REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te İll ifadesini içeren 1631 kelime bulundu...

a'cam

  • Acemler; Arap milletinden olmayanlar.

a'kal

  • En akıllı. Pek akıllı. Daha akıllı.

a'la-yı illiyyin / a'lâ-yı illiyyîn

  • Cennette en yüksek derece. Cenâb-ı Hakkın indinde en iyilerin ve kâmillerin derecesi.

a'lal

  • (Tekili: İllet) Hastalıklar, marazlar, illetler.
  • Sebepler.

a'ma

  • Kör. Gözü görmeyen.
  • Manevi körlük, cahillik, bilgisizlik.
  • Yağmur bulutları.

a'mal-i uhreviye / a'mâl-i uhreviye

  • Âhirete ait ameller, işler, fiiller.

a'şa

  • Gözleri dumanlı olan adam.
  • Çeşitli yüzyıllarda yaşamış olan birkaç Arap şairinin adı.
  • Gece vakti gözleri görmeyen kimse.

a'sar / a'sâr / اعصار

  • (Tekili: Asr) Asırlar. Yüzyıllar.
  • Yüz yıllar. (Arapça)

a'sar-ı salife / a'sâr-ı sâlife

  • Geçmiş yüzyıllar. Geçmiş asırlar.

a'taf

  • (Tekili: Atf) Meyiller.
  • Merhametler, şefkatler, lütuflar, ihsanlar.

a'vam

  • Yıllar. Seneler.

ab-gine

  • Billur. (Fransızca)
  • Ayna. (Fransızca)
  • Kılınç. (Fransızca)
  • Göz yaşı. (Fransızca)
  • Şişe, sürahi, kadeh. (Fransızca)

ab-ı beste

  • Buz.
  • Mc : Billur, sırça.

ab-ı hufte

  • Durgun su.
  • Buz.
  • Billur.
  • Kınında bulunan kılınç.

abide

  • Uzun müddet dillerde destan olup kalan beliye ve dâhiye.
  • Bir milletin târihinde büyük bir değeri hâiz olan vak'a.
  • Fesahat ve belâgatı dolayısıyle benzeri söylenemeyen şiir.
  • Tarihte yüksek ve hâkim bir mevkide olan vak'aları veya büyükleri yaşatmak için yapılan bina.

abkame

  • Anadolunun bazı doğu illerinde ve Bağdat'da yapılan, turşu veya salataya benzer bir çeşit yiyecek maddesi. (Farsça)
  • Ekşi hamurdan pişirilerek sirkeye konulan ve turşu olarak kullanılan bir gıda maddesi. (Farsça)

açalya

  • yun. Fundagillerden, güzel çiçekli bir bitki ve çiçeği.

acem

  • Arap milletinden olmayan başka milletler.

acmi / acmî

  • İnce fikirli. Akıllı, anlayışlı.

acur

  • Kabakgillerden bir hıyar cinsi. Üstü hafif olukludur. Bazıları tüylüce olur.

adab-ı milliye / âdâb-ı milliye

  • Millete ait edep ve terbiyeler.

adat-ı milliye / âdât-ı milliye

  • Millî adetler.

adet / âdet

  • Usul, görenek, alışılmış davranış. Huy, tabiat. Toplumda nesiller boyunca uyulan ve kamuoyunda (umumî efkârda) saygı ve müeyyideye sahip hareket kaideleri (Sosyoloji). İslâm cemiyetinde âdetler de İslâmî olur, İslâma uygun olur. Müslüman, İslâma aykırı âdetlere uymaz. Cemiyetin yabancı âdetlerle boz
  • Bir şehir ve memleketteki insanların, yapageldikleri usûller, gelenekler, alışılmış şeyler. An'ane, örf.
  • Kitab, sünnet, icma' ve kıyasdan sonra ikinci derecedeki dînî delillerden biri. Dînin ve aklın beğendiği şeyler.

adiliyet / âdiliyet

  • Âdillik.

adl

  • Hakkaniyet. Adâlet üzere oluş. Cevr ve zulüm etmeyip nefislerde ve akıllarda istikameti kaim ve mâlum olan emir ve hâleti icra etmek. Doğruluk.
  • Her şeyi yerli yerince yapmak, beraber etmek.
  • Meyletmek.

adla'

  • (Tekili: Azla') (Dıl') Kaburgalar.
  • Mat : Geometrik şekillerin kenarları, sayı kökleri.

afgan

  • Afganistan. Afgan krallığı, Afganistan milleti.

afra'

  • Beyazı kızıllığına galip olan geyik.
  • Ayın onüçüncü gecesi.

agırra

  • (Tekili: Garîr) Tecrübesizler, safdiller, acemiler.
  • Mağrurlar.

agmar

  • (Tekili: Gamr) Yüce kimseler.
  • Seller.
  • (Gumr) Bilgisizler, cahiller.

ahamire

  • Acem milletinden bir tâife.

ahilla

  • (Ehillâ) Sadık ve samimi arkadaşlar. En sadık dostlar. Haliller.

ahkem

  • En sağlam. En kuvvetli.
  • En çok hükmeden.
  • En hakim ve akıllı.

ahlal

  • (Tekili: Hıll) Samimi dostlar, yâranlar.

ahver

  • Akıllı.
  • İri gözlü güzel.
  • Müşteri yıldızı. (Jüpiter)
  • Beyaz yüzlü, güzel gözlü adam.

ajir

  • Göl, havuz. (Farsça)
  • Kalabalık, izdiham. (Farsça)
  • Bağırma, feryât. (Farsça)
  • Çekingen. (Farsça)
  • Akıllı, uyanık. (Farsça)
  • Amâde, hazır. (Farsça)

akıl / âkıl / عاقل / عَاقِلْ

  • Akıllı.
  • Akıllı kimse; iyi ve kötüyü, faydalı ve zararlıyı birbirinden ayırabilen kimse.
  • Akıllı.
  • Akıllı, akıl sahibi. (Arapça)
  • Akıllı.
  • Akıllı.

akıl-baliğ / âkıl-bâliğ

  • Faydalı ve zararlı olanı birbirinden ayırabilen ve evlenme çağına gelip gusül abdesti almaya başlayan akıllı kimse.

akıl-füruş

  • Akıl satan, daha akıllı olduğunu göstermeğe çalışan. (Farsça)

akılane / âkılane / âkılâne / عاقل

  • Akıllıca.
  • Akıllı, mantıklı olarak.
  • Akıllıca.
  • Akıllı kimseye yakışır surette, akıl ve idrakle. (Farsça)
  • Akıllıca. (Arapça - Farsça)

akılat / âkılât

  • Akıllı kadınlar.

akılcılık

  • (Rasyonalizm) fels. İnsanın, akılla gerçeğe uygun bilgiyi bulabileceğini, aklın doğru kabul ettiği bilginin şübhe götürmez kesinlikte doğru olduğunu kabul ettiği felsefe. Tenkitçi felsefe, deneyci felsefe, psikoloji ve sosyoloji bu felsefenin aşırı iddialarını çürütmüştür. Bugünkü ilim adamları herş

akıle / âkıle / عاقله

  • Akıllı kadın. (Arapça)

akılfüruş

  • Akıllılık taslayan.

akl-ı evvel

  • İlk akıl, hılkî ve cibilli olan akıl.

akli / aklî

  • Akılla ilgili, akıl alanına giren.
  • Akılla ilgili, akla uygun.

akref

  • Anası Arabdan babası başka milletten olan kimse.

aks

  • Boynuzu eğri ve kayık olmak.
  • Bağlamak.
  • Dövmek.
  • Saçlarının ucunu başının etrafına kadınlar gibi lif etmek.
  • Saçını kıvırcık göstermek.
  • Bahillik etmek.

aks-i kaziye

  • (Mantıkta) Doğru farzedilen bir hükmün, konusu ile yükleminin (mahmulünün) ters çevrilmesi ile zaruri bir sonucun elde edilmesidir. Çeşitli şekilleri vardır. Meselâ : "Her insan canlıdır." sözünde konu olan insan ile, yüklem olan canlı sözü yer değiştirilerek (aksedilerek) şu hüküm elde edilir: "Baz

akşar

  • (Akşın) Doğuştan derisi, kılları beyaz olan insan veya hayvan.

akval / akvâl

  • (Tekili: Kavl) Sözler, kaviller.
  • "Kavl"in çoğulu. Kaviller, sözler.

akvam / akvâm

  • (Tekili: Kavim) Kavimler. Milletler. Toplumlar.
  • Kavimler, milletler.

akvam-ı islamiye / akvam-ı islâmiye

  • Müslüman kavimler, milletler.

akvam-ı saire / akvâm-ı sâire

  • Diğer milletler.

akvam-ı şarkiye

  • Doğu milletleri, kavimleri.

akvam-ı şarkiye-i şimali / akvam-ı şarkiye-i şimalî

  • Kuzeydoğu kavimleri, milletleri, ulusları.

alaim

  • İzler. İşaretler, deliller.

alaybozan

  • Eskiden kullanılmış olan bir çeşit fitilli tüfek.

alem-i islam / âlem-i islâm

  • İslâm dünyası. İslâm milletleri.

aleyhim, aleyhima

  • Aleyh edatının cemi ve tesniye şekilleri.

alil / alîl / عليل

  • Hasta. İlletli.
  • Hasta, hastalıklı, illetli. (Arapça)
  • Sakat. (Arapça)

alim-i muhakkik / âlim-i muhakkik

  • Gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlim.

amelde mezheb

  • Mutlak müctehid denilen derin âlimin, Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf, icmâ ve Eshâb-ı kirâma âit nakilleri esas alarak, iş ve ibâdetle ilgili hükmü açıkça bildirilmeyen husûslarda çıkardığı hükümlerin hepsi.

amele

  • (Tekili: Âmil) Âmiller. Amel edenler.
  • Irgat, işçi.

ameli / amelî / عَمَل۪ي

  • Fiille ilgili.

ami

  • Senevî, yıllık.
  • Avamca. İleri gelenden olmayan. Câhil. Havassa âit olmayan. Avama âit ve müteallik.

amir / âmir

  • Büyük me'mur. Emreden, iş gösteren.
  • Huk: Bir kimseyi öldürmek veya bir uzvunu kesmek ve sakatlamak tehdidiyle bir filli yapmaya veya yapmamaya zorlayan ve bu tehdidi yapmaya muktedir olan kimse.

amiyane / âmiyane

  • Âdice. Bayağıca. Cahillere yakışır surette. (Farsça)

amortisör

  • Otomobillerde veya diğer makinelerde sarsıntı, gürültü gibi şeyleri hafifletmeğe yarayan tertibat. (Fransızca)

an'anat-ı milliye-i islamiye / an'anât-ı milliye-i islâmiye

  • İslâmî ve millî gelenekler.

anarşi

  • yun. Başıboşluk. Din ve nizam tanımamak. Din ve nizam düşmanlığı. Birden başıboş kalmak. Başta hükümet olmamak. Hükümetinin otoritesi kalmamış olan bir milletin durumu.

anasır-ı islamiye / anâsır-ı islâmiye / عَنَاصِرِ اِسْلاَمِيَه

  • Müslüman unsurlar, milletler.
  • İslâm milletleri.

anasır-ıerbe'a / anâsır-ıerbe'a

  • Dört temel unsur. Maddelerin asıllarını teşkil ettiği kabûl edilen dört unsur; toprak, su, hava, ateş.

anfe

  • Dudak altında biten kıllar.

ankara maarif dairesi

  • Ankara Eğitim Dairesi; Millî Eğitim Bakanlığı.

arab / ârâb

  • (Tekili: İrb ve İrbe) Hacetler.
  • Uzuvlar.
  • Akıllar, zekâlar.
  • Hileler, oyunlar.

arabistan

  • Arap milletinin yoğun olarak bulunduğu Ortadoğu bölgesi.

ard

  • Buğday ve diğer tahıllardan öğütülen un. (Farsça)
  • Buğdayı değirmen taşına akıtan oluk. (Farsça)

areb

  • Çok açıkgöz, en akıllı.

arif / ârif

  • Bilen, tanıyan, ilim ve irfân sâhibi.
  • Allahü teâlânın rızâsını kazanmış, O'ndan başkasının sevgisini kalbinden çıkarmış, tasavvufta yetişip, kemâle ermiş velî zât. Ârif-i billah da denir.
  • Mütehassıs olduğu ilmi, zorlanmadan tatbik eden, kullanabilen kimse.

arif-i münevver / ârif-i münevver

  • Nurlanmış ve mesleğinin mütehassısı olmuş ve aklı ile beraber kalbi de nurlanmış âlim. Arif-i Billâh.

asabiyet-i kavmiye

  • Kavminin ve milletinin örf, âdet ve değerlerine körükörüne bağlılık, ırkçılık.
  • Vatanperverlik. Menfi milliyetçilik, Asabiyet-i câhiliye, asabiyet-i milliye, asabiyet-i nev'iyye gibi tabirler de aynı mânayı ifâde eder..

asabiyet-i nev'iye ve milliye

  • Kavim ve tür milliyetçiliği.

asabiyeten

  • Milliyet ve soy açısından.

asabiyyet

  • Sinirlilik. Fart-ı gayret. İmân ve İslâmiyeti, kendi akrabasını, vatanını, din veya milliyetini müdâfaa etmek gayreti. Hamiyyet.

asabiyyet-i cahiliyye

  • İslâmiyetten evvelki câhiliyyet asabiyyeti. Menfi milliyet. Irkçılık, yani, aşırı derecede kendi kavim ve kabilesini koruma ve iltizam gayreti.

asabiyyeten

  • Asabi olarak. Sâde kendi milliyetini, soyunu sevmekle.

asaf-rey

  • Düşüncesi Asaf'ınki gibi akıllıca olan vezir.

asalet / asâlet / اصالت

  • Asillik, soyluluk.
  • Asillik. (Arapça)

asar-ı azamet / âsâr-ı azamet

  • Allah'ın büyüklüğünü, haşmet ve yüceliğini gösteren eserler, deliller.

asar-ı gadab-ı ilahi / âsâr-ı gadab-ı ilâhî

  • Allah'ın gazabının eserleri, delilleri.

asar-ı tavile / asâr-ı tavîle

  • Uzun asırlar, yüzyıllar.

asfiya-i muhakkikin / asfiya-i muhakkikîn

  • Hz. Peygamberin çizgisinde yaşayan ve hakikatleri delilleriyle bilen ilim ve takvâ sahibi büyük zatlar.
  • Hakikatı tam araştıran, delillerle isbat eden, ilim ve fazilette terakki etmiş olan büyük İslâm âlimleri.

asfiya-yı müdakkikin / asfiya-yı müdakkikîn

  • Hz. Peygambere (a.s.m.) vâris olup onun yolundan giden takvâ sahibi ve gerçekleri tam olarak araştıran, delilleriyle isbat eden büyük velîler.

ashab-ı kehf / ashâb-ı kehf

  • Mağara arkadaşları. Bunlar, zamanlarındaki zalim hükümdarlarının şerrinden mağaraya sığınan ve orada yıllarca uyutulduktan sonra tekrar diriltilen, köpekleri ile birlikte, yedi sekiz kişiydiler.

ashab-ı tahkik

  • Gerçeği delilleriyle araştıran kimseler.

asır ba'de asır / عصر بعد عصر

  • Asırlarca, yüzyıllarca. (Arapça)

asl-ı millet

  • Milletin aslı, kökü.

asli / aslî

  • Asılla ilgili, öze dair.

asliyet

  • Asıllık, köklülük, soyluluk, gerçeklik.

asr

  • (Asır) Bir devrelik zaman.
  • İkindi vakti.
  • Zamanın bir cüz'ü.
  • Konuşan kimselerin başkaları ile beraber yaşadığı müddet.
  • Yüz yıl.
  • Eskiden bazılarınca kırk, elli veya altmış yıllık müddet.
  • İnsanın ortalama yaşayış zamanı.
  • Gece ve gündüzden
  • Zaman, devir, yüz yıllık zaman.
  • İkindi vakti.

asveb-i akval / asveb-i akvâl

  • Kavillerin en muhkemi, sözlerin en doğrusu.

ateş-pare

  • Ateş parçası. Ateş gibi. (Farsça)
  • Mc: Çok zeki, çok akıllı. (Farsça)
  • Durup dinlenmeyen. (Farsça)

ateş-zeban / ateş-zebân

  • Ateş dilli. Çok dokunaklı söz veya şiir söyleyen. (Farsça)

atlal

  • (Tekili: Talel) şekiller, biçimler.

aval

  • Bir ticaret senedine yazılan kefillik. Böyle bir kefalete girişen kimse. (Fransızca)

avam / avâm

  • Amme'nin çoğulu, halk, topluluk.
  • Müctehid (âyet ve hadîslerden şer'î yâni dînî hükümler çıkaran İslâm âlimi) olmayan, mukallid (yâni mezhebinin usûl ve kâidelerini anlayıp taklîd eden).
  • Dînî ilimlerden haberi olmayan câhiller.
  • Olgunlaşmamış, irşâda (öğrenip, aydınlanmaya) muht

avamil / avâmil

  • Âmiller, sebepler.
  • Arap nahvine ait ve bu isimdeki kitap.

avize

  • Lamba, fener, gaz veya mumları havi olarak tavana asılan maden veya billurdan süs eşyası. (Farsça)

avret

  • İslâmiyet'te akıllı ve bâliğ (ergen ve evlenecek yaşa gelmiş) olan kimsenin namaz kılarken açması veya her zaman başkasına göstermesi ve başkasının bakması haram (günâh) olan yerleri.
  • Kadın, hanım.

ayat / âyât

  • (Tekili: Âyet) Âyetler.
  • Cenab-ı Hakk'ın sıfât ve kudreti hakkında görülen âşikâr deliller, bürhanlar.
  • Menziller. Mekânlar.

ayat-ı acibe / âyât-ı acibe

  • Hayret verici deliller.

ayat-ı azam / âyât-ı âzam

  • Büyük âyetler, deliller.

ayat-ı bahire / âyât-ı bâhire

  • Açık âyetler, deliller.

ayat-ı binihaye / âyât-ı bînihâye

  • Nihayetsiz âyetler, sonsuz deliller.

ayat-ı ekber / âyât-ı ekber

  • En büyük âyetler, deliller.

ayat-ı kàtıa / âyât-ı kàtıa

  • Kesin âyetler, deliller.

ayat-ı kemal / âyât-ı kemâl

  • Mükemmelliğin delilleri.

ayat-ı kibriya / âyât-ı kibriyâ

  • Allah'ın büyüklüğüne işaret eden âyetler, deliller.
  • Allah'ın kibriyasını ve büyüklüğünü gösteren âyetler, deliller ve eserler.

ayat-ı kudret / âyât-ı kudret

  • Kudret âlemi olan kâinat belgeleri, delilleri.

ayat-ı rabbaniye / âyât-ı rabbâniye

  • Rabbânî âyetler; Allah'ı gösteren ve tanıtan deliller.

ayat-ı rububiyet / âyât-ı rububiyet

  • Rububiyet delilleri.

ayat-ı tevhid / âyât-ı tevhid

  • Tevhid delilleri; herşeyin bir olan Allah'a ait olduğunu bildiren deliller.

ayat-ı vücub / âyât-ı vücub / âyât-ı vücûb

  • Varlığı vacip ve mutlaka gerekli olan Allah'ın âyetleri, delilleri.
  • Varlığının vacip ve zorunlu olduğunu gösteren âyetler, deliller.

ayıklanma

  • (Biyolojide) Çevre şartlarına en iyi uyabilen canlıların hayatta kalıp çoğaldığı, uyamıyanların öldüğü ve nesillerinin yok olduğu, böylece canlılardan tabii bir tekâmül (evrim) meydana geldiğini savunanların ileri sürdüğü bir tâbirdir. (Türkçe)

ayn-el-yakin / ayn-el-yakîn

  • Görerek bilme.
  • Hadîs-i şerîfte bildirilen ihsân (Allahü teâlâyı görüyormuş gibi ibâdet etme) mertebesinde bir ışığın kalbde parlaması. Zamanımızda tarîkata girmiş bir çok kimse, kendilerine tasavvufçu süsü vererek vahdet-i vücudu dillerine almış, bundan yüksek mertebe olmaz sanıyor.

azimat

  • (Tekili: Azime) Kıtlık yılları.

azlal

  • (Tekili: Zıll ) Gölgeler.

ba-haber / bâ-haber

  • Haberi olan, haberli.
  • Zeki, akıllı.
  • İhtiyatlı, tedbirli.

ba-haberan / bâ-haberan

  • (Tekili: Bâ-haber) Haberliler, haberi olanlar. Akıllı, zeki, ihtiyatlı kimseler.

ba-hired / bâ-hired

  • Akıllı, zeki. (Farsça)

ba-i cerre / bâ-i cerre

  • Arabçada kendinden sonraki kelimeyi "esre" okutan bâ. (Bismillâhi'deki gibi).

ba-i kasem / bâ-i kasem

  • Arabçada yemin maksadı ile kelime başına getirilen bâ. "Billâhi" gibi.
  • Farsçada: Bâ diye yazılırsa; ile, beraber, birlikte, sâhip mânalarına gelir. Arapçadaki Zû gibidir.

bab-ı seraskeri / bâb-ı seraskerî

  • Serasker kapısı. Eski Milli Müdafaa Vekâleti. Milli Savunma Bakanlığı. Şimdiki İstanbul Üniversitesi'nin kapısı.

babil / bâbil

  • Asurlular devrinde Irak'ta kurulan şehirlerden biri. Bağdat'ın aşağı tarafında bulunan ve büyücülüğünden dolayı, eski edebiyatımızda "Çeh-i Bâbil" olarak yer alan ve birçok dillerin meydana gelmesi bakımından da adı geçen "Bâbil Kulesi"nin bulunduğu ilkçağdan kalma bir şehir.

babil kulesi / bâbil kulesi

  • Tevrat'ın rivayetine göre Hz. Nuh'un (A.S.) oğulları tarafından gökyüzüne ulaşmak için yaptırılmış büyük bir kuledir. Rabbimiz bu kulede çalışmakta olanların dillerini değiştirmiş ve birbirlerini anlamaz hale getirmiştir. Bundan dolayı tamamlanamamış ve 72 dil burada meydana gelmiştir. (Buna "tebelb

badi

  • Sebeb. İllet. Mûcib. Vesile.
  • Zâhir ve âşikâr olan.
  • Halkeden. Hâlık. Yaratan.

bahilan / bahîlân

  • Bahiller, cimriler, tamâhkârlar. (Farsça)

bahira / bahîra

  • Süryâni rahiblerindendir. Zamanın ilim ve fenlerine vâkıf ve bilhassa hey'et ve nücumda ihtisas sahibiydi. Bu sebepten rahiblerin câhilleri kendisinden hoşlanmazlardı. Hazret-i İsâ'nın ulûhiyetini ve Hz. Meryem'in ümmullah olduğunu inkâr ve ilân ettiğinden, bulunduğu manastırın reisi tarafından kovu

bahired / bâhired / باخرد

  • Akıllı. (Farsça)

bakara suresi / bakara sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 2. Sûresi olup Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur. (Bu sûre, Mûsâ Aleyhisselâm'ın risâleti ile o milletin seciyelerine girmiş olan bakarperestlik mefküresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhi ile anlatır ve şu cüz'i hadise ile beşerin dünyevî menfaatlarına en çok vesile olan ş

bakiyat-ı salihat / bâkiyât-ı sâlihât

  • İnd-i İlahîde ecr-i sâliha. Bâki olan sâlih ameller.
  • Elhamdülillah, Sübhanallah ve Allahuekber gibi kudsî kelâmlar.

bakteri

  • Basit, çekirdeksiz, bölünerek çoğalan tek hücreli canlılara verilen addır. Çeşitli şekilleri vardır: Kürevî (coccus), çubuk şeklinde (basil), virgül şeklinde (vibriyon), burmalı (spiril).Bakteriler ya tek tek, ya da birkaçı bir arada bulunmalarına göre de ayrı adları vardır. Havanın oksijeni ile yaş (Fransızca)

balimez

  • 16. ve 17. yy. larda Osmanlılar tarafından kara ve deniz savaşlarında kullanılan uzun menzilli top.

balyemez

  • Osmanlıların bir zamanlar kullandıkları uzun menzilli toplar.

banyol

  • Bu kelime; zindan, hapishâne mânâlarında kullanılırdı. Buraya katiller, hırsızlar ve beylik esirlerin satışa yaramıyanları konurdu.

bari / bâri / bârî

  • Varlıklara biçim verip şekillendiren ve onları mükemmel bir surette yaratan Allah.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yaradan, yoktan var eden. Yarattıklarını farklı şekiller ve özelliklerle birbirinden ayıran.

bari' teala ve tekaddes / bâri' teâlâ ve tekaddes

  • Varlıklara biçim verip şekillendiren, onları mükemmel bir surette yaratan, yüce ve her türlü eksiklikten uzak Allah.

bari-i teala / bâri-i teâlâ

  • Varlıklara biçim verip şekillendiren, onları mükemmel bir şekilde yaratan ve her türlü kusur ve eksiklikten uzak ve yüce olan Allah.

basair

  • (Tekili: Basiret) Basiretler. İbretli görüşler. Deliller. İbretler. Hüccet ve bürhanlar. Gözler.
  • Kalb duyguları.

başıbozuk

  • Bir harp çıktığında orduya süvari veya piyade olarak katılan gönüllü asker. Başıbozuk tâbiri, gelişigüzel ve intizamsız idare tarzına da alem olmuştur. Bir zamanlar bu tâbir, asker olmayan siviller için de kullanılmıştır. (Türkçe)

batha

  • Çakıllı, taşlı büyük dere.
  • Dağ arasındaki dere.
  • Mekke-i Mükerreme'nin eski bir ismi.
  • Kamışlık ve sazlık yer.

batıniyye

  • Kur'an-ı Kerim'deki âyetlerin ve hadis-i şeriflerin zâhir ve âşikâr mânalarından ayrılarak, usûlsüz ve yanlış te'viller ile âyet ve hadislerin gizli ve sırlı mânalarını bulmak iddiasında olan sapık bir tarikat ve buna bağlı olanlar.Esasen âyet ve hadislerin ince, derin ve küllî mânalarını tefsir ve

beka / bekâ

  • Allahü teâlânın sıfatlarından. Allahü teâlânın varlığının sonsuz olması, hiç yok olmaması.
  • Bekâ-billah.

beka-billah / bekâ-billah

  • Dâimâ Allahü teâlâyı anma ve hatırlama hâli üzere olma. Hakîkî kulluk derecesi. Fenâ fillah'tan sonraki makam.

belagat

  • İyi konuşma, sözle inandırma yeteneği ve sanatı, uzdillik.

benin / benîn

  • (Tekili: İbn) Oğullar, erkek çocuklar.
  • Akıllı, temkinli, tedbirli kimse.

beraat satışı / berâât satışı

  • Zekât toplayan âmillerin (memurların), köylüden alacakları zekât ve uşrun cins ve miktârını gösteren ve berâât adı verilen senedlerin satışı.

berahin / berâhin / berâhîn / berahîn / براهين

  • (Tekili: Bürhan) Deliller. Şâhidler. Bürhanlar.
  • Bürhanlar, kuvvetli deliller.
  • Kesin deliller, güçlü kanıtlar.
  • Deliller.
  • Deliller, kanıtlar. (Arapça)

berahin-i akliye / berâhin-i akliye

  • Aklî deliller.

berahin-i akliye-i kat'iye / berâhin-i akliye-i kat'iye

  • Kesin aklî deliller.

berahin-i aleniyye

  • Meydanda ve açık olan deliller.

berahin-i haşriye

  • Haşre ait deliller.

berahin-i kat'iye / berâhîn-i kat'iye

  • Kesin burhanlar, kuvvetli deliller.

berahin-i katıa

  • Şeksiz ve şüphesiz olan kat'i deliller, bürhanlar.

berahin-i kàtıa

  • Kesin deliller.

berahin-i katıa / berâhin-i katıa

  • Kat'î burhanlar; güçlü ve sarsılmaz kesin deliller.

berahin-i kaviyye

  • Sağlam deliller, kuvvetli bürhanlar.

berahin-i latife / berâhîn-i lâtife

  • İnce ve güçlü deliller.

berahin-i latife-i akliye / berâhin-i lâtife-i akliye

  • Akla dayalı ince, güzel deliller.

berahin-i mabudiyet / berâhîn-i mâbûdiyet

  • İbadet edilmeye lâyık olmanın delilleri.

berahin-i nübüvvet / berâhin-i nübüvvet

  • Peygamberlik delilleri.

berahin-i sani / berahin-i sâni

  • Herşeyi mükemmel ve san'atlı bir şekilde yaratan Allah'ın varlığının delilleri.

berahin-i tevhid / berâhin-i tevhid

  • Tevhid delilleri.

berahin-i tevhidiye / berâhin-i tevhidiye

  • Allah'ın birliğini gösteren kesin deliller.

berahin-i uzma / berâhin-i uzmâ

  • Büyük deliller.

berahin-i vahdaniyet / berâhin-i vahdâniyet

  • Allah'ın bütün varlıkları kaplayan birlik tecellisinin delilleri.

berahin-i vahdet / berâhin-i vahdet

  • Birlik delilleri.

bergamot

  • Turunçgillerden bir ağaç ve bu ağacın meyvesi. Meyvenin kabuğundan güzel kokulu bir esans da çıkarılır.

besmele / بَسْمَلَه

  • Bismillahirrahmanirrahim'in kısaltılmış ismi. Müslüman her işine Bismillah ile başlar. Yani her işi Allah adına ve Allah için yapar. Atomlardan yıldızlara kadar her varlık da Allah adına ve Allah için hareket eder. İnsan da Bismillah diyemiyeceği, yani Allah'ın emri ve izni olmayan bir işi ve hareke
  • Bismillâhirrahmânirrahîm'in kısaltılmış ismi.
  • Bismillâhirrahmânirrahîm sözü.
  • Bismillahirrahmanirrahim.
  • Bismillahirrahmanirrahim cümlesinin adı.

besmele-i şerife

  • Bismillâhirrahmânirrahîm cümlesi.

besur / besûr

  • (Tekili: Besr) Siğiller, sivilceler, küçük çıbanlar.

bevasir

  • (Tekili: Bâsur) Mayasıllar, basurlar.

bevatıl

  • (Tekili: Bâtıl) Batıllar, hurafeler. Hak olmayanlar, sahteler.

bevz

  • Devamlı oturuş. Daimi oturma.
  • Çillerin kaybolmasından sonra yüzün güzelleşmesi.

beyan-ı ifhamiye / beyan-ı ifhâmiye

  • Delillerle susturma anlatımı.

beyn-el milel

  • Milletler arası. (International)

beynelmilel / بَيْنَ الْمِلَلْ

  • Milletler arası, uluslararası.
  • (Beyn-el milel) Milletler arası. Milletler arasında. International.
  • Milletlerarası.
  • Milletler arası.

beyyinat / beyyinât

  • Mu'cizeli açık âyetler, deliller.

beyza / beyzâ

  • Çok beyaz.
  • Demirden savaşçı başlığı.
  • Yumurta.
  • Millet-i beyzâ: Beyaz millet, müslümanlar.

beyzat-ül islam

  • İslâm milleti.
  • İslâm'ın yayıldığı saha, İslâm ülkesi.
  • İslâm'ın hakiki merkezi.

bezi'

  • Uslu, akıllı, zarif çocuk.
  • Zarif.

bidayet-i hürriyet

  • Hürriyet'in başlangıcı; Meşrutiyet'in ilk yılları.

bihred

  • Akıllı kimse.

biilmelyakin / biilmelyakîn

  • İlmî delillerle elde edilen kesinlikle.

billah

  • Billahi, Allah için.

billit

  • Akıllı, hâzık ve mâhir kimse.

billur / billûr

  • Billûr gibi saf, temiz, beyaz.

billuri / billûrî

  • Billûr gibi saf, temiz, beyaz.

bina'

  • (Çoğulu: Ebniye) Yapı, ev. Yapma, kurma.
  • Gr: Müteaddi, lâzım, meçhul, mütavaat gibi fiillerin esasını mevzu yapan kitab.

binende

  • Görücü, gören. (Farsça)
  • Tedbirli, ilerisini düşünen, akıllı. (Farsça)

bisat-ı arz

  • Yeşillik, çimen.

bişkul

  • Becerikli, çevik. (Farsça)
  • İhtiyatlı, tedbirli. (Farsça)
  • Akıllı. (Farsça)
  • Kuvvet sahibi. (Farsça)

bittasavvur / بِالتَّصَوُّرْ

  • Tasavvur ederek, zihinde şekillendirerek.
  • Zihinde şekillendirerek.

bostan

  • (Bustan) Ağacı, çiçeği, yeşilliği çok olan yer, kokulu yer. Sebze bahçesi. (Farsça)
  • Kavun, karpuz. (Farsça)

bü'bü'

  • Her nesnenin aslı.
  • İzzet, kerem.
  • Zeyrek akıllı, zarif kişi.
  • Hâkim, seyyid.
  • Gözbebeği.
  • Mc: Çok kıymetli ve değerli olan şey.

buğz-ı fillah

  • (Bak. BUĞD-I FİLLÂH)

buhl

  • Bahillik, eli dar olma, cimrilik, tamahkârlık, pintilik.

büldan

  • (Tekili: Belde ve Beled) Beldeler, şehirler, iller, memleketler.

burhan-ı limmi / burhân-ı limmî

  • Limeli (niçinli) delîl. İlletten sebebden ma'lûle (illetin bulunduğu şeye), müessirden (eseri yapandan) esere, san'atkârdan san'ata, sebebden netîceye götüren delîl. Görülen ateşten dumanın varlığına hükmetmek böyledir.

burhan-ı tatbik / burhân-ı tatbîk

  • Kelâm ilminde Allahü teâlânın varlığını ve kadîm (ezelî), olduğunu (başlangıcının olmadığını) isbâtta kullanılan delîllerden biri.

burhani / burhânî

  • Delillere dayalı ispat yöntemini kullanan.

büruc

  • (Tekili: Burc) Burç, aslında âşikar şey mânasına gelir. Her bakanın gözüne çarpacak şeklide zâhir olan yüksek köşk mânasına da kullanılmıştır.
  • Bunlara teşbihen veya zuhur mânâsıyla semâdaki bir kısım yıldızlara veya bazı yıldızların toplanmasından meydana gelen şekillere ve farazi su

bütçe

  • Devletin veya diğer kuruluşların yıllık gelir ve giderlerini (sarfiyat ve varidatlarını) gösteren ve bunlarla ilgili harcamaları tayin eden hesap işleri. (Fransızca)

butlan / butlân

  • Batıllık, temelsizlik, çürüklük.

butun

  • (Tekili: Batn) Batınlar, karınlar, kucaklar.
  • Nesiller, soylar.

bütun

  • (Tekili: Batn) Batınlar, karınlar, kucaklar.
  • Soylar, nesiller.

butun / butûn / بطون

  • Karınlar. (Arapça)
  • Kuşaklar, nesiller. (Arapça)

bütun / bütûn / بطون

  • Karınlar. (Arapça)
  • Kuşaklar, nesiller. (Arapça)

ca'cere

  • (Çoğulu: Ceâcir) Hamurdan çeşitli şekiller yapıp, pekmez içinde pişirip yerler.

caadet

  • Etli, semiz ve kıllı kişi.
  • Su kenarında biter bir ot.
  • Bir kabile adı.

cahd-ı mutlak, cahd-ı müstağrak

  • Arab gramerinde menfî olan iki geniş zaman sigası. Muzari fiillerinin başına (Lem) ve (Len) getirilerek olur.

cahil

  • Tecrübesiz. Bilgisiz. Genç. Toy.
  • Allah'ı unutmuş olan. Gafil. (Dünya ve kâinatta Allah'ın bunca eserleri sergilenip dururken bunların sanatkârını ve yaratıcısını tanımamak cahilliğin en akılsızcasıdır.)

cahilane

  • Câhillikle, câhilce, câhil kimseye yakışır şekilde. (Farsça)

cahiliyye / câhiliyye

  • Kelime olarak cahilliğe ait mânâsına gelir. Terim olarak İslâmiyetten önceki putperest dönemi ifade eder.

cahiliyyet

  • Cahilliğe âit.
  • İslâmiyet'ten önceki câhiliye devrine âit. Cahiliyet sadece İslâmiyet öncesine ait değildir. Bu gün "tabiatçılık, maddecilik" gibi çeşitli adlarla eski puta tapıcılık daha da yobazlaşarak devam ediyor. Allah'ı inkâr ederken tabiatı ve maddeyi onun yerine koyarak kendil

cam-ı gevheri / cam-ı gevherî

  • Billur kadeh.

cebhe

  • Yüz, ön taraf. Harp sahası. Muharebe edilen yer.
  • Alın.
  • Bir binanın veya o cinsten bir şeyin ön tarafı.
  • Gökteki ayın menzillerinden birisinin ismi olup arslan suretinin cephesidir, dört yıldız arslan alnına benzetilmiştir.
  • Bir kavmin ve cemaatin seyyidi.

cehalat / cehâlât

  • Cahillikler, bilgisizlikler.

cehalet / cehâlet / جهالت / جَهَالَتْ

  • Bilmezlik, nâdanlık, ilimden ve her nevi müsbet mâlûmatdan habersiz olma. Cahillik.
  • Cahillik.
  • Bilmeme, bilgisizlik. Din bilgilerini bilmeme. Câhillik.
  • Cahillik, bilgisizlik.
  • Cahillik, bilgisizlik. (Arapça)
  • Câhillik.

cehalet-i avra / cehâlet-i avrâ

  • Tek gözü kör cehalet, insanların hakikatleri görmesini engelleyen cahillik.

cehaletperver / cehâletperver

  • Cahillik sever, bilgisizliği koruyan.

cehele / جهله

  • Cahiller, bilgisizler.
  • Cahiller.
  • (Tekili: Cahil) Câhiller. İlimden mahrum olanlar. Bilmeyenler. Nâdanlar.
  • Cahiller. (Arapça)

cehil

  • Cahillik, bilgisizlik.

cehl / جهل

  • Câhillik, bilmemezlik, ilimden mahrum olmaklık, nâdanlık, tecrübesizlik, gençlik.
  • Cahillik, bilgisizlik. (Arapça)

cehl-i azim / cehl-i azîm / جَهْلِ عَظِيمْ

  • Büyük cahillik.

cehl-i basit

  • Basit cehalet, karmaşık olmayan cahillik.
  • Bilmediğini bilmek sûretiyle olan câhillik.

cehl-i mürekkeb

  • Câhil olduğu hâlde, câhilliğini bilmeyip, kendini âlim zannetmek.

cehl-i mutlak

  • Tam bir cahillik.

cehlistan

  • Cehâlet âlemi. Cahilliğin olduğu yer. (Farsça)

celail

  • (Tekili: Celile) Celiller, büyük olanlar, yüceler.

celaleddin-i harzemşah

  • (Vefâtı M.: 1231) Mengü berdi (Allah verdi) ismi de verilir. Harzemşah soyunun 7nci ve son hükümdarıdır. Tarihte cesaret ve irfanı ile tanınmıştır. O zamanın deccalı olan Cengiz'in kahır ve şiddeti karşısında İrân ve Turân korku ve zillete düştüğünde Celâleddin, Cengiz'in ordularını müteaddit defala

celvet

  • Yerini, yurdunu terketme.
  • Tas: Abdin fenâfillah olup halvetten ayrılması.

cem'

  • (Çoğulu: Cümu) Hurmanın iyi olmayanı. Farklı şeyleri bir yere getirmek mânasına mastar.
  • Az olarak cemaat için isim olur.
  • Toplama. Bir yere getirme, biriktirme. Yığma.
  • Gr: Arabçada (ve tesniye olmayan dillerde) ikiden çok olan şeylere delâlet eden kelime. (Kitabın başı

cem'iyyet-i akvam / cem'iyyet-i akvâm / جمعيت اقوام

  • (Milletler Cemiyeti) Birinci Dünya Savaşından sonra kurulan ilk Birleşmiş Milletler Cemiyetinin bizdeki adıdır.
  • Birleşmiş Milletler.

cem-ül cem

  • Gr: Bir defa cemi'olan kelimenin tekrar bir defa daha cemi olması. (Evliya; Evliyalar gibi.)
  • Tas: Vahdet-i vücuda dalmak. Bekabillah, Cenab-ı Hak'ta fâni olmak.

çemen / چمن

  • Yeşil ve kısa otlarla kaplı yer, çimen. Ağaç ve çiçekleri olan yeşillik, çayır.
  • Pastırmaya konulan bir çeşit ot.
  • Çimen, yeşillik.
  • Çimenlik, çayırlık. (Farsça)
  • Yeşillik. (Farsça)

çemenzar

  • Yeşillik, çayır. (Farsça)

cemiyat-ı akvamiye

  • Milletler topluluğu.

cemiyet-i milli / cemiyet-i millî

  • Millî cemiyet, topluluk (İttihad Terakki).

cemiyet-i milliye

  • Millî topluluk.

ceramika

  • Musul yakınında Acem asıllı bir kavmin adı.

cesaret-i milliye

  • Millî cesaret.

cesl

  • Kıllı kimse.
  • Çok nesne, kesir.

cezalet

  • Rekâketsiz ifade.
  • Güzellik.
  • Müdebbirlik, akıllılık.
  • Azim, büyük.
  • Edb: Kelimeler, ince veya sert söylenişlerine göre; elfâz-ı cezle veya elfâz-ı rakika diye ikiye ayrılır. Elfâz-ı cezle: Söylenişte tatlılığı bulunan veya heybet, ululuk, çarpışma, korkutma, yıld

cezl

  • Kalın odun. Tomruk.
  • Sağlam. Metin.
  • Güzel ve muhkem fikir.
  • Rekik olmayıp doğru ve dürüst olan söz veya kelime.
  • Kâmil, dirayet sahibi, akıllı ve olgun adam.

cibill

  • (Çoğulu: Cibillât) Yaratılmak.
  • İnsanlardan bir grup.

cibillet

  • Huy, fıtrat, yaradılış, tabiat, cibilliyet.

cibilli / cibillî

  • Cibilliyet. Yaratılıştan olan. Asıl maya, huy, tabiat, tıynet.

cil

  • Cemaat, insan güruhu. Millet. Boy, aşiret, kuşak.

çille

  • Farsça (40) rakamını gösteren (Çihille) kelimesinin telaffuzunda aldığı şekildir. Daha çok (Çile) şeklinde söylenir.

cilve-i ef'al / cilve-i ef'âl

  • İlâhî fiillerin yansıması.

cimrilik

  • Dînin ve vicdânın, mürüvvetin (insanlığın) vermeyi emrettiği yerde vermemek. Vermek kendisine zor gelmek. Bahillik, pintilik.

cimse

  • Rengi gökrek kızıllığa yakın kıymetli bir taş.

cinsiyet

  • Belli bir tür ve milletten olma.

coğrafya

  • Yeryüzünün şimdiki hâlini çeşitli cihetlerden inceleyen ilim. Bölümlerinden olan Fizikî Coğrafyada: Karalarla denizlerin durumları ve iklimleri;İktisadî Coğrafyada: Toprak mahsulleri, sanayi ve ticaret işleri;Siyasî Coğrafyada: Irk, dil, millet hususiyetleri ve devlet sınırları anlatılır.Bunlardan b

cüdat

  • (Tekili: Câdi) Dilenciler, sâiller.

cüfal

  • Selin kenara attığı çör çöp.
  • Davarın yünü ve kılı çok olmak.
  • Kıllı kimse.
  • Bol.

cühela / cühelâ / جهلاء

  • (Tekili: Câhil) Cehele, cühhâl. Cahiller. Bilgisizler.
  • Cahiller. (Arapça)

cühhal / cühhâl / جهال

  • (Tekili: Câhil) Bilgisizler, câhiller.
  • Cahiller. (Arapça)

cühhal-i vahşiye

  • Vahşî ve kural tanımaz zırcahiller.

cüll

  • (Çoğulu: Cilâl-Ecille) Çul.
  • Gül.
  • Her nesnenin büyüğü ve muazzamı.

cumhur-i ukala / cumhûr-i ukalâ

  • Akıllılar topluluğu. Akıl sahiplerinin hepsi.

cumhuriyet

  • Devlet reisi, millet veya Millet Meclisleri tarafından seçilen hükümet şekli. Demokraside temsili hükûmet şekli. Halkın hür olarak seçtiği temsilciler (Millet vekilleri ve senatörler) aracılığı ile egemenliğini, (hâkimiyetini) kullanmasına dayanan hükûmet şekli. Cumhuriyetin birbirinden farklı üç ta

cüsacis

  • Büyük deve.
  • Kılların veya otların sık ve çok olup birbirine karışması.

da'at

  • Horluk, zelillik.

da'vet

  • Çağırma. Ziyafet. Duâ.
  • Bir fikri kabul ettirmek için deliller söylemek.

daire / dâire / دائره

  • Daire. (Arapça)
  • Büro, ofis. (Arapça)
  • Devlet dairesi. (Arapça)
  • Tef, zilli tef. (Arapça)

dalkavuk

  • Maddî ve şahsî menfaatleri için zilleti kabul eden soytarı adam.

daü'l-cehl / dâü'l-cehl

  • Cehalet hastalığı, cahillik illeti.

daü'l-cu / dâü'l-cû

  • Açlık illeti, hastalığı.

deh-sale

  • On yaşında. On yıllık. (Farsça)

deha

  • Çok akıllılık. Zekiliğin ve anlayışlılığın son derecesi. İleri görüşlülük, geniş ve çok güzel fikir sâhibi olmak.

dehadar

  • Uyanıklık, zeki ve çok akıllı oluş. (Farsça)

dehr

  • Zaman, çok uzun zaman, ebedi.
  • Bin yıllık zaman.
  • Dünya.

delail / delâil / دلائل

  • (Tekili: Delil) Deliller. Bürhanlar. İsbât vasıtaları.
  • Deliller, işaretler.
  • Deliller, kanıtlar.
  • Deliller.
  • Kanıtlar, deliller. (Arapça)

delail ve emarat-ı haşriye / delâil ve emârât-ı haşriye

  • Haşre ait deliller ve işaretler.

delail-i afakiye / delail-i âfâkiye / delâil-i âfâkiye

  • Afaka âit deliller. Kâinattaki deliller.
  • İnsanın kendi dışındaki deliller, kâinattaki deliller.

delail-i akliye / delâil-i akliye

  • Aklı ile bulunan deliller. Akla âid deliller.
  • Aklî deliller; akla ve mantığa uygun deliller.

delail-i akliye ve mantıkiye / delâil-i akliye ve mantıkiye

  • Aklî ve mantıkî deliller; akıl ve mantığa uygun deliller.

delail-i enfüsiye / delâil-i enfüsiye

  • Kişinin kendi nefsinde olan deliller. Yani vücudun gerek maddi ve gerek (vicdan ve hisler gibi) mânevi yapısında olan ve imana ait hükümleri isbat eden delillerdir.
  • Dahili deliller; kalb, vicdan, his ve lâtifeler gibi insanın iç âlemine konan donanımlarından hareketle Allah'ın varlığına ait deliller.

delail-i fıtriye / delâil-i fıtriye

  • Yaratılıştaki deliller.

delail-i haşriye / delâil-i haşriye

  • Haşre ait deliller.

delail-i i'caz / delâil-i i'câz

  • Kur'ân'ın mu'cizeliğini gösteren deliller (Kur'ân'ın mu'cizeliğini ispat eden Abdülkahir Cürcânî'nin belâgat ilmine dair eserine telmih vardır.).

delail-i icmali / delâil-i icmâlî

  • Özet halinde sunulan deliller.

delail-i ispat / delâil-i ispat

  • İspat delilleri.

delail-i kalbiye

  • Kalbe âid deliller. Kalb ile bilinen deliller.

delail-i kalbiye ve vicdaniye / delâil-i kalbiye ve vicdaniye

  • Kalbe ve vicdana ait deliller.

delail-i kat'iye / delâil-i kat'iye

  • Kesin deliller.

delail-i katıa / delâil-i katıa

  • Kesin ve şüphesiz deliller.

delail-i mantıkıye ve müsbete / delâil-i mantıkıye ve müsbete

  • Mantığa ve ispata dayalı deliller.

delail-i mücesseme-i musattaha / delâil-i mücesseme-i musattaha

  • Bir satıh hâline getirilmiş cismânî deliller (düz bir kâğıt üzerine şekli çizilmiş deliller).

delail-i nakliye / delâil-i nakliye

  • Nakil yolu ile gelen deliller.
  • Âyet ve hadis gibi nakle dayanan deliller.

delail-i nübüvvet / delâil-i nübüvvet

  • Peygamberliğin hak olduğuna dair olan deliller.
  • Peygamberlik delilleri.

delail-i nübüvvet-i ahmediye / delâil-i nübüvvet-i ahmediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) peygamberliğinin delilleri.

delail-i sani / delâil-i sâni

  • Yaratıcının varlığına ait deliller.

delail-i şer'iye / delâil-i şer'iye

  • Şeriata ait deliller; Kur'ân, Sünnet, İcmâ ve Kıyas delilleri gibi.

delail-i sıdk / delâil-i sıdk

  • Doğrulayıcı deliller.

delail-i tevhid / delâil-i tevhid

  • Allah'ın birliğinin delilleri.

delail-i vahdaniyet / delâil-i vahdâniyet

  • Allah'ın birliğinin delilleri.

delail-i vücub / delâil-i vücub

  • Allah'ın varlığının delilleri.

delail-i vücud / delâil-i vücud

  • Varlık delilleri.

delail-i vücudu / delâil-i vücudu

  • Varlığının delilleri.

delail-i zahiriye / delail-i zâhiriye / delâil-i zâhiriye

  • Açık olarak zâhirde görünen deliller. Maddi deliller.
  • Açıkta olan, görünen deliller.

delalat / delâlât

  • Deliller, işaretler.

delalet / delâlet / دلالت

  • Delillik, yol gösterme. (Arapça)
  • Delâlet etmek: (Arapça)
  • Yol göstermek. (Arapça)
  • Anlamına gelmek. (Arapça)

delalet-i nass / delâlet-i nass

  • Nassın delâleti. Nass'da (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfte) zikredilen şeyin hükmünün, müşterek (ortak) illet sebebiyle zikredilmeyen şey hakkında da sâbit olduğuna delâlet etmesi. Bâzı âlimler delâlet-i nass'a, kıyâs-ı celî(açık kıyâs) demişlerdir.

delil-i arşi ve süllemi / delil-i arşî ve süllemî

  • Eski mantıkta Vahdaniyyet-i İlâhiyyeyi ve teselsülün muhaliyyetini isbat bahislerinde geçen delillerdendir.

delil-i fer'i / delîl-i fer'î

  • Aslî delîllere bağlı ve onlardan elde edilen ikinci derecede delîller. İstihsân, İstishâb, İstislâh, Örf ve âdet, Sahâbî (Peygamber efendimizin arkadaşlarının) kavli (sözü), fer'î delîllerden bâzısıdır.

demşinas

  • Hikmetli davranan, akıllı. (Farsça)

den'

  • Horluk, zelillik.

denaet

  • Alçaklık, çok fena hareket. Zillet, kötü mizac.
  • Asılsızlık, aslı olmamak.

denanet / denânet

  • Alçaklık, zillet.

derd

  • Tasa, keder, kaygı. (Farsça)
  • Hastalık, illet. (Farsça)

dereziler / derezîler

  • Anuştekin ed-Derezî adlı bir bâtınî dâî (propagandacı) tarafından ortaya çıkarılan bozuk yol. Bunlar; Bâtıniyyeden ayrılarak ortaya çıkan, Fâtımî hükümdârı Hâkim bi-emrillah'ın ilâh olduğuna ve onun vezîri Hamza'nın imamlığına inanırlar. Kelimenin do ğrusu Derezî olup, yanlış olarak Dürzü denilmekte

deri

  • Farsçanın sahihi, fasih olanı. (Kapı demek olan "der" ismi Farsça olduğu halde Arapça sayılarak müennesi "deriyye" yapılmıştır.) (Farsça)
  • Havası hoş ve lâtif. Yeşilliği bol olan dağ eteği. (Farsça)

deryab

  • Akıllı, anlayışlı, müdrik. (Farsça)

desen

  • Eşyanın, rengini göstermeden, yalnız şeklinin bir satıh üzerine çizilmişi. (Fransızca)
  • Bir kumaşı süsleyen şekiller. (Fransızca)

devr-i rezilane / devr-i rezilâne

  • Rezillik devri.

devr-i senevi / devr-i senevî

  • Dünyanın güneş etrafındaki yıllık hareketi.

dil-agah / dil-âgâh

  • Kalbi uyanık. Akıllı, bilgili, görgülü. Gönül anlar. (Farsça)

din

  • Ceza, ivaz.
  • İman ve amel mevzuu olarak insanlara Cenab-ı Hak tarafından teklif olunan Hak ve hakikat kanunlarının hey'et-i mecmuasıdır. Din, kâinatın, dünyanın hayatın ve insanın yaratılış gayeleri ve var oluş şekillerini açıklıyarak, onları mânasızlıktan ve abesiyetten kurtarır. İns

dınn

  • Bahillik.

diplomat

  • yun. Memleket hakkında siyasi söz sâhibi. Dış meseleler hakkında milletlerarası işlerle uğraşan siyaset adamı.
  • Becerikli, söz söyliyebilen.
  • Memleket ve millet meseleleri hakkında siyasî söz sahibi.

dü-zeban

  • İki dilli. (Farsça)

dühat

  • Akıllılar. Akılda çok ileri olanlar. Dehâ sâhibi. Son derece anlayışlı ve zekâ sahibi olanlar.

duhur

  • Zillet, zelillik, hakirlik, aşağılık. Adilik.

dünyadar / dünyadâr

  • Dünya işleriyle uğraşan, mal ve mülk sahibi olan. Dünya hayatına fazla meyilli olan. (Farsça)

e'uzü / e'ûzü

  • E'ûzübillâhimineşşeytânirracîm sözü.

eazım-ı millet / eâzım-ı millet

  • Millet büyükleri.

eazım-ı müçtehidin / eâzım-ı müçtehidîn

  • Âyet ve hadisler başta olmak üzere, diğer dinî delillerden hüküm çıkarma bilgi ve kabiliyetine sahip olan büyük İslâm âlimleri.

eazım-ı muhakkikin / eâzım-ı muhakkikîn

  • Gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen büyük âlimler.

ebu cehl

  • "Cehalet babası" demek olan bu kelime, Hazret-i Resul-i Ekrem (A.S.M.) zamanında, mu'cizeleri ve çok delilleri ve Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ı gördüğü halde iman etmeyen din düşmanı puta tapan gururlu bir müşrikin lâkabıdır. Bedir Gazasında öldürüldü.

ebu firas el-hamedani / ebû firâs el-hamedânî

  • Meşhur Arap şâirlerindendir. 932 yılında Musul'da doğdu. Hamedan devleti hükümdarı Seyfü'd-Devle'nin himâyesinde yetişti. Arap milletinin asâleti ve Seyfü'd-Devle'yi öven çok sayıda kaside ve mersiye yazdı. 968 tarihinde öldü.

echeliyet / اَجْهَلِيَتْ

  • Son derece cahillik.
  • En cahillik.

ecl

  • İllet, sebeb, cihet. İçin, dolayı... den. Arabçada "Li" ilâve ederek kullanılır. Meselâ: Li-eclillâh : Allah için, Allah rızası için.

ecnebi

  • Yabancı. Garip. Alışmamış. Başka milletten olan.

ecvef

  • Ortası boş. Kof.
  • Mc: Boş kafalı. Çok cahil.
  • Gr: Ortasında harf-i illet sayılan elif, vav, yâ harfleri bulunan fiil kökü.

ecyal / ecyâl

  • (Tekili: Cîl) Soylar. Tâifeler. Kavimler. Nesiller.
  • Nesiller.

eczem

  • (Cüzâm. dan) Cüzamlı, miskinlik illetine uğramış olan.
  • Parmakları veya eli kesik olan adam.

edat

  • Sebep. Âlet. Avadanlık.
  • Gr: Kendi başına mâna ifade etmeyip, kelime veya fiillerle birlikte mâna ifade eden kelime veya harf. İsim ile fiilden gayri kelime.
  • Kendi kendine anlamı olmayıp isim ve fiillere katılarak anlam gösteren kelime. 2 Âlet.

edille / ادله

  • Deliller.
  • Deliller.
  • (Tekili: Delil) Deliller, işaretler. Alâmetler. Rehberler. İsbat vasıtaları.
  • Deliller, kanıtlar.
  • Deliller. (Arapça)
  • Rehberler. (Arapça)

edille-i akliyye

  • Aklî deliller.

edille-i asliye

  • (Bak: Edille-i erbaa)

edille-i erbaa

  • (Edille-i şer'iye) Fık: Fıkıh ilminin istinad ettiği deliller: Kitab (yani Kur'an-ı Kerim'deki deliller), sünnet, icma-ı ümmet ve kıyas-ı fukaha. (Usul-ü erbaa ve edille-i asliye tabirleri de aynı mânada kullanılır.)

edille-i hakk

  • Hak deliller, gerçek deliller.

edille-i katı'a

  • İtiraz edilmeyecek derecede kat'î ve sağlam deliller.

edille-i katıa / edille-i kâtıa

  • Kesin deliller.

edille-i kaviyye

  • Sağlam deliller.

edille-i şer'iye

  • (Bak: Edille-i erbaa)

edille-i şer'iyye

  • Şer'î deliller; Kitap, sünnet, icma-ı ümmet ve kıyas-ı fukahadan ibaret dört delil.
  • Din bilgilerinin elde edilmesine esâs olan ve bunlara bağlı bulunan deliller.

edille-i taliye / edille-i tâliye

  • Huk: Örf, âdet, teâmül, istishab, asıl ve amel, maslahat-ı mürsele, kaide-i külliye, âsâr-ı sahabe ve âsâr-ı kibar-ı tabiîn gibi deliller.

edmas

  • Kaşlarının üç kısmı ince ve dipleri kalın; başının kılları ise az olan kimse.

edva

  • (Tekili: Da') İlletler, hastalıklar.

ef'al / ef'âl / افعال

  • (Tekili: Fiil) Fiiller, işler, ameller.
  • Fiiller, işler.
  • Fiiller, hareketler.
  • Fiiller. (Arapça)
  • Hareketler, eylemler. (Arapça)
  • Fiiller.

ef'al-i acibe-i ilahiye / ef'âl-i acîbe-i ilâhiye

  • Cenab-ı Allah'ın şaşırtıcı ve hayret uyandırıcı harika fiilleri.

ef'al-i hakimane / ef'âl-i hakîmâne

  • Hikmetli fiiller, işler.

ef'al-i hakime / ef'âl-i hakîme

  • Hikmetli fiiller; bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde olan işler, faaliyetler.

ef'al-i hasene / ef'âl-i hasene

  • İyi ve güzel ameller, fiiller, işler.

ef'al-i icadiye / ef'âl-i icadiye

  • Yaratılışa ait fiiller.

ef'al-i ihtiyariye / ef'âl-i ihtiyariye

  • Kulun irade ve isteğiyle yapılan davranışlar, fiiller.

ef'al-i ihtiyariyye / ef'âl-i ihtiyariyye

  • Kişinin kendi isteğiyle yaptığı işler, Kişinin kendi ihtiyârî fiilleri.

ef'al-i ilahiye / ef'âl-i ilâhîye

  • Kâinattaki varlıkları ortaya çıkaran İlâhi fiiller.

ef'al-i kulub / ef'âl-i kulûb

  • Kalbin işleri, kalbe doğan çeşitli duygu ve düşünceler. Arapça'da kalbî fiiller (bilmek, görmek gibi)

ef'al-i rabbaniye / ef'âl-i rabbâniye

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın fiilleri.

ef'al-i rahmaniyet / ef'âl-i rahmâniyet

  • Rahmeti sonsuz, yarattıklarını esirgeyip koruyan, şefkat eden ve rızıklandıran Allah'ın fiilleri.

ef'al-i rububiyet / ef'âl-i rububiyet

  • Allah'ın Rab isminin tecellisine ait fiiller.

ef'al-i seyyie / ef'âl-i seyyie

  • Kötü ve çirkin ameller, fiiller ve işler.

ef'al-i umumiye-i ilahiye / ef'âl-i umumiye-i ilâhiye

  • Bütün varlıklar âleminde varlıkları ortaya çıkaran İlâhî fiiller.

ef'al-i umumiye-i muhita / ef'âl-i umumiye-i muhîta

  • Herşeyi kuşatan genel fiiller, işler.

efal / efâl

  • Fiiller, işler.

efazıl / efâzıl

  • (Tekili: Efdal) Fâzıllar, faziletliler. Mümtaz ve çok bilgili kimseler.

efazıl-ı ukala / efâzıl-ı ukalâ

  • Akıllıların en ileri gelenleri.

efazıl-ı vükela-yı fiham / efâzıl-ı vükelâ-yı fihâm

  • Büyük vekillerin bilgilileri.

efkar-ı amme-i millet / efkâr-ı âmme-i millet

  • Kamuoyu, milletin fikir ve düşünceleri.

efrad-ı millet / efrâd-ı millet / اَفْرَادِ مِلَّتْ

  • Milletin fertleri, vatandaşlar.
  • Milletin fertleri.

efyal

  • (Tekili: Fil) Filler.

egoizm

  • Bencillik. Kendi menfaatını ön plâna alma. Her işi ve davranışta kendini düşünme. Bencillik, hem ahlâk, hem de dinde reddedilen kötü bir huydur. Bencillikten kurtulmanın çaresi, İslâm terbiyesidir. (Fransızca)

ehl-i beyt

  • Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın bütün âile fertleri. Mübârek zevceleri, çocukları, kızı hazret-i Fâtıma ile hazret-i Ali ve bunların mübârek evlâdları olan hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn'den kıyâmete kadar gelecek nesilleri.

ehl-i cehl

  • Bilgisizler, câhiller.

ehl-i gaflet

  • Gafletde olanlar. Gafiller.

ehl-i gayret ve hamiyet

  • Din, aile, millet, vatan gibi değerleri koruma duygusu ve gayretinde olanlar.

ehl-i hall ü akit

  • Bir ülkeyi yönetme, bir devlet başkanını seçme veya azletme yetkisine sahip kişiler, millet vekilleri.

ehl-i hükümet

  • Hükümete mensup kimseler, milleti idare edenler.

ehl-i keşf

  • His ve akılla anlaşılamayan şeylerin, kalbine doğduğu velî zâtlar.

ehl-i salib / ehl-i salîb

  • Haç sâhipleri. Târihte papalığın teşvikiyle müslümanlara karşı birleşerek seferler tertipleyen, milyonlarca insanın canına kıyan, devletlerin yıkılmasına sebeb olan hıristiyan milletler topluluğu, haçlılar, hıristiyanlar.

ehl-i sevahil / ehl-i sevâhil

  • Sahillerde yaşayanlar; geçimlerini denizcilik ve balıkçılıkla temin edenler.

ehl-i şuhud

  • Kâinatta tevhid delillerini aynen seyreden, İlâhi ve gizli sırlarını Hakkın izni ile gören şuhud ehli. Veli. (Farsça)
  • Görecek derecede kat'i kanaat sâhibi olan enbiyâ ve evliyalar. (Farsça)

ehl-i sünnet

  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) söz ve hareketlerine şüphesiz, kat'i ve sağlam delillerle uyan. Sahabe ve onlara tâbi' olanların mezhebi ve o mezhepte olan. Bunların muhaliflerine "ehl-i bid'a" veya "fırak-ı dâlle" denir. (Farsça)

ehl-i tahkik

  • Gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler.
  • Hakikatleri delilleri ile bilen âlimler.
  • Tahkik ehli.

ehl-i tahkik ve tetkik

  • Gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler.

ehl-i ukul / ehl-i ukûl

  • Akıllılar, akıl sâhibleri.
  • Akıllılar, akıl sahipleri.

ehl-i velayet ve tahkik / ehl-i velâyet ve tahkik

  • Maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini delilleriyle bilen Allah dostu âlim kimseler.

ehleb

  • Kuyruğu kıllı olan at.

ehliyet

  • Salâhiyet, elverişlilik. Kişinin borçlandırma ve borçlanmaya elverişli olması. Akıllı olmak, iyiyi kötüden ayırabilmek.

ejir

  • Akıllı, uyanık, açık göz. (Farsça)

ekalliyet

  • (Akalliyet) Bir hükümetin tebaiyyeti altında yaşayan, yabancı din ve milliyete mensub olup, ekseriyeti teşkil etmeyen halk. Azlık. Azınlık.

ekanim / ekânim

  • (Tekili: Uknum) Asıllar, rükünler, zatlar.
  • Asıllar, rükünler.

ekavil

  • (Tekili: Akvâl) Kaviller, sözler.

ekfa'

  • (Tekili: Küfv) Eşler, benzerler, denkler, eşitler, uygunlar, müsaviler, muadiller.

eklef

  • Yüzü çilli olan adam.
  • Koyu renkli arslan.

ekolali

  • yun. Psk: Sesleri taklit etme, yansıtma. Çocuk dünyaya geldiği zaman çevresinde konuşulan dilin seslerini çıkaramaz. Kendine mahsus sesleri çıkarır. Çevrede konuşulan dilleri dinleye dinleye çevredeki sesleri taklid etmeye başlar, bu taklid edebildiği sesleri sık sık tekrar eder. Meselâ: ba, ba, ba

ektad

  • Cemaatler, topluluklar, kalabalıklar, bölükler, takımlar.
  • Misaller, temsiller, örnekler.

ekyas

  • (Tekili: Kis) Kisler, para keseleri. Torbalar.
  • (Keys) Akıllı kimseler.

el-kürdi / el-kürdî

  • Kürt milletinden olan.

el-mudıll

  • (Bak. MUDILL)

el-müzill

  • (Bak. MÜZİLL)

elbab

  • (Tekili: Lübb) Akıllar.

elibba'

  • (Tekili: Lebib) Akıllılar, kâmiller, kemalât sahipleri, olgun kimseler.

elsine / السنه

  • (Tekili: Lisan) Diller. Lisanlar.
  • Lisânlar, diller.
  • Lisanlar, diller.
  • Diller, lisanlar. (Arapça)

elsine-i alem / elsine-i âlem

  • Dünya dilleri.

elsine-i enam / elsine-i enâm

  • Mahlukatın dilleri. Halkın dilleri.
  • Canlı varlıkların dilleri.

elsine-i garbiyye

  • Batı dilleri, garb lisanları.

elsine-i külliye

  • Küllî, kapsamlı diller.

elsine-i mahsusa

  • Özel lisânlar; kendilerine ait özel diller.

elsine-i muhtelife

  • Çeşitli ve birbirinden farklı diller.

elsine-i şarkiye

  • Doğu dilleri.

elsine-i semaviye / elsine-i semâviye

  • Semâvî diller; göklerdeki ve mânevî âlemlerdeki meleklerin ve ruhanî varlıkların konuştukları diller.

elsine-i terkibiye

  • Birbirine eklenen kelimelerle konuşulan diller. Terkibli ifâdesi çok olan, Arabçaya uymayan lisanların hususiyeti. (Arabî Lisanına "Tasrifî" denilir. Çünkü aynı kökten kelimeler rahatlıkla yapılmaktadır. Arabçaya bu hususta yetişen başka bir lisan yoktur.)

elsine-i terkibiye ve tasrifiye

  • Kök üzerine hace ilâveli ve fiil çekimli diller.

emarat-ı müteferrika

  • Birbirinden farklı emareler, ince deliller.

emhal

  • (Tekili: Mehl) Mehiller, mühletler, vâdeler, zamanlar, bir iş veya vazifenin yapılması için verilen fazla zamanlar.

emr-i itibari / emr-i itibârî

  • Hakikatta, hariçte vücudu olmayıp, var kabul edilen emir, iş. (İnsanın fiilleri, kesbi gibi.)

emr-i nisbi / emr-i nisbî

  • Kıyas ile olan emir. Öncekilerine veya diğerlerine göre olan iş veya emir veya hâdise. İllet-i tâmme istemiyen ve vücud-u haricisi bulunmayan emir.

emyal

  • (Tekili: Mil) Miller.

emyal-i bahriyye

  • Deniz milleri. 6080 kadem, yani 1852 metreden ibaret olan deniz mesafesi.

enacil

  • (Tekili: İncil) İnciller.

enaniyet / enâniyet

  • Kendini beğenip büyük görme, bencillik. Egoistlik.

enaniyet-i cahiliye

  • Cahillikten gelen gurur.

enaniyet-i nefsiye / enâniyet-i nefsiye

  • Nefsin bencilliği, kedini beğenmesi.

endad

  • (Tekili: Nidd) Benzerler. Emsâller.
  • Misiller. şerikler, eşler.
  • Benzerler, misiller.

engizisyon mahkemeleri

  • Fransa'da 16. ve 17. yüzyıllarda Hristiyan Katolik Mezhebine ait kiliselerden alâkayı kesen veya Papa'ya karşı gelenleri ağır işkence ve zor ölümlere mahkûm eden mahkemelere verilen isim.

enmas

  • Kaşının kılları az olan kişi.

ensal / ensâl / انسال

  • (Tekili: Nesl) Nesiller. Soylar. Zürriyetler. Sülâleler.
  • Nesiller.
  • Nesiller, kuşaklar.
  • Nesiller, kuşaklar. (Arapça)

ensal-i ati / ensâl-i âti

  • Gelecek nesiller.

ensal-i atiye / ensâl-i âtiye

  • Gelecek nesiller.

enuşa

  • Mecusi mezhebi. (Farsça)
  • Sevinç, sürur, neş'e. (Farsça)
  • Adalet, âdillik, doğruluk, hakdan ayrılmamaklık. (Farsça)

erabet

  • Akıllı, zeyrek ve uslu olma.

erazil / erâzil / اراذل

  • (Tekili: Erzel) Reziller, namussuzlar, yüzsüzler.
  • Reziller, aşağılıklar. (Arapça)

ercel

  • Büyük ayaklı kişi.
  • Ayakları siğilli olan at.

eris

  • Zeki, akıllı, uyanık, zeyrek, uslu. (Farsça)

ermeni

  • Eskiden batı Asya'nın kuzey kısmında ve Avrupa'nın Asya'ya komşu olan bazı yerlerinde dağınık şekilde yaşayan bir milletti ki, İranlılar ve Romalılar tarafından birçok defa mağlub edilmeleri üzerine çeşitli yerlere dağılmışlardır. Ve bu dağılma sonucunda büyük şehirlere de yerleşerek san'at, kuyumcu

erzail / erzâil

  • Reziller, alçaklar.

erzal / erzâl

  • (Tekili: Rezil) Reziller. Kepâzeler. Herkesten hakaret ve nefret görenler.
  • Reziller.

eş'ar

  • (Tekili: Şa'r) Kıllar. Tüyler. Tüycükler.
  • (Şiir) Şiirler, manzum ve güzel yazılar.

esahh

  • En sahîh, en sıhhatli, en doğru olan. Bir mes'elenin hükmü hakkında müctehid âlimlerin kavillerinden (sözlerinden, ictihadlarından) en doğru olanı. "Esahh" sözü, "sahîh, doğru" sözünden daha kuvvetlidir.
  • En sahih. Çok doğru. İllet ve kusurdan çok uzak ve beri olan.

esaret

  • Esirlik. Kölelik. Kullara kendini teslim etmiş olmak. Başka milletten olanlara boyun eğmek.

esasat / esâsât / اساسات

  • Asıllar, esaslar. (Arapça)

esasiyye

  • Asılla temelle alâkalı. Esasa ait ve müteallik.

eşaviz

  • Halk. Millet. Nâs.

esbab-ı sübutiye

  • İsbata yarıyan sebepler. Sübut delilleri.

eser

  • Serçe kuşu. Usfur.
  • Göbeğinde illeti olan.

esfel-i safilin / esfel-i sâfilîn

  • Sefillerin en sefili. Cehennem'in en aşağı tabakasındakiler.

eshab-ı fil / eshâb-ı fîl

  • Peygamber efendimizin doğmasına yaklaşık iki ay kala Kâbe'yi yıkmak için Mekke yakınlarına kadar gelen, fakat Allahü teâlânın gönderdiği Ebâbîl kuşlarının üzerlerine bıraktıkları mercimek büyüklüğündeki taşlarla perişân olan Ebrehe ve içinde bir çok fillerin de bulunduğu ordu.

esirre

  • Tahtlar, oturulacak yerler.
  • Milletin belli başlı ileri gelenleri.

eşkal / eşkâl / اشكال / اَشْكَالْ

  • (Tekili: Şekil) Şekiller, kılık.
  • Şekiller, biçimler.
  • Şekiller.
  • Şekiller (Arapça)
  • Şekiller.

eşkal-i habise / eşkâl-i habîse

  • Kötü ve çirkin şekiller.

eşkal-i hayat / eşkâl-i hayat

  • Hayatın şekilleri.

eşkal-i muntazama / eşkâl-i muntazama

  • Düzenli şekiller.

eşkal-i zeman / eşkâl-i zeman

  • Zamanın şekilleri.
  • Ahmet Rasim'in bir romanı.

eskam

  • (Tekili: Sakam) İlletler, hastalıklar, dertler.

esma-i fiiliye / esmâ-i fiiliye

  • Cenâb-ı Hakkın fiillerine ait isimler.

esnaf

  • Sınıflar. Sıralar. Türlüler, menbalar, menşe'ler, asıllar, esaslar.

esnah

  • (Tekili: Sinh) Kökler, menbalar, menşe'ler, asıllar, esaslar.

esr

  • Esir etmek.
  • Muhkem bağlamak.
  • Takviye etmek.
  • Göbeğinde illeti olan.

et-tahiyyatü

  • Bütün mahlukatın hayatları, kal ve hâl dilleri ile Hâlıkları olan Allah'a (C.C.) karşı yaptıkları hamdler, şükürler, mânevi hayat hediyeleri.

etbautebe-i tabiin / etbautebe-i tâbiîn

  • Sahâbe ve Tâbiînden sonra Peygamber efendimizin övdüğü nesillerden üçüncüsü olan Tebe-i tâbiîni görenler.

etfal / etfâl

  • (Tekili: Tıfl) Çocuklar, tıfıllar.
  • Tıfıllar, çocuklar.

etnografya

  • (Etnografi) yun. Kavmiyyat. Kavimlerin, milletlerin gelişmesini, terakkisini ve has vasıflarını inceleyen, onların kültürlerinden bahseden ilim kolu.

evbaş

  • Mahalle çapkını. Şahısların rezilleri.
  • Muhtelif yerlerden gelmiş, toplanmış bir cemaat, bir bölük.

evceh-i akval / evceh-i akvâl

  • Sözlerin en uygunu, kavillerin en münasebetlisi.

evtaf

  • Kirpikleri uzun ve kaşı kıllı olan kimse.

evveliyat

  • Başlangıçlar. Mukaddemat. İlk öndekiler. İbtidaki cihetler.
  • Her akıllının tereddütsüz tasdik ve kabul edeceği hususlar.
  • Man: Mücerred mevzu ve mahmulleri arasındaki nisbet tasavvur edilince aklın kat'iyyetle teslim ve tasdik ettiği kaziyeler.

ezebb

  • Saçları uzun ve kaşlarının kılları çok olan adam. (Farsça)

ezhan-ı avam / ezhan-ı avâm

  • Avamın zihinleri; sıradan halkın akılları.

ezille

  • Zeliller, alçaklar.

ezlem

  • Boğazı altında sarkık uzun kılları olan keçi.

eznem

  • Kulakları ucunda sarkık uzun kılları olan keçi.

ezyal / ezyâl / اذیال

  • (Tekili: Zeyl) Ekler. İlâveler. Zeyiller.
  • Zeyiller, ekler.
  • Ekler, zeyiller. (Arapça)
  • Kuyruklar. (Arapça)

faalet

  • (Tekili: Fâil) Fâiller, özneler, iş yapanlar.

faaliyet-i kudret

  • Allah'ın sonsuz kudretiyle ortaya çıkan fiiller, işler.

fahim

  • Akıllı. Anlayışlı.

farih

  • (Çoğulu: Fevârih-Füreh) Gayretli davar.
  • Akıllı kişi.

fariza-i cihad

  • Cihad farzı; din uğrunda, Allah için çeşitli şekillerde mücadele etme zorunluluğu.

fasahat / fasâhat

  • Güzel ve açık konuşma, uzdillilik, iyi söz söyleme kabiliyeti.

fasıl / fâsıl

  • Fasıllara ayıran. Kısım kısım eden.

fatın

  • (Fıtnat. dan) Fıtnat sahibi, zihni açık, uyanık. İleri derecede akıllılık.

fatin

  • (Fıtnat. dan) Anlayışlı, akıllı, zeki, uyanık.

fatin-ül asr

  • Asrın en zeki, anlayışlı ve akıllısı.

fatinü'l-asr / fatînü'l-asr

  • Asrın en dâhisi, en akıllısı.

fatinülasr / fâtinülasr

  • Asrın en akıllısı.

faz'

  • Şiddet.
  • Miktarından tecâvüz etmek, ölçüsünü aşmak. Rezillik etmek.

fazh

  • (Faziha-Fazâha) Rüsvaylık, rezillik.
  • Yarmak.

faziha / fazîha / فضيحه

  • Rezillik, skandal. (Arapça)

fe

  • (Buna ta'kib edâtı denir) "Sonra, hemen" mânalarını ifâde için fiillerin başına getirilen edât harfi. Bazan mecaz olarak vav yerinde de kullanılır.

fecr

  • Tan yerinin ağarması. Şafak. Sabah vakti, güneş doğmadan evvel şarkta hâsıl olan kızıllık.
  • Bir şeyi genişçe ikiye ayırmak.
  • Günah işlemek. Fücur ve fısk işlemek. Yalan söylemek.
  • Tekzib eylemek.
  • İsyan ve muhalefet eylemek.
  • Haktan sapmak. Meyletmek.
  • <

fehhe

  • Zillet, horluk.
  • Yaramaz söz.

fehim / fehîm

  • (Fehm. den) Anlayışlı, akıllı, zeki (kimse.)

felek

  • Gök, gök katı, devir.
  • Tâli', baht.
  • Büyük ve dâirevi olan şey.
  • Her gök seyyaresinin gezdiği âlem.
  • Dünyâ, âlem,
  • Bir zilli âlet.
  • Yuvarlak kütük, kızak. (Felek her türlü esbab-ı cefasın toplasın gelsin Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten

fenafillah

  • (Fenâ fillâh) Tas: Abdin zât ve sıfâtının, Hakk'ın zât ve sıfâtında fâni olması. Başka bir ifade ile: Dünya alâkalarını külliyen kat' ve ehadiyet dergâhına tam bir teveccühle istiğrak haletidir. Sofi, bu maksada erebilmek için her şeyi terk eder.

fenn-i kitabet

  • Çeşitli yazı usûl ve şekillerini öğreten ilim.

fenn-i münazara

  • İleri sürülen delilleri ve fikirleri tetkik ederek fikirlerin münasebet ve adem-i münasebetini göstererek cevap vermek san'atı.

ferahe

  • Zeyreklik. Çok akıllılık. Davarın gayretli olması.

fetanet / fetânet

  • Peygamberlerde bulunması lâzım olan sıfatlarından biri. Peygamberlerin; bütün insanların en akıllısı, en zekîsi ve en anlayışlısı olmaları.

fevasıl / fevâsıl

  • Fasıllar, bölümler.
  • Fasıllar, bölümler.

fi'l-i mürekkeb

  • Gr: Yardımcı bir fiille birleşerek tek kelime hükmüne geçen fiil. Birleşik fiil. (Vurabilmek, yazabilmek, okuyabilmek gibi.)

fi'liyat

  • İş olarak yapılan şeyler, işler, fiiller.

fial

  • (Tekili: Fiil) Fiiller, yapılan şeyler.

fiil-i ilahi / fiil-i ilâhî

  • Allah'a ait fiiller.

fiilen

  • Fiille, iş ile.
  • Fiille, davranış ve hareketlerle.

fiili / fiilî

  • Fiille ilgili.

fiiliyat / fiiliyât

  • Fiiller, uygulamalar.
  • Fiiller, işler.

fıkarat / fıkarât

  • (Tekili: Fıkra) Kıssalar, fıkralar, küçük hikâyeler.
  • Fasıllar, bölümler, kısımlar.
  • Cümleler, parağraflar.
  • Omurga kemiklerindeki boğumlar.

fıkıh

  • (Fıkh) Derin ve ince anlayış. Bir şeyi, hakkı ile, künhü ile bilmek. İnsanlar arasındaki ilişkilerle ilgili olarak dinî hükümleri ayrıntılı delilleriyle bilmek. Müslümanlar, müslüman olmaları itibariyle Allah'ın emirlerine tâbidirler, uyarlar. Fıkıh ilmi, hangi şartlarda Allah'ın hangi emrin

fikr-i milliyet

  • Milliyetçilik düşüncesi.

fırka-i dalle / fırka-i dâlle

  • Âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere kendi görüş ve akıllarına göre mânâ vererek, doğru yoldan ayrılıp dalâlete (yanlış ve bozuk yollara) sapmış fırkalardan her biri.

fıskıye

  • Suyu muhtelif şekillerde yukarıya doğru fışkırtan ve ekseriya havuzların ortasında yapılan borunun üzerindeki aletin adıdır. Buna, Arapçası olan fevvare denildiği gibi, Türkçe olan fışkırak da denilir.

fitil

  • Eskiden ağırlık ölçüsü olarak kullanılan dirhemin kesirlerinden biri. Dirhemin dörtte birine: denk; dengin dörtte birine: Kırat; Kıratın dörtte birine: Fitil denilir.
  • Eski Fitilli tüfeklerin namlusundaki baruta ateş vermek için kullanılan kükürtlü ip veya kaytan parçası.
  • Topa

fıtnat

  • Cibillî ve fıtrî ve âni anlamak ve idrak etmek.
  • Hikmet.
  • Zekâvet, basiret, tedbir, fatânet, zeyreklik. Fıtnet diye de okunur. (Zıddı: Gabâvet'tir.)

fıtne

  • Akıllılık. İdrak ve anlayışı kuvvetli olmak.

fuala

  • (Tekili: Fâil) Fâiller, özneler, işi yapmış olanlar.

fudala

  • (Tekili: Fazıl) Faziletliler. Fâzıllar.

fürs

  • Farslılar, Fars milleti.
  • Eski İran.

fusul / fusûl / فصول

  • (Tekili: Fasıl) Fasıllar. Mevsimler. Bölükler. Kısımlar.
  • Fasıllar, mevsimler.
  • Bölümler, kısımlar.
  • Fasıllar, mevsimler, kısımlar.
  • Fasıllar, bölümler. (Arapça)
  • Mevsimler. (Arapça)

füyul

  • (Tekili: Fil) Filler.

gaflet

  • Gafillik, boş bulunma, dalgınlık, ihtiyatsızlık.

gar

  • (Ger) Kelimeye eklemekle nisbet veya fâillik mânası verilir. Yapan, yapıcı mânasınadır. (Farsça)

garaib-i hilkat / garâib-i hilkat / غَرَائِبِ خِلْقَتْ

  • Yaratılışın görülmedik şekilleri.

garaz

  • (Çoğulu: Ağraz) Maksat, niyet, gaye, kasıt. Kötü niyet. Kin.
  • Ok atılan nişan.
  • Izdırab. Acı.
  • Zelillik.

gavafil

  • (Tekili: Gafile) Gafiller, gaflette bulunanlar.

gavga

  • Çekirge.
  • İnsanların rezilleri. Adi, aşağılık olan kimseler.

gaza / gazâ

  • Din vatan ve millet gibi mukaddes değerler uğruna yapılan cihat ve mücadele.

gazel-sera

  • Nazım şekilleri arasında gazel meydana getiren. (Farsça)

gazgaza

  • Zillet, aşağılık.
  • Eksik, noksan.

gevedan

  • Çoğunlukla Van, Hakkari ve Şırnak illerinde yaşamakta olan aşiretlerden birisi.

geylani / geylanî

  • Seyyid Abdulkadir-i Geylanî, Gavs-ül A'zam, Gavs, Kutub gibi mecâzi nâm ile bilinen bu zât (Hi: 470-561) yılları arasında yaşamış ve Kadirî Tarikatının müessisidir. Müteaddid müridlerinden bir çoğu sonradan veli olarak meşhurdurlar. Derslerinin te'siriyle birçok Hristiyan ve Museviler Müslüman olmuş

grafik

  • yun. Bir hâdisenin gidişatını göstermek, birkaç şey arasında karşılaştırma yapmak için çizgi ve şekillerle yapılan rakamlı cetvel.

grev

  • İşçilerin isteklerini işverene kabul ettirmek için, işlerini hep birlikte bırakmaları.İslâmiyette işçi hakları çok ciddi korunmakla beraber, grev ve benzeri hareketlere başvurulması istenmez. Çünki grev, millî gelire zarar verdiği gibi, sosyal grupları doğurmakla boğuşmalarına ve dolayısıyla da mill (Fransızca)

gudat

  • Ayıp, zillet, noksanlık.
  • Ter u taze olmak.

güruh-u hazele ve rezele

  • Alçaklar ve reziller topluluğu.

gurur-u milli / gurur-u millî

  • Millî gurur.

gurur-u milliye

  • Millî gurur.

habir

  • Haberli. Haberdar. Agâh. Âlim. Arif-i billâh.
  • Herşeyi bilen Allah (C.C.)

hablü'l-metin-i milliyet / hablü'l-metîn-i milliyet

  • Kopmaz bir bağ ile insanları birbirine bağlayan milliyet, millî özellikler.

haca

  • Haris olmak.
  • Akıllı.

hace-i evvel / hâce-i evvel

  • Milletin ilmen ve fikren terakki etmesi için, çeşitli bilgileri, halkın rahatlıkla anlayabileceği bir lisan ile yayan kimse.

hadd-i zina / hadd-i zinâ

  • Akıllı olan, ergenlik çağına gelen ve konuşabilen müslüman veya müslüman olmayan kadın ve erkeğe, dâr-ül-İslâm'da (İslâm memleketinde), tehdîd edilmeden, arzûlariyle, zinâ yaparken yakalandıklarında verilmesi gereken cezâ.

hadim / hâdim

  • (Hidmet. den) (Çoğulu: Huddâm) Hademe, hizmetçi, hizmet eden, işe yarayan.
  • İmân ve İslâmiye'te ve millete faydalı olmağa çalışan.
  • Erkekliği yok edilmiş olanlar. Bunlardan saraylarla büyük kişilerin konaklarında çalışanlara Hadim ağası denilirdi. Osmanlı İmparatorluğunda bunla

hadisat-ı ümem-i salife / hâdisât-ı ümem-i sâlife

  • Geçmişteki milletlerin başına gelen hâdiseler.

hadra

  • (Müennestir) Yeşillik.
  • Sebze. En yeşil. Pek yeşil.
  • Yeşillik, yeşil.

hadravat / hadravât

  • Yeşillikler.
  • (Tekili: Hadrevât) (Hadrâ) Yeşillikler, yeşillik.
  • Yeşillikler.

hafat

  • (Tekili: Hâfe) Sahiller, deniz kenarları, kıyılar.

hain-i millet

  • Millete ihanet eden.

hakaik-i müberhene ve ilmiye

  • İlmî ve delillerle ispatlanan hakikatler, gerçekler.

hakikat-i milliyet

  • Millî yapıları.

hakimiyet-i millet / hâkimiyet-i millet

  • Millî egemenlik.

hakimiyet-i milliye / hâkimiyet-i milliye

  • Millî egemenlik (İslâm dini, şeriatı ve inancının egemenliği).

haksari / hâksarî

  • Perişanlık, düşkünlük, rezillik.

halık-ı ef'al / hâlık-ı ef'âl

  • Fiillerin yaratıcısı.

halk-ı ef'al / halk-ı ef'âl

  • Mu'tezile fırkasının bir tabiridir. Hayvan ve insanların, kendi fiillerinin hakiki müessiri olduğunu iddia etmelerine verilen isimdir. (Bu iddiâlarını Ehl-i Sünnet ulemâsı müsbet delillerle reddetmiştir.)
  • Fiillerin halkedilmesi, yaratılması.

hamdele

  • "Elhamdülillah" demenin kısaca ismi. Bu sözün masdar haline getirilip kısaltılması.
  • Elhamdülillah ifadesinin ismi.
  • Elhamdülillah veya bu mânâdaki sözler. Elhamdülillah sözünün mânâsı, Allahü teâlâya hamd olsun, ben her hâlimde O'ndan memnûnum demektir.
  • Elhamdülillah sözü.

hamele-i kur'an / hamele-i kur'ân

  • Kur'ân davasını omuzlayan, onu sonraki nesillere ulaştıran.

hamiyet

  • Gayret.
  • Nâmustan gelen gayretle utanma veya kızma.
  • İstinkâf etmek.
  • Mukaddesatı ve milletin haklarını, mâmus ve haysiyeti korumak hususlarında gösterilen gayret ve ihtimam hasleti. İman ve İslâmiyeti ve Hz. Peygamber'in (A.S.M.) Sünnet-i Seniyyesini ve din ve mücahede
  • Din ve millet gibi önemli değerleri koruma ve bunlara hizmet etme duygusu.

hamiyet-füruş

  • Kendini beğenerek vatanı ve milleti koruma noktasında çok gayretli olduğunu iddia eden.

hamiyet-i aliye / hamiyet-i âliye

  • Din, millet gibi mukaddes değerleri en üst düzeyde koruma duygusu ve gayreti; millî onur ve haysiyet.

hamiyet-i cahiliye / hamiyet-i câhiliye

  • Câhillikten gelen ırkçılık gibi bâtıl inanışları koruma gayreti. (Farsça)
  • Cenab-ı Hakk'ın ve Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) nehyettiği ve hak dine uymayan eski ve kötü inançları muhafaza gayreti. (Farsça)

hamiyet-i diniye-i milli / hamiyet-i diniye-i millî

  • Dinî ve millî esasların harekete geçirdiği hamiyet ve gayret duygusu.

hamiyet-i milliye

  • Millî fedakârlık.

hamiyet-i milliye ve vataniye

  • Millet ve vatan için gösterilen fedakârlık, gayret.

hamiyetperver / حَمِيَتْپَرْوَرْ

  • Din, millet gibi üstün değerleri koruma gayretinde olan.
  • Vatan ve milleti için gayret gösteren.

hamiyyet

  • Dîni, milleti himâye etmekte, korumakta, şerefini savunmakta tenbellik etmeyip, bütün kuvveti ile gayret etmektir.

harabiyet

  • (Harabî) Yıkılma. Yıkılış. Parçalanıp dağılış. Zillet ve sefalet içinde

harbiye nazırı

  • Askerlik işleriyle alâkalı dairenin başında bulunan memura verilen ünvandır. Kuva-yı Milliyenin Anadolu'da kurduğu hükümette "Milli Müdafaa Vekili" adını taşıyan bu ünvan, Osmanlı Hükümetine 1908 Temmuz inkılâbı arifesinde kurulan Said Paşa kabinesiyle girmiştir. Ondan evvel "Serasker" adını taşıyor

harbiye nezareti

  • Osmanlı Devletinde Harb Bakanlığı, bugünkü Millî Savunma Bakanlığına verilen ad.

harc

  • Gider, sarfiyat, bir iş için kullanılan madde.
  • Vergi.
  • Çıkmak.
  • Yeni çıkan bulut.
  • Yemâme vilayetinde bir yer.
  • Ecir.
  • Buğday. (Dinimizde lüzumsuz harcamak, israf haramdır. Zillet ve fakirliğe sebeptir.)

harekat-ı milliye / harekât-ı milliye

  • Millî mücedele hareketleri.

harf

  • Ağızdan çıkan her bir sese âit verilen işaret. Alfabeyi meydana getiren şekilli çizgilerden herbiri.
  • Müstakil bir mânâya değil de başka harflerle birleşerek, başka muayyen ve müstakil çok mânaların ifadesi için kullanılan şekil. Başkasının mânalarını gösteren işaret.
  • Vecih, ü

harik

  • Zeyrek akıllı kimse.

hars-ı ırki / hars-ı ırkî

  • Milli maarif, ırkî hars.

hasb

  • (Haseb) Birisinin sülâlesi cihetinden iftihar yolu ile saydığı iyilik. Mal, din, millet. Kerem, fiil ve amelde yüksek şeref, iyi iş, sâlih amel. Şeref, asalet, şan, kadr ve haysiyet.
  • Dolayı, cihetiyle, gereğince.

haşel

  • Bayağılaşma, rezil olma. Bayağılık, rezillik, âdilik.
  • Her nesnenin kötüsü.

haşem

  • Burun içinde olan bir illettir ve kokuyu değiştirir.
  • Genzin tıkanıp burnun koku almaması.
  • Etin kokması.

hasılat-ı seneviyye / hâsılat-ı seneviyye

  • Senelik kazançlar, yıllık gelirler.

hass

  • Azlık, kıllet.

haste-gi / haste-gî

  • Rahatsızlık, hastalık, maraz, illet. (Farsça)

hatai

  • Tezhib ıstılahlarındandır. Resim gibi tabiatı taklid ederek yapılmayıp, san'atkârlar arasında kabul edilen çeşitli gül şekli gibi irili ufaklı yapılan şekiller.
  • Türkistan'da Hatay şehrinde imal edilen bir cins dayanıklı kâğıt.

hatemkari / hatemkârî

  • Bir sathın "yüzeyin" üzerine süs şekilleri oyarak meydana getirilen boşlukları, o satha benzeyen başka bir madde veya mâdenle doldurmak suretiyle yapılan tezyinât.

hatm-i tehlil / hatm-i tehlîl

  • Yetmiş bin adet kelime-i tevhîd yâni "Lâ ilâhe illallah" okumak. Kelime-i tevhîde, kelime-i tayyibe de denir.

havleka

  • "La havle velâ kuvvete illâ billah" demek.

havli / havlî

  • Bir yıllık.

hayal / hayâl

  • (Çoğulu: Hayâlât) Zihnen tasarlanan şey. Hakikatı bilinmeyip akılla tasarlanan veya gölgeli görünen şey.
  • Asıl olmayan ve akıldan geçen fikir.
  • Bir şeyi gördükten sonra veya görmeden önce zihinde şekillendirme. Hâfızanın yardımıyla zihinde bir şeyler canlandırma.

haysiyet-i milliye

  • Millî haysiyet, şeref.

hazıkıyyet

  • Mâhirlik, ehillik, ustalık, hâzıklık.

hazım / hâzım

  • İhtiyatlı, akıllı, işinde gözü açık olan.

hazine-i millet

  • Millet hazinesi.
  • Maliye idaresi.

hazravat / hazravât

  • Yeşillikler.
  • Yeşillikler.

hazrevat

  • (Hadravat, Hadrâ) Yeşillik.
  • Gökyüzü, felek. Asuman.

hebt

  • (Hübut) İniş. Aşağı inme.
  • Aşağı indirme. Bir yere inip konmak.
  • Nüzul, illet, maraz.
  • Zayıflama.
  • Bir memlekete birisini dâhil ettirmek.
  • Eksiltmek.
  • Kötü bir hale uğratmak.

hecr-i cemil

  • Kalben ve fikren onlardan uzak durup fiillerinde onlara uymamakla beraber, kötülüklerine karşılık vermeğe kalkışmayıp müsamaha, idare ve güzel ahlâk ile hüsn-i muhalefet etmek.

hevadi / hevadî

  • (Tekili: Hâdî) Rehberler, deliller, kılavuzlar.
  • Hidayet edenler, istikametli ve selâmetli yolu gösterenler.

hevan

  • Hakaret, zillet, alçaklık, zelillik, aşağılık, horluk.

hey'et

  • Şekil. Suret. Görünüş.
  • Birlik teşkil eden şahısların mecmuu.
  • Gök ve yıldız ilmi. Astronomi.
  • Duruş, vaziyet, keyfiyet. Tabiat ve cibilliyet. Bir şeyin cibilli vaziyeti.

hey'et-i vekile

  • Vekiller hey'eti, icra vekileri hey'eti. Bakanlar Kurulu. Başbakanın riyaset ettiği heyet.

heyet-i vükela / heyet-i vükelâ

  • Vekiller heyeti, Bakanlar Kurulu.

heylele

  • "Lâ ilâhe illâllah" demek.

hica

  • Akıllı.
  • Münasib, lâyık.

hicr

  • Men etmek; akıl ve bâliğ olmamış çocuk, deli, bunak, sefih yâni malını kötü yere harcayan ve borçlu gibi kimseleri, tasarruf-i kavlîsinden yâni alış-veriş, kirâlama, havâle, kefillik, emânet ve rehin alıp-verme, hibe gibi işlerin tasarruflarından men' etme.
  • Dostluğu bırakmak, dargın

hidemat-ı amme / hidemat-ı âmme

  • Umuma ait vazifeler. Kamu görevleri. Millete fayda veren hizmetler.

hilafet / hilâfet

  • Birinin yerini tutma.
  • Peygamberin vekilliği, halifelik.

hilafet-i nübüvvet / hilâfet-i nübüvvet

  • Peygamberimizden sonra devam eden peygamberlik varisliği, vekilliği; tebliğ görevi.

hılal

  • (Çoğulu: Ahılle) Diş arasını ayıklamakta kullanılan nesne. Dostluk.

hill

  • Hac veya umre için ihrâma girilen mîkât denilen yerler ile Harem yâni Mekke şehri sınırı arasına verilen ad. Harem adı verilen yerde ihramlı iken yapılması haram (yasak) edilen şeyler, burada helâl olduğu için Hill adı verilmiştir. Hill'in Mekke-i mü kerremeye en yakın yeri batı taraftaki Ten'im den

hillet

  • (Çoğulu: Hillel - Hilâl) Samimi ve cân-ı gönülden olan dostluk. En güzel takdir edici ve samimi arkadaşlık.
  • Kılınç gediği.
  • Nakışlı deri.
  • Ağızda bâki kalan dişler.
  • Dişler arasında kalan yemek artığı.

hindi / hindî

  • Hind'e ait.
  • Hind ahalisinden olan, Hindli.
  • Bugün konuşulan Hind dillerinin en yaygın ve tanınmış olanı.
  • Güzel sanatlarda kullanılan ve Hind'de yapıldığı için de bu ismi alan bir kağıt cinsi.

hıred-mend

  • (Çoğulu: Hıredmendân) Akıllı, anlayışlı. (Farsça)

hıred-mendi / hıred-mendî

  • Akıllılık.

hıred-pesend

  • Akıllı, zîakıl, düşünen.

hıredmend / خردمند

  • Akıllı. (Farsça)

hırka-i saadet dairesi

  • İstanbul'da Topkapı Sarayı'nda "mukaddes emanetlerin" bulunduğu yer. Burada yüzyıllardan beri, başta Peygamberimiz Hz.Muhammed'in (A.S.M.) hırkaları olmak üzere İslâmî nitelikte birçok mukaddes eşya saklanmaktadır. Bu eşya Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim tarafından, Mısır'ın fethinden (1517) son

hiss-i milli ve dini / hiss-i millî ve dinî

  • Dinî ve millî his.

hisset

  • Cimrilik. Bahillik. Tamahkârlık.
  • Alçaklık.

hitan / hîtan

  • (Tekili: Hâit) Duvarlar. Mânialar, hâiller, engeller.
  • Avlular.

hizb-üş şeytan

  • Şeytana ve nefislerine tâbi olanların grubu. Allah'ın kanun ve nizamına tâbi olmadan kafalarına güvenerek ve nefsanî arzularına uyarak gitmek isteyenler. Milleti, memleketi ve mukaddesatı yıkmağa çalışan ve ahlâksızlığa alıştıranların ve dinsizlerin topluluğu ve cereyanı.

hızk

  • Zeyreklik, akıllılık.
  • Ustalık, mahâret.

hizmet-i imaniye

  • İmana ait hizmet. İman ve Kur'an hakikatlarının mukni ve ilmi delillerle anlaşılmasına hizmet etmek; neşrinde, tebliğinde çalışmak.

hizmet-i milliye

  • Millî hizmet.

hizmet-i milliye ve vataniye

  • Millete ve vatana hizmet.

hizmet-i vataniye ve milliye

  • Millet ve vatan için yapılan hizmet.

hodbinlik

  • Kendini görme, kendini düşünme; bencillik.

hodendişlik

  • Kendi için kaygılanma, endişe etme; kendini düşünme; bencillik.

hodgamlık / hodgâmlık

  • Bencillik.

horluk

  • Hakaret, zillet.

hoşgu / hoşgû

  • Hoş konuşan, tatlı dilli. Konuşmaları kırıcı olmayan. (Farsça)

hücec / حجج

  • (Tekili: Hüccet) Deliller, senedler, vesikalar.
  • Deliller, belgeler. (Arapça)

hücec-i hattiye

  • Huk: Yazılı deliller. Bunlar tezvir ve tasni şüphesinden sâlim olduğundan onunla amel edilebilir, yani hükme medar olur, başka vech ile sübuta ihtiyaç kalmaz. (Beraetler, mahkeme kararları, tescil edilen vakriye gibi.)

hucub

  • (Tekili: Hicab) Perdeler, hicablar, hâiller.

hudaret

  • Yeşillik. Sebze.

hudperestlik

  • Bencillik, kendini düşünme. (Farsça - Türkçe)

hudr

  • Yeşillik.
  • Yeşillik.

hudret

  • Yeşillik.
  • Yeşil renklilik.

hükm-i vicahi / hükm-i vicahî

  • Huk: Tarafların her ikisinin de veya vekillerinin hazır bulundukları hâlde verilen hüküm.

hukuk-u milel

  • Beynelmilel hukuk. Milletlerarası hukuk.

hükumet / hükûmet

  • Bir memleketi idare edenler. Vekiller hey'eti. Devlet.

hükumet-i milliye / hükûmet-i milliye

  • Millî hükümet, idare.

hulk

  • Huy. Ahlâk. Tabiat. Yaratılıştan olan haslet. Seciyye. Cibilliyet.
  • İnsanın doğuştan veya sonradan kazandığı ruhî ve zihnî hâller.

hullet

  • (Bak. HİLLET)

humret / حمرت

  • Kırmızılık. Kızıllık. Masumane şefkat.
  • Kırmızılık, kızıllık. (Arapça)

humret-i şafak

  • Şafak kırmızılığı, şafak kızıllığı.

huni / hunî

  • Kanlı, kan dökmeye meyilli. (Farsça)

hünkar mahfili / hünkâr mahfili

  • Eskiden camilerde padişahlar için yapılmış olan yerler. Bu mahfiller camilerin zemininden yüksek olarak yapılır ve caminin iç kısmını görmek için kafes konulurdu. Bunun haricinde kafesin birkaç yerinde 20-30 cm. en ve boyunda açılabilir küçük pencereler de bulunurdu.

hunu'

  • Horluk, zelillik, alçaklık.

hurkat

  • Cehalet, câhillik, akılsızlık, bilmezlik.

huşdar

  • Akıllı, uslu. (Farsça)

huşmend

  • (Çoğulu: Huşmendân) Akıllı, aklı başında. (Farsça)

huşmendane / huşmendâne

  • Akıllıca, aklı başında olarak. (Farsça)

hüsnünün letaifi / hüsnünün letâifi

  • Fiillerdeki güzelliğin hoşluğu, şirinliği.

hususat

  • (Tekili: Husus) Hususlar, bakımlar, işler. Tarzlar, şekiller. Mes'eleler. Maddeler.

hüşyar

  • Uyanık, akıllı, zeki. Ayık. Uslu.

huşyar / huşyâr / هشيار

  • Akıllı. (Farsça)

hüşyarane

  • Akıllıcasına. (Farsça)

hüşyari / hüşyarî

  • Hüşyarlık, akıllılık. (Farsça)

hutuvat-ı sitte

  • Altı adım. (Kur'an-ı Kerim'deki "Hutuvat-üş şeytan" tabirinden istifaze ile, şeytanların ve onların insî mümessilleri olan şerir insanların fitnekâr ve dalâlete sevkedici adımları, izleri ve desiseleri gibi mânalarla alâkalı olarak "bir mühim eser"e verilen isim) Şeytanın altı desisesi.

huzret

  • Yeşillik. Ter ü tazelik.

i'lal

  • Harf-i illetlerin kolaylık için başka harfe değiştirilmesine denir. ( ) nin ( ) olduğu gibi.

i'rab

  • Düzgün konuşmak ve hakikatı açıklamak.
  • Gr: Kelime ve fiillerin sonunda bulunan harf veya harekelerin değişmesi ve bu değişikliği ve sebeblerini öğreten ilim.

i'tikal

  • Zorlaşma, müşkilleşme.

i'tilal

  • (İllet. den) Hasta olma.
  • Hastalanma.
  • Bahane etme.
  • Her şeyden vazgeçip tek bir şeyle meşgul olma.

i'timam

  • (İtimam) Başına sarık sarmak.
  • Ortalık yeşillenmek.
  • Miğfer giymek.

ianat-ı milliye / iânât-ı milliye

  • Millî yardımlar.

ianat-ı milliye-i islamiye / ianât-ı milliye-i islâmiye

  • Millî ve İslâmî yardımlar.

ibrahim bin edhem

  • Babası Belh Şehrinin Pâdişahı idi. Hicri 2. asırda yetişmiş büyük bir veliyullahtır. Bir çok kerametleri görülmüş, Allah rızası yolunda dünya saltanatını terk ederek fakirliği kabul etmiş ve bütün ömrünü ibadet ve taat ile geçirmiştir. Kerametleri dillere destandır.

ibrahim hakkı

  • (K.S.) : Hi: 12. asırda yaşamış büyük âlim ve mutasavvıftır. Hasankale'li olup en son Tillo'da yaşamıştır. Marifetname isimli meşhur eseri vardır.

ibtizaz

  • İhtiyacdan dolayı zillet ve hakaretlere tahammül etme.

icare-i müsanehe

  • Yıllık olarak yapılan icaredir. Bir hanenin bir yıl müddetle kiraya verilmesi gibi.

icma' / icmâ'

  • Edille-i şer'iyyenin (din bilgilerinin elde edildiği delîllerin, kaynakların) üçüncüsü. Bir asırda yaşayan müctehid denilen derin âlimlerin bir mes'elenin hükmünde birleşmeleri, ictihadlarının birbirine uygun olması.
  • Beş vakit namazın farz oluşu, zinânın haram oluşu gibi ictihâd lâzı

icma-ı millet

  • Milletin görüş birliğine varması.

icra vekilleri hey'eti

  • Vekiller heyeti. Başvekilin riyaset ettiği bakanlardan meydana gelen hey'et.

icraat-ı rabbaniye / icraat-ı rabbâniye

  • Herşeyi terbiye ve idare edip egemenliği altında tutan Allah'ın icrâatları, fiilleri.

ictinah

  • Bir yana eğilme, meyletme.
  • Secde etme.
  • (Hayvan) bir tarafa meyilli koşma.

idare fitili

  • Eskiden geceleyin yatak odalarını aydınlatmak için zeytinyağı konmuş küçük bir tabağın içinde yakılan bir çeşit fitilin adıdır. Küçük petrol lâmbalarına da idâre denildiği için bunların fitillerine de bu ad verilir.

idare-i millet

  • Milleti idare etme, yönetme.

iftihar madalyası

  • Padişaha sadakat gösterenlere, tarım ve san'atın ilerlemesine çalışanlara, yangın ve sâri hastalık anında devlet ve millete büyük hizmetleri dokunanlara verilmek üzere II. Abdülhamid'in irade-i seniyesiyle altın ve gümüşten olmak üzere çıkarılan madalya. (1886 ve 1887) Madalyanın ön yüzünde yukarı k

iftizah / iftizâh / افتضاح

  • Rezillik, skandal. (Arapça)

ıhdırar

  • Yeşillik.

ihmirar

  • Kızarmak. Kızıllık.
  • Kızıl hastalığı.

ihsanperver

  • İhsan edici. İyiliği çok sever. (İhsan ihsandır, eğer nev'e olsa veya muhtaca ve fakire olsa. Sehavet o vakit tam sehavettir, eğer millet için olsa, yahut milleti tazammun eden bir ferde olsa güzeldir. Şayet muhtaç olmayan şahsa olsa, şahsı tembel eder. Çingeneliğe alıştırır. Elhasıl, millet bâkidir (Farsça)

ihticac

  • (Çoğulu: İhticacat) Delil, vesika, şahit göstermek. Münâzaa ve mürâfaada hüccet ve delil göstermek. Bir mes'elenin şüphesizliğini delillerle isbat etmek.

ihtifaf

  • Kuşatma, etrafını çevirme.
  • Yüzdeki kılları giderme, traş etme.

ihtilaf-ı din

  • Biri müslim, diğeri gayr-ı müslim olmak gibi ayrı dinde bulunmak. Din ayrılığı miras almağa mânidir. Binaenaleyh gayr-i müslim, müslimin; müslim de gayr-i müslimin mirasına nâil olamaz. Fakat müslim olmayan milletler arasında din ayrılığı miras almağa mani değildir.

ihvan-ı basafa / ihvan-ı bâsafa

  • Mevlevi tabirlerindendir. Saf, yani kalbinde gıll u gış bulunmayan kardeşler mânâsınadır.

ihya-yı millet / ihyâ-yı millet

  • Milletin diriltilmesi, canlandırılması.

ikad-ı kanadil

  • Kandillerin yakılması.

iklal

  • (Kıllet. den) Azaltma, miktarını indirme.
  • Az bulma, az görme.

ilahi dinler / ilâhî dinler

  • Asılları Allahü teâlâ tarafından bildirilmiş olan dinler. Hak dinler ve semâvî dinler de denir.

ilahiyyat / ilâhiyyât

  • İnanılacak şeylerden bahseden kelâm ilminin; Allahü teâlânın varlığı, zâtı, sıfatları ve fiillerinden (işlerinden) bahseden bölümü.

ilahiyyun

  • İlâhiyatçılar.
  • Fls: Sadece Allah'ın varlığından bahseden filozoflar. Sadece akıllarına güvenerek Cenab-ı Hak'tan bahseden bir kısım filozoflar.

ilbas-ı hırka

  • Bir tarikata intisab ile mutad olan menzilleri geçerek irşad mertebesine yükselenlere, şeyhlerinden gördükleri yolda başkalarını irşad ile izin verme salâhiyetini ihtiva eden "İcazetname: hilâfetname" verme.

ilel

  • (Tekili: İllet) İlletler. Esaslar. Temeller. Sebebler.
  • Sakatlıklar. Hastalıklar.
  • İlletler, asıl sebepler.

ilel-i muhtelife

  • Türlü illetler ve sebepler, çeşitli hastalıklar.

ilel-i müteselsile

  • Zincir gibi birbirine bağlı olup devam eden sebepler, illetler.
  • Zincir gibi birbirine bağlı olup devam eden sebepler, illetler.

ilel-i sariye / ilel-i sâriye

  • Tıb: Bulaşıcı hastalıklar. Sâri illetler.

illa / illâ / الا

  • (İstisnâ edatıdır) Maadâ, olmadığı suretle, alel-husus, mutlaka, illâ, meğer, aksi hâlde, ne olursa olsun, bâhusus, ancak (gibi mânalara gelir).
  • İlle, ne olursa olsun, özellikle.
  • -den başka. (Arapça)
  • İlle de, mutlaka. (Arapça)
  • Yoksa, aksi takdirde. (Arapça)

ille

  • Sebep, illa.
  • (İllet) Esas sebeb. Vesile.
  • Hastalık, maraz, dert, sakatlık. Mûcib, maksad, gaye.

illet-i hüküm

  • Hükmün illeti, sebebi; bir hükmün, üzerine bina edildiği temel sebebi, gerekçesi.

illet-i şer'iye

  • Şeriata ait illet; İslâmiyete uygun gerçek neden, sebep.

illiyet

  • Sebebiyet, illetlik, sebep ve illet olma.

illiyyun

  • (Tekili: İlliyyîn) (Aliyyu) Cennetin en yüksek tabakası. Ahirete giden tam kâmil mü'minlerin yeri. Hafaza meleklerinin divanları ismidir ki, salihlerin amelleri oraya yükseltilir. Ahirette yüksek dereceye, dergâh-ı rızâya en yakın olan derecedir.

ilm

  • Bir şeyi hakkıyla bilmek, anlamak. Cehlin zıddı.
  • Allahü teâlânın subûtî sıfatlarından. Her şeyi bilmesi.
  • Bir şeyin sûretinin, görünüşünün zihinde şekillenmesi, bilme, bilgi.

ilm-i sarf

  • Kelime bilgisi. Arabîde kelimenin aldığı şekillerden bahseden ilim. Morfoloji.

ilm-i usul / ilm-i usûl / عِلْمِ اُصُولْ

  • Delillerden hüküm nasıl çıkarıldığını öğreten ilim. (Usul-ü fıkıh, Usul-ü şeri'at veya hikmet-i teşriiye de denir.)
  • Delillerden hüküm çıkarmayı öğreten ilim.

ilm-i yakin / ilm-i yakîn

  • İlmî delillere dayanan kesin bilgi.

ilmelyakin / ilmelyakîn

  • İlmî ve sağlam delillere dayanarak, kuşkuya yer bırakmayacak derecede kesin bilme.

ilzam / ilzâm / اِلْزَامْ

  • Delille cevab veremez hâle getirme.

ilzam etme

  • Delillerle muhatabı susturma.

iman-ı kesbi / îmân-ı kesbî

  • Bir kimsenin âkıl (akıllı) ve bâliğ olduktan (ergen, gusül, boy abdesti alacak yaşa geldikten) sonra ettiği îmân.

iman-ı merdud / îmân-ı merdûd

  • Münâfıkların (dilleri ile inandıklarını söyleyip kalben inanmayanların) yalnız dil ile söyledikleri îmân.

iman-ı taklidi / iman-ı taklidî

  • Az şüphelere mağlup olabilen, başkalarını takliden olan iman. Tahkik ehline ait olmayan, câhillere mahsus iman.

imraz

  • İllet sahibi olmak. Hasta etmek. Bir kimseyi hasta bulmak.

imtilal

  • Bir millete karışma.

inbat

  • Nebâtı bitirme. Tohumu yere dikip yeşillendirme. Nebâtın bitmesini sağlama.

incal

  • Davarı çimene salma, yeşilliğe bırakma.

intibah-ı milli / intibah-ı millî

  • Millî uyanış.

intikam-ı milliyet

  • Milletçe duyulan hırs ve öfke.

intizam-ı ef'al

  • Fiillerin, işlerin düzenliliği.

ırak / ırâk

  • Dicle nehrinden aşağı Basra'ya kadar Şat Suyu'nun iki tarafı olan memleket.
  • Su kenarı.
  • Kökler, asıllar, bünyadlar.
  • Uzak.

irb

  • (İreb) Akıl. Zihin, zekâ.
  • Akıllılık.

irbaş

  • Ağacın yeşillenip yapraklanması.

irbe

  • Akıllılık, zekâ.
  • Hile, oyun.

ırk

  • Ayrı soyda olan, ayrı dilde konuşan değişik kültüre sâhip, şeklî özellikleri bulunan insan topluluğu, millet.

isbat / isbât

  • Sağlamlaştırma, dayanıklı hâle getirme. Delil ve şâhit göstererek bir sözün ve fikrin doğruluğunu ortaya koyma.
  • Tasavvuf yolunda ilerlerken Lâ ilâhe dedikten sonra illallah demek.

işkal / işkâl

  • Güçleştirme, müşkilleştirme.
  • Zorlaştırma.
  • Şüpheli ve karışık olma.

islav

  • Rus, Ukran, Beyaz Rus, Çek, Slovak, Leh, Sloven, Sırp, Hırvat ve Bulgar gibi milletlere, lisanlarındaki yakınlık dolayısıyla verilen ortak isim. (Fransızca)

ism-i a'zam

  • En büyük isim. Allahü teâlânın bütün sıfatlarını kendinde toplayan ism-i şerîfi. Hadîs-i şerîfte İsm-i A'zamın Bekara ve Âl-i İmrân sûrelerinde olduğu bildirilmiştir. Bâzı âlimler, İsm-i A'zamın "Allahu lâ ilâhe illâ huvel hayy-ul-kayyûm" bâzıları "Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minezzâlimî

ism-i zahir / ism-i zâhir

  • Allah'ın varlığının eserleriyle ve delilleriyle âşikâr ve görünür olduğunu ifade eden ismi.

ispergam

  • Fesleğen çiçeği. (Farsça)
  • Gül. (Farsça)
  • Yeşillik. (Farsça)

isti'dad

  • Bir şeyin kabulüne ve kazanılmasına olan fıtrî meyil.
  • Kabiliyet. Akıllılık. Anlayışlılık. Allah Teâlâ Hazretlerinin (C.C.) insanlara ve sâir mahluklara tevdi buyurduğu kabiliyet kuvveleri.

istiaze / istiâze

  • "Eûzü billâhi mineşşeyta-nirracîm" sözünü söyleyerek Allah'a sığınma, eûzü çekme.

istidad-ı tahkik ve terakki

  • Delilleriyle inceleme ve ilerleme istidadı, yeteneği.

istidlal / istidlâl / استدلال

  • Delil ile hüküm çıkarma, akıl yürütme, delillerin ışığında yargıda bulunma. (Arapça)

istihase / istihâse / استحاثه

  • Organik maddelerin, şekillerini muhafaza ederek zamanla taş hâline geçmesi. Fosilleşme.
  • Fosilleşme. (Arapça)

istihraç

  • Delillerden hareketle hüküm çıkarma.

istihraci / istihracî

  • Eldeki delillerden hüküm çıkarır tarzda.

istihsan

  • Güzel bulma, güzel görme.
  • Kıyas denilen delîlin iki kısmından birisi olan hafî (gizli, kapalı) kıyas, yâni asl (hakkında açıkça hüküm bulunan şey) ile, fer' (hakkında açıkça hüküm bulunmayan şey) arasında müşterek (ortak) olan ve aslın hükmünün fer'e verilmesine sebeb olan illetin (vasfın, ö

iştikak

  • Türemek. Bir kökten ayrılan kelimelerin asılları ve birbirleri ile olan münâsebetleri, meydana gelişleri.
  • Çatallaşmak. Yarılmış bir şeyin bir şıkkını almak.
  • Edb: Aynı kökten türemiş olan birkaç kelimeyi bir araya getirme sanatı. Misaller:(Edipler edepli olmalı, hem de edeb-i

istikane / istikâne

  • (İstikânet) Alçaklık etmek.
  • Zillet ve meskenet göstermek.
  • Tevazu göstermek.

istikfal

  • (Kefâlet. den) Kefil olma, kefilliği kabul etme.

istiklal / istiklâl

  • (Kıllet. den) Kendi başına olmak, kimseye bağlı olmayış, müstakil oluş.
  • Az bulma, kâfi görmeme.
  • Rey sahibi olup keyfi iş görme ve başkasının emrine ve fikrine tâbi olmaktan uzak kalma.

istilam / istîlâm

  • Selâmlamak. Hac ve umre ibâdetinde Kâbe'yi tavafa (etrâfında dönmeye) başlarken veya tavaf sırasında Hacer-ül-esved (Cennet'ten indirilen taşın) önüne gelindiğinde, elleri namaza durur gibi kaldırıp tekbir, tehlîl getirerek (Allahü ekber, lâilâhe ill allahü vallahü ekber diyerek) onu selâmlamak ve e

istinbat

  • Eldeki delillerden yeni hükümler çıkarma.

istirca' / istircâ'

  • Belâ ve musîbet zamânında veya kötü bir haber duyunca "İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râci'ûn (Muhakkak ki Allahü teâlânın kullarıyız, vefât ettikten sonra diriltilme ve neşr ile yine O'na döneceğiz) (Bekara sûresi: 156) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuya rak Allahü teâlâya sığınmak.

istizlal

  • (Zill. den) Aşağılık ve zelil görme.
  • Bayağı ve âdi görülme.
  • (Zıll. dan) Gölgelenme. Gölge altına girme.
  • Sığınma, himâyesine girme.
  • Gölgede oturma.

ıter

  • (Tekili: Itret) Nesiller, akrabalar, zürriyetler, aynı soydan gelenler.

ittifak ve tahkik

  • Bir gerçek üzerinde birleşme ve delillere dayanarak ispat etme.

ittihad-ı islam / ittihad-ı islâm

  • İslâm birliği. İttihad-ı İslâmın varlığı ve devamı için: 1-İslâm milliyetini esas alıp, menfi unsuriyet fikrini bırakmak. 2-İslâm dünyasındaki dini cemaatler, gayede ve dinî esaslarda ittifak edip teferruat meseleleri medar-ı niza etmemek. 3-İslâm devletleri arasında meşveret-i şer'iyeyi yapmak.Bunl

ittihad-ı millet / ittihâd-ı millet

  • Milletin birliği; aynı topraklar üzerinde yaşayan ve aralarında din, dil, duygu, ortak tarih, ülkü, gelenek ve görenek birliği olan insan topluluğunun birlik ve beraberliği.

ittihad-ı milli / ittihad-ı millî

  • Millî birlik.

iz

  • "Hem, vakt, yevm, hîn" gibi kelimelerden sonra ek olarak kullanılır. Meselâ: Hîneizin: O vakit ki. Yevmeizin: O gün ki, kelimelerinde olduğu gibi.
  • Mâzi fiillerinden evvel "iz" gelirse: İzküntü muallimen: Muallim olduğum zaman mânasına geliyor. (iz) Yazılmasa mânası, muallim idim olur

izlal

  • (Zıll. dan) Gölge yapmak. Gölge koymak. Gölgelendirmek.

izn-i bari / izn-i bâri

  • Varlıklara biçim verip şekillendiren ve onları mükemmel bir surette yaratan Allah'ın izni.

izzet-i milliye

  • Millî izzet ve şeref.

izzet-i nefis

  • Zillete düşmiyerek şeref ve haysiyeti muhafazaya çalışmak. Vakar.

kàbil-i sukut

  • Düşebilir, düşmeye meyilli, eğreti olan.

kabine

  • Vekiller hey'eti. Bakanlar kurulu. (Fransızca)
  • Küçük oda. (Fransızca)
  • Doktorun muâyene yeri. (Fransızca)

kade

  • Gr: Yardımcı fiillerdendir. Cümlede ifade edilen hükmün yaklaştığını bildirmek için söylenir. Mübtedâ ile haberin başına gelerek, birincisini isim adı ile merfu' kılar, haberini de mansub eder. Bu gibi fiillerin haberi muzâri olur.

kaderiyye

  • Hicrî ikinci asırda Vâsıl bin Atâ tarafından kurulan ve "Kul kendi fiillerini kendi yaratır" diyerek kaderi yâni işlerin, Allahü teâlânın takdîri ile olduğunu inkâr eden bozuk fırka. Bu fırkaya Mu'tezile adı da verilir.

kadi naibi / kadî naibi

  • Kadıların (hâkimlerin), gitmedikleri yerlere gönderdikleri vekiller.

kağnı

  • (Kağlı) İki tekerleri dingille sâbit öküz arabası.

kahraman-ı milli / kahraman-ı millî

  • Millî kahraman.

kal u kil / kal u kîl / kâl u kîl

  • "Dedi denildi" şeklindeki nakiller.
  • "Dedi, denildi" şeklindeki nakiller.

kalail

  • (Tekili: Kalil) Az şeyler, kaliller.

kalb-i millet

  • Milletin kalbi.

kalb-i umumi-i müşterek-i millet / kalb-i umumî-i müşterek-i millet

  • Milletin genel olarak kalbi.

kale-kile / kale-kîle

  • Dedi-denildi şeklindeki nakiller.

kalebe

  • Hastalık. İllet.

kalemkar / kalemkâr

  • Tülbent veya ince kumaş üzerine fırça ile şekiller yapan yazmacı. (Farsça)
  • Maden üzerine kazarak şekiller yapan kimse. (Farsça)
  • Duvar veya tavanlara süs yapan, nakkaş. (Farsça)

kalen ve fiilen

  • Sözle ve fiille.

kamara

  • Vapurlarda mevki sayılan odalar ve salonlar.
  • Gemide kaptan gibi erkâna mahsus odalar.
  • Buğday ve arpa gibi mahsul demetlerinden harman yerinde yapılan küme.
  • Avrupa devletlerinde millet meclisi.

kamet-i merdane-i istidad-ı milliye / kâmet-i merdane-i istidad-ı milliye

  • Millî yeteneğin mert görünüşlü endamı, boyu.

kamil-i ukala / kâmil-i ukalâ

  • Kemalde olan mükemmel akıl sâhibleri. Akılların kâmili.

kamilin / kâmilîn

  • Kâmiller.

kanadil / kanâdil

  • (Tekili: Kandil) Kandiller.
  • Kandiller.

kanadil-i nuriye / kanâdil-i nuriye

  • Işık veren kandiller.

kaput

  • Askerlerin üstlük elbisesi, yağmurluğu. (Fransızca)
  • Otomobillerin motor kısmını örten kapak. (Fransızca)

kar-ı akıl / kâr-ı akıl

  • Aklın kabul edeceği iş. Akıllıca iş.

karbon

  • Lât. Basit olup kömürleşmiş hâlde bulunan bir temel unsur. Kömür. Billurlaşmış halde kömürleşmiş cisim.

karheb

  • Yaşlı, ihtiyar.
  • Yaşlı öküz.
  • Çok kıllı keçi.
  • Ulu ve şerefli kişi.

karn

  • Zaman, devre.
  • Bir insanın ortalama ömrü olan altmış sene.
  • Yüz yıllık zaman. Asır.
  • Boynuz. Hayvanda başın boynuz yerleri, boynuz yerinden sarkan saç. (Karn, iki mânaya gelir. Birisi, zamandan bir müddete mukterin olan ümmet, bir zaman ahalisi olan hey'et-i içtimaiye ki
  • Boynuz.
  • Yüz yıllık zaman.
  • Vakit, zaman.
  • Yaşıt, bir yaşta olan.

kaşer

  • Çok fazla kırmızılık. Ziyâde kızıllık.

kasır-ul akl

  • Düşüncesi noksan, kısa akıllı.

kastalani / kastalanî

  • Ok atmak.
  • Şafak kızıllığı.

katele

  • (Tekili: Katil) Katiller. İnsan öldürmüş kimseler.

kavliyyat

  • Kaviller, kuru lâflar, boş sözler.

kavm

  • (Kavim) Bir peygambere tâbi ve bağlı insan topluluğu. Aralarında dil, âdet, örf, kültür birliği olan cemâat, topluluk. Millet. Bir işe başlamak.
  • Pazar kurmak.
  • Müşteri ile anlaşmak.
  • Kavim, millet, halk.

kavm-i arab

  • Arab kavmi, milleti.

kavm-i arap

  • Arap kavmi, milleti.

kavmi / kavmî

  • Kavme ait; olumsuz mânâda milliyetçilikle ilgili.

kavmiyet

  • Kavimcilik. Milliyetçilik. Bir kavmin hususiyetleri.

kavmiyetçilik

  • Irkçılık, olumsuz milliyetçilik.

kaziye-i nazariyye

  • Man: Aklın bir delil ile tasdik eylediği kaziyye. Delilinin mukaddematı yakiniyyattan ise, yakiniyye'dir ve illâ zanniye olur.

kaziye-i tasdiki / kaziye-i tasdikî

  • Delillerle tasdik edilip onaylanan hüküm, önerme.

kefalet / kefâlet / كفالت

  • Kefillik. Bir kimse kendine âid bir işi yapamadığı veya borcunu ödeyemediği takdirde, yerine onun işini göreceğini kabul etmek.
  • Birine kefil olmak. İşini üzerine almak.
  • Kefillik. Kefîl olmak. Bir kimsenin, borcunu ödememesi, taahhüdünü (verdiği sözü) yerine getirmemesi hâlinde onun yerine borcu ödemeği, sözü yerine getirme mes'ûliyetini (sorumluluğunu) alacaklıya karşı üzerine almak.
  • Kefillik.
  • Kefillik. (Arapça)

kefaleten

  • Kefil olarak. Kefillik suretiyle.

kefaletname

  • Kefillik kâğıdı, kefalet senedi. (Farsça)

kelam / kelâm

  • Allahü teâlânın subûtî sıfatlarından. Cenâb-ı Hakk'ın, âlet, harf ve sese ihtiyaçtan münezzeh (uzak) olarak söylemesi.
  • Îmân ve îtikâd bilgilerini delîlleri ile anlatan ilim.

kelam-ı kibar / kelâm-ı kibâr

  • Büyük, akıllı, veli ve meşhur zâtların güzel, veciz ve çok kıymetdâr olan sözleri ve kelâmı.

kelime-i ihlas / kelime-i ihlâs

  • "Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah" sözü Kelime-i tevhîd de denir.

kelime-i menhute

  • Aslı iki kelime olan bir tâbirin bir kelime ile söylenişi: "El Hamdüllilâh" yerine "Hamdele" söylenmesi gibi. "Bismillâh" yerine "Besmele" denmesi gibi.

kelime-i şehadet / kelime-i şehâdet

  • "Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh" mübârek sözü. Mânâsı şöyledir: "Görmüş gibi bilir ve inanırım ki, Allahü teâlâdan başka, varlığı lâzım olan, ibâdet ve itâat olunmağa hakkı olan, hiç ilâh, hiçbir kimse yoktur. Görmüş gibi bilir, inanırım ki, Muhammed sallalla
  • Şehâdet ifâdesini hülâsa eden (Eşhedü en Lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resuluh) cümlesi.

kelime-i tayyibe

  • "Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah" sözü. Kelime-i tevhîd de denir.
  • Allah ve Resulullah kelâmı. Dua, niyaz ve salâvatlar gibi kelâmlar. Meselâ (Sübhânallah velhamdülillah ve Lâilâhe illâllah vallahü Ekber) kelime-i tayyibedir.

kelime-i tehlil / kelime-i tehlîl

  • "Lâ ilâhe illallah" sözü.

kelime-i temcid / kelime-i temcîd

  • "Lâ havle velâ kuvvete illâ billah" sözü.ÊMânâsı; "Güç ve kuvvet ancak Allahü teâlâdandır" demektir.

kelime-i tevhid / kelime-i tevhîd

  • "Lâ-ilâhe illallah, Muhammedün resûllullah".
  • Tevhid-i İlahîyi ifade eden "Lâilahe illallah Muhammedür Resulullah" cümle-i kudsiyesidir.
  • "Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah" sözü. Mânâsı şöyledir: Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. Muhammed aleyhisselâm O'nun resûlüdür, peygamberidir. Kelime-i tevhîde; Kelime-i ihlâs, Kelime-i takvâ, Kelime-i tayyibe, Da'vet-ül-hak, Urvet-ül-vüs kâ, Kelime-i semeret-ül-Cennet de denir.

kemal

  • Kâmillik, olgunluk. Olgunlaşma. Erginlik. Bütün güzel sıfatlarla muttasıf olmak. Fazilet.
  • Değer, baha.
  • Fazlalık.
  • Sıdk ile yapılan güzel iş.

kemal-i şehamet / kemâl-i şehâmet

  • Mükemmel derecede akılla bütünleşmiş yiğitlik.

kemmiyet

  • Sayı.
  • Nicelik.
  • Tekillik veya çoğulluk.

keramat / kerâmât

  • Kerametler; Allah'ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görünen olağanüstü hâl ve fiiller.

keşf

  • Açmak, gizli bir şeyi bulmak, ortaya çıkarmak. Bir şeyin üzerindeki kapalılığı kaldırmak.
  • Evliyânın, his ve akılla anlaşılmayan şeyleri, kalbine gelen ilhâm yoluyla bilmesi.

kesret

  • Çokluk, sıklık.
  • Bir şeyin ekserisi ve muazzamı. Bolluk. (Bunun zıddı kıllettir)

kess

  • Sakal kıllarının sık ve kıvırcık olması.

keyyis

  • (Keyyise) Akıllı, anlayışlı, kiyasetli, idrakli, zeki.
  • Zarif.

kile

  • Ölçek. Tahıllar için kullanılan bir ölçü.

kılle

  • (Bak: KILLET)

kinaiyat / kinâiyat

  • Bir şeyi temsille ve dolaylı olarak anlatan sözler.

kinaiyyat

  • (Tekili: Kinâye) Temsillerle anlatılan imalı ve dokunaklı sözler.

kıraet ilmi / kırâet ilmi

  • Kur'ân-ı kerîmin kelimelerinin okunuş şekillerini râvileriyle berâber bildiren ilim.

kıraet-i seb'a / kırâet-i seb'a

  • Yedi kırâet imâmının okuyuş şekilleri.

kırgız

  • Türk Milletlerinden büyük bedevi bir kavim olup Asyanın kuzeybatısında ve Türkistanla Sibirya arasında, başka bir deyimle Türkistanın kuzey taraflarında ve Doğu Türkistanın kuzeyinde olarak Rusya ile Çin hududunda bulunuyorlar. Batı tarafındakilere Kırgız ve Kazak; Çin hududundakilere ise Kara Kırgı

kirpik

  • Göz kapağının kenarındaki kıllar.
  • Bir nevi taş.
  • Hayvan ve nebatların beden yapısında bâzı küçük ve ince uzantılar.

kırra

  • Soğuk, berd.
  • Çok fazla susuzluk.
  • Akıllılık.

kitab / kitâb

  • Edille-i şer'iyyenin (İslâm dînindeki hükümlerin, din bilgilerinin) birinci kaynağı olan Kur'ân-ı kerîm.
  • Amel defteri.

kitab-ı ilzam ve iskat / kitab-ı ilzam ve iskât

  • Karşısındakini delillerle mağlup edip susturan kitap.

kıyas

  • Benzetmek, karşılaştırmak, mukâyese. İki şeyi birbiri ile karşılaştırmak. Benzeterek hüküm ve muhâkeme etmek.
  • Man: Doğru kabul edilen iki hükümden bir üçüncü hükmü çıkarmak.
  • Fık: İki belli şeyden birinin mahsus olan hükmünü, yâni, bu hükmün mislini, aralarındaki müttehid ille

kıyas-ı evlevi / kıyas-ı evlevî

  • Evlâ kıyas; fer'deki illetin asıldaki illetten daha güçlü olduğu kıyas türü.

kıyas-ı evleviye

  • Fer'deki illetin asıldaki illetten daha kuvvetli olduğu kıyas (Ferdeki illet.

kıyas-ı hadsi-i hafi / kıyas-ı hadsî-i hafî

  • Gizli olan hükmün illetine (sebebine) güçlü bir sezgi ile (zihnin hemen intikali olan hads ile) ulaşmak sûretiyle yapılan kıyas; yani peygamberlik sebebi olan bütün peygamberlerdeki esasların Peygamber Efendimizdeki (a.s.m.) esaslar ile kıyaslanmasıdır ki, zihin bu esasların Peygamber Efendimizde da

kiyaset / kiyâset

  • Akıllılık.

köle

  • Bütün tarihî devirlerde başka milletlerden, yabancılardan zorla kaçırılıp hürriyetten mahrum hale getirilerek hizmette kullanılan erkek. (Türkçe)

kompleks

  • Karmaşık, şuur dışı meyillerin tümü.

kozmopolit

  • Her yabancı şeye karşı alâka gösteren, milliyet duygularından mahrum kimse. (Fransızca)
  • Çeşitli milletlerden insanları içine alan. (Fransızca)

kudsi milliyet / kudsî milliyet

  • Kutsal İslâm milliyeti.

küfae

  • Davarın bir yıllık dölü, sütü, yoğurdu, yünü ve yapağısı.

küfr-i mutlak

  • Hiç bir imâni hükmü olmamak, dine âit hiç bir hakikatı, Allah'ın varlığına âit hiç bir delili kabul etmemek. İhsan ve inayet-i İlâhiyyeye karşı şükür etmiyerek fiilen ve kavlen inkâr etmek. ("Neuzü billâh" dine söğmek gibi) Küfr-ü icabettiren bazı çirkin sözlere de "küfür" denilmiştir.

kültür

  • Bir milletin maddî ve mânevî varlıkları, yaşayış ve davranış şekli, kazanılan genel bilgi.

kümmel

  • (Tekili: Kâmil) Kâmiller. Olgunlar. İlmen, dinen ve mânen kâmil olan büyük zatlar. Büyük mâneviyat ve fazilet sahibi insanlar.

kümmelin / kümmelîn

  • (Tekili: Kâmil ve kümmel) Kâmiller.
  • Kâmiller; büyük mâneviyat ve fazilet sahibi olgun kimseler.

kümte

  • Kızıllık, kırmızılık, humret.

kur'an-ı azimü'l-burhan / kur'ân-ı azîmü'l-burhân

  • Delilleri apaçık ve yüce olan Kur'ân.

kur'an-ı bahirü'l-burhan / kur'ân-ı bâhirü'l-burhan

  • Kesin, güçlü ve apaçık delillere sahip olan Kur'ân.

kur'an-ı mu'cizi'l-beyan / kur'ân-ı mu'cizi'l-beyân

  • Açıklamalarıyla benzerini yapmaktan akılları âciz bırakan Kur'ân-ı Kerim.

kur'an-ı mu'cizü'l-beyan / kur'ân-ı mu'cizü'l-beyân

  • Açıklamalarıyla mu'cize olan, benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur'ân.

kur'an-ı mu'cizü'l-beyan-ı azimüşşan / kur'ân-ı mu'cizü'l-beyân-ı azîmüşşân

  • Açıklamalarıyla benzerini yapmaktan akılları aciz bırakan, şan ve şerefi yüce olan Kur'ân.

kur'an-ı mucizü'l-beyan / kur'ân-ı mucizü'l-beyân

  • Açıklamalarıyla mu'cize olan, benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur'ân.

kurban

  • Allahü teâlâya yakınlık. Mükîm (yolcu olmayan), âkıl (akıllı), bâliğ (ergen, evlenecek çağa gelmiş), hür ve dînen zengin sayılan, müslüman erkek ve kadın tarafından, Allah rızâsı için kurban niyetiyle kurban bayramının ilk üç gününde (Zilhicce ayının on, on bir ve on ikinci günlerinin her hangi biri

kurun / kurûn / قرون

  • Yüzyıllar. (Arapça)
  • Çağlar. (Arapça)

kürur-u a'vam

  • Senelerin birbirini takib etmesi. Yılların ard arda geçmesi.

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

kutme

  • Bozluk ve kızıllık olan renk. (O renkte olana "aktem" derler.) (Müe: Katmâ)

kuttal

  • (Tekili: Katil) Katiller, öldürücüler, öldürenler. Katledenler.

kütüb-ü muhakkikin / kütüb-ü muhakkikîn

  • Gerçekleri araştıran, hakikatleri delilleriyle bilen âlimlerin kitapları, eserleri.

kuva-yı milliye / kuvâ-yı milliye

  • Milli kuvvetler. Bir milletin sahib olduğu kuvvetleri.
  • İstiklâl harbinde Anadoluda kurulan hükümet ve bu hükümetin askeri kuvvetleri.

kuvve-i münbite

  • (Ağaç ve bitkileri) Bitirip yeşillendirme ve büyütme gücü.

kuvve-i musavvire / قُوَّۀِ مُصَوِّرَه

  • Bir şeyi zihinde şekillendirme, resmetme kabiliyeti.

kuvve-i teşriiye

  • Kanun vaz'etme kuvveti. şeriata uyan düsturlar yapma kuvveti.
  • Büyük Millet Meclisi.

lafz-ı muhtemel

  • Huk: İki veya daha ziyade mânâya hamli mümkün bulunan sözdür ki, hangi mânânın kast olunduğu mücerred rey ile değil; deliller ve karineler ile tayin olunur.

lahavle / lâhavle

  • (Lâhavle ve lâkuvvete illâ billâhil-aliyyil azim" cümlesinin kısaltılmışı ki, "Kuvvet ve kudret ancak Cenab-ı Allah'tadır." meâlinde olup bir belâ ve tehlike esnasında veya sabrın tükendiğini açıklamak için söylenir.

lahd

  • (Çoğulu: Lühud) Mezar. Üstü yükseltilerek yapılan mezar.
  • Eğilmek.
  • Bir tarafına meyilli olan çukur.

lam-ı cer / lâm-ı cer

  • Kelimeyi cerreden lâm harfi. Kelimenin sonunu "i" diye okutur. Lillâhi, Lieclillâhi'de olduğu gibi. İstihkak ve ihtisas, has ve müstehak ve zarfiyyet, illet mânâsını verir.

lam-ut-ta'lil / lâm-ut-ta'lil

  • İllet ve sebeb bildiren lâm'dır.

latince

  • Eski Roma'da konuşulan ve bugünkü Fransızca, İspanyolca, İtalyanca gibi dilleri doğurmuş olan ana dil ki, Hint-Avrupa dil âilesinin önemli bir kolu olan İtalik grubundandır.

leamet

  • Alçaklık, âdilik, zillet, denaet, aşağılık.

lebabet

  • Akıllılık, zeyreklik. Akıl sahibi olma.

lebb

  • Lâzım olmak.
  • Akıllı olmak.

lebik

  • Tatlı sözlü. Yumuşak konuşan.
  • Zeki, anlayışlı, akıllı.

lebk

  • Akıllı olmak.
  • Islah etmek, terbiye etmek.
  • Karıştırmak.
  • Yumuşak etmek, yumuşatmak.

lefif-i mefruk

  • Harf-i illetin aralarında başka bir harfin bulunduğu kelime.

leha

  • (Tekili: Lehât) Küçük diller.

lehan

  • Akıllılık.

lehevat

  • (Tekili: Lehât) Küçük diller.

lemma

  • (Harf-i cerdendir) Vaktâki, o zaman (mânâsındadır.) İstisna için: "İllâ" yerinde de olur.

levzai / levzaî

  • Akıllı, zarif kimse.

lezir / lezîr

  • Akıllı, zeki. (Farsça)

libab

  • (Tekili: Lebib) Akıllılar, zeki kimseler.

liha'

  • (Tekili: Lehât) Küçük diller.

lisan-ı milli / lisan-ı millî

  • Millî dil (ulusal dil).

lisanen

  • Dille.

lisanla / lisânla

  • Dille.

lisanlarının zarfında / lisânlarının zarfında

  • Kendi dillerinde.

lugat

  • Kelime. Söz.
  • Her milletin dili.
  • Lügat kitabı, sözlük.

luka incili / luka incîli

  • Meşhûr dört İncîl'den biri. Antakyalı papas Luka tarafından yazıldığı için bu ad verilmiştir. Şimdi elde bulunan İncîllerin en yanlış olanıdır.

lümmiyet

  • (Limmiyet) İllet ve sebebiyet.

lüsn

  • (Tekili: Lisân) Diller, lisanlar.

lüsün

  • (Tekili: Lisân) Lisânlar, diller.

lütuf ve inayet-i bari / lütuf ve inâyet-i bâri

  • Varlıklara biçim verip şekillendiren ve onları mükemmel bir şekilde yaratan Allah'ın lütuf ve yardımı.

lüzum-u beyyin

  • İspata ihtiyacı olmayan şey, apaçık gereklilik. Meselâ körlük görmemenin, cahillik ilimsizliğin lüzûm-u beyyinidir.

ma'kul

  • Akla uygun, akıllıca iş gören, anlayışlı, mantıklı.

ma'kul-ül-ma'na

  • Bir sebebe, illete ve maslahata dayanan şer'i mesele. (Fakat, hakiki sebeb ise emr-i İlâhidir.) Bir hikmete ve bir maslahata binâen tercih edilmiş veya o hükmün teşriine müreccih olmuş olan şer'i mes'ele.

ma'lul

  • İlletli, hasta, sakat, kötürüm.
  • Harpte bir uzvunu kaybetmiş gazi.
  • İlletli, hastalıklı, sakat.

ma'lulin / ma'lulîn

  • (Tekili: Ma'lul) Sakatlar. Hastalıklı ve illetli kimseler.

ma'luliyet

  • Hastalıklı olma, illetlilik.

ma-i zaide / mâ-i zâide

  • Bazı edat ve fiillerin sonuna fazladan olarak gelir.

maarif / maârif / معارف

  • Maarif nezareti: Millî eğitim bakanlığı.
  • Bilimler. (Arapça)
  • Kültür. (Arapça)
  • Millî Eğitim Bakanlığı. (Arapça)

maarif dairesi

  • Eğitim dairesi, Millî Eğitim Bakanlığı.

maarif nazır vekili

  • Millî Eğitim Bakan Yardımcısı.

maarif nazırı

  • Milli Eğitim Bakanı.

maarif vekaleti / maarif vekâleti

  • Millî Eğitim Bakanlığı.

maarif vekili

  • Milli Eğitim Bakanı.

maarif yangını

  • Millî Eğitim Bakanlığında çıkan yangın.

maarif-i umumiye nezareti

  • Maarif vekâleti. Milli Eğitim Bakanlığı.

maçin

  • Çin'e tâbi, Doğu Türkistan tarafındaki çöllerde ve Târim nehrinin güneybatısındaki dağlarda oturan Türk milletinden bir kavimdir ve simaca Moğol ile Aryâ cinslerinden mürekkeb oldukları anlaşılıyor. İçlerinde sarı saçlı ve mavi gözlü adamlar dahi bulunuyorsa da lisan bakımından Doğu Türkistan'ın aha

magani

  • (Tekili: Magni) Evler, hâneler, menziller.

magfele

  • Dudak altında biten kılların çevresi.

mahafil / mahâfil / محافل

  • (Tekili: Mahfil) Mahfiller.
  • Toplantı yerleri. Oturulup görüşülecek yerler.
  • Büyük câmilerde eskiden hükümdarlara veya müezzinlere ayrılmış ve etrafı parmaklıklarla çevrilmiş olan yerler.
  • Mahfiller. (Arapça)
  • Toplantı yerleri. (Arapça)

mahamil

  • Deve üzerine konan oturulacak sepetler. Mahmiller.
  • Kılınç bağ askıları.
  • İhtimâller.

maharit

  • (Tekili: Mahrut) Mahruti şekilller. Koniler.

mahmud / mahmûd

  • Övülmüş, övülen.
  • Peygamber efendimizin güzel isimlerinden biri. Ahmed, Muhammed, Mahmûd, hep över seni Allah Senin isminle biter lâ ilâhe illallah Bundaki ince sırrı anlamaz, bilmez gümrâh, Kendi adıyla yazmış senin adını Rahmân
  • Ebrehe'nin, Kâbe'yi yıkmak üzere ordusunda geti

mahrek-i senevi / mahrek-i senevî

  • Bir gezegenin bir sene boyunca döndüğü daire, hareket yolu, yıllık yörüngesi.

mahv ve sekir

  • Fenafillâh makamında kendi varlığını hiç görmek ve bu mânevi hâlin zevk ve te'sirinden ruhi bir coşkunlukla kendinden geçme hâli.

mahya

  • Ramazanlarda, kandillerde veya bayramlarda çifte minâreli olan camilerde iki minare arasına gerilen ipe asılmak suretiyle ışıklarla yazılan yazı veya yapılan resim.
  • Dam çatısında iki eğik sathın birleştiği çizgi ve buradaki aralığı kapatmak için kullanılan uzunca, oluk biçiminde kire
  • Ramazan-ı şerîf ayında, geceleri çift minâre bulunan câmilerde iki minâre arasına gerilen ve halata (kalın ipe) asılarak kandillerle (lambalarla) yazılan yazı ve şekiller.

mahz-ı cehalet

  • Sırf cahillik.

mahz-ı hikem

  • Akıllılığın ve filozofluğun ta kendisi. Hikmetlerin ta kendisi.

mail / mâil / مائل

  • Eğik. Bir tarafa eğilmiş. Eğri.
  • Meyilli. Hevesli. İstekli.
  • Düşkün.
  • Benzer.
  • Eğilmiş, meyilli, istekli, andırır, yörünge.
  • Eğilimli, istekli. (Arapça)
  • Eğimli, meyilli. (Arapça)
  • Çalan. (Arapça)
  • Mâil olmak: Eğilim göstermek. (Arapça)

mail-i inhidam / mâil-i inhidam

  • Yıkılmaya meyilli, yıkılmaya uygun, müsait.

mailiyyet / mâiliyyet

  • Eğiklik. Meyillik.

makam-ı ifham

  • Delille susturma makamı.

makam-ı vekalet / makam-ı vekâlet

  • Vekillik makamı.

makavil

  • Sözler. Kaviller. Lisânlar. Diller.

makulat / mâkûlât

  • Akla uygun olanlar, akılla ilgili bulunanlar.

makulü'l-mana / mâkulü'l-mânâ

  • Hikmeti akılla kavranılabilir.

maluliyet / mâlûliyet

  • Bir sebebe ve illete bağlı olarak meydana gelme.
  • Bir sebebe ve illete bağlı olma.

manevi tefsir / mânevî tefsir

  • Kur'ân-ı Kerimin işaret ettiği hakikatleri asrın ilmî gelişmeleri ışığında ortaya koyarak, iman hakikatlerini güçlü ve sarsılmaz delillerle açıklayan, yorumlayan eser.

maraz

  • Hastalık, illet, dert. Belâ.
  • Hastalık, illet.

mariz

  • (Maraz. dan) Hasta. İlletli. Dertli.

maslahat-ı millet nazarında

  • Milletin faydası açısından.

maviye

  • Billur taşı.

mazalle

  • (Çoğulu: Mazâil) (Zıll. dan) Gölgelik yer.

me'cuc / me'cûc

  • Çok eski zamanlarda, bir duvar arkasında bırakılmış, kıyâmete yakın, yeryüzüne yayılacak olan Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes'in soyundan gelecek olan kötü bir millet. Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları çok büyük, boyları kısadır.

meb'us / meb'ûs / مَبْعُوثْ

  • Milletvekili.
  • Gönderilmiş,
  • Peygamber olarak gönderilmiş kimse.
  • Öldükten sonra diriltilmiş kimse.
  • Halk tarafından seçilerek parlementoda yer alan kimse, millet vekili.
  • Gönderilen. Ba's edilen.
  • Halk arasından seçilerek Millet Meclisine âzâ edilen.
  • Allah tarafından gönderilmiş olan.
  • Öldükten sonra diriltilen.
  • Milletvekili.

meb'usan / meb'usân

  • Mebuslar, milletvekilleri.
  • Meb'uslar. Milletvekilleri. (Farsça)

meb'usiyet

  • Mebusluk. Milletvekilliği vazifesi.

meb'uslar heyeti

  • Millet Meclisi.

meb'usluk

  • Milletvekilliği.

mebus / mebûs / مبعوث

  • Milletvekili.
  • Gönderilen, milletvekili.
  • Gönderilmiş. (Arapça)
  • Milletvekili. (Arapça)
  • Ölümden sonra dirilen. (Arapça)

mebusan / mebusân / mebûsân

  • Milletvekilleri.
  • Mebuslar, milletvekilleri.

mecaz-ı akli / mecaz-ı aklî

  • Akla uygun olan mecaz, akılla bilinen mecaz, bir şeyi asıl sebebinin dışında başka bir sebebe isnad etmek.

mecbul

  • (Cibillet. den) Yaratılmış. Yaratılışında bir hâl veya sıfat bulunan.

mechele

  • Birini câhilliğe sevkeden şey.

meclis

  • Oturulacak, toplanılacak yer.
  • Görüşülecek bir mes'ele için bir araya gelmiş insan topluluğu.
  • Devlet işlerini görüşmek üzere Millet Vekillerinin toplandıkları büyük bina.

meclis-i ali-i misali / meclis-i âlî-i misalî

  • Rüyada şekillenen yüce meclis.

meclis-i meb'usan

  • Millet Meclisi.

meclis-i meb'usan-ı mukaddese

  • Kutsal vekiller meclisi.

meclis-i mebusan / meclis-i mebusân

  • Halk tarafından seçilen meb'usların meclisi. Millet Meclisi.
  • Millet Meclisi.

meclis-i tehlil

  • "Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur" mânâsındaki "lâ ilâhe illallah" sözünü söyleyen meclis.

mecmu-u millet

  • Milletin tamamı.

medarlar

  • Yirmi Dokuzuncu Söz'de bulunan bölümler; haşir ile ilgili deliller.

medlul-ü zihni / medlûl-ü zihnî / مَدْلُولُ ذِهْنِي

  • Zihindeki delillendirilmiş ma'na.

mef'ul / mef'ûl

  • Dilbillgisinde tümleç; özne tarafından yapılan iş, öznenin fiilinin sonucu.

mefahir-i hakikiye-i milliye / mefâhir-i hakikiye-i milliye

  • Gerçek övünülecek millî değerler, şerefler.

mefahir-i milliye / mefâhir-i milliye

  • Millî iftihar araçları, övünç vesileleri.

mefzaha

  • Rezilliğe ve kepâzeliğe sebebiyet veren şey.

mehak

  • Durgun suyun yeşilliği.

mehamil

  • Mahmiller.
  • İhtimaller.

mehat

  • (Çoğulu: Mehâ-Mehevât) Billur taşı.
  • Güneş.
  • Dağ sığırı.
  • Tazelik.
  • Güzellik.

mehbut

  • Hastalık veya bir illetten zayıf nahif olmuş olan.

mehmed akif

  • (1873-1936) Şiir ve manzumeyi sırf İslâmiyete hizmet için yazdı. İlk Türkiye Büyük Millet Meclisinde İstiklâl Marşı manzumesi kabul edilerek milletin mâneviyatına büyük faydalar sağladı. Çanakkale Şehidlerine hitaben yazdığı manzumesi de aynı mahiyettedir. Bu İslâm mücahidinin şiirleri Safahât isiml

mekahil

  • (Tekili: Mikhal, mikhel ve mükhüle) Göze sürme çekecek âletler, miller.

mekful-ün anh

  • Kendisine kefillik edilen kimse.

mekyes

  • Akıllılık ve ferâsetle bilinen kimse.

melam

  • Kınanmış.
  • Rezillik. Hakirlik. Kıymetsizlik.

melamet

  • Kınanmışlık. İtab ve serzenişlik. Rezillik ve rüsvaylık.

menab

  • Birinin yerini tutmak, nâib olmak. Birisine vekil olmak. Vekillik yeri.

menadil

  • (Tekili: Mendil) Mendiller. Küçük havlular, peçeteler.

menazil

  • (Tekili: Menzil) Menziller. İnecek yollar. Duralar. Konak yerleri.
  • Menziller; yerler, mekânlar.

menazil-i kameriye / menâzil-i kameriye

  • Ay'ın menzilleri, durakları.

menfaat-i cinsiye

  • Kendi şahsî çıkarı ve millî menfaati.

menfaat-i kavmiye

  • Milletin çıkarı.

menfaat-i millet

  • Kişinin mensup olduğu milletin menfaati, yarar ve çıkarı.

menfi milliyet / menfî milliyet

  • Zararlı bir hale gelen milliyetçilik, ırkçılık.

menfi milliyetçilik / menfî milliyetçilik

  • Zararlı bir hale gelen milliyetçilik, ırkçılık.

mensus / mensûs

  • Âyet ve hadîs gibi kesin delillerle tesbit edilmiş olan.

menut

  • Asılı, muallâk.
  • Bağlı. Mütevakkıf. Merbut. Vâbeste.
  • Bir milletten olmayıp sonradan o millete dahil olmuş olan.

merahil

  • (Tekili: Merhale) Menziller, merhaleler, konaklar, duraklar.

merahil-i baide / merahil-i baîde

  • Uzak konaklar. Uzak menziller.

meratib-i delalat / merâtib-i delâlât

  • Delillerin, işaretlerin mertebeleri.

merza

  • (Tekili: Mariz) Hastalıklar, illetler. Hastalar.

mes'elede müctehid

  • Mezheb reîsinin bildirmediği mes'eleler için, mezhebin usûl ve kâidelerine bağlı kalarak, dînî delillerden hüküm çıkaran âlimler.

mesarib

  • (Tekili: Mesrebe) Otlaklar, çayırlar, mer'alar.
  • Karından göğüse kadar olan yerde biten kıllar.

meşhum

  • Cesaretli. Sözü geçer kimse. Zeyrek. Zeki. Akıllı.
  • Korkmuş. Korkutulmuş.
  • Çok güzel hareketli at.

mesles

  • (Çoğulu: Mesâlis) Üçer üçer olmak.
  • Üç kıllı tanbur.

mesnun / mesnûn

  • Sünnet olan. Sünnet olmuş olan.
  • Âdet edilen şey.
  • Bilenmiş bıçak.
  • Üzerinden ömürler geçmiş olan.
  • Şekillendirilmiş.
  • Kalıba dökülmüş.
  • Kokusu değişmiş.
  • Bilenmiş.
  • Sünnete uygun olan.
  • Yıllanmış şey.

mesrebe

  • (Çoğulu: Mesârib) Deve ve koyun sürülerinin çayırlık, mer'a, otlakları.
  • Vücudda karından göğüse kadar olan kıllı yer.

meşruti / meşrutî

  • Bir şahıs veya millet meclisi ile idare edilen devlet sistemi.

meşrutiyet / meşrûtiyet

  • Devletin bir hükümdarın başkanlığı altındaki millet meclisi tarafından idare edildiği yönetim biçimi.

meşrutiyyet

  • Bir hükümdarın başkanlığı altında millet meclisi ile idare edilen devlet sistemi.

mevcudiyet-i millet

  • Milletin varlığı.

mevsuk

  • Güvenilir, delilli, vesikalı.

meydan-ı hamiyet

  • Din, vatan, millet gibi değerleri savunma alanı, sahası.

meyelan-ı fıtriye / meyelân-ı fıtriye

  • Bir şeyde yaradılıştan var olan meyiller, eğilimler.

meylürrahat

  • Rahatlığa meyilli olma.

meyyal / meyyâl

  • Meyilli, eğilimli.
  • Meyilli, istekli.

meyyal-i i'tila / meyyal-i i'tilâ

  • Yükselmeğe çok meyilli ve istekli.

mezellet

  • Alçaklık. Zelillik.
  • Aşağılık, zelillik.

mezheb

  • Gitmek, tâkib etmek, gidilen yol. Mutlak müctehîd denilen dinde söz sâhibi âlimlerin, müslümanların yapmaları gereken hususlarla ilgili olarak dînî delîllerden (Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler ve İcmâ'dan) hüküm çıkarma usûlleri ve çıkarıp bildirdik leri hükümlerin hepsi.

mezhebde müctehid

  • Mezheb imâmının koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, dînî delîllerden (kaynaklardan) yeni hükümler çıkarabilen İslâm âlimi. Buna müctehid-i mukayyed ve müctehid-i müntesib de denir.

mezhebsiz

  • Müctehid (dînî delîllerden hüküm çıkarabilen büyük âlim) olmadığı hâlde, dört hak mezhebden birine tâbi olmayan, mezhebleri kabûl etmeyen ve dînî delillerden kendi anlayışına göre hüküm çıkarıp, buna göre amel eden veya böyle birine uyan kimse.

midilli

  • At cinsinin küçük çaptaki nev'ine verilen addır. Bu türlü atlar Midilli adasında yetiştirildiği için bu adı almıştır.

migfer

  • Ateşli silâhların icadından evvel, muharebede kılıç, mızrak ve ok gibi harp âletlerinden korunmak için başa giyilen bir nevi başlık idi. Miğfer, zırh ile beraber bir bütün teşkil ederdi. Osmanlı miğferleri çeşitli şekillerde olmakla beraber genel olarak iki kısma ayrılırdı. Bir kısmı ince bakırdan,

mihver

  • Dünyanın kuzey ve güneş kutbu arasından geçtiği farz olunan hat, dönen bir şeyin ortasından geçen mil. Düzgün geometrik şekilleri iki eşit kısma ayıran doğru çizgi. Çark ve tekerlek gibi dönen şeylerin ortasından geçen mil. Merkez.
  • Mat: Üzerinde bir müsbet ciheti var farzedilen sonsu

milel / ملل / مِلَلْ

  • (Tekili: Millet) Milletler. Bir millet sayılan topluluklar.
  • Bir din veya mezhebde olan topluluklar.
  • Milletler, uluslar.
  • Bir dinde veya mezhebde olan topluluklar.
  • Milletler.
  • Milletler. (Arapça)
  • Dinler. (Arapça)
  • Milletler.

milel-i insaniye

  • İnsan milletleri.

milel-i mazlume

  • Mazlum milletler.

milel-i mütemeddine

  • Medenileşmiş milletler.
  • Medenileşmiş milletler.

milel-i saire / milel-i sâire

  • Diğer milletler.
  • Başka, diğer milletler.

millet-i günahkar / millet-i günahkâr

  • Günahkâr millet.

millet-i hakime / millet-i hâkime

  • Hâkim millet, egemen millet.
  • Hâkim millet.

millet-i ibrahim

  • İbrahim milleti, tevhid inancını benimseyenler.

millet-i ibrahimiye

  • İbrahim milleti, tevhid inancını benimseyenler.

millet-i insaniye

  • İnsanlık milleti, bütün insanoğlu.

millet-i islam / millet-i islâm

  • İslâm milleti; Müslümanlar.

millet-i islamiye / millet-i islâmiye

  • İslâm milleti.

millet-i kudsiye

  • Kutsal millet olan İslâmiyet.

millet-i küfriye

  • Küfür milleti, kâfirler.

millet-i mazlume

  • Zulme uğramış millet.

millet-i merhume

  • Müslümanlar, İslâm Milleti. (Allah'a ve onları ebedi saadete sevkeden emirlerine itaat ettiklerinden, kendileri rahmete mazhar olmuşlardır.)

millet-i osmaniye

  • Osmanlı milleti.

millet-i yehud

  • Yahudi milleti.

milletdaş

  • Aynı milletten olan.

milletperver

  • Milletini seven.
  • Milletini seven.

milletperverlik

  • Milletini sevme.

millettaş

  • Aynı milletten olan.

milli / millî

  • (Milliye) Din ve millete âit, milletle alâkalı, millete mensub.
  • Milletle ilgili.

milli müdafaa vekaleti / millî müdafaa vekâleti

  • Millî Savunma Bakanlığı.

milliyet

  • (Bak. MİLLİYETÇİLİK)
  • Ümmet. Aralarında din, dil ve tarih birliği olan topluluktaki hâl. Millet olma. Aralarında maddi mânevi birlik ve beraberlik râbıtaları bulunan topluluktaki vasıf.
  • Aynı milletten olma hâli.

milliyet-i hakikiye

  • Gerçek, hakiki milliyet.

milliyet-i hakikiye-i islamiye / milliyet-i hakikiye-i islâmiye

  • Gerçek İslâmî milliyet.

milliyet-i kudsiye

  • Kutsal İslâm milliyetçiliği.

milliyet-i menfiye

  • Zararlı milliyetçilik, ırkçılık.

milliyet-i mukaddese

  • Mukaddes islâmiyet milliyeti.

milliyeten

  • Milliyet itibariyle, millî olarak.

milliyetle istihza

  • Millilik ülküsüyle, idealiyle alay etme.

milliyetperver / مایت پرور / مِلِّيَتْپَرْوَرْ

  • Kendi milletine düşkün olma.
  • Milliyetini seven. (Farsça)
  • Milliyetçi, milletini seven.
  • Milliyetçi, nasyonalist. (Arapça - Farsça)
  • Milliyetini seven.

milliyetperverlik

  • Milliyetçilik, nasyonalizm. (Arapça - Farsça - Türkçe)
  • Kendi milletine düşkün olma.

mimraz

  • Hastalıklı, illetli.

mina / minâ

  • Şişe, cam, billur.
  • Parlak saray.
  • Sırça. Kuyumcuların kullandıkları lâcivert renkli sırça.
  • Cam, billur, sırça, parlak.

misal

  • Bir şeyin benzer hali. Benzer. Örnek.
  • Düş. Rüya.
  • Ahlâk ve âdâbla ilgili kıssa ve hikâye.
  • Bir şeyin örneği ve sıfatı. Kısas.
  • Gr: İlk harfi harf-i illet olan (yani; elif, vav veyahut da yâ olan) fiil veya kelime.

misilli

  • (Misillü) Benzeri. Gibi. Aynısı.

mıska'

  • (Çoğulu: Mesâki) Fasih dilli, güzel sesli kişi.

miskam

  • Hastalıklı, illetli.

miskin-i zelil

  • Zillete düşmüş sefil, hor görülüp aşağılanan sefil.

misl

  • Benzer.
  • Misilleme.
  • Miktar.
  • Kat.

moda

  • Geçici yenilik. Elbise ve süslenmede geçici hevesler ve fantezi düşkünlüğü sebebiyle çıkartılan yeni tarz ve şekiller. Bunlar israfı artırır ve iktisada aykırıdır. (Fransızca)

moğol

  • Turâni milletlerinin en büyüklerinden bir kabile olup Türkler ve Mançurlarla cinsi yakınlıkları vardır. Asyanın ortalarında bugün Çin Devletine tâbi olan ve Moğolistan ismiyle bilinen geniş bir çölde ve Sibirya ve Türkistan'ın da bazı taraflarında bulunurlar.Cengiz Hanla beraber Asyanın batı tarafla

mu'tell

  • İlletli. Hasta. Sakat. Alil.
  • Gr: İçinde harf-i illet bulunan kelime kökü.

mu'tezile

  • Aklı ön plâna alan ve "kul kendi fiillerinin yaratıcısıdır" diyerek, ehl-i sünnetten ayrılan fırka. Bunlara kaderiyeciler de denir, önderleri Vâsıl b. Ata'dır.
  • Hicrî ikinci asırda Vâsıl bin Atâ tarafından kurulan ve aklı, nakilden yâni dînî delillerden önde tutan bozuk fırka. "Büyük günâh işleyen kimse ne kâfirdir, ne de mü'mindir, iki menzile (yer) arasında bir menzilededir (yerdedir)" diyen Vâsıl bin Atâ, hocası Hasen-ül-Basrî'nin ders halkasından ayrıld

muallel

  • Sakat, eksik, noksan.
  • Hasta, illetli.

muallim-i ukul / muallim-i ukûl

  • Akılların öğretmeni.
  • Akılların öğretmeni.

muallim-i ukūl / مُعَلِّمِ عُقُولْ

  • Akıllara öğretmen.

mübagame

  • Tatlı dillilik.

mübareze-i hamiyet

  • Din, millet, vatan gibi değerleri korumak için gayretle verilen mücadele.

müberhen

  • Hakkında kesin deliller gösterilen.
  • Delilli ve bürhanlı. İsbatlı. Delillerle sâbit olmuş.
  • Delilli, ispatlı.

müberhene

  • Delillerle ispatlanmış.

mubid

  • Zerdüşt. Mecusi din adamı.
  • Tedbirli, akıllı adam.

mücadele / mücâdele

  • Karşısındakinin câhilliğini veya haksızlığını ortaya koymak ve kendisinin akıl, fazîlet ve şeref bakımından üstün olduğunu isbât etmek için iki kişinin bir şey üzerinde tartışması.

mücadele-i milliye

  • Milli mücadele.
  • Kurtuluş Savaşı. İstiklal Harbi. (1919 - 1922)

mücahede-i milliye

  • Millî mücadele.

mücessem

  • Cismi olan. Dış duygularımızla bilinip varlığından haberdar olduğumuz şey. Varlığı görünen. Cisimlenmiş olan. Bir şekli gösteren. Uzunluğu, genişliği ve kalınlığı olan cisim. Şekillenmiş.

müctehid

  • İctihâd makâmına yâni Kur'ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîf ve diğer dînî delillerden hüküm çıkarma derecesine yükselmiş büyük din âlimi. Bütün İslâm ilimleri ve zamânın fen bilgilerinde söz sâhibi âlim.
  • İçtihâd eden, âyet ve hadîsler başta olmak üzere diğer dinî delillerden hüküm çıkaran büyük İslâm âlimi.

müçtehid

  • Âyet ve hadîsler başta olmak üzere diğer dinî delillerden hüküm çıkarma bilgi ve kàbiliyetine sahip olan.

müctehid-i mukayyed

  • Mezheb imâmının koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, delîllerden yeni hükümler çıkaran İslâm âlimi. Mukayyed müctehid.

müctehid-i müntesib

  • Mezheb reîsinin (imâmının) koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, edille-i şer'iyyeden (dört ana delîlden) hüküm çıkaran İslâm âlimi. Buna, müctehid fil-mezheb (mezhebde müctehid) de denir.

müctehid-i mutlak

  • Dînî hükümleri, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden ve diğer dînî delillerden (kaynaklardan) istinbât ederken, çıkarırken kendine mahsûs kâide ve usûl koyan müctehid. Buna, müctehid fiş-şer' ve müctehid-i müstekıl de denir.

müctenih

  • (Cenah. dan) Meyillenen, bir tarafa eğilen.
  • Secdede usulüne göre ellerini yere koyup dirseklerini açarak kollarını kanat şeklinde tutan.

müdafaa-i milliye

  • Millî savunma.
  • Milli müdafaa, milli savunma.

müddei-yi umumi / müddei-yi umumî

  • Milletin umum haklarını korumak üzere muhakemede hazır bulunan vazifeli, hukuk tahsilini bitirmiş hükümet memuru. Adliye bakanlığına bağlı, icra kuvvetini birlik halinde temsil eylemek üzere teşekkül eden, adlî idare makamında bulunan şahıs. Savcı.

müdellel / مُدَلَّلْ

  • Delilli ve isbatlı olan. İsbat ve tasdikine delil gösterilmiş olan. İsbatlı.
  • Delilli, ispatlı.
  • Delilli, ispatlı.
  • Delille isbatlanmış, delilli.

müdrik

  • Aklı eren. Anlayan. Kavrayan, akıllı.
  • Büluğ çağına, erginlik yaşına gelmiş olan.

müdrikat

  • (Tekili: Müdrik) Akıllılar. İdrak sahipleri.

mufassal

  • Tafsilli, tafsilâtlı, izahlı. Geniş mâlumatlı, kısımlara ayrılıp anlatılmış.

müfettel

  • (Fetl. den) Fitilleştirilmiş. Fitil gibi bükülmüş.

müfettih-ül ebvab

  • (Hayır) kapıları(nı) açan. Bütün müşkilleri giderip ferahlatan. (Cenab-ı Hak)

müftabih / müftâbih

  • Müctehid âlimlerin ictihadlarının (kavillerinden, sözlerinden) kendisiyle fetvâ verilen.

muhabbet-i milli / muhabbet-i millî

  • Millî sevgi.

muhabbet-i milliye

  • Millî muhabbet; İslâm dinine, şeriatına ve inancına ait sevgi.

muhacce

  • (Hüccet. den) İddiâ edip münakaşa ederek deliller ve hüccetler gösterme. İsbatlar gösterme.

muhakeme etmek

  • Hüküm vermek için delilleri incelemek; yargılamak.

muhakkik

  • Gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen.

muhakkikane

  • Gerçekleri delilleriyle araştırarak.

muhakkıkin / muhakkıkîn

  • Gerçekleri araştıran ve hakikatleri delilleriyle bilen âlimler.

muhakkikin / muhakkikîn

  • Gerçekleri araştıran ve hakikatleri delilleriyle bilen tasavvuf erbabı âlimler.

muhakkıkin-i asfiya / muhakkıkîn-i asfiyâ

  • Hz. Peygamberin çizgisinde yaşayan ve hakikatleri delilleriyle bilen ilim ve takvâ sahibi büyük zatlar.

muhakkıkin-i ehl-i tarikat / muhakkıkîn-i ehl-i tarikat

  • Tarikata mensup olanlardan gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlimler.

muhakkıkin-i eimme / muhakkıkîn-i eimme

  • Gerçekleri derinlemesine araştıran ve delilleriyle bilen imamlar.

muhakkıkin-i evliya / muhakkıkîn-i evliya

  • Evliyadan gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlimler.

muhakkıkin-i islam / muhakkıkîn-i islâm

  • İslâm'ın hakikatlerini araştıran ve delilleriyle bilen âlimler.

muhakkikin-i islam / muhakkikîn-i islâm

  • Gerçekleri araştıran, hakikatleri delilleriyle bilen İslâm âlimleri.

muhakkıkin-i islamiye / muhakkıkîn-i islâmiye

  • Hakikatleri araştırıp delilleriyle bilen büyük İslâm âlimleri.

muhakkikin-i kelamiye / muhakkikîn-i kelâmiye

  • Gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen kelam âlimleri.

muhakkikin-i nev-i beşer / muhakkikîn-i nev-i beşer

  • İnsan türünün gerçekleri araştıran ve hakikatleri delilleriyle bilen fertleri.

muhakkıkin-i sofiye / muhakkıkîn-i sofiye

  • Gerçekleri araştıran ve hakikatleri delilleriyle bilen tasavvuf ehilleri.

muhakkikin-i sofiye / muhakkikîn-i sofiye

  • Meseleleri delilleriyle araştırıp bilen tasavvuf erbabı kimseler.

muhakkıkin-i sufiye / muhakkıkîn-i sufiye

  • Gerçekleri araştıran ve hakikatleri delilleriyle bilen tasavvuf ehilleri.

muhakkikin-i sufiye / muhakkikîn-i sufiye

  • Gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen tasavvuf âlimleri.

muhakkıkin-i ulema / muhakkıkîn-i ulema

  • Gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlimler.

muhakkikin-i ulema / muhakkikîn-i ulema

  • Gerçekleri araştıran, hakikatleri delilleriyle bilen âlimler.

muhakkikler

  • Gerçekleri araştıran ve delilleriyle ortaya koyan ilim adamları.

muhalefetün-lil-havadis / muhâlefetün-lil-havâdis

  • Allahü teâlânın, zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde (işlerinde) yarattıklarına, hiçbir bakımdan benzememesi.

muhammed-i arabi / muhammed-i arabî

  • Arap milletinden olan peygamberimiz Hz. Muhammed.

muhammedi / muhammedî

  • Hz. Muhammed'e (A.S.M.) mensub olan. Müslüman. (Ecnebi dillerinde geçen bu mânadaki tabirlere göre Muhammedî, Muhammedîlik: Müslüman ve Müslümanlık mânasına gelmektedir.)

muhammes

  • Beşli. Beş katlı. Tahmis edilmiş.
  • Edb: Her bendi beş mısrâlı olan manzume.
  • Birbiri ardından gelen ve kapalı olarak uç uca eklenmiş beş kenarın meydana getirebileceği çeşitli şekillerden her biri. Beşgen.

muhayyir-ül ukul

  • Akıllara hayret veren. Akılları şaşırtan, akılları durduran.

muhayyirü'l-ukul

  • Akıllara hayret verip hayranlık uyandıran.

muhayyirü'l-ukùl

  • Akıllara şaşkınlık veren.

muhayyirülukul / muhayyirülukûl / محيرالعقول

  • Akıllara durgunluk veren. (Arapça)

muhazele

  • Hakirlik, aşağılık, rezillik.

mühellil

  • Tehlil eden. "Lâ İlâhe İllâllah"ı devamlı tekrar eden.

mühre

  • Cilâ için kullanılan küçük yuvarlak cisim. Deniz böceği kabuğu. (Farsça)
  • Her nevi yuvarlak cisim. (Farsça)
  • Billurdan yapılı küçük kap. (Farsça)
  • Çekiç. (Farsça)
  • Cam boncuk. (Farsça)
  • Omurga kemiği. (Farsça)

muhtar / muhtâr

  • Serbest. Söz ve fiillerinde serbest olup, istediği gibi davranan ve dilediğini yapan.

mukabele-i bilmisil

  • Misilleme yaparak karşılık verme.

mukaddesatçılık

  • Din, vatan, millet gibi mânevî değerlere sahip çıkmak.

mükafil / mükâfil

  • Karşılıklı kefillerden herbiri.

mukallid

  • Amelde, yapılacak işlerle ilgili konularda müctehid denilen derin âlime tâbi olan, uyan kimse.
  • İnanılacak şeylerin delillerini araştırmadan, anlamadan, sâdece anasından babasından duyarak îmân eden.
  • Fıkıh âlimlerinin yedinci derecesinde bulunan âlim.

mukavele

  • Kavilleşmek. Karşılıklı anlaşmak. Sözleşmek.
  • Anlaşmada imzalanan ve karar altına alınanların yazıldığı kâğıt.

mukayyed müctehid

  • Mezheb imâmının koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, dînî delillerden (kaynaklardan) yeni hüküm çıkaran İslâm âlimi. Müctehid fil mezheb de denir.

mükellef

  • Bir şeyi yapmaya ve yerine getirmeye mecbûr olan; Allahü teâlânın emir ve yasaklarından mes'ûl (sorumlu) olan; îmânı olan, âkil (akıllı) ve bâliğ (evlenme yaşına, ergenlik çağına ulaşmış) olan kimse.

mümessil-i leh

  • Kendisi hakkında, lehinde mümessillik yapılmış, vekâlet edilmiş. Lehinde temsil edilmiş.

mümeyyiz

  • Akıllı; faydalı ve zararlıyı birbirinden ayırabilen.

mün'atıf

  • Bir tarafa doğru teveccüh etmiş. Meyillenen, bir tarafa yönelen. Mütemâyil, meyledici.

münakalat

  • Nakiller. Nakil işleri. Ulaştırma işleri.

münevver

  • (Nur. dan) Mc: Kur'anî ve imanî eser okumakla ve ibadet ve taatla nurlanmış. Nurlandırılmış, ışıklı.
  • Uyanık. İntibaha gelmiş. Akıllı âlim. İmanî ve İslâmî tahsil ve terbiye görmüş.
  • Parlatılmış.

münhaniyat

  • (Tekili: Münhani) Eğri olan şeyler. Eğri şekiller.

müntif

  • (Netf. den) Kılları döken. Koparan, çeken.

müreccih

  • Tercih eden, üstün tutan, bir şeyi daha iyi ve mühim gören.
  • Tercih ettiren sebep.
  • Meyilli ve sakil, ağır şey.

müsake

  • Bahillik.

müsakkal

  • Ağırlaştırılmış. Sakilleştirilmiş.

müsanat

  • Bir kimseyi bir yıllığına ücretle tutmak.

müsanehe

  • Yıl başında verilecek ücret.
  • Bir kimseyi bir yıllığına ücretle tutmak.

müşate

  • Saç ve sakaldan dökülen kıllar.

müsbet

  • İsbât olunan. Delilli. Açık ve sabit olan.
  • Menfinin zıddı. Pozitif, olumlu.
  • Yazılıp kaydedilmiş. Tesbit edilmiş olan.

müsbet milliyet

  • Olumlu, pozitif milliyet; başkasına düşmanlık beslemeyen milliyetçilik.

müseccel / مسجل

  • (Secl. den) Kayda geçmiş, sicilli.
  • Mahkeme defterine geçirilmiş.
  • Kimseden men'olunmayan mübah nesne.
  • Sicilli, kayıtlı.
  • Tescilli. (Arapça)

müşekkel

  • (Şekl. den) Kalıbı, şekli, biçimi, kıyafeti gösterişli ve yerinde.
  • Şekil verilmiş, şekillendirilmiş.

müşkilat / müşkilât

  • Müşkiller, zorluklar.

müstahsilin / müstahsilîn

  • (Tekili: Müstahsil) Yetiştirenler, müstahsiller, üreticiler.

müstaid

  • İstidadı olan, kabiliyetli, uyanık, anlayışlı, akıllı.

müstakillen

  • (Kıllet. den) Yalnız, ancak.
  • Başlı başına olarak, kendi başına, bağımsız olarak.

mustazill

  • (Zıll. dan) Gölgelenen, gölgede oturan.
  • Birinin koruyuculuğu ve himâyesi altında bulunan.

müstazıll

  • (Zıll. dan) Gölgelenen, gölge altına girmiş olan.
  • Mc: Birinin himayesine sığınmış olan.

müstedlel

  • Bir delil ile ispat edilmiş, delilli.
  • Delillendirilmiş, kanıtlı.

müsteşrik

  • Oryantalist; Avrupalı olduğu halde, Doğu milletlerinin tarih, dil, din ve edebiyatıyla ilgili araştırma yapan kimse.

müsül

  • Misaller, temsiller.

müsül-i faraziye

  • Farazî temsiller, hikâyeler.

müsül-ü faraziyye

  • Farazî temsiller, hikâyeler.

mutaassıb

  • Bir şeyi müdafaada ifrat ve inat gösteren. Körü körüne inad ve israr eden. Aşırı derecede kendi tarafını tutan.
  • Din, millet ve vatanı hakkında çok sevgi, bağlılık ve gayret gösteren.

mutavaat

  • İtaat etme. Baş eğme. Tâbi' olma.
  • Gr: Fâilleri ile mef'ulleri bir olan fiil.

mutazallil

  • (Zıll. den) Gölgede oturan, gölgede bulunan, gölgelenen.
  • Korunan, muhafaza ve himaye olunan.

müteaddiden

  • Farklı farklı şekillerde.

müteassıb

  • (Asab. dan) Taassub eden, taraftarlık eden.
  • Son derecede dinine ve milletine taraftarlık besleyen.

mütebellir

  • (Billur. dan) Billurlaşan, tebellür eden.
  • Belirgin, belirmiş.

mütecessim

  • Şekillenen, cisimlenerek görünen, gözle görünen.

müteehhil

  • Evli, evcilleşen.

mütehaccir / متحجر

  • Taşlaşmış, fosilleşmiş. (Arapça)

mütehaddır

  • Yeşil renklenen, yeşillenen.

mütehazzır

  • Yeşil renkle renklenen. Yeşillenen.

mütekallil

  • (Kıllet. den) Azalan, azalmış olan.

mütekeffil

  • Kefilliği üstlenen, garantör.

mütekeffilin / mütekeffilîn

  • (Tekili: Mütekeffil) Mütekeffiller. Tekeffül edenler, kefil olanlar.

mütekellimin / mütekellimîn

  • Kelâm âlimleri. İslâm dîninin îmân bilgilerini, naklî (dînî) ve aklî delillerle îzâh eden, açıklayıp isbatlayan büyük âlimler.

mütekeyyis

  • (Çoğulu: Mütekeyyisîn) Zeki ve akıllı gibi görünen.

mütekeyyisin / mütekeyyisîn

  • (Tekili: Mütekeyyis) Akıllılık taslıyanlar, tekeyyüs edenler.

mütemayil

  • Taraftar görünen, temayül eden, meyillenen.

mütemellil

  • (Millet. den) Aynı milletten olan.

mütenemmir

  • Kaplanlaşan, kaplan huylu olan.
  • Sert bir dille konuşan.

mütenemmirane / mütenemmirâne

  • Kaplanlaşarak. (Farsça)
  • Sert bir dille korkutarak. (Farsça)

müteşa'ir

  • (Şaar. dan) Kıllı, saçlı. Kılı çok olan.

müteşabihat-ı kur'aniye / müteşabihât-ı kur'aniye

  • Beşer lisanının, lügatını vaz etmediği, sezip düşünemediği, misalini göremediği hakikatların teşbih ve temsiller ile anlatıldığı âyet-i kerimeler.

müteseffilin / müteseffilîn

  • (Tekili: Müteseffil) Sefilleşenler, aşağılık olanlar.

müteşekkil / مُتَشَكِّلْ

  • Şekillenmiş, oluşmuş.
  • Şekillenen, oluşan.

müteverrim

  • (Çoğulu: Müteverrimin) (Verem. den) Kabarık, şiş. Şişiren.
  • Verem olmuş, veremli. Verem illetine giriftar olan.

mütezellil

  • Tezellül eden. Alçalan, zillete katlanan. Kendini zelil gösteren.
  • Alçalan, zillete katlanan.

mütezellilane / mütezellilâne

  • Zelil olarak, alçalarak, zilletini bilip göstererek.

mutezile / mûtezile

  • Kendi akıllarını temel unsur kabul edip, Kur'ân ve sünneti ona uydurmaya çalışan Ehl-i Sünnet dışı bâtıl bir mezhep.

mutlaka

  • Ne olursa olsun, her halde, illâ.

müvesseb

  • Yünlü ve kıllı davar.

muyan

  • (Tekili: Muy) Kıllar. Tüyler. (Farsça)

müyul / müyûl

  • Meyiller, yönelmeler.
  • Meyiller, eğilimler.
  • Meyiller, yönelmeler.
  • Eğilimler, meyiller.

müyul-ü müteşa'ibe

  • Çeşitli şubeleri olan meyiller. Çeşitli arzular, meyiller.

müyul-ü müteşaibe

  • Birçok dallara ayrılmış meyiller, arzular.

müyul-ü müteşaibeye / müyûl-ü müteşâibeye

  • Çeşitli dallara ayrılmış arzular, çeşitli meyiller.

müyulat / müyulât / müyûlât

  • (Tekili: Meyl) Meyiller, arzular.
  • Meyiller, eğilimler.
  • Meyiller, eğilimler, istekler.

müyülat / müyülât

  • Meyiller, eğilimler.

müyülat-ı aliye-i milliye / müyülât-ı âliye-i milliye

  • Millî yüce meyiller, eğilimler.

muzallel

  • (Zıll. dan) Gölgeli, gölgelenmiş.

müzeyyelat / müzeyyelât

  • (Tekili: Müzeyyel) Zeyiller, ilâveler, katılmış şeyler.

muzill

  • Zelil kılan. Zillete düşüren.
  • Adileştiren.

müzill

  • İndiren, alçaltan, zillete düşüren, Allah.

na-dani / nâ-danî

  • Terbiyesizlik, haddini bilmezlik. (Farsça)
  • Cahillik. (Farsça)

na-merdi / nâ-merdî

  • Namerdlik, alçaklık, zillet. (Farsça)
  • Korkaklık. (Farsça)

nadanlık / nâdânlık

  • Cahillik. (Farsça - Türkçe)
  • Hödüklük. (Farsça - Türkçe)

naharir

  • (Tekili: Nihrir) Bilgili, akıllı ve âlim kimseler. Fâzıl ve mâhir kişiler.

naht

  • Ağacı yontmak suretiyle kabartma şekiller yapma san'atı.
  • Yontma, oyma.

nakıs

  • Noksan, eksik. Tamam olmayan. Gr: Yalnız son harfi harf-i illet olan kelime gibi.
  • Mat: Eksi. Negatif.

nakkar

  • Müzik, çalgı.
  • Gagalıyan.
  • Ağaç, taş ve madeni eşyayı oyarak ve çukurlaştırıp kabartarak ona mücessem şekiller veren sanatkârlar.

nakli / naklî

  • Nakille ilgili.

nakli delil / naklî delil

  • Şer'î hükümler için naklî delil esastır. Yalnız akıl ile din namına hüküm getirilmez ve böyle bir hükmün dinle alâkası olmaz. Dinî meselelerde aklın ve ilmin vazifesi; dinî hükümlerdeki hikmetleri ve hakkaniyet delillerini görüp izhar etmektir. Kur'anın bazı âyetlerinde yapılan akla havaleler ve Kur

nakliyat

  • Nakil işleri, taşıma işleri.
  • Anlatılanlardan öğrenilenler.
  • Nakiller.

nakr

  • Oymak, kazmak. Taş oymak.
  • Kuşun yem toplaması.
  • Vurmak.
  • Sıklık vermek.
  • Ağaç üstüne nakşetmek.
  • Tanbur çalmak.
  • Üflemek.
  • Dille ıslık çalmak.
  • Parmak çıtlatmak.

nam

  • İsim, ad. Lâkab. Ün. Şan. (Farsça)
  • Vekillik. (Farsça)
  • Adres. (Farsça)

namus-u islamiye-i milliye / namus-u islâmiye-i milliye

  • İslâmî, millî namus ve onlara ait şeref, haysiyet.

namus-u millet-i islamiye / nâmus-u millet-i islâmiye

  • İslâm milletinin nâmusu (Millet kelimesi burada "din, şeriat, inanç" anlamına geliyor.).

namus-u milli / namus-u millî

  • Millî namus.

namus-u milliye

  • Millî namus, şeref.

narenciye

  • Turunçgiller. (Mandalina, portakal, limon gibi meyveler.)

nazar-ı millet

  • Milletin bakışı, düşüncesi.

nebbar

  • Fasih dilli, güzel konuşan adam.

nebil

  • (Nebile) Akıllı, anlayışlı, zekâ sahibi.
  • Yüksek meziyet sahibi. Güzel huylu.
  • Bilgili ve faziletli kimse.

necaset-i hafife

  • Hanefî mezhebine göre pis olduğuna dair şer'î bir delil mevcud olan şeydir. Diğer bir tabire göre murdar olmadığı rivayet edilen şeydir. (Eti yenen hayvanların bevilleri gibi.) Bedenin veya elbisenin dörtte birinden az miktarı namaza mani olmaz.

necis

  • Yavaş hareketli insan veya hayvan.
  • Gizli olan şeyi halk içinde ifşa etmek.
  • Gizlenen sır, nişan.
  • Bir nevi yeşillik.

nedis

  • Akıllı kişi.

neds

  • Akıllılık.
  • Taan etmek, çekiştirmek.

nefy ve isbat zikri / nefy ve isbât zikri

  • "Lâ ilâhe illallah" mübârek sözünü diyerek yapılan zikr (Lâ ilâhe) yâni Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur, nefy; (illallah) yâni Allahü teâlâ vardır demek de isbât ifâdeleriyle belirtilmiştir.

neha

  • Pek akıllı adam.
  • İhtiyacı terkeylemek. (Güya kendi nefsi cihetinden menedilmiş demektir.)

nekr

  • Zeki, akıllı kimse. Pek zeyrek olan.
  • Dehâ, fetânet.

nevbave

  • Yeni yeşillik. (Farsça)
  • Turfanda yemiş. (Farsça)
  • Hediye, armağan. (Farsça)

nezale

  • Sefillik.
  • Hasislik.

nezare

  • Azlık. Kıllet.

nezaret

  • (Nazar. dan) Bakmak, seyir, bakış.
  • Nâzırlık etmek. Göz etmek.
  • Tenezzüh.
  • Reislik.
  • Vekillik, nâzırlık, bakanlık.

nezaza

  • Az olmak, kıllet.
  • Her nesnenin bakiyyesi, artığı ve âhiri.

nezzare

  • Seyirci, seyreden, bakan. Nezaret eden, müfettiş, mürakabe ve kontrol eden. Vekillik eden.

nıhle

  • (Çoğulu: Nihal) Millet.
  • Yol.
  • Diyânet.
  • Bahşiş, atâ.
  • Dâva.

nihle

  • Cenab-ı Hakk'ın ihsanı. Atıyye.
  • Millet.
  • Yol. Tarik.
  • Diyânet. Mezheb.

nijad

  • Nesil, soy, neseb. (Farsça)
  • Cibilliyet, tabiat. (Farsça)

niyabet / niyâbet / نيابت

  • Nâiblik, vekillik. Kadı vekilliği.
  • Vekillik.
  • Kâdı vekilliği, kâdılık.
  • Naiplik, vekillik. (Arapça)

nübüvvet da'va etmek

  • Peygamber olduğunu bildirip doğruluğunu isbat için deliller göstermek, peygamberliğini ileri sürmek.

nukul

  • Nakiller, rivâyetler. Başkasından anlatılanlar. Hikâyeler.

öşür

  • Tek yıllık ürün veren buğday gibi mallardan alınan onda bir ölçüsünde zekât.

pak-zad

  • Temiz asıllı. Aslı temiz olan. (Farsça)

parlamento

  • İng. Millet meclisi. Milletvekillerinden meydana gelen meclis ve senatonun tamamı.

pars

  • Dine bağlı kimse. (Farsça)
  • Nâmuslu, iffetli, temiz ve doğru insan. (Farsça)
  • Fars milleti, İran kavmi. (Farsça)

paşa

  • Sivillerle askerlerin ileri gelenlerinin bir kısmına verilen resmi ünvandı. Osmanlıların ilk devirlerinde bu ünvan, hânedân mensublarıyla yalnız bir kısım idare adamlarına verilirken sonradan askeriden "mir-i liva" ve daha yüksek rütbede olanlarla; mülkiyeden vezir, beylerbeyi, mir-i miran ve mir-ül

pejuhide

  • Çok akıllı, olgun, bilgili. (Farsça)

pesti / pestî

  • Alçaklık, âdilik, zillet. (Farsça)

pota

  • İçinde madenlerin eritildiği ve şekillendirildiği kap.

rabbani / rabbanî

  • (Rabbaniye) Rabbe âit. Cenab-ı Hakk'a dair ve müteallik. İlâhî.
  • Ârif-i Billâh olan, ilmi ile amel eden âlim.

rabıta-i mevt / râbıta-i mevt

  • Ölümü her an hatırlama ve hayatını buna göre şekillendirme.

rabıta-i milliye

  • Milliyet bağı.

racih-i mercuh

  • Bürhan ve delillerin tercih ve üstünlük esasları.

rasadhane / rasadhâne

  • Havanın değişen şekillerini, sıcaklık ve soğukluğu tesbit etmek için veya yıldızların hareketlerini tesbit ve takib maksadiyle çalışılan yer. (Farsça)

raşid

  • (Rüşd. den) Hak dinini kabul eden, doğruya giden, rüşde erişmiş olan.
  • Akıllı.

raşidin / raşidîn

  • Hakka erişmiş olanlar. Kâmil ve çok ileri olgun kimseler. Akıllılar.

ratanet

  • Arapçanın hâricindeki bir dille konuşma.

re'y

  • Müctehid İslâm âlimlerinin, açıkça bildirilmeyen bir mes'ele hakkında dînî delillerden yâni Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf ve icmâ-i ümmetten çıkardıkları hüküm, kıyâs.

rehber-i millet

  • Milletin rehberi, öncüsü.

reis-i vükela / reis-i vükelâ

  • Vekillerin başı. Başvekil. Başbakan.

reşid

  • Doğru yolda giden, hak yolunda olan.
  • Akıllı, iyi davranan. Ergin, olgun.
  • Büluğ çağına girmiş kimse.
  • Doğru yola sevkeden, hayra delâlet eden.
  • Fık: Malını muhafaza hususunda aklı eren, istediği gibi meşru yolda sarfedebilen kimse.

resis

  • Sâbit, devamlı.
  • Bakıyye, artık.
  • Akıllı, zeki kimse.
  • Sahih olmayan haber.
  • Aşk-ı muhabbetin ibtidası.
  • Hastalık başlangıcı.

resuliler / resûlîler

  • Yemen'de 1231 (H. 629)-1454 (H. 858) yılları arasında hüküm sürmüş olan bozuk inanışlı bir hânedân, âile.

rezail / rezâil

  • Rezillikler, ahlâka aykırı çirkin ve alçak şeyler.
  • Rezillikler, utanılacak şeyler.

rezalet / rezâlet / رذالت

  • Rezillik, alçaklık.
  • Utanç verici şey. Utanılacak hal.
  • Alçaklık, rezillik.
  • Maskaralık.
  • Arsızlık.
  • Rezillik, kötü ahlâk, fazîletin zıddı.
  • Rezillik. (Arapça)

rezile

  • Rezillik, alçaklık.

rezilet

  • Alçaklık, rezillik.

rıtane

  • Arap lisanından başka dille konuşmak.

rivayet-i sadıka / rivayet-i sâdıka

  • Senet ve delillerle sâbit, şüphesiz, doğru rivâyet.

rıza-yı bari / rıza-yı bârî

  • Varlıklara biçim verip şekillendiren ve onları mükemmel bir surette yaratan Allah'ın rızası.

rub'-ı daire / rub'-ı dâire

  • Namaz vakitlerinin hesaplanmasında, yükseklik ölçülmesinde ve bâzı trigonometrik hesapların yapılmasında kullanılan el âleti. Bâzı geometrik şekillerden ibâret olup, dörtte bir dâire şeklinde tahta üzerine şekiller işlendiği için buna Rub'-ı dâire ta htası da denilmiştir.

rübai / rübaî

  • Dörtlük olan. Dörtle ilgili.
  • Edb: Dört mısralık belli vezinlerle yazılmış manzume. Aynı esasta 24 şekilli vezinle yazılan 4 mısralık şiir.
  • Gr: Mastarını meydana getiren dört harften hepsi de aslî olan kelimeler.

rum

  • Rum milletinden olan.

rumuzat-ı neşriye / rumuzât-ı neşriye

  • Âhiretteki dirilişin ince delilleri.

rüsum / rüsûm

  • Resimler, şekiller. Âdetler. Vergiler, gümrükler, gümrük vergisi.
  • Merasim, usûl.
  • Resmler, âdetler. Bir cemâatin veya bir milletin müşterek düşüncesinden doğan âdetler, alışılagelen, yapılagelen şeyler.

rüsvayi / rüsvayî

  • Rezillik, itibarsızlık, haysiyetsizlik. (Farsça)

rüyuh

  • Zelillik, horluk, hakirlik.
  • Zayıflık.

rüzela

  • (Tekili: Rezil) Reziller.

saadet-i millet

  • Milletin mutluluğu.

sabık-ul beyan / sâbık-ul beyân

  • Yukarıda söylenillmiş, zikri geçmiş.

sabr-ı eyyüb

  • Eyyüb'ün (A.S.) dillere destan olan sabrı.

sadaret

  • Vezirlik, başvezirlik. Osmanlı Devleti zamanında Başvekillik makamına verilen isim.
  • Öne geçme, başta bulunma.

sadr-ı ali / sadr-ı âli

  • Vezirlerin veya vekillerin başkanı. Sadrâzam.

saf'

  • Sille vurmak, tokat atmak.

saf'an

  • (Çoğulu: Safâıne) Sille vurulmuş kişi.

safak

  • Kıllı derinin altında olan ince deri.

safdilane / safdilâne

  • Bönlükle, saflıkla. Safdillikle. (Farsça)

safilin / safilîn

  • Alçaklar, aşağılar, sefiller. Allah'tan (C.C.) uzak olanlar.
  • Aşağı taraflar.

sagar

  • Zelillik, alçaklık, âdilik.

sahfe

  • Zayıf akıllılık ve az fikirlilik.

sahif

  • (Sahâfet. den) Zayıf akıllı. Az fikirli kimse.
  • Gevşek dokunmuş. Boş.

sahife-i ayat-ı tekviniye / sahife-i âyât-ı tekvîniye

  • Yaratılışa ait delillerin sayfası.

sahih kavl / sahîh kavl

  • Fıkıh âlimlerinin bir iş hakkında müctehid âlimlerin kavillerinden (re'y ve ictihâdlarından) hakkında doğrudur veya doğru olan budur dedikleri kavl, hüküm, söz.

şahitler

  • Deliller, tanıklar.

sahun

  • Gafiller. Allah'ın (C. C.) emrinden gaflet edenler.

sakam

  • (Sekam) İllet, hastalık, dert.
  • Hata ve yanlış.
  • Zillet.

sale

  • Yıllık, senelik. (Farsça)

salha

  • (Tekili: Sâl) Yıllar. Seneler. (Farsça)

salim / sâlim

  • Sağlam.
  • Sıhhatli. Sağ. Noksansız, eksiksiz.
  • Her türlü tehlikeden uzak olan. Emin ve korkusuz olan.
  • Gr: Kelimelerdeki harfler bozulmadan cemi' eki katılarak yapılan çoğul hali. Sâlimûn, sâlihât, sâdıkûn, sâdıkât gibi yapılan cemiler.
  • İçinde harf-i illet bulunma

salname / sâlnâme / سالنامه

  • Yıllık, senelik. (Farsça)
  • Yıllık. (Farsça)

sanayi-i lafziye

  • Söz ile, lâfızla yapılan san'at şekilleri. (Cinas, tenasüb ve tezad gibi.)

sani-i fail / sâni-i fâil

  • Her şeyi san'atla yaratan ve bütün fiillerin sahibi olan Allah.

şark vilayetleri / şark vilâyetleri

  • Doğu illeri.

şarkiyat

  • Şark dilleri veya ilimleri hakkında inceleme yapan ilim şubesi.

şart edatı

  • Arapça'da, Türkçe'deki "eğer, şayet, …se, …sa" kelimelerinin karşılığı olarak kullanılan, kendi başına bir mânâsı olmadığı halde isim ve fiillerle birlikte mânâ kazanan edatlar, in, lev, emma gibi.

şart edatları

  • (Huruf-u şartiye) Bunlara "Şart isimleri" de denir. Arapçada şart mânâsını ifade eden edatlar: İn, Men, Ma, Mehmâ, Eyyü, Metâ, Eynemâ, Eyyâne, Ennâ, Haysümâ, Keyfemâ. Bu edatlar iki fiili (şart ve ceza fiillerini) cezmederler. Şart mânâsını ifade eden edatlardan sonra gelen ilk fiil, şart; ikincisi

sayasi

  • (Tekili: Sisâ) Dağın uçları.
  • Herhangi bir şeyin asılları.
  • Çulha tarakları.
  • Muhkem ve yüksek kaleler.

seaf

  • Devenin ağzında olan bir hastalıktır ve burnunun ve gözlerinin kılları dökülür. O devenin erkeğine esaf, dişisine nâfâ denir.
  • Tırnağın çevresinin kopup ayrılması.

sealil

  • (Tekili: Sü'lul) Memeler.
  • Vücudda meydana gelen siğiller.

sebeb-i sür'at-i ef'al / sebeb-i sür'at-i ef'âl

  • Fiillerin sür'at kazanma ve hızlanması sebebi.

sebr ve taksim

  • Mantıkta bir isbatlama tarzı ve usulüdür. Bu iki kelime beraber kullanıldığı gibi, "delil-i taksim, delil-i münkasım" gibi tâbirlerle de söylenir. Bu isbatlamada bir şeyin aslında bulunan vasıflar, illet olmaktan birer birer ibtal edildikten sonra, tam illet olmaya elverişli olan tesbit edilir. (Lât

sebzezar

  • Çayırlık, çimenlik, yeşillik. (Farsça)
  • Bostan, sebze tarlası. (Farsça)

şecaat-i milliye-i islamiye / şecaat-i milliye-i islâmiye

  • İslâm milletine ait kahramanlık, yiğitlik, cesaret.

şecere-i tuba-i ubudiyet / şecere-i tûbâ-i ubudiyet

  • Kulluğun nurlu tûbâ ağacı; tûbâ ağacı gibi şekillenmiş ve dal budak salmış kulluk.

seciye-i milliye

  • Millî karakter ve ahlâk.

sedd-i zerai'

  • Şer'an memnu olan bir şeye vesile teşkil eden mübah fiillerin de men edilmesi. "Def-i mefasid, celb-i menafiden evlâdır." Buna binaen insan, şer'an memnu olan herhangi bir şeye sâik olacak şeylerden sakınması icab eder, o şeyler hadd-i zâtında mennu olmasa da. Bu husus Mâlikî Mezhebinde delil kabul

seele

  • Sailler, dilenciler.

sefahet / sefâhet

  • Kıt akıllılık, düşüncesizlik, günahlara düşkünlük.

sefalet / sefâlet / سفالت

  • Fakirlik, yoksulluk. Fakirlikten gelen sıkıntı. Sefillik.
  • Sefillik. (Arapça)

sefih / sefîh

  • Kıt akıllı, düşüncesiz, zevke düşkün.

şefn

  • Akıllı ve zeyrek kişi.

şehadet kelimesi / şehâdet kelimesi

  • Kelime-i şehâdet, İslâm'ın beş şartından birincisi. "Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh" mübârek sözü.

şehamet / şehâmet

  • İyi işler yapmak, yüksek mertebeler ele geçirmek; zekâ ve akıllılıkla berâber olan cesâret, yiğitlik.
  • Akıllıca yiğitlik.

sehavet-i milliye / sehâvet-i milliye

  • Millî cömertlik.

şehid / şehîd

  • Allah yolunda harb ederken, Allahü teâlânın ism-i şerîfini yüceltmeye (İslâmı yaymaya) çalışırken veya düşman saldırdığında vatan, din ve milletini, ırz ve nâmûsunu müdâfâ ederken ölen müslüman.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Bütün mahlûkâtın (yaratılmışları

şehim

  • (Şehamet. den) Şehametli, kurnaz ve akıllı yiğit.

şeka'

  • Rezalet, rezillik, alçaklık.
  • Bedbahtlık, kutsuzluk.

sekafe

  • Akıllılık.

sekam

  • Hastalık. İllet. Bozukluk.

şekavet

  • Her çeşit kötülük içinde olmak. Belâ ve zillete düşmek. Sıkıntıda kalmak.
  • Haydutluk, eşkiyalık.

şekir

  • Ağacın çevresinde kökünden biten fidanlar.
  • Fercte olan kıllar.

şekli / şeklî

  • Şekille alâkalı, şekilce. Dış görünüşe dair.

selamet-i millet / selâmet-i millet

  • Milletin selâmeti, esenliği, güven içinde oluşu.

selamet-i millet fedaileri / selâmet-i millet fedâileri

  • Milletin kurtuluşu ve esenliği için fedakârlıkta bulunan ve kendini feda eden kişiler.

selef-i müçtehidin / selef-i müçtehidîn

  • Âyet ve hadisler başta olmak üzere dinî delillerden hüküm çıkarma bilgi ve kâbiliyetine sahip olan İslâmın ilk dönemlerinde yaşamış İslâm âlimleri.

şelil

  • (Çoğulu: Eşille) Deve ve at ardına yapılan palas.
  • Çok sulu dere ortası.
  • Kısa gömlek.

semavi ayetler / semavî ayetler

  • Cenab-ı Hakkın varlığına ve birliğine işaret eden gökyüzündeki deliller.

semerat-ı ef'al / semerât-ı ef'al

  • Fiillerin meyvesi, neticesi.

şemlal-şemlil / şemlâl-şemlil

  • (Bak: ŞEMİLLE)

sene-i şemsiye

  • 22 Mart'tan ertesi senenin 21 Martına kadar süren İranlıların milli takvimine göre olan nesne.

senedat / senedât

  • Senetler; kuvvetli deliller.

senevat / senevât / سنوات

  • (Tekili: Sene) Yıllar, seneler.
  • Yıllar. (Arapça)

senevi / senevî / سنوی

  • Senelik, yıllık.
  • Yıllık.
  • Yıllık. (Arapça)

seneviye

  • Yıllık.

serab

  • Çölde, sıcak ve ışığın tesiriyle ilerde veya ufukta su ve yeşillik var gibi görünme olayı. Şaşkın hale gelme.
  • Şaşkın hâle gelme. Çorak yerlerde, çölde sıcak ve ışığın te'siriyle ileride, yakında yahut ufukta su veya yeşillik var gibi görünme hâdisesi.

serasker

  • Ordu kumandanı. Komutan. (Farsça)
  • Harbiye nâzırı, milli savunma bakanı. (Farsça)

şeref-i millet-i islamiye / şeref-i millet-i islâmiye

  • İslâm milletinin şerefi, onuru.

şeref-i milliye

  • Millete ait şeref.

şeriat-i fıtriye

  • Allah'ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların fiillerini düzen altına alan kanunlar.

servet-i akl

  • Akıllılık. Akıl zenginliği.

setr-i avret

  • Mükellef olan yâni akıllı ve bâliğ (ergenlik, evlenme yaşına erişmiş) bir kimsenin namazda veya her zaman başkasına göstermesi haram olan yerlerini örtmek.

sevab-ı ef'al / sevab-ı ef'âl

  • Fiillerdeki sevap.

sevahil / sevâhil

  • (Tekili: Sahil) Sahiller, yalılar. Deniz veya ırmak kenarları.
  • Sahiller, kıyılar.
  • Sahiller.

sevk-i tabii / sevk-i tabiî

  • İstek dışı hareket. İç güdü. Canlıların hayâtiyetini ve nesillerini devâm ettirmek için, Hak teâlâ tarafından kendilerine verilen kuvvet.

seyr-i afaki / seyr-i âfâkî

  • Terbiye ve mâneviyatta tekâmül yollarında, hariç âlemden, âfaktan başlamak suretiyle bulunan delillerle tekâmül edip nefsini ıslâh ve imâni ve Kur'âni hakikatlarda terakki etmek usulü.

seyr-i enfüsi / seyr-i enfüsî

  • Hafî tariklerin çoğunda takib edilen ve nefsinin iç âlemindeki delillerle, vasıtalarla tekâmüle gidenlerin usûlü.

şiar

  • İz, belirti, işaret, nişan, ayırt edici iyi âdet.
  • Üstünlük veren işaret.
  • İnsanın gömleği.
  • Ölüm.
  • (Tekili: Şa'r) Kıllar.

şibh-i billuri / şibh-i billurî

  • Billur gibi olan.

sıddikin-i muhakkikin / sıddîkîn-i muhakkikîn

  • Daima doğruluk üzere ve Allah'a ve peygambere sadakatte en ileride olan, hakikatleri delilleriyle bilen büyük araştırmacı âlimler.

sıfat-ı ef'al alemi / sıfât-ı ef'al âlemi

  • Cenâb-ı Hakkın fiillerinin sıfatları âlemi.

siga

  • Gr: Fiilin tasrifinden (çekiminden) meydana gelen çeşitli şekillerden her biri. Kip.
  • Fiilin çekiminden meydana gelen çeşitli şekillerden her biri.

silah-ı milli / silah-ı millî

  • Milli silâh.

sili / sîlî / سيلى

  • Tokat, sille. (Farsça)

silsile-i berahin / silsile-i berâhin

  • Deliller zinciri.

silsile-i ef'al

  • Fiiller zinciri.

sinimmar

  • Ay, kamer.
  • Gece uyumayan erkek.
  • Harami.
  • Tar: Rum milletinden bir üstâdın adıdır. Numan bin Münzir için Hira'da bir köşk yapmıştı. Bunun bir eşini daha kimseye yapmasın diye Numan bin Münzir o köşkün üstünden attırıp öldürdü. (Ahter-i Kebir'den)

sinin / sinîn / سنين

  • Yıllar. (Arapça)

sinin-i salife / sinin-i sâlife

  • Geçen yıllar.

şirinzeban / şîrinzeban / شيرین زبان

  • Tatlı dilli. (Farsça)
  • Tatlı dilli. (Farsça)

sıyga

  • Gr. kip fiillerde belirli bir zamanla konuşanın, dinleyenin ve konuşulanın teklik veya çokluk olarak belirtilmiş biçimi.

su-i tedbir

  • Yanlış tedbir. Kötü yol. Tam düşünüşle, akıllıca hareket etmeyiş.

süfeha

  • Sefihler, kıt akıllılar, günahkârlar.

süfela

  • (Tekili: Sefil) Sefiller.

şüheda / şühedâ

  • Şehîdler, vatan, din ve milletine hizmette ölenler.

şuhh

  • Bahillik.

şühud

  • şâhidler.
  • Görme, şahid olma.
  • Müşahede etme.
  • Görünecek halde şekillenme.

şukre

  • Sâfi kızıllık, tam ve koyu kırmızılık.

sulla'

  • (Çoğulu: Sıllâ) Enli yassı taş.
  • Ot bitmeyen mevzi.

sultan süleyman han

  • (Hi: 900-974) Osmanlı Padişahlarının onuncusu, İslâm Halifelerinin yetmişbeşincisidir. Yavuz Sultan Selim Han'ın oğludur. Avrupa-vari bir kısım kanunlar yapılmasına vesile olduğundan Kanuni nâmı ile de tanınır. Padişahlık yılları Osmanlı Devletinin en haşmetli devri olup, Avrupa, Asya Osmanlıların e

sünnet

  • Göbekle kasık arası.
  • Atın bileğinin ardındaki uzunca kıllar.

sünnet-i hasene

  • İlk asırda (Resûlullah efendimiz ve O'nun arkadaşları olan Eshâb-ı kirâm zamânında) asılları îtibâriyle bulunan, sonraları daha da geliştirilen, minâre, mektep yapmak ve kitâb yazmak gibi, İslâm'ın izin verdiği, hattâ emrettiği güzel ve faydalı işler.

şünşün

  • Zeyrek ve akıllı genç yiğit.

sünun

  • (Tekili: Sene) Seneler, yıllar.

şura-yı ümmet / şûrâ-yı ümmet

  • Milletin şûrâsı, Müslüman kanaat önderlerinin görüşü.

suram

  • Zillet ve hastalık.
  • Emzikten son çıkan süt.

suret-i mütegayyire / sûret-i mütegayyire

  • Değişken biçimler, şekiller.

suretpezir

  • Meydana çıkan, hâsıl olan, şekillenen. (Farsça)

sürhi / sürhî

  • Kırmızılık, kızıllık.

sürsur

  • Âlim ve akıllı kişi.

şuub / şuûb

  • Halklar, milletler.

şuun / şuûn

  • (Tekili: Şe'n) İşler, fiiller. Havadis.
  • İşler, fiiller.

şuun ve ef'al-i rabbaniye / şuûn ve ef'âl-i rabbâniye

  • Herşeyin Rabbi olan Allah'ın işleri, icraat ve fiilleri.

şuun-u ilahiye / şuûn-u ilâhiye

  • İlâhî fiiller, işler.

şuunat-ı azime / şuûnat-ı azîme

  • Büyük işler, fiiller, haller, icraatlar.

şuur

  • Anlayış, idrak. Vicdan. Hiss-i zâhirle duymak.
  • Nefsin mânâya ilk vusul mertebeleridir.
  • Kendi varlığından haberi olma.
  • Bir şeyi hoşça tanıma.
  • İnceliklerini iyice idrak etme.
  • (Tekili: Şa'r) Kıllar.

suver-i hayaliye

  • Hayale ait biçimler, şekiller, hayalî ifadeler.

suver-i maani / suver-i maânî

  • Mânâ şekilleri, biçimleri.

suver-i misaliye

  • Temsilî ifadeler, misalî şekiller, suretler.

suver-i muteaddide

  • Çeşitli şekiller, suretler.

suver-i müteaddidede

  • Bir çok şekillerde.

suver-i müteşabihe

  • Müteşâbih ifadeler; Kur'ân-ı Kerimde mânâsı kapalı olan ve yorumlara açık olan suretler, temsiller.

suver-i zihniye

  • Zihindeki şekiller, sûretler.

ta'birat

  • (Tekili: Ta'bir) Tabirler. İfade şekilleri. Anlatmalar.

ta'lil

  • Sebep göstermek.
  • İllet. Bahane.
  • Müessirden esere yapılan istidlâl.
  • Bir hükmün sebep ve illetlerini ortaya çıkarma, gösterme.

ta'tilat / ta'tîlât / تعطيلات

  • Tatiller. (Arapça)

taabbüdi / taabbüdî

  • İbadete ait olup emrolunduğu için yapılan. Sebeb ve illeti sadece emir olan, aklın muhakemesine bağlı olmayan. İbâdete âit ve müteallik.

taallül

  • İllet ve sebep gösterme, bahane üretme.
  • (İllet. den) Vesile ve bahane arama. Bir işten kaçınma.
  • Mâzeret.

taassub-u kavmi / taassub-u kavmî

  • Aşırı milliyetçilik, ırkçılık.

taassubat-ı kavmiye / taassubât-ı kavmiye

  • Kendi kavminin ve milletinin kurallarına sıkıca bağlılık.

taavvüz

  • Allah'a (C.C.) sığınırak "Euzubillâh" demek, yani Allah'a sığındığını ifade etmek.

taazi

  • Musibet vaktinde" İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciun" demek.

taazzi

  • Uzuv peydâ etme. Şekillenme.

taazzuv / تعضو

  • Şekillenme, biçim alma, organ oluşturma. (Arapça)

taben

  • (Tabâne-Tabâniye) Akıllılık.

tabi'iyyeciler / tabî'iyyeciler

  • Canlılarda ve cansızlardaki, akıllara hayret veren intizâmı (düzeni) ve incelikleri görerek, bir yaratanın varlığını söylemekle berâber; öldükten sonra tekrar dirilmeği, âhireti, Cennet'i ve Cehennem'i inkâr edenler (red edip, kabûl etmeyen, inanmaya nlar).

tabiat-ı arap

  • Arap milletinin kendine özel yapısı, mizacı, karakteri.

tafazzuh

  • Rezillik, kepazelik. Rüsvaylık.

tahazzur

  • (Hıdr. dan) Yeşillenme.

tahiyyat-ı muayyene / tahiyyât-ı muayyene

  • Belirli zamanlarda okunan, canlıların hal dilleriyle ve yaşayışlarıyla dile getirdikleri dualar.

tahiyyat-ı mübareke / tahiyyât-ı mübareke

  • Canlıların bereket ve tebrik sebebi olan hal dilleriyle ve yaşayışlarıyla dile getirdikleri dualar.

tahkiki

  • Araştırarak ve kesin delillere dayanarak.

tahkiki iman / tahkikî iman

  • Araştırarak ve kesin delillere dayanarak elde edilen iman.

tahlil

  • Müşkül meseleyi halletmek.
  • Bir şeyi kolaylıkla tutmak.
  • Eritmek.
  • Bir şeyi helâl kılmak.
  • Yemine kefaret etmek.
  • Man: Terkibin zıddıdır. Bir kıyas neticesinin mantık şekillerinin hangisinden olduğunu bilmek için delilin tahlili, araştırılması.
  • Fiz:

tahlilat / tahlîlât / تحليلات

  • (Tekili: Tahlil) Tahliller, analizler.
  • Analizler, tahliller. (Arapça)

tahmid / tahmîd

  • (Hamd. den) Hamdetmek.
  • Medhetmek, övmek.
  • Elhamdülillâh" kelâmının mânasını ifade etmek.
  • "Elhamdülillah" demek. "Hamd, şükür Allahü teâlâya mahsûstur" mânâsına "Elhamdülillah" sözü ve benzerleri.

tahric

  • (Huruc. dan) Çıkartma. Meydana koyma.
  • Şehadetname vermek.
  • Fık: Müçtehidlerin istinad ettikleri naslara, kaidelere, asıllara tatbikan şer'î hükümleri istihrac etmek. Bu tarz ile hüküm çıkarabilmek salâhiyetinde olanlara: Muharric, sahib-i tahric, ashâb-ı tahric denir.
  • Çıkartma. Meydana koyma.
  • Müctehidlerin naslara, kaidelere, asıllara uyarak şer'î hükümleri ortaya koymaları.

tahvilat / tahvilât / tahvîlât / تحویلات

  • Tahviller.
  • Borç senetleri.
  • Tahviller, borç senetleri. (Arapça)

tahzir

  • Yeşil renk verme. Yeşillendirme.
  • Hazırlama.

takallül

  • (Kıllet. den) Azalma, az olma.

takvim / takvîm

  • Düzeltme, şekillendirme.
  • Zamânı; sene, ay, hafta, gün ve saat gibi sâbit bölümlere ayıran, dînî-millî gün ve bayramları gösteren cetveller.

talim-i iman-ı tahkiki / tâlîm-i imân-ı tahkikî

  • Delillere dayalı bir şekilde iman dersi verme.

tallahi

  • Anlamı kuvvetlendirme için vallahi ve billahiden sonra söylenen yemin sözü.

tansis

  • Tetkikten sonra karar vermek.
  • Bir mes'eleyi ve hükmü, şer'î delillere isnad etmek.

tansis etmek

  • İnceden inceye araştırmak ve delille ispat etmek.

tarf

  • Göz, bakış, nazar. Göz ucu.
  • Soyu temiz kimse.
  • Her şeyin nihayeti, sonu.
  • Göz kapaklarını yummak veya oynatmak.
  • Göze bir şey dokundurmakla yaşartmak.
  • Koz: Menazil-i Kamer'den bir menzil adı. (Kamer menzillerinden birisinde aslanın alnını teşkil eden dört

tasavvur / تَصَوُّرْ

  • Bir şeyi zihinde şekillendirmek. Tasarlamak.
  • Düşünce, tasarı. Arzu.
  • Zihinde şekillendirme.

tasavvur-u dalalet / tasavvur-u dalâlet

  • İnançsızlığı zihinde şekillendirme.

tasavvur-u küfür / تَصَوُّرُ كُفُرْ

  • Küfrü zihinde şekillendirme, canlandırma.

tasavvuran / تَصَوُّرًا

  • Zihinde şekillendirerek.

tasavvuri / tasavvurî

  • Düşünmeye, zihinde şekillendirmeye ait.

tasrif

  • İstediği şekilde idare etmek. Maslahatta tasarrufa izin vererek mutasarrıf kılmak.
  • Bir şeyi bozup değiştirerek türlü şekillere koymak, evirip çevirmek.
  • Gr: Bir kelimenin veya fiilin çeşitli zamanlara göre sıra ile söylenişi. Sarf kaidesi üzere kelimenin şeklini başka kelimele

tatar

  • (Tetar) (Arapçada: Teter) Bu isim, asıl itibariyle Moğol milletlerinden bir kavmin adıdır. Bu kavmin efrâdı, Cengiz Han askerlerinin pişdarları hükmünde olduğundan eski zamanlarda Moğollar mânasında kullanılmıştır.Arap ve Fars tarihlerinde de yukardaki mânada kullanılmıştır. Sonra bu isim bü

tavaif

  • (Tekili: Taife) Gruplar. Milletler, kavimler. Bölükler.

tayf

  • Hayâl. Uykuda veya karanlıkta gözde tecessüm eden şekiller.
  • Gül.
  • Kavs-ı kuzah. Gökkuşağı.

tazallül

  • (Zıll. den) Gölgelenme, gölgede olma, gölge altına girme.

tazlil

  • (Zıll. den) Gölgelendirme veya gölgelendirilme.

te'vilat / te'vilât

  • Teviller, yorumlar.
  • (Tekili: Te'vil) Te'viller. Zâhiren yakın mâna ve delil nakletmek sebebiyle başka mâna vermeler.

te'vilat-ı faside / te'vilât-ı fâside

  • Bozuk ve yanlış te'viller, yorumlar.

teamüs

  • Gaflet etmek. Câhillik etmek.

teannüt

  • Meşakkate düşmek.
  • Hasmın kötülüğünü ve zilletini istemek.

teayyün-i imkani / teayyün-i imkânî

  • İnsanın hakîkati olan teayyün-i vücûbîsinin zılli yâni görüntüsü. Ehlullah (evliyâ) kendi yaratılışlarına, güçlerine göre tasavvuf mertebelerine kavuşmakta birbirlerinden çok ayrıdırlar. Evliyâ arasında Allahü teâlânın ismine kavuşanlar pek azdır. Ço ğu bu ismin teayyün-i imkânîsine kavuşmuştur. (İm

tebane

  • Zeyreklik, akıllılık.

tebdilat / tebdilât

  • (Tekili: Tebdil) Tebdiller, değiştirmeler.

tebelbül-ü akvam / tebelbül-ü akvâm / تَبَلْبُلُ اَقْوَامْ

  • Kavimlerin, ayrı ayrı milletlerin farklı dilleri konuşması.
  • Dillerin birden farklılaşarak kavimlerin ortaya çıkması.

tebelbül-ü elsine

  • Dillerin karmakarışık olup anlaşılmaz hale gelmesi.

tebellür

  • Billurlaşmak. Parlak, şekilli olup ve donup katılaşmak.
  • Açığa çıkmak. Meydana çıkmak.
  • Billurlaşma.

tebellür eden

  • Billurlaşan.

teben

  • Zeyrek, akıllı kimse.

tecdid-i iman / tecdîd-i îmân

  • Bilerek veya bilmeyerek küfrü gerektiren (îmânı gideren) bir sözü söylemek veya bir işi yapmak yâhut böyle bir şeyi yapmış olma ihtimâli üzerine, Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah sözünü; mânâsını bilerek ve inanarak söyleyip, îmânını yenileme, tâzeleme.

tecelli-i ef'al / tecellî-i ef'âl

  • Sâlikin, yâni tasavvuf yolcusunun, kulların fiillerini Allahü teâlânın fiilinin zılleri (görüntüleri) olarak görmesi ve bu fiillerin varlığının O'nun fiili ile olduğunu bilmesi. Âlem-i Emrin ilk adımında olan tecellîler.

tecelli-i sıfat ve ef'al / tecellî-i sıfât ve ef'âl

  • Allah'ın sıfat ve fiillerinin tecellisi, görünmesi.

tecessüm / تجسم

  • Cisimleşme, şekillenme. (Arapça)
  • Tecessüm etmek: Cisim halinde ortaya çıkmak. (Arapça)

techil

  • Bir kimseyi câhil saymak, cahilliğini meydana koyma.
  • Cahil gösterme, cahillikle itham etme.

tedvir-ül menzil

  • Menzilleri çevirmek, döndürmek, idare etmek.
  • Ev idaresi.

teehhül / تأهل

  • Evlenme. (Arapça)
  • Evcilleşme. (Arapça)
  • Teehhül etmek: Evlenmek. (Arapça)

teenni

  • İhtiyatlı ve akıllıca davranma. Bir işte acele etmeyip bir düşünce dairesinde hareket etme. (Teude de denir)

teenni-i hikmet

  • Hikmetin yavaş yavaş ve akıllıca gibi, en faydalı şekilde zuhuru.

tefasil

  • (Tekili: Tafsil) Tafsiller, ayrıntılar.

tefil / tefîl

  • Fiilleri etken hâle getiren kalıp.

teganni / tegannî

  • Sesi mûsikî perdelerine uydurmak için, hareke, harf ve med (uzatma) ilâve etme ve çıkarma yapmak sûretiyle, kelimelerin asıllarını dolayısıyle mânâyı bozarak okuma.

tehlil / tehlîl

  • "Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur" mânâsındaki "lâ ilâhe illallah" sözünü söylemek.
  • İslâmiyetin tevhid akidesini hülâsa eden, ancak bir İlâh bulunduğunu, Onun da ancak ve ancak Allah (C.C.) olduğunu ifade eden "Lâilâhe illâllâh" sözünü tekrar etmek.
  • "Lâilâhe illallah" demek.
  • "Lâ ilâhe illâllah" demek.
  • "Lâ ilâhe illallah (Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur)" sözünü söylemek.

tekafül / tekâfül

  • Dayanışma, kefilleşme.

tekevvün

  • (Çoğulu: Tekevvünât) Vücuda gelmek. Meydana geliş.
  • şekillenmek.
  • Var olmak.

tekvini ayat / tekvînî âyât

  • Yaratmaya, var etmeye dâir âyetler, deliller.

televizyon

  • Elektromanyetik dalgalar vasıtasıyla hareketli veya hareketsiz şekillerin resmini uzaklara nakletme usulü. (Fransızca)
  • Bunun alıcı cihazı. (Fransızca)

telmi'

  • (Lemeân. dan) Renk renk yapma, rengârenk yapılma.
  • Parıldama, parıldatılma.
  • Edb: Mısraları, Türkçe, Arabça, Farsça gibi başka başka dillerde olan manzume yapma.

teltim

  • Kuvvetle sille vurmak.

temayülat / temayülât / temâyülât

  • (Tekili: Temayül) Meyiller, sevgiler, muhabbetler.
  • Temayüller, eğilimler meyiller.

temayülat-ı kalbiye / temâyülât-ı kalbiye

  • Kalbin meyilleri, eğilimleri.

temayülat-ı şerriye / temâyülât-ı şerriye

  • Kötülüğe duyulan eğilimler, meyiller.

temellül

  • (Millet. den) Bir milletin ferdi olma, milletlenme.
  • Bir dine bağlı olma.
  • (Melel ve Melâl. den) Hastalığın etkisiyle yatakta rahat yatamayıp, kımıldanıp durma.

temessül etmek

  • Şekillendirmek, canlandırmak.

temsilat / temsilât

  • Temsiller; kıyaslama tarzında benzetmeler.
  • (Tekili: Temsil) Temsiller, örnekler.
  • Temsiller.

temsilat-ı hakikiye / temsilât-ı hakikiye

  • Hakikate götüren temsiller.

temsilat-ı kur'aniye / temsilât-ı kur'âniye

  • Kur'ân'ın verdiği temsiller, misaller.

tenasüh / tenâsüh

  • Ölen kimsenin rûhunun başka bir bedene geçtiğine dâir, bâtıl, asılsız bir inanış. Bilhassa, Hindûlar ve geçmiş milletler arasında yaygın idi.

tenehhus

  • Kadınların kaşlarını ve yüzlerindeki kılları yolmaları.

tenkidat-ı ukala / tenkidât-ı ukalâ

  • Akıllıların tenkitleri, eleştirileri.

tenkih-ül menat

  • Menatın, yani illetin ayıklanması. Usul-ü Fıkhın kıyas bahsine ait bir ıstılahtır. Kıyasın dört rüknünden biri olan illetin, diğer benzeri hususiyetlerden ayıklanmasıdır. Şöyle ki: Şâri (Allah C.C.) bir hükmü bir sebebe bina eder. Fakat o illetle beraber hükme te'siri olmayan birçok özellikler de bu

tenkihü'l-menat

  • Menatın (illetin) ayıklanması; kıyasın dört esasından biri olan illetin, hükümle ilgisi olmayan yabancı unsurlardan ayıklanması.

ter-zeban

  • "Yaş dilli". Hazırcevap. (Farsça)
  • Kalem. (Farsça)

terbiye-i milliye

  • Milli eğitim.

tercih ehli / tercîh ehli

  • Hanefî mezhebinde, dînî hükümleri bildiren fıkıh âlimlerinin beşinci tabakasında bulunan ve ictihâd (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden dînî hüküm çıkarma) gücüne sâhib olmayan, sâdece bağlı oldukları mezhebin kavillerinden (sözlerinden) ve hüküml erinden sahîh ve evlâ (en iyi) olanı seçen mukall

tercüman-ı ayat / tercüman-ı âyât

  • Âyetlerin, delillerin tercümanı.

terk-i enaniyet / terk-i enâniyet

  • Bencilliği terk etmek.

teşa'ur

  • (Şa'r. dan) Kıllanma, tüylenme.

teşahh

  • Bahillik edişmek.

teşahhusat / teşahhusât

  • Belirlenmeler, şekillenmeler.

teşaub-u akvam / teşâub-u akvam

  • İnsanlığın çeşitli milletlere ayrılması, etnik çeşitlilik.

tesbih

  • Allahü teâlâyı, O'na yakışmayan her şeyden ve mahlûkların (yaratılmışların) alâmetlerinden ve yok olmaktan tenzîh ve takdîs etmek, yâni uzak tutmak mânâsına "Sübhânallah" sözü ve benzerleri.
  • Namaz kılmak.
  • Namazdan sonra, Sübhânallah, Elhamdülillah ve Allahü ekber cümleleri sö

teşekkül / تَشَكُّلْ

  • Şekillenme, oluşma.
  • şekillenme. şekil alma.
  • Meydana gelme.
  • Şekillenme, oluşma.

teşekkül etmek

  • Oluşmak, şekillenmek.

teşekkül-ü ervah / teşekkül-ü ervâh / تَشَكُّلُ اَرْوَاحْ

  • Ruhların şekillenmesi, oluşması.

teşekkülat / teşekkülât

  • (Tekili: Teşekkül) Teşekküller. şekillenmeler.
  • Kuruluşlar.
  • Şekillenmeler, oluşmalar.

teselsül

  • Burhân-ı tatbîk delîli ve benzerlerinde, Allahü teâlânın varlığının lâzım olduğunu isbat etmekte kullanılan delillerden biri. Hâdislerin (sonradan var olan şeylerin) birbirinin varlığına sebeb olarak geriye doğru sonsuza kadar zincirleme birbiri ardı sıra gitmesi.

teselsül-ü ilel

  • İlletlerin zincirleme devam etmesi. Sebeblerin teselsülü.

tesfih

  • Sefih görme, kıt akıllı sayma, eğlence düşkünü olarak tanıma.

tesfil

  • (Çoğulu: Tesfilât) (Süfl. den). Aşağılaştırma, sefilleştirme, bayağılaştırma.

teşkil / teşkîl / تشكيل / تَشْك۪يلْ

  • Şekillendirme, oluşturma. (Arapça)
  • Kurma. (Arapça)
  • Teşkîl edilmek: Kurulmak. (Arapça)
  • Teşkîl etmek: Oluşturmak. (Arapça)
  • Şekillendirme, oluşturma.

teşkil ve tasvir

  • Şekillendirme ve belli bir görünüm verme.

teşkilat / teşkilât / teşkîlât / تَشْك۪يلَاتْ

  • Teşkiller, örgüt.
  • Şekillendirilmiş genel yapı.

teşkilatça / teşkilâtça

  • Yapı ve şekillendirme açısından.

teşmir-i said / teşmir-i sâid

  • Kolları sıvama.
  • Mc: Bir işe iyice adamakıllı girişme.

teşmit / teşmît

  • Aksırdığı zaman Elhamdülillah diyen kimseye "Yerhamükellah: Allahü teâlâ sana merhâmet etsin" demek.

teşrii masuniyyet / teşriî masuniyyet

  • (Masuniyyet-i teşriiye) Milletvekillerinin Meclis'te izhar ettikleri fikir ve verdikleri reylerden, mes'uliyete tâbi olmamaları.

teşrik tekbiri / teşrik tekbîri

  • Arefe günü yâni Kurban bayramından önceki gün, sabah namazından, bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar yirmi üç vakit her farz namazdan sonra getirilen tekbîr; "Allahü ekber, Allahü ekber, lâ ilâhe illallahü vallahü ekber. Allahü ekber ve lill ahil-hamd" sözleri.

tevatür-ü manevi / tevatür-ü mânevî

  • Mânevî nakiller ile gelen, mânâsı üzerinde ittifak sağlanan nakil.

tevhid / tevhîd

  • Birleme. Bir Allah'tan başka İlâh olmadığına inanma. Lâ ilahe illallah sözünü tekrarlama. Her yerde ve her şeyde Allah'tan başkasının te'sir hâkimiyeti olmadığını anlamak, bilmek ve bilerek yaşamak.
  • Edb: Allah'ın varlığına ve birliğine dair yazılan manzume.
  • Allahü teâlânın bir olduğuna inanmak, O'na kimseyi ortak etmemek. Yâni Lâ ilâhe illallah (Allahü teâlâdan başka ibâdete lâyık bir ilâh yoktur. O'nun ortağı benzeri yoktur) sözünü, mânâsına inanarak söylemek.
  • Tasavvufta kalbi Allahü teâlâdan başka şeylere bağlılıktan kurtarmak.

tevhid-i hakiki / tevhîd-i hakîki

  • Araştırarak, delilleriyle Allah'ın birliğini kabul etme.

têvilat / têvilât

  • Teviller.

tezellül

  • Zillete katlanmak. Aşağılanmak. Alçalmak. Hor ve hakir olmak. Kendini alçak tutmak.
  • Zillete düşme, alçalma.

tezellülat / tezellülât

  • (Tekili: Tezellül) Alçalmalar, küçülmeler, zillete katlanmalar.

tezlil

  • Zillete düşürme, aşağılama.

tilavet secdesi / tilâvet secdesi

  • Kur'ân-ı kerîmdeki on dört secde âyetinden herhangi birini okuyan veya işiten bir mükellefin yâni akıllı ve ergenlik çağına erişmiş bir müslümanın yapması vâcib (lâzım gelen) secde. Secde âyetleri, Kur'ân-ı kerîmin; A'râf, Ra'd, Nahl, İsrâ, Meryem, Hac, Furkân, Neml, Secde, Sâd, Necm, İnşikâk ve Ala

tiyatro

  • yun. Dram, komedi ve sair piyeslerin temsil edildiği yer.
  • Sahneye konulan oyun ve bu gibi temsilleri oynama san'atı.

tokat

  • Kale içi, siper, ahır, ağıl. El içi gibi yer.
  • Dere arası olan hayvan mer'ası.
  • El içiyle vurulan sille.

tüede

  • Teenni etmek, acele etmeyip akıllıca davranmak.
  • Mühlet vermek.

tufuliyet

  • Tıfıllık, çocukluk.

turaniyülasl / tûraniyülasl / تورانى الاصل

  • Tûran asıllı. (Türkçe - Arapça)

türk

  • Türkler, Asya'nın en büyük ve en meşhur milleti olup, Turan milletlerindendir. Türkler en evvel Sibirya ile Çin arasında olan Altın Dağı taraflarında yaşamışlar ve oradan defalarca güney ve batıya doğru yayılarak Çin'de ve Türkistan memleketlerinde fetihler yapmışlardır.Türkler eskiden beri iki şube

turuk-u tabir

  • İfade tarzları, yorum şekilleri.

ubudet

  • Kulluk. (Aslında zillete derler.)

ucm

  • Araptan gayrisi. Arap milletinden olmayanlar.
  • (Tekili: Acmâ) Dilinde tutukluk olanlar.

udul

  • Yoldan çıkma, dönme, sapma.
  • Vazgeçme.
  • (Tekili: Âdil) Âdiller, âdil olanlar.

uhuvvet-i milliye

  • Millet kardeşliği.

ukala / ukalâ

  • (Tekili: Âkıl) Akıllılar.
  • Halk dilinde: Akıllılık iddia edenler.
  • Akıllılar; akıl sahipleri.
  • Akıllılar, akıllılık taslayanlar.
  • Akıllılar.
  • Akıllılık iddia edenler, ukelalar.

ukala-yı nas / ukalâ-yı nâs

  • İnsanların akıllıları, zekileri.

ukdegüşa

  • Müşkilleri yenen. (Farsça)

ukul / ukûl / عقول

  • Akıllar.
  • (Tekili: Akıl) Akıllar.
  • Akıllar.
  • Akıllar.
  • Akıllar. (Arapça)

ukul-ü aşere

  • Bazı eski felsefecilere göre kâinatı idare eden on akıl; birincisi Allah'ın yarattığı akıl, diğerleri de ondan türemiş akıllar.

ukul-u beşer

  • İnsanoğlunun akılları.

ukul-ü beşer

  • İnsanların akılları.

ukul-ü münevvere

  • Nurlu akıllar, aydınlanmış akıl sahipleri.

ukul-ü münevvere erbabı

  • Nurlu akıllar, aydınlanmış akıl sahipleri.

ukul-ü müstakime / ukul-ü müstakîme

  • Doğru yolda olan akıllar.

ukul-ü selime

  • Sağlam ve bozulmamış akıllar.

ülinnüha

  • (Üli-n nühâ) Akıllı kimseler.

ulliyye

  • (İlliyye) Yüksek tabaka. En yüksek. En şerefli.
  • Çardak.

ulü-n nüha

  • Akıllı kimseler.

ulum-i nakliyye / ulûm-i nakliyye

  • Din bilgileri; edille-i şer'iyye denilen dînin dört temel kaynağından yâni Kur'ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden, icmâ-ı ümmet, kıyâs-ı fukahâdan elde edilen bilgiler, ilimler.

ümem

  • (Tekili: Ümmet) Ümmetler. Milletler.
  • Milletler.
  • Ümmetler, milletler.

ümem-i salife / ümem-i sâlife

  • Geçmişteki milletler.

ümmehat

  • (Tekili: Ümm) Analar.
  • Esaslar, asıllar.
  • İslâmî ana eserler. Me'haz olabilecek kıymetli ilmî eserler.

ümmet

  • Cemaat, kavim, taife.
  • Bir hâkim milletin ashabından olan hey'et-i içtimaiye.
  • Bir peygambere inanıp onun yolundan giden insanların hepsi. Bir peygamberin Hakka davet ettiği cemaat.
  • Bir dille konuşan millet.
  • Arkasına düşülecek bir cemaat veya tarikat.

ümmet-i azime / ümmet-i azîme

  • Büyük millet, topluluk.

unsurculuk

  • Milliyetçilik, ırkçılık.
  • Irkçılık; olumsuz ve zararlı biçimde kullanılan ırkçılık, milliyetçilik.

unsuri hayat / unsurî hayat

  • Irka, soya ait hayat; ırkçılık ve menfi milliyetçiliğin egemen olduğu hayat tarzı.

unsuriyet

  • Irkçılık. Bir kavmi veya kendi soyunu daha şerefli sayarak diğer insanları hakir görmek. Menfî milliyetçilik.

unsuriyetperver / unsûriyetperver / عُنْصُرِيَتْپَرْوَرْ

  • Milliyetçi, ırkçı.
  • Milliyetini aşırı seven, ırkçı.

unsuriyetperverlik

  • Irkçılık, milliyetçilik.

usnun

  • (Çoğulu: Asânin) Sakal ucu.
  • Her nesnenin evveli.
  • Devenin çenesi altında olan uzun kıllar.

usul / usûl / اصول

  • (Tekili: Asıl) Ana, baba. Cedler.
  • İstinadgâh.
  • Râcih delil, kaide. Asıllar, kökler, temeller. Bir ilmin asıl mevzuundan önce öğrenilmesi lâzım gelen esaslar. Bir hedefe ulaşmak için tutulan düzenli yol.
  • Tarz, metod, tertip.
  • Asıllar, kökler, temeller. Asl kelimesinin çokluk şeklidir.
  • Asıllar. (Arapça)
  • Yöntem, yol yordam, metod. (Arapça)

usūl / اُصُولْ

  • Asıllar, esaslar.

usul bilgileri / usûl bilgileri

  • İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe ile İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed'in kavillerini (ictihâdlarını, re'ylerini, sözlerini) içerisinde bulunduran El-Mebsût, Ez-Ziyâdât, El-Câmi-us-Sagîr, Es-Siyer-us-Sagîr, El-Câmi-ül-Kebîr, Es-Siyer-ül-Kebîr kitablarındaki fıkıh (din) bilgileri. Bu altı kitabı İmâm-ı Muha

usul-ü daimi / usul-ü daimî

  • Daimî asıllar.

usul-ü erbaa

  • (Bak: Edille-i erbaa)

usul-ü fıkıh ilmi

  • Fıkıh ilmine âit bilgilerin esası ve istinadgâhı olan bir ilimdir. Şer'i hükümlerin mufassal ve muayyen delilleri ve hikmetleri bu sayede bilinir ve bu dini hükümler, bu muayyen ve müşahhas deliller vâsıtası ile istinbat ve isbat olunur. Bu ilme "Hikmet-i teşriiye" de denilmiştir.

usuli / usulî

  • Asıllara, köklere ait; bir kimsenin soy ağacı itibariyle anne baba tarafından geriye doğru silsilesi, ataları, dedeleri.

uzubet-i lisan / uzubet-i lisân

  • Tatlı dillilik. Dil tatlılığı.

vaha / vâha

  • Çöl ortasında suyu ve yeşilliği olan yer.
  • Çöl ortasında yeşillik.

vahat

  • Çöl ortasında yeşillik ve suyu olan yerler. Vâhalar.

vahdet-i mesele

  • Bir mesele hakkında ileri sürülen delillerin biraraya toplanması.

vahdet-i vücut

  • "Allah'ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık' adını almaya lâyık değiller" tarzında, Allah'tan başka varlıkları âdeta inkar eden bir tasavvufî görüş.

vahdetü'l-vücud ehli

  • "Allah'ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık' adını almaya lâyık değiller" tarzındaki tasavvufî görüş sahipleri.

vahşet-i cehalet

  • Cahillik vahşeti, ürkütücülüğü.

vakf

  • Mükellef (akıllı, müslüman ve ergenlik çağına erişmiş)kimsenin kendi mülkü olan mütekavvim (belli, kıymetli ve dayanıklı) malının menfaatini (faydasını) hiçbir şarta bağlamadan, müslüman veya zımmî (gayr-i müslim vatandaş), bütün veya belli fakirle re bırakması. Vakfın çoğulu evkâftır. Vakfe

vaks

  • Fahişe kısmının fahişeliğini zikrederek anlatmak.
  • Bedene uyuz illeti yayılması.

vataf

  • Kaşın çok kıllı olması.
  • Kirpiğin sık ve çok olması.

vazife-i milliye ve vataniye

  • Millî ve vatanî görev.

vekalet / vekâlet / وكالت

  • Vekillik. Birisinin nâmına iş görme. Kendi nâmına hareket etme salâhiyetini başkasına verme. Nezâret, bakanlık.
  • Vekilin vazife gördüğü bina.
  • Vekillik, bakanlık.
  • Vekillik. (Arapça)
  • Bakanlık. (Arapça)
  • Avukatlık. (Arapça)

vekaletname / vekâletnâme / وكالت نامه

  • Birisine vekillik verildiğini isbat eden ve ekseriya noterlikçe tanzim edilmiş bulunan yazılı kâğıt. (Farsça)
  • Vekillik belgesi. (Arapça - Farsça)

veleh-resan-ı ukul

  • Akılları hayrette bırakan.
  • Akılları hayrette bırakan.

velvele-i istihsan

  • Güzellikleri pek çok dille bir arada haykıran sesler.

velvele-i takdir ve istihsan

  • Takdirleri ve güzellikleri pek çok dille bir arada haykıran sesler.

veyle

  • Küstahlık, rezillik.

vezaret

  • (Vizaret) Vezirlik. Başvekillik.

vilayat / vilâyât

  • Vilâyetler, iller.
  • İller.

vilayat-ı garbiye / vilâyât-ı garbiye

  • Batı illeri.

vilayat-ı şarkıye / vilâyât-ı şarkıye

  • Doğu illeri.

vilayat-ı şarkiye / vilâyat-ı şarkiye

  • Doğu illeri.

vilayat-i şarkiye / vilâyât-i şarkiye

  • Doğu illeri.

vilayat-ı şarkiye namına / vilâyat-ı şarkiye namına

  • Doğu illeri adına, doğu illerini temsilen.

vilayet-i şarkiye / vilâyet-i şarkiye

  • Doğu illeri.

vildan / vildân

  • Allahü teâlânın cennettekilere hizmet için nûrdan yarattığı güler yüzlü ve tatlı dilli hizmetçiler.

vücud-u ef'al / vücud-u ef'âl

  • Fiillerin varlığı.

vücud-u müteşabihat ve müşkilat / vücud-u müteşabihat ve müşkilât

  • Kur'ân'da müteşâbih ve müşkillerin bulunması (birbirleriyle benzerlik içinde birden fazla mânâya gelen ve anlaşılması zor olan kapalı ifadelerin bulunması).

vücuh / vücûh / وجوه

  • Yüzler. (Arapça)
  • Şekiller, tarzlar. (Arapça)
  • Yüzeyler. (Arapça)
  • İleri gelenler. (Arapça)

vücuh ilmi / vücûh ilmi

  • Kur'ân-ı kerîmin çeşitli okunuş şekillerini bildiren ilim.

vuhufet

  • Kılın yumuşak ve çok siyah olması.
  • Çok fazla kıllı oluş, çok kıllılık.

vükela / vükelâ / وكلا / وُكَلَا

  • (Tekili: Vekil) Vekiller. Bakanlar. Nâzırlar. Kendilerine iş havale edilenler.
  • Vekiller, bakanlar.
  • Vekiller. (Arapça)
  • Bakanlar. (Arapça)
  • Vekiller.

vükela-i deavi / vükelâ-i deâvî

  • Dâvâ vekilleri. Avukatlar.

yeksal

  • Bir yıllık. Bir yaşında. (Farsça)

yele

  • Kuvvetle saldıran. (Farsça)
  • Otlağa salınmış hayvan sürüsü. (Farsça)
  • Koşan, koşucu, seğirten. (Farsça)
  • Bazı hayvanların ensesindeki kıllar. (Farsça)

yerhamükallah

  • Aksırıp, Elhamdülillah diyene, yanında bulunan kimsenin; "Allahü teâlâ sana merhamet etsin" mânâsına söylediği mübârek bir söz, teşmit.

yevmiye ve seneviye

  • Günlük ve yıllık.

yoldaş-ı hüşdar

  • Akıllı, uyanık yoldaş.

yuhanna

  • Hz. İsa'nın (A.S.) havarilerinden birisidir. İncillerden birisini yazmıştır. İbranicede Yahya mânasına gelir. Yuhannes, Ohannes, Con (Fr.: Jan) denir.

zaaf-ı milliyet

  • Milliyetin zayıflığı, güçsüzlüğü.

zadegi / zadegî

  • Asillik, soy temizliği, zadelik. (Farsça)

zahir / zâhir

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Varlığında şek ve şübhe olmayan, her eserinde varlığına deliller, işâretler bulunan yüce Allah.
  • Açık, görünen, dış görünüş, insanın dış görünüşü.
  • Fıkıh usûlü ilminde; sevk edilmediği, kendisi için buyrulmadığı mânâ, açı

zahir hamiyetperverlik / zâhir hamiyetperverlik

  • Sözde hamiyetperverlik; sadece sözde kalan vatan ve milleti koruma sevigisi.

zailat / zâilât

  • Zailler, gelip geçiciler.

zali'

  • (Çoğulu: Zulu') Eğri, meyilli.
  • Müttehem kimse. Töhmetli.
  • Aksak hayvan.

zaman

  • Kefil olma, kefillik. Bir şeyin mislini veya değerini vermek üzere zarara karşı kefil olma, garanti.

zamir-i fiili / zamir-i fiilî

  • Gr: Geçmiş zaman fiillerinin sonuna gelen -dim, -din, -Di, -dik, -diniz, -diler... gibi eklerdir.

zat-ı muhakkik / zât-ı muhakkik

  • Gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlim zât.

zebanzed / zebânzed / زبانزد

  • Ünlü, dillerde dolaşan. (Farsça)

zebeb

  • Kaşın kıllı ve yoğun olması.

zehen

  • (Çoğulu: Zehân) Zeyreklik, akıllılık.
  • Hıfz.
  • Kuvvet.

zelalet

  • Alçaklık, hakirlik, horluk. Zillet.

zeleme

  • Keçinin boğazı altında sarkık olan kıllar. (Müz: Ezlem. Müe: Zelmâ)

zelili / zelilî

  • Hakirlik, horluk, zelillik, alçaklık.

zenabil

  • (Tekili: Zenbil) Zenbiller.

zencir-bend

  • Zincire vurulmuş, zincirle bağlı mânasına gelir. Eskiden azılı katiller ve deliler, zincirle bağlandıkları için bu tâbir meydana gelmiştir. (Farsça)
  • Edb: Her mısranın son kelimesi, bir sonra gelen mısraın ilk kelimesini teşkil etmek şekliyle meydana getirilen manzumelere verilen addır. Divan (Farsça)

zenme

  • Keçinin kulağı ucunda küpe gibi sarkan kıllar.
  • Devenin kulağından kesip ilişik koydukları parça.

zerari / zerarî

  • (Tekili: Zürriyet) Zürriyetler, kuşaklar, nesiller.

zevg

  • Bir şeyi bir tarafa eğme, bir yana meyillendirme.

zevi'l-ukul

  • Akıl sahipleri, akıllılar.

zılal

  • (Tekili: Zıll) Gölgeler.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın