REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te İcinde ifadesini içeren 690 kelime bulundu...

a'sarnişin olan / a'sârnişîn olan

  • Asırlar içinde oturmuş olan.

abeket

  • (Çoğulu: Abekât) Tâne, az şey.
  • Tuluk içinde kalan yağ bakiyyesi.
  • Ekmek parçası.
  • Yılan başı dedikleri ufacık akça boncuk.

afaki / afakî

  • Kâinat ve içindeki hâdiselere âid. Nefsin haricindeki âleme dair.
  • Kıymetsiz sözler ve meseleler. (Enfüsinin zıddı.) (Objektif)

ağtabaka

  • Tıb: Görme sinirlerinin göz yuvarlağı içinde dağılmasından meydana gelen zar.

ahann

  • Sözü burun içinden söyleyen. Burnundan konuşan.

akabe

  • Sarp ve çıkılması zor yokuş, bâdire.
  • Tehlike.
  • Tehlikeli geçit.
  • Bugün Ürdün sınırları içinde bulunan bir şehir.

akabe biatı

  • Nübüvvetin 11. senesinde Mekke'nin haricindeki Akabe denilen yerde Medine ahalisinden bir cemaatın, Hz. Peygamber'le (A.S.M.) gürüşüp konuşarak İslâm'ı kabul ve tasdik ettikleri biat hâdisesi.

akalliyet

  • (Ekalliyet) Azlık. Azınlık.
  • Bir ülkede hâkim unsurların haricinde olan ve ekseriyet teşkil edemiyen insanlar.

akim

  • (Çoğulu: Akâm-Ukum) İçinde giyecek olan büyük çuval.

akropol

  • yun. Eski Yunan şehirlerinde içinde saray ve tapınakların bulunduğu müstahkem tepe.

alan

  • Orman içinde açıklık, meydan.

alem-i kebir / âlem-i kebîr

  • İnsandan başka bütün mahlûkât, kâinat ve içindekiler.

alem-i zuhur / âlem-i zuhur

  • Görünen âlem, şahâdet âlemi, şu anda içinde yaşadığımız âlem.

ales

  • Bir cins buğday ki bir kabuk içinde iki tane olur.
  • Buğday arasında biten çavdar ve mercimek.
  • Büyük kene.
  • Bir nevi karınca.
  • Katı, sağlam nesne.

amel-i kesir

  • Namaz içinde ve namazdan sayılmayan ve bir uzuvla ardı ardına yapılan üç hareket veya iki uzuvla yapılan bir hareket; bu hareket namazı bozar.

aminen

  • Emniyet ve huzur içinde, selâmetle, emin olarak. Sağlam olarak.

amme / âmme

  • Tülbent sargı.
  • Su içinde üstüne binip yüzülen şişirilmiş tulum.
  • Umumi. Herkese ait.

ampul

  • İçinde elektrik akımı yardımıyla ışık vermeye yarayan bir iletken bulunan, havası boşaltılmış olan cam şişe. (Fransızca)
  • İçinde sıvı ilâç bulunan, ağzı kızdırılarak kapatılmış küçük şişe. (Fransızca)

araknak

  • Terlemiş, terden ıslanmış, ter içinde kalmış. (Farsça)

arız / ârız

  • Sonradan olan şey. Bir şeyin zâtına ve hakikatına ait ve lâzım olmayıp başka bir varlıktan bazan vâki ve kaim olan. Takılan. Yapışan.
  • Bir şeyi arz ve takdim edici olan.
  • Kalın ve geniş bulut.
  • Ön dişlerin haricindeki onaltı dişin herbiri.
  • İnsanın yanağı.

arka

  • Çadıra diktikleri direk.
  • Duvar içinde kerpiç ve taş arasına konulan ağaç.

asakir-i müteavine

  • Birbirine yardım edip dayanışma içinde olan askerler.

asayiş / âsâyiş

  • Bir yerin düzen ve güvenlik içinde bulunması durumu, güvenlik.

asude / asûde

  • Rahat, huzur içinde. Dinç. Müsterih. Sâkin. (Farsça)
  • Bir cins helva adı. (Farsça)

ata ender ata

  • Lütuf içinde lütuf, ihsan üzerine ihsan.

ata-ender / atâ-ender

  • Lütuf ve bağış içinde.

avize / âvize

  • İçinde ampul bulunan ve tavana asılan süs.

ayiş

  • Bolluk içinde rahat yaşayan.
  • Hz. Peygamber'in (A.S.M.) zevcesi ve mü'minlerin vâlidesi, Hz. Ebu Bekir'in (R.A.) kızının bir ismi. Aişe-i Sıddıka diye de anılır. Hayret edilecek derecede takva, iffet ve zekâvet sahibesi olup 2210 Hadis-i Şerif nakletmiştir. Hicretin 57. yılında vefat

ayn-ı zahir / ayn-ı zâhir

  • Açıklık içinde, bizzat görünende.

azap-ender azap

  • Azap içinde azap.

azbe

  • (Çoğulu: Uzeb-Azebât) Su içinde olan çerçöp.
  • Her bir şeyin ucu, tarafı.

azerşeb

  • Batıl bir inanışa göre ateş içinde yaşadığı sanılan ve semender denilen bir hayvan. (Farsça)
  • Şimşek, berk. (Farsça)

azoik

  • En eski jeolojik zaman.
  • İçinde fosil bulunmayan toprak.

bab-ı ali / bâb-ı âlî

  • Yüksek kapı.
  • Tanzimattan önce sadrazam kapılarının, daha sonra da hükümet dairelerinin çoğunun içinde toplandığı bina.
  • Mc: Osmanlı Hükümeti.

badi'

  • Deniz içinde olan ada.
  • Et.
  • Deri.

bahr-i muhit-i havai / bahr-i muhit-i havaî / bahr-i muhit-i havâî

  • Yıldızların, seyyarelerin içinde dolaştığı feza. Büyük feza denizi.
  • Hava okyanusu; yıldızların, gezegenlerin içinde dolaştığı geniş feza denizi.

bahurdan / bahûrdân

  • İçinde tütsü yakılan kap. (Farsça)

basik

  • Gövde damarı. (Dirsek içinde bulunan üç damarın aşağısında olandır.)

bast

  • Genişlemek, açmak, yaymak.
  • Bir şeye el uzatmak.
  • Sevindirmek.
  • Bir mecliste haya sebebiyle olan sıkılmanın gitmesiyle açılmak.
  • Özür kabul etmek.
  • Kaplamak.
  • Tas: Allahın cemâl tecellisiyle kalbin sükûn ve huzur içinde ferahlaması. (Mukabili: "Kabz"
  • Yayma, açma.
  • Özellikle hurufilikte cezbe ve tefekkür içinde kendinden geçmeyi ifade eder.

basur / bâsûr

  • (Çoğulu: Bevâsir) Tıb: Mayasıl. Kalın bağırsakta ve makadın etrafındaki siyah kan damarlarının şişmesi ve bazen iltihablanması sebebiyle, makadın içinde ve dışında meydana gelen memeler yüzünden makaddan kan ve cerahat gelmesi hastalığı.

bath

  • (Çoğulu: Bitah) İçinde kum ve çakıl taşları olan geniş su akıntısı.
  • Yüz üzeri düşme.
  • Serilip yatan adamın boyu.
  • Bırakma.

batınen / bâtınen

  • İçinden olarak. Dâhilen, içyüzünde.

batıni / bâtınî

  • İnsanın içinde bulunan, içsel, görünmeyen.

batnında

  • İçinde.

bayiiyye / bâyiiyye

  • Eskiden pazar kurulan yerlere gönderilen mevad ve eşyadan gümrük ihtisab vergisinin haricinde alınan ikinci vergi.

bazile

  • Tıb: Göğüs veya karnın içinde husule gelen gaz veya su şişlerinin mahfazasını delmeye mahsus ve boru içinde mahfuz bir mil.

bed'

  • (Çoğulu: Ebdâ-Büdü') İslâm içinde kazılan kuyu.
  • Evvel, ibtidâ, başlangıç.
  • Hisse, nasip.
  • Başlama, başlayış, ilk.

bela-ender / belâ-ender

  • Belâ içinde.

bela-ender-bela / belâ-ender-belâ

  • Belâ üstüne belâ. Zahmet içinde zahmet. (Farsça)

belakeş / belâkeş

  • Belâ çeken. Sıkıntı içinde olan. (Farsça)

beraat-ül istihlal / berâat-ül istihlâl

  • Bir eserin içindekilerini güzel bir başlangıçla baş tarafında anlatmak. İyi bir alâmet. Güzel bir başlangıç.
  • Bir ibarede müradif ve mukni birkaç kelime bulunması, hüsn ve insicamdaki ibarenin vech-i mergub üzere te'lif ve terkibi.
  • Maaş, rütbe, nişan için hükümetçe bildirilen

bere

  • Tıb: Ezilme veya kılcal damarların kopması sonunda kanın, dokular içinde birikmesi ve bundan dolayı meydana gelen morluk. (Türkçe)

berf-alud / berf-âlud

  • Kar içinde, kara batmış. (Farsça)

berk-i basar

  • Gözün şimşek çakması.
  • Birdenbire tepesinde çakan şimşekten mâruz olduğu dehşet ve şiddet hâlinden mecaz olarak, ansızın başına gelen mühlik hâdisenin şiddetli âlâm ve ıztırabıyla dehşet ve hayret içinde duyulan keskin intibahı ifade eder.

besfayic

  • Bir ot kökü ki, içinde fıstığa benzer bir yemişi olur.

besile

  • Kap içinde kalmış içki artığı.

bess

  • İçindekini açığa vurmak.
  • Neşretmek, yaymak.
  • Ayırmak.
  • Dert, keder.
  • Merak.

beyincik

  • Art kafa çukurunda beyin kökünün üst arka kısmında bulunan merkezi sinir sisteminin bir organıdır. Mühim bir görevi, hareketlerimizin âhenk içinde olmasını sağlamaktır.

bira

  • (Felemenkçe) İçinde alkol bulunan ve bu sebeple haram olan bir cins içki.

birsam

  • (Hallüsinasyon) Akıl hastalarının, gerçekten var olmayan bir şeyi varmış gibi yanlış idrak etmeleri halidir. Meselâ karınlarında veya başlarının içinde yılan bulunduğunu söylemeleri yahut bir canavarın ağzını açıp kendilerine baktığını söylemeleri birsam hâlini gösterir.

biyonik

  • Canlıların, yaşadıkları muhit içinde değişen şartlara uygun nasıl hareket ettiklerini inceleyerek canlıları model almak suretiyle benzer hareketleri yapabilecek makinelerin yapılması işiyle uğraşan ilim ve fen.

Bolşevizm

  • Rusça'da çoğunluk anlamına gelir.

    Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi (RSDIP) içindeki ayrılıkta Lenin ile aynı görüşü savunanlar kongre çoğunluğu sağlamışlar ve bu tarihten sonra Leninist görüşleri savunmanın diğer adı Bolşevizim olmuştur. Bu kelimenin Rusça'daki zıddı; Menşevik.

    Bu kongrede azınlıkta kalan grup ise Menşevikler olarak adlandırılmıştır. Marksist literatürde menşevik bir hakaret olarak kullanılır.

büfe

  • İçinde sofra takımı konulan dolap. (Fransızca)
  • Davetlileri ağırlamak için çeşitli yiyecek ve içeceklerin hazır bulundurulduğu masa. (Fransızca)
  • İstasyon lokantası. (Fransızca)
  • Sigara, kibrit, gazete, sandviç v.s. satılan yer. (Fransızca)

bühre

  • Geniş yer, büyük mekân.
  • Kesik kesik soluyuş.
  • Dere içindeki sazlık ve çayırlık.

bürhan-ı enfüsi / bürhan-ı enfüsî

  • İnsanın içinde ve hayatında görünen bürhan. Nefse ve şahsa ve içe ait bürhan.

butakat

  • (Çoğulu: Bevatık) Pota dedikleri kap ki içinde maden eritirler.

büteka

  • (Çoğulu: Bevâtık) Pota dedikleri âlettir ve kuyumcular içinde altın ve gümüş eritirler.

buus

  • Sefalet. Yokluk içinde olma.

ca'cere

  • (Çoğulu: Ceâcir) Hamurdan çeşitli şekiller yapıp, pekmez içinde pişirip yerler.

cabiye

  • (Çoğulu: Cevâbi) Cemaat.
  • İçinde su toplanan büyük havuz.
  • Şam diyarında bir şehir adı.

çağz

  • Kurbağa. (Farsça)
  • Korku, havf. (Farsça)
  • Kapandığı halde hâlâ içinde cerahat bulunan yara. (Farsça)
  • Ah ü fizar. İnilti. (Farsça)

çark

  • (Çarh-Çerh) Dönen pervaneli tekerlek. (Farsça)
  • Vapur, değirmen ve dolap çarkı. (Farsça)
  • Bir makinenin dönen tekerleği, çok zaman bu tekerlek makineyi çalıştırır. Her çeşit tekerlekli makine. (Farsça)
  • Dönerek işleyen âlet. (Farsça)
  • Koz: Birbiri içinde dönen feleklerden mürekkeb kâinat, felek, efl (Farsça)

cebe'

  • Kuyu içinden çıkan toprak ki, etrafına öbek öbek dökerler.

cef'

  • Kenara çerçöp atmak.
  • Zâyi ve bâtıl olmak.
  • Koparmak.
  • Bir kabı eğip içindekini dökmek.

cefa ender cefa

  • Cefa içinde cefa. Azab içinde azab veya ayrılık.

cefa-ender / cefâ-ender

  • Cefa ve sıkıntı içinde.

cemaat-i mütesanide / cemaat-i mütesânide

  • Dayanışma içinde olan topluluk.

cemiyet-i kainat / cemiyet-i kâinat

  • Kâinat cemiyeti, dayanışma içinde olan kâinattaki tüm varlıklar.

cencene

  • Sözü burun içinden söylemek, genizden konuşmak.

cennet

  • Allah'a (C.C.) inanan ve O'na ibadet ve itaat edenlerin, iman ve İslâmiyyet'e ihlâs ve sadâkatle hizmet edenlerin, Kur'ana bir hizb-ül Kur'ân olarak mücâhidâne bir sûrette hizmetkâr olan mücâhidlerin, cihâd-ı diniyye erlerinin âhirette fazl-i İlâhi ile gidip ebediyyen içinde kalacakları mekân ve mes

çerb-ahur

  • İçinde yemi bol olan ahır. (Farsça)
  • Bolluk içinde yaşıyan kimse. (Farsça)

cereyan / cereyân / جَرَيَانْ

  • Bir süreç içinde gerçekleşme.

cess

  • Koparmak.
  • Bal mumu.
  • İçinde arının kanadı ve gövdesi karışmış olan şey.

çilehane / çilehâne

  • Çile yeri; yalnız başına kalınan ve çile içinde ibadet edilen yer; hapishane.

çilehane-i uzlet / çilehâne-i uzlet

  • Yalnız başına ve çile içinde ibadet edilen yer.
  • Çile çekilen yer. Yalnız başına ve çile içinde ibadet yapılan yer.

cimam

  • Kuyu içinde suyun toplanması ve çoğalması.

cinas / cinâs

  • Münasebet, benzeyiş. Birçok mânâlara yorulabilen söz. İmalı, telmihli söz. Telaffuzu aynı anlamı ayrı olan kelimelerin bir söz içinde kullanılması.

çuhadar

  • Ayak hizmetinde bulunan çuha elbiseli yahut çuhadan olan perdenin haricinde emre hazır bulunan hademe.

cümle-i mu'tarıza

  • Parantez içinde bulunan cümle, açıklayıcı mahiyetteki cümle. Ara cümlecik.

dahhas

  • (Çoğulu: Dehâhis) Toprak içinde kaybolup bulunmayan küçük bir böcek.

dahil / dâhil / داخل

  • İç, içeri, içinde.
  • İçeri. İç. İçinde. İçeri girmiş.
  • İçinde.

dahilinde

  • İçinde.

damar

  • t. İstidad. Huy, tabiat, inat.
  • İnsan bedeninde kanın dolaştığı yollar, şiryan.
  • Irk.
  • Toprağın içindeki maden filizleri ve su tabakası.
  • Damar veya köke benzeyip bir cismin her tarafına uzanan yollar.
  • Mermer ve ona benzer dalgalı şeylerdeki çizgiler.

dar-ül cihad / dâr-ül cihad

  • İslâm sınırlarının haricindeki ülkeler.

darülislam / dârülislâm

  • Müslümanların huzur içinde yaşadığı yer.

dehşet

  • Korkup kaçılacak şey. Ürkmek, şaşmak. Korku ve telâş içinde olmak.

der

  • "İçine, içinde" mânâsında ön ek.

der-kar / der-kâr

  • Mâlum, âşikâre olan. (Farsça)
  • İçinde olan. İçte bulunan. (Farsça)

dercan

  • Can içinde. (Farsça)

derebeyi

  • Ortaçağda kendi arazisi içindeki insanlara istedikleri gibi hükmeden, devamlı olarak birbirleriyle savaşan geniş toprak sahiplerinden her biri.
  • Mc: Asi, zorba.

derrace

  • Eskiden kullanılan bir çeşit harb âletidir ki, üstü sığır derisi ile örtülü olup, tekerlekleri içinde dönerdi.
  • Bisiklet.

desse

  • Toprak içinde gömülüp yatan bir nevi yılan.

divanhane

  • Odalar arasındaki büyük salon. Büyük ev. Divan kurulacak büyük oda. Saraylarda odalar hâricinde olan büyük salon. (Farsça)

dünya / dünyâ

  • İçinde yaşadığımız âlem.

dürr-i yetim

  • Sadef içinde tek olan inci. (Farsça)
  • Mc: Hz. Peygamber Muhammed (A.S.M.) (Farsça)

eazım-ı esma / eâzım-ı esmâ

  • İçinde çok isimlerin mânası bulunan, isimlerin en büyükleri. Cenab-ı Hakk'a mahsus isimlerin en mühim ve büyükleri.

ebzün

  • Küvet, banyo.
  • İçinde yıkanılabilinen küçük havuz.

efsürde / افسرده

  • Donuk. (Farsça)
  • Üzgün, moral çöküntüsü içinde. (Farsça)
  • Duygusuz. (Farsça)

egann

  • Sözü burnu içinden söyleyen, burnundan konuşan.
  • Otlu dere.

ehevatının ma-fi'z-zamirleri

  • Kardeşlerinin içinde gizli olan şeyler.

ehl-i tevekkül

  • Allah'a tevekkül içinde olanlar.

ehza'

  • Ok mahfazası içinde sona kalan ok.

elyasa

  • Benî İsrail Peygamberlerindendir. Benî İsrail ise; günden güne Kitabullah'ı dinlemez olmuştu. Cenab-ı Hak Asuriye Devleti'ni onlara musallat eyledi. Sonra Yunus (A.S.) Asuriye içinde Ninova şehrinde Peygamber oldu.

enbar

  • (Tekili: Nibr) Anbarlar, nibrler. İçinde çeşitli mallar saklanan kapalı mahfaza, oda.

ender / اَنْدَرْ

  • (Zarfiyet edatıdır) İçinde. Derununda. Dahilinde. (Farsça)
  • İçinde.
  • İçinde.

enfes-i asar / enfes-i âsâr

  • Eserlerin en nefisi, eserler içinde en değerli olanı.

ervah

  • Halk içinde yürürken at üzerindeymiş gibi görünen uzun boylu kimse.
  • Adımları birbirine yakın olan.

ervam

  • (Tekili: Rumi) Romalılar, Roma imparatorluğu halkından olanlar, rumlar.
  • Rumiler, Arap diyarının haricinde bulunanlar.

ervec

  • Halk içinde çok geçen şey.

esaret-i hayvani / esaret-i hayvanî

  • Hayvanlara yakışır bir esirlik. Zulüm, işkence ve haksızlık içinde hayat geçirmek.

esdaf

  • Sedefler, inci kabukları; sedef gibi içinde hakikat incilerini saklayan Kur'ân ifadeleri.

eshab-ı fil / eshâb-ı fîl

  • Peygamber efendimizin doğmasına yaklaşık iki ay kala Kâbe'yi yıkmak için Mekke yakınlarına kadar gelen, fakat Allahü teâlânın gönderdiği Ebâbîl kuşlarının üzerlerine bıraktıkları mercimek büyüklüğündeki taşlarla perişân olan Ebrehe ve içinde bir çok fillerin de bulunduğu ordu.

esis

  • Titremek.
  • Küp veya desti saksısı ki, içinde reyhan ekerler.

esma-i mevsule / esmâ-i mevsule

  • Mânâsı kendisinden sonra gelen cümle içinde açıklanan ve bu cümleyi kendinden sonra gelen cümleye bağlayan kelimelerdir.

esra'

  • Daha çabuk. Pek çabuk. Çok sür'atli. Çok seri.
  • (Çoğulu: Esâri) Asma filizi.
  • Başı kırmızı, gövdesi beyaz olup, kum içinde bulunan bir böcek.

esrar-ı rahmet

  • Rahmetin içinde gizli olan sırlar.

esrar-ı şeriat

  • İslâmiyet'in içindeki sırlar.

etan

  • Dişi eşek. (Farsça)
  • Bir kısmı havada, bir kısmı suyun içinde kalan kaya; yosunlu taş. (Farsça)
  • Kuyu kenarında üstüne oturup su içmeye mahsus taş. (Farsça)

etkıya-i ümmet

  • Ümmet içinde takva sahibi kimseler.

evcar

  • İçinde gizlenmek için avcılar tarafından yapılan siperler, çukurlar.

evham-ı zamaniye

  • İçinde yaşanılan zaman diliminin yönelttiği vehimler.

evk

  • (Çoğulu: Evâk) Ağırlık, yük.
  • İçinde su biriken çukur yer.

evliya-yı ümmet

  • İslâm ümmeti içinden velilik derecesine çıkanlar.

evzak

  • İçinde su veya başka birşey biriken çukur yer.

eyyam-ı adiyye / eyyam-ı âdiyye

  • Tâtil günlerinin haricindeki günler.

ezat

  • (Çoğulu: Üzâ-Ezy) İçinde su birikmiş çukur yer.

ezell-i nas / ezell-i nâs

  • İnsanlar içinde en rezil ve aşağılık olan adam.

ezhar-ı müzeyyene-i ravza-i safaiye

  • İçinde safâ sürülecek olan bahçeyi süsleyen çiçekler.

fakirü'l-hal / fakîrü'l-hal

  • Muhtaç ve fakirlik içinde olma.

fakr-pişe

  • Fakirliğe alışmış, fakirlik içinde, muhtaçlık içinde. (Farsça)

fasikül

  • Bir kitabın ayrı bir kapak içinde satılan bölümlerinden her biri. (Fransızca)

fazilet / fazîlet

  • Üstünlük. İyi ahlâklılık.
  • Farz ve vâciblerin hâricindeki nâfile ibâdetler yâni müstehâb ve sünnetler.

fe'd

  • Kebap yapmak.
  • Kül içinde ekmek pişirmek.

fehha

  • Uyku içinde horlamak.
  • Çağırmak.

felan

  • İnsanlar içinde alem isimlerden kinâye bir isim.

fena-ender / fenâ-ender

  • Fena içinde.

fetva-yı mahz / fetvâ-yı mahz

  • Salt fetvâ, içinde farklı öğe bulunmayan mutlak fetvâ.

feyz

  • (Çoğulu: Füyuz) Bolluk, bereket.
  • İlim, irfan. Mübareklik.
  • Şan, şöhret.
  • İhsan, fazıl, kerem. Yüksek rütbe almak.
  • Suyun çoğalıp çay gibi taşması. Çok akar su.
  • Bir haberi fâş etmek.
  • İçindeki düşüncesini izhar etmek.

feza

  • Rahim içinden çıkan su.

fi / fî

  • Arabçada harf-i cerrdir. Mekâna ve zamana âidiyyeti bildirir. Ta'lil için, isti'lâ için ve yine harf-i cerr olan "bâ, ilâ, min, maa" harflerinin yerine kullanılır. Geçen mef'ul ile gelecek fasıl arasında geçer. Te'kid mânası da vardı. Başka bir ifade ile kısaca (fî) : "İçinde, içine, hakkında, husus
  • İçinde - de.
  • Tarih bildirir.
  • İçinde, içine, hakkında, üzere, dair.

fi zamanına / fî zamanına

  • İçinde bulunduğumuz dönemde, zamanda.

fial

  • Çocuk oyunudur. (Bir şeyi toprak içinde gizleyip sonra taksim edip "hangimizin hissesinde çıkar" diye ararlar.)

fihris / فهرس

  • İçindekiler. (Arapça)
  • İndeks, dizin. (Arapça)

fihrist / فِهْرِسْتْ

  • İçindekiler listesi.
  • İndeks, içindekiler.
  • İçindekileri gösteren liste.

fihriste / فِهْرِسْتَه

  • İçindekileri gösteren liste.

fihristecik

  • Küçük indeks, içindekiler.

fısk u fücur

  • Allah'a isyan içinde olmak, günah işlemek.

füvfe

  • (Çoğulu: Füvek) Pamuk.
  • Tırnakta olan beyazlık.
  • Hurma çekirdeği içinde olan beyaz tane. (Hurma ağacı ondan biter).
  • Çekirdek içinde olan yufka kabuk.
  • Şey.

füyuz

  • (Tekili: Feyz) Feyizler. İnâyetler. Keremler.
  • Suyun çoğalıp taşması.
  • İnsanın içindeki gizli şeyleri saklamayıp izhar etmesi.
  • Bir haberin fâş ve şayi' olması.

gaflet-pişe / gaflet-pîşe

  • Gaflet içinde.

galfak

  • Geniş, vâsi.
  • Yumuşak.
  • Su içinde yetişen yassı yapraklı bir ot.
  • Kurbağa yosunu.

gamuz

  • İtham olunan, töhmet altında bırakılan.
  • İçinden kan giden dişi deve.

garaz

  • Kin, içinden düşmanlık yapmak.
  • Gâye, maksad, arzu, dilek, istek.

gatfan

  • Ev içinde su dökmek için yapılan yer.
  • Erkek ismi.

gavta

  • Suyun içindeki derinlik. (Farsça)

gaybet

  • Başka yerde bulunmak. Hazırda olmamak. Gıybet. Bir şeyin diğer bir şey içinde gaib olması.

gayr-ı meskun

  • İçinde oturulmayan yer. Kimsesiz yer.

gerd-alud / gerd-âlûd

  • Toz toprak içinde. (Farsça)

gird-alud

  • Toz toprak içinde kalmış, toza bulanmış. (Farsça)

girive

  • (Girve) Çıkmaz yol. Çıkmaz sokak. (Farsça)
  • İçinden çıkılması müşkül olan durum. (Farsça)
  • İçinden çıkılmaz karışık durum.

gıslin / gıslîn

  • Yara yıkandığında içinden çıkan irinli ve kanlı su.
  • Cehennem ehlinin etleri ve kanlarının yıkandığı nesne.

haciz

  • Ayıran. Bölen.
  • Vücudun içindeki bazı uzuvları ayıran karın zarı gibi zarların adı.
  • Haczeden. Borcunu ödeyemeyenin diğer mallarına el koyan.
  • Tıb: Bâdemin içindeki bazı oyukları ayıran bölme zarlarına denir.

hadaik-ı hassa / hadaik-ı hâssa

  • Saray bahçeleri. Bunlar biri saray içinde, diğeri saray dışında olmak üzere iki kısımdı. Saray içindeki bahçe ve bostan işleriyle meşgul olanlara "Has Bahçe Bostancıları"; saray dışındakilere ise "Hassa Bostancıları" denilirdi. Saray dışı bahçe ve bostanların bazıları şunlardı: Kadıköy bağı, Davut P

hadd-i sekr

  • Fık: Şarap haricindeki diğer içkilerin bil'ihtiyar içilmesinden hâsıl olan sarhoşluğun icab ettirdiği ceza.

hadid / hadîd

  • Dağ eteği.
  • İçinde yağmur suyu biriken alçak çukur.
  • Arz, yer, dünya.

hadime / hadîme

  • Su içinde eriyince pişmiş olan buğday.

hadire / hadîre

  • Kalabalık olmayan topluluk.
  • Yaranın içinde toplanan kan ve irin.

hadiye / hâdiye

  • Değnek, asâ, sopa.
  • Su içinden sivrilerek yükselen kaya.

hafz

  • Aşırı olmama hali.
  • Refah ve ferahlık. Huzur ve rahat.
  • Yavaş yavaş mülayim yürüyüş, itidal. Alçak.
  • Kelimenin son harfini esre, yâni "i" diye okumak.
  • Sözü boğaz içinden söylemek.

hak-sar / hâk-sar

  • Toz toprak içinde kalmış. Perişan hâlli. (Farsça)

hakaik-i hayat

  • Hayatın içindeki gizli hakikatler, gerçekler.

hakikat-i camia / hakikat-i câmia

  • Çok mânâları içinde toplayan hakikat.

hakikat-i hayatiye

  • Hayatın içinde gizli olan gerçek.

hakikat-i rahmet

  • Rahmet ve şefkat içinde gizli olan gerçek.

hakile / hakîle

  • Uzun buğday.
  • Bağırsak içinde olan su.

hakle

  • (Çoğulu: Hıkâl) İçinde binâ ve ağacı olmayan mezrea.

hal-i alem / hal-i âlem

  • İçinde yaşanılan dönem.

hal-i haşiane / hal-i hâşiâne

  • Huşu içinde, Allah'tan korkmayı ve alçakgönüllülüğü gösteren hal.

hali

  • Tenhâ. Boş. Sahipsiz. Issız. İçinde bir şey olmama.

halice / halîce

  • İçinde hurma ıslanmış süt.
  • Üzüm sıkıntısı.

halife

  • (Çoğulu: Halefâ) Su içinde biten bir ot. (Türkçede "kandıra" derler.)

hall

  • Çözme. Çözülme. Karışık bir mes'elenin içinden çıkma.
  • Anlayıp karar vermek. Neticelendirmek.
  • Susam yağı.
  • Ezmek.
  • Açmak.
  • Dühul etmek, girmek.

hallak-ı kainat / hallâk-ı kâinat

  • Kâinatı ve içindeki herşeyi yaratan Allah.

halle

  • Fakirlik.
  • Hâcet, ihtiyaç.
  • Kum içindeki yol ve gedik.

halvet der-encümen

  • Nakşibendiyye yolunda on bir esastan biri. Halk içinde Hak ile (Allahü teâlâ ile) olmak.

hamiyetçilik

  • Din gibi mukaddes değerleri ve kendi vatan, aile ve yakınlarını koruma duygusu ve gayreti içinde oluş.

hamiyetsizlik

  • Hamiyetsiz olma, mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti içinde olmama.

hamuşan

  • Mevlevi tâbirlerindendir. Konya'da Mevlâna'nın türbesi haricinde ve kıble cihetindeki büyük kabristana verilen isimdir.
  • Sessizler, susmuş olanlar, uykuda olanlar.

hanhana

  • Sözü burun içinden söylemek. Hımhımlık.

hanin / hanîn

  • Burun içinden ağlamak.
  • Burun içinden gülmek.

harabiyet

  • (Harabî) Yıkılma. Yıkılış. Parçalanıp dağılış. Zillet ve sefalet içinde

harac-ı mukasseme

  • Arazinin hâsılatından yerin tahammülüne göre alınacak bir vergidir. bu harac, hâsılata taallûk eder. Bir sene içinde hâsılat tekerrür ederse bu harac da tekerrür der. Fakat mahsulât mevcud olmayınca bu vergi de alınmazdı.

harak

  • Korkudan veya utanmaktan dolayı dehşet içinde kalmak.

harfiye

  • Kendi başına müstakilen bir mânası ve te'siri olmadığı halde, kendi cinsinden bir topluluğun içinde olduğu zaman ancak bir vazife gören şeylere denir.

harikulade / hârikulâde

  • Fevkalâde, âdetin hâricinde bulunan şey, eser. Görülmedik derecede. Son derece kıymet ve ehemmiyeti hâiz olan şey.

haşem

  • Burun içinde olan bir illettir ve kokuyu değiştirir.
  • Genzin tıkanıp burnun koku almaması.
  • Etin kokması.

hashasa

  • Açık ve âşikâr olma.
  • Bir şeyi diğer bir şey içinde "iyice birleşmesi için" karıştırıp sallama.

haşi'

  • Huşu içinde olan, alçak gönüllülük eden.
  • Kusurlarını düşünerek, ürpererek Cenâb-ı Hakka niyâz edip yalvaran.

haşiin / haşiîn

  • Huşu' içinde olanlar.

haşr

  • (Haşir) Toplanmak, bir yere birikmek.
  • Toplama, cem'etmek.
  • Kıyametten sonra bütün insanların bir yere toplanmaları. Allahın, ölüleri diriltip mahşere çıkarması. Kıyamet.
  • Bir tohumun içinden büyük ağaçlar çıktığı gibi, her bir insanın acb-üz zeneb denilen bir nevi çekir

hass / hâss

  • (Çoğulu: Havass) Hususi. Hâlis. Kıymetli ve ileri gelen mühim yakınların topluluğu.
  • Bir şeyde bulunup başkasında bulunmayan. Umumi olmayıp mahsus olan.
  • Tam ayar olan, yabancı maddelerle karışık olmayan ve içinde bozuk bulunmayan. Tek, münferid.
  • Saf.
  • Tar: Osman

haşv

  • (Haşiv) (Çoğulu: Ahşâ) Tıb: Vücudun içindeki uzuvlardan her birisi.
  • Minder, yastık gibi şeylerin içini dolduran pamuk, kuru ot.
  • Kırılması ihtimali olan eşyanın arasına konan yumuşak, ot gibi şey.
  • Edb: İbarede lüzumsuz söz bulunması, aynı mânada iki kelimeyi yanyana sö

hata ender hata

  • Kusur içinde kusur. Hatâ içinde hata.

hata-ender / hatâ-ender

  • Hatâ içinde.

hataender / hatâender

  • Hata içinde.

havan

  • İçinde çeşitli şeylerin dövülüp ufalandığı ağaç, mâden veya taştan yapılmış çukurca kap.
  • Tütün kesmekte kullanılan makine.
  • Başkalarına destek olacak gücü bulunmadığı halde, yardakçılık eden kimse.
  • Elektrikî bir boşalmanın ısı değerini gösteren âlet.
  • İçine çuku

havassü'l-hams-ı zahire ve batına / havâssü'l-hams-ı zâhire ve bâtına

  • Beş içinde, beş dışında olmak üzere insanın duyguları. İçindeki duygular.

havza

  • Coğ: Açık ve düz deniz kıyısı. Kenar.
  • Memleket.
  • Taraf.
  • Sınır için: Bir şeyin çevresi içinde olan.

hayalat-ı muhitiye / hayalât-ı muhîtiye

  • İçinde yaşanılan zaman, mekân ve çevreye ait hayaller.

hayber

  • Arap Yarımadasında Hicaz bölgesinin doğu sınırında ve Medine-i Münevvere'nin 170 km. kuzeyinde bir kasabadır. Evleri, yüksek bir kayanın üzerinde kurulmuş olan bir kalenin etrafında bulunur. Hicretin yedinci senesinde vuku bulan Hayber Gazası ile meşhur olmuştur. Aynı sene içinde Hz. Resulullah Efen

hayret-engiz

  • Hayret veren. Hayret içinde bırakan. (Farsça)

hayretefza / hayretefzâ

  • Hayret içinde bırakacak şekilde; hayret saçan.

hayretnüma / hayretnümâ

  • Hayret içinde bırakan.

hazır hamdler

  • Şimdiki zaman içinde yapılan hamdler, şükürler.

hazire / hazîre

  • Az cemaat.
  • Asker bölüğü.
  • Yara içinde toplanan kan ve irin.
  • Eti ufak ufak doğrayıp, çok su ile çömlek içinde pişirip erimeye yakın olduğu anda üzerine un koyup karıştırarak yapılan yemek. (İçinde et olmayınca "aside" derler.)

hazırlöp

  • Kabuğu içinde suda pişip katılaşmış yumurta.
  • Mc: Emek sarfetmeden elde edilen kazanç.

heba-ender / hebâ-ender

  • Boşluk ve hiçlik içinde.

helva-hane

  • İçinde helva pişirilen genişçe ve derinliği az tencere. (Farsça)
  • Tar: Saray için her türlü tatlı yiyeceklerin yapılmasına yarayan saray mutfağının bir bölümü. (Farsça)

hendesehane-i bahri / hendesehane-i bahrî

  • Bahriye Mektebinin ilk adıdır. Abdülhamid zamanında miladi 1773 yılında Cezayirli Hasan Paşa'nın teşebbüsüyle Tersane içinde açılmıştır. Okulun ilk baş muallimi, Türk riyaziyecisi Gelenbevi İsmail Efendi'dir.Şimdiki ismiyle "Gemi İnşa Mühendisliği" olan Bahriye Mektebi, 1795 senesinde daha muntazam

hent

  • Bir nevi kirpi.
  • Göz içinde olan yağ.

hevade

  • Yavaşlık.
  • Yumuşaklık.
  • Kavmin içinde salah ve muvâfakata sebep olması mümkün olan kimse.

hibs

  • Suyun aktığı yöne konan ve içinde su biriken ağaç veya taş.

hiç ender hiç

  • Hiç içinde hiç.

hiç-ender-hiç / هِيچْ اَنْدَرْ هِيچْ

  • Hiçlik içinde bir hiç, değersiz.
  • Hiç içinde hiç.

hıfzıssıhha

  • (Hıfz-üs sıhha) Sağlıklı yaşamak için doğrudan doğruya kişi ve içinde bulunan çevrenin sağlıkla alâkalı şartlarını tetkik edip inceleyen, gerekli tedbirleri olan ve bu çeşit çalışmalardan bahseden hekimlik kolu veya sağlık bilgisi.
  • Sıhhatini korumak. Sağlığını muhafaza etmek.

hil'at-ı vücud

  • Vücud elbisesi. Ruhun,içinde bulunduğu ten elbisesi. Cesed.

hill

  • Helâl. Yapılması günah olmayan.
  • Harem-i Kâbe ile mikat arası, hac zamanında Mekke-i Mükerreme dışında ihrama girilen yerin haricinde bulunan saha.

hırka-i saadet

  • Cenab-ı Peygamber'in (A.S.M.) İstanbul'da Topkapı Sarayı'nda gümüş sandık içinde muhafaza edilen hırkasıdır. Mısır'ın fethi üzerine Mekke Şerifi tarafından diğer emanat-ı mübareke ile beraber Yavuz Sultan Selim Han'a hediye edilmiştir. Hırka-i Şerif de denir.

hişaş

  • İçinde ot olan çuval.

hiskil

  • (Çoğulu: Hasâkil) Her canavarın yavruları içinde küçük olanı.

hiss-i sadise-i batıniye / hiss-i sâdise-i bâtıniye

  • İnsanın içinde ve ruhunda bulunan altıncı his.

hıyar-ı şart

  • Âkitlerden birinin veya herbirinin akdi, muayyen bir müddet içinde fesh veya icazetle infaz edebilmek hususunda muhayyer olmasıdır.

hobi

  • ing. Her zamanki çalışmaların haricinde yer alan dinlendirici bir merak veya işlem. Severek yapılan iş, vakit geçirme yolu.

höyük

  • Kazıldığında içinden eski eserler çıkan alçakça toprak tepe.

hücre-i seadet / hücre-i seâdet

  • Medîne-i münevverede Mescid-i Nebevî içinde Peygamber efendimizin mübârek kabirlerinin bulunduğu oda. Peygamber efendimizin sağlığında burası, hanımlarından hazret-i Âişe vâlidemizin odasıydı. Peygamberimiz burada vefât etti. "Peygamberler vefât ettikleri yere defnolunurlar" hadîs-i şerîfi gereğince

hudre

  • Göz kapağının içinde çıkan çıban.

hükmi temizlik / hükmî temizlik

  • Kadının âdet bitiminden îtibâren on beş gün içinde kan gördüğü halde temiz kabûl edilmesi. Bu on beş gün içinde kan görülen bu kan fâsid kan yâni istihâza kanıdır.

hükmünde

  • Konumunda, yapısı içinde.

huleke

  • Kum içinde olan küçük bir hayvan.

hulvan

  • Bir kimsenin hizmeti karşılığında, ücretinin haricinde verilen şey.
  • Kızın mihrinden, kişinin kendisi için aldığı miktar.
  • Vermek, bahşetmek.
  • Bir belde ismi.

hünkar mahfili / hünkâr mahfili

  • Eskiden camilerde padişahlar için yapılmış olan yerler. Bu mahfiller camilerin zemininden yüksek olarak yapılır ve caminin iç kısmını görmek için kafes konulurdu. Bunun haricinde kafesin birkaç yerinde 20-30 cm. en ve boyunda açılabilir küçük pencereler de bulunurdu.

hunne

  • Sözü burun içinden söylemek.

hurdegir

  • Sözün içinde tenkid edilecek noksan arayan. (Farsça)

huşşa'

  • (Haşi') Huşu içinde olanlar. Gözleri korku ve saygı ile düşkün bir hâlde olanlar.

huşu' / huşû' / حُشُوعْ

  • Allah'ın huzurunda olduğunu bilerek huzur, sükûnet ve edeb duygusu içinde olmak.

husve

  • Kap içinde bir içim su.

hut

  • Balık. Büyük balık.
  • Şubat ayı içinde güneşin girdiği ve semanın cenub yarısındaki burcun ismi.

hutbe-i şamiye / hutbe-i şâmiye

  • İçinde Üstadın Şam'da verdiği hutbe bulunan kitap.

huzur-u daimi / huzur-u dâimî

  • Sürekli olarak Allah'ın huzurunda bulunduğunun bilinci içinde olma.

huzzak-ı etibba / huzzâk-ı etibbâ

  • Doktorlar içinde en ehil olanları.

i'lanname

  • İçinde ilân yazılı olan kâğıt. (Farsça)
  • Bir hususun herkese ilân edilmesi için hükümetçe hazırlanıp bastırılan resmi kâğıt. (Farsça)

ibaret

  • Meydana gelmiş, toplanmış. Bir şeyden teşekkül etmiş. Bir şeyin aynı. Bir şeyin içindekini ve aslını beyan. Bir halden bir hale tecavüz eylemek.
  • Rüya tabir etmek.

ibn-i verdan / ibn-i verdân

  • Hamam içinde olan kara çekirge.

iç ezan

  • Cuma günleri hatib minberde iken müezzin tarafından mahfilde okunan ezan. Diğer namazlarda yalnız minarede ezan okunurken, cuma günleri öğle vaktinde hem minarede, hem de caminin içinde müezzin mahfilinde ezan okunur. İkinci ezan caminin içinde okunduğu için buna "iç ezan" denilir. (Türkçe)

icane

  • (Çoğulu: Ecanin) Hamam taşı.
  • İçinde bez ve kaftan yıkanılan kap.

içre

  • İçinde.

idare fitili

  • Eskiden geceleyin yatak odalarını aydınlatmak için zeytinyağı konmuş küçük bir tabağın içinde yakılan bir çeşit fitilin adıdır. Küçük petrol lâmbalarına da idâre denildiği için bunların fitillerine de bu ad verilir.

idare-i hazıra / idare-i hâzıra

  • İçinde bulunulan dönemdeki yönetim.

idhalat / idhalât

  • (Tekili: İdhal) Memleket haricinden eşya ve mal getirmek.

ihlal

  • (Halel. den) Sakatlamak. Bozmak. Halel vermek.
  • Birini ihtiyaç içinde bırakmak.
  • Düşmanın haklarına vefa etmeyip gadretmek.

ihtiva

  • İçinde bulundurmak, içine almak, hâvi olmak, şâmil olmak. Bir şeyi toplamak ve korumak.
  • İçine alma, içinde bulundurma, içerme.

ihtiva eden / ihtivâ eden

  • İçinde bulunduran, içine alan.

ikramiye

  • Hürmet ve mükâfat için verilen para veya hediye.
  • Memurlara maaş haricinde ve her sene belli bir zamanda verilen para.
  • Yapılan iyilik karşılığı olarak verilen hediye veya para.
  • Satıcı tarafından pazarlığın hâricinde olarak müşteriye yahut arada vasıta olana verilen şey

iktirah / iktirâh / اقتراه

  • İçinden gelerek konuşma. (Arapça)

ilahi / ilahî

  • Cenâb-ı Hak ile alâkalı, Allah'a dâir. Cenab-ı Hakk'a aid ve müteallik.
  • Ey Allahım, ey İlâhım! (meâlinde duâ içinde söylenir).
  • Edb: Tasavvufî şairler tarafından dinî ve İlâhî fikirleri havi olmak üzere yazılmış olan ve makamla okunan şiirler.

ilcaat-ı zaman

  • Zamanın zorlamaları ve mecburiyetleri. Yaşanılan zaman içinde meydana gelmiş bazı sebeplerin neticesi olarak karşılanan mecburiyetler.

ilik

  • t. Elbisenin düğme geçmeye mahsus deliği.
  • Kemiğin içinde bulunan madde.

illiyyin / illiyyîn

  • Yedinci kat gökte, arşın altında bulunan bir yer veya Cennet.
  • Mü'minlerin, öldükten sonra rûhlarının, nîmetler ve lezzetler içinde bulunduğu yer.

ilm-i nahv

  • Arabî cümle bilgisi. Kelimelerin cümle içindeki yerlerini ve buna göre sonlarının aldığı durumlardan (harekelerden) bahseden ilim.

imam-ı a'zam

  • (Hi: 80-150) Hanefi Mezhebinin imamı. Asıl ismi: Ebu Hanife Nu'man bin Sâbit'tir. Bağdatlı olup Abbasiler devrinde yaşamıştır. Fıkıh ilminin en ileri geleni olup, bu ilmin tedvin ve tervicinde çok büyük hizmet etmiştir. Böyle zâtların vicdan-ı umumiye nezdinde idareyi, hak ve adalette selâmet için,

imame

  • İslâma mahsus baş kisvesi olan sarık. Zırhlı külâh.
  • Çubuk ve sigaralığın başına takılan ağızlık.
  • Tesbihin başındaki ve ipin iki ucu içinden geçen uzunca tane.

inkıbaz / inkıbâz / اِنْقِبَاضْ

  • (Rûhî) sıkıntı içinde olma.

inkılabat-ı zaman / inkılâbât-ı zaman

  • Zaman içinde meydana gelen değişmeler.

intibahkarane / intibahkârâne

  • Uyanıklık içinde olarak.

intizamat-ı mahlukat / intizamat-ı mahlûkat

  • Yaratılan varlıklar içindeki düzen, intizam.

irticalen

  • Hazırlıksız olarak, düşünmeden ezbere içinden geldiği gibi konuşmak.

irticaliyyat

  • Düşünmeden, içinden doğarak söylenen sözler.

irtihaş

  • Rahatsız olma, huzuru kaçma. Sıkıntı ve ıztırâb içinde bulunma.

irtimaz

  • Iztırab ve acı içinde kıvranma.
  • Remzetme.

işba'

  • Doyurmak, açlığı gidermek. Doymak.
  • Fiz: Bir sıvının içinde, belli bir cisimden eriyebilecek en çok miktarın erimiş bulunması.
  • Edb: Arap nazmında, kafiye veya vezin zaruretinden dolayı kelimeye bir harf ilâve etme.

ism-i a'zam

  • Allah'ın (C.C.) Kur'ân ve Hadis-i Şeriflerde zikredilen yüz isminin mânâca en câmi' olanıdır. İsm-i A'zam, diğer isimlerin de mânâlarını içinde toplar. Her ism-i İlâhiyenin de, her mahlukun da bir a'zamlık mertebesi vardır.

ism-i cami' / ism-i câmi'

  • Bütün isimlerin mânâlarını içinde toplayan isim.

ısparmaca

  • Deniz içinde birkaç zincirin birbirine karışması.

istifrağ

  • Kusma; içindekini dökme, boşaltma.

istiğrak / istiğrâk

  • Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin içinde bulunduğu mânevî hallere dalması sebebiyle kendisini ve çevresinde olanları unutması.

istihrac

  • Bir şeyin içinden bir şey çıkarmak. Bir mânâyı istidlâl etmek. Meydana ve harice çıkarmak. Bâzı emareleri beliren şeylerden ileriye âit olacak şeyleri çıkarmak. İstidlâl etmek.
  • Birşeyin içinden bir şey çıkarma; ilmî ve mânevî güçle Kur'ân-ı Kerimden mânâ çıkartma.

istikamet

  • Hatt-ı hareketi doğru olmak. Doğruluk, nâmuslu hareket. Her işte itidal üzere bulunmak. Adâletten, doğruluktan ayrılmayıp, diyânet ve akıl içinde yürümek.
  • Allah'a kulluk etmek.
  • Bir şeyin bir tarafa doğru olarak uzanması.
  • Yön, cihet.

istinkar / istinkâr

  • İnkâra yeltenme, inkâr etme çabası içinde olma.

istirfah

  • (Refh. den) Refah, rahatlık ve bolluk isteme.
  • Rahatlık ve bolluk içinde bulunma.

istitrad

  • Edb: Bir söz söylerken o fıkra içinde başka bir bahis nakletmek.

itminan

  • Emniyet içinde olmak. İnanmak. Mutlak olarak bilmek. Kararlılık.

ıttırad

  • Tertip ve düzen içinde olma.

ıztırar vakti

  • Çaresizlik içinde kalındığı zaman dilimi.

ıztırari / ıztırarî

  • Çaresizlik içinde oluş. Mecburiyet.

jandarma

  • Yurt içinde asayişi sağlamak gayesiyle meydana getirilen ve orduya mensup silâhlı kuvvet. Ve bu kuvvette yer alan asker. (Fransızca)

ka'be / kâ'be

  • (Kâbe) Dünyanın en kudsi ma'bedi. Beytullah, Beyt-ül Ma'mur, Beyt-ül Atik. Bütün mü'minlerin ibâdet esnâsında yöneldikleri merkez. Dört köşe olduğu için Kâbe denir. Bu mukaddes makamın etrafına Mescid-ül Haram ismi verilir. İçinde bir kısım olarak Makam-ı İbrahim mevcuddur. Burası İbrahim Aleyhissel

ka'f

  • (Çoğulu: Kıâf) Ayağı sert olarak basmak.
  • Ayak ile toprağı yerinden koparıp küremek.
  • Kap içindeki suyun tamamını içmek.
  • Koparmak.

ka'm

  • (Çoğulu: Kiâm) Devenin ağzını bağladıkları şey.
  • İçinde silah saklanan kap.
  • Bağlamak.
  • Öpmek.

kab'

  • Seyahat edip gezmek.
  • Nefesi tutulmak.
  • Atın burnu içinden çıkan hırıltı.

kabilesinden

  • Bir konunun sınırları içinde yer alması yönünden; türünden.

kadah

  • Çömlek içinde pişen yemeğin kokusu.

kahf

  • Kap içindeki suyun tamamını içme.

kainatın sanii / kâinatın sânii

  • Kâinatı, evreni ve içindeki herşeyi sanatla yaratan Allah.

kal'a-bend

  • Bir kale içinde yaşamağa mahkûm olmuş olan. Kal'aya bağlanmış. (Farsça)

kalet

  • (Çoğulu: Kılât) Helâk olmak.
  • Dağlarda, içinde su biriken çukur.
  • Göz çukuru.
  • Baş parmağın dibinde olan çukur.

kalla'

  • Beylere koğuculuk yapan yalancı.
  • Halk içinde tanınmak için kendine bir alâmet yapan kimse.

kamilin-i nev-i beşer / kâmilîn-i nev-i beşer

  • İnsanların içinde kemâl ve fazilet sahibi, mânevî yönden olgunluğa erişmiş olanlar.

kara

  • (Çoğulu: Ekrây-Karvât) Bahçe ve bostan içindeki su arkı.
  • Su ile karışmış süt.

karem

  • Et arzu etmek.
  • Deniz içinde biten çınar ağacına benzer bir ağaç.

kasal

  • Buğday içinde olan siyah taneler.

kebbe

  • İzdihamlık, kalabalık.
  • Cenk ve kıtal içinde sür'at etmek. Savaşta acele hareket etmek.

kebv

  • Davarın, başını vücuduna sürçmesi.
  • Çakmak çöngelip ateşi çıkmaz olmak.
  • Görmek.
  • Kabın içindekini dökmek.
  • Ateşi kül bürüyüp örtmek.

kedir

  • İçinde hurma ıslanmış süt.

kelbiyyun

  • Kalenderane yaşamayı alışkanlık haline getiren meşhur Diyojenin de içinde bulunduğu bir fırka. Bunlara Kelbiye tâifesi veya Melâmiyyun da denir.

kemal-i mahviyet / kemâl-i mahviyet

  • Tam mânâsıyla tevâzu içinde olma, alçak gönüllülük gösterme.

kemal-i mahviyet ve tevazu / kemâl-i mahviyet ve tevazu

  • Tam anlamıyla tevâzu ve alçakgönüllülük içinde olmak.

kerbele

  • Ayaklarda olan gevşeklik. Yürüdüğünde balçık içinde yürür gibi yürümek.
  • Buğday ve arpa gibi hububatın kalburlanması.

kerempe burnu

  • Batı Karadeniz kıyısında Cide Kazasının sınırları içinde kalan kara çıkıntısı.

kıdn

  • Havan.
  • Kadının mahfe içinde kendisi için koyup sakladığı giyim eşyası.

kifat

  • Cem'olmuş, toplanmış, biriktirilmiş.
  • İçinde birşey toplanıp biriktirilen yer.
  • Hızlı uçmak, gitmek.
  • (Tekili: Küfv) Küfüvler, benzerler, eşler, denkler.

kıhf

  • (Çoğulu: Akhâf) Kafatası. Beynin, içinde bulunduğu kafa kemiği.

kına'

  • Başörtüsü, eşarp. Örtü, yaşmak, peçe, nikâb.
  • İçinde hediye gönderilen tabak.

kindar

  • Kin tutan. İçinde kin ve garez besliyen. Öc ve intikam almağa düşkün. (Farsça)

kıraet / kırâet

  • Ağız ile okumak. Kendi kulakları işitecek kadar sesli okumağa hafif kırâet, yanındakilerin işiteceği kadar sesli okumağa cehrî (sesli) kırâet denir.
  • Namazın içindeki farzlardan biri.

kırkanbar

  • İçinde çok çeşitli şeyler bulunan yer veya kap.
  • Çok şeyler bilen kişi.

kırla

  • Bir kuş cinsidir ve sulardan balık avlar; derler ki su içine girdiğinde bir gözüyle üstünü gözler, bir gözüyle su içinde avını gözler. Gayet korkak bir kuştur.

kısra

  • Ekincilerin kesmik dedikleri başakta kalan buğday. Buğday çalkandığında kalbur içinde kalan kaba buğday başları.

kıyam / kıyâm

  • Ayakta durmak. Namazın içindeki farzlardan birisi.

komiser

  • Emniyet teşkilâtının meslek dereceleri içinde yer alan ve en az lise tahsilini yapmış, polis enstitüsünün orta ve yüksek kısmını tamamlamış üniformalı veya sivil memur. (Fransızca)

kulis faaliyeti

  • Toplantı yapılan yerlerde, toplantı haricinde çeşitli grupların yaptığı gizli çalışma.

Kulleteyn

  • Alıntı:
    "iki kulle" (yaklaşık 13 ton) su. Durağan suyun temiz ("tahir") sayılabilmesi için Şafii mezhebine göre bu kadar olması yeterliydi. Daha az olamazdı. Bu kadar oldu mu, içinde ne bulunursa bulunsun "temiz"di artık. "pislik"lerle dolu bile olsa...

    Turan Dursun, Kulleteyn,
    Akyüz Kitabevi, 1990


kumanya

  • ing. Bir gemi içinde bulunan kimselerin beslenmeleri için gemiye doldurulan erzak. Gemi zahiresi.
  • Eskiden piyade kayığının arka kısmındaki dolapçık.
  • Gemi kileri. Geminin erzak koymağa mahsus yeri.

kunabe

  • Toplu yapraklar (Buğdayın başı onun içinde olur.)

kunbua

  • (Çoğulu: Kanâbi) Kestikten sonra yine içinde kalan nesne (Ot kökü gibi)

kur'an-ı cami' / kur'ân-ı cami'

  • Herşeyi içinde bulunduran Kur'ân-ı Kerim.

kur'an-ı hakim-i mu'cizü'l-beyan / kur'ân-ı hakîm-i mu'cizü'l-beyan

  • İfade ve açıklamalarıyla mu'cize olan ve sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur'ân.

kurare

  • Çömlek içindeki yemek piştikten sonra yanmasın diye içine konulan su.

kürdabe

  • Büyük su içinde olan çürüntü.

kürtaj

  • Dölyatağı (rahim) veya kemik apsesi boşlukları içinde bulunan yabancı cisim veya hasta organları özel bir âletle çıkarıp almak işlemi. Rahmin temizlenmesi ameliyesi.

kütüphane-i mesai / kütüphane-i mesâi

  • Çalışma kütüphanesi, içinde çalışılan kütüphane.

kutur

  • Pintiliğinden dolayı ailesini sıkıntı içinde bırakan adam.

kuvvet

  • Sükunette bulunan cisimleri harekete, hareket ettikleri sükunete getirmeğe muktedir olan sebeb. (Kuvvet, te'sir ettiği cisimlerin hâricindedir.)

lata'

  • Dudak içinde olan beyazlık.

lebdeğmez

  • t. Dudak değmez.
  • Edb: Dudaktan çıkan harflerden olan "B-F-M-P-V" sessizlerinin içinde bulunmadığı manzumeler.

lebh

  • Bir büyük ağacın adı. (Bir kimse kabuğunu yarsa filhâl o kişiye uyuşukluk gelir; o ağaçtan tahtalar biçip gemi yaparlar. Rivâyet olunur ki, iki tahtasını birbirine bitiştirip bir yıl su içinde dursa ikisi bir olup yekpâre olur, Mısır'da yetişir. Ahter-i Kebir'den)

lemy

  • Dudak içinde olan siyahlık.

lenf

  • (Lenfâ) Tıb: İnce damarların içinde dolaşan beyaz kan. Kanın esasını teşkil eden sıvı.
  • Eski tıbba göre; ahlât-ı erbaa'dan birisi.

levc

  • Ağız içinde lokma veya başka bir şeyi döndürüp çevirme.

leyle-i kadr

  • Daha çok Ramazân-ı şerîf ayı içinde bulunduğu bildirilen ve Kur'ân-ı kerîmin gelmeye başladığı mübârek gece.

lisan-ı beliğane / lisân-ı beliğâne

  • Belâgatli dil, maksadı muhatabın hâline tam bir uygunluk içinde anlatan dil.

lügat

  • Bir dilin kelimelerini belli bir sıralama içinde, mânâlarıyla beraber ihtiva eden kitap, sözlük.

lütin / lütîn

  • Adam boyu miktarı bir ağacın adı. (Bakla yaprağı gibi yaprağı olur, hurnup gibi dalları olur, içinde küçük taneleri olur.)

ma fiz-zamir / mâ fiz-zamir

  • Bir şeyin içinde gizli olan hakikatler.

ma'maa

  • (Çoğulu: Meâmi) Acele etmek.
  • Ateşten çıkan ses.
  • Bahâdırların cenk içindeki haykırmaları.

ma-fi-ha

  • İçindekiler. O şeyin içinde olanlar.

ma-fi-l-bab

  • Kapı içinde. Bir kitabın içindeki bölümde (babda) olan şey.

madde

  • Zahir duygularla hissedilen, ruhâni olmayıp, ağırlığı olan, cismâni bulunan.
  • Asıl, esas, cevher, mâye.
  • Bend, fıkra, kısım.
  • İlm-i Kelâmda: His âzâmız üzerine bir takım muayyen ihtisâsât husule getiren veya getirebilen, her şey.
  • Tıb: Çıbanın içinde hasıl olan ya

madde-i musavvire

  • Tıb: Kanın küreciklerinden başka gıda maddesinden olup, azot ve sair maddeleri içine alan sulu cisim. Canlı hücrelerin vücudunu teşkil eden ve içinde çoğunun çekirdek bulunan albüminli madde. Protoplazma.

mafiha / mâfihâ / mâfîhâ

  • İçindekiler.
  • İçindekiler, içinde olan her şey.

magiz

  • İçinde ağaç bitmiş olan su birikintisi.

mahaffe

  • Mahfe. Deve veya katır üzerine konan ve içinde iki kişi oturabilecek yeri olan kapalı mahmil.

mahiyet-i camia / mahiyet-i câmia

  • Çok vasıfları içinde toplayan mahiyet.

mahmumane

  • Sayıklarcasına, sayıklıyarak. (Farsça)
  • Ateşler içinde, ateşli olarak. (Farsça)

mahviyyet

  • Alçak gönüllülük. Tevâzu. Kendi kusurunu bilip kendine haddinden fazla kıymet vermemek. Tevâzu içinde olmak.

makmaka

  • Sözü boğazı içinden söylemek.

mal-i menkul

  • Taşınabilen ve nakledilebilen mal. (Arâzi ve binanın haricindekiler)

manzume-i hakikat

  • Hakikat manzumesi; belli bir düzen içinde yerleşmiş hakikatler.

manzume-i kainat / manzume-i kâinat

  • Kâinat sistemi; son derece mükemmel bir denge ve düzen içinde işleyen kâinat.

maraz-ı mevt

  • Ölüm hastalığı, insanı iş görmekten men eden ve başladığı târihten îtibâren en az bir yıl içinde ölüme götüren hastalık.

masl

  • Tarhana.
  • Yoğurt ve süt içinde bulunan yeşilimsi su.

matahir

  • (Tekili: Mathare) Mataralar, su kapları.
  • Gusülhâneler. İçinde yıkanılıp temizlenilecek yerler.

mathare

  • (Çoğulu: Matâhir) Gusülhâne. İçinde yıkanılıp temizlenilecek yer.
  • Su kabı, matara.

matta

  • İncil kitaplarından birisinin adı. Tahrif edilmiş dört yüz muhtelif İncil içinden seçilen biri.

mazınne

  • (Çoğulu: Mezânin) İçinde bir şey olduğu tahmin olunan yer.

mazruf / mazrûf / مَظْرُوفْ

  • Zarflanan, zarf içinde olan.
  • Zarf içinde olan, içerik.

mazrufen

  • Zarf içinde olarak. Zarflı surette.

me'zem

  • (Çoğulu: Meâzim) Dağ içinde olan dar yol. Cenk yeri, dövüş meydanı.

mebhut / mebhût

  • Şaşkınlık içinde kalmış olan.

medar-ı senevi / medâr-ı senevî

  • Dünyanın güneş etrafında dönerken bir sene içinde çizdiği yörünge.

melfufat

  • (Tekili: Melfuf) Zarf içinde veya tezkereye ilişik yazılar.

melil / melîl

  • Kül içinde pişirilen ekmek.
  • Hararet, sıcaklık.
  • Üzgün, kederli. Melul.

mell

  • Küsmek, darılmak.
  • Yorgunluk.
  • Kakma, dürtmek.
  • Mahzun olmak, kederli olmak.
  • Hamuru külün içinde pişirmek.

menvi-i zamir / menvî-i zamir

  • İçindeki niyet ve maksat.

meraki / merakî

  • Vesvese ve kuruntu içinde bulunan kimse.
  • (Tekili: Mirkat) Merdivenler, basamaklar.

merid / merîd

  • Katı, yoğun. Güçlü, kuvvetli kimse.
  • Süt içinde ıslatılıp yumuşatılan hurma.
  • Baş kaldıran. Sadece fesadlık çıkaran. İnatçı. Şerli. Haddini aşmakta, azgınlıkta ve günahkârlıkta çok ileri gitmiş olan.

mesbe'

  • Şarabı satın almak.
  • Dağ içinde olan yol.

mescid-i haram

  • Mekke'de içinde Kâbenin bulunduğu büyük mescid.
  • Mekke-i Mükerreme'de ve içinde Kâbe'nin bulunduğu en büyük, mukaddes ibadet yeri.

mesgabe

  • Açlık. Meşakkat ve yorgunluk içinde açlık.

meskun / meskûn

  • İçinde oturanları olan yer. İnsan bulunan şenlenmiş yer.
  • İskan edilen, içinde oturulan yer.

meşmul

  • (Şümul. den) Kaplanmış, şümullenmiş, etrafı çevrilmiş.
  • Bir şeyin içinde bulunan.

mesruriyet

  • Sevinçlik. Sürur içinde oluş. Dileğine ermiş olanın hâli.

mest

  • Adamın elini deve karnında yavrunun yattığı yere sokması.
  • Bağırsak içinde iken sıvayıp çıkarmak.

mevludat

  • (Tekili: Mevlud) Belirli bir zaman içinde doğanlar.

meyanında

  • Arasında, içinde.

mezc

  • Karıştırma, birbiri içinde bütünleştirme.

mezil

  • Daralıp gönlündeki sırrı ifşâ eden, sıkıntıdan içindeki sırrı açıklayan.
  • Ayağı uyuşmuş.
  • Malını ve sırrını herkese gösterip açıklayan.
  • Küçük cüsseli, zayıf, hafif kimse.

mı'la

  • Çulhaların çukur içinde ayak ile basıp oynadıkları nesne.

micmer

  • İçinde tütsü yakılan bakır yahut bronzdan küçük şamdan şeklindeki aletin adıdır. "Buhurdan" da denilir.

midras

  • Okuma yeri.
  • İçinde Tevrat dersi verilen ev.

mimi / mimî

  • (Mimiyye) Mim harfi ile alâkalı. İçinde mim harfi bulunan kelime.

mira'

  • (Riya. dan) Riya etme, riyakârlık yapma.
  • Başkasının sözüne itiraz edip mücâdele etme.
  • İçindekinin aksini söyleme.

mirades

  • (Çoğulu: Merâdis) Kuyu içinde su var mıdır diye bilmek için bıraktıkları taş.
  • El değirmeni.

mirbed

  • (Çoğulu: Merâbid) Ev içinde olan küçük hücre (içine esvap koyarlar).
  • Davar ahırı.
  • Davar duracak yer.
  • Hurma kuruttukları yer.

mişkat / mişkât

  • Kandil, içinde lamba olan küçük hücre.

mu'cizeli kur'an / mu'cizeli kur'ân

  • "Allah" lâfızlarının alt alta gelmesi gibi içinde tevafukların bulunduğu Kur'ân.

mu'dal

  • (Mu'dıl) Güç, içinden çıkılmaz, girift.

mu'tell

  • İlletli. Hasta. Sakat. Alil.
  • Gr: İçinde harf-i illet bulunan kelime kökü.

muaveneten

  • Yardımlaşarak, dayanışma içinde olarak.

muazzeb

  • Eziyet çeken, azap içinde bulunan. Sıkıntıda kalan.

mücahede-i ruhi / mücahede-i ruhî

  • Ruhen mücâhede içinde oluş.

mücevherat-ı kur'aniye / mücevherât-ı kur'âniye

  • Kur'ân'ın içinde bulunan mânevî inciler.

müdahene / müdâhene

  • Dalkavukluk, içindekinin aksiyle muamele etme, aldatma.

müdamere

  • Sıkıntı ve mihnet içinde sabahlama.

müddet zarfında

  • Süre içinde.

müdhen

  • (Çoğulu: Medâhin) Yağ koyacak kap.
  • Dağlarda olan çukur taş. (İçinde yağmur suyu birikir.)

müfredat

  • Bir bütünü meydana getiren şeylerin her biri.
  • Bir şeyin içindekiler.
  • Basit ve gayr-i mürekkeb şeyler.
  • Toptan mâlum olan şeylerin tafsilâtı, birer birer zikrolunmuşları.
  • Edb: Tek tek ve ayrı ayrı beyitler.
  • Gr: Bir ibareyi meydana getiren kelimelerin her

müfterih

  • (Ferah. dan) Keyifli, neşeli. Şen, ferah içinde olan.

muhal ender muhal / muhâl ender muhâl / مُحَالْ اَنْدَرْ مُحَالْ

  • İmkansızlık içinde imkansızlık.
  • İmkansız içinde imkansız.

muhal içinde muhal / muhâl içinde muhâl

  • İmkânsızlık içinde imkânsızlık, akla aykırılık.

muhal-ender-muhal

  • İmkânsızlık içinde imkânsızlık, olması aslâ mümkün olmayan.

muhat

  • İhâta olunmuş. Etrafı çevrilmiş. Etrafı kuşatılan. Bir şey içinde bulunan.

muhazzil

  • Alçaklık ve bayağılık içinde bırakan. Tahzil eden.

muhkem

  • Sağlam kılınmış, tahkîm edilmiş. İçinde hüküm bulunan, mânâsı açık olan âyet. Çoğulu muhkemâttır.

muhkemat

  • Muhkem olanlar. Sağlam ve kuvvetli olanlar.
  • İçinde hüküm bulunan ve mânası açık olanlar.
  • İçinde hüküm bulunan, mânâsı açık olan âyetler.

muhtar kavl / muhtâr kavl

  • Bir mes'elede, bir mezhebin âlimlerinin çoğu tarafından mezhebin içinde mevcûd ictihâdlardan (büyük âlimlerin kitâb ve sünnetten çıkardıkları hükümlerden) seçilen ve bu seçime göre üstün tutulan ve fetvâya esâs alınan kavl, söz.

muhteva

  • Bir şeyin içindekiler. Kaplanan, içine alınan. İçindeki şey.

muhteviyat / محتویات / muhteviyât / مُحْتَوِيَاتْ

  • İçindekiler.
  • İçindekiler. (Arapça)
  • İçinde bulunanlar.

muhteviyyat / muhteviyyât

  • İçindekiler. Kapladığı şeyler.

mukaddeme-i istisnaiye

  • Man: İçinde istisnâ edatı olan evvelki kaziye. "Eğer güneş doğarsa gündüz olacak. Güneş doğmuştur." kaziyelerinde: "Eğer güneş doğarsa" kaziyesi Mukaddeme-i istisnâiyedir.

mukadderat-ı islam / mukadderat-ı islâm

  • İslâm ve Müslümanların içinde bulundukları durum; yaşanan hâdiseler.

mukamik

  • Sözü boğazı içinden söyleyen.

mülkiye

  • Memleket idaresi için çalışan daire veya bu daireye mensup olanlar.
  • Asker olmayanlar.
  • Şeriat âlimlerinin hâricindeki memurlar sınıfı.

münaime

  • Naz içinde büyüyen kadın.

mündehiş

  • Dehşet içinde kalmış olan. İndihâş etmiş.

mündemiç

  • İçinde bulunan, içine yerleşen.

mündemic / مندمج

  • İçinde yer alan, içinde bulunan. (Arapça)

mündemiç olan

  • Bir şeyin içinde var olan, bulunan, saklı olan.

münderecat / münderecât

  • İçindekiler.

münderic

  • Yer almış. İndirac eden, derc olunan.
  • Bir şeyin içine konulmuş bulunan. İçinde bulunan.

mündericat / mündericât / مندرجات

  • İçindekiler. Dercolunmuş olanlar.
  • İçindekiler. (Arapça)

münhasır

  • (Hasr. dan) Belli bir sınır içinde olup harice tecavüz etmeyen, inhisar eden, her yanı çevrili.
  • Yalnız bir kimseye veya bir şeye mahsus olan.

münkir-i gafil

  • Gaflet içinde olan inkârcı.

muntazır kalmak

  • Beklenti içinde olmak.

muntazırane / muntazırâne

  • Beklenti içinde.

münzevi

  • Yalnız başına çekilip kimse ile görüşmeyen, çekilip tek başına bir tarafta duran.
  • Yalnızlık içinde ibadet eden.

müreddede

  • İhtimâller arasında bırakılan, tereddüt içinde bulunan.

müreffeh / مرفه

  • Refah içinde, bolluk içinde. (Arapça)

müreffehen

  • Rahat. Rahat ve bolluk içinde olarak.

musalahakarane / musalâhakârâne

  • Barışarak, barış içinde.

musale

  • Kuyudan ince akan damla.
  • Harman sonunda kalan kesmik.
  • Arpa ve buğday kapçığı. (Tane onun içinde olur.)

müsalemet / müsâlemet

  • İki taraf arasında barışıklık, barış içinde olmak, sulh.
  • Karşılıklı barış içinde olma.

musammet

  • (Sammet. den) Kof olmayan. İçi boş olmıyan şey.
  • Gr: Arap alfabesine "b, f, l, m, n, r" nin haricindeki bütün harfler.

müşekkik

  • Bir cins içindeki ferdlerin hepsinde eşit miktârda bulunmayan sıfat, özellik.

müşevviş

  • Karıştıran, anlaşılmaz ve içinden çıkılmaz hâle koyan.

musibet-i hazıra

  • İçinde bulunulan şimdiki belâ ve sıkıntı.

müşkil istiare

  • Kapalı istiare; içinde "kendisine benzetilen"in bizzat yer almadığı ancak ona işaret edilen bir istiare.

müsned

  • (Çoğulu: Mesânid) İsnad edilmiş, nisbet edilmiş olan.
  • Gr: Haber (yüklem). Meselâ: "Bu yazı güzeldir" cümlesindeki (güzeldir) kelimesi gibi.
  • Edb: Açık olmayan heceye (kapalı heceye) de müsned denir.
  • Ehl-i Hadis ıstılahınca: Müsned; içindeki metinler, senetleri ile mezk

müştemel

  • (Şümul. den) Bir şeyin içinde bulunan. Bir şeyin hâvi olduğu, içine aldığı, ihtivâ ettiği.

müştemilat / müştemilât

  • İçindekiler.

müştemilat-ı arziye / müştemilât-ı arziye

  • Yerin içinde bulunan şeyler.

müstesna / müstesnâ / مستثنى

  • Apayrı. (Arapça)
  • Dışında haricinde. (Arapça)

müstetbeatü't-terakib / müstetbeâtü't-terâkib

  • Üslup içindeki cümle ve kelimelerin çağrıştırdıkları mânâlar.

mutabık-ı mukteza-yı hal / mutabık-ı mukteza-yı hâl

  • İçinde bulunulan durumun gerektirdiği şartlara uygun olma.

mutammer

  • Anbarda veya çukur içinde saklanan şey.

mütebehhic

  • Şen ve keyifli olan. Sevinç içinde olan.

mütedahil / mütedâhil

  • İç içe, birbiri içinde.

mütegallif

  • Kılıflanmış. Kılıflı. Kın içinde bulunan.

mütekellim-i maalgayr

  • Konuşan kimsenin kendisinin de içinde bulunduğu bir cemaata ait fiili ifade eden kelimelerin sigasıdır. Okuduk, yazıyoruz, gideceğiz, çalışmışız... gibi.

mütemehhil

  • Teenni ve sükûn üzere olup acele etmeyen.
  • Zamana muhtaç, büyüyüp gelişmesi belli bir zaman içinde olan şey, tedric kanununa tabi olan.

mütemessil

  • İçinde yansıyan, rengiyle renklenen.

mütena'im

  • (Ni'met. den) Nimetler içinde, nazlı büyüyen.

mütena'imane / mütena'imâne

  • Nimetler içinde nazdar bir şekilde büyümek, yetişmek suretiyle. Varlık içinde, ferahlık ve nimet içinde olarak. (Farsça)

mütena'imin / mütena'imîn

  • (Tekili: Mütena'im) Nimetler içinde, nazlı büyüyenler, bolluk içinde büyüyenler.

mütenasika

  • Bir düzen içinde, tertipli; birbirine uygun, insicamlı.

mütenattı'

  • Boğaz içinden konuşan kişi.
  • İşlerinde mübâlağa eden.

mütereffih

  • (Refh. den) Rahat bir şekilde ve bolluk içinde yaşıyan. Refah bulan.

mütereffihane / mütereffihâne

  • Rahat ve bolluk içinde yaşıyana yaraşır yolda. (Farsça)

mütereffihin / mütereffihîn

  • (Tekili: Mütereffih) Refah bulanlar. Rahat ve bolluk içinde yaşıyanlar.

müteşabike / müteşâbike

  • Ağ gibi, birbiri içinde ve birbiriyle beraber.

müteşevviş

  • (Teşevvüş. den) Karışık, karmakarışık, anlaşılmaz, içinden çıkılmaz.

mütetabıkan

  • Birbirine uygunluk içinde.

mütevati / mütevâtî

  • Bir cins içinde bulunan ferdlerin hepsinde müsâvî, eşit miktarda bulunan sıfat, husûsiyet, özellik.

mutmainane / mutmainâne

  • Şüphesizce. Rahatlık ve emniyet içinde olarak. (Farsça)

muvazene-i alem / muvazene-i âlem

  • Âlemdeki her şeyin denge içinde olması.

muvazene-i mevcudat

  • Kâinattaki varlıkların ölçü ve denge içinde olması.

muzbat

  • Kül içinde pişirilen ekmek.

muzmer

  • Gizli, saklı, örtülü. İzmar edilmiş. İçinde saklı kalmış.

muzmir

  • Meydana çıkarmayan. İçinde saklayan. İzmar eden. Gizli tutan.

muztarrin / muztarrîn

  • Çaresizler. Sıkıntı içinde olanlar.

na'r

  • Çağırmak.
  • Haykırmak.
  • Burun içinden çıkan ses.
  • Gitmek.
  • Firar, kaçmak.
  • Galeyan.

na're

  • Nâra. Yüksek sesle uzun uzun bağırma. Çağırma. Haykırma.
  • Burun içinden çıkan ses.

nafaka-i iddet

  • Fık: Kadının iddeti içinde muhtaç olduğu nafaka. Koca, boşadığı karısını iddeti bitinceye kadar infakla mükellef olduğu için bu müddet zarfındaki nafaka hakkında bu tâbir meydana gelmiştir.

nahv ilmi

  • Cümle bilgisi. Kelimelerin cümle içinde fiil, fâil (özne), mef'ûl (nesne, tümleç) olma gibi durumlarından ve buna göre sonlarının aldıkları i'râbdan (harekelerden) bahseden ilim.

naim

  • Bolluk ve bahtiyarlık içinde yaşayış. Nizam-ü hal ve mal.
  • Cennet'in sekiz kısmından dördüncü tabakası.

naime

  • Rahatlık içinde nazlı büyütülmüş kadın.
  • Yumuşak yapılı hayvancıklar.

nak'

  • (Çoğulu: Nuk'-Enku) Su saklayacak yer.
  • Kuyu içinde olan su.
  • Deve kuşu avazı.
  • Feryâd etmek, bağırıp çağırmak.
  • Susuzluğu teskin etmek, susuzluğu gidermek.
  • Sıcak suda haşlama.
  • İlâç olarak çıkarılan su.
  • Suda ıslanma.
  • Toz.

nakb

  • (Çoğulu: Enkâb) Delmek, delik açmak.
  • Girmek.
  • Dağ içindeki yol.

naki'

  • (Çoğulu: Enkia) Kuru üzümü su içinde ıslatarak yapılan şarap.
  • İçinde hurma ıslatılan havuz.
  • Suyu çok olan kuyu.
  • Kandıran, kandırıcı.

nakiş

  • Parça parça ve dağınık olan eşyaların bir yerde veya bir çuval içinde toplanması.
  • Benzer, misil.

nakıs temizlik / nâkıs temizlik

  • Kadının âdetinin kesilmesinden sonra on beş gün devâm etmeyen veya âdet müddeti içinde kan görmediği günler.

nakiza

  • Dağ içindeki yol.

nakur

  • Sur gibi ağızla üflenerek çalınan boruya denir. Nakr; vurmak ve didiklemek mânalarına geldiği gibi, boru çalmak mânasına da gelir. Çünkü boru çalındığı zaman, içinden hava tazyiki ile didiklenmiş olacağı gibi, dışından da o ses, çarptığı kulakları didikleyeceği cihetle boruya "minkar" mânasıyla alâk

nasihat-amiz / nasihat-âmiz

  • İçinden öğüt alınacak söz. (Farsça)

naz-perverd

  • (Nâzperverde) Naz içinde büyümüş, nazlı. (Farsça)

nazperverde / nâzperverde / نازپرورده

  • Nazlı, naz içinde büyümüş. (Farsça)

neam, la / neam, lâ

  • Evet, hayır. "doğru; fakat, meselenin içinde senin hatırına gelmeyen şu da var" manasındadır.

neam-la

  • Evet, hayır. " Doğru fakat, mes'elenin içinde senin hatırına gelmeyen şu da var." mânâsınadır.

necis

  • Yavaş hareketli insan veya hayvan.
  • Gizli olan şeyi halk içinde ifşa etmek.
  • Gizlenen sır, nişan.
  • Bir nevi yeşillik.

nedi'

  • Ateş veya kül içinde pişmiş olan.

nefs-i / نفس

  • İçinde. (Arapça - Farsça)

nefs-ül-emr

  • Hayâl, düşünce olmayan, zihnin hâricinde kendisi var olan, hakîkat.

nefsinde

  • İçinde, ruhunda.

neft

  • Çömleğin kaynayıp taşması ve içinde yemeğin kuruması.
  • Galeyan.

nehih

  • Boğaz içinden gelen ses.

nehir

  • Burun içinden çıkan ses, hırıltı.

neşr-i esrar-ı kur'aniye / neşr-i esrar-ı kur'âniye

  • Kur'ân'ın içindeki sırları anlatan risaleleri neşretme, yayma.

nikah-ı harici / nikâh-ı hâricî

  • Dışardan evlenme, akraba hâricinden kız alma.

nısh

  • Terzilik.
  • Bir şeyi temizleyip yaramazını içinden çıkarıp hâlis yapmak.

nugnug

  • (Çoğulu: Negânig) Boğaz içinde olan et.
  • Kulak içinde fazlalık olan nesne.

nuha'

  • Boyun kemiği içindeki murdar ilik.

oruç kazası / oruç kazâsı

  • Oruç tutmamayı mubah kılan (dinde bildirilen) bir özür sebebiyle vaktinde tutulamayan veya kasd (bilerek) olmadan orucunu bozan bir kimsenin, Ramazân bayramının birinci, Kurban bayramının ilk üç günü hâricindeki zamanlarda gününe gün oruç tutması.

özr sahibi / özr sâhibi

  • Bir namaz vakti içinde yâni namaz vaktinin başından sonuna kadar, abdest alıp yalnız farzı kılacak kadar bir zaman, abdestli kalamayan yâni idrâr ve başka akıntılar gibi abdesti bozan şeylerden biri kendisinde devamlı mevcûd olup durduramayan kimse. İstihâzalı olan.

padgane / padgâne

  • Yüksek dam. (Farsça)
  • Kapı içinde olan pencere. (Farsça)

parantez

  • Yun. Cümle içinde geçen bir sözü, metin dışı tutmak için o sözün başına ve sonuna konulan işaret.

peçel

  • Üstü başı pislik içinde ve iğrenç olan adam. (Farsça)

pota

  • İçinde madenlerin eritildiği ve şekillendirildiği kap.

pür-gubar / pür-gubâr

  • Çok tozlu. Toz içinde. (Farsça)

pür-hun

  • Kan içinde. Kan dolu.

pürsükut / pürsükût / پرسكوت

  • Derin sessizlik içinde. (Farsça - Arapça)

pute

  • Silâh veya ok atışlarında dikilen nişan tahtası.
  • İçinde mâden eritilen tava.

radhe

  • (Çoğulu: Radh-Ridh) Taşlı yer, taşlık arazi.
  • Büyük taşlardan olan çukur yer. (İçinde su birikip kalır.)

rafih

  • Rahat içinde ve refahla yaşıyan.

ragsa'

  • İçinden sütün aktığı meme içindeki damar.

rahim

  • (Rehm) Döl yatağı. Çocuğun, içinde yetiştiği ve dişi canlılara mahsus organ.
  • Karabet, akrabalık.

rahmaniyyet

  • Cenab-ı Hakk'ın Rahman oluşu. (Yâni: Gözümüzle görüyoruz, birisi var ki, bize zemin yüzünü rahmetin binlerle hediyeleri ile doldurmuş, bir ziyafetgâh yapmış ve Rahmâniyetin yüz binlerle ayrı ayrı lezzetli taamları içinde dizilmiş bir sofra etmiş ve zemin içini rahimiyyet ve hakîmiyetin binlerle kıym

rasife

  • Su içinde yapılan sed. Rıhtım.

ratanet

  • Arapçanın hâricindeki bir dille konuşma.

ratrat

  • Bir nevi pelte.
  • Deve su içtiğinde havuz içinde artıp kalan su.

ravda-i mukaddese

  • Mukaddes bahçe. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Medîne-i münevveredeki mescidinin içinde kabr-i şerîfi ile mescidin o zamanki minberinin arasında kalan mübârek mekân, yer.

ravda-i mutahhera

  • Temiz bahçe. Medîne-i münevveredeki Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) mescidinin içinde bulunan ve Peygamber efendimizin kabr-i şerîfi ile mescidin o zamanki minberi arasında kalan 26 m. uzunluğundaki mübârek yer. Ravda-i mukaddese, Ravda-i mübâreke de denir.

red'-i ceyb

  • Mc: İçinden sıkıntıyı atma.

refagat

  • Bolluk içinde geçinme.

refhan

  • (Refâh. dan) Varlık içinde yaşıyan.

refig

  • Bolluk ve rahat içinde geçinen adam.

refih

  • Rahatlık ve huzur içinde geçinen. Refah ve rahat ile yaşıyan.

rehv

  • (Çoğulu: Rahâ) Yüksek mekân, yüksek yer.
  • Alçak, çukur yer, (içinde su toplanır)
  • Mahalle içinde, yağmur suyu ve çeşme suyu akan ark.
  • Üveyik kuşu.
  • Arası açılmış ve ayrılmış.

ret'

  • (Rita' - Rütu') Yemek, içmek. Bolluk içinde dilediğini yiyip içmek.
  • Oynamak.

riyazet / riyâzet

  • Nefsi kırma. Fani şeylerden nefsini çekerek kanaat içinde yaşamak.
  • Bir hastalıktan dolayı veya nefsini terbiye maksadıyla çok yemek ve içmeyi terkederek faydalı fikirlerle, ibadet ve ilimle meşgul olmak. Az gıda ile yaşamak.
  • İdman.
  • Gelip geçici şeylerden nefsi çekerek, kanaat içinde yaşama; ilim, ibadet ve fikirle meşgul olma.

rükn

  • Bir şeyin bir parçasını veya bütününü meydana getiren şey.
  • Namazın içindeki farz.
  • Kâbe'nin dört köşesinden her birine verilen isim.

rükn-ü dahili / rükn-ü dâhilî

  • İçteki esas unsur. Namazın içindeki farz ve şart olan esas.

rüku' / rükû'

  • Namazın içindeki farzlarından biri. Namazda kıyamdan (ayakta durduktan sonra) elleri dizlere koyup eğilme.

rüsub

  • Kab içinde kalan su.
  • Suyun dibine batmak.
  • Tortu, dibe çöken, çöküntü.

rutubet

  • Yaşlık, nem, ıslaklık.
  • Havadaki veya yapı içindeki nem.

sadef

  • İnci kabuğu, içinde inci bulunan kabuk ambalaj.

safa-ender / safâ-ender

  • Gönül hoşluğu içinde.

safer

  • (Çoğulu: Esfâr) Boş ve hâli olmak.
  • Arabi aylardan ikincisi.
  • Karın içinde durabilen bir yılanın adı.

safiye

  • Temiz, katışıksız, bozuk olmayan.
  • İçinde yapmacık ve uydurma bir şey, fazladan kelime ve kafiye bulunmayan söz.

safra

  • Sarı.
  • Karaciğere bağlı öd kesesi içindeki yeşilimsi sarı ve acı su ki, yağların hazmına hizmet eder.

sahih temizlik / sahîh temizlik

  • Ergenlik çağına erişmiş bir kızda veya kadında, âdet zamânından sonra başlayan ve içinde hiç kan görülmeyen, öncesi ve sonrası hayız günleri olan on beş veya daha fazla sayıdaki temiz gün.

sahrınç

  • Yağmur sularını biriktirmek için bina altında ve toprak içinde yapılan etrafı duvarlı veya çimento sıvalı su mahzeni.

sal-i hal

  • İçinde bulunulan yıl.

salim / sâlim / سالم

  • Sağlam.
  • Sıhhatli. Sağ. Noksansız, eksiksiz.
  • Her türlü tehlikeden uzak olan. Emin ve korkusuz olan.
  • Gr: Kelimelerdeki harfler bozulmadan cemi' eki katılarak yapılan çoğul hali. Sâlimûn, sâlihât, sâdıkûn, sâdıkât gibi yapılan cemiler.
  • İçinde harf-i illet bulunma
  • Sağ, esenlik içinde. (Arapça)
  • Sağlam. (Arapça)

san'at-ı camia / san'at-ı câmia

  • Pek çok şeyi içinde toplayan, kapsamlı san'at.

sarf ve nahv ilmi

  • Arabî dilbilgisi. Sarf; kelime bilgisi; kelimelerde meydana gelen değişikliklerden ve birbirlerinden türemelerinden bahseden ilim. Nahv; cümle bilgisi; kelimelerin cümle içinde fiil, fâil (özne), mef'ûl (nesne, tümleç) olma gibi durumlarından ve buna göre sonlarının aldıkları i'râbdan (harekelerden)

searir

  • Bir ot cinsi.
  • Burun içinde olan yarık.

secahat

  • Mülâyemet, rıfk. Cemalin tenasüp içindeki kemali.

secde

  • Namazın içindeki farzlarından; namazda alnı, burnu, el ayalarını, dizleri ve ayak parmaklarını yere koyma.

şecn

  • (Çoğulu: Şücun) Dere içinde ağaçlar arasında olan yol.

sefa'

  • Buğday başının kılçığı.
  • Orak.
  • Kuyu içinden çıkan toprak.

seferber

  • Harbe hazırlık hali. (Farsça)
  • Sefere hazırlık içinde olan asker ve bu askerin durumu. (Farsça)

sefil

  • Sefalet çeken, muhtaçlık içinde olan. Çok sıkıntıda bulunan.
  • Uslu huy sahibi.

segab

  • (Çoğulu: Sügbân) Kesmek.
  • Dere içinde yağmurdan biriken su.
  • İyi ve tatlı su.

şekavet

  • Her çeşit kötülük içinde olmak. Belâ ve zillete düşmek. Sıkıntıda kalmak.
  • Haydutluk, eşkiyalık.

sekine / sekîne / سَك۪ينَه

  • İsm-i Azam'ı içinde bulunduran duâ.

sela

  • (Çoğulu: Eslâ) Çocuğun ana karnında iken içinde bulunduğu ince deri.

selale

  • Çanak içinde yalanan nesne.

selam / selâm / سَلَامْ

  • Ayıp ve kusurlardan sâlim, emniyet içinde olma.

selamet-i millet / selâmet-i millet

  • Milletin selâmeti, esenliği, güven içinde oluşu.

selle

  • Koyun ve keçi sürüsü.
  • Yıkmak, hedm.
  • Kuyu içinden çıkartılan toprak.

semahic

  • Deniz içinde bir alanın adı.

semile

  • Artmış, artık şey.
  • Dere içinde kalan su artığı.

senevi / senevî

  • Seneye ait. Bir yıl içinde olan. Senelik. Seneye mensub.

septisizm

  • Fls: Müsbet veya menfi hiçbir kat'i hükme varamıyan ve dâim şüphe içinde olmayı kabul eden sapık felsefe sistemi. Şüphecilik. (Fransızca)

serahor

  • Osmanlı İmparatorluğunun ilk devirlerinde ordunun bir yerden başka bir yere hareketinde yolların yapılması ile beraber ağırlıkların nakil vesairesi veyahut memleket içinde zelzele, deprem gibi bir âfetin vukuuyla harap olan yerlerin hemen tamir edilmesi işlerinde kullanılanlara verilen addır.

şevk-i mutlak

  • Her durumda şevk içinde, coşkulu ve istekli olmak.

şevsa

  • Karın içinde olan yel.

seyahat-i cüz'iye

  • Kısa zaman içindeki yolculuk.

şezerat

  • (Tekili: Şezre) İşlenmeden mâdenin içinden toplanılan altın parçaları.
  • Süs olarak kullanılan altın ve inci tâneleri.

şiddet-i imtizaç

  • Tam bir uyum; birbiriyle tam bir uyum içinde karışma, birleşme.

sıla

  • Kavuşmak, ulaşmak, vuslat.
  • Âşıkın mâşukuna kavuşması.
  • Doğduğu yeri, hısım akrabayı gidip görme.
  • Bahşiş, hediye.
  • Gr: Cümlenin içinde ism-i mensub bulunmasıyla, dahil olduğu cümlenin evvelce mâlum olması iktiza eder. İçinde bulunduğu cümleyi sonradan gelen cümle

sırr-ı kur'an / sırr-ı kur'ân

  • Kur'ân içinde gizli olan sırlı bilgiler.

sırr-ı şefkat

  • Şefkatin içinde gizli olan sır.

sırr-ı teslimiyet

  • Allah'ın kanunlarına teslim olma ve boyun eğmenin içindeki gizli sır.

sofestai / sofestaî / sofestâî

  • (Sevfestâi) Kâinatın yaratıcısını, Cenab-ı Hakkı kabul etmemek için herşeyi inkâr eden. Müsbet veya menfi hiç bir hükme varmayan, daima şüphe içinde kalmayı esas alan felsefi bir doktrinin (Septisizm) mensubu. Septik. Alemde hakikat namına hiç bir şey tanımayan ve hakikatı araştırmaktan sarf-ı nazar
  • Şüpheci; herşeyi, hattâ kendisini dahi inkâr eden, olumlu veya olumsuz hiçbir hükme varmayan daima şüphe içinde kalmayı esas alan bir felsefi zihniyet ve tutum sahibi, septik.

şu'lepuş

  • Alev içinde kalmış, alevle örtülü. (Farsça)

subabe

  • Kap içinde kalan su.
  • Bir nesnenin bakiyesi. Artık.

sube

  • At sürüsü.
  • Yirmi ile kırk arasında olan keçi sürüsü.
  • Kabın içinde kalan su. Artık su.

şücub

  • Ev içinde olan direk.

sücud / sücûd

  • Secde; namazın içindeki farzlardan biri. Namazda alnı ve burnu yere koyma.

suffe

  • Peygamberimizin Mescidine bitişik olarak inşa edilen ve içinde bazı sahabelerin Peygamber Efendimizden Kur'ân ve Hadis ilimlerini öğrendiği ve barındığı yer.

süfyan / süfyân / سُفْيَانْ

  • Müslümanlar içinde çıkacak yalancı dinsiz şahıs.

sulhkarane / sulhkârâne

  • Barışık, barış içinde.

süllem

  • Merdiven, basamak.
  • Derece.
  • Tıb: Kulağın içindeki içiçe daireler şeklinde olan boşluğun adı.

şümus-u kur'an / şümus-u kur'ân

  • Kur'ân-ı Kerimin içinde bulunan ve her birisi güneş gibi iman hakikatlerini açıkça gösteren temel özellikleri.

sürtüm

  • Kap içinde kalan yemek artığı.

şüzur

  • (Tekili: Şezre) Süs eşyası olarak kullanılan altun veya inci gibi şeyler.
  • İşlenmemiş madenin içinden toplanan altın parçaları.

şüzzaz

  • Müteferrik, perâkende, parçalanmış, dağılmış.
  • Az olan cemaat. Kabilenin haricinde kalan.

tabakatın musalahası / tabakatın musalâhası

  • Toplumsal sınıfların barışı, barış içinde olması.

tabiat

  • (Tabia) Yaratılış, huy, karakter.
  • Âlem ve içindekiler. Şeriat-ı fıtriyye. Hadiselerin ve varlıkların bağlı olduğu kanunlar. Allah, tabiatı yarattığı ve varlıkların nasıl hareket edeceğini kanunlariyle ve emirleriyle tayin ettiği halde Allah'ı inkâr edip tabiat yapıyor diyenler büyük

tabil

  • (Çoğulu: Tevâbil) Yemeklere katılan biber, nane, tarçın gibi şeyler.
  • Çömlek içinde pişen nesne.

tabut-i sekine / tâbût-i sekîne

  • İsrâiloğullarının, içinde mukaddes emânetleri sakladıkları ve Mûsâ aleyhisselâmdan beri nakledilerek gelen altın kaplamalı sandık.

tahattum

  • Kin, hiddet ve öfke içinde olmak.

taht-eş şuur

  • Şuur altı. Şuur haricinde olarak açılıp yayılan zihnî faaliyet.

tantana

  • Çok lüks içinde olmak. Gösteriş, gürültü patırdı.
  • Çok lüks içinde olmak. Gösteriş. Gürültü patırtı.

taşra

  • Hariç ve dış taraf.
  • İstanbul harici olan memleket.
  • Merkez-i hükümet hâricinde olan yerler.

tav'i / tav'î

  • Kendiliğinden. İçinden.

tazammun / تضمن

  • İhtiva etmek. İçine almak. İçinde başka şeyleri havi olmak. Muhit olmak.
  • Tazmini kabul etmek. Kefil olmak.
  • Man: Lâfzın, mevzuu olduğu mânanın cüz'üne delâlet etmesi.
  • İçinde bulundurma. (Arapça)
  • Kefil olma. (Arapça)
  • Tazammun etmek: (Arapça)
  • İçinde bulundurmak. (Arapça)
  • Kefil olmak. (Arapça)

tazammun ettikleri

  • İçinde bulundurdukları, kapsadıkları.

tazyik

  • Daraltmak, sıkıştırmak.
  • İcbar etmek.
  • Sıkıntı ve ızdırab vermek.
  • Zorlama, baskı.
  • Fiz: Bir kuvvet harcayarak yapılan basma veya itme işi. Basınç. Katı cisimler, üzerine konuldukları satıhlara; sıvılar, içinde bulundukları kabın hem dibine ve hem de yanlarına; ga

teberrüc

  • Açık saçık olmak.
  • Kadının süslenip yabancılar içinde gezmesi. (Câhiliyet devrinde olduğu gibi)

tefeşşi

  • İntişar etmek, dağılmak.
  • Tecvidde: Harf okunduğu zaman sesin ağız içinde dağılıp uzatılmasına denir. Sin, sad, se, ra, fe, şın, mim, dad harflerine mütefeşşi harfleri denir.

tegayyüz

  • Meşeliğe otlaması için davar salmak.
  • Meşelik içinde yerleşmek.

tehacümat-ı müttehide

  • Bir birlik içinde yapılan hücumlar, saldırılar.

tehdir

  • Hastalıklı devenin bağırması.
  • Sözü boğaz içinden söylemek.

tekemmül-ü mebadi / tekemmül-ü mebâdî

  • Alt yapının gelişmesi; bir şeyin başlangıç prensiplerinin ve temellerinin zaman içinde gelişmesi, mükemmeleşmesi.

ten'im

  • Nimetlendirmek. Bolluk içinde olmak. Rahat ve refah kılmak.
  • "Neam" diye cevap vermek.

tena'um / تنعم

  • Nimetlenme, bolluk içinde yaşama.
  • Bolluk içinde yaşama. (Arapça)

teneddüd

  • Halk içinde meşhur olmak.

tenezzülen

  • Alçak gönüllülükle, tevâzu ve mahviyet içinde, kibirsizlikle.

tenfiz

  • İnfaz etmek. Hükmünü yürütmek.
  • İçinden geçirmek ve öteye çıkarmak.

tenhiye

  • İçinde suyu az olan çukur.

tereffüh

  • Refaha ermek. Bolluk ve rahatlık içinde geçinmek. Bolluğa kavuşmak.
  • Aşırı rahatlık, bolluk ve rahatlık içinde yaşama.

terehhüb

  • Korku içinde olarak Allah'a sağlam kulluk etmek.

termid

  • Gül renkli olmak.
  • Gül etmek.
  • Bir nesneyi gül içinde bırakmak.

teşaff

  • Kap içinde olan suyu içmek.

teşehhut

  • Maktulün kan içinde yuvarlanması.

tesellül

  • İnsanlar içinden sıyrılıp çıkma.
  • Verem hastalığına yakalanma.

teşvir

  • İçinde bulunma. İçine alma, içine alıp gizleme.
  • Satılık olan hayvanı pazara çıkarıp gösterme.

teterrüb

  • Toz toprak içinde kalma.

tevaggun

  • Cenk içinde ikdam etmek. Savaşta sebat edip ilerlemek.

tevatür

  • Kuvvetli haber.
  • Müteaddid şeyler birbiri ardınca zâhir olmak.
  • Bir hususun söylenmesi hemen herkesin ağzında olup, gezmek. Şâyia.
  • Fık: İçinde yalan ihtimali olmayan ve bir cemâate dayanan kuvvetli haber, ferdî olmayıp cemaate ait olan sağlam haber.

tevellüdat

  • (Tekili: Tevellüd) Belli bir zaman içinde doğum. Umumi doğumlar.

turmus

  • Zayıf.
  • Kül içinde pişen ekmek.

ukabeyn

  • İşkence veya asmak için dikilen iki tane dar ağacı.
  • Kovayı muhafaza etmek için kuyu içinde olan yumru taş.
  • Kuyu duvarı arasına koyulan saksı parçası.
  • Havuz içinde akan suyun yolu.
  • Büyük ilim.

ükne

  • Çukur içinde olan kuş yuvası.

umurat

  • (Tekili: Umre) Umreler. Hac mevsiminin haricinde Kâbe'yi ve Mekke-i Mükerreme'nin mübarek yerlerini ziyaret etmeler.

vahdani sima / vahdânî sima

  • Birlik içindeki sîma, görünüş.

vahy-i mahz

  • Kuvvetli ve sarih mertebede olan vahiy. Sırf vahiy olup, içinde Allah'ın bildirdiğinden başka bir şey katılmamış vahiy.

vakib / vakîb

  • At yürürken karnı içinden işitilen ses.

vakt

  • (Çoğulu: Vikat) İçinde yağmur suyu biriken çukur.
  • Su ile faydalanacak mekân.
  • (Horoz) tavuğa binmek.

varta

  • Tehlikeli durum, içinden çıkılması zor olan şey, bataklık.

vatan-ı asli / vatan-ı aslî

  • Bir insanın doğup büyüdüğü veya içinde barınmak kasdedip, başka yere gitmek istemediği yerdir. Yalnız en az 15 gün kalmak istediği yer de kendisi için vatan-ı ikamettir.
  • Cennet.

vatan-ı sükna / vatan-ı süknâ

  • Bir misafirin içinde 15 günden az oturmak istediği yerdir. Bu kimse de fıkıhta misafir sayılır.

vefa-ender / vefâ-ender

  • Vefâ içinde.

vehhabi / vehhabî

  • Muhammed İbn-i Abdulvehhab nâmında birisinin sebeb olduğu İslâmî bazı mes'elelerde ifrat gösteren ve dört hak mezheb hâricinde bir mezhepten olan. Fıkıhta Hanbelî, itikadda İbn-i Teymiye'ye bağlıdırlar. Tarikatlarına Muhammediye ismi verirler.

velg

  • Köpeğin kap içinden su içmesi veya bir şey yeyip yalaması.

velvele-alud / velvele-âlûd

  • Gürültü patırtı içinde kalmış.

verta

  • (Çoğulu: Vırât) Çukur yer, varta, uçurum.
  • Halledilmesi, içinden çıkılması zor olan iş.

vesveseli

  • Şüphe ve tereddüt içinde olan.

via' / viâ'

  • (Çoğulu: Eviye) Kap, içinde bir şey konulabilen zarf.

vicdan

  • İnsanın içindeki iyiyi kötüden ayırabilen ve iyilik etmekten lezzet duyan ve kötülükten elem alan manevî his.
  • Kendinden geçme, dalma.
  • Bir şeyi bir halde görme, bulma.
  • Duyma, duygu.
  • İnanç.
  • Şuur.
  • Bâtın ile Hakkı tanımak.
  • Din.

vırat

  • (Tekili: Verta) Vartalar, uçurumlar, çukurlar.
  • Halli güç, içinden çıkılması zor olan işler.

vücud-u müteşabihat ve müşkilat / vücud-u müteşabihat ve müşkilât

  • Kur'ân'da müteşâbih ve müşkillerin bulunması (birbirleriyle benzerlik içinde birden fazla mânâya gelen ve anlaşılması zor olan kapalı ifadelerin bulunması).

yekvücut

  • Tek vücut, tek bir insan gibi birlik ve bütünlük içinde.

zabıta / zâbıta

  • Yurt içinde emniyet ve intizamı korumakla vazifeli devlet kuvveti, polis.
  • Fık: Bütün hususlara şâmil olmayıp yalnız bir hususa ve onun teferruatına şamil olan hususi kaideye denir. Kanun ve âdet, zabt ve idareye vesile olan bağ.

zahidane / zâhidâne

  • Tam bir zühd ve takva içinde olarak.

zaine

  • (Çoğulu: Zuun-Zaâyin-Zâân-Ez'ân) Mıhfe içinde olan kadın.

zaman ve mekan / zaman ve mekân

  • İçinde bulunulan yer ve zaman.

zaman-ı hal / zaman-ı hâl

  • İçinde bulunulan zaman dilimi (Peygamber Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem.

zamanen

  • Zaman içinde, zaman bakımından.

zamirü'l-fasl

  • Gr. munfasıl zamir; ayrık zamir; cümle içinde başka bir kelimeye bitişmeksizin kendi başına ayrı olarak gelen zamir.

zarfında

  • İçinde.

zelilane / zelîlâne

  • Zayıflık içinde, horlanarak.

zellet-ül kari / zellet-ül kârî

  • Kırâat hatâsı. Namazın içindeki farzlardan kırâati yerine getirirken (Fâtiha ve zamm-ı sûreyi okurken) meydana gelen hatâ, yanlış okuma.

zellet-ül kari'

  • Okuyanın yanılması. Namaz içinde, kırâat esnasındaki yapılan yanlışlık.

zelzil

  • Ev içinde olan mal, mülk ve eşya.

zerecun

  • (Zerâcin) Üzüm ağacı.
  • Üzüm asması.
  • Kızıl boya.
  • Çukur taş içinde biriken yağmur suyu.

zımnen

  • Açıktan olmayarak, dolayısıyla, ima yolu ile. İçinden olarak.

zımni / zımnî

  • İçinde saklı, gizli olarak.
  • Kendiliğinden.

zımnında

  • Açıkça olmayıp, dolayısıyla üstü kapalı olarak içinde var olan.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın