REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te üşen ifadesini içeren 149 kelime bulundu...

akab-gir

  • Peşe düşen, kovalıyan. (Farsça)

an-kasdin

  • Kasd ve niyet üzere, mahsûsen.
  • Kasd ve niyet üzere, mahsusen.

ateme

  • Gecenin ilk üçte bir bölümü. Yatsı namazı vakti.
  • İşsizlik, tembellik, atalet, üşengeçlik.
  • Akşam vaktine kadar hayvanın memesinde bâki kalan süt.

aysum

  • Filin dişisi.
  • Sırtlan.
  • Büyük deve.
  • Süsen çiçeği.

azhar

  • En zâhir. En açık. Besbelli. Bedihi olan, rûşen.
  • Bir ibârenin en açık ve kat'i olan mânası.

belec

  • Zâhir ve rûşen olmak. Gözükmek.

büluc

  • Zâhir olmak, gözükmek. Parlamak, ruşen olmak.

çağlar

  • Kayalara veya setlere çarparak, yerden köpürerek düşen su. Şelâle, çağlayan.

cay-mend

  • Yerinden kalkmayan, üşenen, tenbel. Rahatını bozmayan. (Farsça)

cela / celâ

  • Parlak, ruşen. Zâhir, açık.

cela' / celâ'

  • Gurbete düşmek, memleketinden ayrı olmak. Şehrinden ve meskeninden çıkmak.
  • Başkalarını çıkarmak.
  • Açık haber.
  • Ruşen olmak, parlamak.

cerem

  • Ayrılmak.
  • Günâh. Cinâyet.
  • Hurma toplarken yere düşenleri yemek.

cüraşe

  • Tuz döğülürken etrafına düşen iri parçalar.

dahya'

  • Rûşen, parlak ve nurlu nesne.

dalif

  • (Çoğulu: Düllef) Nişandan öteye düşen ok.
  • Ağır yük getirip adımlarını birbirine yakın atan adam.

diyas

  • Ekini davar ayağı ile bastırıp çiğnetmek.
  • Kılıcı ruşen etmek, kılıcı parlatmak.

dülfin

  • Denize düşenlere yardım edip, onları kurtaran bir balık.

eftan

  • Düşerek. Düşen. (Farsça)

fariza / farîza

  • Namaz, oruç, zekât gibi kesin delil (mânâsı açık olan âyet-i kerîme) ile bildirilen emirler.
  • Miktârı bildirilen vârislerden her birine düşen hisse. Mîrâs payı.
  • Allah'ın emri, farz, vacip, gerek, vazife.
  • Mirasçılardan her birine şer'an düşen hisse, pay.
  • Borç, vazife. Allah'ın açık emri olup, yapılması şart olan vazife.
  • Fık: Ölen bir kimsenin mirasından mirasçılara düşen hisse, pay.

farz-ı kifaye / farz-ı kifâye

  • Müslümanların bir kısmının yerine getirmesi ile diğerlerinden düşen farz.
  • Dinen mutlaka yerine getirilmesi gereken ancak bir kısım Müslümanın yapması ile diğerlerinin üzerinden düşen vazife, cenaze namazı kılmak gibi.

fasaha

  • Ruşen olmak, parlamak.
  • Hâlis olmak.

fütan

  • Düşen, düşerek. (Farsça)

gayya

  • Cehennemin beşinci tabakasındaki çok korkunç bir kuyunun adı. İçine düşenin kolay kolay kurtulamıyacağı korkunç yer.

germ-ülfet

  • Görüşmesi hararetli olan, hararetli ve sıkı-fıkı görüşen. (Farsça)

girgin

  • Her yere sokulan, herkesle görüşen, sokulgan.
  • Mensub, alâkalı, müteallik.

gurbetzede

  • Gurbete düşen.

habıt

  • (Hübut. dan) Yukarıdan aşağıya inen. İnici. Düşen. Hübut eden.

hacer-i semavi / hacer-i semavî

  • Gökten düşen taş.
  • Gök taşı.

hallac-ı mansur

  • Asıl adı Hüseyin olan bu zat, tasavvuf mesleğinde meşhurdur. Manevi istiğrak hallerinde hissettiklerini, şeriata zâhiren zıd düşen ifadelerle söylediği için, Hicri 306 senesinde idam edilmiştir.

harf-i zaid / harf-i zâid

  • Gr: Kelimenin bazı tasrifinde düşen harf. Fazla, zâid harf. Te'kid için yazılan harf. Sonradan ilâve olan harf.

harifane

  • Esnafça. Herkes kendi masrafını, hissesine düşeni vermek suretiyle, ortaklıkla yapılan. (Farsça)

haris / harîs

  • Hırslı, bir şeye çok düşen, istekli.

haybet-zede

  • Sıkıntıya uğrayan, kedere düşen, kederli olan. (Farsça)

hazm

  • Midedeki yenen şeyleri eritmek, sindirmek. Vücuda yarayacak hale getirmek.
  • Birisine ansızın hücum etmek.
  • Ansızın bir şey üzerine inmek.
  • Birisinin hakkını, malını gasb ile alıp zulmeylemek.
  • Münasebetsiz bir hale, güce gidecek bir vaziyete düşenin kendi nefsini

heces

  • Gönüle düşen hatıralar.

hecs

  • Gönüle düşen hâtıralar.

heleke

  • Helâk.
  • Düşen.

hisse

  • Pay. Nasip. Kısmete düşen kısım. Vârise intikal eden kısım.

husare

  • Arpa, buğday ve pirinç gibi hububâtın kabuğundan düşen parçalar.
  • Her kabuklu nesnenin, kabuğundan ayrılıp temizlenmesi.
  • Şirâ sıkıntısı.
  • Her nesnenin fenâsı.

hususa

  • Ayrıca, hususen, başkaca.

ıdae

  • Parlamak veya parlatmak. Ruşen etmek veya ruşen olmak.

ıdhiyan

  • Nurlu, ruşen, parlak.

iltikat

  • Yere düşen şeyi almak.
  • Toplamak. Çeşitli kitaplardan bilgi toplamak.

inkılap eden / inkılâp eden

  • Dönüşen.

intişar-ı arzani / intişar-ı arzanî

  • Hedefin sağ veya sol taraflarına düşen mermilerle, hedef arasında kalan mesafe.

irs

  • Mîrâs. Vefât eden bir kimsenin geriye bıraktığı terekesinden (malından) evlât ve akrabâsından sağ kalanlara düşen hisse, pay.

irsal-i rüsül

  • Cenab-ı Hakk'ın insanlara her hususta ve hususen Allah'a itaatte rehber olacak peygamberler göndermesi.

kamet almak

  • Namaza başlamak için, hususen farz namazından önce ezan okumak.

kamkam

  • (Çoğulu: Kumâkım) Ulu, şerif kimse.
  • İyi, keskin kılıç.
  • Büyük deniz.
  • Çok adet.
  • Saç dibine düşen yavşak.
  • Küçük kene.

kasar

  • Üşenme, tembellik etme.
  • Güç ve kuvvetin son sınırı.
  • Boğazı tutup nefes aldırmayan bir zahmet.

kazze

  • (Çoğulu: Kuzâ) Su üstündeki çörçöp.
  • Göze düşen çöp.
  • Gözün çapağı.

kesalet

  • Tembellik. Üşenmek. Uyuşukluk. Rehâvet.

kontenjan

  • İlgililerin her birine düşen pay ölçüsü.
  • Alâkalıların her birine düşen miktar veya yer. Pay miktarı. (Fransızca)

küfv

  • Denk olan, uygun düşen.

kürabe

  • Ağaç dibine düşen hurmaları toplamak.

ledm

  • Taşı taşla vurmak.
  • Yere düşen taştan çıkan ses.
  • Kaftana yama vurmak.
  • Defetmek, kovmak.

ma-fi-l yed

  • Fık: Bir terekenin taksimi yapılmadan varislerden biri veya birkaçı ölürse, bunların terekelerinden varislerine düşen kendi mikdarları.

makta'

  • Kesilen yer, kat'edilen yer, kesinti yeri.
  • Uzun bir cismin enliğine kesildiği yerin görünüşü.
  • Edb: Her manzumenin, hususen gazellerin ve kasidelerin ilk beytine matla', son beytine makta' denir; makta'da şâirin ismi bulunur.

mekid / mekîd

  • Tuzağa düşen veya düşecek olan.

mesha'

  • İnişi ve yokuşu olmayan düz yer. Düzlük.
  • Ufak taşlı, otsuz düz yer.
  • Yürüdüğünde iki uyluğu birbirine sürüşen zayıf kadın.
  • Uylukları ince ve zayıf olan kadın.

muakkib

  • Ardına düşen, takib eden, ardından koşan.
  • Tağyir ve ibtal eden.

mudarib

  • (Darb. dan) Döğüşen. Birbirlerine vuran.

mudhak

  • Kendisine gülünen. Soytarı. Gülünç hâle düşen.

mudhike

  • Gülünç hâle düşen.

mudi / mudî

  • Işık verici, parlak ve ruşen olan.

muhacimin / muhacimîn

  • (Tekili: Muhâcim) Hücum edip saldıranlar, üşüşenler.

mukasım

  • (Kısm. dan) Paylaşan, bölüşen, taksim eden.

mükibb

  • (Kebb. den) Bir şeyin üzerine çok düşen. Gayretle çalışan.
  • Çok lüzumlu olan.
  • Yüzü üstüne sürünen, zelil olan.

mülaki / mülakî / mülâkî / مُلَاق۪ي

  • Buluşan. Yüz yüze gelen. Görüşen. Kavuşan.
  • Buluşan, görüşen, konuşan.
  • Kavuşan, görüşen.

münekkib

  • Yüzüstü düşen, kapanan.

münhemik

  • (Hemk. den) Bir işin üzerine çok düşen. Bir işte çok uğraşan.

münkalib

  • Dönüşen, değişen.

munkalib / منقلب

  • Değişen, dönüşen. (Arapça)
  • Munkalib olmak: Değişmek, dönüşmek. (Arapça)

münkemiş

  • Acele eden, işini çabuk gören.
  • Buruşan, büzüşen.

mürata

  • Yüzden veya başka yerden yolunan kıldan düşen.

mürtedif

  • Arkasından giden, ardına düşen.
  • Hayvana binen kimsenin ardına binen.

müsennat

  • (Çoğulu: Müsenneyât) Su bentlerinin veya arkların kenarı.

müsenneyat

  • (Tekili: Müsennât) Arkların veya su bentlerinin kenarları.

müseyyeb

  • (Seyb. den) Tenbel, uyuşuk, üşengeç.
  • Tembel, uyuşuk, üşengeç.

müstahsir

  • Yorulup halsiz düşen.

müstaksim

  • (Kısım. dan) Bölüşen, pay eden, taksim eden.
  • (Kasem. den) Yemin isteyen.

mutazaccı'

  • Üşengeç, tenbel.

mütedahik

  • (Mütedahike) Karşılıklı gülüşen, tedahük eden.

mütegallit

  • Yanlışa düşen, yanılan, tegallüt eden.

mütehayyir

  • Hayrete düşen.

mütehemmik

  • İşinin üzerine düşen, ehemmiyet veren. İşine sıkı sarılan.

mütekahil / mütekâhil

  • Tembel, üşengeç.

mütekasil / mütekâsil

  • Tekâsül eden. Üşenir ve tembel olan.
  • Tembel, üşenen.

mütekasilane / mütekâsilâne

  • Tembelce hareket ederek, üşengeçlik ve uyuşuklukla davranarak. (Farsça)

mütekasilin / mütekâsilîn

  • (Tekili: Mütekâsil) (Kesl. den) Üşenenler, tembellik yapanlar.

mütekasım

  • (Çoğulu: Mütekasımîn) (Kısm. dan) Paylaşan, bölüşen. Bir şeyi paylaşanların beheri.

mütesakıl

  • Üşenip ağırlaşan.
  • Muhârebeye girmeye teşvik edilmiş iken oyalanıp kalan.

mütesakıt

  • Birbiri ardınca dökülüp düşen.

mütezavirin

  • (Tekili: Mütezavir) Birbirlerini gidip görenler, birbirleriyle gidip görüşenler, ziyaret edenler.

müzun

  • Nurlu, ruşen olmak.

namahrem / nâmahrem

  • Mahrem olmayan, nikâh düşen.

natıh

  • (Çoğulu: Nevâtıh) Boynuzuyla vuran, süsen hayvan.
  • Keder, sıkıntı, elem, mihnet.

natuh

  • Çok süsen hayvan.

nefaz

  • Ağaçtan kendi düşen yemiş ve yaprak.

nüfaz

  • Ağaçtan veya başka birşeyden silkmekten ve hareket ettirmekten dolayı düşen nesne.

nuşende

  • (Çoğulu: Nuşendegân) İçki içen kimse. (Farsça)

nusret

  • (Nusrat) Yardım. Cenab-ı Hakkın yardımı, hususen ruhani muavenet. Zafer, galebe, fetih, üstünlük, başarı, düşmana gâlib olmak.

pertab

  • Atılma, sıçrama. (Farsça)
  • Hız almak için geriden koşarak atılma. (Farsça)
  • Uzağa düşen ok veya başka bir şey. (Farsça)

pişaheng

  • (Piş-âheng) Önde giden, öne düşen.

puladsenc

  • Güzel silâh kullanan, iyi dövüşen. (Farsça)

rol

  • Oyun. Sahnede gösterilen oyun hareketlerinden her bir oyuncuya düşen kısım. (Fransızca)

ruşen / rûşen / روشن

  • Aydınlık. (Farsça)
  • Açık, aşikar. (Farsça)
  • Rûşen kılmak: Açıklamak, söylemek. (Farsça)

sadat

  • (Tekili: Seyyid) Seyyidler. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın soyundan gelenler ve onun izinden gidenler. Hususen Hazret-i Hasan neslinden gelenlere seyyid; Hazret-i Hüseyin neslinden gelenlere de Şerif denmektedir.

sakıt / sâkıt / ساقط / سَاقِطْ

  • Düşen, düşük. Kıymetsiz, sukut eden. Ölü olarak düşmüş çocuk.
  • Düşen, düşük.
  • Düşük, düşük cenin. (Arapça)
  • Düşen. (Arapça)
  • Sâkıt olmak: Düşmek. (Arapça)
  • Düşen.

şearir

  • Davar yanırına üşüşen sinek ve üvez.
  • Her yöne dağılmak.

sebaya

  • (Tekili: Sebbî) Harbde esir düşenler.

sebi

  • (Çoğulu: Sebâyâ) Savaşta esir düşen kimse.

sebih

  • Kuş yeleğinin kopup düşeni.
  • Pamuk ve yün atıldıktan sonra dürüp eğirmek için koydukları bez parçası.

şekub

  • Ruşen olmak, parlamak.

şeneb

  • Dişlerin keskin olması.
  • Parlamak, ruşen olmak.

şib

  • Üzerine kar düşen dağ.
  • Su içerken devenin dudağından çıkan ses.

sıkt

  • Ana karnından ölü olarak düşen çocuk.
  • Çakmaktan düşen ateş.

sıracü'l-gafilin

  • Gaflete düşenlerin meşalesi anlamına gelen ve Gençlik Rehberi için kullanılan bir isim.

sükat

  • Yüksek yerden düşen nesne.

sukut eden

  • Düşen.

sünnet-i kifaye / sünnet-i kifâye

  • Başkalarının meselâ beş-on kişiden birinin işlemesiyle, diğerlerinden sâkıt olan (düşen) sünnet.

sus

  • Huy, tabiat, tıynet.
  • Buğday ve arpa biti. Hububata düşen kurt. Güve.
  • Miyan kökü.

tadaccu'

  • Üşenme, gevşek davranma.

taife-i dalle / taife-i dâlle

  • Dalâlete ve inkârcılığa düşenler topluluğu.

tali '

  • Doğan. Tulu' eden.
  • Kısmet, kader, baht.
  • Nişangâhın arkasına düşen ok.
  • Yeni hilâl.

tasavvuran

  • Düşenerek, hayal kurarak.

taus-u yemeni / taus-u yemenî

  • Yemen'li Tâus Ebî Abdurrahman. (Kırk defa hacceden ve kırk sene yatsı abdesti ile sabah namazını kılan ve Sahabelerle görüşen ve Tâbiînin azîm imamlarından olan zât. (R.A.)

tavazzuh

  • Açıklanmak. Aydınlanmak. Kesb-i vuzuh etmek.
  • Ruşenlik ve ayânlık peyda etmek.

tazaccu'

  • Gevşek davranma, üşenme.

tecliye

  • (Cilâ. dan) Cilâlama, cilâ verme.
  • Aşikâre etmek, açıklamak.
  • Ruşen etmek, parlatmak.

tednir

  • Ruşen etmek, nurlandırmak, parlatmak.

tekasül / tekâsül / تكاسل

  • Üşenmek. Gevşeklik. İhtimamsız davranmak. Tembellik.
  • Üşenme, tembellik.
  • Üşengeçlik, tembellik. (Arapça)

tekasülat / tekâsülât

  • (Tekili: Tekâsül) Tembellikler, üşenmeler. İlgisizlikler.

tekasüli / tekâsülî

  • Üşenmekle ilgili.

tekessül

  • Durmak.
  • Üşenmek. Gevşek davranmak.

tenbel

  • (Tembel) Üşenen, üşengeç. (Farsça)
  • İşte ağır, davranan ağır yürüyen, ağır hareketli. (Farsça)

tesakkub

  • (Çoğulu: Tesakkubât) (Sakb. dan) Delme, delinme.
  • Zâhir olmak, görünmek.
  • Parlamak, ruşen olmak.

teseyyüb

  • Üşenme, kayıtsızlık, tembellik.
  • Üşenme.

tevafuk eden

  • Denk gelen, uygun düşen.

tevekkül-ü tembelane / tevekkül-ü tembelâne

  • Tembelce tevekkülde bulunma; üzerine düşen görev ve sorumlulukları yerine getirmeden sonucu Allah'tan isteme.

tevfik-i hareket

  • Bir şeyin olmasına ve bir nizamın icablarına uygun düşen hareket.

üftan

  • Düşen. Düşerek. (Farsça)

usafe

  • Buğday sapından düşen parça.

vaki' / vâki'

  • Olan, düşen, konan. Mevcud ve var olan.
  • Geçmiş olan, geçen.

varis / vâris

  • Cenab-ı Hakk'ın bir ismi.
  • Mirasçı. Kendisine miras düşen. Mirasa konan. Vefat eden birisinin maddî veya manevî mal ve mülkünde kullanmaya, tasarrufa salâhiyetli olan.

veşi'

  • (Çoğulu: Veşâyi) Bezlerde olan yol yol alaca.
  • Sümâme otundan yapılan hasır.
  • Ağaçlardan kuruyup düşen nesne.
  • Girilmemesi için bahçe ve bostanların çevresine dikilen ağaç veya konan diken.
  • Az nesne.

zahif

  • Nişandan beri düşen ok.
  • (Çoğulu: Zâhifât) Yılan gibi karnı üzerine sürünerek yürüyen.

zelefe

  • (Çoğulu: Zulef) Pâk ve ruşen nesne, parlak ve temiz cisim.
  • Kaypak, düz yer.

zelil

  • Sürçüp düşen.
  • Yanılan.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın