırıcı.

rafi'

  • Yükseltici. Hâmil. Sâhib. Kaldırıcı, kaldıran.
  • Esma-i İlâhiyedendir.

rafızi / râfızî

  • Şiî gruplarından aşırı bir gruba dahil olan kişi.

rağm

  • (Ragm) Bir şeyden hoşlanmayıp kerih görmek. Bir işi birisine zor ile tutturmak. Züll ve hakaret. Kahretmek.

rağmen ala-enfihi / rağmen alâ-enfihi

  • Tahkir maksadıyla, birinin kibrini, burnunu kırmak için.

rah-ı ictiba / râh-ı ictibâ

  • Tasavvufta Allahü teâlâya kavuşturan yollardan biri. Seçilmişlerin yolu.

rahib / râhib

  • Manastırda oturan hıristiyan din adamı, keşiş.
  • Hiç evlenmeyen, bekâr ve yalnız yaşayan, yalnız ibâdetle meşgûl olan ve kilisede vazîfeli olan hıristiyan din adamı.
  • Hıristiyan din adamı.

rahimehullah

  • Daha çok Eshâb-ı kirâmdan başka İslâm büyüklerinden birisinin ismi anıldığı veya yazıldığında, söylenen ve yazılan, Allahü teâlâ ona rahmet eylesin mânâsına, duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki kişi için rahimehumallah daha çok kimse için, rahimehumullah denir.

rahmaniyyet

  • Cenab-ı Hakk'ın Rahman oluşu. (Yâni: Gözümüzle görüyoruz, birisi var ki, bize zemin yüzünü rahmetin binlerle hediyeleri ile doldurmuş, bir ziyafetgâh yapmış ve Rahmâniyetin yüz binlerle ayrı ayrı lezzetli taamları içinde dizilmiş bir sofra etmiş ve zemin içini rahimiyyet ve hakîmiyetin binlerle kıym

rahmetullahi aleyh

  • Daha çok Eshâb-ı kirâmdan (Peygamber efendimizin arkadaşlarından) başka din büyüklerinden birinin ismi anıldığı veya yazıldığında, söylenen veya yazılan "Allahü teâlâ ona rahmet eylesin" mânâsına duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki kişi için rahmetulla hi aleyhimâ, daha çok kimse için rahmetullahi ale

raiyet / رَعِيَتْ

  • Birinin idaresi altındaki halk.

raiyyet

  • Bir hükümdar idaresinde olanlar, birinin idaresine bağlı olanlar. Devletin idâresindeki umum insanlar.
  • Sürü. Otlatılan hayvan sürüsü.

rakib

  • (Rekabet. den) Daima görüp kontrol eden, gözeten.
  • Bekçi.
  • Herhangi bir işte birbirinden üstün olmaya çalışanlardan her biri. Rekabet edenlerin beheri.
  • Esma-i Hüsna'dandır.
  • Başka biri ile aynı şeyi isteyen.
  • Bir işte çalışanlarla yarış ederek ileri geçmek isteyenlerden her biri.
  • Murakabe eden, kontrol eden.

ramik

  • Miskle karıştırılan siyah bir madde.

rampa

  • İki geminin birbirine veya bir geminin iskeleye yanaşıp bitişmesi. (Fransızca)
  • Şose veya demiryolundaki yokuş. (Fransızca)
  • Trenin eşya almağa mahsus yanaştığı set. (Fransızca)

ran

  • Bacağın uyluk kısmı. Uyluk. (Farsça)
  • Kelimenin sonuna getirilerek. " Süren, sürücü" mânasını ifade eden birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Hükümrân : Hüküm süren. (Farsça)

rasaf

  • Kaldırım. Kaldırım taşları.

rasafe

  • (Çoğulu: Risâf) Ok üstüne sarılan kiriş.

rasf

  • Oka kiriş sarmak.
  • Birbirine zammetmek.
  • Kaldırım döşemek.

rass

  • Binayı sağlamlaştırmak.
  • Birbirine darlık getirmek.
  • Bazısını bazısına ulaştırmak.

rayiha-i kerihe / râyiha-i kerîhe

  • İğrenç ve tiksindirici koku.

razraz

  • İri vücutlu kimse.
  • Dökülmüş ve ufanmış taş.

re'y

  • Müctehid İslâm âlimlerinin, açıkça bildirilmeyen bir mes'ele hakkında dînî delillerden yâni Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf ve icmâ-i ümmetten çıkardıkları hüküm, kıyâs.

re'y yolu

  • Kıyas yolu. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş bir işin hükmünü buna benziyen ve açıkça bildirilen başka bir işin hükmüne benzeterek bulma yolu.

realizm

  • Umumi fikirleri birer hakikat sayan felsefi görüş. Hadiseleri olduğu gibi anlatma ve gösterme gayesi güden san'at çığırı, fikri.

rebih

  • Organları sülpük ve sarkık olan iri insan.

rebike

  • Hurmayı yağla ve keş ile karıştırıp hamur ederek yapılan bir yemek.
  • Öğünmüş keşi, un ve yağ ile karıştırıp yapılan yemek.
  • Bulamaç aşı.

rebreb

  • Yaban sığırı sürüsü.

rec'a

  • Geri gelme, dönüş.
  • Öldükten sonra tekrar diriliş.

receb

  • Azametli, heybetli. Ta'zim etmek.
  • Cennet'te bir nehir ismi.
  • Mübarek üç ayların birincisi ve Kamerî aylardan yedincisi.
  • Erkek ismi.

receb ayı

  • Hicrî ayların yedincisi ve mübârek üç ayların birincisi.

receb-i şerif

  • Şerefli olan ve mübarek aylardan birincisi olan Recep ayı; hicrî ayların yedincisi.

recm

  • Taşa tutma, taşlama, birine atılan taş.

redane

  • Tentelerin kenarlarında açılan ufak deliklerin yırtılmaması için o deliklere geçirilen mâdeni halka.

reddiye

  • Ferâiz yâni İslâm mîrâs hukûkunda, Eshâb-ı ferâiz adı verilen Kur'ân-ı kerîmde hisseleri bildirilen mîrâsçılar hisselerini aldıktan sonra terike (ölenin bıraktığı mal) artmış ise ve kalanı alacak kimse yoksa, artan terikenin yine aynı mirasçılar aras ında payları oranında taksim edilmesi. Bu sûretle

reden

  • Hazz denilen kumaş.
  • Silâhların biribirine dokunmasından çıkan ses.
  • İplik eğirmek.

redif

  • Arkadan gelen, birisinin ardından giden.
  • Birbiri ardınca zuhur etmek.
  • Terhis olup ihtiyata geçen asker.
  • Edb: Beytin sonunda kafiyeden sonra tekrarlanan kelime.

ref'i kabil

  • Kaldırılması mümkün.

ref-i imtiyaz

  • Ayrımcılığın, kayırmacılığın kaldırılması.

ref-i tesettür

  • Tesettürün kaldırılması.

refil

  • Kaftanını yukarı kaldırıp sallana sallana yürüyen.
  • Ahmak kimse.
  • Kuyruğu uzun at.

refl

  • Kaftanını uzun diktirip yürürken eteklerini çekip sallamak.

reft

  • Bir şeyi ufalıyarak kırıntı hâline getirme. Bir şeyi ufalama.

rehyat

  • Acizlik.
  • Zayıflık, süstlük.
  • Bir dengi birinden ağır etmek.

reis-ül küttab

  • Eskiden Hâriciye Nâzırı, Dışişleri Bakanı.

rek'at

  • Namazın birimlerinden her biri.
  • Namazın bölümlerinden her biri; bir namazda kıyâm, rükû ve iki secdenin toplamı.

rek'at-ı ula / rek'at-ı ulâ

  • Birinci rekât.

rekam

  • Birbiri üstüne kat kat yığılmış nesne.

rekk

  • İlzâm etmek, susturmak.
  • Birbiri üstüne bırakmak.

rekm

  • Biriktirme, yığma.

remadet

  • İnsan veya hayvan kırımı.

remel

  • (Çoğulu: Ermâl) Yelmek.
  • Yağmurun az yağması.
  • Vahşi sığırın ayağında olan hatlar.

remi

  • (Çoğulu: Ermiye) Yağmuru iri olan ve yere şiddetle inen bulut.

reml

  • Hac ibâdeti yerine getirilirken, tavâfın (Kâbe'nin etrâfında dönmenin) ilk üçünde, erkeklerin kısa adımlarla, omuzları silkerek, çalımlı yürümeleri.

remy-i cimar / remy-i cimâr

  • Hac ibâdeti esnâsında Kurban bayramının birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü günlerinde Minâ'da bulunan ve Cemre adı verilen taş yığınlarına nohut büyüklüğündeki taşları atmak. Buna şeytan taşlama da denilmektedir.

remza'

  • Güneşin tesiriyle kızmış taş.

renc-ber

  • (Renc; sıkıntı, zahmet. Ber; çeken) Tarla ve bahçede yahut başka işlerde kazmak veya taş, toprak taşımak gibi işlerde çalıştırılan gündelikçi. Amele, ırgat. (Farsça)
  • Çiftçi. (Farsça)

rencide

  • İncinmiş, kırılmış. (Farsça)
  • Kırılmış, incinmiş.

rencidegi / rencidegî

  • İncinip hatırı kırılmış olma. (Farsça)
  • Dertlilik, kederlilik. (Farsça)

rencidehatır / rencidehâtır

  • Gücenmiş, hatırı kırılmış. (Farsça)

rendeçlenme

  • Pürüzsüz hâle getirilme.

rengarenk / rengârenk

  • Pırıl pırıl renklerle bezenmiş.

resan

  • Ulaştırı yağan yağmur.

resanende

  • Ulaştırıcı, getirici. (Farsça)

resd

  • Eşyaları birbiri üstüne yığmak.

reşehat-ı furkaniye / reşehât-ı furkaniye

  • Hak ile bâtılı birbirinden ayıran Kur'ân'dan sızan nurlar ve feyizler.

reşk-endaz / reşk-endâz

  • İmrendirici, gıpta ettirici. Kıskandırıcı. (Farsça)

reşkaver / reşkâver / رشك آور

  • Kıskandırıcı. (Farsça)

restorasyon

  • Tarihî eserlerin aslına uygun tarzda tamiri. (Fransızca)

resül

  • Peygamber. Yeni bir kitap ve yeni bir şeriat ile bir ümmete veya bütün beşeriyete Allah tarafından Peygamber olarak gönderilmiş olan zât. Mürsel de denir. Yeni bir kitap ve şeriatla gelmeyip kendinden evvelki Resülün getirdiği kitap ve şeriatı devam ettirirse, ona Nebi denir.
  • Haberci

retk

  • Adımların birbirine yakın olması.
  • Deve kuşunun sür'atle gitmesi.

retl

  • (Diş) seyrek olmak.
  • Bir şeyi okurken her kelimenin arasını ayırıp açıklamak.

revan-bahş

  • Canlandırıcı, can bağışlayıcı. (Farsça)

revani

  • Değerli, rağbetli revaçlı. (Farsça)
  • Tepside pişirilen irmik veya undan bir tatlı çeşidi. (Farsça)

revban

  • (Çoğulu: Rübâ) Sütün yoğurt olması.
  • Sarhoşluk şiddetinden birbirine karışmış olan insanlar.

revir

  • Alm. Okul, kışla gibi yerlerde ufak hastalıkları olanların yatırıldıkları hasta odası, ilk bakım yeri.
  • Bölge, mıntıka.

revzen-i mahlu

  • İndirilmiş pencere.

rezail / rezâil

  • Rezillikler, ahlâka aykırı çirkin ve alçak şeyler.

rezn

  • Bir şeyi kaldırıp ağır mı hafif mi diye görmek.

rezz

  • Bir şeyi yere batırmak.
  • Çekirgenin, kuyruğunu yere batırıp yumurtasını dökmesi.

rezzak / rezzâk

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her yarattığı ve rızık vereceği mahlûkunun rızkını yaratıcı ve ulaştırıcı ve o rızık ile faydalanma sebeblerini hazırlayan ve rızık gönderen Allahü teâlâ.

rezzaz

  • Pirinç satan. Pirinç satıcı.

riba / ribâ / ربا

  • Fâiz; ödünç vermekte, rehnde (ipotekte) ve alış-verişte, alıcıdan veya vericiden (satıcıdan) birinin ötekine karşılık olarak vermesi şart edilen fazla mal.
  • Tefecinin aldığı aşırı faiz. (Arapça)

ribat / ribât

  • Sınır karakolu; İslâm dînini üstün kılmak, müslümanlardan kâfirlerin şerrini, zararını def etmek için düşman sınırında nöbet beklemek.

ribe'n-nesie / ribe'n-nesîe

  • Gecikme ribâsı. Bir cinsten olan iki şeyin birini, diğeri karşılığında veresiye olarak satmak veya başka başka cinslerden olup; ağırlık, hacim veya uzunluk ölçüsüyle yâhut belirli ölçülerde olup, sayıyla alınıp satılan iki şeyi veresiye değişmek. Mik tarlar eşit olsa bile ribâ sayılır.

ribhale

  • Azası büyük olan, organları iri olan.

rifa'

  • Ekini tarladan getirip harman yerine ilettikleri vakit.

rıhtım

  • Gemilerin yanaşmalarına müsait şekle getirilmiş kıyı. (Farsça)

rihve-i mehmuse harfleri

  • "Fe, ha, se, he, şın, hı, sad, sin" Bu harflerde sesin kemâli ile nefes birlikte akar. Rehavet ve hems sıfatı, zayıf sıfatlardır, bunun için rehavet sesin kâmilen akmasını, hems de nefesin kâmilen akmasını icabettirir.

rikkatli

  • Acınacak, acındırıcı.

rim

  • İrin. (Farsça)

rimnak

  • Murdar, pis. (Farsça)
  • İrinli. (Farsça)

rind

  • Kalender. Aldırışsız, dünya işlerini hoş gören. (Farsça)
  • Laübali meşreb feylesof. (Farsça)
  • Bâtını irfan ile müzeyyen olduğu halde zâhiri sâde görünen hakîm. Dış görünüşü laübali olduğu halde, aslında kâmil olan kimse. (Farsça)
  • Aldırışsız, kalender.

rindi / rindî

  • Kalenderlik, rindlik, aldırışsızlık. (Farsça)

risale

  • Mektup.
  • Bir ilme dair yazılmış küçük kitap.
  • Haber göndermek.
  • Elçinin götürdüğü mektup, name.
  • Fık: Bir kimsenin sözünü veya emrini başka birisine tebliğ etmek.

risalet

  • Birisini bir vazife ile bir yere göndermek.
  • Peygamberlik. Büyük kitapla gelen peygamberlik.
  • Elçilik.

rıtl

  • 130 dirhem-i şer'îlik (436.8 gram) bir ağırlık ölçüsü birimi.

rivayet

  • Hikâye edilen hâdise veya söz.
  • Bir hâdisenin başkalarına anlatılması.
  • Peygamberimiz'den (A.S.M.) işittiklerini veya sahabeden duyduklarını birisinin başkasına anlatması.
  • Kuyudan halk için su çekmek.

riyazat

  • Manevî ilerleme için gerçekleştirilen eğitim.

rize

  • Döküntü, kırıntı. Ufak parça. (Farsça)

rizeçin

  • Kırıntı ve döküntü toplayan. (Farsça)

rizehar / rizehâr

  • Kırıntı ve döküntü yiyen. (Farsça)

rizehor

  • Kırıntı, döküntü yiyen. (Farsça)

robot

  • Elektrikle veya mekanik yollarla hareket ettirilerek çeşitli işler yaptırılabilen otomatik cihaz. (Fransızca)

röportaj

  • Bir gazete muharririnin gördüklerini anlatan yazısı. (Fransızca)

ru'z

  • (Çoğulu: Erâz) Okun, demirini sokacak yeri.

rub'-ı daire

  • Dairenin dörtte biri.

rub'-u nev-i beşer

  • İnsanlığın dörtte birisi.

rübb

  • (Çoğulu: Rubub) En aşağı derece ile pişmiş ve üçte birinden azı gitmiş olan sıkılmış üzüm.

rubu'

  • (Tekili: Rub') Dörtte birler.
  • Metrenin kabulünden evvel ipekli, yünlü, basma ve emsali kumaş, bez ve sairenin ölçülmesinde kullanılan çarşı arşınının kesirlerinden birinin adıdır.

rububiyetperver

  • Terbiye etmeyi ve olgunlaştırıp mükemmelleştirmeyi seven.

rud

  • Irmak, çay. (Farsça)
  • Saz teli, saz kirişi. (Farsça)
  • Kemençe. (Farsça)

ruda'

  • Hastalığın insana yine dönmesi.
  • Gövde ve beden ağrısının her birisi.

ruh / rûh

  • Can; bedene hayâtiyet (canlılık) veren kuvvet.
  • Bir şeyin özü, cevheri, hakîkati.
  • Emr âleminin beş latîfesinden biri.

ruh-ul-kuds / rûh-ul-kuds

  • Cebrâil aleyhisselâm.
  • Allahü teâlânın Îsâ aleyhisselâma ihsân ettiği kudret, kuvvet.
  • Hıristiyanlıktaki teslis (üçlü tanrı) inancında, baba-oğul unsurlarından türeyen üçüncü unsur.
  • İsm-i âzam.
  • İncîl.
  • Allahü teâlânın hayat verici, koruyucu mânâsına gelen

ruhani reis / ruhanî reis

  • Hıristiyan dinî önderleri.

ruhban / ruhbân / rûhban

  • Hıristiyan din adamı.
  • Evlenmeden bekâr yaşamayı tercih eden, dünyâdan yüz çevirip, insanlardan uzak yaşayan kimseler, râhibler. Hıristiyanlıkta sâdece ibâdetle meşgûl olan din adamları sınıfına verilen ad. Hıristiyan din adamları evlenmedikleri ve insanlardan uzak yaşadık ları için bu ad verilmiştir.
  • Hıristiyan din adamı.

ruhsat

  • (Çoğulu: Ruhas-Ruhsat) İzin, müsaade.
  • Genişlik.
  • Kolaylık.
  • Fık: Kulların özürlerine mebni, kendilerine bir suhulet ve müsaade olmak üzere, ikinci derecede meşru' kılınan şeydir. Sefer halinde Ramazan-ı Şerif orucunun tutulmaması gibi. Vuku' bulan ikraha mebni, birisini

rükam

  • Yığın. Birbiri üzerine kat kat yığılmış olan.

rukbi / rukbî

  • İki kişinin karşılıklı olarak, öldükten sonra sâhib olmaları şartıyla birinin malını diğerine bağışlaması yâni sen ölürsen evin benim olsun, ben ölürsem evim senin olsun şeklindeki hibe.

rükn

  • Bir şeyin bir parçasını veya bütününü meydana getiren şey.
  • Namazın içindeki farz.
  • Kâbe'nin dört köşesinden her birine verilen isim.

rüku / rükû

  • Namazda elleri dizlere dayayarak eğilme hareketi, aşırı saygı gösterme.

rüku' / rükû'

  • Namazın içindeki farzlarından biri. Namazda kıyamdan (ayakta durduktan sonra) elleri dizlere koyup eğilme.

rumuzat-ı neşriye / rumuzât-ı neşriye

  • Âhiretteki dirilişin ince delilleri.

rüşd

  • Doğru yol bulup bağlanmak. Hak yolunda salabet, metanet ve kemal-i isabetle dosdoğru gitmek.
  • Hayra isabet etmek.
  • Büluğa ermek.
  • İstikamette olmak. Dinine ve malına zarar gelecek şeyi bilmek, doğru düşünmek.
  • Kişinin akıl ve idraki kavi ve tedbiri metin olmak.

rüsg

  • (Çoğulu: Ersâg) Bilek.
  • Hayvanların tırnağıyla baldırı arasında olan incecik yer.

rüya / rüyâ

  • Uykudayken girilen misalî bir âlemde görülenler.

ruz-i ceza / rûz-i cezâ

  • İnsanların diriltilip, hesâba çekilerek amellerinin karşılığının verileceği gün; mahşer günü, kıyâmet günü.

ruz-i haşir

  • (Ruz-i hesab) Kıyamet günü.
  • Âhiretteki toplanma günü. Haşir günü. Dirilip toplanıp hesap görülecek gün.

ruz-i mahşer / rûz-i mahşer

  • Mahşer günü, kıyâmet koptuktan sonra insanların diriltilip hesâb için toplandıkları gün, kıyâmet günü.
  • İnsanların diriltilip toplanacağı gün.

ruz-u haşr / rûz-u haşr

  • İnsanların öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah'ın huzurunda toplanacağı gün.

ruzumahşer / rûzumahşer

  • Öldükten sonra dirilip toplanma günü.

rüzz

  • Pirinç.

sa' / sâ'

  • Genelde tahıl ve yiyeceklerde kullanılan yaklaşık olarak 3 kg. ağırlığında ölçü birimi.
  • Hanefî mezhebinde 3500 gr'lık veya 4.2 litrelik ölçü birimi. Bu miktar diğer mezheblerde farklıdır.

sa'dane

  • (Çoğulu: Sâdân) Develerin yediği dikenli ot.
  • Devenin göğsü.
  • Tırnak dibinin siniri.
  • Terâzi kefesinin iplerinin altındaki düğme.
  • Kadın memesinin etrafı.

sa'di / sa'dî

  • (M. 1193-1291) Şiraz'da doğmuş büyük bir İran şâiridir. Gülistan ve Divan'ında bol bol temsilî hikâyeler kullanmıştır.
  • Saadete, uğura mensub.

sa'leb

  • (Çoğulu: Seâlib) Tilki.
  • Süngü demirinin ağaç geçirecek yeri.

sa'r

  • Katil zehiri.
  • Kısa boylu adam.
  • Küçük hıyar.
  • Yaban soğanının kökü.

şa'şaa

  • Parlama. Zahirî parlak görünüş.
  • Bir şeyi birbirine katıp karıştırmak.

saat / sâat

  • Bir günün yirmi dörtte biri, saat. Zaman, vakit. Muayyen, belli bir vakit. Altmış dakikalık zaman.
  • Kıyâmet.
  • Zaman birimi, altmış dakikalık zaman, bir günün yirmi dörtte biri.
  • Kıyâmet.

sabia / sâbia

  • Sâdisenin altmışta biri.

sabih

  • (Sabiha) Güzel, latif, şirin.

sabiiler / sâbiîler

  • Aya ve yıldızlara tapan kimseler. El-Cezîre (Cizre) ve Harran civârında yaşayan bu kimseler, yahûdîlik, hıristiyanlık ve mecûsîlik gibi çeşitli dinlerden bâzı inanışları alarak bir din meydana getirmişlerdir.

sabık harb-i umumi / sabık harb-i umumî

  • Birinci Dünya Savaşı.

sabırşiken / صَبِرْ شِكَنْ

  • Sabır kırıcı.

sabirun / sâbirûn

  • (Bak: SABİRÎN)

sabri-i evvel

  • Birinci Sabri.

sada-yı şirin / sadâ-yı şirin

  • Güzel ve şirin ses.

sadaka-i fıtır

  • İhtiyâcı olan eşyâdan ve borçlarından fazla olarak, nisâb yâni dinde zenginlik ölçüsü miktarında malı, parası bulunan her hür müslümanın, Ramazân bayramının birinci günü sabâhı, fakirlere vermekle yükümlü oldukları belli miktarlardaki buğday, arpa, hurma veya kuru üzüm yahut kıymetleri kadar altın v

sadd

  • Yüz çevirmek, men eylemek, bir şeyden birini vazgeçirmek.
  • Fikir, niyet, kasd.
  • Yakınlık, civar.
  • Konuşulan husus.

sadid

  • Tıb: Yaradan akan sarı su. İrin.

sadise / sâdise

  • Hâmisenin altmışta biri.

sadm

  • Def'etmek, kovmak.
  • Güç işe giriftar etmek.

saf suresi / saf sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin altmış birinci sûresi.

safa-bahş

  • Eğlendiren, rahatlandıran, kederi def'eden, hatırı hoş eden. (Farsça)

safahat

  • (Tekili: Safha) Safhalar.
  • İstiklâl Marşı şâiri Merhum Mehmed Akif'in manzum eserinin adı.

safdilane / sâfdilâne

  • Kalbi saf biri gibi, safça.

saff-ı evvel / صَفِّ اَوَّلْ

  • İlk saf, birinci saf.
  • İlk sahabeler.
  • Bir hareket ve cereyanın ilk sahipleri.
  • Birinci saf.

safha

  • Aşama, değişen durum ve hallerden her biri.
  • Aynı şey üzerinde görülen değişik hâllerden her biri.
  • Bir şeyin gözle görülen yüzlerinden her biri.
  • Kısım.
  • Bir şeyin düz yüzü.
  • El ayası.
  • Bir hâdisede birbiri ardınca görülen hâllerin beheri.
  • Yazılmış ve yazılabilir sahife.

şafii / şafiî / şâfiî

  • Hak mezheplerden biri, onu kuran büyük âlimin ünvanı.
  • İmâm-ı Şâfiî'nin meşhur adı, Şâfiî mezhebinin kurucusu.
  • Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Şâfiî mezhebinde olan kimse.

şafii mezhebi / şâfiî mezhebi

  • Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri. İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin mezhebi, yolu.

safsaf

  • (Çoğulu: Safsâfe) Her nesnenin kemi, kötüsü, hor ve hakiri.
  • Döğülmüş yumuşak toprak.
  • Mâkul olmayan kelimeler.
  • Mânâsız şiir.
  • Yaramaz ve kötü işler.

şagr

  • Köpeğin bir ayağını kaldırıp bevletmesi.

şagva'

  • (Çoğulu: Şuguv) Dişleri birbirine muhalif olup kimi fazla kimi eksik olan kadın.

şah-ı evliya / شَاهِ اَوْلِيَا

  • Bütün velilerin piri (Hz Ali Efendimiz).

şah-ı velayet / şâh-ı velâyet / شَاهِ وَلَايَتْ

  • Bütün velilerin pîri olan Hz. Ali Efendimiz (r.a).

sahb

  • (Sahab) Figan, seslerin birbirine karışması, gürültü, patırtı.

şahbaz

  • İri ve beyaz doğan kuşu. (Farsça)
  • Mc: Çevik ve becerikli. Yiğit, şanlı, kahraman. (Farsça)

şahbeyt

  • Edb: Bir şiirin en güzel beyti. Gazelde matla'dan sonraki beyt.

şahdane

  • İri inci tanesi. (Farsça)
  • Kenevir tohumu. (Farsça)

sahf

  • Süngü demirinin keskin olması.
  • Soymak.
  • Yüzmek.

sahha

  • Kulakları sağır eden şiddetli bağırış ve çığlık.

sahibü'n-nur ve'l-azm ve'l-irade ve'l-irşad

  • Nurun, azmin, iradenin ve doğrulara ulaştırıcı irşadın sahibi.

şahid / şâhid

  • Şâhidlik eden, görüp bilen. Birinin başkasında hakkının bulunduğunu isbat için şehâdet (şâhidlik) ederim demek sûretiyle hâkimin huzûrunda ve hasmın karşısında haber veren.

sahife / sahîfe

  • Peygamberimizden sallallahü aleyhi ve sellem önce gelen peygamberlere gönderilen küçük kitablardan herbiri. Çoğulu suhuftur.

sahife-i ula / sahife-i ûlâ

  • İlk, birinci sayfa.

sahih hadis / sahîh hadîs

  • Âdil yâni yalancılıktan uzak, büyük günah işlemeyen ve hadîs ilmini bilen kimselerden işitilen, Resûlullah efendimize kadar, rivâyet edenlerden hiçbiri noksan olmayan ve mütevâtir yâni birçok Sahâbînin Resûl-i ekremden ve başka birçok kimselerin onla rdan naklettikleri hadîsler ve meşhûr, yâni ilk z

sahih kan / sahîh kan

  • Sekiz yaşını bitirip, dokuz yaşına bastıktan birkaç gün veya ay, yâhut seneler sonra, sıhhatli bir kızın veya âdet zamânı son dakikasından îtibâren tam temizlik (on beş gün) geçmiş olan kadının önünden çıkan ve Hanefî mezhebine göre, en az üç gün (ye tmiş iki saat) devâm eden kan; hayız ve aybaşı ka

sahih-i buhari / sahîh-i buhârî

  • Kur'ân-ı kerîmden sonra, doğru oldukları, bütün İslâm âlimleri tarafından tasdîk edilmiş olan meşhur altı hadîs kitâbından birincisi.

şahis

  • Büyük cüsseli, iri yapılı kimse.

sahk

  • Döğüp yumuşatma. Döğme, döğülme.
  • Kırma, kırılma.
  • Sürtme.

şahrah / şahrâh

  • Büyük ve işlek yol, cadde. Şaşırılması mümkün olmayan doğru ve işlek yol. (Farsça)
  • En büyük, en işlek ve şaşırılması imkânsız olan yol.

sahrınç

  • Yağmur sularını biriktirmek için bina altında ve toprak içinde yapılan etrafı duvarlı veya çimento sıvalı su mahzeni.

şahsiyyat

  • Kişinin şahsına, kendine ait sözler.
  • Birinin kendine ait münasebetsiz sözleri.

sahur / sahûr

  • Güneşin batmasından imsak vaktine kadar olan zamânın son altıda biri, seher vakti; oruç tutmak için yemeğe kalkılan vakit.

şahur

  • Ekmek fırını. (Farsça)

şahvar

  • (Şeh-vâr) Şâha, hükümdara yakışacak tarzda, şah gibi. (Farsça)
  • İri ve iyi cins inci. (Farsça)

saik-i hayat-ı ebediye / sâik-i hayat-ı ebediye

  • Sonsuz hayata, âhiret hayatına sevk edici, yönlendirici.

saik-i tenkit / sâik-i tenkit

  • Eleştiriye sevk eden sebep.

saika / sâika

  • Yıldırım. Ölüm, mevt.
  • Nüzul ateşi.
  • Semadan gelen şiddetli ses.
  • Mühlik ve azab.
  • Bulutları sevke vazifeli melek.
  • Yönlendirme, sebep.
  • Yıldırım.
  • Yıldırım.

şaika

  • Şevk verici, isteklendirici.

saika / sâika / سائقه / صَاعِقَه

  • Yıldırım. (Arapça)
  • Yıldırım.

saika-vari / sâika-vâri

  • Yıldırım gibi. Şiddetli korkutarak. (Farsça)
  • Gök gürültüsü, yıldırım gibi.

saika-zede

  • Yıldırım çarpmış. (Farsça)

saikanın isabeti

  • Yıldırımın çarpması.

saikavari / sâikavârî

  • Yıldırım gibi.

sakar

  • Yedi Cehennemden birinin ismi.
  • Cehennemin adlarından biri.

sakıa

  • (Çoğulu: Savâkı) Yıldırım.

şakiri / şakirî

  • (Şakiriyye) Şakird, talebe, tilmiz.

sakıyy

  • (Çoğulu: Eskiye, Sakiyye) İri taneli yağmurlu bulut.
  • Hurma ağacı.

sakre

  • Güneşin çok olan tesiri.
  • Çakır kuşunun dişisi.

salat / salât

  • Allahü teâlâdan rahmet, meleklerden istiğfâr, mü'minlerden duâ.
  • İslâm'ın beş esâsından (temelinden) birisi olan namaz.
  • Peygamber efendimizin ism-i şerîfleri anıldığında, işitildiğinde veya yazıldığında söylenen ve yazılan "sallallahü aleyhi ve sellem". sözü ve benzerleri. Çoğ

salib / salîb

  • Hıristiyanlık dîninin sembolü kabûl edilen birbirini dik kesen iki doğrunun meydana getirdiği şekil, haç, istavroz.

salibe-i külliye

  • Man: Bir şeyin nefyine delâlet eden kaziye. Bir şeyin bütün bütün olmadığını veya mevcudattan hiç birisine hâkim ve müessir olmadığını iddia ve isbat eden hüküm.

salif-ül beyan

  • Bildirilmiş, beyanı geçmiş.

salif-üz zikr

  • Bildirilen, zikri geçen, mezkûr. Yukarıda ismi geçen. Yukarıda, daha evvel söylenen.

salik / sâlik

  • Bir yola bağlı olan, bir yolu takip eden, bir tarikata girip hidayet yolunu takip eden, mürid.

salis / sâlis

  • Üçüncü.
  • Sâniyenin altmışta biri.

salisat / sâlisât

  • (Tekili: Sâlise) Sâliseler. Sâniyenin altmışta biri kadar olan vakitler.

salise / sâlise

  • Saniyenin altmışta biri.

salkame

  • Azı dişlerinin birbirine dokunması.

salsale

  • Demirlerin birbirine dokunmaktan ses çıkarmaları.

sam

  • Ölüm, mevt.
  • Yer altındaki altın damarı.
  • Gök kuşağı.
  • Ateş.
  • Sersemlik hastalığı.
  • Hazret-i Nuh'un (A.S.) oğullarından birinin ismi.

şamaniler / şâmânîler

  • İyi ve kötü ruhların bütün âlemi te'siri altında tuttuğu inancına dayanan sapık bir yolun mensupları.

samed

  • Allah'ın adlarından biri, pek yüksek, daim.

samid

  • Yükselen, başını kaldırıp göğsünü kabartan.
  • Hayrette kalan.
  • Gafil.

samine / sâmine

  • Sâbianın altmışta biri.

samlah

  • Kulak deliği.
  • Kulak kiri.

san / sân

  • "Benzer, andırır" mânâlarına gelerek birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)
  • "Benzer, andırır" mânâsında son ek.

sani-i hayy-ı kayyum / sâni-i hayy-ı kayyûm

  • Her an diri olan ve herşeyi san'atlı bir şekilde yaratıp ayakta tutan Allah.

saniye

  • Dakikanın altmışta birisi. Çok kısa bir zaman.
  • Dakikanın altmışta biri.

sar'

  • Düşmek.
  • Yıkıp yere çalmak.
  • Edb: Şiirin beytini iki mısra' veya iki kafiyeli yapmak.
  • Tıb: Bir hastalık ki, teneffüs cihâzını his ve hareketten meneder.

sara

  • Hâlis, saf, katıksız. (Farsça)
  • Hz. İbrahim'in (A.S.) birinci zevcesinin ismi. (Farsça)

sarb

  • Sütü birbiri üstüne sağmak.
  • Bevlini hapsetmek.
  • Çok ekşimiş süt.
  • "Zamk-ı talh" denilen ağaç sakızı.

sarf

  • (Çoğulu: Süruf) Harcama, masraf, gider.
  • Fazl.
  • Hile.
  • Men etme. Bir kimseyi yolundan ve işinden ayırıp başka tarafa yöneltme.
  • Farz.
  • Gr: Bir lisanı meydana getiren kelimelerin değişmesinden, birbirinden türemesinden bahseden ilim şubesi. Kelime bilgisi. K

sarfe

  • Kuranın mûcize olduğunu gösteren usûllerden biri.

sarih

  • Kurtaran, maded veren. İmdad eden.
  • Çağırılan, kendisinden meded beklenen.
  • Meded isteyen.

sarre

  • Kapı, kalem ve semer cızıldaması.
  • Çağırıp söylemek.
  • Sayha, yüksek ses.

şart

  • Biri diğerinin şartına bağlı olan iki cümleden ilki. Meselâ "Haber verirsen, gelirim" ifadesinde "Haber verirsen" şarttır, "gelirim" cezadır.
  • Bir kısım muamelelerde lüzumlu olan hüküm. Bir şeyin olması ona bağlı olan şey.
  • Kayıt. Bir iş için mutlaka lüzumlu olan husus.
  • Yemin.
  • Hal, vaziyet.
  • Gr: Biri diğerine bağlı olan iki cümle hakkında delâlet edilen; yâni mütevakkıf aleyhe delâlet eden diğer cümley

şatahat

  • Mânevî sarhoşluk ve cezbe halindeyken şeriata aykırı söz söyleme.

şathiyyat / شطحيات

  • İnce anlamlı ve eğlendirici manzume. (Arapça)

satt

  • Cemaat, topluluk.
  • Cesediyle tokuşmak.
  • Kovmak, def'etmek.
  • Zor bir işe giriftar etmek.

satvet

  • Ezici kuvvet. Hışım ve şiddetle kavrayıp almak. Birisinin üzerine şiddetle sıçramak ve hamle etmek.
  • Zorluluk.

saur

  • Ocak. Fırın.

savaik

  • Saikalar, yıldırımlar.

savaik-i rahmet

  • Rahmet yağmur ve yıldırımları.

savalic

  • Cirit oynanan eğri sopalar.

savat

  • (Aslı: Sevâd'dır) Gümüş üstüne kurşunla yapılan kara kalem nakışlar.
  • Derede hayvanlara su içirilen yer.

savl

  • Saldırma, atılma. Saldırış, atılış.

savlecan

  • (Çoğulu: Savâlic) Cirit oynanılan eğri sopa.

savlet / صولت

  • Hücum, saldırı.
  • Saldırma, saldırı.
  • Akın, saldırı. (Arapça)

savlet-i a'da / savlet-i a'dâ

  • Düşman saldırısı.

savm

  • Oruç. Fecrin (tan yerinin) ağarmasının evvelki vaktinden (imsaktan) akşam namazı vakti girinceye kadar, yemeği, içmeği ve cimâ'ı terk etmek.

savm'aa

  • Tepesi sivri yüksek bina. (Minarelere de verilen addır). İslâmiyetten önce hıristiyanların manastırlarına ve sabiaların zaviyelerine verilen ad.

savmea

  • Hıristiyanların ibâdet yeri. Kilise, bîa.

sayed

  • Başını yukarı kaldırıp kibirlenmek ve sağına soluna iltifat etmemek.

sayha / صيحه

  • (Çoğulu: Siyâh) Çağırış. Çığlık. Feryad. Nâra.
  • Azab, eziyet.
  • Haykırış. (Arapça)

sayha-i gurab / sayha-i gurâb

  • Karga bağırışı.

şaziyye

  • (Çoğulu: Şezâyâ) Kavis, yay.
  • Ağaç kıymığı gibi, bir şeyden kopmuş parça.
  • Kırılan kemikten meydana gelen parçalar.
  • İncik kemiği.

se'bül

  • (Çoğulu: Sevâbil) Aş havucu.
  • Pirinç, buğday, nohut, mercimek.

şearir

  • Davar yanırına üşüşen sinek ve üvez.
  • Her yöne dağılmak.

şeas

  • Toz.
  • Tozlu olmak.
  • Yayılmak, münteşir olmak.
  • Dirilmek.

seb'iyye

  • Bozuk fırkalardan biri olan İsmâiliyye fırkasının diğer bir adı. Bu fırka, şerîat (din) sâhibi peygamberlerin sâdece yedi tâne ve yedincisinin Mehdî olduğunu, ayrıca her asırda yedi imâmın bulunduğunu iddiâ ettikleri için bu isimle anılmışlardır.

şeb-i hicran

  • Ayrılıkla geçirilen gece. Hicran gecesi.

şebbake

  • (Çoğulu: şebâbik) Birbirine girmiş nesne.

şebe

  • Bakırla çinko madeninden yapılan pirinç.
  • Benzeme, müşabehet.

sebeb

  • Vâsıta. Bir işte te'siri olmayan fakat o işin yapılmasını, vücûdunu, var olmasını îcâb ettiren şey.

şebeb

  • Üç yaşına girip dişleri tamamlanmış olan sığır.

sebeb-i dai / sebeb-i dâî

  • Birşeyin ortaya çıkmasındaki gerektirici sebep.

sebeb-i haybet

  • Hayal kırıklığı sebebi.

sebeb-i nüzul

  • İndirilme, iniş sebebi.
  • İndiriliş sebebi.

şebeh

  • (Şibih) Benzer, nazir, benzeyen şey.
  • Bakır ile çinkodan karıştırılıp yapılan pirinç madeni.

sebt / ثبت

  • Kayda geçirme. (Arapça)
  • Sebt edilmek: Kayda geçirilmek. (Arapça)
  • Sebt etmek: Kayda geçirmek. (Arapça)

sec'

  • Nesirde cümle sonlarının kâfiye şeklinde birbirine uygunluğu.

şecce

  • Başa ve yüze vurarak meydana getirilen yara.

secde-i şükür

  • Bir lütf-u İlâhîden dolayı veya bir musibetin izn-i İlâhi ile kaldırılmasından sonra hamd ve şükür için edilen secde.

secde-i tilavet / secde-i tilâvet

  • Kur'ân-ı kerîmin on dört yerindeki secde âyetinden birini okuyan veya duyanın yapması vâcib olan secde.

secdeteyn

  • Birbiri arkası yapılan iki secde.

şecere-i risalet

  • Peygamberlik ağacı, Hz. Âdem'den gelen peygamberlik zinciri.

seci'

  • Edb: Nesrin kafiyesidir. Seci'ler, ya cümlelerin sonunda yahut arasında bulunur. Sondaki seci'ler bir kelime vasıtasiyle birbirine bağlanır, onlara "Seci'-i mukayyed" denilir. Aradaki seci'ler ise yekdiğerlerine bağlı olmadıklarından onlara sec'i-i mutlak tâbir olunur. İçiçe olan seci'lere "Seci' en

secif

  • Perde, setre.
  • Bir kapıya birbiri üstüne iki perde asmak.

secur

  • Tennur kızdırılan nesne.

sedd-i zülkarneyn

  • Hz. Zülkarneyn tarafından yaptırılan set.
  • Kur'ân-ı kerîmde Zülkarneyn adıyla bildirilen peygamber veya evliyâ olan mübârek bir zâtın, Ye'cûc ve Me'cûc için yaptırdığı sed.

şedde

  • Birinci hamle.

şefaat

  • Bağışlanmasını dileme, birine arka olma.
  • Peygamberlerin ve velilerin kıyamette günah-kâr müminlerin bağışlanması için Allah katında dilekte bulunmaları.

sefer der vatan

  • Nakşibendiyye yolunun on bir temel esâsından biri. Sâlikin (tasavvuf yolunda bulunan kimsenin) kötü ahlâk, beşer (insan) tabiatının sıfatlarından kurtulması, beşerî sıfatlardan meleklere âit sıfatlara, kötü, çirkin vasıflardan, iyi, güzel ahlâka geçm esi.

seff

  • Dokumak.
  • Yapmak.
  • Ahzetmek, almak.
  • Toz haline getirilmiş ilâç.
  • İlâcı toz haline getirme.

seffud

  • (Çoğulu: Sefafid) Kebap pişirilen demir.

sefihane / sefîhane

  • Sefihce, zevkine düşkün biri gibi, düşüncesizce.

segab

  • (Çoğulu: Sügbân) Kesmek.
  • Dere içinde yağmurdan biriken su.
  • İyi ve tatlı su.

şegab

  • Çanak kırığını tamir eden.
  • Çanak yapan.

şegaf

  • Yürek kabı. Yüreği çevreleyen nâzik deri.
  • Sağ tarafta iyeği kemiği altında olan bir hastalık.
  • Bir nesneyi çevirip kaplamak.

şehadet / şehâdet

  • Birinin başkasında hakkı bulunduğunu bildirmek için, hâkim karşısında ve iki hasmın yanında, şehâdet ederim diyerek haber vermek.
  • Şehîdlik, şehîd olmak.

şehadet kelimesi / şehâdet kelimesi

  • Kelime-i şehâdet, İslâm'ın beş şartından birincisi. "Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh" mübârek sözü.

sehale

  • Altın, gümüş gibi değerli maddelerin kırıntıları.

sehbel

  • Büyük, iri vücutlu, şişman deve.
  • Büyük ve geniş tuluk.
  • Büyük keler.

şehbender

  • Ticaret nezaretinin teşekkülünden evvel ticaret işlerine bakmak ve tüccarlar arasındaki ihtilâfları halletmekle vazifelendirilen memurun ünvanı idi.

şehdanec

  • İncinin irisi ve iyisi.
  • Kendir otunun tohumu.

seher vakti

  • Duâların kabûl olduğunun bildirildiği, gecenin (güneşin batmasından imsâk vaktine kadar olan zamânın) son altıda biri.

şehik / şehîk

  • Hıçkırıkla içini çekme.
  • Nefesi dışarı çıkarma. Soluk alma.
  • Nefesi dışarı çıkararak eşeğin anırması.
  • Hıçkırıkla karışık iç çekme.

sehil

  • Bükülmemiş iplik.
  • Bir kat bükülmüş iplik.
  • İpliği bir kat olan bez.
  • Eşeğin göğsünden gelen hırıltı.

şehir

  • Büyük yerleşim birimi, kent.

şehiy

  • (Şehvet. den) İştahlandırıcı. İsteklendiren, istek uyandıran.

şehka

  • Hıçkırık. Keskin çığlık.

sehm

  • Ok.
  • Hisse. nasib
  • Kısım.
  • Hazine geliri.
  • Korku, dehşet.
  • Hazz.
  • Yay.
  • Ok, hisse, pay, nasib, kısım, hazine geliri, korku, dehşet.

şehname

  • İran Şairi Firdevsî'nin destan şeklindeki eseri. (Farsça)
  • Büyük hükümdarların kahramanlık mâcerâlarını anlatan büyük manzum eser. (Farsça)

şehrah / şehrâh

  • Cadde, ana yol; şaşırılması mümkün olmayan doğru ve açık yol.

şehvet / شهوت

  • Aşırı cinsel istek. (Arapça)
  • Aşırı istek. (Arapça)

şehvet-perest

  • Şehvetine çok düşkün. Nefsi arzularının esiri olan. (Farsça)

şekerleb / شكرلب

  • Tatlı dudaklı. (Farsça)
  • Şirin sözlü. (Farsça)

şekil

  • (Şekl) Biçim, dış görünüş. Çehre. Tarz. Formül.
  • Şebih ve misil.
  • Hey'et.
  • Suret. Surette benzerlik.
  • Bir adamın tab' ve hevasına muvafık olan şey.
  • Muhtelif, müşkil işlerin her biri.
  • Birşeyin gerek hissedilen ve gerek mevhum sureti.
  • Geo: Bi

selak

  • (Çoğulu: Selekân) Yüksek, düz yer. Deve yanırının onulmuş ve yeri ağarmış olan izi.
  • Çuval kulpunun birisini birisine koymak.

selam / selâm

  • Esmâ-i hüsnâdan (Allahü teâlânın güzel isimlerinden). Zâtı ayıplardan (kusurlardan), sıfatları noksanlıklardan ve işleri kötülüklerden uzak, temiz olan.
  • İki müslüman karşılaşınca veya ayrılırken birinin diğerine; "Es-selâmü aleyküm" veya "Selâmün aleyküm" yâni dünyâda ve âhirette sel

selamün aleyküm / selâmün aleyküm

  • İki müslüman karşılaşınca veya ayrılırken birinin diğerine; "Ben müslümanım. Benden sana zarar gelmez, selâmettesin. Dünyâda ve âhirette selâmette ol, sıhhat ve âfiyet üzerinize olsun." mânâsına söylenen söz.

selef

  • Eskiden olan, önce bulunmuş olan.
  • Yerine geçirilen.
  • Önde olmak, ileri geçmek.

selenka'

  • Yıldırım.

şem'un aleyhisselam / şem'ûn aleyhisselâm

  • İsrâiloğulları'na gönderilen peygamberlerden. İsminin Şemsûn olduğu da bildirilmiştir.

semavi kitab / semâvî kitab

  • Hak dinlerin kitapları. Semâvî kitapların bize bildirileni yüz dörttür. Bunlardan on suhuf Şist (Şit) aleyhisselâma otuz suhuf İdris aleyhisselâma, on suhuf İbrâhim aleyhisselâma indirildi. Mushaflar; Tevrât Mûsâ aleyhisselâma, Zebur kitabı Dâvûd aleyhisselâma, İncîl kitabı Îsâ aleyhisselâma ve Kur'

sembol

  • Kararlaştırılmış bir mânası olan işaret. Bir mânanın şekil veya madde halinde gösterilmiş sureti. (Fransızca)

semen-i müsemma

  • İki tarafın isteğiyle değerlendirilen kıymet.

semit

  • Temiz pişirilmiş olan kebap.
  • Arınmış, temizlenmiş ve pâk olmuş.
  • Doldurulmuş bağırsak.
  • Birbiri üstüne yığılmış kiremit.
  • Bir kat sahtiyan.

semiz

  • Besili, iri, büyük.

şems suresi / şems sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin doksan birinci sûresi.

senakarane / senakârane

  • Senakârlıkla. Övercesine. Medheden birine yakışır şekilde. (Farsça)

senaveri / senaverî

  • Birisini medhedene, övene ait. Senakârane. (Farsça)

şenc

  • Hıçkırık tutmak.

senet

  • Hadis naklinde Hz. Peygambere varıncaya kadar uzanan isimler zinciri.

seniyye

  • (Çoğulu: Senâyâ) Ön dişlerin birisi.
  • Sarp ve yokuş yerde olan yol.

şer'

  • Şeriat, Allah tarafından bildirilen İlâhî emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi.

şer'-i islam / şer'-i islâm

  • İslâm şeriatı, Allah tarafından bildirilen, emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi.

şer'i / şer'î

  • Şeriatla ilgili, Allah tarafından bildirilen kanun ve hükümlerle ilgili.

şer-i ahmedi / şer-i ahmedî

  • Pegamberimiz Hz. Muhammed'in getirdiği şeriat; Allah tarafından bildirilen İlâhî emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi.

sera-perde

  • Saray perdesi. Eskiden harem dairesinin önüne çekilen büyük perde. (Farsça)
  • Padişah çadırı, otağ. (Farsça)

serab / serâb / سَرَابْ

  • Çölde, sıcak ve ışığın tesiriyle ilerde veya ufukta su ve yeşillik var gibi görünme olayı. Şaşkın hale gelme.
  • Şaşkın hâle gelme. Çorak yerlerde, çölde sıcak ve ışığın te'siriyle ileride, yakında yahut ufukta su veya yeşillik var gibi görünme hâdisesi.
  • Çölde uzaktan su gibi görünen ve ışığın kırılmasından ileri gelen parlaklık.

seradan süreyya'ya kadar / serâdan süreyya'ya kadar

  • Yerden Ülker yıldızına kadar (Birbirine zıt ve uzak şeyler için söylenir).

seradan süreyyaya / serâdan süreyyaya

  • Yerden Ülker yıldızına kadar; birbirine zıt ve uzak şeyler için söylenen bir ifadedir.

seradan süreyyaya kadar / serâdan süreyyaya kadar

  • Yerden Ülker yıldızına kadar (Birbirine zıt ve uzak şeyler için söylenir).

şerare

  • (Şerâr) Kıvılcım. Elektrik kıvılcımı. Müsbet ve menfi (+ ve -) elektrik kutuplarının birbirine çok yakın olmasından veya dokunmasından hâsıl olan kıvılcımların parlayışı.

serasker / سرعسكر

  • Ordu kumandanı. Komutan. (Farsça)
  • Harbiye nâzırı, milli savunma bakanı. (Farsça)
  • Başkomutan. (Farsça - Arapça)
  • Savunma bakanı, harbiye nazırı. (Farsça - Arapça)

serbestiyet-i nisvan

  • Kadınların serbestliği; özgürlükte aşırıya kaçmaları.

serbesücud

  • Secde edici. Başını yere değdirici. (Farsça)

şerc

  • Kıç, dübür.
  • Cem'etmek, toplamak. Birbiri üstüne yığmak.
  • Fırka.
  • Nev, cins.

serd

  • Sözü muttasıl ve güzel bir eda ile söylemek.
  • Halkaları birbirine geçirmek.
  • Delmek.
  • Dikmek.
  • Vurmak.

serem

  • Dişin, ağızda kökünden kırılması.

şeriat

  • Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi; İslâmiyet.

şeriat-i garra / şeriat-i garrâ

  • Büyük ve parlak şeriat; Allah tarafından bildirilen kanun ve hükümler.

şeriat-ı hıristiyaniye

  • Hiristiyanlık dininin hükümleri, kanunları.

şeriat-ı islamiye / şeriat-ı islâmiye

  • İslâm şeriatı; Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi, İslâm.

şeriat-i islamiye / şeriat-i islâmiye

  • İslâm şeriatı; Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi, İslâm.

şeriat-i meşhure

  • Herkesçe bilinen şeriat; Allah tarafından bildirilen İlâhî emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi.

şeriat-ı mutahhara

  • Temiz, mübarek şeriat; Allah tarafından bildirilen temiz, şüphelerden uzak hükümler, İslâmiyet.

şeriat-şikenane / şeriat-şikenâne

  • Şeriata aykırı, ters olan.

şerif-i mekke

  • Mekke emiri.

şerik / şerîk

  • Eş, ortak.
  • Herhangi bir şirkette ortak olan üyelerden herbiri.

serkeşane

  • Baş kaldırırcasına.

serm

  • Birinin dişlerini kırma.

serşar

  • Ağzına kadar dolu. Dökülecek derecede dolu. (Farsça)
  • İleri giden, sınırı aşan. (Farsça)

serşikeste

  • Ucu kırılmış olan. Başı kırık. (Farsça)

sert

  • Çiriş mâaunu.

sery

  • Davarı iyi gütmek.
  • Yıldırımın parlayıp çakması.
  • Kurt, eşine çıkmak.
  • Hiddetlenmek, kızmak.

şetat

  • Hadden aşırı olmak.
  • Hakdan uzak.
  • Zulüm, cevr, yalan, kizb, saçma.

setl

  • Birbiri ardınca bir bir çıkmak.

settare

  • Görünmemek için girilecek yer, örten, kapatan.

sevab

  • Hayır. Hayırlı iş. Allah (C.C.) tarafından mükâfatlandırılacak doğruluk ve iyilik karşılığı. Allah'ın (C.C.) rızasını kazanmağa mahsus iyi amel.
  • Hayır, hayırlı iş, Allah tarafından mükâfatlandırılacak doğruluk ve iyilik karşılığı.

şevb

  • Karıştırmak.
  • İçilecek olan şeye katılıp karıştırılan şey.

sevda / sevdâ / سودا

  • Kara, siyah. (Arapça)
  • İnsan yapısında bulunan dört maddeden biri. (Arapça)

şevk

  • Diken.
  • Birinin hiddet ve şevketi görünmek.
  • Ekin.

şevk-i bekà

  • Aşırı derecede sonsuzluk isteği.

şevkengizane

  • İsteklendirircesine.

sevkiyat-ı askeriye

  • Askerlerin belli hedeflere doğru yönlendirilmesi.

sevkü'l-insaniyet

  • İnsanlığın yönlendirilmesi.

sevm

  • Satılık bir şeye kıymet takdir etme, paha biçme.
  • Su-i kasd. Zulüm ve minnete giriftar etmek. Derde sokmak.
  • Dağlamak.
  • Başına buyruk olup istediği yere gitmek.
  • Kuş havada dolaşmak.
  • Satışa arzetmek.
  • Satın almak istemek.
  • Fâide yetiştirmek.<

sevr

  • Öküz, boğa.
  • Koz: Boğa burcu.
  • Dünyaya müekkel melâikeden birisinin ismi.

şeyn-i temenna / şeyn-i temennâ

  • Eli başa getirerek "baş üstüne" deme kusuru, temenna kiri.

seyr ü süluk

  • Tas: Takib edilecek usûl. Bir terbiye yoluna girip devam etme. Tarikata devam etme.

seyrisüluk / seyrisülûk

  • Manen yükselmek için bir yola girip yürümek.

şeytan

  • Kovulmuş, uzaklaştırılmış. Kibir ve gurûru sebebiyle Allahü teâlânın "Âdem'e secde ediniz" emrine isyân edip, karşı geldiği için, O'nun rahmetinden uzaklaştırılan varlık, İblis.

seyyid-ül-enam / seyyid-ül-enâm

  • Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın lakablarından biri. Beşerin yâni insanların efendisi, en yükseği.

şeza'

  • Sinirin yarılması.

şı'ra

  • Yaldırık adı verilen büyük, nurlu yıldız.

şi'ra / şi'râ

  • Şi'râ yıldızı, Sirius yıldızı.

şi'ra-ül yemani / şi'ra-ül yemanî

  • Semanın güney yarım küresinde bulunan "Kelb-i Ekber" denilen burcun ve bütün semanın görünen en parlak yıldızı. (Sirius)

sı'sıa

  • Sığınacak yer, sığınak, melce'.
  • Her nesnenin aslı.
  • Horozun baldırında çıkan fazlalık parmak.

sibak

  • (Sebk. den) Bir şeyin öncelik hali. Birisinden ileri geçmek. Bir şeyin geçmişi.
  • Bağ, bağlantı.

sıbhale

  • Azası iri ve uzun olan.

şiddet / شدت

  • Sertlik, katılık, aşırılık.
  • Sertlik. (Arapça)
  • Aşırılık, fazlalık. (Arapça)

şiddet-i hafa / şiddet-i hafâ

  • Aşırı gizlilik, kapalılık.

şiddet-i hırs

  • Aşırı hırs, şiddetli istek, arzu.

şiddet-i hücum

  • Şiddetli saldırı.

şiddet-i imtizaç

  • Tam bir uyum; birbiriyle tam bir uyum içinde karışma, birleşme.

şiddet-i inat

  • Şiddetli, aşırı inat.

şiddet-i meyusiyet

  • Aşırı ümitsizlik.

şiddet-i muhabbet

  • Aşırı sevgi.

şiddet-i muhalefet

  • Birbirinden çok farklı ve zıt olması.

şiddet-i şefkat

  • Aşırı şefkat.

şiddet-i tehalüf

  • Büyük farklılık, aşırı değişiklik.

sıddikiyet / sıddîkiyet

  • Sadâkat ve doğrulukta en ileri oluş. Çok sâdık olma hâli. Velilik mertebesinin nihâyeti. Peygamberlik mertebesinin bidâyeti olan makam.
  • Aşere-i Mübeşşere'nin birincisi ve ilk halife olan Hz. Ebubekir'in (R.A.) nâmı ve sıfatıdır.
  • Çok doğru olup, hiç yalan söylememek.

sıdk

  • Doğru söz. Hakikata muvâfık olan. Bir şeyin her hususu tam ve kâmil olması.
  • Ahdinde sâbit olmak.
  • Peygamberlere mahsus en mühim beş hasletten birisi.
  • Kalb temizliği.

sıfat terkibi

  • Sıfat tamlaması. Meselâ: "Kâmil insan" kelimeleri bir sıfat terkibidir. Burada Türkçe ifâdeye göre "kâmil insan" terkibinden birinci kelime sıfat (belirten), ikinci kelime ise mevsuf (belirtilen) dir. Farsça kâideye göre "insan-ı kâmil" diye söylenir.

sıftit

  • Kavi, kuvvetli, iri yarı, cesim kimse.

siga

  • Gr: Fiilin tasrifinden (çekiminden) meydana gelen çeşitli şekillerden her biri. Kip.
  • Fiilin çekiminden meydana gelen çeşitli şekillerden her biri.

sihle

  • İri taneli kum.

sıhr

  • Damat yahut enişte.
  • Huk: Karı-kocadan biri ile diğerinin kan hısımları arasındaki akrabalık.

sihr

  • (Sihir) Büyü, gözbağıcılık, büyücülük, hilekârlık.
  • Aldatmak.
  • Haktan uzaklaşmak. Bâtıl şeyi hak diye göstermek.
  • Lâtif ve dakik olan şey. Büyü kadar te'siri olan şey.
  • Şiir ve güzel söz söyleme gibi, insanı meftun eden hüner.

sihr-i beyani / sihr-i beyanî

  • Beyanın büyü gibi olan tesiri. (Hadis-i Şerife telmih var.)

şii / şiî

  • Hazreti Aliye aşırı taraftarlık gösteren kimse.

şikal

  • Devenin palanını bağlıyan ip.
  • Devenin ayağının bağlandığı ip, köstek.
  • El ve ayak zinciri.
  • Üç ayağı beyaz olan at.

şikar

  • Av, avlanan hayvan. Avlama. (Farsça)
  • Düşmandan ele geçirilen mal. Ganimet. (Farsça)

sikayet

  • Birine içecek su verme.

şikened

  • Kırıyor, kesiyor.

şikest / شكست

  • Kırma, kırılma. (Farsça)
  • Kıran. (Farsça)
  • Yenilme, mağlubiyet. (Farsça)
  • Kırık. (Farsça)
  • Yenilgi. (Farsça)
  • Kırma. (Farsça)
  • Kırılma. (Farsça)
  • Şikest bulmak: Kırılmak. (Farsça)
  • Şikest olmak: Kırılmak. (Farsça)

şikeste / شكسته

  • Kırılış, yeniliş, mağlub olmuş. Kırık. Tâlik yazının bir çeşidi. (Farsça)
  • Kırık. (Farsça)
  • Yenik, mağlup. (Farsça)

şikestebal / şikestebâl / شكسته بال

  • Kanadı kırık, kırık kanatlı. (Farsça)
  • Mc: Kederli, üzgün. (Farsça)
  • Kanadı kırık. (Farsça)
  • Çaresiz, üzgün. (Farsça)

şikestebeste / شكسته بسته

  • Kırık dökük. (Farsça)

şikestedil

  • Gönlü kırık, mahzun, kederli, hüzünlü. (Farsça)

şikestegi / şikestegî

  • Kırıklık. (Farsça)

şikestepa / şikestepâ

  • Ayağı kırık. (Farsça)

şıkk

  • Bir bütünün parçalarından her biri.
  • İki ihtimalden ve iki cihetten her biri.
  • İkiye ayrılmış şeyin bir kısmı.
  • İkiye bölünmüş bir şeyin bir parçası.
  • Bir işin iki yönünden her biri.

silahdar

  • Tar: Sarayın ileri gelen erkânından birinin ünvanıdır. "Silahdar-ı şehriyarî" de denilirse de mâruf olan "Silahdar Ağa"dır.

silahşör

  • Silahları karıştırıcı, silahlarla oynayıp uğraşıcı.
  • Eski zamanda bir sınıf silahlı asker, hususiyle muhtelif silahları kullanmakta fevkalâde meleke ve maharet ile mümtaz olup, maiyyette istihdam olunanlara verilen addı. Yeniçeri Ocağı zâbitlerinin bir takımı hakkında da kullanılır bi

silsile

  • Birbirine bağlanan, bir sıra meydana getiren şey. Zincir. Zincir gibi birbirine ekli ve bitişik olan.
  • Soy, sop.
  • Sıradağ.
  • Seri. Dizi.
  • Ard arda gelen şeylerin meydana getirdiği sıra.

silsile-i acibe

  • Hayret verici haller ve durumlar zinciri, dizisi.

silsile-i berahin / silsile-i berâhin

  • Deliller zinciri.

silsile-i cevahir

  • Cevherler zinciri.

silsile-i diyanet

  • Din zinciri.

silsile-i dua

  • Dua zinciri.

silsile-i ef'al

  • Fiiller zinciri.

silsile-i efkar / silsile-i efkâr / سِلْسِلَۀِ اَفْكَارْ

  • Fikirler zinciri.
  • Fikirler zinciri.

silsile-i enbiya

  • Peygamberler zinciri.

silsile-i esbab

  • Sebepler zinciri.

silsile-i eşya

  • Varlıklar zinciri.

silsile-i felsefe

  • Felsefe zinciri.

silsile-i felsefe ve hikmet

  • Hikmet ve felsefe zinciri.

silsile-i hadisat / silsile-i hâdisât

  • Meydana gelen olaylar zinciri.

silsile-i hakaik

  • Gerçekler zinciri.

silsile-i hasenat / silsile-i hasenât / سِلْسِلَۀِ حَسَنَاتْ

  • İyilikler zinciri.
  • İyilikler zinciri.

silsile-i i'caz

  • Mu'cizelik zinciri.

silsile-i icaz-ı i'cazi / silsile-i îcâz-ı i'câzî

  • Mu'cize olan veciz ifadeler zinciri.

silsile-i ihsanat / silsile-i ihsânât

  • İyilikler zinciri.

silsile-i ilim

  • İlim silsilesi, zinciri.

silsile-i kainat / silsile-i kâinat

  • Kâinat halkası, varlıklar zinciri.

silsile-i keramat / silsile-i kerâmât

  • Kerâmetler zinciri.

silsile-i keramet / silsile-i kerâmet / سِلْسِلَۀِ كَرَامَتْ

  • Kerametler zinciri, peş peşe gerçekleşen kerametler.
  • Kerâmet zinciri.

silsile-i mahlukat / silsile-i mahlûkat

  • Yaratıklar zinciri.

silsile-i mevcudat / silsile-i mevcûdât / سِلْسِلَۀِ مَوْجُودَاتْ

  • Varlıklar zinciri.
  • Varlıklar zinciri.

silsile-i mevhumat / silsile-i mevhûmât

  • Kuruntular zinciri.

silsile-i neseb

  • Soy zinciri.

silsile-i nübüvvet

  • Peygamberlik zinciri.

silsile-i nübüvvet ve diyanet

  • Din ve peygamberlik zinciri.

silsile-i nur

  • Nur zinciri.

silsile-i rivayet

  • Birinin diğerine nakletmesiyle gelen rivayet, nakil zinciri.

silsile-i şuunat / silsile-i şuûnât

  • İşler zinciri.

silsile-i tefekkürat / silsile-i tefekkürât

  • Tefekkürler zinciri.

silsile-i vücud-u ilmi / silsile-i vücud-u ilmî

  • İlim halinde olan varlıklar zinciri.

silsile-i zerrat / silsile-i zerrât

  • Zerreler, atomlar zinciri.

şilv

  • Vücut azâlarından biri.

simak

  • (Tekili: Semek) Balıklar.
  • Parlak yıldız.
  • İki parlak yıldızdan birisi.
  • Bir şeyi yükseltip kaldıracak âlet.

sımlah

  • Kulak kiri.

simmi / simmî

  • (Çoğulu: Esmiyâ) Adaş, isimleri aynı olan kişilerin herbiri.

sinimmar

  • Ay, kamer.
  • Gece uyumayan erkek.
  • Harami.
  • Tar: Rum milletinden bir üstâdın adıdır. Numan bin Münzir için Hira'da bir köşk yapmıştı. Bunun bir eşini daha kimseye yapmasın diye Numan bin Münzir o köşkün üstünden attırıp öldürdü. (Ahter-i Kebir'den)

sinne

  • (Çoğulu: Sinen) Kalem başı.
  • Sapan demiri.

sinyal

  • Kararlaştırılmış bir haberi verme işareti. İşaret. (Fransızca)

siper-i saika / siper-i sâika

  • Yıldırımdan korunmak için gemilerle, minarelere ve büyük binalara konan âlet. Paratoner.Gemilerde direklerin şapkalarına konulur ve üzerlerine, bir ucu denize kadar sarkıtılmış bakır tel bağlanır. Direkleriyle teknesi ağaç olmayan gemilerde tel yoktur. Telin gördüğü nakil hizmetini geminin demir kıs

sır

  • Gizli, gizlenilen şey.
  • Âlem-i emrin (maddesiz, zamansız ve ölçüye girmeyen âlemin) beş mertebesinden biri. Tasavvuf yolculuğunda rûhun üstündeki derece.

şir'a

  • (Şeria-Meşrea) Lügat mânası, bir ırmak veya herhangi bir su menbaından su içmek veya almak için girilen yol demektir. Bunda insanların, hayat-ı ebediye ve saadet-i hakikiyeye vusulü için Allah'ın vaz' u teklif ettiği ahkâm-ı mahsusaya ve mezheb-i müstakime bil'istiare ıtlak edilmiştir ki, din demekt

şirec

  • Şırılgan yağı.
  • Üzüm suyu. Şira.

şirin / şîrin / شيرین

  • Tatlı. (Farsça)
  • Şirin, sevimli. (Farsça)

şirin-eda / şirin-edâ

  • Lâtif ve şirin edâlı. (Farsça)

sirişte

  • Yoğrulmuş, karıştırılmış. (Farsça)

sırp

  • Yugoslavya'da yaşayan bir kavim adı. Veya o kavimden birisi.

sırr-ı ehadiyet

  • Ehadiyetin sırrı, mânası, kuvvet ve te'siri.

sırr-ı i'caz-ı kur'an / sırr-ı i'câz-ı kur'ân

  • Kur'ân'ın mu'cize oluşunun sırrı, espirisi.

sırr-ı işari / sırr-ı işarî

  • İşaretle bildirilen sır.

sırr-ı teklif

  • İnsanların dünyaya gelip, Allah (C.C.) tarafından vazifelendirilmelerinin hikmeti. Dünyaya gelip vazife sahibi olmanın sırrı.

sırr-ı tezad

  • Birbirine zıt olma esprisi; zıtlık sırrı.

sırrdaş

  • Birbirinin sırrını bilen.
  • Sır saklıyan.

şişe / şîşe

  • Camdan yapılmış ağzı dar uzunca kap. Lâmbaya geçirilen camdan küçük baca.
  • Çeşitli maksatlarla çakılan çıta.
  • Lâmbaya geçirilen sırça, camdan yapılmış küçük baca, camdan yapılmış dar ağızlı uzun kap.

sistem

  • Bir bütün meydana getirecek şekilde, karşılıklı olarak birbirine bağlı unsurların hepsi. (Fransızca)
  • İlimde bir bütün meydana getirecek esasların hepsi. (Fransızca)
  • Bir nizâm dâiresinde çalışan takım. (Fransızca)
  • Proğramlı çalışmak. (Fransızca)
  • Manzume. (Fransızca)

sıyah

  • (Tekili: Sayha) Bağırmalar, çığlıklar, haykırışlar, feryadlar.

siyaset-i hıristiyaniye

  • Hıristiyanlık siyaseti.

siyyan

  • (Tekili: Siyy) Birbirine denk ve eşit. Müsavi.

siyyanen

  • Birbirine denk ve eşit olarak. Müsavi bir tarzda.

skolastik / skolâstik

  • Orta Çağda Hıristiyan âleminde, papazların dinî görüşüne ve onların baskısı altındaki dinî fikirlerine göre verilen felsefî fikirler.
  • Ortaçağ Hıristiyanlık eğitimi.

sofi

  • Dinin özünden habersiz, şekilci, aşırı katı kimse.

sohbet-i irfaniye / sohbet-i irfâniye

  • İlim ve bilgi kazandıran sohbet; gerçeğe ulaştırıcı sohbet.

sömestr

  • Okullarda bir ders yılının ayrıldığı iki dönemin herbiri. (Fransızca)

sosyalist / صُوسُيَالِستْ

  • Şahsî mülkiyeti kaldırıp her şeyi topluma mal eden sistemi savunan kişi.

staj

  • Mesleki bilgisini artırmak maksadıyla başka birinin nezareti altında yapılan çalışma. (Fransızca)

su'-i hal / sû'-i hâl

  • Kötü hal. Birini tezlîl için zahmetle etme iştigâl, Arkadaş kazanmaya, mâni sû'i hâl.

şu'le-i berkıyye

  • Yıldırım ışığı. Şimşek parıltısı.

şu'leperver

  • Işıklandıran. Alevlendirici. (Farsça)

su-i hazm

  • Sindirim bozukluğu.

şuayb aleyhisselam / şuayb aleyhisselâm

  • Medyen ve Eyke ahâlisine gönderilen peygamber. İbrâhim aleyhisselâmın, dînini insanlara tebliğ etti. İbrâhim aleyhisselâmın veya Sâlih aleyhisselâmın neslinden olduğu rivâyet edilir. İsminin Arabça Şuayb, Süryânicede Yesrûb olduğu bildirilmiştir. Mûsâ aleyhisselâmın kayınpederidir.

subh-u haşir / صُبْحُ حَشْرْ

  • Ölüleri dirilterek toplama sabahı.

subh-u kıyamet

  • Diriliş sabahı.

subre

  • Birikinti, yığın.

şücne

  • Sıklığından birbirine girmiş ağaçların damarları.

sücre

  • (Çoğulu: Sücür) Yağmur suyundan biriken su.

sücud / sücûd

  • Secde; namazın içindeki farzlardan biri. Namazda alnı ve burnu yere koyma.

südüs

  • Altıda bir. Ferâiz ilminde yâni İslâm mîras hukûkunda bildirilen altıda bir hisse (pay).

şüf'a

  • Bir malı müşteriye, mal olduğu fiata satmak.
  • Huk: Satılmakta olan bir yerde hissesi bulunan veya oraya bitişik komşu olanın satılan şeyi almakta birinci derecede hakkı olması. Şüf'a sahibi kendinden habersiz satılan şeyi, dava ederse, bedelini ödeyerek müşteriden geri alabilir.
  • <

süfyan

  • Âhir zamanda geleceği ve ümmetin karanlık günler yaşamasına vesile olacağı sahih hadislerle bildirilen dehşetli dinsiz ve münâfık bir şahıs.

sugra

  • (Suğra) Daha küçük, pek küçük.
  • Man: Hadd-i asgarın bulunduğu cümle. Birinci kaziyye. Küçük önerme.

suğra / suğrâ

  • Küçük önerme; kıyası oluşturan önermelerden birisidir. Kıyasın sonuç önermesinin öznesi olan küçük terim bu küçük önermede bulunur.

süham

  • (Sühamî - Sühamiye) Lezzetli, sindirici, hoş içilecek şey.
  • Kuş yelekleri arasındaki yumuşak tüyler.
  • Yumuşak kumaş, elbise.

sühan-çin

  • Söz getirip götüren, söz toplayan, dedikoducu. (Farsça)

süheyl

  • Kolay, uygun ve yumuşak.
  • Semânın güney tarafında ve Yemenden daha iyi görülen bir yıldız adı. (Bunun için buna Süheyl-i Yemâni denir. Kuzey kutup yıldızının naziri, benzeridir.)

sühl

  • Eşeğin göğsünden çıkan hırıltı.

suhriyen

  • (Sıhriyya) Musahhar kılınan, hizmette çalıştırılan.
  • Gülünç olan.

suhuf-u ibrahim

  • Hz. İbrahim'e indirilen sahifeler, küçük kitap.

sukata

  • Kırıntı, döküntü, artık.

sukataçin

  • Kırıntı, döküntü toplayan. Artık toplayan. (Farsça)

sukatahar / sukatahâr

  • Kırıntı, artık yiyen. (Farsça)

sükunetperver / sükûnetperver

  • Dinlendirici, rahatlandırıcı. (Farsça)

sukut-ı musammem

  • Düşmesi kararlaştırılmış. İktidardan düşürmek için hakkında karar alınmış.

sukut-u musammem

  • Düşmesi kararlaştırılmış, iktidardan düşürülmesine kesin karar alınmış.

sulbi / sulbî

  • Birinin sulbünden gelme. Kendi evlâdı. Kendi oğlu.

sulfato

  • Sülfirik asit, tuz veya esteri.

sulh-amiz / sulh-âmiz

  • Ara bulucu, barıştırıcı. (Farsça)

sultan

  • Reis. İslâm Hükümdarı. Hâkimiyet sahibi. Padişah.
  • Allah. (C.C.)
  • Kuvvet, kudret ve hâkimiyet sâhibi.
  • Hükümdar âilesinden olan anne, kız gibi kadınlardan her biri.
  • Hüccet ve delil.
  • Kahr ve tegallüb mânasında masdardır. Her şeyin yavuz, şiddet ve satvetin

sultan reşad

  • (Mi: 1844-1918) Meşrutiyet devri Osmanlı Padişahıdır. Merhametli ve halim tabiatlı olan bu dindar ve abdestsiz gezmiyen padişah, Mevlevi Tarikatına bağlı idi. Boş vakitlerini Mesnevi okumakla geçirirdi.

sultan-ı mahlua / sultan-ı mahlûa

  • Tahtından indirilmiş Sultan; İkinci Abdülhamid.

süluk yolu / sülûk yolu

  • İnsanı Allahü teâlânın sevgisine kavuşturan yollardan biri.

sülüs

  • Üçte bir. Üç parçadan biri.
  • Bir yazı çeşidi.
  • Üçte bir, üç parçadan biri. Bir yazı çeşidi.

sülüs-ü kur'an / sülüs-ü kur'ân / ثُلُثُ قُرْآنْ

  • Kur'ân'ın üçte biri.
  • Kur'ân'ın üçte biri.

sülüs-ü mektubat

  • Mektubat'ın üçte biri.

sümame

  • (Çoğulu: Sümâm) Bir zayıf ot.
  • Cem etmek, toplamak, biriktirmek.

sumluh

  • Kulak kiri.

şümus-u kur'an / şümus-u kur'ân

  • Kur'ân-ı Kerimin içinde bulunan ve her birisi güneş gibi iman hakikatlerini açıkça gösteren temel özellikleri.

sündüs

  • Sırmadan kabartma deseni. Eski bir çeşit ipekli kumaş. Parlak renkli, çiçekli, işlemeli, nakışlı olarak dokunmuş ipek kumaş. Altun veya gümüş tellerle işlemeli ve nakışlı olarak dokunmuş ipek kumaşlardan biri.

sünnet

  • Kanun, yol, âdet.
  • Siret-i hasene.
  • Ist: Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sözü, emri, hal ve takriri. Müslümanların ittibâında ve dinlemesinde maddî ve manevî pek çok fazilet bulunan, tatbikinde mühim sevablar, terkinde mühim zararlar bulunan İslâmî emirler. Sünnet'e Farz-ı
  • Yol, kânun, âdet.
  • Peygamber efendimizin mübârek sözleri, işleri ve görüp de mâni olmadığı şeyler.
  • Din bilgilerinde senet, kaynak olan dört temel delîlden biri. Hadîs-i şerîfler.
  • Şerîat yâni İslâm dîni.

sünnet-i hasene

  • İlk asırda (Resûlullah efendimiz ve O'nun arkadaşları olan Eshâb-ı kirâm zamânında) asılları îtibâriyle bulunan, sonraları daha da geliştirilen, minâre, mektep yapmak ve kitâb yazmak gibi, İslâm'ın izin verdiği, hattâ emrettiği güzel ve faydalı işler.

sünnet-i kifaye / sünnet-i kifâye

  • Başkalarının meselâ beş-on kişiden birinin işlemesiyle, diğerlerinden sâkıt olan (düşen) sünnet.

sünuh

  • (Çoğulu: Sünuhat) Çok düşünmeden akla ve kalbe gelen mânâ.
  • Zuhur etmek. Vaki olmak.
  • Sözü kinâye ve târiz ile söylemek.
  • Kolay olmak.
  • Birini güçlüğe düşürmek.

sünusi / sünusî

  • (Seyyid Muhammed bin Ali) (Hi: 1206 - 1276) Şâzelî (Şazilî) Tarikatının sonradan teşekkül eden kollarından birisinin kurucusudur. Cezayir'in büyük velilerindendir. Memleketinin bir çok yerlerini ve Mekke-i Mükerreme'yi ziyaret etmiş; Mısır'da, Bingazi'de tederrüsle iştigal etmiştir. Bingazi'de zaviy

şüpheli şeyler

  • Helâl ve haram olduğu açıkça bildirilmeyen şeyler; şüpheliler.

sur / sûr

  • Kıyâmet kopacağı zaman, dört büyük melekten biri olan İsrâfil aleyhisselâmın üfleyeceği, nasıl olduğu bilinmiyen boru.

süradik

  • (Serâdik) Saray perdesi. Padişaha mahsus sarayın veya çadırın perdeleri.

sure / sûre

  • Kur'an-ı Kerim'in 114 bölümünden her biri.
  • Derece.
  • Duracak yer. Menzilet.
  • Şeref ve şan.
  • Güzel inşa edilmiş bina. Sur.
  • Refi'.
  • Alâmet, nişan.
  • Kur'ân-ı kerîmin en az üç âyetten meydana gelen bölümlerinden her biri. Çokluk şekli süverdir. Kur'ân-ı kerîmde 114 sûre olup, bâzı sûrelerin birkaç ismi vardır. Bekara sûresinden Berâe sûresine kadar olan yedi sûreye es-Seb'ut-tıvâl (uzun sûreler), Fâtiha'ya ve âyetleri yüzden az olan sûrelere mesâ
  • Kur'ân'ın ayrıldığı 114 bölümden her biri.
  • Kur'ân-ı Kerim'in 114 bölümünden her biri.

suretperest / sûretperest

  • Dış görünüşe, fotoğraflara aşırı önem veren.

suri / surî

  • Surete ait, görünüşe ait ve müteallik. Hakiki, ciddi ve samimi olmayan. Zâhirî.

süryaniler / süryânîler

  • Hıristiyanlıktaki katolik mezhebine bağlı olan ve süryânî dili ile konuşan bir hıristiyan topluluğu.

sütun

  • Direk, amud, rükün. Silindir biçiminde destek. (Farsça)
  • Gazete veya kitap sahifelerinde yukarıdan aşağıya olan bölünmüş kısımlardan herbiri. Kolon. (Farsça)

şutur

  • Irak, uzak, baid.
  • Bir memesi birisinden uzun olan koyun.
  • İki emziği kurumuş olan deve.

sutur-u kainat-ı dehr / sutur-u kâinat-ı dehr

  • Kâinatın her biri asırlara karşılık gelen satırları, kâinat zamanlarının satırları.

sütürg

  • Büyük, iri, muazzam. (Farsça)

süveyş

  • Akdeniz'le Kızıl Deniz'i birbirine bağlayan büyük kanal.

ta'dilen / ta'dîlen / تعدیلا

  • Değiştirilerek, değişiklik yapılarak. (Arapça)

ta'lik / ta'lîk / تعليق

  • Askıya alma. erteleme. (Arapça)
  • Ta'lîk edilmek: Asılmak, iliştirilmek, tutturulmak. (Arapça)

ta'mim / ta'mîm / تعميم

  • Genelleştirme, yayma. (Arapça)
  • Genelleştirilme, yayılma. (Arapça)

ta'n

  • Hoş görmemek. Kötülemek. Birisinin ayıp ve kusurlarını beyan etmek.
  • Küfretmek.
  • Muhalifin iddialarını çürütmek.
  • Vurmak.
  • Duhul etmek, dâhil olmak, girmek.
  • Hoş görmemek, kötülemek.
  • Birisinin ayıp ve kusurlarını söylemek.
  • Küfretmek.
  • Muhalifin iddialarını çürütmek.

ta'rib / ta'rîb / تعریب

  • Arapçalaştırma. (Arapça)
  • Ta'rîb edilmek: Arapçalaştırılmak. (Arapça)
  • Ta'rîb etmek: Arapçalaştırmak. (Arapça)

ta'şir

  • (Çoğulu: Ta'şirât) (Öşr. den) Öşürünü alma. Onda birini alma.
  • Ona bölme.

ta'vik / ta'vîk / تعویق

  • Askıya alma, geciktirme, erteleme, oyalama. (Arapça)
  • Ta'vîk edilmek: Geciktirilmek, ertelenmek, askıya alınmak. (Arapça)
  • Ta'vîk etmek: Geciktirmek, ertelemek, askıya almak. (Arapça)

ta'viz / ta'vîz

  • Kur'ân-ı kerîmde bildirilen ve Peygamberimizden naklen gelen duâları okumak veya bunları yazıp üzerinde taşımak.

ta'vizen

  • Karşılık olarak, karşılık alınmak suretiyle. Gelecekte gelirinden kesilmek şartıyla.

ta'yiş

  • Diri tutmak.

ta'ziye

  • Yeni ölen birisinin yakınlarının acısını paylaşır söz söylemek, teselli etmek. Baş sağlığı dilemek. "Allah sabr-ı cemil ihsan etsin" diye söylemek.

ta-i evvel / tâ-i evvel

  • Birinci "tâ" harfi.

taac'uc

  • Çeşitli seslerin birbirine karışması.

taaddi / taaddî

  • Geçme, öteye geçme, saldırma.
  • Zulmetme, adaletsizlik.
  • Örf, âdet ve kanunların sınırını aşma.
  • Arapça'da lâzım bir fiili müteaddî yapmak.

taammüm

  • Umumileşme. Umumi olma.
  • (İmame. den) Sarık sarma.
  • (Amm. den) Amca olma. Birisini "amca" diye çağırma.

taarruz / تعرض

  • Saldırı. (Arapça)
  • Sataşma. (Arapça)

taarüf

  • Birbirini bilmek, tanımak.
  • Karşılıklı tanışma, birbirini tanıma.

taassub / تَعَصُّبْ

  • Aşırı derecede, körükörüne bağlılık.
  • Aşırı taraftarlık.

taassub-u kavmi / taassub-u kavmî

  • Aşırı milliyetçilik, ırkçılık.

taassub-u mezhebi / taassub-u mezhebî

  • Bir mezhebe aşırı derecede bağlılık.

taassup

  • Aşırı derecede, körü körüne bağlılık.

tab'a-i ula / tab'a-i ûlâ

  • Birinci baskı.

taba'

  • Bulaşmak.
  • Kir.
  • Demirin paslanması.

tabaka-i beşer

  • İnsanların ayrıldığı sınıfların her biri.

tabaka-i beşeriye

  • İnsanların ayrıldığı sınıfların her biri.

tabdade

  • Parlatılmış, yandırılmış. (Farsça)

taberi / taberî

  • (Ebu Cafer Muhammed bin Cerir İbn-i Yezid) (Hi: 224 - 310) İslâm tarihçisi ve müfessiri olup Taberistan'da doğmuş, 7 yaşında Kur'anı hıfz edip bütün ömrünü ilme vakf etmiştir. Babasının adına izafetle Ceririye adlı bir fıkıh mektebi kurmuştur. İbn-i Cerir-et Taberî adı meşhurdur. Kur'an-ı Kerimin bü

tabh

  • Pişirme. Pişirilme.
  • İlâç kaynatma.

tabhi / tabhî

  • Pişirmekle veya pişirilmekle ilgili.

tabi / tâbi

  • Birinin arkasından giden, ona uyan, boyun eğen.

tabi'

  • Birinin arkası sıra giden, ona uyan. Boyun eğen. İtaat eden.
  • Gr: Kendinden evvelki kelimeye göre hareke alan.
  • Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ı görmüş olanları, ashabını görüp, onlardan hadis dinlemiş olan.

tabi'iyyeciler / tabî'iyyeciler

  • Canlılarda ve cansızlardaki, akıllara hayret veren intizâmı (düzeni) ve incelikleri görerek, bir yaratanın varlığını söylemekle berâber; öldükten sonra tekrar dirilmeği, âhireti, Cennet'i ve Cehennem'i inkâr edenler (red edip, kabûl etmeyen, inanmaya nlar).

tabiatperestlik

  • Herşeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia etme, tabiatçılık.

tabii felsefe / tabiî felsefe

  • Tabiatçı, materyalist felsefe; herşeyin tabiatın tesiriyle olduğunu savunan felsefî görüş.

tabiiyunluk

  • Tabiatçılık, her şeyin tabiatın tesiriyle var olduğunu iddia etme.

tabiiyyun / tabiiyyûn

  • Tabiatçılar, herşeyin tabiatın tesiriyle olduğunu savunanlar.

tabir-i samedani / tabir-i samedânî

  • Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan, ama herşey Kendisine muhtaç olan Allah'ın yüce ifadesi, tabiri.

tadadd

  • Birbirine düşmanlık etmek.

tadagun

  • Birbirini istemeyip garaz edişmek.

tadarr

  • Birbirine zarar etmek.

tadmir

  • Atı semirince yulaf verip beslemek. (Kırk günde olur.)
  • İnce belli yapmak.

tafdil

  • Bir şeyi üstün kılmak. Birisini ötekisinden mühim görmek.
  • Gr: Bir şeyi "en üstün, daha üstün daha çok, en iyi, daha iyi" gibi mânâ ifâde etmesi için mukayese ve üstünlük gösteren ismini söylemek ki, buna "ism-i tafdil" denir. Ef'al () vezninde; efdal (daha faziletli), ekber; (en büyü

tafdiliyye / tafdîliyye

  • Şîanın kollarından biri. Hazret-i Ali'yi sevdiklerini söyleyip, diğer Eshâb-ı kirâmı kötüleyen bozuk fırka.

taganni

  • (Gınâ. dan) Muhtaç olmamak.
  • Kâfi bulmak.
  • Zengin olmak.
  • Şarkı söylemek. Bir ibareyi makamla okumak.
  • Bir şâirin birisini medih veya hicvetmesi.

tagıye

  • Salak, kibirli ve inatçı adam.
  • Yıldırım.

tagmiz

  • Sıkmak.
  • Gövdesini sıktırıp ovdurmak.

tagniye

  • (Gınâ. dan) Birini zengin etmek.

tagrib

  • (Gurbet. den) Birini gurbete gönderme.
  • Memleketten çıkarma, uzaklaştırılma.
  • Kovma.

tagşiye

  • (Gışâ. dan) Örtmek, örtünmek. Bürünmek.
  • (Gaşi. den) Kendinden geçirilmek.

tagut

  • İnsanları Allah'a (C.C.) karşı isyana sevkeden. İsyankâr.
  • Her bâtıl mâbud.
  • Şeytan.
  • İslâmiyetten önce Kâbe'deki putlardan birinin ismi.

tagviye

  • Azdırıp yoldan saptırma, baştan çıkarma.

tağyir / tağyîr / تغيير

  • Değiştirme, başkalaştırma. (Arapça)
  • Tağyîr edilmek: Değiştirilmek. (Arapça)
  • Tağyîr etmek: Değiştirmek. (Arapça)

tağyir ve tebdil eden

  • Değiştirip dönüştüren.

tahab

  • Birbiriyle sevişmek.

tahaccüm

  • (Hacm. den) Büyüme, irileşme, hacim peyda etmek.

tahacüc

  • Hüccetleşmek. Birbirinden hüccet talep etmek, delil istemek.

tahadd

  • Muhalefet edişmek, birbirine karşı gelmek.

tahaddi mu'cizesi

  • Cenab-ı Hakk'ın, Resülüne inzal ettiği Kur'anın şeksiz, şüphesiz bir mu'cize-i ebediye olduğunu sarahaten göstermek için, şüphesi olanlara karşı "Kur'an'ın mislini ve nazirini yapın" diye meydan okuması.

tahaddi vakti / tahaddî vakti

  • Meydan okuma ve ihtiyaç vakti (inanmayanlara peygamberliğin ispatı, inananlar için imanın güçlendirilmesi vaktinde gösterilen mu'cizeler).

tahai

  • Birbiriyle kardeş olmak.

tahakküm-ü zahiri / tahakküm-ü zâhirî

  • Zahirî olan egemenlik; akıl ve gönlü dışlayarak insanlara hükmetme.

tahallül

  • (Hall. den) Hallolmak. Eczası birbirinden ayrılmak.

tahannüs

  • Kırılmak.
  • Eğilmek.
  • Kırılıp bükülür olmak.

taharri / taharrî / تحری

  • (Hary. dan) Aramak. Araştırmak. İncelemek. Araştırılmak.
  • Arama. (Arapça)
  • Araştırma. (Arapça)
  • Taharrî edilmek: (Arapça)
  • Aranmak. (Arapça)
  • Araştırılmak. (Arapça)
  • Taharrî etmek: (Arapça)
  • Aramak. (Arapça)
  • Arştırmak. (Arapça)

tahaşşüd

  • Birikme, yığılma. Toplanma.

tahassul

  • Hâsıl olmak. Üremek. Husule gelmek. Bir araya birikip sâbit ve bâki olmak. Netice olarak çıkmak.

tahassür

  • (Hasret. den) Hasret çekmek. Elde edilmesi istenilen ve ele geçirilemeyen şeye üzülmek.

tahasür

  • Birbirinin beline elini sokup yürümek.
  • Eli böğürüne koymak.

tahatti / tahattî / تخطى

  • (Hatve. den) Bir şeyi atlayıp geçmek.
  • Sınırı aşmak.
  • Saldırış.
  • Haddini bilmeme, sınırı geçme, çizgiyi geçme. (Arapça)

tahattiat

  • (Tekili: Tahatti) Saldırışlar, tecavüzler.

tahatül

  • Birbirini aldatmak.

tahavüz

  • Birbirini cenkten men'etmek. Dövüşten alıkoymak.

tahavvül

  • (Hâl. den) Birinden diğerine geçmek. Tebdil olunmak, değişmek. Dönmek. Bir hâlden başka bir hâle geçmek.

tahaz

  • Birbirini kandırmak, aldatmak.

tahazül

  • Birbirini rüsvay etmek, kepaze etmek.

tahazzüb

  • (Hizb. den) Toplanma, birikme. Küçük topluluk meydana getirme.

tahazzün

  • Kederlenmek, hüzünlenmek. Birine acımak. Mükedder olmak.
  • Birikme.

tahdid / tahdîd / تحدید

  • Hudutlandırmak. Sınırlamak. Sınırı belli etmek.
  • Tarif etmek.
  • Bir şeyi kasdetmek.
  • Keskin etmek. Bilemek.
  • Sınırlandırma. (Arapça)
  • Tahdîd edilmek: Sınırlandırılmak. (Arapça)
  • Tahdîd etmek: Sınırlandırmak. (Arapça)

tahdid edilme

  • Sınırlandırılma.

tahdit edilme

  • Sınırlanma, sınırlandırılma.

tahin

  • Darı unu.
  • Öğütülmüş tahıl.
  • Şekerle karıştırılarak helvası yapılan öğütülmüş susam.

tahıne

  • (Çoğulu: Tavâhın) Azı dişlerinden birisi.

tahir

  • Temiz. Pâk. Abdesti bozacak veya guslü icab ettirecek şeylerden birisiyle özürlü olmayan.
  • Zâhir ve bâtında bütün ayıp ve kirlerden temiz, pâk olduğu için Hz. Peygamberimize de (A.S.) bu isim verilmiştir.
  • Müzikte: Makam ismi.

tahiyyet-ül mescid

  • Bir mescide veya bir camiye girildiğinde, sevab niyetiyle, oturmadan evvel kılınan namaz.

tahkik / تحقيق

  • Araştırma, gerçeği arama. (Arapça)
  • Tahkik edilmek: Araştırılmak. (Arapça)
  • Tahkik etmek: Araştırmak. (Arapça)

tahkim / تحكيم

  • Hakem tayin etmek. Hâkim nasbeylemek.
  • Kuvvetlendirme. Sağlamlaştırmak, kavileştirmek.
  • Birisini fesattan men'eylemek.
  • Mahkemede hasmın dâvalarının açıkça belli olması için hâkimi değiştirmek.
  • Sağlamlaştırma. (Arapça)
  • Tahkim edilmek: Sağlamlaştırılmak. (Arapça)
  • Tahkim etmek: Sağlamlaştırmak. (Arapça)

tahkimat / tahkîmât / تحكيمات

  • Sağlamlaştırmalar. (Arapça)
  • Sağlamlaştırılmış yer. (Arapça)

tahkir etmek / tahkîr etmek

  • Hor görmek, kötülemek, aşağılamak, birine veya bir şeye söz ve hareketle hakâret etmek, saygı ve hürmet gösterilmesi, üstün tutulması lâzım olan şeyleri aşağı tutmak, saygısızlık etmek.

tahlif / tahlîf

  • (Halef. den) Birini kendi yerine bırakmak.
  • Yemin vermek. Mahkemede iki hasımdan birine yemîn ettirmek.

tahlil

  • Müşkül meseleyi halletmek.
  • Bir şeyi kolaylıkla tutmak.
  • Eritmek.
  • Bir şeyi helâl kılmak.
  • Yemine kefaret etmek.
  • Man: Terkibin zıddıdır. Bir kıyas neticesinin mantık şekillerinin hangisinden olduğunu bilmek için delilin tahlili, araştırılması.
  • Fiz:

tahlit

  • (Halt. dan) Karıştırma. Karıştırılma. Bozma. Saflığını giderme. Fâsid etme.

tahmil-i minnet

  • Birini minnet altında bırakma.

tahmil-i zahmet

  • Zor bir işi birine yükletme.

tahmim

  • Zina eden kimseyi ziftleyip, dövüp, yüzüne kara vurup, ters olarak eşeğe bindirip gezdirmek.

tahmir

  • Kızartmak.
  • Birine "eşek" demek.

tahmis

  • (Hums. dan) Bir şeyi beş kat veya beş köşe haline getirmek.
  • Edb: Bir şiirin her beytine üçer mısra ilâve ederek beşe çıkarmak.
  • Ateşte kızdırıp kavurmak.
  • Kahve kavrulan ve satılan yer.

tahrif olma

  • Değiştirilme, aslından uzaklaştırılma.

tahrim tekbiri

  • İftitah tekbiri de denir.

tahrime tekbiri / tahrîme tekbîri

  • Namaza Allahü ekber diyerek başlama; iftitâh tekbîri.

tahrir / تحریر

  • Yazma. (Arapça)
  • Yazılma. (Arapça)
  • Kitap yazma. (Arapça)
  • Serbest bırakma. (Arapça)
  • Tahrîr edilmek: Yazılmak. (Arapça)
  • Tahrîr etmek: Yazmak. (Arapça)
  • Tahrîr ettirilmek: Yazdırılmak. (Arapça)

tahşid

  • Yığma. Toplama. Biriktirme. Yığınak.
  • Bir mevzu hakkında çok izah ve konuşmalar.
  • Yığma, biriktirme, destekleme, kuvvetlendirme.

tahşidat / tahşidât

  • Birikmeler. Toplamalar. Yığınaklar.
  • Konuşarak fazla üzerinde durma.

tahsil-i irfan / tahsîl-i irfan

  • Tasavvuf bilgilerini elde etme, öğrenme. Edeler dâimâ tahsîl-i irfân Olalar her biri, bir kâmil insan.
  • İlim ve tecrübe netîcesinde bilgi edinme.

tahşin

  • İri ve kaba etmek.

tahsis / تخصيص

  • Biri için ayırma.
  • Bir şeyi birine mahsus kılma, ona özel yapma.
  • Özgü kılma, ayırma. (Arapça)
  • Tahsis edilmek: Ayırılmak. (Arapça)
  • Tahsis etmek: Ayırmak. (Arapça)

tahsis edici

  • Ayırıcı, bir tarafa ait kılıcı.

tahsisat / tahsisât

  • Biri için ayırmalar.

tahsisen

  • Birine ayırmakla.

tahtessıfır

  • Sıfırın altında.
  • Sıfırın altı, eksi.

tahvil / تحویل

  • Değiştirme. (Arapça)
  • Borç senedi. (Arapça)
  • Tahvil edilmek: (Arapça)
  • Değiştirilmek, dönüştürülmek. (Arapça)
  • Teslim edilmek. (Arapça)
  • Tahvil etmek: (Arapça)
  • Değiştirmek. (Arapça)
  • Teslim etmek. (Arapça)

tahvin

  • (Çoğulu: Tahvinât) Birisine hâin deme. Hıyânet nisbet etme.

tahyir

  • (Hayır. dan) İki şeyden birisini seçme durumunda bırakma. İstediğini seçmesini teklif etme.

takadi

  • Birbirine hakkını vermek.

takadu'

  • Birbirine süngü ile vurmak.

takali

  • Birbirini düşman kabul etmek.

takarr

  • Birbiriyle kararlaşmak.

takarrür / تقرر

  • Karar kılma. (Arapça)
  • Yerleşme. (Arapça)
  • Takarrür etmek: (Arapça)
  • Karar kılmak. (Arapça)
  • Kararlaştırılmak. (Arapça)
  • Yerleşmek. (Arapça)

takarüb

  • Birbirine yakın olmak.

takassuf

  • Kırılmak.

takasüm

  • Kısmet edişmek.
  • Birbirine yemin vermek.

takavül

  • Birbiriyle söyleşmek.

takavüm

  • Dövüşmek, vuruşmak. Birbiriyle cenge durmak.

takayyuz

  • Kırılmak.
  • Benzetmek.

takazüf

  • Birbirine iftira edip atışmak.

takdim edilme

  • Öne alınma, öne geçirilme.

takdir / تقدیر

  • Değerlendirme. (Arapça)
  • Beğenme. (Arapça)
  • Tanrı'nın isteği. (Arapça)
  • Takdîr edilmek: (Arapça)
  • Değerlendirilmek. (Arapça)
  • Beğenilmek. (Arapça)
  • Değer biçilmek. (Arapça)
  • Takdîr etmek: (Arapça)
  • Değerlendirmek. (Arapça)
  • Beğenmek.< (Arapça)

takdir-i hüda / takdir-i hüdâ

  • Allah'ın takdiri, dilemesi.

takdir-i ilahi / takdir-i ilâhî / takdîr-i ilâhî

  • Allah'ın takdiri, Allah'ın programı; kader.
  • Allah'ın takdiri.

takıyye

  • Sakınmak. Kendini koruyup çekinmek.
  • Birinin mensub olduğu mezhebi gizlemesi.
  • Mümâşât.
  • Sakınmak, kendini koruyup, çekinmek.
  • Birinin bağlı olduğu mezhebi gizlemesi.

taklid

  • Takma, asma, kuşatma.
  • Benzetmeğe ve benzemeğe çalışmak. Benzerini yapmak. Birine benzemeğe çalışarak alay etmek. Sahte. Bir şeyin sahtesini yapmak.

takri'

  • (Çoğulu: Takriât) Tevbih. Azarlama.
  • Birini telâşa düşürme.
  • Te'nif. Başa kakma.

takriri sünnet / takrirî sünnet

  • Hazret-i Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın, sahabelerinden birinin söylediğini veyahut işlediğini gördüğü halde, onu menetmiyerek sükût buyurmaları.

takriş

  • Birbirine rağbet etmek.

takriz / takrîz / تقریظ

  • Eleştiri. (Arapça)

takti' / taktî' / تقطيع

  • Kesme. (Arapça)
  • Şiiri veznine göre parçalara ayırma. (Arapça)

taktir / taktîr

  • Nafakada (yeme-içme, giyme ve meskende) ihtiyaçlarından kısıp, çok mal ve para biriktirmek.

takviye / تقویه

  • Kuvvetlendirmek.
  • Kuvvetlendirilmek.
  • Kuvvetlendirme. (Arapça)
  • Takviye edilmek: Kuvvetlendirilmek, desteklenmek. (Arapça)
  • Takviye etmek: Kuvvetlendirmek, desteklemek. (Arapça)

takviye-i ezhan

  • Zihnin kuvvetlendirilmesi.

takyih

  • (Yara) İrinlenmek.

takyiz

  • Kırılmak.
  • Takdir etmek.
  • Sövmek.

talan

  • Çapul, yağma. (Farsça)
  • Birisinin malının, herkes tarafından kapışılması. (Farsça)

talavet

  • Güzel, hüsün. Şirinlik, zariflik.
  • Ağızda çıkan bir nevi yara.

tali

  • Tilavet eden, okuyan.
  • İkinci derecede. Sonradan gelen.
  • Man: Birbirine bağlı iki kaziyeden ikincisi. Meselâ: "Duman çıkıyorsa ateş vardır" sözünde "Ateş vardır" sözü tâli'dir.

talim ve terbiye etme / tâlim ve terbiye etme

  • Belli bir amaca erişecek şekilde eğitme ve geliştirip olgunlaştırma.

tallahi / tallâhi

  • Allahü teâlânın ism-i şerîfinin başına "te" harfi getirilerek yapılan yemin sözü.

talziye

  • (Lezâ. dan) Alevlendirme veya alevlendirilme.

tama / tamâ

  • Açgözlülük, aşırı istek.

tama'

  • Aç gözlülük, dünyâ malına aşırı düşkünlük.

tamakarane / tamâkârane

  • Açgözlü biri gibi.

tamam-ı ıttırad-ı ahval

  • Bütün işlerin birbiriyle sürekli şekilde düzenli olması.

tamh

  • Gözünü yukarı kaldırıp bakmak.

tanagguz

  • Taaccüb edip, şaşırıp, hayrette kalıp başını sallamak.

tanbur

  • Klâsik Türk müziğinin başlıca çalgılarından biri olan, yay veya mızrapla çalınan, uzun saplı, telli tahta çalgı.

tandır

  • Ufak fırın.
  • Elleri ve ayakları ısıtmak için üstü kapalı küçük mangal.
  • Ufak fırın, ekmek pişirilen yer.

tanh

  • Semiz olmak, besili ve şişman olmak.
  • Yemeğin hazmolmaması, sindirilmemesi.

taraf / طرف

  • Yan, yön.
  • Yer, memleket, ülke. Kıt'a.
  • Taraftarlık, sahip çıkmak, korumak.
  • Aralarında anlaşmazlık bulunan iki kişiden veya iki topluluktan her biri.
  • Yön. (Arapça)
  • Ülke. (Arapça)
  • Muhatap iki kişiden her biri. (Arapça)
  • Yer. (Arapça)

tarafdar

  • Birinin tarafını tutan, bir tarafı tutan, bir tarafı kayıran. (Farsça)

tarafdari / tarafdarî

  • Kayırıcılık, taraftarlık. (Farsça)

tarafgir

  • Taraf tutan. Taraflardan birine sahip çıkan. (Farsça)

tarf

  • Göz, bakış, nazar. Göz ucu.
  • Soyu temiz kimse.
  • Her şeyin nihayeti, sonu.
  • Göz kapaklarını yummak veya oynatmak.
  • Göze bir şey dokundurmakla yaşartmak.
  • Koz: Menazil-i Kamer'den bir menzil adı. (Kamer menzillerinden birisinde aslanın alnını teşkil eden dört

tarid

  • Kovulmuş, uzaklaştırılmış, sürülmüş, çıkarılmış.
  • Bir kimsenin birinci çocuğundan sonra doğan ikinci çocuğu.

tarife / târife

  • Bir işlemin nasıl gerçekleştirileceğini gösteren belge.

tarik-i cehri / tarîk-i cehrî

  • Açık olarak ve yüksek sesle zikir yapan tarikat. (Kadirî gibi)

tarik-ı evvel / tarîk-ı evvel

  • Birinci yol.

tariz / târiz

  • Dokundurma, iğneleme; sözde bir yönü göstererek başka bir yönü kastetme sanatı, meselâ; insanlara zarar veren kimseye "İnsanların en hayırlısı onlara faydalı olandır." diyerek o kimsenin hayırlı biri olmadığını söylemek gibi.

tarsif

  • Birbirine bitiştirip kuvvetlendirme, sağlamlaştırma.

tartib

  • Islatma, rutubetlendirme. Islatılma.
  • Tâzelik verme.
  • Hoşlandırılma.
  • Hurmanın rutubetli olması.

tarzim

  • Bir çok şeyi bir yere getirip, toplayıp bir yük yapmak.

tas'id

  • Eritme.
  • Yukarı çıkma ve çıkarılma.
  • Buharlaştırarak temizleme. İnbikten geçirip buhar haline getirme.

tasaddi / tasaddî / تصدی

  • Girişme, başlama, el atma. (Arapça)
  • Tasaddî etmek: Girişmek, başlamak, el atmak. (Arapça)

tasaduk

  • Birbirine inanmak.

tasallut

  • Musallat olmak. Birini rahatsız etmek. Tebelleş olmak. Tahakkümane hareket etmek.

tasalsul

  • Demir ve ona benzer madenlerin birbirine değmelerinde ses çıkarmaları.

tasaru'

  • Birbiriyle güreşmek.

tasarum

  • Birbirini kesmek.

tasavvuf

  • Kalbi dünyanın fâni işlerinden ayırıp Allah (C.C.) sevgisi ile bağlamak. Tarikat ehli olmak.
  • Ahlâk ve kalb ilmi. Kalbi kötü huylardan temizleyip, iyi huylarla doldurmak. Kalbde îmânın vicdânileşmesi, yâni Ehl-i sünnet îtikâdının kalbde sağlamlaşması ve şüphe getirici te'sirlerle sarsılmaması, nefs-i emmâreden doğan tenbelliklerin ve sıkıntıl arın giderilip, ibâdetlerde kolaylık ve lezzet hâ

tasayuh

  • Birbirine çağırmak.

tasbih

  • Rüzgârdan dolayı otun kuruması.
  • Sütü su ile karıştırıp içirmek.

tasdik-i haşir

  • Haşri, öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah'ın huzurunda toplânmayı kabul etme.

tasfik-i esnan

  • Soğuktan dişlerin birbirine çarpması.

tasia / tâsia

  • Sâminenin altmışta biri.

taslib

  • (Salb. dan) Haça germek. Haç çıkarmak.
  • (Sulb. dan) Sertleştirmek. Katılaştırmak, katılaştırılmak.

taslit

  • Musallat etmek. Birini başka birine belâ etmek. Sataştırmak.

tasnif

  • Bir âlimin, te'lif etmeden, kendi usûlünce daha önce benzeri olmayan bir kitâb yazması.
  • Hadîs ilminde tedvîn edilen yâni toplanıp bir araya getirilen hadîs-i şerîflerin konularına ayrılması, kitablara geçmesi.

tasnif buyurulan

  • Sınıflandırılan.

tasrif

  • İstediği şekilde idare etmek. Maslahatta tasarrufa izin vererek mutasarrıf kılmak.
  • Bir şeyi bozup değiştirerek türlü şekillere koymak, evirip çevirmek.
  • Gr: Bir kelimenin veya fiilin çeşitli zamanlara göre sıra ile söylenişi. Sarf kaidesi üzere kelimenin şeklini başka kelimele

tasvir-i hakikat

  • Hakikatın tasviri, gerçeğin resmedilmesi.

tasvir-i müddea / tasvir-i müddeâ

  • İddia edilen şeyin delilsiz tasviri, san'atlı bir biçimde anlatımı.

tasviri / tasvîri

  • Tasarlanması, göz önünde canlandırılması, betimlenmesi.

tatalu'

  • Birbirine bakmak. Gözlemek.

tatavül

  • Uzun olmak.
  • Büyüklenmek, kibirlenmek.
  • Birbirine muhalefet etmek, karşı gelmek.

tatrim

  • Tamamlamak.
  • Ata tâlim ettirip hünerli ve iyi huylu yapmak.

taun

  • Vebâ denen dehşetli bir bulaşıcı hastalık. Bu hastalıkta lenf bezlerinde hâsıl olan yumruların herbiri.

tav'ir

  • İri ve kaba yapmak.

tavile

  • Birbiri ardına bağlanmış bir sıra hayvan. Hayvan katarı.
  • Tavla, ahır.
  • Çayıra salınan hayvanın ayağına bağladıkları tavla ipi.

tavr-ı akl

  • Akıl ölçüsü, akıl sınırı.

tavsif / tavsîf / توصيف

  • Vasıflandırma, niteleme. (Arapça)
  • Tavsîf edilmek: Vasıflandırılmak, nitelenmek. (Arapça)
  • Tavsîf etmek: Vasıflandırmak, nitelemek. (Arapça)

tavsiye

  • Vasiyet bırakma.
  • Ismarlama, sipâriş etme.
  • Birini iyi tanıtma. Öğütleme.
  • Vasiyet bırakma.
  • Ismarlama, sipariş etme.
  • Birini iyi tanıtma, işinin olmasını dileme.

tavzif edilen

  • Vazifelendirilen, görevlendirilen.

tayin edilen

  • Atanan, görevlendirilen.

tazallüm

  • Bir haksızlıktan sızlanmak. Şikâyet etmek.
  • Birinin hakkını veya malını gasbetmek.
  • Mazlum olmak.
  • Zulmü kendi nefsine isnad etmek.

taziye

  • Yakını ölen üzgün birini teselli etme.

taziyename / tâziyename

  • Yeni ölmüş birisinin yakınlarını teselli eden ve acılarını hafifleten mektup.

tazlil

  • (Zıll. den) Gölgelendirme veya gölgelendirilme.

tazmin / tazmîn / تضمين

  • Kefil olmak.
  • Zarar verdiği kimsenin zarar ve ziyanını ödemek.
  • Edb: Başkasına ait bir mısra veya beyti intihâl ve tevârüd olmaksızın kendi şiirine alma san'atı.
  • Bir şeyi bir şeye dâhil etmek.
  • Zararı ödetmek.
  • Zarar ödeme, tazminat verme, zarar karşılama. (Arapça)
  • Bir başka şaire ait beyti sahibinin adını da bildirerek kendi şiirinde kullanma. (Arapça)
  • Tazmîn edilmek: Tazminat verilmek, zarar karşılanmak. (Arapça)
  • Tazmîn etmek:
  • (Arapça)

te'cil / te'cîl / تأجيل

  • Geciktirme, erteleme. (Arapça)
  • Te'cîl edilmek: Geciktirilmek, ertelenmek. (Arapça)
  • Te'cîl etmek: Geciktirmek, ertelemek. (Arapça)

te'dib / te'dîb / تأدیب

  • Eğitme, terbiye etme. (Arapça)
  • Cezalandırma. (Arapça)
  • Te'dîb etmek: (Arapça)
  • Eğitmek, terbiye etmek. (Arapça)
  • Cezalandırmak. (Arapça)
  • Te'dîb olunmak: (Arapça)
  • Eğitilmek, terbiye edilmek. (Arapça)
  • Cezalandırılmak. (Arapça)
  • < (Arapça)

te'hir / te'hîr / تأخير

  • Geciktirme. (Arapça)
  • Gecikme. (Arapça)
  • Te'hîr edilmek: Geciktirilmek. (Arapça)
  • Te'hîr etmek: Geciktirmek. (Arapça)

te'hıye

  • Hayvana yatacak ahır yapmak.
  • Birbirine kardeş olmak.

te'kil

  • Yedirme veya yedirilme.

te'lif / te'lîf / تأليف

  • Barıştırmak. Husumeti defetmek. Ülfet ve imtizac ettirmek.
  • Çeşitli şeyleri birleştirip karıştırmak.
  • Eser yazmak.
  • Noksan bir adedi bine çıkarmak.
  • Yanyana getirme, alıştırma. (Arapça)
  • Kaleme alma, yazma. (Arapça)
  • Te'lîf edilmek: (Arapça)
  • Bir araya getirilmek, birleştirilmek. (Arapça)
  • Kaleme alınmak, yazılmak. (Arapça)
  • Te'lîf etmek: (Arapça)
  • Bir araya getirmek. (Arapça)
  • (Arapça)

te'lifbin / te'lifbîn / تأليف بين

  • Uzlaştırıcı, birleşirici. (Arapça - Farsça)

te'lifkerde / te'lîfkerde / تأليف كرده

  • Biri tarafından kaleme alınmış. (Farsça)

te'sisat

  • (Tekili: Te'sis) Te'sisler, kuruluşlar. Kurulup temelleştirilen şeyler.

te'vilkarane / te'vilkârâne

  • Aşırı yoruma giderek, saptırarak.

te'yid / te'yîd / تأیيد

  • Pekiştirme. (Arapça)
  • Te'yîd edilmek: Pekiştirilmek. (Arapça)
  • Te'yîd etmek: Pekiştirmek. (Arapça)

te'z

  • Yara.
  • Cenk edip döğüşürken birbirine yakın olup yoldaşını gözetmek.

te'zin

  • Ezan okutma.
  • Bağırıp ilân etme.

teadud

  • (Adud. dan) Kol kola girme.
  • Birbirini tutma. Karşılıklı yardımda bulunma. Birbirine yardım etme.

teadül

  • (Çoğulu: Teâdülât) (Adl. den) Birbirine denk gelme. Eşitlik, denklik, beraberlik.

teakkul

  • Aklı kullanarak, lüzumlu şeyleri öğrenirken, her şeyin haddini, sınırını aşmamak, yâni lüzumlu olanı terk etmemek, lüzûmsuz olanla meşgûl olmamak, bunlarla vakit öldürmemek.

teakub / teâkub / تعاقب

  • Birbiri ardınca olmak, peşinde olmak.
  • Bir nesneyi sonradan çoğaltmak.
  • Birbirini izleme.
  • Birbirini izleme. (Arapça)
  • Teâkub etmek: Birbirini izlemek. (Arapça)
  • Teâkud etmek: Karşılıklı akitleşmek. (Arapça)

teakubi / teâkubî

  • Arka arkaya gelme, sırayla birbirini takip etme şeklinde.

teamül

  • Olagelen iş.
  • Birbiriyle alıp vermek.
  • Yapılagelen muamele ve münasebet.
  • Usul.
  • Reaksiyon, tepki.

teanuk / teânuk

  • Birbirinin boynuna sarılma. Kucaklaşma.
  • Birbirine sarılma.

tearüf / teârüf / تعارف

  • Tanışmak. Birbirini tanımak. Birbirine tanış çıkmak.
  • Tanışma, birbirini tanıma.
  • Birbirini bilme. (Arapça)
  • Herkesçe bilinme. (Arapça)

tearuz / teâruz

  • Çatışma, birbirine zıt düşme.

tearuzan / teâruzan

  • Birbirine zıt, her biri diğeriyle çelişiyor olarak.

tearuzen

  • Birbirine zıt olarak, muarız olarak.

teati / teâtî / تعاطى

  • Birbirine verme. (Arapça)
  • Teâtî edilmek: Birbirine verilmek. (Arapça)

teatuf

  • Birbirine şefkat, muhabbet ve sevgi göstermek.
  • Birbirine bağlanma.

teavün

  • Yardımlaşmak. Birbirine muâvenet etmek.

teayüş

  • Birbiriyle dirlik etmek.

teb'id / teb'îd / تبعيد

  • Uzaklaştırma. (Arapça)
  • Sürgün etme. (Arapça)
  • Teb'îd edilmek: (Arapça)
  • Uzaklaştırılmak. (Arapça)
  • Sürgün edilmek. (Arapça)
  • Teb'îd etmek: (Arapça)
  • Uzaklaştırmak. (Arapça)
  • Sürgün etmek. (Arapça)

tebaa

  • Tâbi olanlar. Birisinin veya bir devletin emri altında olanlar.

tebadül / tebâdül

  • Birbirinin yerine geçmek. Karşılıklı değişmek. Trampa.
  • Birbirinin yerine geçme, yer değiştirme.

tebagi

  • Birbirine zulüm etmek.

tebah

  • Mahvolmuş. Yıkılmış. Fesada giriftar olmuş. (Farsça)
  • Bozuk. (Farsça)

tebaşür

  • Muştulamak. Müjdelemek.
  • Mübaşeret etmek, bir işe girişmek, başlamak.

tebaüd-ü acib / tebâüd-ü acîb

  • Hayret verici ölçüde birbirinden uzaklaşma.

tebaüdat / tebaüdât

  • (Tekili: Tebaüd) Birbirinden uzak düşmeler. Uzaklaşmalar.

tebayün / tebâyün / تباین

  • İki şey arasındaki uyuşmazlık. Birbirinden ayrı ve başka olmak. İhtilâf vuku bulmak. Zıtlık.
  • Zıtlık, aykırılık. (Arapça)

tebayün-i efkar / tebayün-i efkâr

  • Fikirlerin aykırılığı. Düşüncelerin farklı olması.

tebayün-ü efkar / tebâyün-ü efkâr

  • Fikirlerin birbirinden farklı oluşu.

tebazül

  • Birbirine bahşiş etmek.

tebbet suresi / tebbet sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin yüz on birinci sûresi.

tebcil

  • Ağırlamak. Yüceltmek. Birisine ta'zim etmek. Hürmetle hareket etmek.

tebdil / tebdîl / تبدیل

  • Değiştirme, dönüştürme, değişiklik. (Arapça)
  • Tebdîl edilmek: Değiştirilmek, dönüştürülmek. (Arapça)
  • Tebdîl etmek: Değiştirmek, dönüştürmek. (Arapça)
  • Tebdîl olmak: Dönüşmek. (Arapça)

tebdil edilen

  • Değiştirilen.

tebdil edilmek

  • Değiştirilmek.

tebdil edilmiş

  • Değiştirilmiş.

tebdilen / tebdîlen / تبدیلا

  • Değiştirerek, dönüştürerek. (Arapça)
  • Değiştirilerek, dönüştürülerek. (Arapça)

tebe-i tabiin / tebe-i tabiîn

  • Tabiînden olan birisinden (yâni ikinci derecede olarak) hadis nakletmiş olan. Veya Tabiîn olanlardan ders almış, onlara uymuş müslümanlar.

tebelleş

  • Birbirine geçmiş, karmakarışık, karışmış.

tebellüd

  • Ağır, tembel olma.
  • Bir şeye tahassür ve teessüf etme. Pişmanlıktan dolayı "hay meded" diye ellerini birbirine çarpma.
  • Yere düşme.

teberru'

  • Bir kimsenin, mecbur ve mükellef (yükümlü) olmadan, herhangi bir şeyi kendi rızâsı ile karşılıksız olarak birisine onun mülkü olacak şekilde vermesi.
  • Bağış. Bir malın karşılıksız olarak verilmesi. Mecburiyet olmadığı hâlde birisine bir malı vermek. Hayırlı işlerde yardım ve ihsanda bulunmak.

tebliğ / teblîğ / تبليغ

  • Bildiri. (Arapça)
  • Yetiştirme. (Arapça)

tebliğ edilen

  • Bildirilen.

tebliğ-i risalet / tebliğ-i risâlet / تَبْلِيغِ رِسَالَتْ

  • Peygamberlik yoluyla dinin ulaştırılması, bildirilmesi.

tebliğ-i şeriat

  • Peygamberlere mahsus beş vasıftan birisi olan, Allah'tan (C.C.) aldıkları emir ve kanunları insanlara aynen bildirmeleri.

tebligat / tebligât

  • (Tekili: Tebliğ) Tebliğler. İlânlar. Bildirilen şeyler.
  • Bildiri.
  • Tebliğler, bildiriler.

tebliğat / teblîğât / تبليغات

  • Bildirim.
  • Bildiriler. (Arapça)

tebliğname / tebliğnâme

  • Bildiri.

tebşir / tebşîr

  • Müjdeleme, sevindirici bir haber ulaştırma.

tebuk

  • Hicaz'ın kuzey tarafında Medine-i Münevvere'den Şam'a giden yolun ortasında bir yerdir ve Peygamber Efendimizin son gazvesinin yeri olmakla meşhurdur. Tebuk'te Peygamberimiz tarafından yaptırılan bir duvar bir hurmalık ve bir de çeşme var olduğu rivayet edilir.

tebuk gazvesi

  • Hicretin dokuzuncu senesinde vuku bulmuştur. Şam'da bulunan Rumlar tarafından o civarın halkı, müslümanlara karşı ayaklandırıldığı Peygamberimiz tarafından duyulduğunda, onlara karşı asker hazırlayarak Tebuk'e gitmiş ve oranın ileri gelenleri Peygamberimize gelerek barışa çalışmışlardır. Tebuk'te on

tebzil

  • Delme, yarma. Çok azimle bir şeye girişmek, adamak.

tecanüs

  • Bir cinsten olma.
  • Birbirine sıkı sıkı bağlılık, benzeyiş ve uygunluk.

tecavüb / tecâvüb

  • Birbirine cevap verme.

tecavüp / tecâvüp

  • Birbirinin ihtiyacına cevap verme.

tecavüz / tecâvüz / تجاوز

  • Sınırı aşma, saldırma.
  • Haddini aşma, sınırı geçme. (Arapça)
  • Sarkıntılık etme. (Arapça)
  • Tecâvüz etmek: (Arapça)
  • Sınırı geçmek, başkasının haklarını hiçe saymak. (Arapça)
  • Irza geçmek. (Arapça)

tecavüzat / tecavüzât

  • Haddi aşmalar, saldırılar.

tecavüzkar / tecavüzkâr / تجاوزكار

  • Sınırı geçen, saldırgan. (Arapça - Farsça)
  • Sarkıntılık eden. (Arapça - Farsça)

tecazüb / tecâzüb

  • Birbirine karşı duyulan yakınlık.
  • İncizab etme. Çekme.
  • Birbirini cezbetme, yakınlaşma.

tecazüp

  • Birbirini cezbetme; birbirine duyulan yakınlık, sempati.

tecbin

  • Birisine "korkaksın" deme, korkak sayma.

tecbir

  • (Cebr. den) Çıkık veya kırık olan kemiği sarıp iyi etme.

tecelli

  • Görünme. Bilinme.
  • Kader.
  • Allah'ın (C.C.) lütfuna uğrama.
  • İlâhi kudretin meydana çıkması, görünmesi. Hak nurunun te'siriyle kulun kalbinde hakikatın bilinmesi.

tecemmu'

  • Toplanma. Birikme.

tecemmuat / tecemmuât

  • (Tekili: Tecemmu') Birikmeler, toplanmalar, yığılmalar.

tecessüd

  • Cisimleşme; batıl dinlerde, Allah'ın herhangi bir maddi varlık şekline bürünmesi, yaratıklarından birinin bedenine girmesi şeklinde inanılan batıl bir Allah inancı.

tecessüs

  • İnsanların gizli hallerini, ayb ve kusûrunu merâk edip, iç yüzünü araştırıp öğrenmeye çalışmak.

teçhil

  • Birinin veya bir topluluğun cahil olduğunu iddia etmek.

tecnis

  • İki şeyi birbirine benzer şekle sokma.
  • Edb: Cinas yapma. İki mânalı söz söyleme.

tecribe

  • Deneme, sınama, bilgi edinmeyi sağlayan üç yoldan biri.

tecrid

  • Açıkta bırakmak.
  • Yalnız başına bırakmak. Tek başına hapsetmek.
  • Dünya alâkalarını kalpten çıkarıp Allah'a (C.C.) yönelmek.
  • Edb: Bir şairin kendini mücerred bir şahıs, yâni ayrı bir adam farzederek ona hitabetmesi.
  • Soyma, soyulma.

tecvid-i huruf

  • Seslerin mahreçlendirilmesi. Harflerin düzgün olarak telâffuz edilmesi.

tecziye / تجزیه

  • Cezalandırma. (Arapça)
  • Tecziye edilmek: Cezalandırılmak. (Arapça)
  • Tecziye etmek: Cezalandırmak. (Arapça)
  • Tecziye olunmak: Cezalandırılmak. (Arapça)

tedafü / tedâfü

  • Birbirine karşı savunma vaziyeti alma.

tedafü'

  • Birbirini def etme.
  • Müdafaa etme.
  • İtişme kakışma.

tedahül / tedâhül

  • İç içe olmak. Birbiri içine girmek.
  • Yığılıp kalmak. Birikmek. Karışmak.
  • Bir taksidi ödemeden ötekinin gelmesi. Ödemede gecikmek.
  • İç içe olmak, birbirine dahil olma.
  • Birbirine girme.
  • İç içe olmak, birbiri içine girmek.

tedai / tedaî

  • Birbirini bir iş için davet etmek.
  • Yıkılıp harap olmak.
  • Bir şeyi hatıra getirmek. Bir şeyin başka bir şeyi hatıra getirmesi. Çağrışım.

tedarü'

  • Def'edişmek, birbirini kovmak.

tedarük

  • (Tedârik) Ele geçirmek. Edinmek. Hazırlamak.
  • Araştırıp bulmak.
  • Ardı ardına erişip katılmak ve tevâli etmek.

tedbir-i hükumet / tedbir-i hükûmet

  • Hükûmetin tedbiri, işleri önceden planlayarak idare etmesi.

tedbir-i uluhiyet / tedbir-i ulûhiyet

  • Cenâb-ı Allah'ın ilâhlığıyla bütün varlık âlemini tedbiri, idaresi.

tederrü'

  • Birbirine muhâlefet etmek, birbirine karşı gelmek.

tedric

  • Azar azar, derece derece ilerlemek. Birisini bir şeye yavaş yavaş vardırmak.
  • Sıkıştırmak suretiyle çok güçsüz hâle koymak.
  • Edb: İfadenin derece derece yükselmesi veya alçalması.

tedvin / tedvîn

  • Bir araya toplayarak tertipleme.
  • Edb: Aynı mevzuya ait bahisleri, çalışmaları bir araya getirip kitap hâline getirme.
  • Biraraya getirip toplama, düzenleme; kitab hâline getirme.
  • Tedvîn edilmek: Kitap haline getirilmek.

teebbün

  • İzine uyma. Tâbi olma, birinin yolundan gitme.

teehhi

  • Birini kardeş edinme.

teellüf

  • Alışma. Hoş geçinme.
  • Barışma.
  • Huylanma.
  • Birikme.

teemmüm

  • Kasdetmek.
  • (Ümm. den) Ana edinme. Birini anne kabul etme.

tefahuş

  • Birbirine çirkin sözler söylemek.

tefani / tefanî / tefâni

  • Birbirinde fâni olmak. Arkadaşının iyi ahlâkıyla sevinmek. Arkadaşının, kardeşinin meziyyet ve hissiyatı ile fikren yaşamak.
  • Birbirinde fâni olma; fikren arkadaşının meziyet ve hissiyatı ile yaşama, onun üstün özelliklerini kendisinin gibi kabul edip onunla iftihar etme.
  • Birbirinde fani olma.

tefassum

  • Kırılma. Kesilme.

tefaul / tefâul

  • Birbirinin fiilinden etkilenme.

tefavüd

  • Birbirinden faydalanma, yararlanma.

tefavüt / tefâvüt / تَفَاوُتْ

  • Birbirinden farklı olma.

tefcir

  • Yerden su kaynatıp akıtma.
  • Drenaj, oluk vs. gibi su yolları yaparak, bir yerde birikmiş olan suları akıtma işi.
  • Yarmak.

tefciye

  • Yemeğin içine nohut, buğday, pirinç, maydanoz ve bunlara benzer şeyler koymak. (Bu konulan şeylere "ebazir" derler.)

tefekkük

  • Zincir halkası gibi birbirinden ayrılma.

teferrug

  • (Ferâg. dan) Vaz geçme, fârig olma.
  • Bir işi bitirip kurtulma.
  • Satın alınan bir mülkün tapusunu kendi üzerine çevirme.

tefevvüt

  • Birbirinden eksik olmak.

tefkik

  • Birbirinden ayırmak.
  • Halâs etmek, kurtarmak.

tefrik / tefrîk / تفریق

  • Birbirinden ayırma.
  • Birbirinden ayırmak, seçmek, ayırdetmek, ayrı kılmak.
  • Korkutmak.
  • Ayırma, ayırdetme. (Arapça)
  • Tefrîk edilmek: Ayırılmak, ayırt edilmek. (Arapça)
  • Tefrîk etmek: Ayırmak, ayırt etmek. (Arapça)
  • Tefrîk olunmak: Ayrılmak. (Arapça)

tefrik edici

  • Ayırıcı.

tefrit / tefrît / تفریط

  • Tersine aşırılık, normalden daha geri seviyede olma.
  • Aşırılık. (Arapça)

tefsik

  • (Fısk. dan) Fısk ve fücura sürükleme. Birisine fâsık, kabahatli, günahkâr demek.
  • Birisini günahkârlık ile suçlama.

tefsir-i hakaik-i kur'aniye / tefsir-i hakaik-i kur'âniye

  • Kur'ân'daki hakikatlerin tefsiri, açıklaması.

tefsir-i kur'an / tefsir-i kur'ân

  • Kur'ân tefsiri; Kur'ân-ı Kerimi mânâ bakımından açıklayan, yorumlayan kitap.

tefsir-i kur'ani / tefsir-i kur'ânî

  • Kur'ân tefsiri.

tefvik

  • Tar: Okçulukta, yayın sol el ile yukarıya kaldırılması.
  • Okun gezini yayın kirişine koymak.

tefviz / تفویض

  • Birisine bırakma.
  • İşini Allah'a (C.C.) havâle etme.
  • Sipariş ve ihâle etme.
  • İşi birine bırakma.
  • Tefviz edilmek:
  • Birine bırakılmak.
  • İhale edilmek.
  • Birine bırakma. (Arapça)
  • İhale etme. (Arapça)

tegabbi

  • Birisini geri zekâlı sayma.

tegalüb

  • Birbirine galebe etmek, birbirine üstün gelmek.

tegamüz

  • (Gamze. den) (Çoğulu: Tegamüzât) Birbirine göz ucu ile işâret etme.

teganni

  • Şarkı söyleme, bir metni müzik eserini andırır biçimde okuma.

tegat

  • Birbirini suya daldırmak.

tegavür

  • Birbirini yağmalamak.

tehacüm / tehâcüm / تهاجم

  • Birbirine hücum etme.
  • Bir yere istekle, hızlıca toplanmak, üşüşmek.
  • Peşpeşe hücum etme, saldırı.
  • Saldırı. (Arapça)
  • Üşüşme. (Arapça)
  • Tehâcüm etmek: Üşüşmek. (Arapça)

tehacüm-ü ıztırap / tehâcüm-ü ıztırap

  • Istırabın hücumu, saldırısı.

tehacümat / tehâcümât

  • Hücum etmeler, saldırılar.

tehacümat-ı müttehide

  • Bir birlik içinde yapılan hücumlar, saldırılar.

tehacür

  • Birbirinden ayrılmak.
  • Kesilmek.

tehafüt

  • Düşürmek, düşmek.
  • Birbirinin üstüne atılmak. Birbirinin ardınca olmak.

tehalüf / tehâlüf / تَخَالُفْ

  • Birbirine zıt olmak. Birbirine muhalif olmak, uymamak.
  • Birbirine zıt olma.
  • Bir birine zıt olma.

tehalüf-ü meşarib / tehâlüf-ü meşârib

  • Meşreplerin, metotların birbirinden farklı oluşu.

tehalük

  • (Çoğulu: Tehâlükât) (Helâk. dan) İstekle atılma. Tehlikeye aldırış etmeden, birbirini çiğneyecek gibi koşuşma.

teharüş

  • Hırıldaşıp dalaşma.

tehasum / tehâsum / تخاصم

  • Birbirine düşmanlık gütme. (Arapça)
  • Birbirine düşmanlık gütme. (Arapça)

tehatub

  • (Hatb. dan) Hitablaşma. Karşılıklı birbirine hitab etme.

tehavün / tehâvün

  • Mühimsememek, ehemmiyet vermemek, ağır davranmak. Aldırış etmemek.
  • İstihkar, horlama, hakir görme.
  • Önemsememek, hafife almak, aldırış etmemek.

tehdid

  • Göz dağı verme, birisini korkutma. Korkutulma.

tehemten

  • İri vücutlu, boylu boslu yiğit. (Farsça)

teheşşüm

  • Münkesir olmak, kırılmak.

tehettük

  • (Çoğulu: Tehettükât) (Hetk. den) Yırtılma.
  • Utanmazlık ve hayâsızlıkta aşırı derecede olma.

tehevvül

  • Korkunç hâle gelme.
  • Birisinin malına göz koyma.

tehevvür

  • Çok kızmak, çok öfkelenmek, sertlik; hilmin (yumuşaklığın) zıddı. Gadabın, kızmanın aşırısı. Atılganlık.

teheyyüz

  • Kırılmış kemiğin kaynayıp bitişmesi.

tehiyyat / tehiyyât

  • Namazın ka'delerinde yâni birinci ve ikinci oturuşlarında okunan Ettehiyyâtü duâsı.

tehiyyet-ül-mescid

  • Mescide girince, oturmadan önce, mescidin sâhibine yâni Allahü teâlâya ta'zîm ve hürmet için kılınan iki rek'at nâfile namaz.

tehnid

  • Lâtifeleşmek, şakalaşmak, birbirine lütuf etmek.

tehrib

  • Kaçırma. Kaçırılma. Firar ettirme.

tehtan

  • Yağmurun ulaştırı yağması.

tekabül

  • Birbirine karşılık olma, bir ayna gibi karşısında olma.

tekaddüm

  • Geçmiş bulunma.
  • Öne geçme. İlerleme.
  • Birine gelmesi muhtemel bir zararın def'i için evvelceden iş'ar ve tenbih eylemek.
  • Fık: Mürur-u zaman olmak. Zamanı geçmiş bulunmak.

tekafi / tekâfi

  • (Tekâfü') Birbirinin dengi olma.

tekalüb / tekâlüb

  • (Kelb. den) Köpek gibi birbirine saldırma.
  • Husumet etmek, düşmanlık yapmak.

tekarüb

  • Birbirine yaklaşma. Birbirine yakın gelme.
  • Tedenni etme.
  • Birbirine yakınlaşma.

tekarün

  • (Karn. dan) Birbirinin yanına gelme. Birbirine yanaşma. Mukarenet.

tekasüf / tekâsüf

  • Kesifleşme. Yoğunlaşma. Sıklaşma.
  • Bir noktada toplanma.
  • Birbirinden ayrılan kimyevi maddelerin tekrar toplanarak birleşmeleri.

tekattül

  • Birbirini kesme, kesişme.

tekatu'

  • Kesme. Kesişme.
  • Çatışma. İki çizginin bir noktada birbirini kesmesi.

tekatül

  • (Katl. dan) Vuruşma. Birbirini öldürme. Mukatele.

tekatüm

  • Birbirinden sır saklama.

tekayüd / tekâyüd

  • (Çoğulu: Tekâyüdât) (Keyd. den) Birbirine hile yapma.

tekaz

  • Birbiriyle ödeşme.
  • Karşılaştırma.

tekazüb / tekâzüb

  • (Kizb. den) Birbirini aldatma. Birbirine yalan söyleme.

tekazzu'

  • Çıbanın irinlenmesi.

tekbir-i tahrime / tekbîr-i tahrîme

  • Tahrime Tekbîri. Namaza dururken "Allahü ekber" demek. Buna, iftitah (namaza başlama) tekbîri de denir.

tekbir-i zevaid / tekbîr-i zevâid

  • Bayram namazlarında birinci rek'atte Sübhâneke'den sonra üç, ikinci rek'atte zamm-ı sûreyi okuyup rükûa gitmeden önce de üç kerre olmak üzere alınan altı vâcib tekbir. Zevâid tekbiri.

tekdir

  • Azarlamak.
  • Kederlenme.
  • Bulanık etme.
  • Mektebde talebeye verilen ve siciline geçirilen bir ceza. Ta'zir.

teke'kü'

  • Cem'olmak, birikmek, toplanmak.
  • Korkak olmak.

tekeffül

  • Boynuna almak.
  • Birine kefil olmak. Kefâlet etmek veya vermek.

tekessür

  • Kırılmak.

tekessur / تكسر

  • Kırılma. (Arapça)

tekfir

  • Birine kâfir demek.
  • Birisine "kâfir" deme, kâfirliğine hükmetme.
  • Ortadan kaldırma, yok etme.
  • Setretme, örtme.
  • Keffaret verme.
  • Elini göğsüne koyup tevazu yapma.

tekid-i i'caz-ı nebevi / tekid-i i'câz-ı nebevî

  • Peygamber mu'cizesinin başka birşeyle kuvvetlendirilmesi.

tekrarat-ı kur'aniye

  • Kur'anda birbirinin aynı olan veya birbirine benzer âyetlerin tekrar edilmiş olması.

tekrir

  • Tekrar etme, bir daha yapma, söyleme, tekrarlama.
  • Edb: Sözün tesirini kuvvetlendirmek için bir sözü bile bile tekrar etme san'atı.
  • Tecvidde: Harf okunduğu zaman dilin sürçmesine denir. Râ harfine âid olan bir sıfattır. Buna mükerrir harfi de denir.

tekvir suresi / tekvîr sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin seksen birinci sûresi.

telafif

  • Birbirine sarmaşmış bölük bölük nebatlar.
  • Büklümler, kıvrımlar.
  • Birbirine girmiş ve sarmaşmış vaziyette olma. Lif lif olma.

telah

  • Birbirine inatçılık etmek.

telahi

  • Birbirine sövmek.

telahuk / telâhuk

  • Birbirine katılmak. Birbiri arkasından gelip birleşmek.
  • Birbirine katılma, birleşme.

telahuk-u efkar / telahuk-u efkâr / telâhuk-u efkâr

  • Fikirlerin birbirine eklenmesi ve ilâve edilmesi.
  • Fikirlerin birikimi.

telaki

  • Kavuşma. Buluşma, birbirine kavuşma.

telakkut

  • Cem'etmek, toplamak, biriktirmek.

telasuk

  • (Lüsuk. dan) Bitişme, yapışma. Birbirine bitişik olma.

telatum

  • Birbiri ile çarpışmak, vuruşmak. (Deniz dalgaları gibi)
  • Birbirine şamar vurmak.

telaun

  • Birbirine karşılıklı lânet okuma.

telavüm

  • (Levm. den) Birbirine levmetme. Birbirini çekiştirme.

telazum / telâzum

  • Biri diğerine lâzım olmak. Karışık olmak. Bir şey diğerine yapışmak.
  • Karşılıklı gerektirme, birbirini gerekli kılma.

telbiye

  • Lebbeyk (Yâni: Emredersiniz, ben emrinize hazırım) demek. İcabet etmek.

telebbüd

  • Birbiri üstüne yığılmak.
  • Bir yere gizlenip av gözlemek.

telebbüs

  • Giymek. Giyinmek.
  • İki şeyi birbirine benzeterek ayırdedememek.
  • Örtülü olmak.

teleccün

  • Bir nesneyi ovalayıp kirini gidermek.

telehvüc

  • Biri işi gevşek yapmak.

telemlüm

  • Cem'olmak, toplanmak, birikmek.

telemmüz

  • Tatmak.
  • Yemek.
  • Dili ağızda döndürüp yemek kırıntısı aramak.

telepati

  • Birinin düşündüklerini veya uzakta geçen bir olayı hiçbir bağlantı olmadan algılama, uza duyum.

telfik

  • Birleştirme, ekleme. İstif.
  • Bir yere getirip ulaştırmak.

telid

  • (Telide) (Veled. den) Yabancı memlekette doğduğu halde küçük yaşta İslâm diyârına getirilerek orada büyütülmüş ve oranın tâbiiyetini kabul etmiş olan kişi.

telmiz

  • Dili ağızda yemek kırıntısı için gezdirmek.
  • Tattırmak.
  • Yedirmek.

telvihi / telvihî

  • Kinaye şeklinde bildirilen mânâ.

telvin-i hitab / telvîn-i hitâb

  • Sözün renklendirilmesi, çeşitlendirilmesi.

telyin-i hadid / telyîn-i hadid

  • Demirin yumuşatılması.
  • Demirin yumuşatılması.

temahhuz

  • (Temahhud) Doğum sancısı çekmek.
  • Hayvanın gebe oluşu.
  • Süt yayıkta yayılarak yağı alınıp safileştirilmesi.
  • Fitne çıkarma.

temanü'

  • Çatışma ve birbirine mani olma. İhraç. Adem-i kabul. Tard.

temaşi

  • Birbiriyle yürüyüşmek, birlikte yürümek.

temass

  • (Mess. den) Yan yana bulunma.
  • Birbirine değme.
  • Münasebette bulunma.

temasül / temâsül

  • Benzeyiş. Benzeme. Birbirine benzemek. Birbirine müsavi ve müşabih olmak.
  • Hasta sıhhate, iyi olmağa yaklaşmak.
  • Mat: Kesirsiz taksim kabul etmek, kesirsiz bölünebilmek.
  • Birbirinin aynısı olma, karşılıklı benzeyiş.

temayüt

  • Birbirinden ayırmak.

temazüc

  • Birbiriyle karışmak.
  • Şakalaşma.

temelluk

  • İfrât (aşırı) derecede tevâzû.

temerküz

  • Merkez tutma, merkezleşme. Bir merkezde toplanma.
  • Yığılma. Birikme.
  • Birikme, toplanma.

temerküz etme

  • Bir yere toplanma; merkezleşme, birikme.

temettu' hac

  • Hac günlerinden önce umre için ihrâma girip ve bu umre yapıldıktan sonra memleketine dönmeden, tekrar ihrâma girerek yapılan hac. Hacc-ı Temettû'.

temin / temîn / تأمين

  • Gerçekleştirme, sağlama. (Arapça)
  • Gerçekleştirilme, sağlanma. (Arapça)
  • Emin kılma, güvence verme. (Arapça)
  • Temîn edilmek: (Arapça)
  • Sağlanmak, gerçekleştirilmek. (Arapça)
  • Güvenci verilmek, emin kılınmak. (Arapça)
  • Temîn etmek:(Arapça)

temkin

  • Ağır başlılık, usluluk.
  • Ölçülü hareket sâhibi.
  • Vakar, izzet. İktidar, kudret.
  • Birini bir şeye muktedir kılmak.
  • Kararsızlıktan kurtulup huzur ve sükuna mazhar olmak.
  • Tedbir, ihtiyat.

temlik

  • Mal sahibi etmek. Birine mülkü kazandırmak, sahib etmek.
  • Mülk olarak vermek.

temsil eden

  • Birinin veya bir topluluğun adına davranan.

temsillerin darbı

  • Benzetmelerin getirilmesi, örneklemelerin yapılması.

temtit

  • "Ekber" derken bir elif fazlalaştırıp "ekbâr" demek.
  • Med edip çekmek.

temyiz etme

  • Birbirinden ayırma.

tenabüz

  • Birbirine lâkap takıp çağırmak.

tenaci

  • Fısıltı ile birbirine gizli söylemek.

tenad

  • Birbirine nidâ etmek, birbirine bağırışmak.

tenadd

  • (Nudud. den) Dağılma, darmadağın ve perişan olma.
  • Birbirinden ürkme.

tenadi

  • Birbirine nida etmek, çağırmak.
  • Bir araya toplanma.

tenadüm

  • (Nedem. den) Birbiriyle konuşma. Sohbet.

tenadüs

  • Birbirine lâkap koyup bağırışmak.

tenafi

  • Birbirine zıt ve muhâlif olma.

tenafür / tenâfür / تنافر

  • Birbirinden kaçmak. Ürkmek.
  • Uzağa çekilmek.
  • Bir mes'elenin halli için hâkime başvurmak.
  • Edb: Kulağa hoş gelmeyen hece veya kelimelerin bir arada bulunması.
  • Birbirini itme, birbirinden nefret etme.
  • Birbirinden nefret etme. (Arapça)
  • Kulağa hoş gelmeyen sözcükleri sık sık kullanma. (Arapça)

tenafur-u kulub / tenafur-u kulûb

  • Kalplerin birbirinden nefret etmesi.

tenafür-ü kulub / tenafür-ü kulûb

  • Kalblerin birbirinden nefret etmesi.

tenakkuz

  • Kırılmak.
  • Bozulmak.

tenakür

  • Bilmezlikten gelmek. Tecâhül etmek.
  • Birbirine adâvet etmek.

tenakuz / tenâkuz / تَنَاقُضْ

  • Sözün birbirini tutmaması. Konuşmada beyan edilen söz ve fikirlerin birbirine zıt olması.
  • Man: İki şeyin birbirine nakiz olması. Bir şeyin nakizi, o şeyin ref'inden (kaldırılmasından) ibarettir.
  • Çelişki, tutarsızlık, birbirini iptal edip bozma.
  • Sözün birbirini tutmaması. Çelişki.
  • Zıtlık, birbirine zıt olma.

tenanir

  • (Tekili: Tennur) Ocaklar, fırınlar, tandırlar.
  • Su pınarları.

tenasi

  • Birbirinin nâsıyesine yapışmak.
  • Birbiri karşısına düşmek.

tenassur

  • Nasrânileşme. Hıristiyan dinine girme.

tenasüb

  • Uygunluk, uyma, tutma. Yakınlaşma.
  • Anlamca birbirine uygun kelimeleri bir arada söze güzellik vermek amacı ile kullanmak.
  • Uygunluk, uyma, tutma. Yakınlaşma.
  • Nisbet, kıyas.
  • İki adet birbirine nisbet edilerek yapılan hesap usulü.
  • Edb: Mânaca birbirine uygun kelimeleri bir arada söze güzellik vermek maksadı ile zikretmek.

tenaşüd

  • Birbirine şiir okuma.

tenasuh

  • Birbirine nasihat etme.

tenasüh

  • İslâmdan hariç olan batıl bir fırkaya göre, ruhun bir bedenden başka birinin bedenine intikâl eder diye olan batıl inanışları.
  • Miras sahibinin ölümü ile malının vârisine geçmesi.

tenasül

  • Birbirinden doğup üreme, türeme, nesil yetiştirme.
  • Türemek. Nesil yetiştirmek. Üremek. Birbirinden doğup türemek.

tenasüp / tenâsüp

  • Birbirine uyumluluk, uygunluk.

tenasur

  • Yardımlaşma. Karşılıklı yardım etme.
  • Haberler birbirini tasdik eylemek.

tenatüc

  • Neticelenme. Birbirini netice vermek.

tenatuh

  • (Hayvanların) birbirlerine süsüşme (si).
  • Birbirine başla vurmak.

tenatül

  • Birbirine muhâlif olmak, ters olmak.

tenavür

  • İri vücutlu kişi, iri yarı kimse.

tenazu'

  • Kavgalaşmak, çekişmek. Birbirine husumet etmek.

tenazuk

  • Birbirine öğretmek.

tenazük

  • Birbirine süngü ile vurmak.

tenazul

  • Birbiri ile oklaşmak.

tenazur

  • Birbirine karşı olmak. Simetri hâli.
  • Bakışmak. Bir iş hususunda birbirine bakmak.

tenbih / tenbîh / تنبيه

  • Uyandırma. (Arapça)
  • Uyarı, tembih. (Arapça)
  • Tenbîh edilmek: (Arapça)
  • Uyandırılmak. (Arapça)
  • Uyarılmak, tembihlenmek. (Arapça)
  • Tenbîh etmek: Uyarmak, tembihlemek. (Arapça)

tenemmür

  • Birisini korkutmak için gürültü yapmak, gürültülü ses çıkarmak.
  • Uzun uzun bağırmak.
  • Kaplan huylu olmak. Kaplanlaşmak.

tenezzül etmez

  • Kendi düzeyine, konumuna aykırı olan birşeyi kabul etmez.

tenkid / tenkîd / تنقيد

  • Eleştiri.
  • Eleştiri, değerlendirme.
  • Eleştiri. (Arapça)
  • Tenkîd edilmek: Eleştirilmek. (Arapça)
  • Tenkîd etmek: Eleştirmek. (Arapça)

tenkidat / tenkidât / tenkîdât / تنقيدات

  • Eleştiriler.
  • Eleştiriler. (Arapça)

tenkidat-ı rakipkarane / tenkidat-ı rakipkârâne

  • Rekabet edercesine yapılan eleştiriler.

tenkidat-ı siyaset

  • Siyaset eleştirileri, tenkitleri.

tenkidat-ı ukala / tenkidât-ı ukalâ

  • Akıllıların tenkitleri, eleştirileri.

tenkidkar / tenkidkâr

  • Eleştirici.

tenkidkarane / tenkidkârane / tenkidkârâne

  • Eleştiri şeklinde.
  • Eleştirircesine.

tenkih

  • Araştırıp, dikkat edip bir şeyin sonuna hakikatına ermek.
  • Bir şeyin fazla ve gereksiz kısımlarını çıkarıp kısaltarak düzeltmek.
  • Temizlemek.
  • Bütçe tanzimi için maaşları azaltmak.

tenkih-ül menat

  • Menatın, yani illetin ayıklanması. Usul-ü Fıkhın kıyas bahsine ait bir ıstılahtır. Kıyasın dört rüknünden biri olan illetin, diğer benzeri hususiyetlerden ayıklanmasıdır. Şöyle ki: Şâri (Allah C.C.) bir hükmü bir sebebe bina eder. Fakat o illetle beraber hükme te'siri olmayan birçok özellikler de bu

tenkihü'l-menat

  • Menatın (illetin) ayıklanması; kıyasın dört esasından biri olan illetin, hükümle ilgisi olmayan yabancı unsurlardan ayıklanması.

tenkit

  • Eleştiri.

tenkit edilme

  • Eleştirilme.

tenkıye

  • Tıb: Şırınga âleti.
  • Temizleme, tathir.

tennur / tennûr / تنور

  • (Çoğulu: Tenânir) Tandır.
  • Fırın.
  • Kapalı ocak, fırın, tandır.
  • Tandır. (Arapça)
  • Fırın. (Arapça)

tenu-mend

  • Gövdeli, iriyarı, vücutlu kimse. (Farsça)

tenumend / tenûmend / تنومند

  • İriyarı, çamyarması. (Farsça)

tenvim

  • Uyutmak. Hipnotize etmek. Birisini uyur bulmak.

tenzil / tenzîl / تنزیل

  • Bir şeyin bir miktarını çıkarmak.
  • İndirmek, indirilmek, indirilen. Aşağı indirmek.
  • Kur'an-ı Kerim'in vahiy vasıtası ile Peygamberimize (A.S.M.) indirilmesi. Tedricen indirme. (Birden indirmeye inzal, parça parça indirmeye de tenzil denir.)
  • Kur'ân-ı Kerim (Kur'ân-ı Kerim 23 yılda bölüm bölüm indirildiği için "indirilen, parça parça indirilmiş" anlamına gelen Tenzîl ismi verilmiştir).
  • İndirmek, indirilmek; Allahü teâlâ tarafından indirilen kitab, Kur'ân-ı kerîm. İnzâl kelimesinde bir defada indirmek mânâsı bulunduğu halde, tenzîlde azar azar indirme mânâsı vardır. Kur'ân-ı kerîm Levh-i mahfûzdan Beyt-ül-izze (Kur'ân-ı kerîmin bir bütün hâlinde indirildiği ve dünyâ semâsında bulun
  • İndirme. (Arapça)
  • İndirim. (Arapça)

tenzilat / tenzîlât / تنزیلات

  • İndirim. (Arapça)
  • Tenzîlât yapmak: Fiyat düşürmek, indirim yapmak. (Arapça)

teracu'

  • (Rücu. dan) Bir yere veya bir kimseye dönme.
  • Birinden ayrılma.
  • Dönme, vazgeçme.

terad

  • Birbirini reddetmek.

teradüf

  • Birbiri peşinden gitmek.
  • Edb: İki veya daha fazla kelimenin aynı mânada olması.

terafüd

  • Birbirine yardım etme. Yardımlaşma.

terafuk / terâfuk / ترافق

  • Yardımlaşma. (Arapça)
  • Terâfuk etmek: Birbirine yardım etmek. (Arapça)

terai / teraî

  • Aynaya bakma.
  • Birbirini görmek ve görüşmek. Bir fikir hakkında mukabil görüş, endişe mülâhaza eylemek.
  • Hurmanın kuruyup renginin belli olması.

teraküb

  • Birbirine bağlanıp kenetlenme.
  • Birbirinin üzerine binme.

teraküm / terâküm / تراكم / تَرَاكُمْ

  • Birikme, yığılma.
  • Birbiri üzerine sıkışma.
  • Birikme, yığılma.
  • Birikme.
  • Birikim, birikme, yığılma. (Arapça)
  • Terâküm etmek: Birikmek, yığılmak. (Arapça)
  • Terâküm ettirmek: Biriktirmek. (Arapça)
  • Birikme.

teraküm eden

  • Biriken, toplanan.

teraküm edilen

  • Biriken, yığılan.

terakümat / terakümât

  • (Tekili: Teraküm) Toplanmalar, yığılmalar, birikmeler.

terane

  • Edb: Rübâinin başka bir ismi.
  • Terennüm. Nağme, âhenk, makam.
  • Bir şiiri makam ile okuma, şarkı söyleme.

terasuf

  • (Kaldırım taşları biçiminde) birbirine yanaşarak sıkışma, istif olma.

terazi

  • (Rıza. dan) Birbirini razı etme. Uyuşma.

terbiye-i furkaniye

  • Doğru ile yanlışı birbirinden ayıran Kur'ân'ın verdiği eğitim.

terbiyegerde

  • Terbiye edilmiş. Yetiştirilmiş. (Farsça)
  • Terbiye edilmiş, yetiştirilmiş.

terceman

  • (Tercüman) Terceme eden. Bir dilden başka bir dile çeviren.
  • Birisinin veya bir şeyin maksadını anlatmaya, bir şeyi tasvir ve ifadeye vasıta olan.

terceme / ترجمه

  • Çeviri. (Arapça)

terci'-i bend

  • Gazel şeklinde aynı vezinde yazılı manzumelerin "vâsıta" denilen bir beyti ile birbirine bağlanmış şekli. Vâsıta beyti tekerrür ederse terci-i bend; tebeddül ederse (değişirse) terkib-i bend olur. Bendlerin her birisine, terci-i bendlerde "terci'hâne"; terkib-i bendlerde "terkibhâne" denir. (Edb. L. (Farsça)

tercih bila müreccih / tercih bilâ müreccih

  • Tercih edici sebep olmaksızın tercih (seçim) yapılabilir. Yani, seçimi yapacak zat için mutlaka sebebin var olması gerekmez, hiçbir sebebe bağlı kalmadan da seçenekler arasından birini seçebilir.
  • Hiç bir üstünlük sebebi yok iken birbirine eşit iki şeyden birisini diğerine üstün tutmak.

tercüman-ı beliğ

  • Çevirileri açık seçik ve muhatabın hâline uygun tercüman.

tercüme

  • Çeviri.

tereffüh

  • Aşırı rahatlık, bolluk ve rahatlık içinde yaşama.

teressüb

  • Süzülme, dibe inip birikme.

tereyyüb

  • Cem'olmak, toplanmak, birikmek.

terfend

  • (Terfende) Turfanda. Mevsiminden önce yetiştirilmiş meyve veya sebze. (Farsça)

terfik

  • (Refik. den) Birinin yanına katma. Arkadaş etme.

terfikan

  • Birinin yanına katarak. Arkadaş ederek.

tergibat

  • Teşvikler, istek uyandırıcı ifadeler.

terhik

  • Misafiri çoğaltmak.

terkib

  • Birkaç şeyin beraber olması. Birkaç şeyin karıştırılması ile meydana getirilmek.
  • Birbirine karıştırılmış maddeler.
  • Gr: Terkib-i nâkıs ve terkib-i tam olarak iki kısma ayrılır. Terkib-i nâkıs: Cümle kadar olmayan terkiblerdir. Terkib-i tam ise; bir cümleden ibarettir. Birbirin

terkib-i bend

  • Edb: Birkaç bendden meydana getirilmiş manzumenin hususan gazel şekli olup müteaddit manzumeler birer beytle birbirine bağlanmıştır.

terkib-i mezci / terkib-i mezcî

  • İki veya daha fazla kelimeden meydana gelen ve bir isme delâlet eden isim. " Baalbek, Kırıkkale, Tahtakurusu" kelimelerinde olduğu gibi.

terkibat

  • (Tekili: Terkib) Terkipler. Birkaç şeyin karıştırılmasıyla meydana gelen şeyler.

termim

  • (Çoğulu: Termimât) Onarma, tamir etme.
  • Kırık kemikleri iyi etme.

tersa / tersâ / ترسا

  • Hıristiyan. (Farsça)

tersayan / tersâyân / ترسایان

  • Hıristiyanlar. (Farsça)

tersi'

  • Oymacılık.
  • Mücevherler takarak süslemek.
  • Edb: Bir beyti teşkil eden mısralar ile bir fıkrayı terkib eden cümlelerdeki lâfızları vezin ve kafiye itibari ile birbirine uygun olarak tertib etmektir. Külfetli ve gayr-ı tabii bir usuldür. Meselâ: Merhum Namık Kemâlin:Ecza-i beşer

tersib

  • Tortulaştırma, tortu halinde biriktirme. Tortusunu durultma.

tertib-i mebadi / tertib-i mebâdi

  • Bir işin gerçekleştirilmesi için gerekli ön şartların yerine getirilmesi.

tertil / tertîl

  • Kur'ân-ı kerîmi tecvîdle yâni usûl ve kâidelerine uyarak, açık açık, tâne tâne, harfleri ve kelimeleri birbirinden ayırarak okuma.

tervic

  • Revaç vermek. Değerini arttırmak.
  • Müsait karşılamak. Kabul ettirip, geçerli kılmak.

teşabüh / teşâbüh

  • Benzeşme. Birbirine benzeme.
  • Birbirine benzeme.
  • Birbirine benzeme, benzerlik.

teşabüh-ü asar / teşabüh-ü âsâr

  • Eserlerin birbirine benzemesi; varlıklardaki benzerlik.

teşabür

  • Birbiriyle karışlarını ölçmek.
  • Kavga etmek için birbirine karşı gelmek.

teşacür

  • (şecer. den) Sopalarla vuruşma. Birbirine girme kavga, dövüş.

teşaki

  • (Şekvâ. dan) Birbirinden şikâyet etme.
  • Dertleşme.

teşakül

  • (şekl. den) şekil ve suretçe bir olma. Birbirine uyma.

tesakut

  • Birbiri ardınca düşmek. Birbirini düşürmek. Düşüşmek.

tesakutan / tesâkutan

  • Birbiri ardına düşerek.
  • Her biri diğerinin hükmünü düşürür, birbirini yok eder olarak.

tesalüf

  • (Self. den) İki kadın birbiriyle elti veya iki erkek birbiriyle bacanak olma.

tesamu'

  • İşitmek. Bir sözü birbirinden duymak.

tesamuh

  • Hoş görme. Hoş görürlük. Birbirine kolaylık gösterme. Kayıtsız olma. Gaflet etmek.
  • İhmal etmek.

tesanüd

  • Karşılıklı yardımlaşma. Birbirine istinad etme.

tesaru'

  • Güreşme. Birbiriyle güreş etme.

teşarük

  • Ortaklık etme. Birbirine ortak olma.
  • Ortaklık, birbirine ortak olma.

teşaubat / teşaubât

  • Birbirinden ayrılmış dallar, kollar.

tesaül

  • Birbirine sual etme, soru sormak.

tesavi

  • İki şeyin birbirine denk olması. Birbirine müsavi ve misil olmak. İki taraf da aynı ve bir derecede bulunmak (Tesâvi-i tarafeyn de denir.)

tesavi-i tarafeyn / tesâvi-i tarafeyn

  • İki tarafın birbirine eşit olması.

tesavi-i tarafeyn olan / tesavî-i tarafeyn olan

  • İki tarafı birbirine eşit olan; varlığı ve yokluğu eşit olan.

tesavüm

  • Alış-verişte birbirine mukavele yapmak, anlaşmak.

teşayu'

  • Birbiriyle yâr olmak.

teşbih

  • (Çoğulu: Teşbihât) Benzetmek, benzetilmek. Benzetiş. Bir vasıfta vehmetmek.
  • Edb: Aralarında maddi veya mânevi bir münasebet bulunan iki şeyi birbirine benzetmek san'atı.

tesbih namazı / tesbîh namazı

  • Hadîs-i şerîfte, af ve mağfiret olunmak için kılınması tavsiye buyrulan namazlardan biri.

teşci' / teşcî' / تشجيع

  • Yüreklendirme. (Arapça)
  • Teşcî' edilmek: Yüreklendirilmek. (Arapça)
  • Teşcî' etmek: Yüreklendirmek. (Arapça)

teşebbük

  • (Şebeke. den) Ağ şeklini alma. Şebekeleşme.
  • Parmaklarını birbirine giriştirmek.

teşebbüs / تشبث / تَشَبُّثْ

  • Bir işe girişmek. Bir işi ilk olarak teklif etmek.
  • Sağlam bir niyetle bir şeye başlamak.
  • El ile yapışıp bırakmamak.
  • Girişme, girişimde bulunma.
  • Bir işe girişme.
  • Girişim. (Arapça)
  • Teşebbüs etmek: Girişmek, girişimde bulunmak. (Arapça)
  • Bir işe girişme.

teşebbüs etmek

  • Başvurmak, girişmek.

teşebbüs-ü şahsiye

  • Bireysel girişimcilik.

teşebbüsat / teşebbüsât / تشبثات

  • Girişimler.
  • Girişimler. (Arapça)

teşebbüsat-ı azime / teşebbüsat-ı azîme

  • Büyük çaplı girişimler.

teşebbüskarane / teşebbüskârâne

  • İşe girişircesine.

teşeffü'

  • Bir isteğin, dileğin yerine gelmesi için, peygamberleri veya evliyâyı vesîle ederek (araya koyarak), onların hatırı için diyerek Allahü teâlâya yalvarma, duâ etme, isteme.

teşekkül eden

  • Kurulan, meydana getirilen.

teşekkür

  • Yapılan iyilikten memnun kalındığını bildirmek için söylenen şükür ifadesi.
  • Şükür etmek.
  • Birisine karşı "Sağ ol, var ol, ömrüne bereket" gibi söylenen minnet sözleri.

teselsül / تَسَلْسُلْ

  • Zincirleme. Zincir gibi birbirine bitişik kısımlar olma. Silsile peyda etme.
  • Ulaştırma.
  • Man:
  • Burhân-ı tatbîk delîli ve benzerlerinde, Allahü teâlânın varlığının lâzım olduğunu isbat etmekte kullanılan delillerden biri. Hâdislerin (sonradan var olan şeylerin) birbirinin varlığına sebeb olarak geriye doğru sonsuza kadar zincirleme birbiri ardı sıra gitmesi.
  • İddiâyla delilin birbirine bağlı olmasıyla ihtilâfın sürüp gitmesi.

teselsül-ü ilel

  • Sebeplerin zinciri, arka arkaya gelmesi.

teshir-i sehab

  • Bulutların emre boyun eğdirilmesi.

tesir-i zaman ve mekan / tesir-i zaman ve mekân

  • Yer ve zamanın tesiri, etkisi.

tesis edilen

  • Kurulan, yerleştirilen.

tesis olunma

  • Kurulma, yerleştirilme.

teşkil

  • Vücud vermek. Suretlendirmek. Şekil vermek. Meydana getirmek.
  • Atın iki önayağı ve art ayağının birisinin beyaz olması.

teşkilat / teşkîlât / تَشْك۪يلَاتْ

  • Şekillendirilmiş genel yapı.

teskir

  • (Sekr. den) Sarhoş etme.
  • Gözü kamaştırıp görmesini zayıflatmak.

teslih / teslîh / تسليح

  • Silahlandırma. (Arapça)
  • Silahlandırılma. (Arapça)
  • Teslîh edilmek: Silahlandırılmak. (Arapça)
  • Teslîh etmek: Silahlandırmak. (Arapça)

teslihat-ı askeriye / teslihât-ı askeriye

  • Askerin silâhlandırılması.

teslil

  • (Sell. den) Sıyırıp çekme.
  • Verem etme.

teslim

  • Bir emâneti verme.
  • Kabul etme.
  • Doğru ve haklı bulma.
  • Selâmetle dua etme.
  • Karşısındakinin hükmü altına girme.
  • Kendini Allah'ın takdirine terketme, emri altına girme.
  • Belâ ve âfetten korunur olma.
  • Bir şeyi, yeni sâhibine verme.
  • Da

teslimiyet

  • Kendini Allah'a veya başka birinin iradesine terketmek, boyun eğmek.

teslis / teslîs

  • Hıristiyanların üç ilâh inancı.
  • Üçleme, ekanim-i selâse, Allah'ı üç olarak kabul eden ve sonradan uydurulan hıristiyan inancı.
  • Üçleme; Hıristiyanların tanrı üçtür veya tanrı üç unsurdan (Baba-Oğul-Rûh-ul-kudüsten) meydana gelmiştir şeklinde kabûl ettikleri bozuk inanış. Trinite.

teslis akidesi / teslis akîdesi

  • Üçleme; Hıristiyanların Allah'ın baba, oğul ve mukaddes ruh olmak üzere üç varlıktan mürekkep olduğuna inanmaları.

teslisiyet

  • Hıristiyanların üç ilâha inanmaları.

teşmir-i said / teşmir-i sâid

  • Kolları sıvama.
  • Mc: Bir işe iyice adamakıllı girişme.

tesmiye / تسميه

  • Adlandırma. (Arapça)
  • Tesmiye edilmek: Adlandırılmak, denilmek. (Arapça)
  • Tesmiye etmek: Adlandırmak, demek. (Arapça)
  • Tesmiye olunmak: Adlandırılmak, denilmek. (Arapça)

tesmiye edilen

  • Adlandırılan.

tesmiye olunan

  • İsimlendirilen.

teşni'

  • Başa kakmak.
  • Davara binmek.
  • Silâh takınmak.
  • Kötülük yapmak. Kötü göstermek. Ayıplamak.
  • Birisinin çok şeni' olduğunu söylemek.

tesniye

  • Vasıflandırma.
  • Gr: Arapçada bir kelimenin iki şeye delâlet etmesi hâli, kelimeyi iki şeye delâlet ettiren siga. Bu şekil kelimenin sonuna "elif-nun" veya "ye-nun" getirilerek yapılır. Meselâ: Recul: Adam. İki adam demek için: Reculân () veya Reculeyn () denir.

tesri' / tesrî' / تسریع

  • Hızlandırma. (Arapça)
  • Tesrî' edilmek: Hızlandırılmak. (Arapça)
  • Tesrî' etmek: Hızlandırmak. (Arapça)

teşric

  • Cem'etmek, birbiri üstüne yığmak.
  • Kerpiçi yerinden ayırmak.

teşrid

  • Ayırma, dağıtma. Dilim yapıp kesmek.
  • Nefyetme, kovalama.
  • Belâya atma. Ürkütüp kaçırma. Sevketme.
  • Birisinin ayıbını teşhir eylemek.

teşrik günleri

  • Kurban bayramının ikinci, üçüncü ve dördüncü günleri. Bayramın birinci gününe yevm-i nahr (nahr günü), ikinci ve üçüncü günleri de kurban günü olduğundan hepsine birden "eyyâm-ı nahr" denir. Ondan evvelki güne Arefe günü denir. Ramazân-ı şerîf bayram ında arefe yoktur. Arefe, kurban bayramına mahsus

teşrik tekbiri / teşrik tekbîri

  • Arefe günü yâni Kurban bayramından önceki gün, sabah namazından, bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar yirmi üç vakit her farz namazdan sonra getirilen tekbîr; "Allahü ekber, Allahü ekber, lâ ilâhe illallahü vallahü ekber. Allahü ekber ve lill ahil-hamd" sözleri.

teşrin

  • Eskiden yılın on ve onbirinci aylarına verilen ortak isim.
  • Rumi takvime göre yılın on ve on birinci aylarına verilen isim.

teşvik / teşvîk / تشویق

  • Şevklendirme. (Arapça)
  • Teşvîk edilmek: Şevklendirilmek. (Arapça)
  • Teşvîk etmek: Şevklendirmek. (Arapça)

teşvikkarane / teşvikkârâne

  • İsteklendirircesine.

tesviye / تسویه

  • Eşitleme. (Arapça)
  • Düzleme. (Arapça)
  • Sonuçlandırma. (Arapça)
  • Hesap kapatma. (Arapça)
  • Tesviye edilmek: (Arapça)
  • Eşitlenmek. (Arapça)
  • Düzlenmek. (Arapça)
  • Sonuçlandırılmak. (Arapça)
  • Hesap katılmak. (Arapça)
  • Tesviye etmek: (Arapça)

tesviye-i umur / tesviye-i umûr

  • İşlerin görülüp neticelendirilmesi.

tetabu'

  • Fasılasız birbiri ardından gelmek. Aralıksız birbirini takib etmek.

tetabu-u izafat

  • Bir çok kelimenin birbirine muzaf ve muzafün ileyh olması. Zincirleme isim takımı. (İhtizazat-ı esvat-ı beşeriye misalinde olduğu gibi.)

tetabuk / tetâbuk / تَطَابُقْ

  • Birbirine uygun ve muvafık olmak. Uymak. Birşeye uygun düşmek.
  • İki şeyin birbirine uygunluğu.
  • Birbirine uygun düşme.

tetavül

  • Uzun olma, uzama.
  • Zulüm etme.
  • Birbirine muhalefet, kibir ve taazzum etme.
  • Musallat olma.
  • Mugayeret eylemek.

tetebbu

  • Araştırıp incelemek, derinliğine inceleyip tanımak.

tetebbu'

  • Araştırıp tetkik etme. Derinliğine inceleyip tanıma, öğrenme. Öğrenmek için okuma.

tetebbuat / tetebbuât

  • Araştırıp incelemeler.
  • Araştırıp incelemeler. Arayıp öğrenmeler.
  • Araştırıp incelemeler.

tetkik edilen

  • İncelenen, araştırılan.

tetmim

  • Tamamlama, bitirme.
  • Edb: Bir şiiri tamam etmek.

tetra

  • Birbiri ardınca olmak. Birbirinin peşinden gelmek.

tevabi'

  • (Tekili: Tabi') Maiyyet. Bir kimseye tâbi olanlar. İman ve İslâmiyet veya herhangi bir hususta birisine bağlı bulunanlar.
  • Uşaklar.
  • Bir merkeze bağlı olan yerler.
  • Gr: Evvelki kelimeye göre hareke alan kelimeler.

tevafuk / توافق / tevâfuk / تَوَافُقْ

  • Birbirine uygunluk. Muvâfık oluş. Rast gelme hali. Nizamlanmış biçimde birbirine uygun olmak.
  • Birbirine uygunluk.
  • Birbirine denk gelme.
  • Birbirine uygun olma.

tevafuk-u remzi / tevafuk-u remzî

  • İşaretlerin birbirine denk gelmesi, uygun düşmesi.

tevafukat-ı müteşabihe

  • Birbirine benzeyen tevafuklar, uyumluluklar.

tevafuklu

  • İçerisinde tevafuk bulunan; düzgün bir biçimde birbirine denk gelen.

tevağğul

  • Aşırı derecede dalma, meşgul olma.

tevakül

  • (Vekl. den) Birbirini vekil etme.

tevali / tevâli / tevâlî / توالى

  • Uzayıp gitmek, devam etmek. Birbiri ardınca sıra ile gelmek. Sürmek.
  • Uzayıp gitme, birbirinin ardından gelme.
  • Kesintisiz sürme, birbirini izleme. (Arapça)
  • Tevâlî etmek: Kesintisiz sürmek, birbirini izlemek. (Arapça)

tevarüd

  • Vârid olma, gelme. Yetişme, vâsıl olma.
  • Arka arkaya gelmek.
  • Edb: Birbirinden habersiz olarak iki şâirin aynı beyti veya mısrayı söylemeleri.

tevarüs

  • Mirasa konmak, birisine diğerinden irsen geçmek. Miras yemek.

tevasi

  • (Vasiyet. den) Vasiyetleşme. Birbirine tavsiye etme.

tevasuk

  • (Vusuk. dan) Birbiriyle andlaşma. Birbirine güvenip itimad ederek andlaşma.

tevasül

  • Birbirine ulaşma.

tevatür

  • Kuvvetli haber.
  • Müteaddid şeyler birbiri ardınca zâhir olmak.
  • Bir hususun söylenmesi hemen herkesin ağzında olup, gezmek. Şâyia.
  • Fık: İçinde yalan ihtimali olmayan ve bir cemâate dayanan kuvvetli haber, ferdî olmayıp cemaate ait olan sağlam haber.

tevaüd

  • (Va'd. den) Birbirine söz verme. Va'dleşme.

tevazi

  • (Vezy. den) İki çizginin birbirine değmeden sonsuza kadar yanyana uzaması, paralellik.

tevazüf

  • Birbiriyle sallanıp yürümek.

tevcih

  • Döndürmek, yöneltmek.
  • Tefsir etmek.
  • Birisini bir tarafa göndermek.
  • Rütbe vermek.
  • Bir kimseye söz atmak.
  • Edb: İki zıd mânaya gelebilen ve birbirinin zıddı mânada söz kullanmak.

tevcih-i hitap

  • Sözü birine yöneltme, birine hitap etmeler.

tevcih-i kelam / tevcih-i kelâm

  • Sözü birine yöneltme, biriyle konuşma.
  • Sözle işarette bulunmak.
  • Birbirinin zıddı muhtelif mânaya gelebilen kelimeyi sözde kullanmak.

tevdi

  • Birisine bırakmak, emanet etmek.

tevdi'

  • Emanet vermek, bırakmak.
  • Misafirin veda etmesi. Giderken kalanlara: Allah'a ısmarladık gibi veda etmesi, bolluk hoşluk duasıyla bırakıp gitmesi.
  • Mutlaka terkedip bırakmak.

teveccüh

  • Yönelme.
  • Peygamberleri aleyhimüsselâm veya evliyâyı vesîle (vâsıta) yaparak, onların hâtırı için istenilen bir şeye kavuşturması için Allahü teâlâya yalvarmak. Buna, istigâse, tevessül ve teşeffü' de denir.
  • Tasavvuf yolunda ilerleme, yükselme sebeblerinden en önemli olanı. Bir velîni

tevekkün

  • Musibet anında yüksek sesle bağırıp feryad etmek.

tevella

  • (Tevelli) Birisini dost edinme.
  • Bir işi üzerine alma.
  • Dönme, yönelme, i'raz etme.
  • Ehl-i Beyt'e tam sevgi.
  • Akrabalık. Karabet. Yakınlık beslemek.

tevelli / tevellî

  • Dostluk, birisini Allah rızâsı için sevme, dost edinme.

tevellüh

  • (Çoğulu: Tevellühât) (Veleh. den) Şaşakalma. Şaşırıp sersemleşme.
  • Hayran etme.
  • Kadını çocuğunden ayırma.

teverrük

  • Kadınların namazda oturma şekli; kaba etlerini yere koyup, uyluklarını birbirine yaklaştırarak, ayaklarını sağ taraftan dışarı çıkarıp, sol uylukları üzerine oturmaları.

tevessül / توسل

  • Bir isteğin, bir maksadın hâsıl olması için bir şeyi vesîle, sebeb yapmak. Allahü teâlânın sevdiklerini araya koyarak; "Onların hâtırı, hürmeti için" diyerek duâ etmek veya bu sûretle yapılan duâ. İstiğâse ve teşeffû' da denir
  • El atma, girişme. (Arapça)
  • İnanma. (Arapça)
  • Sarılma. (Arapça)
  • Tevessül etmek: (Arapça)
  • El atmak. (Arapça)
  • Sarılmak. (Arapça)

tevessülen

  • Başvurarak, girişerek. Sebep tutarak.

tevfik / tevfîk

  • İnsan iradesiyle ilâhî iradenin birbirine uygunluğu.

tevhid / tevhîd / توحيد

  • Birleştirme. (Arapça)
  • Tevhîd edilmek: Birleştirilmek. (Arapça)
  • Tevhîd etmek: Birleştirmek. (Arapça)

tevhid-i medaris / tevhid-i medâris

  • Medreselerin, okulların birleştirilmesi; Osmanlı döneminde dinî ilimlerin tahsil edildiği eğitim kurumlarının bir araya getirilmesi.

tevhid-i rububiyet

  • Rab olarak sadece bir olan Allah'ı kabul etme ve kâinatın idare ve tedbiri hususunda hiçbirşeyi Ona ortak koşmama.

tevkifi / tevkîfî

  • İslâmiyet'in bildirmesine bağlı olan ve değiştirilmesi câiz olmayan.

tevkil / tevkîl

  • Birini vekil atama, birini vekil etme, vekil tanıma.
  • Kendine birisini vekil etmek. Vekil tâyin etmek.
  • Vekîl tâyin etme. Kadına, kendini boşamak için seni vekil ettim demek.
  • Bir ibâdetin, bir işin yapılması husûsunda birini kendine vekîl tâyin etme.

tevkir

  • Bina için yemek pişirip yedirmek. Ziyafet vermek.

tevrat / tevrât

  • Hz. Musâ Aleyhisselâm'a nâzil olan kitab-ı mukaddesin nâm-ı celili. (Hakiki Tevrat, Kur'an-ı Kerim ile barışıktır. Şimdiki ise, çok yerleri değiştirilmiş, tahrif edilmiştir. Bu kitabın aslından az bir şey kalmıştır. Aklı başında ve İslâmiyeti, Kur'an-ı Kerim'i tetkik eden Yahudiler de hidayeti seçmi
  • Hz Mûsâ'ya (a.s.) indirilen mukaddes kitap.
  • Hz. Musa'ya indirilen İlâhî kitap.
  • Dört büyük kitabdan biri. Allahü teâlâ tarafından Mûsâ aleyhisselâma gönderilen ilâhî kitab.

tevrim

  • Gazaba getirme, öfkelendirme.
  • Verem etme, verem edilme.
  • Bedenin azâsını şişirip kabartmak.

tevris

  • Vâris kılmak, mirâs bırakmak. Malının faydasını birisine âid kılmak.
  • Ateşi yakmak, alevlendirmek için tahrik etmek.

tevsik / tevsîk / توثيق

  • Belgeleme. (Arapça)
  • Sağlamlaştırma. (Arapça)
  • Tevsîk edilmek: Belgelendirilmek. (Arapça)
  • Tevsîk etmek: Belgelendirmek. (Arapça)

tevsit

  • Birini araya koyma. Ortaya koyma. Vâsıta etme.
  • Birini araya koyma.

tevtir

  • Yay gibi germek. Yaya kiriş germe.

tevzi'

  • Dağıtmak. Herkesin hisselerini ayırıp vermek. Pay ederek dağıtmak.

teyakkun

  • İyiden iyiye araştırıp şüphesiz tam olarak bilmek.
  • Tam yakınlık hâsıl etmek.

teyakkuz-ı arifane / teyakkuz-ı ârifâne

  • Bilen birine yakışır bir şekilde bir uyanıklılık.

teysir

  • (Yüsr. den) Kolaylaştırma. Kolaylaştırılma.

tezabüh

  • Bir karış miktarı yeri yarmak.
  • Birbirini boğazlamak.

tezacür

  • Birbirini kandırıp bir iş üzerine ümitlendirme.

tezad / tezâd

  • İki şeyin birbirine zıt olması. Aksilik. Terslik.
  • Edb: Mânaca birbirine zıt olan kelimeleri bir arada toplamak.
  • İki şeyin birbirine zıt olması, aksilik, terslik.
  • Anlamca zıt olan kelimeleri bir arada toplamak.
  • Zıtlık, aykırılık.

tezafür

  • Birbirine yardımcı olma.
  • Bir yere toplanma.

tezahüm / tezâhüm

  • Birbirine sıkıntı vermek. Halk kalabalık edip birbirine sıkıntı vermek.
  • Birbirine sıkıntı verme, sürtüşme, sıkışma.

tezahür

  • Meydana çıkma, belirme, görünme. Gösteriş.
  • Birbirini korumak, birbirine arka olmak.
  • Arkalaşmak; yâni birbirine yardım etmek.
  • Avretine zıhar etmek, yani zevcesinin arkasını validesinin arkasına teşbih ederek "zuhruki kezuhri ümmî" demek.

tezakkum

  • Lokma lokma etmek.
  • Kaymak ile hurmayı karıştırıp yemek. (O taama "zekkum" derler.)

tezakür

  • Birbirini zikretmek.

tezallüm

  • Birisinin zulmünden şikâyet etme.

tezamür

  • Birbirini kandırmak.

tezavür

  • (Çoğulu: Tezâvürat) Birbirini ziyâret etme, gidip görme.
  • Vazgeçme, yoldan çıkma, udul etmek.
  • Eğilip meyletme.

tezellül

  • Bayağılık, kendini aşağı tutmak. Tevâzûnun aşırı derecesi.

tezkir / tezkîr / تذكير

  • Hatırlatma. (Arapça)
  • Tezkîr edilmek: Hatırlatılmak, dile getirilmek. (Arapça)
  • Tezkîr etmek: Hatırlatmak, dile getirmek. (Arapça)

tezkiye

  • Doğruluğuna şehadet etmek.
  • Zekât vermek.
  • Zekât almak.
  • Pak ve temiz etmek.
  • Övmek, medhetmek.
  • Birisinin durumu hakkında soruşturmak.

tezlil

  • Birisini tahkir etme, aşağılatma. Zelil ve hakir bulma.

tezvic

  • Nikâhla bir kadını aldırmak. Birbirine eş yapmak. Evlendirmek.

tezyid / tezyîd / تزیيد

  • Arttırma. (Arapça)
  • Tezyîd etmek: Arttırmak. (Arapça)
  • Tezyîd olunmak: Arttırılmak. (Arapça)

tiba'

  • Birbiri ardınca olmak. Peşpeşe bulunmak.

tıbak

  • Uyma, uygunluk.
  • Tabakalar. Katlar.
  • Birbirine uygun olan şey.
  • Bir şeyi diğerine uydurup müsavi ve münasib kılmak.

tibyan

  • Açık ifade ile beyan etme. Açıklama.
  • Meşhur bir Kur'ân tefsirinin adı.

tıktıka

  • Taşların birbirine dokunması sonucu çıkan ses.

tıla'

  • Sürülecek şey. Sürülecek merhem, yağ veya ilâç.
  • Madeni parlatmakta kullanılan sıvı yaldız.
  • Cilâ verecek boya.
  • Diş sarılığı.
  • Üzüm suyundan kaynatmak sebebiyle üçte birinden azı giden şarap.
  • Tâze üzüm şırasının, ateşte veya güneşte ısıtılarak üçte birinden fazlasının uçmasıyla elde edilen içki.

tilavet secdesi / tilâvet secdesi

  • Kur'ân-ı kerîmdeki on dört secde âyetinden herhangi birini okuyan veya işiten bir mükellefin yâni akıllı ve ergenlik çağına erişmiş bir müslümanın yapması vâcib (lâzım gelen) secde. Secde âyetleri, Kur'ân-ı kerîmin; A'râf, Ra'd, Nahl, İsrâ, Meryem, Hac, Furkân, Neml, Secde, Sâd, Necm, İnşikâk ve Ala

tılsım

  • Herkesin bilip çözemediği gizli şey.
  • Gizli sır. Fevkalâde kuvvet ve te'siri hâiz olan şey.
  • Definenin bulunmasına mâni olan mevhum şey.

tiraşide

  • Tıraş olmuş, tıraş edilmiş. (Farsça)
  • Yontulmuş, düzleştirilmiş. (Farsça)

tiryak-ı marazi'l-bid'a / tiryâk-ı marazi'l-bid'a

  • İslâmiyet'in aslında olmayıp sonradan dine sokulan, Kur'ân'a ve sünnete aykırı mânevî hastalıkların ilâcı, panzehiri; On Birinci Lem'a.

tiryaku marazı'l-bid'a

  • İslâmiyetin aslında olmayıp sonradan dine sokulan, Kur'ân'a ve Sünnete muhalif manevî hastalıkların ilâcı, panzehiri.

töhmet

  • Birisine isnad edilen, fakat kat'iyyetle işleyip işlemediği belirsiz olan suç, kabahat.
  • İtham altında olma.
  • Birine isnat edilen suç.

tolga

  • Başlık, miğfer nevilerinden birinin adıdır.

trinite

  • Hıristiyanların teslîs (üç tanrı) inancı.

tübba'

  • Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bi'setten evvel geleceğini haber veren ve şiiri ile imanını ilân eden bir Yemen Meliki.
  • Câhiliyetten evvel Yemen Padişahlarının nâmı.
  • Bir kuş cinsi.

tufeyli / tufeylî

  • (Davetsiz ziyafete giden Tufeyl adında birisinin ismindendir) Sahte.
  • Dalkavuk. Çanak yalayıcı.
  • Başkasının sırtından geçinen. Asalak. Parazit. Fazladan.

tul-i emel / tûl-i emel

  • Uzun emel, büyük, aşırı arzu ve istek.

tul-ü emel / tûl-ü emel

  • Dünya hayatının kısa ve geçiciliğine rağmen devamlı yaşayacakmış gibi dünyaya ait işlere karşı gösterilen aşırı arzu, istek.

tunub

  • (Çoğulu: Etnâb) Ağaç kökleri.
  • Gövdenin siniri.
  • Süngü eğriliği.
  • Çadır ipleri.

turfanda

  • Mevsiminden önce yetiştirilen meyve veya sebze.

turuk-u cehriye

  • Zikirlerini açıktan ve sesli olarak yapan tarikatlar, Kàdirîlik gibi.

tuyur

  • Birbiri ardınca iade etmek, peşpeşe geri çevirmek. Tekrarlamak.

ubudiyyet

  • Kulluk, kölelik, bağlılık, aşırı mensupluk.

uccab

  • (Çoğulu: Eâcib) Şaşırıp taaccüp edecek nesne.

uddet

  • Birikim, sermaye, hazırlık.

üf

  • Kulak kiri.
  • Tırnak arasında olan kir.
  • Hüzün ve kedere işaret eden kelime.

uhud muharebesi

  • Uhud, Medine-i Münevvere'nin bir mil kuzeyinde kırmızı bir dağ olup, Hz. Peygamberimizin (A.S.M.) ashâbıyla Kureyşliler arasında vuku bulmuş olan Uhud Gazasıyla meşhurdur.Uhud gazası, hicretten 2 sene 6 ay 7 gün sonra olmuştur. Bunun zahirî sebebi: Daha evvel yapılmış olan Bedir Gazasında Kureyşlile

uknum / uknûm

  • Hıristiyanların kabûl ettiği teslis (üç tanrı) inancındaki üç asıl veya üç esas varlıktan her birine verilen ad. Üçüne birden üç uknum mânâsına ekânim-i selâse denir.

üksum

  • Çimenlik yer. Çayırı bol ve güzel olan bahçe.

ukubet / ukûbet / عقوبت

  • Ceza. (Arapça)
  • Ukûbet bulmak: Cezalandırılmak. (Arapça)

ukul-ü aşere / ukûl-ü aşere

  • Bazı eski felsefecilere göre kâinatı idare eden on akıl; birincisi Allah'ın yarattığı akıl, diğerleri de ondan türemiş akıllar.
  • Bazı eski felsefecilere göre kâinatı idare eden on akıl (Onlara göre birinci akıl Allah'ın yarattığı akıldır, diğerleri ise, her biri, sırasıyla bir sonrasını türetmiştir.).

ükule

  • Sürüden ayırıp beslenilen koyun.

ula / ûlâ / اولى

  • Birinci, ilk, evvel.
  • Eskiden vezirlikten sonra gelen sivil rütbe.
  • İlk, birinci.
  • İlk, birinci. (Arapça)

ulase

  • Yağ. Birbirine karışmış olan iki şey.

ulema-i hakikat

  • İman hakikatlerini araştırıp elde eden âlimler.

ulema-i nasara / ulema-i nasârâ

  • Hırıstiyan âlimler.

ulema-i rüsum

  • Resmî, merasim âlimleri. Kendileri resmen âlim bilinen fakat hakiki âlim olmayan kimseler. (Zâhirî ulema da denir.)

ulema-i zahir / ulema-i zâhir

  • Kur'an-ı Kerimin zâhir mânâsına göre hakikatları değerlendiren âlimler. Şeriatın mâna ve esrarından daha çok, zâhirini ve hükümlerini bilen âlimler.

ulema-yı batın / ulema-yı bâtın

  • Şeriatın zâhirinden ve açık hükümlerinden daha çok, mânâ ve esrârını bilen âlimler.

ulema-yı ehl-i zahir / ulemâ-yı ehl-i zâhir / عُلَمَايِ اَهْلِ ظَاهِرْ

  • Kur'an ve hadislerin sadece zahirî manalarıyla hükmeden âlimler.

ülfet

  • Alışma, alışkanlık. Birisiyle münasebette bulunmak. Ünsiyet. Ahbablık, dostluk. Huy etme. Görüşme, konuşma.

ümm-üd dem

  • Kırmızı kan damarlarında görülen kabarma. Bu nabız damarlarından birisine açılan kan kesesi.

ümm-ül-mü'minin / ümm-ül-mü'minîn

  • "Mü'minlerin anası" mânâsına Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek zevcelerinden her birine verilen lakab (isim).

ümmi sinan

  • (Vefatı Hi: 958, Mi: 1551) Halvetî Tarikatı, Sinaniye kolunun piridir. Bursa'lı olduğu nakledilir. Karaman'lı olduğu hakkında da rivayet vardır. Risale-i Şerife-i İstanbulî Ümmi Sinan adında bir eseri vardır. (R. Aleyh.) (Osmanlı Müellifleri sh: 214)

umran

  • İmar ile şenlendirilmiş olan. Bayındırlaşmak. Medenilik. Saâdet. Mutluluk.

umre

  • Ziyâret etmek. Hac zamânı olan beş günü yâni Arefe ve Kurban bayramının dört günü dışında, istenildiği zaman ihrâma girip Kâbe-i muazzamayı tavâf etmek ve Safâ ile Merve arasında sa'y etmek (yürümek), saçı kazımak veya kesmekten ibâret olan ibâdet. Umreye Hacc-ı asgar (küçük hac) da denir.
  • Hac zamânı olan beş günden yâni Arefe ve Kurban bayramının dört gününden başka, senenin her günü ihrâma girip Kâbe'yi tavâf etmek, Safâ ile Merve arasında sa'y yapmak ve saç kazımak veya kesmek.

umumi harpler / umumî harpler

  • Bütün dünyayı olumsuz olarak etkileyen savaşlar; Birinci ve İkinci Dünya Savaşları.

umumi vekil / umûmî vekil

  • Yerine geçirilen kimseye mutlak halde istediğini yap diyerek verilen vekâlet.

umur-i izafiye

  • Biri birisiz olmayan ve birbirine nisbet ve kıyaslamayla anlaşılan nitelikler; karanlık-aydınlık, acı-tatlı gibi.

umur-u izafiye / umur-u izâfiye

  • Birbirisiz olmayan ve birbirine nisbet ve mukayese ile anlaşılan vasıflar. (Meselâ: Karanlık olmasa, aydınlığın bilinmemesi gibi)

umur-u mütezadde

  • Aralarında uygunluk olmayan birbirine zıt şeyler.

ünkua

  • Yağ biriken yer.

ünsiyetkar / ünsiyetkâr

  • Birbirine alışmış.

ünsiyetkarane / ünsiyetkârâne

  • Birbirine alışmışçasına.

unsur

  • Kimyevî maddeden her biri. Mürekkeb cisimlerde bulunan basit maddelerin her birisi.
  • Umumdan ayrılan kısım.
  • Tam olan şeyin her bir parçaları.
  • Madde, esas, kök. Element.

unsuriyetperver / عُنْصُرِيَتْپَرْوَرْ

  • Milliyetini aşırı seven, ırkçı.

ünuf

  • Henüz daha yedirilmemiş olan çayır.
  • (Tekili: Enf) Burunlar.

urş

  • Boğazın iki tarafında olan iki uzun etin birisi.

üşer

  • Dişlerini birbirine sürüp keskinleştirmek.

useybe

  • (Çoğulu: Useybât) Yaprağı bir takım kısımlara ayıran liflerden herbiri. Damar.

üsfiyye

  • (Çoğulu: Esâfi) Üzerine tencere koyup yemek pişirilen ocak taşı.

üslub-u hakim / üslub-u hakîm

  • Edebî san'atlardan biridir. Sorulan bir suale, soranın halini nazara alarak başka bir sual gibi telâkki edip, ona göre cevab vermek demektir. Meselâ : Bazı Ashab Resulüllah'a (A.S.M.) hilâlin ince başlayıp, kalınlaşarak bedr şekline gelip, sonra yine başladığı şekle dönmesinin sebebini sordular. Bun

üslubperest / üslûbperest

  • Üslûba aşırı düşkün.

usret-i hazm

  • Hazım güçlüğü, sindirim zorluğu.

üstad-ı mübelliğ

  • Tebliğ edici, irşad edip tanıtıcı ve bildirici üstad.

usüvv

  • Kaba ve iri olmak.
  • Katı olmak.
  • Gece karanlık olmak.
  • Yakın olmak.

uzma

  • (Müe.) Büyük. İri.
  • En büyük. Çok büyük. (Müz: A'zam)

uzme

  • Aşiret.
  • Birinin mensub olduğu âile.
  • Akrabâ.

uzubet / uzûbet / عذوبت

  • Tatlılık, şirinlik.
  • Tatlılık. (Arapça)
  • Şirinlik, alımlılık. (Arapça)

uzuv

  • (Uzv) Bir canlının vücud yapısının kısımlarından herbiri. Azâ. Organ.

uzv

  • Canlıyı meydana getiren parçaların her biri, organ.

uzza

  • İslâmiyetten evvel câhiliyet devrinde büyük putlardan birisinin ismi.
  • İslâmdan önce Kâbede bulunan putlardan biri.

va hasreta

  • Vah vah! Ne yazık ki! (Teessür bildirir.)

va'd

  • Söz verme, söz verilen şey.
  • Allahü teâlânın; emirlerini yerine getirenleri çeşitli nîmetlerle mükâfâtlandıracağını, karşı gelenleri ise, azâb ile cezâlandıracağını bildirmesi, söz vermesi. Buna va'd-ı ilâhî de denir.
  • Bir kimsenin, başka birisine bir husûsta söz vermesi.

vabil

  • Yağmur. İri katreli yağmur.

vacib / vâcib

  • Allah ve resulü tarafından yerine getirilmesi kesin olarak emredilmiş olan şey (diğer bir mânası; delili farz ifade edecek derecede kesin olmayan, fakat hiç terk edilmeden yapılması istenen amel; vitir ve bayram namazları gibi.
  • Varlığı zorunlu olan.
  • Kur'ân-ı kerîmde açık olmayarak bildirilmiş veya bir sahâbînin açıkça bildirmesi ile anlaşılmış olan emirler. Şâfiîlere göre vâcib denince farz anlaşılır.
  • (Vücub. dan) (Çoğulu: Vâcibât) Lüzumlu, mecburi olan.
  • Fık: Yerine getirilmesi her müslüman için gerekli ve borç olup, yapılmadığı takdirde büyük günah olan Allah'ın emirleri. Yapılması zannî delil ile belli olan. Terki câiz olmayan. Yapılması şer'an kat'i derecede bir delil ile sâbit
  • Gerekli, zorunlu olan, yerine getirilmesi her müslüman için gerekli ve zorunlu olan Allah'ın emirleri.

vacibe / vâcibe

  • Yapılıp yerine getirilmesi vâcib derecesinde lüzumlu olan şey.

vacibülifa / vâcibülîfâ / واجب الایفا

  • Yapılması gereken, yerine getirilmesi gereken. (Arapça)

vaftiz

  • Hıristiyanların dine gireni kutsal suya sokma merasimi.
  • Hıristiyanlığa yeni girenin ve çocuğunun dine girmesi için gerekli sayılan, suya sokma töreni.

vahamet

  • Zor, güçlük.
  • Ağırlık. Tehlike. Muhatara. Neticesi fena.
  • Hazım güçlüğü, sindirim zorluğu.
  • Korkulacak hal, tehlikeli vaziyet.

vahdet

  • Birlik. Yalnızlık. Teklik. (Kesretin zıddıdır.)
  • Edb: İfade esnasında mevzuun haricine çıkılmaması, maksad ne ise yalnız ondan bahsedilmesi, sözün dallandırılıp budaklandırılmaması.
  • Tas: Allah'a yakınlık. Gönlünü, kalbini tamamen Allah ile meşgul etme hali.

vahdet-aram / vahdet-ârâm

  • Dinlendirici, rahat yer. (Farsça)

vahhabilik / vahhabîlik

  • Dinin bazı konularında aşırılıkları olan bir anlayış.

vahid / vâhid / vahîd / وحيد

  • Bir, tek, biricik. Eşi, benzeri, cüz'ü, parçası olmayan Allah (C.C.) Ferid.
  • Tek, biricik. (Arapça)

vahid-i itibari / vahid-i itibarî

  • Hakikatte olmayıp farazî olarak kabul edilen tek bir şey, göreceli birim.

vahid-i kıyasi / vâhid-i kıyasî

  • Ölçü birimi.

vahidikıyasi / vâhidikıyâsî

  • Birim, "metre" gibi.

vahiy

  • Bir fikrin, bir hakikatın veya emrin Allah (C.C.) tarafından Peygambere bildirilmesi.
  • Lügatte vahiy: Kelâm, kitap, işaret, irsal, ilham, ifham, emir, teshir, bir şeyi harfiyyen i'lâm, bazı hususi maksadları tebliğ gibi mânalara gelir.
  • Şeriatta vahiy: Dilediği ahkâmı, esrar ve
  • Bir emrin veya bir hakikatin Allah tarafından Peygambere bildirilmesi.
  • Alah tarafından peygambere bildirilen kesin bilgi.

vahy-i gayri metluv / vahy-i gayri metlûv

  • Allahü teâlâ tarafından peygamberlerin kalblerine bildirilen vahyi, peygamberlerin kendilerine âit kelimelerle yanındakilere bildirmesi. Hadîs-i kudsî.

vahy-i ilahi / vahy-i ilâhî

  • Allah tarafından peygamberlere bildirilen emir ve yasaklar.

vak'a

  • Hâdise. Olup geçen şey. Mes'ele.
  • Birini bir defada yere düşürmek.
  • Muharebe.
  • Vuku bulan.

vak'a-i hayriye

  • Tar: Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması münasebetiyle kullanılan bir tabirdir. İlk önceleri büyük hizmetleri görülen Yeniçeriler, zamanla nizam ve intizamlarını kaybettikleri gibi, son zamanlarda uygunsuz hareket ve isyanlarla memleketin başına belâ kesildikleri için, ocağın lağvı hayırlı sayılmış ve b

vakf

  • Bir kimseyi veya bir şeyi alıkoymak, durdurmak. Kımıldatmamak.
  • Hareketten fariğ olmak, imsak etmek. Hapsetmek. Aslâ satılmamak, başka şeye tebdil olunmamak şartı ile bir mülkü Allah yoluna vermek. Menfaatı hayır nevilerinden birisine âit olmak üzere bir mülkü ilelebed vermek.

vakfe

  • Bir hareketin geçici olarak durdurulması.
  • Durak. Durulacak yer.
  • Hacıların Hac esnasında Arafat'taki tevakkufları olup, eda etmeğe mecbur oldukları şartlardan birisidir.

vakı'at haberleri / vâkı'ât haberleri

  • Hanefî mezhebinde, üç imâmdan (İmâm-ı a'zam, İmâm-ı Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed'den) bildirilmiş olmayıp, bunların talebelerinin ve talebesi talebelerinin ictihâd ettikleri, bildirdikleri hükümler.

vakıa muhalif / vâkıa muhalif

  • Uygun olmayan, olması gerekenden aykırılık gösteren.

vakt

  • (Çoğulu: Vikat) İçinde yağmur suyu biriken çukur.
  • Su ile faydalanacak mekân.
  • (Horoz) tavuğa binmek.
  • Namazın dışındaki farzlardan birisi.
  • Zaman

vakt-i tefrih

  • Tıb: Çiçek hastalığı aşısının yapılmasından te'sirini gösterinceye kadar geçen zaman.

vallahi / vallâhî

  • Allahü teâlâya yemin ederim mânâsına, bir sözün, niyyetin, bir işi yapmak veya yapmamak arzûsunun kuvvetli olduğunu gösteren, söylendiği şeye aykırı hareket edildiğinde, yemin keffâreti lâzım gelen sözlerden birisi.

varik

  • (Çoğulu: Vürük) Süs için palanın önüne geçirip astıkları saçaklı kıvrımlı esvap.
  • Nakışlı kumaştan yapılmış saçaklı palan ve eyer örtüsü.

varis / vâris

  • Cenab-ı Hakk'ın bir ismi.
  • Mirasçı. Kendisine miras düşen. Mirasa konan. Vefat eden birisinin maddî veya manevî mal ve mülkünde kullanmaya, tasarrufa salâhiyetli olan.

vasati saat / vasatî saat

  • Hakiki güneşe tâbi olmak üzere, muntazam hareket ettiği tasavvur olunan mevhum bir güneşin, o yerin nısfun nehârından (meridyeninden) arka arkaya iki defa geçişi arasındaki zamanın yirmi dörtte biri.

vasıflandırılma

  • Nitelendirilme.

vasil / vasîl

  • Birinden aslâ ayrılmaz kimse.

vasıta / vâsıta

  • İki şeyi birbirine ulaştıran.
  • Aracı. Arada bulunan. Vasıtalık eden.

vasiyet

  • Bir işi birisine havale etmek.
  • Emir.
  • Fık: Bir malı veya menfaatı, ölümden sonrası için bir şahsa veya bir hayır cihetine teberru yolu ile (yani, meccanen) temlik etmek.

vasıyyet

  • Bir işi birisine havale etmek, emir, bir malı veya menfaati ölümden sonrası için bir kişiye veya hayır cihetine teberru yolu ile temlik etmek.

vasl

  • Kavuşma. Allahü teâlâya kavuşma; velî olma. Vasl olanlar reisidir, o hocasının pîridir. Mektûbât ki eseridir, câna can katar efendim.
  • Birleştirme. İlm ile, irfân ile, sâhib olan Sıla'ya İki temel bilgiyi vasl eden bir araya Dalıp uçsuz bucaksız, o muazzam deryâya Ve bu zikr deryâsınd
  • Âşığın sevdiğine kavuşması. Kavuşmak.
  • Birleştirmek, ulaştırmak.
  • Gr: Ulama, ekleme.
  • Edb: Sözü teşkil eden cümlelerin atıf ve rabt suretiyle birbirine bağlı olarak yazılması usulü ki, buna Sebk-i Mevsul da ta'bir edilir.
  • Bir kelimenin sonundaki harfi, bir sonrak

vasmet

  • Kırıklık, güçsüzlük, halsizlik.
  • Ayıp, eksiklik.

vasvas

  • (Çoğulu: Vesâvis) Perdede göz ayırımı miktarı olan delik.

vatan-ı sükna / vatan-ı süknâ

  • Bir misafirin içinde 15 günden az oturmak istediği yerdir. Bu kimse de fıkıhta misafir sayılır.

vatis / vatîs

  • (Çoğulu: Vutas) Kızdırıldığında kimsenin üzerine basamadığı yuvarlak taş.

vav-ı atıf

  • Atıf vavı, kelimeyi veya cümleyi birbirine bağlayan Arapçadaki vav harfi.
  • Gr: Atıf vavı, kelimeyi veya cümleyi birbirine bağlayan vav harfi.

vaz edilme

  • Konulma, yerleştirilme.

vaz olunan

  • Konulan, yerleştirilen.

vazife

  • Bir kimsenin yapmaya mecbur olduğu iş. Yapılması birisine havale edilen şey. Kıymet verilen iş.
  • Ücret.

ve'd

  • Kızını diri iken toprağa gömme.

ve'd-i benat

  • İslâmiyetten önce Arapların kız çocuklarını diri diri toprağa gömme adeti.

ve'd-ül benat

  • İslâmiyetten evvelki câhiliyet devrindeki Arablarda kızlarını hakir gördüklerinden diri iken defnetmek âdeti.

vecibe

  • Borç hükmünde olan vazife.
  • Kanun ve ahlâkın icabı, yerine getirilmesi lâzım gelen şey.

vêd

  • Kız evladı diri diri toprağa gömüp öldürme âdeti.

vefa

  • Ahdinde, sözünde durma.
  • Sevgi ve dostlukta sebat ve devam.
  • Ödeme.
  • Yetişme.
  • Dince ve akılca lâzım gelen şeyi yerine getirip uhdesinden çıkma.

vefr

  • Bir kimsenin ihsanını kabul ettikten sonra rızasıyla reddeylemek.
  • Bolluk.
  • Medh ü sena ile birisinin namusunu muhafaza etmek.

vegab

  • (Çoğulu: Evgab) Korkak kimse.
  • İri gövdeli büyük deve.

vegir

  • Kızmış taş üstüne koyarak pişirilen et.

vegire

  • Kızmış taş ile sıcaklık verilerek pişirilen süt.

vehhab

  • Çok fazla bağışlayan, ihsan eden, Allah'ın isimlerinden biri.

vehhabi / vehhabî

  • Muhammed İbn-i Abdulvehhab nâmında birisinin sebeb olduğu İslâmî bazı mes'elelerde ifrat gösteren ve dört hak mezheb hâricinde bir mezhepten olan. Fıkıhta Hanbelî, itikadda İbn-i Teymiye'ye bağlıdırlar. Tarikatlarına Muhammediye ismi verirler.

vehhabilik / vehhâbîlik

  • Bazı konularda aşırılıkları olan dinî bir anlayış.

vehham

  • Aşırı derecede vehimli, kuruntulu, şüpheci.

vehhamlık

  • Kuruntu etme, aşırı vehimli olma.

vehise

  • Pişirilip kurutulduktan sonra dövülen çekirge.

vehs

  • Bir işe girişip ısrar ile devamlı uğraşmak.

vekalet / vekâlet

  • Vekillik. Birisinin nâmına iş görme. Kendi nâmına hareket etme salâhiyetini başkasına verme. Nezâret, bakanlık.
  • Vekilin vazife gördüğü bina.
  • Bir kimsenin, bir veya birçok işi yapmak için, başkasını kendi yerine koyması yâni başkasına iş havâlesi. Vekil edene sâhib veya müvekkil, vekâlet verilip yerine geçirilene vekîl denir.
  • Birinin yerini tutma.

vekaleten / vekâleten

  • Birisine vekil olarak. Başkası adına.

vekaletname / vekâletnâme

  • Birisine vekillik verildiğini isbat eden ve ekseriya noterlikçe tanzim edilmiş bulunan yazılı kâğıt. (Farsça)

vekil / وكيل

  • Avukat. (Arapça)
  • Biri tarafından yetki verilmiş. (Arapça)
  • Bakan. (Arapça)

velediyet

  • Hıristiyanlık ve Musevîlikte bulunan ve hâşâ Hz. İsâ (a.s.) ile Hz. Üzeyr'in (a.s.) Allah'ın oğlu olduğunu kabul eden bâtıl inanç.
  • Birisinin evlâdı olma hâli. Çocuk oluş.
  • Birinin çocuğu oluş, Hıristiyanların isa aleyhisselâma hata ile "Allahın oğlu" demeleri.

velediyet akidesi

  • Hıristiyanlıktaki, Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğu şeklindeki bâtıl akide, inanç.

velf

  • (Velif-Vilâf) Tez tez yelmek. Birbiri ardınca olmak.

velsan

  • Birbirinin boyunlarına el atarak yürüme.

velvele

  • Gürültü, patırtı. Birbirine karışık bağrışmalar. Şamata.
  • Coşku, haykırış.

vely

  • Birbiri ardı sıra gelme. Tâkib etme.
  • Çıkma. Olma.
  • Yaz yağmurundan sonra olan yağmur.
  • Yakınlık.

velyetme

  • Birbiri ardı sıra gitmek birini takip etmek.

veşi'

  • (Çoğulu: Veşâyi) Bezlerde olan yol yol alaca.
  • Sümâme otundan yapılan hasır.
  • Ağaçlardan kuruyup düşen nesne.
  • Girilmemesi için bahçe ve bostanların çevresine dikilen ağaç veya konan diken.
  • Az nesne.

vesika

  • Bir hâlin, bir hadisenin veya bir sözün doğruluğunu gösteren, inandırıcı şey. Belge, sened.

veşize

  • (Çoğulu: Veşâyız) Kırık kemik parçası.

veşveşe

  • Hafiflik.
  • Kırış mırış olmak.

veter / وتر

  • Yay kirişi.
  • Yayın çilesi. İp ve kiriş.
  • Bir kavsın iki ucu arasına çekilen doğru çizgi.
  • Kasları hareket ettiren kalın sinir.
  • Kiriş. (Arapça)
  • Saz teli. (Arapça)

veylettirmek

  • Birbiri ardı sıra götürmek, birbiri ardı sıra gelmeyi sağlamak.

vezaif-i latife / vezaif-i lâtife

  • Hoş ve şirin görev.

vezin

  • Nazmın belli kalıplarından her biri; ölçü, tartı.

vezir-i a'zam

  • Pâdişahın vekili olan birinci vezir. Sadrazam. Başvekil.

vezn-i mahsus

  • Özgül ağırlık. Bir cismin bir santimetre küp hacmindeki parçasının ağırlığı.
  • Edb: Nazmın veya kelimenin belli kalıplarından her biri. Nazmın ahenk ölçüsü.

vifak

  • Birbirine uyma.

vila'

  • Birbirinin ardı sıra gelmek.
  • Abdest esnasında uzuvları yıkarken birisi kurumadan diğerini yıkamağa başlamak.
  • Ahbablık, yakınlık, dostluk.

vilayet

  • Bir şeyi kudretle elde etme.
  • İl.
  • Birisine kefil olmak.
  • Dostluk. Muhabbet.

virat

  • Zekât vermek korkusundan hile edip bir yere toplanmış koyunlarını ayırıp dağıtmak veya perâkende koyunlarını bir yere toplamak.

voyvoda

  • Reis, subaşı, ağa gibi çeşitli mânalara gelen bir tabirdir.Voyvodalık Osmanlılarda Milâdi onyedinci asırda başlamıştır. Eyalet valileri ve sancak mutasarrıfları uhdelerine tevcih olunan eyalet ve sancakların mülhak kazalarına halkın isteğiyle yerlilerin ileri gelenlerinden birini voyvoda tayin ederl

vücub-u teşebbüs

  • Girişimin gerekliliği.

vücuda getirilen

  • Meydana getirilen.

vücuda getirilme

  • Meydana getirilme, oluşturulma.

vukuf-i adedi / vukûf-i adedî

  • Nakşibendiyye yolunun on temel esâsından biri. Tasavvuf yolunda ilerlemek ve yükselip olgunlaşmak için yapılan zikri, bildirilen adede (sayıya) göre yapmak. Meselâ bir nefeste 1, 3, 5, 7, 11 kerre Allah demek gibi teke riâyet ederek zikretmek.

vükul

  • Bir kimseyle birlikte bir işe girişme. İşbirliği.

vülu'

  • Bir şeye aşırı derece düşkünlük.

vürud / vürûd / ورود

  • Giriş, geliş. (Arapça)
  • Vürûd etmek: Girmek, gelmek. (Arapça)

ya

  • "Hey, ey!" mânasında nida olarak kullanılır. Arapçada başına geldiği kelimenin i'rabını ötre okutur. "Yâ-Halimu, Yâ-Rahimu" da olduğu gibi. Yâ, terkibli kelimelerin başına gelirse; baştaki kelimeyi "üstün" meftuh okutur. "Yâ Rabbe-l Âlemîn" de olduğu gibi."Yâ" üç şekilde kullanılır:1- Müennes zamiri

ya musavviri! / yâ musavvirî!

  • Ey bana harika bir şekil ve suret veren Musavvirim!.

ya-i nidai / yâ-i nidâî

  • Arapçada birisine seslenmeyi ifade eden ve "Ey" anlamına gelen iki harfli kalıp.

yad-ı daşt / yâd-ı daşt

  • Nakşibendiyye yolundaki on temel esastan biri. Zikrin, Allahü teâlâyı anmanın ve hatırlamanın kalbe yerleşmesi, meleke hâline gelmesi.

yad-ı gird / yâd-ı gird

  • Hatırlamak; Nakşibendiyye yolundaki on temel esastan biri. Her an Allahü teâlâyı anıp hatırlamaya çalışmak.

yahudiler / yahûdîler

  • Ehl-i kitabdan birisi olan kavim, topluluk. Yâkûb aleyhisselâmın on iki oğlundan gelenler. Bunlara daha önce Benî İsrâil yâni İsrâiloğulları denildi.

yam

  • Posta beygiri. (Farsça)

yavuz sultan selim

  • (Hi: 875-926) Osmanlı Padişahlarından dokuzuncusudur. Sultan Süleyman Han'ın babası, 2. Bayezid Han'ın oğludur.Azim ve sebat örneği olan ve memleket mes'elelerinde en küçük kusurları bile afvedemiyen Yavuz Selim, Çaldıran seferine çıkmıştı. Uzun müddet seferde olan askerleri bir gün padişahın çadırı

yazdehüm

  • Onbirinci. (Farsça)

yegane / yegâne / یگانه

  • Biricik. (Farsça)

yekdiger / yekdîger / یك دیگر

  • Birbiri. (Farsça)

yekdiğerine

  • Herbiri diğerine.

yekdiğerinin

  • Herbiri diğerinin.

yerhamükallah

  • Aksırıp, Elhamdülillah diyene, yanında bulunan kimsenin; "Allahü teâlâ sana merhamet etsin" mânâsına söylediği mübârek bir söz, teşmit.

yeser

  • Kolaylık, sühulet.
  • Birinin sağ tarafından gelme.
  • Yün, ip gibi şeyleri bükme.

yetim / yetîm / یتيم

  • Biricik, tek. (Arapça)
  • Yetim. (Arapça)

yetmiş iki fırka

  • Ehl-i sünnet yolundan (Peygamber efendimizin ve Eshâb-ı kirâmın bildirdiği doğru yoldan) ayrılan ve Cehennem'e gidecekleri hadîs-i şerîfte bildirilen bozuk fırkalar. Bunlara bid'at ehli veya dalâlet fırkaları da denir.

yevm-i mahşer

  • Âhirette Allah tarafından yeniden diriltilen insanların toplanacağı gün.

yevm-i nahr

  • Kurban kesme günü. Zilhicce ayının onuncu yâni kurban bayramının birinci günü. On birinci ve on ikinci günleri de kurban kesme günü olduğundan hepsine birden eyyâm-ı nahr denildi.

yıldırım-misal / yıldırım-misâl

  • Yıldırım gibi, yıldırıma benzer.

yörük

  • Eskiden göçebe olarak yaşayan Türk oymaklarından her birisi.

yuh

  • (Yuhâ) Güneşin isimlerindendir.
  • Türkçede, birisine karşı hakaret için söylenen kelimedir. Kalabalıkla haykırılan hakaret kelimesidir. Buna "yuha çekmek" denir.

yuhanna

  • Hz. İsa'nın (A.S.) havarilerinden birisidir. İncillerden birisini yazmıştır. İbranicede Yahya mânasına gelir. Yuhannes, Ohannes, Con (Fr.: Jan) denir.
  • Îsâ aleyhisselâma îmân eden on iki havârîden biri. İbrânî dilinde Yahyâ demektir.Rumca'da Yohannes, İngilizce'de Can, Fransızca'da Jan denir. Dört İncîl'i yazanlardan biridir. Îsâ aleyhisselâmın teyzesinin oğlu idi. Yüz senesinde Efes'te öldü. Hır istiyanlar, on ikinci ayın yirmi yedisinde y

yuhanna incili

  • Dört incilden birisi, Hz. İsa'nın (a.s.) havarilerinden Yuhanna tarafından yazılan İncil Hz. İsa'ya indirilen kitap.

yunus emre

  • (Vefat Mi: 1320) Porsuk Nehri'nin Sakarya'ya döküldüğü yere yakın Sarıköy'de doğduğu söylenir. Tasavvufî halk edebiyatının veli şâiri olan Yunus Emre, yaşadığı devirde halk tabakasını irşad ve tenvir etmiştir. Bir çok memleketleri ve bu arada Konya, Şam ve Azerbeycan'ı dolaştı. Konya'da Mevlâna ile

yuşa aleyhisselam / yûşâ aleyhisselâm

  • İsrâiloğullarına, Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra gönderilen peygamber. Mûsâ aleyhisselâmın yeğeni ve vekîli idi. İsmi Yeşû olup hıristiyanlar Yeşû diyorlar. Annesi Mûsâ aleyhisselâmın kız kardeşidir.

yüsr-ü vahdet

  • Birliğin kolaylığı; bir işin birinin idaresinde ve bir merkezde yapılmasının kolaylığı.

yusuf aleyhisselam / yûsuf aleyhisselâm

  • Kur'ân-ı kerîmde adı geçen peygamberlerden. Mısır ahâlisine gönderilen peygamber. Yâkûb aleyhisselâmın oğludur. Yâkûb aleyhisselâmın neslinden gelen ilk peygamberdir. Allahü teâlâ ona rüyâ tâbiri ilmini öğretti.

yuz

  • Kaplanı andırır yırtıcı bir hayvan, pars. (Farsça)

za'zaa-i esnan / za'zaa-i esnân

  • Dişlerin şiddetle birbirine vurması.

zabt / ضبط

  • Tutma. (Arapça)
  • Ele geçirme. (Arapça)
  • Kavrama. (Arapça)
  • Zabt edilmek: Ele geçirilmek. (Arapça)
  • Zabt etmek: Ele geçirmek. (Arapça)

zabtiye

  • Bk. zabtiyye
  • Zabtiye nâzırı: Emniyet genel müdürü.
  • Zabtiye nezâreti: Emniyet genel müdürlüğü.

zade

  • Evlâd, oğul. (Farsça)
  • İyi insan. (Farsça)
  • Nikâh neticesi olmuş çocuk. (Farsça)
  • Kelime sonuna getirilerek birleşik kelimeler de yapılır. Meselâ: Şah-zade (Şehzade) : Padişah evlâdı. (Farsça)

zahid / zâhid / زاهد

  • Aşırı dindar, zühd ile uğraşan. (Arapça)

zahir / zâhir / ظاهر

  • Ortaya çıkan, görünen, zuhur eden. (Arapça)
  • Belli, açık, aşikâr. (Arapça)
  • Sanırım (Arapça)
  • Görünüş, dış yüz. (Arapça)
  • Zâhir olmak: Ortaya çıkmak, görünmek, zuhur etmek. (Arapça)

zahir-perest / zâhir-perest

  • Bir şeyin iç yüzüne, hakikatına kıymet vermeyip görünüşüne kıymet veren. Dış yüzüne ehemmiyet veren. İç yüzüne aldırış etmeyip, hakikatını bilemeyen. (Farsça)

zahiri / zâhirî

  • (Zâhiriyye) Görünüşte olduğu gibi. Zâhire âit ve müteallik. Asıl ve hakiki olmayan.
  • Zâhiriyyun mezhebine âit olan.

zahiriyye / zâhiriyye

  • Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerin zâhir, görünen mânâlarından başka hiçbir delîl ve kıyâsı kabûl etmeyen Dâvûd-i Zâhirî'nin kurduğu mezheb.

zahm

  • İri.

zakv

  • Çağırıp bağırmak.

zalifen

  • Birisinin izine uyup gitmek.
  • İzini gizlemek, belirsiz etmek.

zamin / zâmin

  • Kefil, birisinden belli bir veya birkaç kimsenin istedikleri bir şeyi, kendisinin de ödeyeceğine söz veren kimse. Dâmin.

zamir

  • Bir şeyi gizlemek.
  • İç.
  • Huk: Bir şeyin iç yüzü.
  • Niyet.
  • Vicdan. Kalb.
  • Gaye.
  • Gr: Mütekellim, muhatab ve gaibe delâlet eden ve bunların makamına kaim olan rumuzat harfleri ve harf terkiblerinin her biri. (Ben, sen, o; ene, ente, hüve gibi) ismin ye

zamir-i cem' / zamîr-i cem'

  • Çoğul zamiri.

zamir-i mütekellim

  • Mütekellim zamiri, yani konuşanın isminin yerini tutan zâmir. ("Ben" gibi)
  • Birinci tekil şahıs, ben.

zamm / ضم

  • Ekleme, arttırma. (Arapça)
  • Zamm edilmek: Eklenmek, arttırılmak. (Arapça)
  • Zamm etmek: Eklemek, arttırmak. (Arapça)
  • Zamm olunmak: Eklenmek, ilave edilmek. (Arapça)

zanni delil / zannî delil

  • Mânâsı açık anlaşılmayan âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler ile bir sahâbî tarafından bildirilen mânâsı açık hadîs-i şerîf.

zanun / zanûn

  • Düşünce ve tedbiri kıt olan adam.
  • Suyu olup olmadığı bilinmeyen kuyu.
  • Suyu az olan kuyu.

zaptedilen

  • Tutulan, ele geçirilen.

zar

  • Kelimenin sonuna gelerek birleşik kelimeler olur. İsimlere eklenerek yer adı bildirilir. Meselâ: Lâle-zar : Lâle bahçesi. (Farsça)

zariyat

  • Kırıp ufalayan, toz duman edip götüren kuvvetler.
  • Velud kadınlar.

zariyat suresi / zâriyât sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin elli birinci sûresi.

zat-ı hayy-ı kayyum / zât-ı hayy-ı kayyûm

  • Her an diri olup her canlıya hayat veren ve herşeyi ayakta tutan zât, Allah.

zat-ı hayy-ı kayyum-u zülcelal / zât-ı hayy-ı kayyûm-u zülcelâl

  • Her an diri olup her canlıya hayat veren ve her şeyi ayakta tutan, büyüklük ve haşmet sahibi zât, Allah.

zat-ı müşahhas / zât-ı müşahhas

  • Somut ve gerçek varlığa sahip birisi.

zat-ı nakkad / zât-ı nakkad

  • Ehl-i tahkik; kiritik uzmanı, eleştirmen.

zaviye

  • Köşe.
  • Küçük tekke.
  • İki çizginin birleşmesi ile hasıl olan köşe, şekil.
  • Mat: Birbiriyle kesişen iki satıh veya iki çizginin birleştiği yerde meydana gelen açıklık. Açı. Açı ölçü birimi 360 eşit parçaya bölündüğü takdirde "derece", 400 eşit parçaya bölündüğü takdirde "g

zay'a

  • (Çoğulu: Zıyâ') Geliri olan bina.
  • Tarla. Çiftlik.
  • Binasız arsa.

ze

  • Kur'an alfabesinde onbirinci harftir ve ebcedi kıymeti 7'dir.

zeamet / zeâmet

  • Osmanlılar zamânında subaylara verilen ve geliri en az yirmi bin ve en çok 99.999 akçe olan toprak.

zebb

  • Men ve defetmek. Kovmak.
  • Yaban sığırı.

zebib

  • Kuru üzüm. Kuru incir.
  • Yılan veya akrep gibi hayvanların zehiri.

zebur / zebûr

  • Hz. Dâvud'a indirilen kitap.
  • Dört büyük kitabdan biri. Dâvûd aleyhisselâma indirilen mukaddes kitâb.

zecca'

  • Adımı birbirinden uzak olan.

zefir

  • Çok şiddetli ses.
  • Hıçkırıkla nefes vermek. Göğüs geçirmek.
  • Ağlatmak.
  • İnlemek.
  • Ateş gürültüsü.
  • Eşek anırtısının evveli.
  • Belâ.

zekat / zekât

  • Nisab miktarı mala, paraya sahib olan Müslümanın kırkta birini fakirlere sadaka vermesi ve bu verilen sadaka. Ziyadeleşme, artma.
  • Temizlik. Taharet.
  • İslâm'ın beş şartından biri. Dînen zengin sayılan müslümanın nisab miktârındaki zekat malının belli zamanda belli miktârını zekat niyeti ile ayırıp emr edilen müslümanlara vermesi.

zekavet-i betra / zekâvet-i betrâ

  • Çok aşırı zekâ; faydası olmayan zekâ.

zekik

  • Yazının satırlarının sık olması.
  • Yürürken kişinin adımlarının bibirine yakın olması.

zekk

  • Zayıf.
  • Yürürken adımların birbirine yakın olması.

zellet-ül kari / zellet-ül kârî

  • Kırâat hatâsı. Namazın içindeki farzlardan kırâati yerine getirirken (Fâtiha ve zamm-ı sûreyi okurken) meydana gelen hatâ, yanlış okuma.

zem

  • Zemm. Birinin kötülüğünü söyleme, ayıplama, yerme, çekiştirme.

zemahşeri / zemahşerî

  • Keşşaf isimli ünlü tefsiri yazan islâm âlimi.

zemare

  • Savt, ses, sayha, bağırış, çığlık.

zemm

  • Birisinin ayıplarını söylemek, çekiştirmek. Kötülemek, yermek. Ayıplamak.
  • Birinin kötülüğünü söyleme, ayıplama, yerme, çekiştirme.

zemu'

  • Aceleci ve seri kimse.
  • Sıçraması birbirine yakın olan tavşan.

zemzeme / زمزمه

  • Melodi. (Arapça)
  • Mırıltı. (Arapça)

zenav

  • Havuz, suların biriktiği yer.

zenberiyye

  • Büyük cins bir gemi.
  • İri vücutlu, enli erkek.

zencir-bend

  • Zincire vurulmuş, zincirle bağlı mânasına gelir. Eskiden azılı katiller ve deliler, zincirle bağlandıkları için bu tâbir meydana gelmiştir. (Farsça)
  • Edb: Her mısranın son kelimesi, bir sonra gelen mısraın ilk kelimesini teşkil etmek şekliyle meydana getirilen manzumelere verilen addır. Divan (Farsça)

zend

  • (Çoğulu: Zinâd-Eznüd-Eznâd) Kolun bilekte olan mafsalı.
  • Çakmak taşı ve demiri.

zer-hırid

  • (Zer-hıride) Satın alınmış kimse, köle. (Farsça)

zera'

  • Vahşi sığırın buzağısı.
  • Tamâ, hırs, aç gözlülük.

zerdab

  • (Zerd-âb) İrin, cerahat. (Farsça)
  • Safra. (Farsça)
  • Beyaz şarap. (Farsça)

zerde

  • Safranla pişirilen bir çeşit pirinç tatlısı. Safran, sarı renge boyadığı için bu ad verilmiştir. Eskiden düğünlerde pişirilirdi. (Farsça)
  • Safran. (Farsça)
  • Yumurta sarısı. (Farsça)

zerecun

  • (Zerâcin) Üzüm ağacı.
  • Üzüm asması.
  • Kızıl boya.
  • Çukur taş içinde biriken yağmur suyu.

zerk / زرق

  • Hile. Riya. İki yüzlülük.
  • Şırınga yapmak, iğne ile vücuda ilâç vermek.
  • Hile, şırınga.
  • Deri altına verme, şırınga etme. (Arapça)

zerr

  • Düğmeyi iliklemek.
  • Birbirine pekitip bağlamak.

zerv

  • Tutup götürmek.
  • Savurmak.
  • Kırıp götürmek.

zevahir-i ehadis / zevâhir-i ehâdis

  • Hadislerin görünen zahirî, açık mânâları.

zevaid sünnet / zevâid sünnet

  • Farzla birlikte kılınması bildirilmeyen nâfile namazlar.
  • Peygamber efendimizin ibâdet olarak değil de, âdet olarak, devâmlı yaptığı şeyler.

zevc

  • Çift. İki şeyden meydana gelen.
  • Sınıf, cins, nev'.
  • Karı ve kocanın herbiri.
  • Koca, eş.

zevf

  • Adımını birbirine yakın atmak.

zeyek

  • İki uyluk arasının geniş olup birbirine uzak olması.

zeyneb

  • Eski fetva metinlerinde kadını temsil eden isimlerden biri.
  • Gül.

zıddeyn

  • Birbirinin aksi olan iki şey. İki zıt.
  • Birbirine aksi olan iki şey, iki zıt şey.

zıddiyet

  • Birbirine muhâlif, zıt olma hâli. Zıtlık. Birbirinden nefret etme. Zıt fikir veya kanaat sahibi olanların durumu.

zıhar

  • İki şey arasında münasebet ve mutabakat meydana getirmek. İki şeyi birbirine mutabık eylemek. Arka arkaya, mukabil kılmak.
  • Karşılıklı yardımlaşmak.
  • Fık: Bir kocanın, karısını müebbeden mahremi olan birisinin bakması câiz olmayan bir yerine teşbih etmesi.Meselâ, bir adam karıs
  • Bir kişinin, kendi hanımını, annesi gibi evlenmesi kendisine haram olan birine benzetmesi.

zılliyet

  • Zâhirî sahiplik. Himaye edici olma.
  • Gölgelik.

zıvana

  • İki ucu açık küçük boru. (Farsça)
  • Birbirine geçen şeylere açılan boru şeklinde delik. (Farsça)

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın