REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te üze ifadesini içeren 3054 kelime bulundu...

ayat-ı hırz / âyât-ı hırz

  • Okunduğunda veya üzerinde taşındığında Allahü teâlânın muhâfazasına (korumasına) kavuşmaya vesîle (sebeb) olan âyet-i kerîmeler.

ma-icari / mâ-icârî

  • Akar su. Devamlı akmakta olan ve üzerinde herhangi bir pisliğin durması mümkün olmayan çay, dere, ırmak, nehir veya yer altından çıkarılan artezyen suları. Bir saman çöpünü götüren su, akar su sayılır.

(a.s.)

  • Aleyhisselâm; Allah'ın selâmı onun üzerine olsun.

a'mal-i hasene / a'mâl-i hasene

  • Güzel amel. Sevablı ve hayırlı ameller.

a'sac

  • Saçları alnı üzerine dökülmüş.

ab

  • Su. (Farsça)
  • Mc : Yağmur. (Farsça)
  • Letâfet, güzellik. (Farsça)
  • İtibar. (Farsça)
  • Irz, nâmus. (Farsça)
  • Vakar. (Farsça)
  • Cilâ. (Farsça)
  • Keskinlik. (Farsça)

ab'ab / ab'âb

  • Uzun boylu kimse.
  • Güzel huylu ve sabırlı adam.

ab-dest

  • Namaz ve sair dini ibadetler için usulüne uygun olarak, el, ağız, burun, yüz, dirseklere kadar kolları ve topuk kemiği üzerine kadar ayakları üçer defa yıkamak ve kulaklara, başa ve enseye meshetmektir. (Farsça)
  • Azarlama, paylama. (Farsça)

ab-endam

  • Güzellik. Güzel endam. (Farsça)

ab-ı hayat

  • Kan. Ebedî hayata sebep olan hayat suyu (diye tâbir edilen) bu kelime, edebiyatta : "çok güzel ifâde, lâtif söz, parlaklık, letâfet" mânalarında geçer.
  • Tas : Aşk-ı hakiki, aşk-ı ilâhi, ilm-i ledün, mârifetullah'tan kinayedir. Âb-ı Hızır, âb-ı hayvan, âb-ı beka gibi isimlerle de söyle

ab-süvar

  • Su üstünde yüzen. (Farsça)
  • Sudaki kabarcık. (Farsça)

abb

  • Işık, nur, ziya.
  • Güzelleşme.

abdiyet

  • Kulluk.
  • Kul olduğunu bilerek dininde, emredildiği üzere ibâdet ve itaatte bulunmak.

abdullah ibn-i abbas

  • Ashab-ı Kiram'ın fakih ve müctehidlerindendir. Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) amcasının oğludur. Ashâb-ı Kirâm arasında mümtaz bir mevki'e hâizdir. Sahih-i Buhari'de mezkûr olduğu üzere Resul-i Ekrem (A.S.M.), Abdullah hakkında : "İlâhi onu dinde fakih kıl ve kitabını ona öğret!" diye dua buyurmuştu. Bu

abile

  • Su üzerindeki kabarcık. (Farsça)
  • Sivilce. Çıban. (Farsça)

abkari / abkarî

  • Mutlaka kusuru olmayan. Kâmil.
  • Bir kavmin seyyid ve şerifi, efendisi. Beşer san'atı olmayan.
  • Çok güzellik.
  • Bir nevi döşek.

abonman

  • Bir imalâtçı ile müşteri arasında düzenli satın alma için yapılan anlaşma. (Fransızca)

abv

  • Yüzün güzel olması. Nizamlı oluş.

acaib-i masnuat

  • Şaşırtıcı güzellikte olan san'at eserleri.

acaiz

  • (Tekili: Acuze) Kocakarılar. İhtiyar kadınlar.

açalya

  • yun. Fundagillerden, güzel çiçekli bir bitki ve çiçeği.

acilen / âcilen

  • Vakit gelince yapılmak üzere. Bir vâdeye veya bir şarta bağlı bulunarak.

adab / âdâb

  • Edebler, güzel huylar, iyi haller ve davranışlar; her konuda haddini bilip sınırı aşmamak. Müfredi (tekili) edeb'dir.

adat-ı hasene / âdât-ı hasene

  • Güzel âdetler.

adem-i intizam

  • Düzensizlik.

adem-i muhakeme

  • Bir konu üzerinde derinlemesine düşünmeme ve araştırma yapmama.

adem-i takayyüd

  • Kayıtsızlık. Bir şeye bağlı olmayış. Kıymet vermemek. Üzerine almamak.

adeta / adetâ

  • Âdet olduğu üzere, her vakitki gibi, alelâde. Bayağı surette, âdi bir suretle. Düpedüz.

adetullah / âdetullah

  • (Sünnetullah da denir.) Tabiatta canlı cansız bütün varlıkların nasıl hareket edeceklerini belirliyen Allah'ın emirleri, O'nun koyduğu değişmez düzen. Meselâ oksijenle hidrojenin birleşmesinden su meydana gelir. Işık, geldiği açıya eşit bir açı ile yansır ki, bunlar birer âdetullahdır. "Âdetullah" y

adl

  • Hakkaniyet. Adâlet üzere oluş. Cevr ve zulüm etmeyip nefislerde ve akıllarda istikameti kaim ve mâlum olan emir ve hâleti icra etmek. Doğruluk.
  • Her şeyi yerli yerince yapmak, beraber etmek.
  • Meyletmek.

adn cenneti

  • Yedi kat göklerin üzerinde yaratılan sekiz Cennetten derece bakımından en yüksek olanı.

afet / âfet / آفت

  • Belâ. Musibet. Büyük felâket. Dâhiye.
  • Mc: Son derece güzel.
  • Afet, bela, felaket. (Arapça)
  • Güzel sevgili. (Arapça)

afet-i can / âfet-i cân / آفت جان

  • Can belası.
  • Güzel.

afet-i devran / âfet-i devrân / آفت دوران

  • Güzel, dilber.

afif

  • Temiz. Güzel. Nezih. İffetli ve namuslu olan. Haramdan sakınan.
  • Müstakim.

afitab

  • Güneş. (Farsça)
  • Mc: Pek güzel. (Farsça)
  • Çok güzel yüz. (Farsça)

afitabcemal / âfitâbcemâl / آفتاب جمال

  • Güzel yüzlü, parlak yüzlü, yüzü güneş gibi parlayan, sevgili, maşuk. (Farsça - Arapça)

afitabi / afitâbî

  • Güneşe âit.
  • Güzelliğe dâir.

aftab

  • Güneş. (Farsça)
  • Pek güzel şahıs. (Farsça)
  • Çok parlak çehre. (Farsça)

aftab-gerdan / aftâb-gerdan

  • Güneşten korunmak üzere başa giyilen şey. (Farsça)
  • Avcı kulübesi. (Farsça)

aftab-ru

  • Güneş yüzlü, yüzü güneş gibi parlak (güzel). (Farsça)
  • Sevimli, dilber. (Farsça)
  • Güneşe karşı olan (yer). (Farsça)

afüvv

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Afvı çok olan, günâhlardan, hatâ ve kusurlardan dolayı cezâlandırmayan, günahları affedip amel defterinden silen.

agzel

  • (Çoğulu: Uzelân-Uzul) Eğri kuyruklu at.
  • Silahsız kimse.
  • Yağmursuz bulut.

aheng / âheng

  • Uygunluk ve düzen.

ahenk / âhenk

  • Uyum, düzen.

ahir / âhir

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Mahlûkâtın (varlıkların) yok olmasından sonra, bâkî olan (varlığı devâm eden) yalnız kendisi kalan, hiç yok olmayan.

ahlak ilmi / ahlâk ilmi

  • Kötü huylardan uzaklaşıp, güzel huylar edinme yollarını öğreten ilim.

ahlak-ı hamide / ahlâk-ı hamide / ahlâk-ı hamîde

  • Beğenilen güzel ahlâk.
  • Her türlü övgüye lâyık olan güzel ahlâk.

ahlak-ı hasene / ahlâk-ı hasene / اَخْلَاقِ حَسَنَه

  • Güzel ahlâk.
  • Güzel huylar. Dînin ve aklın beğendiği huylar.
  • Güzel ahlâk.

ahlak-ı hasene-i islamiye / ahlâk-ı hasene-i islâmiye

  • İslâmiyetten gelen güzel ahlâk.

ahmed-i bedevi / ahmed-i bedevî

  • (Seyyid) (Hi. 596-675) Mısır'ın en büyük velilerindendir. Hz. Ali neslinden gelir. Bir çok lâkabı vardır. Ona Afrika bedevileri tarzında (yüzü örten peçe) taşıdığından dolayı (el-Bedevi) deniyordu. 626 yılına doğru onda deruni bir tahavvül vukua geldi. Yedi kıraat üzere Kur'an okudu ve Şafii fıkhı t

ahsen / احسن / احش / اَحْسَنْ

  • En güzel. Çok güzel.
  • En güzel.
  • "Husn"den. En güzel, pek güzel, daha güzel.
  • En güzel.
  • En güzel. (Arapça)
  • En güzel.
  • En güzel.

ahsen-i mahluk / ahsen-i mahlûk

  • Yaratılmışların en güzeli, yaratılışı en kıvamda olan.

ahsen-i mahlukat / ahsen-i mahlûkat

  • Yaratıkların en güzeli.
  • Yaratıkların en güzeli.

ahsen-i suret

  • En güzel şekil.

ahsen-i takvim / ahsen-i takvîm / اَحْسَنِ تَقْوِيمْ

  • İnsanın en güzel bir şekilde ve tam kıvamında yaratılmış olması.
  • En güzel kıvama koyma.
  • Cenab-ı Hakkın her şeyi kendisine lâyık en güzel kıvam, sıfat ve surette yaratması. İnsanın en yüksek ve câmi isti'dâd ve kabiliyetlerde ve en güzel surette yaratıldığı.
  • En güzel boy ve sûret. Bedenen ve rûhen en güzel olan.
  • En güzel ve en iyi kıvamda en güzel biçimde.
  • En güzel kıvam, biçim verme.

ahsen-i takvim sureti / ahsen-i takvim sûreti

  • Yaratılışın tam kıvamı ve en güzel şekli.

ahsen-ül gayat / ahsen-ül gayât

  • Gayelerin en güzeli, en iyisi.

ahsen-ül halıkin / ahsen-ül hâlıkîn

  • Hâlıkıyyet mertebelerinin en güzel ve en münteha mertebesinde olan bir Hâlık-ı Zülcelal. Her şeyi herşeyle münasebetine lâyık bir tarzda güzel yaratan Hâlık. (C.C.)

ahsen-ül kasas

  • İbret verici vakıaların en güzel şekilde nakledilişi. Kıssaların en güzeli.
  • Sure-i Yusuf (A.S.).

ahseniyet

  • Güzellik.
  • En güzel olma.

ahsenü'l-halıkin / ahsenü'l-hâlıkîn

  • Herşeyi en güzel bir tarzda ve şekilde yaratan Allah.

ahsenü'l-kasas

  • Kur'ân'daki kıssaların en hoş ve güzel olanı.
  • Kıssaların, hikâyelerin en güzeli.
  • Yusuf Sûresi.

ahu

  • Ceylân. (Farsça)
  • Gözleri çok güzel olan. Çok güzel göz. (Farsça)
  • Gazâl. (Farsça)
  • Mc: Dilber. Mahbub. (Farsça)

ahver

  • Akıllı.
  • İri gözlü güzel.
  • Müşteri yıldızı. (Jüpiter)
  • Beyaz yüzlü, güzel gözlü adam.

ajine

  • Değirmen taşı gibi maddeleri yontup düzelten demir alet. Dişengi. (Farsça)

akabe

  • (Çoğulu: Akabât) Bâdire. Sarp ve çıkılması müşkül yokuş.
  • Tehlikeli geçit. Dar ve iki tarafı pusu yeri olan boğaz.
  • Muhatara, tehlike.
  • Hastalığın veya başka bir halin en tehlikeli ve korkulur süresi.
  • Kızıldenizin kuzey ucunda, Süveyş'in doğu tarafında bulunan da

akderi

  • Eski zamanda kağıt yerine kullanılan ve üzerine yazı yazılan deri.

akide-i velediyet

  • Hıristiyanlık ve Musevîlikte bulunan ve hâşâ Hz. İsâ (a.s.) ile Hz. Üzeyr'in (a.s.) Allah'ın oğlu olduğunu kabul eden bâtıl inanç.

akis

  • Yere gömüp köklendikten sonra kestikleri üzüm çubuğu.
  • Üzerine yağ koyup içtikleri taze süt.
  • Sütlü çorba.

akl-ı mead / akl-ı meâd

  • Ebedî rahata kavuşmak, Cennet'te ebedî kalmak ve Cehennem azâbından kurtulmak için hâlini ıslâh etmeyi, düzeltmeyi düşünen, uzak görüşlü, dünyâya değil, âhirete değer veren akıl.

akont

  • Sonradan hesaplaşmak üzere bir borç veya kazanç hissesinden alacaklıya yapılan ödeme. (Fransızca)

akre'

  • Çok lâtif ve pek güzel Kur'an okuyan.

akrebe

  • Dişi akrep.
  • Çevik ve zeki cariye.
  • Ayakkabı bağcığı.
  • Kazan, tencere gibi eşyaları ateş üzerine asmağa yarayan "S" şeklindeki kanca.

akrostiş

  • yun. Edb: Mısraların ilk harfleri yukarıdan aşağıya doğru okununca manalı bir kelime veya has isim çıkacak şekilde düzenlenmiş manzume.

akset

  • Ahsen, en güzel.

aktar

  • (Tekili: Kutr) Kuturlar. Çaplar. Dâirenin merkezinden geçen doğru hatlar.
  • Her taraf.
  • Güzel kokulu yağlar vesaire satan adam. Güzel kokular tâciri.
  • Ecza, ilâç satan adam.
  • Mahalle aralarında bazı baharatla iğne, iplik vesaire satan satıcı.

akvam-ı şarkiye-i şimali / akvam-ı şarkiye-i şimalî

  • Kuzeydoğu kavimleri, milletleri, ulusları.

al-i aba / âl-i abâ

  • Hz. Peygamberin (A.S.M.) kendisi ile beraber, kızı Hz. Fâtıma Validemiz, damadı Hz. Ali ve torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'den (R.A.) müteşekkil hey'et. "Hamse-i âl-i abâ" da denir. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) giydiği abâsını mezkur sahabe-i güzin hazeratının üzerine örterek hususi dua ettiğinden b
  • Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendisiyle beraber kızı Hz. Fatıma, damadı Hz. Ali ve torunları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in üzerini mübarek abâsıyla örttüğünden bu isimle anılmaktadırlar.

ala / alâ / على

  • Üst, üzere.
  • Üst, üstü, üzeri. (Arapça)

ala-ma-farazallah / alâ-ma-farazallah

  • Allah'ın farzettiği üzere.

ala-rivayetin / alâ-rivayetin

  • Rivayet edildiği üzere. Söylenenlere bakılırsa.

alaka / alâka

  • İlişik, rabıta, merbutiyet.
  • Gönül bağlama, sevgi, münasebet, taalluk, irtibat, mâlikiyet. Tasarruf. Müdâhale hakkı. Hisse.
  • Edb: Bir kelimenin hakiki mânâsından mecâzi mânâsına nakledilmesinin sebebidir. (Temiz ahlâklı, güzel huylu kimselere melek denildiği gibi.)

alavechi / alâvechi / علِى وجه

  • Üzere. (Arapça)

albora

  • İtl. (Denizcilik) Serenlerin, direklerin üzerine kaldırılıp bağlanması.
  • Floka küreklerinin, selâmlamak için yukarı kaldırılması.
  • Dalyanlarda ağın yukarı alınması ile balığın toplanması.

ale'l-hut / ale'l-hût

  • Balığın üzerinde.

ale'l-usul / ale'l-usûl

  • Usûl üzere. Usûle göre, usulen.

ale's-sevr

  • Öküzün üzerinde.

ale-d-devam

  • Devamı üzere. Devamlı olarak.

ale-l-ade

  • Adet olduğu üzere.
  • Bayağı, basbayağı.

ale-l-insan

  • İnsan hakkında. İnsana dâir. İnsan üzerine.

ale-s-seviyye

  • Bir seviyede, aynı boyda.
  • Müsâvat üzere.

alelusul

  • Usûl üzere; belli bir usûl ve metoda uyggun olarak.

alem-i islamın şahs-ı manevisi / âlem-i islâmın şahs-ı mânevîsi

  • Bütün İslâm âleminden meydana gelen mânevî şahıs; tüzel kişilik.

alettahkik

  • (Ale-t-tahkik) Hakikat üzere, kat'i surette. Besbelli.

aleyh / عليه

  • (Aleyhi - Aleyhâ) (Alâ edatının zamirle birleştiği zamanki şekli.) Aleyhinde, onun hakkında, onun üzerine.
  • Ona, onun üzerine, karşıt, zıt.
  • Onun üzerine.
  • Karşı, karşıt; üzerine. (Arapça)

aleyhi efdalüssalatü ve ekmelüsselam / aleyhi efdalüssalâtü ve ekmelüsselâm

  • En üstün selâmlar ve en mükemmel salâtlar onun üzerine olsun.

aleyhi ekmelü't-tahiyyat

  • Selâm ve duaların en mükemmeli onun üzerine olsun.

aleyhi ekmelü't-tehaya / aleyhi ekmelü't-tehâyâ

  • En üstün selâmlar ve dualar onun üzerine olsun.

aleyhi ekmelüssalatü vesselam / aleyhi ekmelüssalâtü vesselâm

  • En mükemmel salâtlar ve selâmlar onun üzerine olsun.

aleyhi nazaru'r-rahmani / aleyhi nazaru'r-rahmânî

  • Sonsuz merhamet ve şefkat sahibi olan Allah'ın nazarı ve teveccühü onun üzerine olsun.

aleyhi'l-lane / aleyhi'l-lâne

  • Lânet onun üzerine olsun.

aleyhimesselam / aleyhimesselâm

  • Allah'ın selâmı o ikisinin üzerine olsun.

aleyhimürrıdvan / aleyhimürrıdvân

  • Allahü teâlânın rızâsı onların üzerine olsun veya Allahü teâlâ onlardan râzı olsun mânâsına duâ ve hürmet ifâdesi. İkiden fazla Eshâb-ı kirâmın ismi anıldığında, işitildiğinde ve yazıldığında söylenir ve yazılır. Bir kişi için aleyhirrıdvân, iki kişi için aleyhimerrıdvân denir.

aleyhimüsselam / aleyhimüsselâm

  • Allah'ın selâmı onların üzerine olsun.

aleyhissalatü ves-selam / aleyhissalâtü ves-selâm

  • Peygamberler bilhassa Peygamber efendimizin ism-i şerîfi söylenince, yazılınca ve işitilince söylenen ve yazılan salât ve selâm (hayr duâlar) onun üzerine olsun mânâsına duâ ve tâzim (saygı) ifâdesi. İki kişi için aleyhimesselâm daha fazla için aleyh imüssalâtü ves selâm denir.

aleyhissalatü vesselam / aleyhissâlatü vesselâm

  • Salât ve Selâm onun üzerine olsun, meâlinde Peygamberimiz Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) ismini duyunca söylenmesi sünnet olan bir duâdır.
  • Allah'ın salât ve selâmı onun üzerine olsun.

aleyhissalatü vesselama / aleyhissalâtü vesselâma

  • Allah'ın salât ve selâmı onun üzerine olsun.

aleyhissalatüvesselam / aleyhissalâtüvesselâm

  • Salât ve selâm onun üzerine olsun.

aleyhisselam / aleyhisselâm / عليه السلام

  • Allah'ın selâmı onun üzerine olsun.
  • Allahü teâlânın selâmı onun üzerine olsun mânâsına daha çok peygamberler ve dört büyük melek için kullanılan duâ ve tâzim (saygı) ifâdesi. İki kişi için aleyhimesselâm, daha çok kişi için aleyhimüsselâm denir.
  • Selam onun üzerine olsun. (Arapça)

aleyhisselatü vesselam

  • Allah'ın salât ve selâmı onun üzerine olsun.

aleyke

  • Senin üzerine, sana.

aleyküm

  • Sizin üzerinize, size.

aleyküm-üs selam / aleyküm-üs selâm

  • Selâm sizin üzerinize olsun.

aleyna

  • Bizim üzerimize, bizim hakkımızda. Bize.

alim / alîm

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Devâmlı ve eksiksiz bilen.

alivre

  • Elde edildiği vakit teslim edilmek üzere, bir mahsul üzerine önceden yapılan satış.

aliyy

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yüce olan. Mahlûkâtın (yaratılmışların) akıl, ilim (bilgi) ve anlayışlarının erişemediği yücelikte olan.

allame-i mağrib / allâme-i mağrib

  • Kuzeybatı Afrika ve Endülüs'te yetişen büyük âlim.

amed

  • Sütunlar.
  • Birşeye devam üzere olma.
  • Mülâzemet etme.

amede-gu / âmede-gû

  • Hazırcevap. Düşünmeden hemen güzel söz söyleyen kimse. (Farsça)

amel-i salih / amel-i sâlih

  • Dince makbul olan iyi, güzel ve faydalı iş.

amelisalih / amelisâlih

  • Dine uygun iyi amel, güzel iş.

amine / âmine

  • Emin olan. Kalbinde korku olmayan kadın.
  • Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın öz annesinin adı. Yirmi sene yaşamıştır. Hazret-i İbrahim Aleyhisselâmın dini üzere idi. (R. Aleyha)

amşuş

  • Üzerinden üzümü alınmış üzüm salkımı.

an / ân

  • Uzağı gösteren işâret ismi. Şu. Bu. O. (Farsça)
  • Güzellik câzibesi. Melâhat. Güzellik. (Farsça)
  • Cemi edâtı. Kelimenin sonuna getirilerek cemi' yapılır. Meselâ: Âlimân: Âlimler. Anân: Onlar. Merdân: Adamlar. İnsanlar. Zenân: Kadınlar.Kelimenin sonuna getirilerek sıfat edatı yapılır: Ters: Korku. (Farsça)

an-kasdin

  • Kasd ve niyet üzere, mahsûsen.
  • Kasd ve niyet üzere, mahsusen.

anak

  • En zarif, en yakışıklı, en güzel.
  • Çok ferah, çok sürurlu.

anarşi

  • Karışıklık, kargaşalık, düzensizlik.

anarşist

  • Hiçbir kayıt ve kural tanımayan, kanun ve düzen karşıtı.
  • Düzen tanımaz, yıkıcı, isyancı, bozguncu.

anarşistlik

  • Kural tanımama, her türlü düzen ve otoriteye karşı çıkma.

anarşizm

  • Anarşiyi istiyen tahribci bir nazariye. Anarşistlik. İnsanın insan tarafından idaresi esasına dayanan her türlü devlet, hukuk düzenlerinin adaletsiz, haksız ve zulüm olduğunu iddia eden ve devletsiz, kanunsuz, her insanın kendi başına buyruk yaşıyacağı bir düzensizlik istiyenlerin görüşü.

anber

  • Güzel koku. Adabalığı ve kaşalot denilen büyük balıkların barsaklarında teşekkül eden güzel kokulu madde.
  • Derisinden kalkan yapılan bir balık.
  • Güzel kokulu bir madde.

anber-bar

  • Güzel kokulu. Anber kokulu. (Farsça)

anber-nisar

  • Güzel koku yayan. Anber kokulu. (Farsça)

anber-sirişt

  • Anber gibi güzel kokulu. (Farsça)

anber-ter

  • Güzellerin zülüfleri ve benleri. (Farsça)
  • Mc: Geceleyin. (Farsça)

anberin / anberîn

  • Güzel kokulu. Anber kokulu.

anik

  • İnce, zarif, güzel. Acaib.

ank

  • Kapı, bâb.
  • Güzel, hoş, gökçek olmak.

apsis

  • Yönlü bir eksen üzerinde bulunan bir noktanın, başlangıç noktasına olan uzaklığının cebirsel değeri. (Fransızca)
  • Bir noktanın, fezadaki yerini tesbite yarıyan ana çizgilerden yatay olanı. (Fransızca)

ar'ar

  • Dikenli ardıç ağacı, dağ selvisi.
  • Mc: Güzelin boyu bosu.

arab

  • Güzel. Nûh aleyhisselâmın Sâm adlı oğlunun soyundan gelenler.

aram-ı can / ârâm-ı cân

  • Gönül rahatı.
  • Sevgili, sevilen güzel.

aram-ı dil / ârâm-ı dil

  • Sevgili, sevilen güzel.
  • Gönül rahatı.

arayende

  • Düzen verici, süsleyici. (Farsça)

arazi-i muhtekere / arâzi-i muhtekere

  • Kiracısı tarafından üzerine bina yapılmak veya ağaç dikilmek üzere senelik bir ücret karşılığında kiraya verilen arazi. (Kiracı, kira bedelini her sene arâzi sahibine vererek o arâziyi devamlı sûrette elinde bulundurur.)

arazi-i öşriyye / arâzi-i öşriyye

  • Huk: Ziraat olundukça her sene hâsılatından beytülmâle, beytüssadakaya konulmak üzere, fakirlerin hakkı olan öşür alınan arâziler.

arf

  • Güzel koku.
  • Yüksek yer.
  • Atın yelesi.
  • Horozun ibiği.

ariye

  • (Ariyet) Geri verilmek üzere alınan, iğreti. Bir kimsenin geri almak üzere, karşılıksız olarak başkasının faydalanmasına terk ettiği mal. Kullanılmak üzere alınan emanet mal.

ariyet / âriyet

  • Kullanıp geri vermek üzere, emanet.

armatür

  • Lât. Fiz: Kuvvet akımını toplu bir hale koymak için mıknatısın kutupları arasına yerleştirilen demir parçası.
  • Kondansatördeki iki iletken yüzeyden her biri.

arrade

  • (Çoğulu: Arrâdât) Küçük bir çeşit mancınık ki, hareket eden tekerlek üzerine konurdu.
  • Dişi çekirge.

arsa

  • (Çoğulu: Arasât) Bina yapılacak boş arazi parçası. Üzerindeki binası yıkılmış veya yapıya tahsis olunmuş yer.

arun

  • İyi vasıflarla meşhur olmuş, güzel huylular. (Farsça)

arz-ı cemal / arz-ı cemâl

  • Güzelliğini göstermek. Arz-ı didar da denir. (Farsça)

arz-ı didar / arz-ı dîdâr

  • Kendini gösterme, güzelliğini gösterme.

arz-ı intizam

  • Düzen ve intizamı sergileme.

arzın halifesi

  • Yeryüzünde Allah'ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan.

asalet / asâlet

  • Soy temizliği, köklülük.
  • Güzel huy.

asaleten

  • Vekil olmayış. Kendi işini kendi namına bizzat kendisi yapmak üzere. Kendi nâmına olmak üzere.

asar-ı celile ve cemile / âsâr-ı celile ve cemile

  • Güzel ve kıymetli eserler.

asar-ı muntazama / âsâr-ı muntazama

  • Düzenli, düzenlenmiş eserler, varlıklar.

asayiş / âsâyiş

  • Bir yerin düzen ve güvenlik içinde bulunması durumu, güvenlik.

ashab

  • Hz. Peygamber'i mümin olarak gören ve o iman üzere ölen kimseler.

asile

  • (Çoğulu: Asâil) Bir şeyin tamamı, bütünü.
  • Öğleden sonranın son kısmı, akşam üzeri.
  • Ölüm, mevt.

asire

  • Üzerine bir yıl geçtiği hâlde hâmile olmayan dişi deve.

aşiyy

  • Akşam, akşam üzeri.

aşk-ı mecazi / aşk-ı mecazî

  • Gerçek sevgiliye değil, geçici ve sınırlı bir güzelliğe karşı duyulan sevgi.

aşnab

  • Yüzen, yüzücü. (Farsça)

aşşab

  • (Aşşeb. den) Nebatları, bitkileri toplayarak ve misallerini kurutarak her biri üzerinde ilmî incelemeler yapan âlim.

ata ender ata

  • Lütuf içinde lütuf, ihsan üzerine ihsan.

atal

  • (C. A'tâl) Vücudun örtüsüz yeri, bilhassa ense.
  • Bir kişinin güzelliği.
  • Vücudun tamamı.
  • Boyuna asılan gerdanlığı kaybetmek.

ater

  • Arap kadınlarının misk ve başka güzel şeylerle yoğurup, boyunlarına taktıkları gerdanlık.

ateş-dil

  • Sözü dokunaklı olan. (Farsça)
  • Her gördüğü güzeli seven. (Farsça)
  • Pek zeki adam. (Farsça)

atf

  • Bağlama. Bağ. Ekleme.
  • Meyletme.
  • Şefkat. Sevgi.
  • Eğilme.
  • İkiye bükme. İki kat eyleme.
  • Çevirme.
  • Geri döndürme.
  • Bir kimse üzerine tekrar hamle eylemek.
  • Gr: Bir kelimeyi diğer bir kelimeye harf-i atıf vasıtasiyle ilhak eylemek.
  • <

atır

  • (Itr. dan) Güzel kokulu, ıtırlı.
  • Kokuları seven kimse.

atmosfer

  • Dünyanın çevresini kuşatan 100 km. kalınlığında, çeşitli gazlardan meydana gelen gaz tabakası. Başka gök cisimlerini kuşatan gaz tabakalarına da atmosfer denir.
  • Bir yerdeki mânevi hava.
  • Basınç birimi. 0 derecede 76 cm. yükseklikteki bir civa sütununun 1 cm. karelik alan üzeri

atom

  • yun. Maddenin bölünemez en küçük parçası manasında eski çağ felsefesinde kullanılan bir tâbir, günümüze kadar gelmiş ve ilmî tabir olarak kalmıştır. Atom, maddenin bölünmez bir parçası değil, kendisi de daha küçük parçalardan yaratılmış çok küçük bir âlemdir. Dünyada, kâinatta ve atom âleminde hep a

attar

  • (Itr. dan) Güzel koku veya iğne iplik gibi şeyler satan.
  • Itriyat dükkanı, güzel koku satan adam.

atyeb

  • Pek güzel. Daha güzel.

atyeb-i me'külat / atyeb-i me'külât

  • Yiyeceklerin en güzeli. En güzel yiyecekler.

avarif

  • Mârifetler.
  • Arifler. İşten anlar olanlar.
  • Güzel ahlâk.

avijgan

  • Mahremler, yakınlar. (Farsça)
  • Güzeller, gençler. (Farsça)

avukat

  • Mahkemede ücret mukabilinde taraflardan birinin müdafaasını ve davasını üzerine alan hukukçu.
  • Mc: Müdafaaya muktedir, çeneli, cerbezeli.

ayan / âyan

  • Parlamentonun aldığı kararları düzeltmek için üyelerinin bir kısmı devlete mensup, bir kısmı da halktan seçilmiş olan meclis ve bu meclis üyelerinin her biri ("âyan meclisi", "âyandan falan zat" şeklinde kullanılır).

ayasofya

  • Şimdi müze olan önemli bir cami.

ayet-i hasbiye / âyet-i hasbiye

  • "Allah bize yeter; O ne güzel Vekîl'dir" mânâsındaki "Hasbünallâhü ve ni'me'l-Vekîl" âyet-i kerimesi; Âl-i İmrân Sûresinin 173. âyeti.

ayet-i hasbiye-i nuriye / âyet-i hasbiye-i nuriye

  • "Allah bize yeter; O ne güzel vekildir" anlamında Âl-i İmrân Sûresinin 173. âyeti.

ayet-i nuriye-i hasbiye / âyet-i nuriye-i hasbiye

  • "Hasbünallahu ve ni'me'l-vekîl (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.)" âyetinin mertebeleri, nurları.

ayine-i ahmediye / âyine-i ahmediye

  • Hz Muhammed'in (a.s.m.) Allah'ın bütün güzelliklerini yansıtan bir ayna olması.

ayine-i cemal / âyine-i cemâl

  • Güzelliği yansıtan ayna.

ayine-i cemal-i zat-ı ehadiye / âyine-i cemâl-i zât-ı ehadiye

  • Herbir varlıkta birliğiyle tecellî eden zâtın güzelliğini gösteren ayna.

ayine-i müştak / âyine-i müştâk

  • Allah'ın güzel isimlerini bir ayna gibi üzerinde aksettiren ve Onun sonsuz güzelliğine düşkün olan insan.

ayn-üs sevr

  • Boğa gözü.
  • Koz: Semânın kuzey yarım küresinde bulunan boğa burcunun en parlak yıldızı.

ayna

  • (Çoğulu: În) Gözü güzel ve iri olan.

ayyar / ayyâr / عيار

  • Kurnaz. (Arapça)
  • Düzenbaz. (Arapça)

ayyari / ayyârî / عياری

  • Kurnazlık. (Arapça - Farsça)
  • Düzenbazlık. (Arapça - Farsça)

azbe

  • (Çoğulu: Uzeb-Azebât) Su içinde olan çerçöp.
  • Her bir şeyin ucu, tarafı.

azbi / azbî

  • Güzel ahlâklı.

azim / azîm

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Büyüklüğüne, beşer (insan) aklının ve hiçbir mahlûkun (yaratılmışın) düşüncesinin erişemediği, hakîkatini kimsenin bilemediği zât. Allahü teâlânın büyüklüğü bildiğimiz gördüğümüz şeylerdeki büy üklük ve küçüklük gibi değildir. Bu bizim bilgimi

azin / âzîn

  • Kaide, kanun. (Farsça)
  • Süs, zinet, güzellik. (Farsça)
  • Yoğurttan yağ çıkarmak için hususi olarak yapılmış yayık. (Farsça)

aziz / azîz

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her zaman izzet ve şeref sâhibi. Gâlib, benzeri olmayan, büyük ve küçük her şeyin O'na şiddetle ihtiyâcı olan.
  • Kıymetli, şerefli, üstün.

azra

  • Medine-i Münevvere'nin bir ismi.
  • Sevgili. Mahbûbe.
  • Delinmemiş inci.
  • Üzerinde yürünmemiş kum. Kız olan kız.
  • Hz. Meryem'in bir vasfı.

azze cemalühü / azze cemâlühü

  • Allah'ın sonsuz cemâli, güzelliği herşeyi kuşatmıştır.

ba-saman

  • Varlıklı, zengin. (Farsça)
  • Düzenli, tertipli, düzgün. (Farsça)

bab-ı cibril / bâb-ı cibrîl

  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Medîne-i münevverede yaptırdığı mescidinin doğu tarafındaki kıbleye yakın olan kapısı. Bu kapıya, hazret-i Osman'ın evinin karşısında bulunması sebebiyle Bâb-ı Osmân; Resûlullah efendimiz hazret-i Osm an'ın evini ziyâret etmek üzere bu kapıdan girip

bab-üt-tevessül / bâb-üt-tevessül

  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Medîne-i münevverede yaptırdığı mescidin kuzeye açılan kapısı. Bu kapı Osmanlı sultanlarından Abdülmecîd Han tarafından yeniden yaptırıldığından Bâb-ı Mecîdî diye de bilinir.

bad-herze

  • Büyü, sihirbazlık. (Farsça)
  • Letâfet, güzellik. (Farsça)

bad-ı şimali / bâd-ı şimalî

  • Kuzey rüzgârı. (Farsça)
  • Nefes, soluk. (Farsça)
  • Ah sesi, ah çekme. (Farsça)
  • Allah'ın inâyeti. (Farsça)
  • Medih. (Farsça)
  • Söz. (Farsça)
  • Büyüklük taslama, kibirlilik. (Farsça)
  • şarap. (Farsça)

baha / bahâ

  • Güzellik. Zariflik.
  • Zinet.
  • İzzet.
  • Bir şeye alışıp ünsiyet etmek.

bahar

  • Güzellik.
  • Güzel.
  • Papatya.
  • Ölçek.
  • Put, sanem.
  • Atılmış pamuk.
  • Tarçın, karanfil ve karabiber gibi güzel kokulu ve ısıtıcı tohumlar ki, bazı yiyecek ve içeceklere de karıştırılır.
  • Sığır gözü.
  • İyi kokulu bir sarı çiçek.

bahir / bâhir

  • Aşikâr. Açık. Belirli. Apaçık.
  • Güzel.
  • Meşhur, namdar.
  • Galip.
  • Yalancı, ahmak.
  • Ekin sulayıcı, sulayan.
  • Belli, açık.
  • Işıklı, parlak, güzel.

bahr-i müncemid-i şimali / bahr-i müncemid-i şimalî

  • Kuzey kutbunu çeviren deniz. Kuzey Buz Denizi.

bahreyn

  • İki deniz. (Basra Körfezi ile Hind Denizi veya Karadenizle Akdeniz. Yahut da Akdenizle Hind Denizi)
  • Basra Körfezi'nde bulunan bir devlettir. 1971 yılında İngilterenin körfezden çekilmesi üzerine istiklâliyetini ilân etmiştir. Bahreyn, Manama ve Muharrak Adalarından müteşekkildir. Hal

bahteri / bahterî

  • Salına salına yürüyen, yürüyüşü güzel olan adam.
  • Mağrur, kibirli. Kendini beğenmiş.

bahur / bahûr

  • Sıcakta yerden yükselen buhar.
  • Tütsü. Yakılarak güzel kokular elde edilen ot ve sâir şey.

bais / bâis

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Öldükten sonra, kabirlerinde çürümüş ve dağılmış olan cesedleri diriltip mahşere, (arasât meydanına) sevkeden, gönderen.

baki / bâkî

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Devamlı, ebedî, sonsuz. Varlığının sonu olmayan.

balast

  • ing. Demir yollarında traverslerin altına; şoselerde ise düzeltilmiş toprak üzerine döşenen taş parçaları.

bani-i zülcemal / bâni-i zülcemâl

  • Sonsuz güzellik sahibi, herşeyin yapıcısı olan Allah.

bankiz

  • Kutub bölgelerinde deniz suyunun donmasıyla meydana gelen buzların tamamı. Bunlar ençok Kuzey Buz Denizinde görülürler.

bari / bârî

  • Düzgün ve güzel yaratan Allah.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yaradan, yoktan var eden. Yarattıklarını farklı şekiller ve özelliklerle birbirinden ayıran.

bari'

  • Bir kalıptan döker gibi, düzgün, tertipli ve güzel yaratan. Aza ve cihâzatları birbirine mütenasip ve kâinattaki umumî nizama ve gayelere uygun ve münasebettar olarak halkeden Cenâb-ı Hak (C.C.)

barika / bârika

  • (Çoğulu: Berâik) Üzerine biraz yağ dökülmüş olan süt.
  • (Çoğulu: Bevârık) Parıltı. Parıldayan.

barikat

  • Bir yolu kapamak üzere, ele geçirilen her türlü eşyadan faydalanılarak meydana getirilen engel. (Fransızca)

baroskop

  • Cisimler üzerine havanın yaptığı basıncı gösteren âlet. (Fransızca)

başeng

  • Tohumluk olmak için saklanan sarı, iri hıyar, salatalık. (Farsça)
  • Asma üzerindeki üzüm salkımı. (Farsça)

başıbozuk

  • Bir harp çıktığında orduya süvari veya piyade olarak katılan gönüllü asker. Başıbozuk tâbiri, gelişigüzel ve intizamsız idare tarzına da alem olmuştur. Bir zamanlar bu tâbir, asker olmayan siviller için de kullanılmıştır. (Türkçe)

başıbozukluk

  • Düzensizlik.

basil

  • Kahraman, cesur, yiğit kimse.
  • Fena, sert, kırıcı, kötü söz.
  • Haram olan şey.
  • Güzel olmayan, çirkin kimse.

basir / basîr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Gizli ve açık her şeyi hakkıyle görücü.

basit / bâsit

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarından bâzısına rızkı az, bâzısına çok veren, sadakaları kabûl edip sevâb veren. Bâzısının rûhunu kabzeden (alan) bâzısının ömrünü uzatan, bâzısının kalbini daraltıp hayırlara (iyiliklere) rağbetsiz, bâzısınınkini ise geniş yapıp, hayırla

baskül

  • Büyük ağırlıkları, küçük bir ağırlık yardımıyla tartmayı sağlamak üzere birkaç kaldıracın uygun bir tarzda birleştirilmesiyle meydana getirilmiş âlet. (Fransızca)

bath

  • (Çoğulu: Bitah) İçinde kum ve çakıl taşları olan geniş su akıntısı.
  • Yüz üzeri düşme.
  • Serilip yatan adamın boyu.
  • Bırakma.

batın / bâtın

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). His (duyu) organları ile hissedilemiyen, hayâl gücü ile hayâl edilemiyen, akıl ile anlaşılamayan.
  • Kalb ve rûh, iç âlem, gönül.

bazıa

  • Tıb: Derisi kopmak üzere olan yara.

be-ser

  • Baş üzerine. (Farsça)

beda'-beda'at / bedâ'-beda'at

  • Güzellik, yenilik, bediilik.

bedaat / bedâat

  • Benzersizlik, eşsiz güzellik, orijinallik.
  • Güzellik, yenilik, özgünlük.

bedaat-i harika / bedâat-i harika

  • Harika, olağanüstü güzellik.

bedayi / bedâyi / bedâyî

  • Eşi benzeri olmayan güzellikler.
  • Görülmedik güzellikte şeyler.

bedayi' / bedâyi' / بدایع

  • İcat edilmiş güzel şeyler. Sanat eserleri.
  • Yeni ve güzel şeyler. (Arapça)

bedel-i öşr

  • Huk: Arazi-i emiriye üzerinde bina yaparak veya meyvesiz ağaç dikerek koru haline koyma sebebiyle öşre bedel alınan kira.

bedergah

  • Kapıya çıkma. (Farsça)
  • Tar: Çeşitli hizmetlerde kullanılmak üzere, acemi ocağına ve ocak dışına verilen acemilerin, Yeniçeri Ocağı'na kayıt edilmeleri. (Farsça)

bedi / bedî

  • Eşsiz derecede güzel, benzersiz.
  • Benzersiz güzel, üstün, özgün.

bedi' / bedî' / بدیع

  • (Bedia) Eşi, benzeri olmayan. Hayret verici güzellikte olan.
  • Garib. Acib.
  • Benzeri olmayan şeyleri vücuda getiren. Kimseye benzemeyen. İcad edici olan.
  • Hâlık ve Hallak-ı Cihan olan.
  • Beğenilen.
  • Yeni bulunmuş ve görülmedik tarzda olan.
  • Edb: Sözün
  • Eşsiz güzel, benzersiz.
  • Allahü teâlânın esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Daha önce benzeri olmayan, görülmemiş, işitilmemiş, bilinmeyen şeyleri yoktan var eden, yaratan.
  • Güzel, yepyeni. (Arapça)

bedi-i pür-maani / bedi-i pür-maânî

  • Çok mânâları bulunup bedi' olan. Çok mânaların bedi' ve güzel oluşu.

bedi-ül beyan

  • İfadesi ve beyanı görülmedik güzellik ve gariplikte olan.

bedia / bedîa

  • Yaratma.
  • Estetik değeri yüksek, sanat eseri, eşine az rastlanan güzel.
  • Nâdide ve güzel, yeni icad edilmiş şey. Beğenilen ve takdir edilen çok yeni şey.
  • Eşsiz, benzersiz güzellik, beğenilen ve çok takdir edilen güzel şey.
  • Benzersiz güzel olan.

bedihe

  • Birdenbire ve düşünmeden söylenilen güzel söz. Hazırcevaplık.
  • Başlangıç.

bedihe-gu / bedihe-gû

  • Güzel ve hoş söz söyleyen. Tatlı söz söylemeye alışık olan kimse. (Farsça)

bedii / bediî / bedîî

  • Güzel, beğenilen, sanatlı söz.
  • Bedi' ve güzel olan. Ebedî ve güzel olan. İlahî ve güzel eserlere müteallik bulunan.
  • Eşsiz güzellikte olan.

bediiyat / bedîiyat

  • Güzelliklerle dolu olan.

bediiyyat / bediiyyât

  • Eşsiz güzellikler.

bediü'l-beyan / bedîü'l-beyan

  • İfade ve beyanda eşsiz güzellik sahibi.

bediülbeyan / bedîülbeyân

  • Beyanındaki görülmedik güzellik.
  • Görülmedik derecedeki güzel söz.

bediülcemal / bedîülcemâl

  • Eşsiz güzellik.

bediüzzaman

  • Zamanın, çağın eşsiz güzelliği.

bedre

  • Eğirdir-Barla yolu üzerinde merkeze 11 km mesafede, Eğirdir gölü kenarında bulunan bir köydür.

beduh

  • Eski yazıda mektub zarfları üzerine yazılması ve zarfa basılan mühüre kazdırılması mûtad ve aslı meçhul bir sözdür.

begonya

  • Etli ve güzel renkli yaprakları olan bir süs bitkisi. (Fransızca)

beha-baha

  • Güzellik, süs, pırıltı.
  • Kıymet, değer, bedel.

behacet

  • Güzellik. Güzel yüzlü olma.

behaya / behâyâ

  • Güzel, parlak, lâtif şeyler; hediyeler.

behc

  • Her zaman neşeli olma. Birisini şâd ve mesrur etme, sevindirme.
  • Güzellik, hüsn.

behcet

  • Sevinç. Güleryüzlülük. Güzellik, şirinlik.
  • Güleryüzlülük, şenlik, güzellik.

behçet

  • Güzellik, güleryüzlülük, sevinç.

behcet / بهجت

  • Sevinç. (Arapça)
  • Güzellik. (Arapça)

behic / behîc

  • Güleryüzlü. Güzel. Şen. Şâduman olan.
  • Güleryüzlü, şen, güzel.

behice

  • Şen, güzel. Güler yüzlü kadın.

behiye

  • Güzel.
  • Güzel, zarif, parlak hediye.
  • Güzel.

behiyye / بهيه

  • Güzel. (Arapça)

behken

  • Nârin güzel ve gösterişli vücudu olan kimse.

behramen

  • Bir çeşit kırmızı yakut. (Farsça)
  • Kadınların kullandıkları allık. (Farsça)
  • İpekten dokunan güzel bir kumaş. (Farsça)
  • Kırmızı gül, asfur çiçeği. (Farsça)

behreme

  • Saç ve sakalın kınayla boyanması.
  • Çiçeğin göz alıcı ve câzib olan güzellik ve parlaklığı.
  • Hindlilerin ibadeti.

beka

  • Devamlılık. Evvelki hâl üzere kalma. Dâim ve sâbit olma.
  • İlm-i Kelâm'da : Varlığının asla sonu olmayan Cenab-ı Hakk'ın bir sıfatıdır.
  • Bâki olmak. Ebedîlik.
  • Devam, sebat, evvelki hal üzere kalmak, ölmezlik, ebedilik.

beka-billah / bekâ-billah

  • Dâimâ Allahü teâlâyı anma ve hatırlama hâli üzere olma. Hakîkî kulluk derecesi. Fenâ fillah'tan sonraki makam.

belad

  • Kötü kimse. Müzevir, günahkâr. Fena ve kötü şey.

belag / belâg

  • Eriştirme, yetiştirme.
  • Maksada uyan güzel ifâde. Kâfi gelme, kifâyet.

belagat / belâgat / بلاغت

  • Hitâbettiği kimselere göre uygun, tam yerinde, düzgün ve hakikatlı güzel söz söyleme san'atı. Muktezâ-yı hâle mutâbık söz söylemek.
  • Belâgat, hem düzgün, hem yerinde söz söylemeyi öğreten ilmin de adı olur. Ve maani, beyan, bedi' diye üç kısma ayrılır. Bu gün Edebiyat denilen bilgiye,
  • Sözün güzel ve yerinde söylenmesi, bunu öğreten ilim.
  • Güzel söz öyleme sanatı.

belagat ü fesahat

  • Tam yerinde açık ve güzel söz söyleme.

belağat-i harikulade / belâğat-i harikulâde

  • Olağanüstü söyleyiş güzelliği.

belagat-ı kur'aniye / belâgat-ı kur'âniye

  • Kur'ân belâğatı, Kur'ân'ın güzel ve yerli yerinde ve muhatabın hâline uygun anlatımı.

belde-i tayyibe

  • Güzel ve hoş belde. Medine-i Münevvere.

belem

  • Üzerinden yol geçen tepe.

beliğ / belîğ

  • Açık, düzgün söz söyleyen.
  • Güzel, sanatlı söz. Belâ-gatli.
  • Edb: Belâgatli kimse. Meramını tamamen, noksansız ve güzel sözlerle anlatmağa muktedir olan.
  • Kâfi derecede olan. Yeter olan.
  • Belagâtçi; belâğat ilminin inceliklerini bilen, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen kimse.

beligane / beligâne

  • Beliğ bir şekilde, noksansız ve güzel bir şekilde.

bellet

  • (Çoğulu: Bilel) Cisimlerin yüzeyinde olan yaşlık, ıslaklık.

bendiş

  • Altın ve gümüş üzerine işlenilen nakış. (Farsça)

benefşe

  • Menekşe denilen güzel kokulu, küçük çiçek. (Farsça)
  • Mor. (Farsça)

benek

  • Atlas zemin üzerine sırma işlemeli bir çeşit kumaş. (Farsça)

beng

  • Bir bitki ve tohumu ki, afyon gibi uyuşturan, keyf verici olarak da kullanılan bir madde. Esrar. (Farsça)
  • Atlas üzerine işlenmiş sırma işlemeli bir çeşit kumaş. (Farsça)
  • Küçük çitlenbik. (Farsça)

benne

  • (Çoğulu: Binân) Güzel, hoş koku.

ber / بر

  • Üzere, üzerine, yukarı mânasına (ve Arabçadaki "Alâ" yerine edat-ı isti'lâdır) (Farsça)
  • Göğüs, sine, bağır, sadır. (Farsça)
  • Fayda. (Farsça)
  • Hamil. (Farsça)
  • Hıfz. (Farsça)
  • Yan. (Farsça)
  • Taraf. (Farsça)
  • Nâkil. Götürücü. (Farsça)
  • Meyve. (Farsça)
  • Yaprak. Varak. (Farsça)
  • Meme. (Farsça)
  • Genç kadın. (Farsça)
  • E (Farsça)
  • "Üzeri, üzerine, yukarı" mânâsında ön ek.
  • Üzeri. (Farsça)
  • Üzere. (Farsça)
  • Göğüs. (Farsça)
  • Meyva. (Farsça)

ber-duş / ber-dûş

  • Omuzda, omuz üzerinde. (Farsça)

ber-vech-i ati

  • Gelecek tarz üzere. Aşağıdaki gibi. (Farsça)

ber-vech-i zir

  • Aşağıdaki gibi. Gelecekte görüleceği üzere. (Farsça)

bera'at-ı istihlal / bera'ât-ı istihlâl

  • Söze güzel ve etkili başlangıç.

bera-yı tashih / berâ-yı tashih

  • Tashih için, düzeltmek için.

beraat / berâat

  • Temizlik, arılık.
  • Olgunluk, güzellik.
  • Haşmet, metanet. İlim ve şecaatta, güzel vasıflarda emsâlinden üstünlük. Hüsn ve cemâlde tam olmak,emsâlinden üstün olmak.
  • Güzellik, parlaklık, üstünlük.

beraat-i istihlal / beraat-i istihlâl

  • Güzel başlangıç, iyi alâmet.

beraat-ül istihlal / berâat-ül istihlâl

  • Bir eserin içindekilerini güzel bir başlangıçla baş tarafında anlatmak. İyi bir alâmet. Güzel bir başlangıç.
  • Bir ibarede müradif ve mukni birkaç kelime bulunması, hüsn ve insicamdaki ibarenin vech-i mergub üzere te'lif ve terkibi.
  • Maaş, rütbe, nişan için hükümetçe bildirilen

beraatü'l-istihlal / beraatü'l-istihlâl

  • Güzel bir alâmet, başlangıç.

beraatülistihlal / berâatülistihlâl

  • Güzel bir başlangıç.

berahin-i latife-i akliye / berâhin-i lâtife-i akliye

  • Akla dayalı ince, güzel deliller.

berarende

  • Üste getiren, üzerine çıkaran. (Farsça)

berber

  • Tıraş eden, saç kesen. (Farsça)
  • Afrika'nın kuzeyindeki bir kavim. (Farsça)

berdaht

  • Pürüzünü giderme. Pürüzsüz yapma. (Farsça)
  • Cilâlama, parlatma. (Farsça)
  • Düzleme, düzeltme. (Farsça)

berdevam

  • Devam üzere. Devamlı sürüp giden. (Farsça)

berehrehe

  • Güzel, nâzik kadın.

berfend

  • Asker, nefer, er. (Farsça)
  • Güzel ve hoş söz. (Farsça)
  • Derin yer. (Farsça)

bergamot

  • Turunçgillerden bir ağaç ve bu ağacın meyvesi. Meyvenin kabuğundan güzel kokulu bir esans da çıkarılır.

berhayat

  • Yaşayan. Hayat üzere olan. (Farsça)

beria

  • Akılda güzellik, zekâda ve kıyasette emsalinden üstün olan.

berk-i hüsn

  • Güzelliğin parıltısı.

bermu'tad / bermu'tâd / برمعتاد

  • Her zamanki gibi. Âdet olduğu üzere, alışıldığı gibi. (Farsça)
  • Alışıldığı gibi, mutâd olduğu üzere. (Farsça - Arapça)

bername

  • Mektub başlığı. (Farsça)
  • Zarfın üzerindeki adres. (Farsça)
  • Fihrist. (Farsça)

berpa

  • Ayakta, ayak üzerinde, dik. (Farsça)

berr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). İhsân eden, iyilik eden, yâni her iyilik kendisinden olan, îmân edip, iyi ameller yapmayı nasîb edip, bunlara karşılık âhirette sevâb ve dünyâda sıhhat, kuvvet, mal, makam, evlâd ve yardımcı lar veren.
  • Îtikâdı doğru, amelleri i

bertarum

  • Kubbe üzerinde. Dam üstünde. (Farsça)

bervech-i ati / bervech-i âtî

  • Gelecek tarz üzere, aşağıda olduğu gibi.

berzah-ı esma / berzah-ı esmâ

  • Allah'ın güzel isimlerinin tecellîsindeki ara bölgeler, isimler arasındaki mânâlar.

beşare

  • (Çoğulu: Beşâir) Hüsn, güzellik, cemâl.

beşenc

  • Yüz güzelliği, parlaklığı. (Farsça)

bevz

  • Devamlı oturuş. Daimi oturma.
  • Çillerin kaybolmasından sonra yüzün güzelleşmesi.

beyt-i mamur

  • Kâbe'nin tam üzerinde yedinci kat gökte bulunan ve melekler tarafından tavaf edilen bir köşk.

beyt-ül gazel

  • Edb: Gazelin en güzel olan beyti.

beyt-ül kasid

  • Edb: Kasidenin seçilmiş en güzel beyti.

beyza'

  • (Çoğulu: Biyâz) Kasaba, köy.
  • Güzel yüzlü kadın. (Müz: Ebyaz)

beyzat-ül hıdr

  • Kapalı, örtülü güzel kadın.

bibliyograf

  • yun. Kitaplar üzerinde geniş bilgisi olan kişi.

bibliyografya

  • yun. Kitaplar hakkında bilgi. Belirli mevzular üzerindeki neşriyatın tamamı.

biblo

  • Salonlarda, masaların ve rafların üzerine süs için konan vazo gibi küçük eşya. (Fransızca)

bid'at-ı hasene

  • Resûlullah'ın ve dört halîfesinin zamanlarında bulunmayıp da, dinde sonradan meydana çıkan ve bir sünnetin unutulmasına sebeb olmayan minâre, medrese, mektep yapmak, İslâmî ve faydalı kitaplar yazmak gibi güzel şeyler.
  • Beğenilebilir, güzel yenilikler.

bih-güzin

  • Sarraf. (Farsça)
  • Bir şeyin en güzelini seçen. (Farsça)

bihasebil'ade / bihasebil'âde

  • Âdet olduğu üzere, normalde, olağan şekilde.

bil-istiklal

  • Başlıbaşına, istiklâl üzere.

bilade

  • Müzevvir, fâsid, fesatçı, ispiyon eden. (Farsça)

bilal-i habeşi / bilal-i habeşî

  • Resûl-i Ekrem'in (A.S.M.) müezzini idi. Sesi çok güzeldi. Ezan okurken çokları ağlardı. Kölelikten Hz. Ebu Bekir-i Sıddîk (R.A.) satın alıp azâd etmişti. Her gazada hazır bulunmuştu. (Hi: 20) de dâr-ı bekaya göçtü. (R.A.)

bilanço

  • ing. Ticarî bir müessesenin muayyen bir devre sonunda alacak verecek durumunu göstermek üzere meydana getirdiği cetvel.
  • Mc: Herhangi bir işte belirli bir müddet sonundaki iyi ve kötü neticelerin karşılıklı durumu.

bina

  • Üzerine kurma.

binaberin

  • Bunun üzerine, bu sebebe binâen, bundan dolayı. (Farsça)

binaen / بناءً

  • Üzerine.

binaen ala zalik / binaen ala zâlik

  • Bunun üzerine, bundan dolayı.

binaenalahaza / binâenalâhâzâ

  • Bundan dolayı, bunun üzerine.
  • Bunun üzerine, bundan dolayı.

binaenaleyh / binâenaleyh / بِنَاءً عَلَيْهْ

  • Bundan dolayı, bunun üzerine.
  • Ondan dolayı, onun üzerine, şu halde.
  • Bunun üzerine, ondan dolayı.
  • Bunun üzerine.

birr

  • İyilik, güzellik, hayır, anaya babaya itaat.
  • Dininde ibadetinde kuvvetli olan.
  • Bağışta bulunma.

bişir

  • Talâkat, güzel yüzlülük.

bitaka

  • Küçük parça. (Üzerinde kumaşın fiatını yazıp kumaş içine koyarlar.)

bolşevik / بُولْشَوِيكْ

  • Çoğunluktan yana anlamına gelen Rusça kelime, 1903 yılında düzenlenen Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin İkinci Kongresi'nde Vladimir Lenin ve Julius Martov arasında yeni kurulmakta olan partinin üyelik tanımı üzerine başlayan görüş ayrılığı sonucu yaşanan ayrışmadaki taraflardan Lenin yanlısı grup.

bolşeviklik

  • Bolşevik, çoğunluktan yana anlamına gelen Rusça kelime, 1903 yılında düzenlenen Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin İkinci Kongresi'nde Vladimir Lenin ve Julius Martov arasında yeni kurulmakta olan partinin üyelik tanımı üzerine başlayan görüş ayrılığı sonucu yaşanan ayrışmadaki taraflardan Lenin yanlısı grup. Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça çoğunluk anlamına gelen Bolşevik olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılacaktır.

    Kongreden sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği'ni kuracaklardır.


borsa

  • (Ticarette) Vasıfları belli ölçülere uyan yani standartlaştırılabilen malların örnekleri üzerinden alım satımının yapıldığı devlet kontrolü altında teşkilâtlanmış pazar yeri.

bostan-ı huda / bostan-ı hudâ

  • Huda'nın, Allah'ın bostanı meâlinde olup, İlâhî güzellikleri ve tecelli-i İlâhînin aksettiği yer mânâsında kullanılır. "Vahidiyet mertebesi" diye de söylenmiştir. (Farsça)

bug

  • Elde omuzda, kucakta taşınmak üzere hazırlanmış eşya çıkını. (Farsça)

bühlul

  • Güzel yüzlü.

bülbül

  • (Çoğulu: Belâbil) Andelib. Güzel öten bir nevi kuş.

bülega / bülegâ

  • Belegat sahipleri, düzgün ve güzel konuşanlar, beliğ olanlar.
  • Adamına göre güzel söz söyleyenler.

burak

  • Peygamber efendimizin göklere çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü gece (mîrac gecesinde) üzerine bindiği ve kendisini Mekke'den Kudüs-ü şerîfe kadar götüren (taşıyan) Cennet hayvanı. Burak, dünyâ hayvanlarından değildir. Erkekliği ve dişiliği yoktur. Çok hızlı giderdi.

burhan-ı inayet

  • Bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzen delili.

burhan-ı rububiyet

  • Rablığın delili; Allah'ın varlıklar üzerindeki egemenliği, terbiye ve idare etmesinin delili.

burhanü't-temanü / burhanü't-temânü

  • Kâinatta iki ilâh kabul edildiği takdirde, bunların birbirlerine engel olacakları ve dolayısıyla düzenin bozulacağından hareketle tevhide dair elde edilen delil.

burs

  • Devlet veya bazı müessese yahut şahıslarca tahsil veya ilmî tetkik için gerekli masraflara kullanmak üzere verilen para. (Fransızca)

busayri / busayrî

  • (Şeref-üd-din) (Mi: 1213-1295) Busayr'da doğdu. Meşhur Arap şair ve hattatıdır. "Kaside-i Bürde" sahibidir. Esas ismi "El-Kevakib-üd-Dürriyye fi Medh-i Hayrilberiyye" olan kasidesine; tutulmuş olduğu hastalıktan, rü'yasında Resûlullah'ın hırkasını (bürde) üzerine örtüp şifa bulması sebebiyle "Kaside

butha

  • İyi huy, güzel haslet. Müsbet alışkanlık.

buya / bûya

  • Güzel kokulu.

büyü

  • Cin gibi manevî varlıklar aracılığı ile insan veya başka varlıklar üzerinde etki meydana getirme işi. Dinimiz büyücülerin şerrinden, kötülüklerinden Allah'a sığınmamızı emreder. Müslüman büyücülük yapmaz.

cadu

  • Büyücü, cadı. (Farsça)
  • Hortlak, gulyabani. (Farsça)
  • Acuze, çirkin kocakarı. (Farsça)
  • Çok güzel söz. (Farsça)

cahif

  • Uykusunda dişini öttürmek.
  • Çok fazla hafiflik üzerine olmak.
  • Nefis, ruh.
  • İnsanın karnından çıkan ses.
  • Kısa.
  • Çok asker.

cahim

  • Şiddetli ve kat kat birbiri üzerine yanan ateş. Çukur yerde yanan ateş.
  • Cehennem'in bir tabakası.

çak

  • İyi, güzel, sıhhatli, şişman. (Farsça)

çala

  • İsimlerden önce kullanılarak, devam ve şiddetli ve pervasız kullanılmasını bildirir. Meselâ: Çalakalem: Çabuk ve gelişigüzel ve ilmi olmayan yazı yazmak.

calib-i nazar-ı dikkat / câlib-i nazar-ı dikkat

  • Dikkatleri üzerine çeken.

cami / camî

  • İslâm mâbedi. İbadet yeri olan bina.
  • Cem'edici, toplayıcı, içine alan.
  • Cem'etmiş, toplamış bulunan, hâvi ve muhit olan.
  • Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm bütün evvel ve âhir güzel isim ve ahlâkı kendisinde cem'ettiğinden dolayı ona verilen bir isimdir.
  • Ehl-
  • (Molla Camî) Hi: 817-898 Büyük bir İslâm müellifidir. Asıl adı: Abdurrahman'dır. Yüze yakın eser vermiştir.

cami-ül mehasin

  • Güzel vasıfları huyları kendinde toplamış bulunan.

camiü'l-esma ve'l-kur'an / câmiü'l-esmâ ve'l-kur'ân

  • Allah'ın isimlerini ve Kur'ân'ın özelliklerini üzerinde toplayan.

can-sitan

  • Can çıkarıcı, ruh alıcı. İnsana bela olan. Güzel. (Farsça)

canan

  • Sevgili, güzel, sâhib-i cemâl. (Farsça)
  • Canlar, ruhlar. (Farsça)

çar-balişt / çâr-bâlişt

  • Evvelce padişahların ve makamca büyük olanların üzerlerine oturdukları dört katlı şilte. (Farsça)
  • Dört unsur. (Farsça)

çare / çâre

  • Neticeye varmak üzere maniaları kaldırmak için tutulması icabeden çıkar yol. Kurtuluş yolu. Tedbir, yardım, yol. (Farsça)
  • Hile. (Farsça)
  • Bir def'a. (Farsça)
  • Ayrılık. (Farsça)

çarmih / çârmîh

  • Dört çivi. Birbiri üzerine dikey olarak konulmuş iki tahtadan meydana gelen, suçluları îdâm etmek için kullanılan haç şeklindeki darağacı. Bu cezâya çarptırılan kişi iki yana açılmış kollarından ve bağlanmış ayaklarından çivilenerek öldürülürdü.

çavele

  • Güzel renkli bir cins gül. (Farsça)
  • Eğri büğrü, yamuk. (Farsça)

cazi

  • Ayaklarını dikip parmakları üzerine oturan kişi.

cazi'

  • Üzüm çardağının üzerinde enine konulan, üzerine de üzüm çubukları serilen ağaç.

cazibe-i faniye / câzibe-i fâniye

  • Geçici güzellik, fânî güzellik.

cazibe-i mutlaka / câzibe-i mutlaka

  • Mutlak çekici kuvvet.
  • Yegane çekici kuvvet.
  • Geçici güzelliğin zıddı olan ebedî güzellik.

ce'vet

  • Kıtlık.
  • Bir şeyin üzerine örtülen.
  • Üzerine tencere konulan örtü.
  • Çömlek.

cebae

  • Üstünde birşey düzeltilen ağaç.

cebbar / cebbâr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarının hallerini ıslâh edip tövbeye götüren, dilediğini yaptırmaya gücü yeten.
  • Kibirli, zorba, gaddâr.

cebir

  • Zabtetmek. Zor. Kuvvet.
  • Bir şeyi ıslah ve tamir etmek, düzeltmek.
  • Bâtıl bir fırka.
  • Mat: Harflerle yapılan hesab.
  • Tıb: Fevkalâde ameliyat, kırık kemiği sarıp bütünlemek. Kırık veya çıkık uzva sarılan tahtalar.

cefacu / cefâcû / جفاجو

  • Üzen, cefa eden. (Arapça - Farsça)

cefakar / cefâkâr / جفاكار

  • Cefa eden, üzen. (Arapça - Farsça)
  • Cefa çeken, üzülen. (Arapça - Farsça)

cefapişe / cefâpîşe / جفاپيشه

  • Üzmeyi huy edinmiş, cefa eden. (Arapça - Farsça)
  • Aşığını üzen sevgili. (Arapça - Farsça)

cehemiyye

  • Cebriye'den Cehm bin Safvan mezhebi üzere "Cennet ve Cehennem fânidir, iman mârifettir ve ikrar değildir" diyen bir tâife.

cehir

  • (Cehr. den) (Çoğulu: Cüherâ) Yüksek sesle, bağırarak ve açık olarak söylenen.
  • Güzel, dikkate değer.

celb-i maslahat

  • İyilik, dirlik ve düzeni sağlayıcı, fayda getirici.

celd

  • Lügat mânası, deri üzerine vurmaktır.
  • Fık: Muhsen olmayan mükellef zâni veya zâniyenin muayyen uzuvlarına vech-i mahsus üzere değnek veya kamçı ile vurmaktır. Bu ceza, mücrimin cildi yani derisi üzerine tatbik edildiği cihetle "celde" adını almıştır.

celevat-ı cemaliye / celevât-ı cemâliye

  • Allah'ın güzel isimlerinin varlıklar üzerindeki görünümleri, akisleri.

celil / celîl

  • Celâl sâhibi mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden).

celil-i cemil / celîl-i cemîl

  • Sonsuz güzellik, haşmet ve yücelik sahibi olan Allah.

celil-i zülcemal / celîl-i zülcemâl

  • Sınırsız güzelliğiyle beraber, sonsuz yücelik ve heybet sahibi olan Allah.

cem-i kutbiyet ve ferdiyet ve gavsiyet

  • Manevî âlemlerde en yüksek seviyeler olan kutupluk, gavslık ve ferdiyet özelliklerini üzerinde toplama; bu makamlara sahip olan Şeyh Abdülkadir-i Geylânî hazretleri.

cem-i sahih

  • Gr: Bu cemi yapıldığı zaman müfredinin şekli bozulmaz. İki türlüdür. Cem-i müzekker, Cem-i müennes.
  • Mat: Toplama.

cemaat / cemâat

  • Topluluk.
  • İbâdet etmek için bir araya gelen topluluk.
  • Peygamber efendimiz ve Eshâbının bildirdiği hak yol üzere bulunan müslümanlar, Ehl-i sünnet vel-cemâat.

cemal / cemâl / جمال / جَمَالْ

  • Yüz güzelliği. Fertteki güzellik.
  • Cenâb-ı Hakk'ın lütuf ve ihsânı ile tecellisi.
  • Hak ile söylenen doğru söz.
  • Hüsün.
  • Güzellik.
  • Güzellik.
  • Allahü teâlânın lütuf ve rızâ sıfatı.
  • Zât, yüz.
  • Çirkinliği gidermek, vakar sâhibi olmak ve şükr etmek için nîmeti göstermek. Çirkinliğe, başkalarının iğrenmelerine, hakâret etmelerine sebeb olacak şeyleri yapmamak, bunları gidermek.
  • Allah'ın lütf ve ihsan sıfatıyla tecellisi.
  • Yüz güzelliği.
  • Güzellik.
  • Yüz güzelliği. (Arapça)
  • Güzellik.

cemal sahibi / cemâl sahibi

  • Sonsuz derecede güzellik sahibi, Allah.

cemal ve kemal sahibi / cemâl ve kemâl sahibi

  • Sonsuz güzellik ve kemâl sahibi olan Allah.

cemal ve kemal-i manevi / cemâl ve kemâl-i mânevî

  • Mânevî güzellik ve mükemmellik.

cemal ve kemal-i zati / cemâl ve kemâl-i zâtî

  • Zâtında bulunan güzellik ve mükemmellik.

cemal-i adalet / cemâl-i adalet

  • Adalet güzelliği.

cemal-i ba-kemal-i rabbaniye / cemâl-i bâ-kemâl-i rabbaniye

  • Her bir varlığın her türlü ihtiyacını karşılayan Allah'ın mükemmel güzelliği.

cemal-i baki / cemâl-i bâkî

  • Kalıcı ve devamlı güzellik.

cemal-i bi-misal / cemal-i bî-misal

  • Misâli, benzeri olmayan güzellik.

cemal-i bimisal / cemâl-i bîmisâl

  • Benzersiz güzellik.

cemal-i esma / cemâl-i esmâ

  • Allah'ın isimlerinin güzelliği.

cemal-i ezeli / cemâl-i ezelî

  • Ezelî ve sonsuz güzellik sahibi olan Allah.

cemal-i hak / cemâl-i hak

  • Allah'ın güzelliği ki, müminler cennette onu temaşa edeceklerdir.

cemal-i hazin / cemâl-i hazîn

  • Şirin güzellik.

cemal-i i'caz / cemâl-i i'câz

  • Mu'cizenin güzelliği.

cemal-i islam / cemâl-i islâm

  • İslâmın güzelliği.

cemal-i kemal / cemâl-i kemâl / جَمَالِ كَمَالْ

  • Mükemmellikteki güzellik.
  • Mükemmelliğin güzelliği.

cemal-i kudsi / cemâl-i kudsî

  • Cenâb-ı Allah'ın her türlü kusur ve eksiklikten münezzeh güzelliği.

cemal-i layezali / cemâl-i lâyezâlî

  • Son bulmayan güzellik.

cemal-i manevi / cemâl-i mânevî

  • Mânevî güzellik.

cemal-i masnuat / cemâl-i masnuat

  • Allah'ın yaratıklarındaki sanatkârane, mükemmel, kusursuz güzellikler.

cemal-i mücella / cemâl-i mücellâ

  • Parlak ve ışıltılı güzellik.

cemal-i mücerred / cemâl-i mücerred

  • Cismânî olmayan, yalın, soyut güzellik.

cemal-i mukaddes / cemâl-i mukaddes

  • Kutsal ve kusursuz güzellik.

cemal-i münezzeh / cemâl-i münezzeh

  • Kusur ve çirkinlikten uzak güzellik.

cemal-i mutlak / cemâl-i mutlak / جَمَالِ مُطْلَقْ

  • Sınırsız güzellik.
  • Nihâyetsiz güzellik.

cemal-i nakş / cemâl-i nakş

  • Nakşın güzelliği.

cemal-i rahimiyet / cemâl-i rahîmiyet

  • Allah'ın sonsuz merhamet ediciliğindeki benzersiz güzellik.

cemal-i rahmet / cemâl-i rahmet / جَمَالِ رَحْمَتْ

  • Rahmetin güzelliği.
  • Rahmetin güzelliği.

cemal-i rububiyet / cemâl-i rububiyet

  • Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesinin, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının güzelliği.

cemal-i san'at / cemâl-i san'at

  • Allah'ın san'atının güzelliği.

cemal-i şefkat / cemâl-i şefkat

  • Şefkat güzelliği.

cemal-i sermedi / cemâl-i sermedî

  • Sürekli devam eden güzellik.

cemal-i şuaat / cemâl-i şuaât

  • Parıltıların güzelliği.

cemal-i suret / cemâl-i suret / cemâl-i sûret / جَمَالِ صُورَتْ

  • Görünüş güzelliği.
  • Yüz güzelliği, dış güzellik.
  • Dış görünüş, sîmâ güzelliği.

cemal-i vahdet / cemâl-i vahdet

  • Birliğin güzelliği, Cenâb-ı Allah'ın eşi, benzeri ve ortağı olmamasının güzelliği.

cemal-i zat / cemâl-i zât

  • Allah'ın Zâtının güzelliği.

cemal-i zati / cemâl-i zâtî

  • Zâtî güzellik; kendinde ve özünde bulunan güzellik.

cemal-i zatiye / cemâl-i zâtiye

  • Zâtî güzellik; bizzat kendinde taşıdığı güzellik.

cemali / cemâlî / جَمَال۪ي

  • Güzellikle ilgili.
  • Güzelliğe âit.

cemalli / cemâllî

  • Güzel.

cemalperest / cemâlperest

  • Güzelliğe düşkün.
  • Güzelliğe düşkün.

cemalperestlik / cemâlperestlik

  • Güzelliğe düşkünlük.

cemalperverane / cemâlperverâne

  • Güzelliğe sahip olarak.
  • Güzelliği severcesine.

cemalullah / cemâlullah

  • Allah'ın cemâlı, Allah'ın güzelliği.
  • Allah'ın lütfu ihsaniyle tecellisi.

cemil / cemîl / جميل / جَم۪يلْ

  • Güzel.
  • Cenab-ı Hakk'ın isimlerinden biri.
  • Sonsuz güzel olan ve bütün güzelliklerin sahibi bulunan Allah.
  • Güzel.
  • Bütün güzelliklerin kaynağı ve sonsuz güzellik sahibi Allah.
  • Güzel. (Arapça)
  • Yüzü güzel. (Arapça)
  • Güzel.

cemil-i ale-l ıtlak

  • (Cemil-i alelıtlak) Her cihetle çok güzel ve mükemmel.

cemil-i alel'ıtlak / cemîl-i alel'ıtlak

  • Sonsuz ve kusursuz güzellik sahibi olan Allah.

cemil-i baki / cemîl-i bâkî

  • Sınırsız güzellik sahibi ve varlığı devamlı ve sonsuz olan Allah.

cemil-i bimisal / cemîl-i bîmisâl

  • Benzersiz güzellik sahibi Allah.

cemil-i lemyezel / cemîl-i lemyezel

  • Varlığı sürekli, güzelliği sonsuz olan Allah.

cemil-i mutlak / cemîl-i mutlak

  • Sınırsız güzellik sahibi olan Allah.

cemil-i zülcelal / cemîl-i zülcelâl / جَم۪يلِ ذُوالْجَلَالْ

  • Heybeti ve yüceliği sınırsız, güzelliği sonsuz olan Allah.
  • Nihâyetsiz güzellik ve haşmet sâhibi olan (Allah).

cemil-i zülkemal / cemîl-i zülkemâl

  • Sonsuz güzellik ve kemâl sahibi Allah.

cemilane / cemîlâne

  • Çok güzel bir şekilde.
  • Güzelce.

cemile / cemîle

  • Çok güzel.
  • Güzel olan.

cemilekar / cemilekâr

  • İyilik sever, güzel ahlâk ve huy sâhibi olan. (Farsça)

cennat-ı adn / cennât-ı adn

  • Adn cennetleri. Hulûd üzere ikamet ve temekkün edilen cennetler. (Kamus Tercümesi.)

cennet

  • İnananların dünyadaki güzel amellerine mükafaten sonsuza kadar kalacakları güzellikler âlemi.

çerh

  • Çark. Dolap. (Farsça)
  • Felek. Talih. (Farsça)
  • Dingil üzerine dönen. (Farsça)
  • Gök. (Farsça)
  • Def. (Farsça)
  • Zenberek. (Farsça)
  • Mancınık. (Farsça)
  • Elbise yakası. (Farsça)
  • Ok yayı. (Farsça)
  • Çakır gözlü doğan kuşu. (Farsça)

cerh ve ta'dil / cerh ve ta'dîl

  • Hadîs ilmine âit iki ıstılah (terim). Cerh, yaralamak. Bir hadîs âliminin, bâzı sebeplerle râvînin (hadîs rivâyet eden kimsenin) rivâyetini (naklini) reddetmesi. Ta'dîl, düzeltmek. Bir hadîs âliminin, bir râvinin rivâyetinin kabûl edilebileceğini açı klaması.

çeşm-i hoş-nigah / çeşm-i hoş-nigâh

  • Güzel bakışlı göz.

cevabü'l-ahmaki's-sükut / cevâbü'l-ahmaki's-sükût

  • Ahmaklara verilecek en güzel cevap susmaktır.

cevdet

  • İyilik. Güzellik. Kusursuzluk.
  • Bir kimsenin, başkasının işini güzelce ve kusursuz olarak yapması.
  • Cömertlik.
  • Susuz olma.

cevher

  • Bir şeyin özü, esası.
  • Kıymetli taş.
  • Çelik üzerindeki nakış.
  • Edb: Noktalı harf.
  • Yalnız noktalı harflerin ebcedîsi hesab edilerek yazılan manzum tarih.
  • Harflerin noktası.
  • Fls: Varlığı kendinden olan, var olmak için kendi dışında başka birşeye muh

cevza

  • Astr: İkizler burcu. Gökyüzünün kuzey yarım küresinde yer alan iki tane parlak yıldızlı bir burcdur. Güneş, mayıs ayında bu burca girer.

ceyb

  • Yakanın göğüs üzerindeki açık yeri.

ceyyid / جيد

  • İyi, güzel, hoş. Saf.
  • İyi, güzel, hoş.
  • İyi, güzel. (Arapça)

cezair

  • (Tekili: Cezâyir) (Cezire) Cezireler, adalar.
  • Kuzey Afrikada Fas ile Tunus arasında olan ülke ve bu ülkenin merkezi olan şehir.

cezalet / cezâlet

  • Rekâketsiz ifade.
  • Güzellik.
  • Müdebbirlik, akıllılık.
  • Azim, büyük.
  • Edb: Kelimeler, ince veya sert söylenişlerine göre; elfâz-ı cezle veya elfâz-ı rakika diye ikiye ayrılır. Elfâz-ı cezle: Söylenişte tatlılığı bulunan veya heybet, ululuk, çarpışma, korkutma, yıld
  • Sözde kelimelerin düzgün dizilişinden doğan güzellik.

cezalet-i beyan / cezâlet-i beyan

  • Anlatım ve ifadedeki güçlülük, güzellik.

cezalet-i beyaniye / cezâlet-i beyaniye

  • Akıcı ve güçlü ifade, güzel anlatım.

cezalet-i harika

  • Hayranlık verici düzgün ifade, güzel anlatım.

cezalet-i nazm

  • Dizilişindeki güzellik ve güçlülük.

cezalet-i nazmiye

  • Kur'ân'ın nazmındaki güzellik, üstünlük ve akıcılık.

cezalet-i nizam / cezâlet-i nizam

  • Tertip ve düzenin güçlülüğü, uygunluğu.

cezl

  • Kalın odun. Tomruk.
  • Sağlam. Metin.
  • Güzel ve muhkem fikir.
  • Rekik olmayıp doğru ve dürüst olan söz veya kelime.
  • Kâmil, dirayet sahibi, akıllı ve olgun adam.

cid

  • Gerdan. Süslemeye lâyık boyun. Güzel boyun.

cihadi / cihadî

  • (Cihadiyye) Cihada mensub, savaş işleriyle alâkalı.
  • II. Sultan Mahmud devrinde harp masraflarına mukabil olmak üzere kesilmiş olan sikke.

cihan-nüma

  • Dünyayı gösteren harita veya coğrafya. (Farsça)
  • Çatının üzerinde her tarafa nezareti olan açık taraça. (Farsça)
  • Meşhur Türk Âlimi Kâtib Çelebi'nin 1654 (Hicri: 1065) tarihinde çizdiği Asya Kıt'asının haritası. (Farsça)

cihet-i intizam

  • Tertip ve düzen yönü.

cihet-i nazım ve intizam

  • Tertip ve düzen şekli.

cilve

  • Esmâ-i İlâhînin tecellisi.
  • Tecelli.
  • Güzellere yakışır duruş ve davranış. Dilberâne hareket. Naz ve edâ. Hoşa giden görünüş.

cilve-i cemal / cilve-i cemâl / جِلْوَۀِ جَمَالْ

  • Güzelliğin görüntüsü.
  • Güzelliğin görünmesi.

cilve-i cemal ve kemal / cilve-i cemâl ve kemâl / جِلْوَۀِ جَمَالْ وَ كَمَالْ

  • Güzellik ve mükemmelliğin yansıması, görüntüsü.
  • Mükemmelliğin ve güzelliğin görünmesi.

cilve-i cemal-i baki / cilve-i cemâl-i bâki

  • Sonsuz güzelliğin bir yansıması.

cilve-i cemal-i esma / cilve-i cemâl-i esmâ

  • İsimlerin güzelliklerinin görüntüsü.

cilve-i misaliye / cilve-i misâliye

  • Şeffaf şeyler üzerinde yansıyan görüntüler.

cilve-i samediyet

  • Herşey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın isim ve sıfatlarının varlıklar üzerindeki yansımasının görünümü.

cilveli

  • Güzel ve hoş bir şekilde görünme.

cins-i latif / cins-i lâtif

  • Güzel cins, kadınlar.

cirit

  • Düşmana atılmak üzere yapılmış ucu demirli, sert tahtadan kısa mızrak. Sulh zamanlarında talim mahiyetinde yapılan karşılaşmalara cirit oyunu denirdi. Türklerin makbul bir sporu idi.

çirkin

  • Güzel olmıyan. (Farsça)
  • Çok kirli. (Farsça)
  • Kanlı, irinli çıban veya yara. (Farsça)

ciro

  • ing. Bir senet veya havalenin alacaklı tarafından diğeri namına çevrilmesiyle üzerine buna dair şerh verilmesi.

cıvata

  • Arkası iri başlı ve ucu somun geçmek üzere yivli vida. Başlıca potrelleri, demir ve tahtaları birbirine bağlamaya yarar.

ciyadet

  • Tazelik, yenilik.
  • İyilik, güzellik.

conta

  • Birbirinin üzerine kapanan iki madeni parça arasında, açıklık kalmamasını te'min etmek için konulan karton, kösele, lâstik vs. şey.

cürf

  • Dere kenarında selin dibini yalayıp oymuş olduğu bıçık üzerinde kalan toprak veya çamur çıkıntısıdır ki, her an için yıkılıp çökmeğe hazır bir vaziyette bulunur.
  • Estiyan adı verilen bir ot.

cürm-ü meşhud

  • Suç üzerinde suçluyu yakalamak. Görülen suç. (Suç üstü)

cürsun

  • Üzerine binâ yapmak için duvardan dışarı uzattıkları ağaç.

da'da'

  • "Güzel dur" mânasına gelir ve düşecek ve dayanacak yerde söylenir.

da'daa

  • Koyunu ve keçiyi çıkarıp sürmek.
  • Sallamak.
  • Bir kimseye "güzel dur" demek.
  • Miktarı çok olsun diye depretip çevirmek ve doldurmak.

da'va / da'vâ

  • Takib edilen fikir, iddia.
  • Bir kimsenin hakkını aramak üzere mahkemeye müracaat etmesi.
  • Hakkı olanın iddia etmesi. Kendini haklı görüp veya zannedip üstün fikirlilik iddia etmek.
  • Mes'ele.
  • İnat. Ayak diremek.
  • Cenab-ı Hak'tan hayır ve rahmet dilemek.

dağ-dar eyler

  • Üzer, acı ve keder verir.

dağıstan

  • Dağlık yer. (Farsça)
  • Kafkasya'nın kuzeydoğusunda ve Hazer Denizi'nin batı kıyılarında bulunan bir bölgedir ki, eskiden buraya Albanya denirdi. (Farsça)

dahili / dâhilî / داخلى

  • İç ile ilgili, iç yüze ait. (Arapça)

dahiliye / dâhiliye / داخليه

  • İç ile ilgili, iç yüze ait. (Arapça)

dahis

  • Müfsid, arayı bozan.
  • Koyun yüzerken deri ile etin arasına elini sokan.
  • Bir meşhur atın adı.

dakaik-i umur

  • Üzerinde gayet dikkatle durulması lâzım gelen işlerin ince ve mühim noktaları. (Farsça)

damga

  • Bir şeyin üzerine işaret veya alâmet koymak.
  • İşaret vurulan âlet. Mühür.

darb-zen

  • Mâdeni levhalar üzerine kabartma olarak nakışlar işleyen. (Farsça)
  • Kale döven. (Farsça)

daru'l-muallimin / dâru'l-muallimîn

  • Öğretmen okulu; 1847'de rüştiyelere (ortaokullara) öğretmen yetiştirmek üzere kurulan eğitim kurumu.

dasitan / dâsitân

  • (Dâstân) Destan, sergüzeşt. Geçmiş hâdiseleri anlatan nesir veya nazım halinde yazı. (Farsça)
  • Şöhret. (Farsça)

davud / dâvud

  • Kur'an-ı Kerim'de ismi geçer ve Benî İsrail Peygamberlerindendir. Hz. Süleyman'ın (A.S.) babasıdır. Hem Peygamber, hem Sultandı. İbranice Zebur kitabı kendisine nâzil olmuştur. Sesi çok güzeldi. M.Ö. 1010 da vefat ettiği nakledilir.

defn

  • Cenâzenin yıkanıp kefenlendikten ve namazı kılındıktan sonra kabre konularak üzerinin toprakla örtülmesi.

defterdar / defterdâr / دفتردار

  • İldeki en üst düzey maliye yetkilisi. (Arapça - Farsça)
  • Maliye bakanı. (Arapça - Farsça)

deh

  • İyi hoş. Lâtif, güzel. (Farsça)
  • Tabur. (Farsça)
  • Saf. (Farsça)

deha

  • Çok akıllılık. Zekiliğin ve anlayışlılığın son derecesi. İleri görüşlülük, geniş ve çok güzel fikir sâhibi olmak.

dehmeka

  • Yumuşak ve güzel yemek.
  • Her nesnenin yumuşağı.

delail-i mücesseme-i musattaha / delâil-i mücesseme-i musattaha

  • Bir satıh hâline getirilmiş cismânî deliller (düz bir kâğıt üzerine şekli çizilmiş deliller).

delal

  • Cilve, naz, işve. İnsana güzel ve sevimli görünecek hâl, durum.

delil-i inayet

  • Bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzen delili.

dell

  • Naz.
  • Hey'et.
  • Güzel ahlâk.

dellal-ı muzhir / dellâl-ı muzhir

  • Gizli güzellikleri ortaya çıkararak ilân eden.

dem vurmak

  • Bir şeyden gelişigüzel bahsetmek. (Türkçe)

demagoji

  • Güzel sözlerle halkı kandırma siyaseti.

demcele

  • (Çoğulu: Demâcil) Şişman kadın.
  • Huyu, hilkati güzel, iyi kadın.

derc

  • İçine almak. Katmak.
  • Kitaba koymak.
  • Nakışlı kâğıt üzerine yazılan yazı.
  • Hattatın yazılmış kâğıt tomarı.

derece-i cemal / derece-i cemâl

  • Güzellik derecesi.

derr

  • İyi iş. İyilik. Mahz-ı hayır.
  • Zat, kimse. Hod. Nefs. Bir kimsenin zâtı.
  • Yüzün tazeliğinin, teravetinin hastalıktan dolayı gitmesinden sonra, iyi olup düzelmesi.

deruhde / دَرْ عُهْدَه

  • Üstüne almak. Kendini vazifeli bilmek. (Farsça)
  • Üzerine alınan iş. (Farsça)
  • Üzerine alma.

deruhte

  • Üzerine alma, yüklenme.

deruhte eden

  • Üzerine alan.

desen

  • Eşyanın, rengini göstermeden, yalnız şeklinin bir satıh üzerine çizilmişi. (Fransızca)
  • Bir kumaşı süsleyen şekiller. (Fransızca)

desisekar / desîsekâr / دسيسه كار

  • Hileci, düzenbaz. (Arapça - Farsça)

dessas / dessâs / دساس

  • Hileci, düzenbaz. (Arapça)

devbel

  • Bir karar üzere durup büyümeyen küçük eşek.

devir

  • (Devr) (Çoğulu: Edvâr) Nakil. Birisinin uhdesinden diğerinin uhdesine geçirmek.
  • Bir şeyi sonuna kadar okuyup bitirmek. Geçmiş dersleri hatırlama.
  • Bir şeyin çevresinde dolaşmak. Dönme.
  • Seyahat. Bir memleketi dolaşmak.
  • Bir şeyin kendi mihveri üzerinde dönmesi.

devlet-abadi / devlet-abadî

  • Hindistan'ın Devlet-âbâd şehrinde imal edilen ve güzel san'atlarda kullanılan bir çeşit kâğıt. (Farsça)

devre

  • (Çoğulu: Devrât) Dönüş dönme, dönem.
  • Birkaç yıldan meydana gelen zaman süresi.
  • Elektrik devresi. Üzerinden elektrik akımı geçmekte olan bir iletken yolun tamamı.

deyyan / deyyân

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kıyâmet günü, herkesin dünyâda iken yaptıklarının hesâbını ve hakkını en iyi bilen ve veren.

didar-ı hürriyet

  • Hürriyetin güzel yüzü.

dikte

  • Başkası tarafından yazılmak üzere söyleyip yazdırma. (Fransızca)
  • Karşı koymayacak olan birisine, aşırı arzu ve isteklerini bildirip kabul ettirme. (Fransızca)

dil-aşub

  • Kalbi sıkan, yüreğe sıkıntı veren, gönle eza veren. (Farsça)
  • Kalbi meftun eden güzel. (Farsça)

dil-baz

  • Güzel konuşan. Sözü ve işi hoş olan. Gönül eğlendiren. (Farsça)

dil-ber

  • Gönül alan, kalbi çeken. Güzel, dilber. (Farsça)

dilaviz / dilâvîz / دلاویز

  • Güzel, gönül çekici. (Farsça)

dilber / دلبر

  • Gönül alan güzel.
  • Gönül alan, güzel, sevgili. (Farsça)

dilcu / dilcû / دلجو

  • Gönlün aradığı, güzel, sevgili. (Farsça)

dimişki / dimişkî

  • Şam şehriyle alâkalı. Şam'a ait ve müteallik.
  • Şam'da yapılan ve güzel san'atlarda kullanılan bir nevi kâğıt.

direktif

  • Üst makamlardan, tutulacak yol üzerine verilen emirlerin tümü, hepsi. Talimat, emir. Nasıl, ne şekil olacağına çalışacağına dair emir. (Fransızca)

dırr

  • Avret üzerine avret almak, evli iken bir daha evlenmek.

disiplin

  • Uyulması gereken kuralların tamamı, sıkı düzen.

divan-ı ahkam-ı adliye / divan-ı ahkâm-ı adliye

  • Huk: Kanunlara göre, bakılacak dâvalarla ilgilenmek üzere 1284 yılında kurulan ilk nizâmiye mahkemesi.

divan-ı deavi nezareti / divan-ı deâvî nezareti

  • Çavuşbaşılığın kaldırıldığı 1836 (Hi: 1252) tarihinde bunun yerine kurulan daire. Fakat 1870 (Hi: 1287) tarihinde Adliye Nezareti'nin teşekkülü üzerine kaldırılmıştır.

dolunay

  • t. Ayın yuvarlağına karşı gelen yarım küre yüzeyinin tamamıyla aydınlık görünmesi hâli. Ayın 14 veya 15 nci günleri.
  • Bedir.

dramatik

  • yun. Drama benzer. Heyecan verici, acıklı.
  • Temsil yapılmak üzere yazılan heyecan verici veya acıklı tiyatro eseri. Acıklı olanına Trajedi, gülünç olanına da Komedi denir.

duhuliye

  • Eskiden, satılmak üzere şehir ve kasabalara getirilen her cins ticaret malından alınan vergi.
  • Bir yere girmek için verilen para.

dükkan-ı rabbani / dükkân-ı rabbânî

  • Herşeyin Rabbi olan Allah'ın bir dükkân gibi düzenleyerek bütün ihtiyaç maddelerimizi depoladığı yeryüzü.

dunehu hart-ül katat

  • "Elini dikenli ağaç üzerine çekmek, ondan daha kolay." meâlinde bir tabirdir.

dür-dane

  • İnci tanesi. (Farsça)
  • Mc: Çok güzel ve sevimli çocuk. (Farsça)

dürer-bar / dürer-bâr

  • İnciler yağdıran.
  • Mc: Çok kıymetli ve güzel sözler söyleyen.

düstur-u cifri / düstur-u cifrî

  • Cifir ilminin üzerine kurulu olduğu temel kural.

düstur-u nizam

  • Düzen prensibi.

e'cam

  • (Tekili: Acem) Arab olmayanlar. Güzel arabi bilmeyenler. Güzel ve fasih konuşamıyanlar.
  • Acemiler.

eazım-ı müçtehidin / eâzım-ı müçtehidîn

  • Âyet ve hadisler başta olmak üzere, diğer dinî delillerden hüküm çıkarma bilgi ve kabiliyetine sahip olan büyük İslâm âlimleri.

ebda / ebdâ

  • En güzel, en bedi.

ebda'

  • (Bedi'. den) En bedi. Ziyade bedi' ve güzel. Daha çok dikkati çeken.

ebdal / ebdâl

  • Bedeller. Dünyânın nizâmı, düzeni ile vazîfeli olup, Allahü teâlânın insanlardan gizlediği büyük zâtlar. Biri vefât edince, yerine başkası getirildiğinden bu isimle anılmışlardır. Bunlara Ricâlü'l-Gayb da denir.

eblağ

  • Yerinde adamına göre güzel söz söylemenin en üstünü.

ebrec

  • Gözünün akı çok olan güzel gözlü kimse.

ebu-t-turab

  • Hz. Alinin (R.A.) bir lâkabı. (Bu isim Hz. Ali Radiyallahu anh, toprak üzerine oturduğu veya yattığından dolayı tevâzuuna işareten Peygamber Efendimiz (A.S.M.) tarafından verilmiştir.)

ecell

  • (Celil. den.) Çok güzel. çok büyük. En üstün. Çok celil.

ecla

  • Pek âşikâr, pek belli. Pek parlak, ziyade güzel.
  • Başında kıl bitmeyen kel.

eclah

  • Devenin veya üstü düz olan arabaların üzerlerine yapılan ufak kulübe.
  • Başı kel olan adam.

ecmel / اَجْمَلْ

  • (Cemil. den) Çok güzel, en yakışıklı. Daha güzel.
  • Daha güzel.
  • En güzel.
  • En güzel.

edeb

  • Güzel hallere ve huylara sâhib olma ve utanılacak hareketlerden sakınma, her hususta haddini bilip, sınırı gözetme hâli.
  • Namazda müstehab ve mendup olan şeyler.
  • Terbiye. Kavlen, fiilen insanlara lütuf ile muamele etmek. Güzel ahlâk. Usluluk. Hayâ.
  • Ist: Sünnet-i Resul'e (A.S.M.) uygun hareket etmek.
  • Utanılacak şeylerden insanı koruyan meleke; kuvve-i râsiha-i nefsiye.
  • Edebiyat ve ondan bahseden ilim. (Kur'anın edebi ise: Öyle
  • Terbiye, güzel ahlak, haya.

edeb-i kelam / edeb-i kelâm

  • Söz güzelliği, söz zarifliği.
  • Edb: İfade arasında bayağı ve çirkin tabirlerin bulunmaması. İfadenin güzel oluşu.

edebi / edebî

  • Edebe dâir. Güzel söylenmiş yazı. Edebiyata âit. Ehl-i edebe, terbiyeli, ahlâklı ve edebli olanlara dâir ve edebe mensup ve müteallik.
  • Edeple ilgili, güzel söz ve yazı.

edebiyat

  • Düşünce, duygu veya herhangi bir hakikatı veya herhangi bir fikri yazı veya sözle, manzum veya nesir halinde güzel şekilde ifâde san'atı. Bu san'atla uğraşan ilim kolu.
  • Edebiyata âit yazıları toplayan kitap.Edebiyatın sözlük anlamından biri de edebe, yani terbiyeye uygun söz söylemek
  • Güzel ve etkili biçimde konuşma ve yazma sanatı.

edebiyat yapmak

  • Mc: Güzel ve uzun uzun sözlerle mevzu dışına çıkarak konuşmak.

edhan

  • (Tekili: Dühn) Sürülecek güzel kokulu yağlar.

edib / edîb

  • Edebiyatçı. Güzel ve san'atlı söz söyleyen veya yazan.
  • Edebli, terbiyeli.
  • Edebiyatçı, güzel konuşan ve yazan.
  • Güzel hasletleri kendinde toplayan, haddini bilen.
  • Düzgün, güzel ve pürüzsüz söz söyleyen ve yazan, edebiyatçı.

edim / edîm / ادیم

  • Tabaklanmış deri. (Arapça)
  • Yüzey, yüz. (Arapça)

ef'al-i hasene / ef'âl-i hasene

  • İyi ve güzel ameller, fiiller, işler.

efsah

  • Daha fasih. En fasih. Pek çok güzel ifade.

efsah-ı füseha / efsah-ı füsehâ

  • Fasih ve güzel konuşanların en fasihi ve güzeli.

egarr

  • Çok parlak ve kıymetli. Beyaz şey.
  • İşi güzel ve hatırlı olan kimse, aziz ve şerefli. (Müennesi daha çok müsta'meldir: Şeriat-ı Garrâ gibi.)

ehad

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hiç bir yönden benzeri olmayan, tek olan, ikilik tasavvur edilmeyen, hiç bir şeye muhtaç olmayan.

ehasin

  • Pek güzel, en güzel olan şeyler.

ehasin-i ahlak / ehasin-i ahlâk

  • Ahlâkın en iyisi, en güzeli. Hz. Peygamberimizin (A.S.M.) ahlâkı gibi olan ahlâk.

ehl-i fazilet

  • Güzel huylu, üstün özelliklere sahip kişiler.

ehl-i hak ve hakikat

  • Hak ve hakikat üzere olanlar.

ehl-i hidayet ve huzur / ehl-i hidâyet ve huzur / اَهْلِ هِدَايَتْ و حُضُورْ

  • Hak üzere olup, her an Allah'ın huzurunda olduğunu yakinen bilenler.

ehl-i salah / ehl-i salâh / اَهْلِ صَلَاحْ

  • Bütün güzel sıfatları üzerinde toplayanlar.

ehl-i semavat ve arz / ehl-i semâvât ve arz

  • Göklerde ve yerde bulunan varlıklar; melekler gibi ruhanî varlıklar ve dünya üzerinde yaşayanlar.

ehl-i suffa

  • Medîne-i münevverede, akrabâları ve evleri bulunmayan, Peygamber efendimizin mescidinin suffa denilen ve üzeri hurma dallarıyla örtülü bölümünde kalan eshâb-ı kirâm.

ehl-i tefekkür

  • Varlıklar üzerinde Allah'ı tanımayı sonuç verecek şekilde düşünenler.

ehname

  • Aşk, muhabbet, sevda. (Farsça)
  • Kendine çekidüzen verme. (Farsça)

ekol

  • Bir fikir üzerine kurulu okul, meslek.
  • (Ecole) Fikir üzerinde işleyen bir nevi mekteb. (Fransızca)
  • Bir üstadın talebeleri. Bir üstadın mesleği, tarzı. (Fransızca)

ekran

  • Üzerine bir cismin hayalinin aksettirildiği saydam olmayan düz satıh.

ekseriya

  • (Ekseriyya) Pek çok zaman, en ziyade, sık sık, ekseriyet üzere, alel-ekser.

ekvator

  • Hatt-ı istivâ. Dünyayı kuzey ve güney diye müsavi iki yarım küreye ayırarak, ikisinin arasından geçtiği farzedilen çember şeklindeki büyük çizgi. (Fransızca)
  • Yer yuvarlağının tam ortasında farzedilen ve dünyayı iki müsavi kısma ayıran (ve kırk bin kilometre olan) çember. (Fransızca)

el-evvel

  • İbtidası olmayıp, herşey üzerine sâbık olan.

el-hüccetü'z-zehra / el-hüccetü'z-zehrâ

  • Parlak ve güzel delil; On Beşinci Şuâ.

el-ihsan ale-l ihsan

  • İhsan üzerine ihsan, lütuf üzerine lütuf.

ela / elâ

  • Arabçada söze başlarken kullanılır. İstiftah harfi tâbir edilir. Beş vecih üzere bulunur: 1 - Tevbih ve tenbih, 2 - İnkâr, 3 - İstifham-ı anin-nefiy, 4 - Arz, 5 - Teşvik ve rağbet ettirme, makamlarında.

ela'

  • Görünüşü güzel, tadı acı olan bir ağaç.

elfaz-ı cemile

  • Güzel sözler.

elhan-ı tayyibe / elhân-ı tayyibe

  • Güzel nağmeler, güzel sesler.

elmas-pare

  • Elmas parçası.
  • Mc: Çok güzel.

elsine-i terkibiye ve tasrifiye

  • Kök üzerine hace ilâveli ve fiil çekimli diller.

eltaf / اَلْطَفْ

  • Çok hoş, daha güzel.

emanet / emânet

  • Geri alınmak üzere bırakılan şey, eşya.
  • Eminlik. İstikamet üzere bulunmak.
  • Birisine koruması için teslim edilen şey. Birisine bir şeyi koruması için teslim edilen şey. Birisine bir şeyi koruması için bırakma. Emniyet edilip inanılan şey.
  • Başkasının hukuku emniyet edilip, inanılabilen.
  • Osmanlılar Devrinde ba
  • Sonra alınmak üzere verilen şey.

emevi devleti

  • Dört halife devrinden sonra devlet idaresi Beni Ümeyye hanedanına geçmiştir. Buna nisbetle bu devlete "Emevi Devleti" adı verilmiştir. (Mi: 661-750) seneleri arası Emevi Devletinin saltanat devresidir. Muâviye bin Ebi Süfyan'dan başlamak üzere 14 halife gelip geçmiştir. Son halife Muhammed bin Merva

emlah

  • (Melih. den) Pek melih, en melâhatli, çok güzel.

Emzik / Bibs / Kidful

  • About Page template By Adobe Dreamweaver CC
    sample

    Bibs Kauçuk Emzik


    Söz konusu emzik olunca, BIBS Colour gerçek bir klasik. Yaklaşık 40 yıldır Danimarka'da tasarlanıp üretilen BIBS Colour emzikler, %100 doğal kauçuk ucuyla, hava akışı sağlayan delikleri ve cilt tahrişini önlemek için geliştirilen hafif eğimli yapısı ile gerçek bir efsane! BIBS Colour, yuvarlak ve yumuşak kauçuk uç kısmı ile anne memesine en yakın forma sahip olduğundan, çocuklar tarafından kolay kabul ediliyor. Anne memesini taklit ederek, emiş sırasında hava akışı sağlıyor. Ultra hafif ve sağlam yapısı ile bebeğinizi yormuyor. BPA, PVC ve phthalates gibi zararlı maddeler içermiyor ve dünyaca geçerli EN 1400 standardına göre üretiliyor. Hiçbir emzik markasında göremeyeceğiniz kadar fazla renk çeşitine sahip olan BIBS Colour, klasikleşen zamansız tasarımı ve elegant duruşu ile tasarım ve işlevselliği birleştiriyor. BIBS Colour, bir emzikten beklenen tüm detaylara sahip olmasının yanısıra; bir emzikten beklenmeyen güzellikte tasarımı ile, tüm dünyada hem anneleri hem çocukları kendine hayran bırakıyor…

    https://www.kidnkind.com/bibs

sample

Kidful Bitkisel Boyalı Emzik Askısı


KIDFUL Emzik Askıları, çocuk ürünlerinde kullanıma uygun olan, en kaliteli %100 gerçek deriler kullanılarak EN 12586 standartlarına göre üretilir. KIDFUL'un organik serisinde kullanılan boyalar tamamen bitkiseldir ve kimyasal madde içermez. KIDFUL'un özel olarak üretilen metal klipsi kurşun ve krom içermez. Metal klipsin kıyafetlere zarar vermemesi için, klips içerisinde plastik aparatı bulunur. KIDFUL emzik askısını, güçlü lastik ve güçlü bağlantı yapısı ile, uzun seneler yıpranma sorunu yaşamadan kullanabilirsiniz...
https://www.kidnkind.com/kidful


Kidnkind Emzik Anne Bebek ve Tekstil Ürünleri Ticaret Limited Şirketi


Web sitesi :www.kidnkind.com

Telefon : 0(216) 606 21 06

(www.kidnkind.com)

enaet

  • Acele etmeyip teenni üzere olmak. Yavaş hareket.

enbire

  • Üzeri toprakla sıvalı olan damlarda sıvanın altına konulan çalı, saz, talaş gibi şeyler. (Farsça)

endar

  • Baştan geçen bir olay, vakıa, sergüzeşt, hikâye, kıssa. (Farsça)

enik

  • Güzel, ince. Latif şey. Ahsen.

entak

  • (Nutk. dan) Çok güzel söz söyliyen, çok iyi nutuk veren.

entrika

  • Hile, düzen.

enva-ı cemal / envâ-ı cemâl

  • Güzelliğin çeşitleri.

enva-ı hüsün / envâ-ı hüsün

  • Güzellik çeşitleri.

enva-ı mehasin / envâ-ı mehâsin

  • Güzellik çeşitleri, türleri.

enva-ı ziynet ve letafet / envâ-ı ziynet ve letâfet

  • Süs ve güzellik çeşitleri.

enva-ı ziynet ve mehasin / envâ-ı ziynet ve mehâsin

  • Süs ve güzelliklerin çeşitleri.

envar-ı hüsün ve cemal / envâr-ı hüsün ve cemâl

  • Güzellik nurları.

eraciz

  • (Tekili: Ürcuze) Mısraları kafiyeli, kısa vezinli şiirler, kasideler.

erbab-ı fazilet / erbâb-ı fazilet

  • Faziletli, güzel ahlâk sahibi kimseler.

ercuze

  • (Bak: Kaside-i Ercuze)

erec

  • Güzel ve hoş koku. Misk ü anber ve ıtır gibi şeylerin güzel kokusu.

ergüvan

  • Güzel ve parlak kızıl renkli bir çiçek. (Garbda ercuvan denilir.)

eric

  • Güzel koku. Misk, anber ve ıtır gibi hoş ve lâtif olan şeylerin kokusu.

erih

  • Râyiha-i tayyibe. Temiz ve güzel koku.

erike-ara / erike-ârâ

  • Tahtı güzelleştiren, süsleyen (Padişah.) (Farsça)

erkan / erkân / اركان

  • Direkler. (Arapça)
  • Temeller, esaslar. (Arapça)
  • İleri gelenler, üst düzeyde bulunanlar. (Arapça)
  • Önderler. (Arapça)

ermeni

  • Eskiden batı Asya'nın kuzey kısmında ve Avrupa'nın Asya'ya komşu olan bazı yerlerinde dağınık şekilde yaşayan bir milletti ki, İranlılar ve Romalılar tarafından birçok defa mağlub edilmeleri üzerine çeşitli yerlere dağılmışlardır. Ve bu dağılma sonucunda büyük şehirlere de yerleşerek san'at, kuyumcu

errac

  • Fesatçı, müzevir, yalancı adam, sahtekâr.

erva'

  • Çok güzel olan genç.
  • Son derece yiğit, cesur ve bahadır adam.
  • Korkmak.

ervah

  • Halk içinde yürürken at üzerindeymiş gibi görünen uzun boylu kimse.
  • Adımları birbirine yakın olan.

es'abi / es'abî

  • Gayet güzel ve beyaz göz.

eş'ar

  • (Tekili: Şa'r) Kıllar. Tüyler. Tüycükler.
  • (Şiir) Şiirler, manzum ve güzel yazılar.

esas-ı meslek

  • Bir meslek ve metodun üzerine bina edildiği temel.

esban

  • Kadınların başlarını örttükleri güzel ve ince bir örtü.
  • Kadınların, yüzlerini örtükleri peçe, tül.

esedi / esedî

  • Arslana aid.
  • Üzerinde arslan resmi bulunan mâdeni para.

esefli

  • Hayıflandıran, üzen.

eshab-ı fil / eshâb-ı fîl

  • Peygamber efendimizin doğmasına yaklaşık iki ay kala Kâbe'yi yıkmak için Mekke yakınlarına kadar gelen, fakat Allahü teâlânın gönderdiği Ebâbîl kuşlarının üzerlerine bıraktıkları mercimek büyüklüğündeki taşlarla perişân olan Ebrehe ve içinde bir çok fillerin de bulunduğu ordu.

eşkal-i muntazama / eşkâl-i muntazama

  • Düzenli şekiller.

eskimo

  • Grönland, Alaska ve Kuzey Kanada'da yaşayan bir kavmin adı.

esma-i cemaliye ve kemaliye / esmâ-i cemâliye ve kemâliye

  • Güzellik ve mükemmelliği ifade eden isimler.

esma-i hüsna / esmâ-i hüsnâ

  • Allah'ın en güzel isimleri.
  • Güzel isimler. Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde bildirilen doksan dokuz ism-i şerîfi.

esma-ül hüsna

  • Allah'ın isimleri. Cenab-ı Hakk'ın güzel isim ve sıfatları.

esmaü'-hüsna / esmâü'-hüsnâ

  • Allah'ın güzel isim ve sıfatları.

esmaü'l-hüsna / esmâü'l-hüsnâ

  • Allah'ın sonsuz mükemmellikte ve güzellikte olan isimleri.

esmaül hüsna / اسماء الحسني

  • Allahın güzel isimleri.

esmaülhüsna / esmaülhüsnâ

  • Allahın güzel isimleri.

esrar-ı hüsn ü an / esrar-ı hüsn ü ân

  • Güzelliğin sırları.

esrar-ı mesture / esrar-ı mestûre

  • Üzeri örtülü kalan sırlar.

eşref

  • En şerefli. Daha şerefli. En iyi, en güzel.

essalatü vesselamü aleyke ya resulallah / essalâtü vesselâmü aleyke yâ resulallah

  • Allah'ın salât ve selâmı üzerine olsun ey Allah'ın Resûlü.

esselamü aleyküm / esselâmü aleyküm

  • Allah'ın selâmı üzerinize olsun.

esselamü aleyküm ve rahmetullahi ve berekatühü / esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü

  • Allah'ın selâmı rahmeti ve bereketi sizlerin üzerine olsun.

eşya-yı muntazama

  • Düzenli eşya, düzenli şeyler.

etiket

  • Bir şeyin cinsini, miktarını veya fiyatını belli etmek için üzerine konan küçük yafta. (Fransızca)
  • Teşrifat, görgü. (Fransızca)

etraf

  • (Tekili: Türfe) Nazik ve zarif şeyler.
  • Lezzetli taamlar, güzel yemekler.

evarin

  • Güzel olmayan, çirkin. (Farsça)

evrad-ı muntazama

  • Düzenli ve sürekli tekrarlanan zikirler.

evsaf-ı celal ve cemal / evsâf-ı celâl ve cemâl

  • Cemâl ve celâl sıfatları, güzel ve haşmetli nitelikler.

evsaf-ı celaliye ve cemaliye / evsâf-ı celâliye ve cemâliye

  • Cenâb-ı Hakkın sonsuz güzellik ve haşmetini bildiren sıfatları.

evsaf-ı cemal / evsâf-ı cemâl

  • Cenâb-ı Allah'ın güzelliğine ait sıfatları.

evsaf-ı cemal ve celal ve kemal / evsâf-ı cemâl ve celâl ve kemâl / evsaf-ı cemâl ve celâl ve kemâl / اَوْصَافِ جَمَالْ وَجَلَالْ وَ كَمَالْ

  • Güzellik, haşmet ve mükemmellik bildiren sıfatlar.
  • Güzellik, büyüklük ve mükemmellik vasıfları.

evsaf-ı cemaliye / evsâf-ı cemâliye

  • Cenab-ı Allah'ın güzelliğine ait vasıfları.

evsaf-ı cemaliye ve kemaliye / evsaf-ı cemâliye ve kemâliye

  • Cenab-ı Allah'ın güzelliğine ve mükemmelliğine ait vasıfları, nitelikleri.

evsaf-ı cemile / evsâf-ı cemile

  • Güzel vasıflar. İyi hasletler.

evsaf-ı kemaliye ve cemaliye ve celaliye / evsâf-ı kemâliye ve cemâliye ve celâliye

  • Cenâb-ı Allah'ın mükemmel, güzel ve haşmetli vasıfları, sıfatları.

evvel

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Herşeyin başlangıcı olan, varlığından önce yokluk geçmeyen, hiç bir şey yok iken, vâr olan.

ezani saat / ezanî saat

  • Ezanın kendine göre ayarlandığı saat. Her hangi bir yerde güneşin tam gurub ettiği andan, sonraki gün aynı vakte kadar, 24 saat olmak üzere ayarlanmış saat.

ezfer

  • Güzel kokulu şey.

ezhar-ı latife / ezhâr-ı lâtife

  • Hoş, güzel çiçekler.

ezkiya

  • (Tekili: Zeki) Çabuk ve güzel anlayışlı kimseler. Keskin zekâlılar.

ezvak-ı letaif-i ulya / ezvâk-ı letâif-i ulyâ

  • Çok yüce ve yüksek olan güzelliklerin verdiği zevkler.

falaka / فلقه

  • Falaka, ayağa sopa atarak acı çektirmek için hazırlanan düzenek. (Arapça)

farabi / farabî

  • (Mi: 870-950) Aristo felsefesinin İslâm âleminde yayılmasına yol açmış bir filozoftur. Aristo'dan sonra gelen mânasına, kendisine Muallim-i Sâni nâmı verilmiştir. Eserlerinin İbn-i Sina üzerinde büyük te'siri vardır. "Kanun" denilen bir çalgı âletinin mucididir. Asıl adı Ebu Nâsır Muhammed'dir.

farz-ı kifaye / farz-ı kifâye

  • Dinen mutlaka yerine getirilmesi gereken ancak bir kısım Müslümanın yapması ile diğerlerinin üzerinden düşen vazife, cenaze namazı kılmak gibi.

fasahat / fasâhat

  • Doğru ve düzgün söyleyiş. Açık ve güzel ifadeli konuşma.
  • Güzel ve açık konuşma, uzdillilik, iyi söz söyleme kabiliyeti.

fasahat-perdaz / fasahat-perdâz

  • Güzel ve açık konuşan. Fasih konuşan. (Farsça)

fasih / fasîh / فصيح / فَص۪يحْ

  • Fasahat sâhibi. Hatasız olarak söyleyen. Açık ve güzel konuşan.
  • Güzel, açık ve düzgün.
  • Düzgün ve güzel konuşan.
  • Güzel konuşan. (Arapça)
  • Açık ve güzel konuşan.

fatih / fâtih

  • Açan, fetheden. Teshir eden, zapteden.
  • Kapıları selâmet üzere açan, Cenab-ı Hak.

fatımi / fatımî

  • (Fâtımiyye) Hz. Fatıma Sülâlesinden olmak iddiasında bulunan, önce kuzey Afrika, sonra Mısırda hükümet süren sülâleye mensub meliklerin takındıkları isimdir. (Mi: 910-1171) İsmâiliye nâmında bâtıl fırkadandırlar. Salâhaddin-i Eyyubî, ordusu ile, Fâtımîlerin hâkimiyetine son verdi.

fatımiler / fâtımîler

  • Aslen mecûsî olan Meymûn el-Kaddah'ın neslinden gelen Ubeydullah bin Sa'îd'in etrâfında toplanan, kendilerinin hazret-i Fâtıma'nın neslinden geldiklerini iddiâ eden; Mısır, Kuzey Afrika, Filistin ve Sûriye'de 910-1171 seneleri arasında hüküm süren, Eshâb-ı kirâm düşmanlığını yaymaya çalışan hânedân

fatır-ı hakim-i zülcemal / fâtır-ı hakîm-i zülcemâl

  • Sonsuz güzellik sahibi, herşeyi hikmetle ve harika üstün sanatıyla yaratan Allah.

fatır-ı kerim-i zülcemal / fâtır-ı kerîm-i zülcemâl

  • Sonsuz güzellik, lütuf ve cömertlik sahibi ve herşeyi hârika üstün sanatıyla yaratan Allah.

fatır-ı zülcemal / fâtır-ı zülcemâl

  • Sonsuz güzellik sahibi ve herşeyi benzersiz yaratan Allah.

fayih

  • Kendiliğinden dağılan güzel koku.

fayiha

  • (Çoğulu: Fevâyıh) Meyve ve çiçek kokusu.
  • Güzel kokulu nesne.

fazail / fazâil

  • İnsanda iyilik etmeye ve fenalıktan çekinmeye karşı devamlı ve değişmez istidatlar, güzel huylar.

fazilet

  • İnsanda iyilik etmeye ve fenalıktan çekinmeye olan devamlı ve değişmez istidat, güzel vasıf, iyi huy, erdem.

faziletli

  • Güzel ahlâklı, erdemli.

fe-sübhanallah

  • Allah (C.C.) ne güzel yaratmış; Allah Sübhândır, bütün noksanlıklardan münezzehtir; Her şey kendine tesbih eder (anlamında olup hayret ve taaccübü ifâde için söylenir.)

febiha / febihâ

  • Ne alâ, ne güzel.

fedgam

  • (Çoğulu: Fedâgım) Güzel, gökçek kişi.

feha

  • (Çoğulu: Efhâ) Çorbaya katılan veya dövüp yemek üzerine ekilen bir ot.
  • Soğan.

fehire / fehîre

  • İçine kızmış taşlar bırakarak kaynatılan ve üzerine un konulan ayran.

fenafilihvan

  • (Fenâ fi-l-ihvân) Tefâni. Yani; kardeşlerin birbirinde fâni olması; kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyyât ve hissiyâtı ile fikren yaşaması. Samimi ihlâs üzerine müesses en yakın dostluk, en fedakâr ve en civanmert kardeşlik.

fenn-i bedii / fenn-i bedîi

  • Sözün güzel olması usûl ve kaidelerinden bahseden belâgat ilminin bir bölümü.

fenn-i meani / fenn-i meânî

  • Güzel söz söylemeyi ve güzel yazmayı öğreten, edebiyatın bir şubesi.

ferace

  • Örtünecek gibi olan ve giyilen bol elbise, cübbe.
  • Kadınların üzerlerine örttükleri örtü. Bütün vücudu kaplayan geniş örtü.

ferd-i hasna / ferd-i hasnâ

  • Güzel bir kadın.

ferd-i manevi / ferd-i mânevî

  • Belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişi, tüzel kişi.

fertute

  • Kadın esirler hakkında kullanılan tâbirlerdendir. Esir edilen kadınlar hakkındaki diğer tâbirler şunlardır: Mâriye, ümmülveled, acuze, duhter, yekdest, yekçeşm, mâyube.

fesahat / fesâhat

  • Düzgün ve güzel söz söyleme.

feth-i islam / feth-i islâm

  • Tuna nehri üzerinde Kladova kasabası yakınlarındaki bir kalenin adı.
  • İslâmların fethetmesi.

fettah / fettâh

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarına hayır kapılarını, dileklerine kavuşmak istiyen kullarına kapalı kapıları açan, peygamberlerini düşmanlarının elinden kurtarıp, memleketlerin fethini müyesser (kolay) kılan; evliyâsına (sevdiği kullarına) melekûtünün (gözle görülmeyen

fevehan

  • (Tekili: Fevh) Güzel kokular.

fevehat

  • (Tekili: Fevha) Güzel kokular.

fevh

  • Yaradan kan fışkırması.
  • Bolluk, genişlik.
  • Güzel kokunun yayılması.
  • Kaynamak.

fevha

  • (Çoğulu: Fevehât) Güzel koku.

fevt

  • Bir daha ele geçmemek üzere kaybetmek, elden çıkarma, kaçırma,
  • Ölüm.

fevziye

  • Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması üzerine II.Sultan Mahmud tarafından eski odalar mevkiine verilen isimdir. Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması esnasında, yeni odalar Kara Cehennem'in attığı yağlı paçavralarla yanmış, eski odalar da ocağın ilgasından birkaç gün sonra yıktırılmıştır. Gerek yanan ve gerekse

feynan

  • Güzel uzun saçlı kişi.

feyruzec

  • Piruze dedikleri kıymetli taş.

feza-yı latif / fezâ-yı lâtif

  • Güzel, hoş uzay.

fezail-i islamiye / fezâil-i islâmiye

  • İslâmiyetin üstün prensipleri, güzel yönleri.

fi / fî

  • İçinde, içine, hakkında, üzere, dair.

fidam

  • (Feddâm) : Su kabının üzerine koydukları süzgeç.
  • Mecusilerin ağızlarını bağlamakta kullandıkları bez.

fidye

  • Bir şeyin yerine geçmek üzere verilen bedel.
  • Çok yaşlı ve hasta olan kimsenin tutamadığı oruç, ölüm hastalığına yakalananın kılamadığı namaz, vefât etmiş kimsenin namaz ve oruç borçları için ve hacda, ihramlının hastalık özründen dolayı ihramın bâzı yasaklarını işlemesine karşılık vermesi ge

fiil-i tanzim ve nizam

  • Düzenleme işi ve düzen.

fiil-i tezyin ve ihsan

  • Herşeyi güzel ve süslü bir şekilde yapma fiili, işi.

fikr-i infirad / fikr-i infirâd

  • Bir çok özelliği tek bir kişi üzerine yükleme düşüncesi.

fıkra-i rana / fıkra-i rânâ

  • Güzel ve lâtif olan kısa yazı.

filasl

  • Aslı üzere.

firdevs

  • Güzel bahçe; Cennetin en yüksek yeri.

fireuni / fireunî

  • Hat, minyatür, tezhib gibi güzel san'atlarda kullanılan bir kâğıt cinsi.

firiştehu / firiştehû / فرشته خو

  • Melek gibi, melek huylu, güzel huylu. (Farsça)

fırka-i naciye / fırka-i nâciye

  • Kurtuluş fırkası. Cehennem'den kurtulacağı bildirilen fırka. İslâm dîninde doğru îtikâd üzere olanlar. Peygamber efendimiz ve Eshâbının ve bu büyüklere tâbi olan Ehl-i sünnet âlimlerinin yolunda bulunanlar.

firuze / fîrûze / فيروزه

  • Turkuaz, firuze taşı. (Farsça)

fıskıye

  • Suyu muhtelif şekillerde yukarıya doğru fışkırtan ve ekseriya havuzların ortasında yapılan borunun üzerindeki aletin adıdır. Buna, Arapçası olan fevvare denildiği gibi, Türkçe olan fışkırak da denilir.

fistan

  • Kadınların bellerinden aşağı giydikleri geniş ve uzun elbise. Ayrıca Arnavutlarla Rumların, dizlerine kadar giydikleri kırmalı elbiseye de bu ad verilir.
  • Direklerin güverte ıskaçalarını sudan muhafaza için üzerine kalın bırandadan çevrilen kılıf.

fitne-i azime / fitne-i azîme

  • Ahlâkta ve toplum düzeninde büyük çaplı azgınlık ve bozgunculuğun çıkması.

fitne-i mühimme

  • Ahlâkta ve toplum düzeninde büyük çaplı azgınlık ve bozgunculuğun çıkması.

fua

  • Keler, kertenkele.
  • Her nesnenin evveli.
  • şiddetli koku. Güzel koku.

fünun-u müterettibe

  • Düzenlenmiş, belli bir sisteme oturtulmuş fenler, ilimler.

fürayık

  • (Çoğulu: Ferâyık) Yumuşak bedenli güzel yiğit.

fürhüd

  • Arslan eniği.
  • Yüzü güzel oğlan.
  • Kaba şiş.

fusaha / fusahâ

  • (Tekili: Fasih) Fasih kimseler. Güzel ve usule uygun konuşabilenler. Güzel söz söyleme kabiliyetinde olanlar.
  • Düzgün ve güzel kanuşanlar.

füseha / füsehâ

  • Güzel ve düzgün konuşanlar.

füseha-i arab

  • Arap fasihleri, Arapların en güzel, akıcı ve etkili konuşanları.

füsun / füsûn

  • Şaşırtıcı, hayret verici ve kendine cezbedici bir güzellik. (Farsça)
  • Büyü. (Farsça)
  • Büyüleyici güzellik.

fütüvvet

  • Cömertlik. Başkasını, kendisine tercih etmek. Başkalarının işlerini düzeltmeye çalışmak ve faydasına koşmak. Fütüvvetin başka değişik târifleri de yapılmıştır. Bunlardan bâzıları şöyledir: Kendi nefsinde başkasının üzerine bir meziyet, üstünlük görme mek. Hatâlarını îtirâf edenleri affetmek, hiç kim

gabere

  • Ağaçlık yer.
  • Bir şey üzerine çökmüş toz.

gabibe / gabîbe

  • Sabah sağılan koyun sütünün üzerine akşam yine sağıp, ertesi güne bekletilip ekşiyen süt.

gadir-i hum hadisi / gadîr-i hum hadîsi

  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye giden yol üzerindeki Gadîr-i Hum denilen vâdide buyurduğu hadîs-i şerîf.

gaffar / gaffâr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Günah, kusur ve kabahatları çok bağışlayan.

gafur / gafûr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kulların günâh, ayıb ve hatâlarını pek çok örtüp, bağışlayan.

gaibane / gaibâne

  • Hazırda görünmeksizin, yüzyüze olmadan. Gizliden. (Farsça)

gaibane muamele / gaibâne muamele

  • Yüz yüze olmadan, üçüncü şahıs olarak anmak.

galiben

  • Ekseriya. Çok zaman. Üstün olarak. Tahmin olduğu üzere.

galiye-bar / galiye-bâr

  • Güzel kokulu şey saçan. (Farsça)

galiye-dan / galiye-dân

  • Güzel kokulu şeylerin muhafaza edildiği kap, mahfaza. (Farsça)

galiye-gun

  • Güzel siyah renkli. (Farsça)

gamara / gamârâ

  • Yahûdîlerin Tevrât'tan sonra mukaddes kitab saydıklarıTalmûd'un kısımlarından biri. Talmûd; Mişnâ ve Gamârâ olmak üzere iki kısımdır.

gani / ganî

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hiçbir zamanda, hiçbir mekânda, hiçbir hâlde, hiçbir şeye muhtâc olmayan. Allahü teâlâya, hiçbir şekilde başkasına muhtaç olmayan mânâsına Ganiy-yi mutlak da denir.

garb-ı şimali / garb-ı şimalî

  • Kuzey batı.

gared

  • Güzel ses.

garez

  • Kayıştan yapılan üzengi.
  • Ağaç üzengi.

garim / garîm

  • Alacaklı.
  • Hasım. Rakib. Borçlu veya üzerinde borçtan başka hakları olan kimse.

garir / garîr

  • Kefil.
  • Güzel ahlâk.
  • Durumdan veya işten anlamıyan.

gariyy

  • Cemil, güzel, hüsün.

garra

  • Parlak. Beyaz. Güzel. Şa'şaalı.
  • Kur'an'ın kudsi nurlarının parladığı Medine-i Münevvere'nin bir ismidir.

gasl

  • Yıkamak, yıkanmak. Ölünün cenâze namazı kılınmadan ve kefenlenmeden önce teneşir tahtası üzerinde, ayakları kıbleye gelecek şekilde sırt üstü yatırıp, göbeğinden dizlerine kadar bir örtü ile kapatılarak yıkanması.

gavali / gavalî

  • (Galiye) Güzel kokular.

gayr-ı muntazam

  • Düzensiz.

gayr-i muntazam / غير منتظم

  • Düzgün olmayan, düzenli olmayan, düzensiz.

gazal

  • (Çoğulu: Gazale-Gazelân) Ceylân. Geyik, âhu. Geyik yavrusu.
  • Şarkıcı, mızıkacı.
  • Güzel göz.

gazel

  • Tek kişinin özel bir ahenkle okuduğu manzume. (Aşk ve nefis gibi hislere ait olup, anlamı dine aykırı olursa ve kadın sesi ile câiz değildir.)
  • Edb: Klâsik şark şiirlerinin en çok kullanılan ve (5-15) beyitlik şekil.
  • Sonbaharda ağaç üzerinde kuruyan yapraklar.
  • Ceylân.<

gazve

  • Din düşmanı olan cephenin üzerine taarruz. Muharebe. Cenk. Sefer. Din muharebesi. Gazve, gazivden alınmış olup cenk ve kıtal manasınadır. Düşmanla vuruşmak demektir. Siyer ıstılahında Gaza ve gazve tâbirleri Peygamber Efendimizin bizzat hazır bulunduğu muharebeye denir. Peygamber Efendimizin bizzat

gendümnüma

  • Yüze gülüp aldatan. Hilekâr. (Farsça)

gergedan

  • Burnu üzerinde boynuzu bulunan ve file benzeyen vahşi bir hayvan.

geş

  • Edâ ve naz yaparak yürüme.
  • Lâtif, hoş, güzel.

gevher-nisar

  • Cevher serpen. (Farsça)
  • Mc: Düzgün konuşan, güzel söz söyleyen. (Farsça)

gevher-paş

  • Mücevher saçan. (Farsça)
  • Mc: Çok güzel ve düzgün konuşan. (Farsça)

gıbta

  • İmrenme. Aynı iyi hâli isteme. Şiddetle başkasının güzel bir halinin kendisinde de olmasını arzu etme.

gılaf

  • Kın. Kılıcın kılıfı. Bir şeyin üzerinin örtüsü.

gıll u gış

  • Aklın muhtelif fikirler üzerinde kararsızlığı.
  • Gönül darlığı.
  • Kin ve hile. Hıyanet ve adavet.

girift

  • Yakalama, tutma. (Farsça)
  • Dolaşık. Birbiri içine girik. Girintili çıkıntılı, karışık. (Farsça)
  • Motifleri birbirine girik ve içiçe geçme olan tezyinat tarzı. Buna aynı zamanda arabesk de denilir. (Farsça)
  • Türk musikisinin nefesli sazlarından olup, bugün unutulmak üzeredir. Ney'e benzer. Girift ç (Farsça)

girit madalyası

  • Tar: Biri Sultan Aziz diğeri Sultan II.Abdülhamid devrinde olmak üzere ihdas olunan madalyalar. Her ikisinin de altun ve gümüş olmak üzere iki türlüsü vardı. Girit işinde hizmeti görünen devlet ricaline altun, ikinci derecedeki memurlarla halka, gümüş olanı verilirdi.

golfstrim

  • ing. Atlas Okyanusunda, Meksika Körfezinden başlayarak Norveç kıyılarından Avrupa Rusyası'nın kuzey kıyılarına kadar gelen ılık bir deniz akıntısı.

gönder

  • Tar: Seferde ordunun ve ileri gelen vezir ve diğer devlet ricalinin atlarına bakmak ve sair zamanlarda ise has ahır ve çayır hizmetlerinde kullanılmak üzere gayr-ı müslimlerden ve hasseten Bulgarlardan tertip edilmiş bir sınıf olan voynukların her mıntıkada iki, üçü ve dördü hakkında kullanı

gül

  • Küçük ve dikenli bir ağaçta olup şeklinin ve kokusunun güzelliği ile meşhurdur. Şairlere göre bülbülün sevgilisidir. Pek çok cinsi vardır. (Farsça)

gül-i ruhsar

  • Gül yanaklı. (Farsça)
  • Mc: Mânevi çok güzellik sahibi. Çok sevilen. (Farsça)

güldehan

  • (Güldehen) Ağzı gül gibi güzel ve lâtif olan. (Farsça)

güldeste

  • Çok güzel şeylerden bir tutam.
  • Gül demeti.
  • Müzikte makam adı.

gülendam

  • Güzel endâmlı, boyu gül gibi nâzik ve lâtif olan. (Farsça)

gülnefesi / gülnefesî

  • Lâtif ve hoş sözlülük. (Farsça)
  • Güzel kokulu olmak. (Farsça)

gülruh

  • (Gül-ruhsar) Güzel yanaklı güzel, yanakları pembe olan güzel. (Farsça)

gülruy

  • Yüzü gül gibi güzel ve kızıl renkli olan. Al yanaklı. (Farsça)

gurm

  • Bir kimse üzerine eda edilmesi, yerine getirilmesi lâzımgelen şey. Borç ve diyet gibi. (Garâmet de olur)

gurre

  • Parlaklık. Her şeyin başlangıcı. Bu cihetle, kameri ayların ilk günlerine gurre-i şehr denilmiştir. Köleye, cariyeye ve malların en güzidelerine, gurret-ül emval denir. Güzel parlak yüze, vech-i agarr; açık ve nurani alına, cebhe-i garra denir ki, aynı asıldan müştaktırlar.
  • Fık: İska

güzel telakki etmek / güzel telâkki etmek

  • Güzel karşılayıp anlamak, kabullenmek.

güzeşte-gan / güzeşte-gân

  • (Tekili: Güzeşte) Önden gelmiş olanlar, geçmişler.

habab

  • (Habâbe) Son derece muhabbet.
  • Su üzerindeki hava kabarcığı.

habal

  • Bozulma, düzensizlik. Karma karışıklık.
  • Sıkıntı, hüzün, keder, üzüntü.

habbeza / habbezâ / حبذا

  • "Ne güzel, ne sevimli, ne hoş" mânâsında bir takdir edatıdır.
  • Ne güzel. (Arapça)

haber-i meşhur

  • Bidayette râvisi mahdut iken sonraki devirlerde, yalan üzere ittifakları muhal olan bir cemaat tarafından nakledilegelen makbul hadistir. (Ist. Fık.K.)

haber-i mütevatir / haber-i mütevâtir

  • Yalan üzerinde ittifâk etmeleri (birleşmeleri) mümkün olmayan bir cemâat (topluluk) tarafından nakledilen, bildirilen haber, hadîs-i şerîf.

habeşi / habeşî

  • Habeş memleketi ahalisinden olan. Habeş'e mensub ve müteallik olan.
  • Koyu esmer renkli adam.
  • Hat, tezhib, minyatür gibi güzel san'atlarda kullanılan bir cins kâğıt.

habike / habîke

  • (Çoğulu: Habâik) Kehkeşan, samanyolu.
  • Çizgi.
  • (Çoğulu: Hubük) Dikkat ve itina ile, sağlam ve san'atlı dokunmuş, yol yol hâreli güzel kumaş.

habir / habîr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyin hakîkatini, kâinâtın, varlıkların, görünen ve görünmeyen her şeyi hakkıyla bilen, hiçbir zerrenin hareketi ve hareketsizliği ilminden hâriç olmayan, nefslerin ne ile mutmain (huzurlu) ne ile huzursuz olduğundan, sükûnete kavuştuğunda

habrence

  • Güzel yemek.
  • Yumuşak.

habt u hata

  • Düzensizlik, yanlış, hata.

hadaik-ı hassa / hadaik-ı hâssa

  • Saray bahçeleri. Bunlar biri saray içinde, diğeri saray dışında olmak üzere iki kısımdı. Saray içindeki bahçe ve bostan işleriyle meşgul olanlara "Has Bahçe Bostancıları"; saray dışındakilere ise "Hassa Bostancıları" denilirdi. Saray dışı bahçe ve bostanların bazıları şunlardı: Kadıköy bağı, Davut P

hadd-i tevatür

  • Tevatür derecesinde; yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan topluluklar tarafından aktarılan en doğru haber seviyesi.

hadda' / haddâ' / خداع

  • Düzenbaz. (Arapça)

haddimin fevkinde

  • Sınır ve kapasitemin üzerinde.

hadi / hâdî

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarından dilediğine doğru yolu gösteren, kullarının havâssına (seçilmişlerine) doğrudan insanların avâmına (havâsstan aşağı derecede olanlara) yarattıkları varlıkları vâsıtasıyla kendini tan ıtan yüce Allah.

hadi' / hâdi' / خادع

  • Düzenbaz. (Arapça)

hadis-i mütevatir / hadîs-i mütevatir

  • Kizb üzerine ittifakları aklen tecviz olunmayan cemaatlerin birbirinden ve ilk cemaatin de bizzat Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmdan rivâyet ettiği Hadis-i şeriftir..

hadisat-ı istikbaliye-i dünyeviye / hâdisât-ı istikbaliye-i dünyeviye

  • Gelecekte dünya üzerinde meydana gelecek olaylar.

hadıyd

  • (Hazîz) Oturaklı, mütemekkin, yer.
  • Dağ eteği. Zir. Alçak yer.
  • Koz: Ayın veya başka bir seyyarenin mahreki üzerinde dünyaya en yakın bir mesafede bulunan nokta. Dünya ile diğer seyyarelerin güneşin merkezinden en uzak oldukları bir nokta.

hadre

  • Yüz yüze olmak.

hafender

  • Malını güzel tedbirlerle çoğaltan mal sahibi.

hafid / hâfid

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kıyâmet günü, yâni öldükten sonra mahlûkât (yaratılmışlar) diriltilip, herkes dünyâda iken yaptığının hesâbını verirken, kâfirleri ve kötü kimseleri en aşağı seviyeye indiren, huzûrunda düşmanl arının başlarını aşağı eğdiren.

haftan

  • Eskiden savaşlarda zırh üzerine giyilen bir cins pamuklu elbise.
  • Kaftan.

hak

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Vâcib-ül-vücûd yâni varlığı lâzım olan, hiç yok olmayan, dâimâ var olan ve kendisinden başkası yaratmaya lâyık olmayan.
  • İslâmiyet.
  • Gerçek, doğru.
  • Alacak.
  • Pay, hisse.
  • Hâtır, hürmet.
  • İnsanı

hak-perest

  • Doğruluktan ayrılmayan, doğruluğu ciddi ve samimi seven. Hakka iman eden ve hak üzere âmil olan. (Farsça)

hakaik-i cemile / hakaik-i cemîle

  • Güzel hakikatler, gerçekler.

hakem

  • İki tarafın anlaşmak üzere hükmüne rıza göstermek için seçtikleri kimse. Haklı ve haksızın ayrılmasında aracılık eden.

hakikat-i belagat / hakikat-i belâgat

  • Güzel ifadelerle anlatma gerçeği.

hakikat-i islamiyet / hakikat-i islâmiyet

  • İslâmî gerçek; İslâmiyetin üzerine kurulu olduğu gerçekler, esaslar.

hakim / hakîm / hâkim

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hikmet sâhibi, ilmi kâmil, işi güzel, uygun işler yaratıcı ve kullar arasında hükmedici.
  • Hikmet ehli. Din bilgilerini fen bilgileri ile isbât eden âlim.
  • "Hüküm veren, hak ve adalet üzere hükmeden, başkasını müdahale ettirmeden idare eden" mânâsında ilâhî isim.
  • Haklı ve haksızı ayırıp, hak ve adâlet üzere hükmeden, karar veren.
  • Galib. Haklı ve haksızı ayırıp hak ve adalet üzere hükmeden. Başkasını müdahale ettirmeden idare eden, Allah (C.C.)
  • Memleketi idare eden.
  • Mahkeme reisi. (Hâkim-i Hakikî, Hâkim-i Ezelî, Hâkim-i Mutlak, Hâkim-i Zülcelâl, Hâkim-i Lemyezel... gibi isimlerle, Cenab-ı Hakk'a âit ol

hakim-i hakem-i hakim-i zülcelali ve'l-cemal / hâkim-i hakem-i hakîm-i zülcelâli ve'l-cemâl

  • Herşeyin hâkimi, her varlığın küllî hükmünü veren, her şeyi hikmetle ve yerli yerinde yaratan, sonsuz büyüklük ve güzellik sahibi.

hakim-i zülcemal / hakîm-i zülcemâl

  • Sonsuz güzellik sahibi ve herşeyi hikmetle yaratan Allah.

hakk

  • (Bâtılın zıddı) Doğru. Gerçek. Vâcib ve lâzım olan. Her sâbit ve doğru olan şey. Adalet. Herkesin meşru olan salahiyeti, iktidarı, bir şey üzerindeki mâlikiyyeti.
  • Dâva ve iddia.
  • Hakikate uygunluk.
  • Geçmiş, harcanmış emek. Pay, hisse.
  • Münasib
  • Din. İslâmi
  • Kazıma. Oyma. Maden üzerine yazı işlemek.

hakkaniyet

  • Haktan ve doğruluktan ayrılmamak. Adalet üzere bulunmak. Adalet ve insaf ile lâzım olanı icra etmek.

hakn

  • Sütü tuluma koyup toplamak ve sağıldıkça üzerine koymak.
  • Men etmek, engel olmak.

hal ehli / hâl ehli

  • Hâli tavrı güzel olan gönül sâhibi kişi. Velî zat.

halakat

  • Halukluk, güzel ahlâklılık, iyi huyluluk.
  • Düzlük, dümdüzlük.

halavet-i kelam / halavet-i kelâm

  • Sözün güzelliği ve akıcılığı.

halife

  • Yeryüzünde Allah'ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan.

halife-i evvel

  • Devlet dairelerinde yazı işlerinde çalışanlar. Tanzimattan evvel kalem teşkilâtı; halife, halife-i sâni, halife-i evvel olmak üzere üç derece idi. Ondan sonra bir kısım dairelerde bunun yerine baş kâtib, bazılarında da mümeyyiz-i evvel denilmiştir.

halık / hâlık

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi taktîr ve tâyin eden, yaratan.

halık-ı zülcemal / hâlık-ı zülcemâl

  • Sonsuz derecede güzellik sahibi ve her şeyin yaratıcısı olan Allah.

halim / halîm

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hep hilm sâhibi olan; günâh işleyenlerin, günâh işlemelerini ve emirlerine muhâlefetlerini, karşı geldiklerini gördüğü hâlde gazablanmaya ve onları cezâlandırmaya gücü yettiği hâlde, acele etmeyen. Allahü teâlâ kullarına cezâ vermekte

haluk

  • İyi huylu. Güzel ahlâklı. İslâma yakışır ahlâkta olan. İnsâniyyetli.

ham

  • Olmamış, pişmemiş, çiğ. (Farsça)
  • Nâfile, beyhude, boşuboşuna. (Farsça)
  • İşlenmemiş, üzerinde çalışılmamış. (Farsça)
  • Acemi kimse, tecrübesiz. Terbiye görmemiş kişi. (Farsça)

hame

  • Yaş ot demeti, taze ekin destesi, bir sap üzere bitmiş taze ekin.
  • Havası bozuk hastalıklı yer.

hame-zen

  • Üzerinde kalem kesilecek âlet. (Farsça)

hamele-i mümtesil

  • Aldığı emri imtisal edip yüklenen, mes'uliyeti üzerine alan.

hamid / hamîd

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her dilde ve her kalbde övülen.

hamisen / hâmisen

  • Beşinci olarak, beşinci olmak üzere.

hamit

  • Şiddetli, sağlam.
  • Üzerinde kıl olmıyan yağ tulumu.

hamiyet-i aliye / hamiyet-i âliye

  • Din, millet gibi mukaddes değerleri en üst düzeyde koruma duygusu ve gayreti; millî onur ve haysiyet.

hancer

  • Ucu sivri, iki tarafı keskin büyük bıçak. Halk dilinde hançer şeklinde kullanılır. Divan edebiyatında şâirler, güzellerin kaşlarını hancere benzetirlerdi.

hanif / hanîf

  • Sapıklıktan, yanlış inanışlardan Hakk'a, doğruya meyleden, dönen, müslüman. İslâmiyet'ten önce Arabistan'da putlara tapmayıp, hazret-i İbrâhim'in dîni üzerine bulunanlara verilen isim. Çoğulu hunefâ'dır.

hanve

  • Güzel kokulu bir ot.

har'abe

  • İnce kemikli, genç ve güzel kadın.
  • Uzun.
  • Yeşil üzüm çubuğu.

harac-ı muvazzaf

  • Tar: Arazi üzerine her dönüm başına senevi maktuan muayyen bir miktar meblağ olarak alınacak bir vergidir. Buna "harac-ı vazife" adı da verilir. Bu vergi, zimmete taalluk eder ve araziden yalnız bilfi'l intifa edilmekle değil, intifaa temekkün ile de tahakkuk eder. Binaenaleyh, böyle bir araziyi sah

harekat-ı müstahsene / harekât-ı müstahsene

  • Herkesin beğendiği güzel davranış ve hareketler.

harekat-ı muttarıda / harekât-ı muttarıda

  • Birbirini düzenli şekilde izleyen hareketler.

harekat-ı muttaride / harekât-ı muttaride

  • Sürekli ve düzenli hareketler.

hareket-i muntazama

  • Düzenli hareket.

hareket-i müstakime

  • Fiz: Doğru bir çizgi üzerinde olan hareket.

hareket-i muttaride

  • Sürekli ve düzenli hareket.

harf-i ab-dar / harf-i âb-dâr

  • Güzel ve mânidar söz.

harf-i atıf

  • Gr: İki kelime veya cümleyi birbirine bağlayan harf. Vav ve fe gibi. Bunlar bir kelimeyi veya cümleyi diğer bir kelime veya cümle üzerine atıf ve rabtederler. Bu harflerden evvelkine: ma'tufun aleyh, sonrakine ise, ma'tuf denir.

harfece

  • Güzel gıda.

harikulade / hârikulâde

  • Olağanüstü. İnsan gücünün üzerinde, insanı hayrette bırakan âdet dışı şaşılacak iş.

harmel

  • Üzerlik otu.

harun-u fesahat / hârûn-u fesâhat

  • Hz. Hârun'un (a.s.) çok güzel ve açık konuşması.

hasan / حسن

  • Nâmahremden korunur üzere olmak, korunmak.
  • Güzel.
  • İyilik. Güzel muamelede bulunmak.
  • Güzel.

hasen / حسن / حَسَنْ

  • Güzel. Hüsünlü. Güzellik.
  • Güzel olmak.
  • Güzel.
  • Güzel, güzellik.
  • Güzel.
  • Güzel. (Arapça)
  • Güzel.

hasen-ül hulk

  • Huyu ve tabiatı güzel.

hasen-üs savt

  • Güzel sesli.

hasenat / hasenât

  • Güzellikler. İyi ameller. İyilikler.
  • İyilikler, güzel işler.
  • Güzel şeyler.

hasenat-ı istikbaliye / hasenât-ı istikbaliye

  • Geleceğe ait güzellikler.

hasenat-ı muzie / hasenat-ı muzîe

  • Aydınlatıcı güzellikler, iyilikler.

hasene / حسنه

  • İyilik, güzel iş.
  • İyilik. Güzellik. Hayırlı amel. Allah rızasına çok uygun iş.
  • Eski altun paralardan biri.
  • Güzel şey, sevap.
  • Güzel, iyi. (Arapça)

hasenülhulk / حسن الخلق

  • Huyu güzel. (Arapça)

hashase

  • Ateş üzerinde eti pişirip kebap yapmak.
  • Bir şeyi döndürmek.

hasib / hasîb

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her mahlûkun (yaratılmışın) varlığına, varlığının devâmına, âhirette hesâbını görmeğe kâfi olan.

haşib

  • Yoğun, kalın.
  • Tam düzelmemiş olan kılıç.
  • Süslü, zinetli.

haslet-i cemile

  • Güzel ve iyi huy.

haslet-i hamide

  • Medih ve senâ edilmeğe, övülmeğe lâyık olan güzel ahlâk ve haslet.

haslet-i hamra / haslet-i hamrâ

  • Hamiyet, gayret veya mahcubiyetten gelen ve yüz kızarması suretinde görünen güzel haslet.

hasna / hasnâ / حسنا

  • Güzel kadın. Hüsün ve cemal sâhibesi.
  • Güzel kadın.
  • Güzel kadın.
  • Güzel kız, güzel kadın. (Arapça)

hasna-yı hüsna / hasnâ-yı hüsnâ

  • Hem güzel ve hem de namuslu olan kadın.

haşr

  • Toplanma, bir araya gelme. Allahü teâlânın bütün insanları, melekleri, cinleri, şeytanları ve diğer hayvan ve kuşları, gökte, yerde, denizde ne kadar büyük ve küçük canlı var ise, hepsini kıyâmet kopmasından (dünyânın son bulmasından) sonra diriltip, dünyâda yaptıklarının hesâbını vermek üzere Arasâ

hasr-ı fikir

  • Bir şeye bütün fikrini vermek ve başka şeyle meşgul olmamak tarzı ve düsturu ile o şeyde veya meslekte mütehassıs ve muvaffak olmaya çalışmak. Bütün fikri çalışmayı bir şey üzerinde toplamak.

hasr-ı kelami / hasr-ı kelâmî

  • Konuşmanın yalnız belli şeyler üzerinde yoğunlaştırılması.

hasr-ı nazar

  • Sadece bir şeye bakıp dikkat etmek.
  • Yalnız bir mevzu veya meslek üzerinde çalışıp onda mütehassıs ve muvaffak olmaya çalışmak.

hasreme

  • Üst dudağın alt dudak üzerine taşması.

hass-ül hass / hâss-ül hâss

  • En güzel, en has.

hassas bölgeler

  • Sivil savunmada düşmanın hedef tutacağı bölgeler. Her hassas bölgenin ehemmiyeti aynı değildir. Hava savunması bakımından eldeki imkanlar ve hassas bölgeler arasında öncelik tesbitine ihtiyaç vardır. Hassas bölgeler, sırasıyla:1) Atomik vurucu üslerin bulunduğu bölgeler.2) Yüzeyden yüzeye füze üsler (Türkçe)

hat'are

  • Bir hâl üzerine karar etmeyip devamlı değişmek.

hata

  • Kuzey Çin.

hatem / hâtem

  • Mühür. Üzerinde yazı olan ve mühür yerine kullanılan yüzük.
  • Son. En son.

hatem-i rahmaniyet / hâtem-i rahmâniyet

  • Allah'ın bütün varlıklar üzerinde rahmet ve merhametini gösteren mührü.

hatem-i vahidiyet / hâtem-i vâhidiyet

  • Varlık dünyası üzerinde genel olarak Allah'ın birliğini gösteren mühür.

hatemkari / hatemkârî

  • Bir sathın "yüzeyin" üzerine süs şekilleri oyarak meydana getirilen boşlukları, o satha benzeyen başka bir madde veya mâdenle doldurmak suretiyle yapılan tezyinât.

hatib / hatîb

  • Hitâbeden. Söz söyleyen. Cemaate, topluluğa karşı güzel söz söyleyen kimse.
  • Câmi'de müslümanlara dini nasihatlar ve güzel sözlerle hitâbeden vazifeli zat.
  • Mânalı ve fâideli, güzel söz söyleyen. Güzel, düzgün konuşan.

hatibane

  • Hatibcesine. Güzel ve akıcı söz söyleyenlere yakışırcasına. Nutuk atarcasına. (Farsça)

hatim / hatîm

  • Kâbe'nin şimâl (kuzey) duvarı hizâsında yarım dâire şeklindeki duvarcık ile Kâbe-i muazzama arasında kalan yer.

hatır-ı şeytani / hâtır-ı şeytânî

  • Günâhı beğenmeye, süslemeye, güzel göstermeye dâir kalbe şeytan tarafından getirilen düşünce. Buna vesvese denir.

hatırat

  • (Tekili: Hâtıra) Hâtıralar. Hatırda kalan şeyler.
  • Edb: Bir adamın yaşadığı zamana, bulunduğu işlere, görüştüğü kimselere dair düşüncelerini ve duygularını hâvi olmak üzere yazdığı eser.

hatt-ı butlan

  • İptal etmek gayesiyle bir kaydın veya künyenin üzerine çekilen çizgi.

hatt-ı istiva / hatt-ı istivâ

  • Dünyanın kuzey ve güney kutuplarına aynı uzaklıkta olduğu ve dünyayı iki müsavi parçaya böldüğü farzedilen dâire çizgisi. (Farsça)
  • Ekvator. (Farsça)
  • Mevlevi semahânesinde, şeyhin oturduğu post ile meydan kapısı ortasında farzolunan çizgi. (Farsça)

hatt-ı müstakim

  • Doğru çizgi. (Farsça)
  • Doğru yol. Doğruluk üzere olan şey. (Farsça)

hattat / خطاط

  • Çok güzel yazı yazan san'atkâr.
  • Güzel yazı yazma üstadı.
  • Güzel yazı yazan kimse.
  • Hattat, güzel yazı yazan. (Arapça)

hav

  • Çuha ve buna benzer kumaşların ters yüzlerinde bulunan tüy.
  • Şeftâli gibi bazı meyvelerin üzerlerinde bulunan ince tüy.

hava

  • (Hevâ) Hava. Dünyayı çeviren atmosfer. Cevv. Yer ile gök arası.
  • Hafif yel.
  • Bir binanın üzerine kat çıkma hakkı.
  • Bir yerin hâli ve sıhhat bakımından durumu.
  • Müzikte ezgili ses, sadâ.

havalename

  • Posta gibi vasıtalarla para göndermek üzere yazılan havale mektubu. (Farsça)

havassü'l-hams-ı zahire ve batına / havâssü'l-hams-ı zâhire ve bâtına

  • Beş içinde, beş dışında olmak üzere insanın duyguları. İçindeki duygular.

havd

  • Güzel ahlâk.
  • Güzel ve yumuşak vücutlu câriye.

havelan-ı havl / havelân-ı havl

  • Zekâtı verilecek bir malın üzerinden bir kamerî yılın geçmesi.

havl-i havelan / havl-i havelân

  • Zekâtın lüzumu için; bir mal üzerinden, bir sene geçmiş olması.

havzan

  • Sarı çiçekli, güzel kokulu bir çiçek. Nilüfer çiçeği.
  • Tarhun otu.

hay

  • Çiğneyen mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şeker-hâ : Şeker çiğneyen. (Farsça)
  • Mc: Tatlı sözlü, güzel ve dokunmaz sözler söyleyen. (Farsça)

hayber

  • Arap Yarımadasında Hicaz bölgesinin doğu sınırında ve Medine-i Münevvere'nin 170 km. kuzeyinde bir kasabadır. Evleri, yüksek bir kayanın üzerinde kurulmuş olan bir kalenin etrafında bulunur. Hicretin yedinci senesinde vuku bulan Hayber Gazası ile meşhur olmuştur. Aynı sene içinde Hz. Resulullah Efen

hayr

  • İyilik, güzel iş.
  • İyilik. Dînin ve aklın beğendiği, güzel ve faydalı gördüğü şey.

hayta

  • Serseri, serkeş kimse.
  • Ask: Osmanlılarda görevli bir sınıf askere verilen ad. Hayta birlikleri, üstün savaş kabiliyeti olan askerlerden kurulur, lüzumunda düşman topraklarına akın yapmak için de kullanılırdı. Sonraları düzenleri bozulduğunda eşkiyalığa başladılar; bundan dolayı "hayt

hayy

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Dâimâ hayât sâhibi ve diri olan, hep var, varlığı ezelî ve ebedî (sonsuz) olan.

hayyü'l-kayyüm

  • Her an diri olan, yöneten, düzenleyen.

hazami

  • Güzel kokulu bir ot.

hazefe

  • (Çoğulu: Huzef) Hicaz vilayetinde olan siyah renkli bir cins küçük koyun.

hazeme

  • (Çoğulu: Huzem) Kabuğundan ip ve urgan yapılan bir ağaç cinsi.

hazine-i amire / hazine-i âmire

  • Tar: Para işlerini yönetmek üzere kurulmuş olan müesseselerden birinin adı. Osmanlı Devleti'nin kuruluş devrelerinde para işleri "Beytülmal" denilen ve "Defterdar" adı verilen bir memurun idaresinde iken, sonraları teşkil olunan yeni idarelere göre çeşitli adlar verilmiştir. Hazine-i âmire, devlet k

hazine-mande / hazine-mânde

  • Şahıs üzerinden kaydı silinerek devlet hazinesine kalan mal veya para. (Farsça)

hazire / hazîre

  • Eti ufak ufak doğrayıp, çok su ile çömlek içinde pişirip erimeye yakın olduğu anda üzerine un koyup karıştırarak yapılan yemek. (İçinde et olmayınca "aside" derler.)

hazm

  • Midedeki yenen şeyleri eritmek, sindirmek. Vücuda yarayacak hale getirmek.
  • Birisine ansızın hücum etmek.
  • Ansızın bir şey üzerine inmek.
  • Birisinin hakkını, malını gasb ile alıp zulmeylemek.
  • Münasebetsiz bir hale, güce gidecek bir vaziyete düşenin kendi nefsini

hazm-ı nefs

  • Tahammül etmek. Nefsini kırmak. Meydana gelen kendi ile alâkalı gördüğü bir kusuru kendi üzerine almak. Sabreylemek. Sindirmek. (Farsça)

hazy

  • Birbiri üzerine yığılıp toplanmak.

hebenka

  • Ayak parmaklarını dikip ökçesi üzerine oturmak.

hecr-i cemil

  • Kalben ve fikren onlardan uzak durup fiillerinde onlara uymamakla beraber, kötülüklerine karşılık vermeğe kalkışmayıp müsamaha, idare ve güzel ahlâk ile hüsn-i muhalefet etmek.

hegemonya

  • yun. Kuvvetle ve kıymetli vasıflarla olan üstünlük.
  • Bir devletin başka bir devlet üzerindeki siyasi üstünlüğü ve baskısı.

helkam

  • Yaşlı kadın, acuze.

helva sohbetleri

  • Eskiden kış mevsiminin başlıca eğlencelerinden biriydi. Bu eğlenceler, her sınıf halk arasında rağbetteydi. Devlet erkânı, vükelâ, zengin konak sahibleri ve orta halli halk kendi imkânları ölçüsünde helva sohbetleri düzenler, eş ve ahbabına ziyafetler verirdi. Vükelânın düzenlediği sohbetler tantana

hem-matla'

  • Güneş ve ay gibi gök cisimlerinin ufakta doğdukları yerin veya zamanların aynı oluşu. Aynı meridyen üzerinde olup ay ve güneşi aynı saatlerde gören ülkeler.

hemze

  • Elif veya elif yerine kullanılan işaret. Elif, vav, ya, he üzerine konulan ve "e" diye okutan işaret.
  • Parmakla sıkma, dürtme, sıkıştırma.

hendese

  • Geo: şekil bilgisi.
  • Mat: Çizgi, yüzey ve hacim olarak bu üç şeklin özelliklerini ve ölçülerini inceleyen matematik kolu.

hercümerc / هرج و مرج

  • Kargaşa, dağınıklık, düzensizlik. (Farsça)

herkül burcu

  • Gökyüzünün kuzey yönünde Herkül ismi verilen bir yıldız kümesi.
  • Gök küresi kuzey cihetinde isim verilen bir takım yıldız kümesi.

heva-i nesim

  • Güzel, lâtif, hoş hava. Lâtif mânevi gıda. (Farsça)
  • Hava (Atmosfer.) (Farsça)

hevadic

  • (Tekili: Hevdec) Kadınların binip oturmaları için devenin üzerine konulan küçük mahfeler.

hevdec

  • Kadınların binmesi için deve üzerine yapılan küçük mahfel.

heykel

  • Taş, tunç, kil ve alçı gibi maddelerden yontularak, kalıba dökülerek veya yoğurulup, pişirilerek yapılan insan, hayvan vs. şekli.
  • Büyük bina, anıt, büyük ve yüksek yapı, âbide.
  • Mc: Soğuk ve duygusuz kimse.
  • Güzel ve yakışıklı kişi.

hezec

  • Gök gürültüsü.
  • Güzel sesle şarkı söylemek.

hibe-name

  • Bir kimseye birşey hibe edip bağışlamak üzere yazılan kâğıt. (Farsça)

hibek

  • (Çoğulu: Hubük) Rüzgârın lâtif estiği zaman denizde veya kumda meydana getirdiği yol yol kırıntılar ve dalgacıklar. Saçların kıvırcıklığından hâsıl olan dalgalanmalar. Kelimenin aslı olan "habk" sıkı bağlayıp muhkem kılmak; ve kumaşı sıkı, sağlam ve üzerinde san'at eseri zahir olacak vecihle güzel b

hıbve

  • (Çoğulu: Hubâ) Gökyüzüne yayılmış büyük bulut.
  • Dizlerini büküp, mak'adı üzerine oturup, elleri dizleri altından bağlamak.
  • Bele takılan şey.

hican

  • İyi, kerim kimse.
  • Güzel ve beyaz deve.

hicaz demiryolu madalyası

  • Şam-Hicaz demiryolunun yapımı için para yardımı bulunanlarla, demiryoluna ait işlerde hizmetleri görülenlere verilmek üzere II.Abdülhamid tarafından çıkartılan üç ayrı madalya. 16.9.1902 tarihli nizamname ile çıkarılan bu madalyanın bir tarafında "Hamidiye Hicaz demiryoluna hizmet eden hamiyyetmendâ

hida' / hidâ' / خداع

  • Hile. Düzen kurmak. Aldatmak için yapılan oyun.
  • Düzen, komplo. (Arapça)

hıdane / hıdâne

  • Çocuğu kucağa almak, besleyip büyütmek üzere yanında bulundurmak. İslâm nikâhının bozulmasından sonra (ayrılıkta), çocuğu, selâhiyetli (yetkili) olan kimsenin yâni başkası ile evli olmayan annenin belirli bir yaşa gelinceye (oğlan çocuğu yedi, kız ye tişkin oluncaya) kadar yanında alıkoyması ve terb

hidayet / هدايت / hidâyet / هِدَايَتْ

  • Hak üzere olma.
  • Hak üzere olma.

hıdiv / hıdîv

  • Vezir, âsaf. (Farsça)
  • Kral nâibi. (Farsça)
  • Osmanlı Padişahı Abdülaziz zamanında (1861 - 1876) Mısır valilerine verilen ünvan. Sultan Abdülaziz, hıdîv ünvanını Büyük Fuad Paşa'nın arzusu üzerine ilk olarak Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın torunu olan İsmail Paşa'ya verdi. (8/6/1867) İsmail Paşadan (Farsça)

hıffet

  • Hafiflik; kolaylık; Arapça'da kural olarak teleffuzu dile ağır gelen lâfızların kurallar çerçevesinde düzenlenerek kolaylık sağlama; Meselâ, kàle fiilinin aslı 'kavele' dir. Ancak söylemesi dile ağır geldiği için 'vav' harfi 'elif'e çevrilerek kàle denmiştir.

hikmet

  • Nübüvvet (peygamberlik).
  • Faydalı ilim.
  • Edeb, ahlâk ve nasîhat ile ilgili güzel sözler.
  • Gizli sebep, fâide.
  • Fıkıh ilmi, helâl ve harâmı bildiren din ilmi.
  • İlm-i Ledünnî, mânevî ilim.
  • Peygamber efendimizin sünneti.

hikmet-i bedayi'

  • Güzel sanat bilgisi. Güzel san'at sevme (estetik). (Farsça)

hikmet-i intizam

  • Kâinatta var olan düzenin bir gaye ve faydaya yönelik olarak, mânâlı ve tam yerli yerinde olması.

hikmet-i muzahrefe

  • Görünüşte güzel ve süslü, gerçekte içi boş ve çürük felsefe.

hilafet-i kübra / hilâfet-i kübrâ

  • En büyük halifelik; insanların Allah tarafından bütün varlıkların üzerinde bir temsilci kılınması.

hile / hîle / حيله

  • Sed. Hâil.
  • Çare.
  • Maslahat ve hayırlı işlerde tedbirli ve tecrübeli olmak.
  • Aldatacak tarz ve tedbir. Fend. Mekir. Dabara.
  • Zeval ve intikal.
  • Sahtekârlık, yalancılık, düzenbazlık.
  • Düzen, aldatma.
  • Düzen, oyun, hile. (Arapça)

hile-i şer'iye

  • Müşkül bir mes'eleyi, şer'i esaslar üzeri, hazakatla hall ve izah etmek ve şer'an muahaze ve mes'uliyeti mucib olmayacak surette te'vilini bulmaktır. Bu tabir kanuna, yani şeriata karşı irtikâb edilen, hile, oyun, aldatma veya şer'î bir hükmü bertaraf etmek mânasına olmayıp, ancak karışık bir durumu

hilebaz / hîlebaz / حيله باز

  • Hileci, yalancı, düzenbaz, oyuncu. (Farsça)
  • Hilekâr, düzenbaz. (Arapça - Farsça)

hilekar / hîlekâr / حيله كار

  • Düzenbaz, hileci. (Arapça - Farsça)

hilesaz

  • Oyuncu, düzenbaz, hileci. (Farsça)

hillet

  • (Çoğulu: Hillel - Hilâl) Samimi ve cân-ı gönülden olan dostluk. En güzel takdir edici ve samimi arkadaşlık.
  • Kılınç gediği.
  • Nakışlı deri.
  • Ağızda bâki kalan dişler.
  • Dişler arasında kalan yemek artığı.

hılt / خلط

  • Safra, sevda, dem (kan) ve balgam olmak üzere insan vücudundaki dört ana maddenin herbiri. (Arapça)

hılye

  • Güzel sıfatlar, iyi hasletler.
  • Süs, zinet.
  • Peygamberimiz Hz.Muhammed'in (A.S.M.) evsafı ve bundan bahseden kitab.

hilye / حليه

  • Güzel sıfatlar. Süs. Zinet. Cevher. Güzel yüz.
  • Kılıcın sapındaki veya kınındaki zinet.
  • Suret. Hey'et. Görünüş.
  • Güzel sıfatlar, Peygamberimizi tasvir eden yazılar.
  • Süs. (Arapça)
  • Güzel yüz. (Arapça)
  • Güzel özellikler. (Arapça)

hilye-i seadet / hilye-i seâdet

  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem görünüşü veya O'nun görünen bütün uzuvlarının şeklini, sıfatlarını, isimlerini ve güzel huylarını anlatan yazılar. Süslü levhalar üzerine yazılan bu yazılara Hilye-i şerîf de denir.

hind

  • Hindistan'ın kısa adı.
  • Bir kadın adı. (Asr-ı saadette Hazret-i Hamza'nın ciğerlerini yiyen kadın, Ebu Süfyan'ın karısı.)
  • Fetva metinlerinde kadını temsil etmek üzere kullanılan umumi isimlerden birisi. Diğerleri: Fatıma, Hatice, Zeyneb.

hindi / hindî

  • Hind'e ait.
  • Hind ahalisinden olan, Hindli.
  • Bugün konuşulan Hind dillerinin en yaygın ve tanınmış olanı.
  • Güzel sanatlarda kullanılan ve Hind'de yapıldığı için de bu ismi alan bir kağıt cinsi.

hırka-i saadet

  • Cenab-ı Peygamber'in (A.S.M.) İstanbul'da Topkapı Sarayı'nda gümüş sandık içinde muhafaza edilen hırkasıdır. Mısır'ın fethi üzerine Mekke Şerifi tarafından diğer emanat-ı mübareke ile beraber Yavuz Sultan Selim Han'a hediye edilmiştir. Hırka-i Şerif de denir.

hırka-i saadet dairesi

  • İstanbul'da Topkapı Sarayı'nda "mukaddes emanetlerin" bulunduğu yer. Burada yüzyıllardan beri, başta Peygamberimiz Hz.Muhammed'in (A.S.M.) hırkaları olmak üzere İslâmî nitelikte birçok mukaddes eşya saklanmaktadır. Bu eşya Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim tarafından, Mısır'ın fethinden (1517) son

hırka-i seadet / hırka-i seâdet

  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem, Eshâb-ı kirâmdan (Peygamberimizin arkadaşlarından), Kâ'b bin Züheyr'e, yazdığı güzel kasîdesinden dolayı hediye ettiği bu hırka, İstanbul'da Topkapı Sarayı Müzesi Hırka-i Seâdet dâiresinde diğer kutsal emânetlerle birlikte muhâfaza edilmektedir.

hırz

  • Melce'. Sığınılacak yer.
  • Tılsım. Cenab-ı Hakk'ın muhafaza etmesine dair yazılı duâ.
  • Fık: Bir malın âdet üzere muhafazasına mahsus yer.
  • Muhafaza etmek.

hırz ayetleri / hırz âyetleri

  • Okunduğunda veya üzerinde taşındığında Allahü teâlânın muhâfazasına (korumasına) kavuşmaya vesîle (sebeb) olduğu bildirilen âyet-i kerîmeler.

hısal / hısâl

  • Güzel huylar.

hısal-i hamide / hısal-i hamîde / hısâl-i hamîde

  • Medhe ve övülmeğe lâyık güzel huylar, güzel hasletler.
  • Övülmeye lâyık güzel hasletler, huylar.

hısan

  • (Tekili: Hasna) Güzel kadınlar veya kızlar.

hitab-ı teşrifiye / hitab-ı teşrifîye

  • Şereflendiren hitap; Allah'ın "ebedî kalmak üzere Cennete girin" şeklinde şereflendiren hitabı.

hitabet

  • Düzgün ve güzel söz söyleme san'atı.
  • Cemaate, topluluğa veya birisine karşı söz söylemek. Güzel ve faideli söz konuşmakla halka dinletmek. Güzel söz söyleme san'atı. Hutbe okuma. Nutuk irâdetmek.
  • Man: Makbul ve zannî mukaddemelerden terekküb eden kıyas.

hitamuhu miskün

  • Onun mühürü (sonu) misktir, meâlinde Mutaffifîn Suresi'nin 26. âyetinden bir kısımdır. Onda Cennet nimetlerinden bahsedildiği gibi, bu kelâm tatbikatta sözün, sohbetin sonunu hoş ve güzel sözle bitirmeğe denilir.

hıtta

  • Günahlardan istiğfar etmek.
  • Başkasının üzerinden suçluluğu kaldırmak.
  • (Çoğulu: Hıtat) Diyar, ülke, memleket.

hiyamiyye nezareti

  • Tar: 1826 senesinde Yeniçeri Ocağı'nın ilgası üzerine kaldırılan Çadır Mehterleri yerine kurulan daire.

hızane

  • Bir şeyi bir şeye ilâve etmek.
  • Fık: Hak ve salâhiyeti haiz olan kimsenin belirli müddet zarfında çocuğunu besleyip büyütmek ve terbiye etmek üzere yanında bulundurması.
  • Bir şeyi kucağına almak.

hizaya gelmek

  • Yola gelmek, düzelmek.

hokkabaz / حقه باز

  • Düzenbaz. (Arapça - Farsça)

hornito

  • İsp. Küçük fırın.
  • Jeo: Genellikle patlamalar neticesinde meydana gelen, lâv fışkırmalarının volkan selleri yüzeyinde meydana getirdiği kabarcık.

hoş

  • İyi, güzel. (Farsça)
  • Tatlı. (Farsça)
  • Tuhaf, garip. (Farsça)

hoşa

  • Ne güzel, ne iyi, ne hoş. (Farsça)

hoşane

  • Güzel, iyi, lâtif. (Farsça)

hoşavaz / hoşâvâz / خوش آواز

  • Sesi güzel olan. Güzel sesli. (Farsça)
  • Tatlıses, güzelses. (Farsça)

hoşbu

  • Güzel kokulu, hoş kokan. (Farsça)

hoşbuyi / hoşbuyî

  • İyi kokulu olmak, güzel kokmak. (Farsça)

hoşeda

  • Hareket ve davranışı hoş ve güzel olan. (Farsça)

hoşelhan

  • Güzel ve hoş makale okuyan. (Farsça)

hoşendam

  • Boyu bosu güzel ve düzgün olan. (Farsça)

hoşhan

  • Okuyuşu güzel (Farsça)

hoşhıram

  • Güzel yürüyüşlü, güzel gidişli. (Farsça)

hoşmanzar

  • Manzarası güzel. Güzel görünen. (Farsça)
  • Mc: Güzel yüzlü. Siması güzel olan. (Farsça)

hoşmeniş

  • Huyu, tabiatı iyi. Güzel huyları olan. (Farsça)

hoşmeşreb

  • Sevimli, güzel huylu. (Farsça)

hoşneva

  • Sesi güzel olan. Güzel sesli. (Farsça)

hoşnigah / hoşnigâh

  • Güzel bakışlı. (Farsça)

hoşnihad

  • İyi yaradılışlı, güzel huylu. (Farsça)

hoşnüma

  • Güzel görünen. (Farsça)

hoşreftar

  • Gidişi, yürüyüşü güzel. Güzel gidişli. (Farsça)

hoşsohbet

  • Konuşması tatlı, sohbeti güzel. (Farsça)

hotoz

  • Eski zamanda kadınların başlarına giydikleri süslü serpuş.
  • Hayvan, kuş ve tavuk tepesi.
  • Yapıların ve eşyaların üzerine konulan tepelik.

hub / hûb / خوب

  • Güzel, hoş, iyi.
  • Hoş, güzel, iyi. (Farsça)
  • Güzel. (Farsça)
  • İyi. (Farsça)

hub-avaz

  • Güzel sesli, sesi güzel olan. (Farsça)

hubab

  • Muhabbet.
  • Mahbub, sevgili olan.
  • Su üzerinde olan kabarcık ki, habab-ül mâ' derler.

huban

  • Güzeller, iyiler. (Farsça)

hubanname

  • Edb: Güzel ve yakışıklı gençler hakkında yazılan kitap. (Güzel kadınlar hakkında yazılanlara ise "zenanname" denilir.)

hubb-u mehasin / hubb-u mehâsin

  • Güzellik sevgisi.

hubi / hubî / hûbî / خوبى

  • Güzellik. (Farsça)
  • Güzellik. (Farsça)

hubruy / hûbrûy / خوبروی

  • (Çoğulu: Hubruyân) Yüzü güzel olan. Güzel yüz.
  • Güzel yüzlü. (Farsça)

hubş

  • Sesi güzel olan bir kuş.

hubter / hûbter / خوبتر

  • (Hub-terin) En güzel, pek güzel. (Farsça)
  • Daha güzel. (Farsça)

hubub

  • (Tekili: Hubüb) (Habâb) Su üzerinde kabarcıklar.

hüccetü'z-zehra

  • Parlak ve güzel delil; On Beşinci Şuâ.

huceste-hisal

  • Güzel huylu, tabiatı uğurlu. (Farsça)

hud'a / خدعه

  • Hile, oyun. Aldatma. Düzen. Mekir.
  • Bir kere aldanmak.
  • Herkese aldanan. Safdil.
  • Düzen, dalavere. (Arapça)

hud'akar / hud'akâr

  • Oyuncu, düzenbaz, hilekâr. (Farsça)

hud'akari / hud'akârî

  • Düzenbazlık, hilekârlık, oyunculuk. (Farsça)

huda / hudâ

  • Hile, düzen.

hudeybiye

  • Mekke-i Mükerreme'den Medine-i Münevvere'ye giden yolun üzerinde ve Mekke'den bir merhale uzaklıkta küçük bir köy olup, yakınında bir kuyu ve bir ağaç vardır ki, bu ağacın altında Hz. Fahr-i Kâinat Efendimize (A.S.M.) beşinci hicri senede eshabı tarafından biat olunmuştur. Hicretten beş sene on ay g

hudud-u azamet-i rububiyet

  • Allah'ın varlıklar üzerindeki terbiye ve idare ediciliğinin ve egemenliğinin geniş sınırları.

hududname

  • Memleket sınırını belirleyen vesika. Harp veya diğer bir ihtilaf sonunda iki taraf murahhaslarınca yerinde tetkik edilerek tanzim olunan harita ve rapor. (Farsça)
  • Memleket dahilindeki bir çiftlik veya arazinin sınırlarını göstermek üzere yapılmış olan vesika. (Farsça)

huff

  • Abdest alınırken üzerine meshedilebilen mest vs. gibi ayakkabı.
  • Deve tabanı isimli bir nebat.

hükkam-ı fesahat / hükkâm-ı fesahat

  • Güzel, akıcı ve etkili konuşmada üstün ve otoriter olanlar.

hükm-i adil / hükm-i âdil

  • Huk: Adalet üzere verilmiş olan hüküm.

hükm-ü adilane / hükm-ü âdilâne

  • Adalet üzere verilen hüküm.

huleb

  • Bozrak bir ot ki, yer üzerine yayılır, sapı olmaz; yaprağını koparsalar sütü akar ve ekseriyâ geyik yer.

hulel

  • Hulleler, güzel elbiseler.

huleyme

  • (Çoğulu: Huleymât) Memecik.
  • Ciltte, bilhassa dil üzerinde bulunan küçük kabarcıkların beheri.

hulle-i icadat / hulle-i îcâdât

  • Yaratma fiilinin üzerini saran elbise; îcat elbisesi.

hulud

  • Ebedilik. Devam üzere olmak. Bir şey aslî hâleti üzere dâim olmak.

huluk-ı azim / huluk-ı azîm

  • Kur'ân-ı kerîmin bildirdiği ve Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem sâhib olduğu güzel huylar.

hulusname

  • Yalnız muhabbet, alâka ve bağlılığı göstermek üzere sunulan mektub. (Farsça)

hulv

  • Tatlı.
  • Hoş ve güzel. İyi.

humre

  • (Çoğulu: Humur) Küçük seccade.
  • Namaz kılacak yer.
  • Küçük hasır parçası.
  • Güzelleşmek için kadınların yüzlerine sürdükleri şey.

hunük

  • Ne güzel! Ne hoş! Ne mutlu! (Farsça)

hur-i in / hur-i în

  • Cennet'te âhu gözlü çok güzel kızlar.

hurf

  • Üzerlik tohumu.

huri

  • (Ahver ve Havrâ kelimelerinin çoğulu) Ahu gözlüler. Gözlerinin akı karasından çok olan, pek güzel ve güzellikleri tarif ve tavsif edilemiyecek derecede güzel olan Cennet kızları.

huri'l-in / hûri'l-în

  • Güzel gözlü Cennet kızı.

huriliyn / hûrilîyn

  • Tarifsiz güzellikte cennet kızı.

hurlika

  • Çok güzel, huri yüzlü. (Farsça)

hus

  • Bir kavim üzerine nâzil olan umur.

hüseyin / حسين

  • Küçük güzel.
  • (Hi: 6-61) Hazret-i Ali Radıyallahü Anhu'nun oğlu, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sevgili torunudur. Peygamberimiz (A.S.M.) "Hüseyin benden, ben Hüseyindenim. Allah Hüseyini seveni sever." buyurmuştur. Kerbelâda şehid oldu (R.A.)
  • Küçük güzel.

hüsn / حسن

  • (Hüsün) Güzellik. İyilik. Eksiksizlik. Cemal ile kemal.
  • Güzel, iyi, güzellik, iyilik.
  • Güzellik.
  • Güzellik.
  • Güzellik.
  • Güzellik. (Arapça)

hüsn ü aşk

  • Güzellik ve muhabbet:
  • şeyh Galib'in manzum hikâyesi.

hüsn ü kubh

  • Güzellik ve çirkinlik.

hüsn ü kubuh

  • Güzellik ve çirkinlik.

hüsn-aver

  • Güzelliği çoğaltan. Güzellik veren. (Farsça)

hüsn-i ahlak / حسن اخلاق

  • Güzel ahlak. (Arapça - Farsça)

hüsn-i akibet

  • Netice güzelliği.

hüsn-i dilara / hüsn-i dilârâ

  • Gönül alıcı güzellik.

hüsn-i huluk

  • Güzel huy, iyi ahlâk.

hüsn-i suret / hüsn-i sûret / حسن صورت

  • yüz güzelliği. (Arapça - Farsça)
  • En iyi biçim. (Arapça - Farsça)

hüsn-i ta'bir

  • Müstehcen veya soğuk bir şeyin güzel ve edebe uygun bir tarzda ifade edilmesi.

hüsn-ü adab / hüsn-ü âdâb

  • (Hüsn-i âdâb) Güzel ve iyi edeblilik. Güzel terbiye. İslâmi terbiye.

hüsn-ü ahlak / hüsn-ü ahlâk / حُسْنِ اَخْلَاقْ

  • Ahlâk güzelliği.
  • Güzel ahlâk.
  • Güzel ahlâk.

hüsn-ü akıbet / hüsn-ü âkıbet

  • Güzel bir sonuç.

hüsn-ü akli / hüsn-ü aklî / حُسْنُ عَقْل۪ي

  • Akıl yoluyla anlaşılan güzellik.
  • Akla âid güzellik.

hüsn-ü alaka / hüsn-ü alâka

  • Güzel ilgi.

hüsn-ü amel

  • Güzel amel.

hüsn-ü arazi / hüsn-ü arazî

  • Ber şeyin aslen kendisinde olmayan ve kendisine sonradan gelmiş olan güzellik.

hüsn-ü aşk

  • Güzel aşk.

hüsn-ü basar / حُسْنُ بَصَرْ

  • Görme sıfatındaki güzellik.
  • Güzel görme.

hüsn-ü beyan

  • Akıcı ve güzel anlatış.

hüsn-ü bi-bahane

  • Kusursuz güzellik. Günahsız mâsum güzellik.

hüsn-ü bilgayr

  • Dolayısı ile, neticeleri ciheti ile güzel olan.
  • Dolayısıyla güzel.

hüsn-ü bizzat

  • Bizzat güzel.
  • Kendisi bizzat güzel olan.

hüsn-ü cemal / hüsn-ü cemâl / حُسْنُ جَمَالْ

  • Güzellik ve cemal.
  • Güzelliğin güzelliği.

hüsn-ü cereyan / hüsn-ü cereyân / حُسْنُ جَرَيَانْ

  • Güzel gidişat.
  • Güzel gerçekleşme.

hüsn-ü edep

  • Güzel ahlâk.

hüsn-ü endam

  • Vücut güzelliği.

hüsn-ü esma / hüsn-ü esmâ

  • İlâhî isimlerin güzelliği.

hüsn-ü fikr

  • Güzel düşünce.

hüsn-ü hakiki / hüsn-ü hakikî

  • Gerçek güzellik.

hüsn-ü hal

  • Hâlin, durumun güzelliği.
  • İyi hal. Güzel ahlâk.

hüsn-ü hareket

  • Güzel muamele yapma, iyi muamelede bulunma.

hüsn-ü haslet

  • Güzel özellik, huy.

hüsn-ü hat

  • Güzel yazı.

hüsn-ü hatime / hüsn-ü hâtime / حُسْنُ خَاتِمَه / حُسْنِ خَاتِمَه

  • Güzel son.
  • Güzel son.
  • Güzel son (îmânlı ölüm).

hüsn-ü hayır

  • Hayrın güzelliği.

hüsn-ü hayr

  • Hayrın güzelliği

hüsn-ü hilkat / حُسْنُ خِلْقَتْ

  • Yaratılışın güzelliği.
  • Güzel yaratılış.

hüsn-ü hilkat-ı insan

  • İnsanın yaratılışının güzelliği.

hüsn-ü hizmet / حُسْنُ خِدْمَتْ

  • Güzel hizmet.
  • Güzel hizmet.

hüsn-ü hulk / حُسْنُ خُلْقْ

  • Güzel ahlâk.
  • (Hüsn-i hulk) Ahlâk güzelliği. Güzel ahlâk.
  • Güzel ahlak.

hüsn-ü ifade

  • Güzel anlatım, maksadını güzelce dile getirme.

hüsn-ü ifham

  • Anlatımdaki güzellik.

hüsn-ü insaniyet

  • İnsanlığın güzelliği.

hüsn-ü intizam

  • Tertip ve düzenin güzelliği.

hüsn-ü isabet

  • Güzel bir şekilde ve doğru bir tarzda gayeyi gösterme.

hüsn-ü isti'mal

  • İyi ve güzel kullanma.

hüsn-ü istikbal

  • Güzel karşılama.

hüsn-ü istimal

  • Güzel ve iyi kullanma.

hüsn-ü istimal etmek

  • Güzel kullanmak.

hüsn-ü kabul

  • Güzel kabul.
  • İyi karşılamak. Güzellikle kabul etmek.

hüsn-ü kabul-ü halk

  • Halkın güzellikle kabul etmesi, benimsemesi.

hüsn-ü kelam / hüsn-ü kelâm / حُسْنُ كَلَامْ

  • Sözdeki güzellik.
  • Güzel konuşma (sıfatı).

hüsn-ü kemal / hüsn-ü kemâl

  • Güzel kemâl, olgunluk.

hüsn-ü kerem

  • İkram etmedeki güzellik.

hüsn-ü külli / hüsn-ü küllî

  • Bütün fertleri içine alan kapsamlı, şümullü güzellik.

hüsn-ü ma'nevi / hüsn-ü ma'nevî

  • (Hüsn-i ma'nevî) Manevî güzellik. İç güzelliği.

hüsn-ü mahfi / hüsn-ü mahfî

  • Gizli güzellik.
  • (Hüsn-i mahfî) Gizli güzellik.
  • Kalbî ve ruhî güzellik.

hüsn-ü maişet

  • Güzel ve rahat geçim.

hüsn-ü masnuiyet

  • Sanatındaki güzellik.

hüsn-ü metanet

  • Metanetin ve sağlamlığın güzelliği.

hüsn-ü misal / hüsn-ü misâl / حُسْنُ مِثَالْ

  • Güzel örnek.
  • Güzel misâl.

hüsn-ü muamele

  • (Hüsn-i muâmele) İyi muâmele. Güzel hatt-ı hareket.

hüsn-ü muaşeret / hüsn-ü muâşeret / حُسْنُ مُعَاشَرَتْ

  • Güzel geçim.
  • Bir arada yaşama güzelliği.

hüsn-ü mücerred / حُسْنُ مُجَرَّدْ

  • Kusur ve noksanlıktan arınmış güzellik.
  • Gayr olsun olmasın bizzat güzel olan şey. Bazı âza veya çizgilerin mütenasib terkib ve tertibiyle hâsıl olan hüsün, hüsn-ü mücerred değildir. Şartları zâil olsa, hüsün de zâil olur. Fakat, vücud, hayat, iman gibi varlıklar hüsn-ü mücerreddir ve bizzat güzeldirler. Güzellikleri başka şeylere
  • Saf katıksız güzellik.

hüsn-ü mukaddes

  • Kutsal ve kusursuz güzellik.

hüsn-ü münasebet

  • İrtibatın güzelliği.

hüsn-ü münezzeh

  • Her türlü kusur ve çirkinlikten arınmış güzellik.

hüsn-ü münezzeh ve mücerred

  • Her türlü kusur ve çirkinlikten arınmış ve soyutlanmış güzellik.

hüsn-ü nakış

  • Nakış güzelliği.

hüsn-ü niyet / حُسْنِ نِيَتْ

  • Güzel niyet.

hüsn-ü nur

  • Nurdaki güzellik.

hüsn-ü rıza / hüsn-ü rızâ

  • Güzel bir şekilde razı olma, hoş karşılama.

hüsn-ü san'at

  • San'at güzelliği.

hüsn-ü şefkat

  • Şefkatin güzelliği.

hüsn-ü şehadet

  • İyi tanıklık etme; güzel görme.

hüsn-ü siret / hüsn-ü sîret / حُسْنِ س۪يرَتْ

  • Ahlâktaki güzellik.
  • Ahlâk güzelliği.

hüsn-ü suret / حُسْنُ صُورَتْ / hüsn-ü sûret

  • Dış görünüşteki güzellik.
  • Yüz güzelliği veya dış güzellik.
  • Yüz güzelliği, dış güzellik.

hüsn-ü ta'lil

  • Edb: Herhangi bir hâdisenin hakiki sebebini saklayarak, güzel ve hayalî bir sebep göstermeye hüsn-ü ta'lil denir. Bu gösterilen sebep hakiki olmamalı, fakat güzel olmalıdır.Bağ-ı âlemde yüzün menendi bir gül isteyüp.Cüst ü cu idüp gezer gülzarı bülbül şah şah. (Fatih Sultan Mehmed)Bülbülün, gül bahç

hüsn-ü taam / hüsn-ü taâm / حُسْنُ طَعَامْ

  • Yemeğin güzelliği, lezzet.
  • Yiyeceğin güzelliği.

hüsn-ü takvim

  • En güzel şekil, en güzel kıvam.

hüsn-ü tali

  • Güzel kısmet, baht.

hüsn-ü te'sir / hüsn-ü te'sîr / حُسْنُ تَأْث۪يرْ

  • Güzel tesîr.

hüsn-ü telakki / hüsn-ü telâkki

  • (Hüsn-i telakki) İyi anlayış. İyi kabul ediş. Güzel telâkki etmek. Anlayış gösterip iyi niyetle kabul etmek.
  • İyi anlayış, güzel telakki etme, güzel karşılama.

hüsn-ü temasül

  • Güzel benzeyiş.

hüsn-ü tenasüp

  • Güzel bir uygunluk.

hüsn-ü terbiye

  • Terbiyenin güzelliği.

hüsn-ü tesadüf

  • Güzel rastlantı.

hüsn-ü tesir / hüsn-ü tesîr

  • İyi tesir, güzel etki.

hüsn-ü teveccüh / حُسْنُ تَوَجُّهْ

  • Güzel alâka, ilgi.
  • Güzel yöneliş.

hüsn-ü vifak

  • Uygunluğun güzelliği, güzel uygunluk.

hüsn-ü yusuf / hüsn-ü yûsuf

  • Hz. Yûsuf'un güzelliği.

hüsn-ü zan / حُسْنِ ظَنْ

  • Güzel zanda bulunma.
  • Güzel zanda bulunma.

hüsn-ü zati / hüsn-ü zâtî / حُسْنُ ذَاتِي

  • Güzelliğin, bu sıfatı taşıyan varlıkta ayrılmaz bir özellik olması.
  • Zata âit güzellik.

hüsn-ü ziynet

  • Süsteki güzellik, güzel süsleme.

hüsna

  • En güzel.
  • (Ahsen'in müennesidir) İyi zan. En güzel. Amel-i sâlih. Pek güzel.
  • Cennet.
  • İyi amel ve haslet. Cenab-ı Hakk'ı görmek ve Ona iman ve ubudiyetle şereflenmek.
  • Düşman üzerine fevz ve zafer bulmak, şehidlik.

hüsni / hüsnî

  • Güzelliğe dâir. Güzelliğe âit ve müteallik.

hüsniyyat

  • Güzel olan hususlar.

hüsnüniyet

  • Güzel niyet.

hüsnünün letaifi / hüsnünün letâifi

  • Fiillerdeki güzelliğin hoşluğu, şirinliği.

hüsnüzan / hüsnüzân

  • Bir başkası hakkında güzel düşünme.
  • Güzel sanma.

husuf

  • Ay tutulması. Perdelenmek. Dünya gölgesinin ay üzerine gelmesi.
  • Bir şeyin nuru ve ışığı gitmesi.

husum

  • (Tekili: Hasim) Uğursuzluk.
  • İdman. Birbiri ardınca devam üzere olmak.
  • Bir şeyi kökünden kesip dağlayanlar.
  • Fırtına.

hüsün / حُسُنْ

  • Güzellik.
  • Güzellik.
  • Güzellik.

hüsün ve cemal / hüsün ve cemâl

  • Maddî ve manevî güzellik.

hüsünperest / حُسُنْپَرَسْتْ

  • Güzelliğe düşkün.
  • Güzellik düşkünü.
  • Güzelliğe düşkün.

hüsünperver

  • Güzelliğe düşkün.

hüsünşiken

  • Güzellik bozucu.

hüve ahsen

  • O daha güzeldir, en güzeldir.

hüve hasen

  • O güzeldir.
  • O bir güzeldir, hasendir.

hüve'l-ahsen

  • O en güzeldir.

hüve'l-hasen

  • Sadece o güzeldir.

hüve'z-zahir / hüve'z-zâhir

  • O Zâhirdir; her şeyin dış yüzlerini çeşitli cihaz ve ürünlerle donatıp ve ince nakışlarla süsleyerek mükemmel ve güzel yaratan ve her şeyde varlık ve birliğinin işaretleri açıkça görünen, Allah'tır.

hüve-l ahsen

  • Sadece ve yalnız en güzel O'dur.

hüve-l hasen

  • Sadece, yalnız o güzeldir.

huz ma safa, da' ma keder / huz mâ safâ, da' mâ keder

  • "Güzel ve duru olanı al, çirkin ve bulanık olanı bırak".

hüzeyfe

  • Ensar-ı Kiramdandır. Hüzeyfe-i Yemanî de denir. Hz. Muhammmed (A.S.M.) ona münafıkları bildirdiğinden dolayı, Hz. Ömer (R.A.) onunla istişare eder ve Onun, namazını kılmadığı kimselerin namazında bulunmazdı. Çok takvalı ve istiğna sâhibi bir zat idi. İran'ın fethinde bulundu. (Hi: 35) de Dâr-ı Beka'

huzne

  • (Çoğulu: Huzen) Sağlam ve sert olan.

hüznengiz

  • Hüzün veren, üzen.

huzunet

  • (Çoğulu: Huzen) Sağlamlık. Kabalık, sertlik.

i'caz

  • Âciz bırakmak. Acze düşürmek, şaşırtmak.
  • Edb: Mu'cize derecesinde düzgün ve icazlı söz söylemek. Benzerini yapmada herkesi acze düşürmek. Güzel söz söylemekte insanların muktedir olmadıkları derece.
  • Mu'cizelik olan şey.

i'caz-ı belağat / i'câz-ı belâğat

  • Güzel söz söylemedeki mu'cizelik.

i'tidad

  • Yardım isteme. İmdât isteme.
  • Bir şeyi kol üzerine alma.

i'tifar

  • Yere vurma. Kavrayıp yere çarpma. Üzerine atılıp kavrama.

i'tizad

  • Yardım etme. Muavenette bulunma.
  • Yardım ve imdat isteme.
  • Bir şeyi kol üzerine alma.

i'tizam

  • Azim ve kasdeylemek. Gitmek üzere olmak. Fütursuz ve kasd üzere olmak.

i'tizar

  • Kusurunu bilerek özür dilemek. Kusurunu beyan edip ve anlayıp af dilemek. (Takdire şayan güzel bir haslettir.)

iadeten / iâdeten / اعادة

  • Geri vermek üzere.
  • Geri verilmek üzere. (Arapça)

iane-i cihadiye

  • Muharebe zamanında harbin icab ettirdiği fazla masrafları karşılamak ve yardım olmak için halktan alınan paralar. Miktarı, her mahallin iktidarı derecesine göre kaza ve liva üzerine merkezden tertib ve "tevzi defterleri"ne maktu' miktar olarak konulurdu. Bu çeşit vergi ve ianeler Tanzimat'tan sonra

ianeten

  • İane suretiyle, yardım olmak üzere.

ibadet-i tefekkür

  • Allah'ı tanımayı sonuç verecek şekilde varlıklar üzerinde düşünme ibadeti.

ibda / ibdâ

  • Benzersiz güzellikte yaratma.

ibda'

  • (İbzâ') Parça parça etmek.
  • Sorulan şeye güzel cevab vermek.
  • Kandırmak.
  • Birisine, kâr tamamen kendine âit olmak üzere sermaye vermek.

ibda-i san'at / ibdâ-i san'at

  • Benzersiz güzellikte sanat eseri meydana getirme.

ibn-i hacer-i askalani / ibn-i hacer-i askalanî

  • (Hi: 773-852) Büyük hadis âlimidir. Şafiî mezhebinin meşhur fukahasından olup hadis üzerine çok eserleri vardır.

ibn-i üsbuayn

  • Çok güzel genç.
  • Ayın ondördü.

ibnü'l-hacer

  • İbn Hacer el-Heysemî'nin (ö.1567) fıkıh esasları üzerine kaleme aldığı eseri.

ibrahim desuki / ibrahim desukî

  • Büyük âlim ve mutasavvıflardan olup büyük makam sâhibi bir zâtdır. Pek meşhur ve çok güzel sözleri ve mev'izaları vardır. 676 tarihinde 43 yaşında Şam'da vefat etmiştir. (K.S.)

ibram

  • Israrla rica etmek. Usandırıncaya kadar üzerine düşmek.
  • Usandırmak, yıldırmak.
  • İpi sağlam bükmek.
  • Muhkem kılmak.

ibre-i hayyat

  • Kendi işlerini bırakıp başkasının işlerini halledip düzeltmeye çalışan adam.
  • Terzi iğnesi.

ibreten

  • İbret olmak üzere, intibah ve ibret vesilesi olmak için.

ibrin

  • Yüzü çok parlak ve güzel olan sevgili.

ibsan

  • Bir kimsenin huyunun veya yüzünün güzel olması.

ibtina'

  • (Binâ. dan) Bir şeyin üzerine bina etme. Bir dava veya bahiste bir şeye istinad etme.

iç cebehane

  • Şimdiki askerî müzeye eskiden verilen addır. İç cebehâne tâbiri bilahare "Hazine-i esliha", Üçüncü Sultan Ahmed devrinde "Dâr-ül esliha", daha sonraları da "Harbiye ambarı" olarak değiştirilmiş, en sonunda "askerî müze" şeklini almıştır. (Türkçe)

iç oğlanı

  • Saray hizmetine alınıp devletin çeşitli makamlarına namzed olarak yetiştirilen gençler. İç oğlanı, Yıldırım Bayezid zamanında yeni teşekküle başlayan saray hizmetlerinde bulunmak üzere yeniçerilik için toplanan devşirmelerden ayrılmak suretiyle meydana getirilmiş ve bu usûl sonradan yapılan kanunla (Türkçe)

icare-i sahiha

  • İn'ikad ve sıhhat şartlarını tamamen câmi' olan icaredir ki, şuyu'ı asilden ve şartı mufsidden hâli olmak üzere malum bir menfaatı, malum bir bedel mukabilinde temlik etmekten ibarettir.

icazet-i külli / icazet-i küllî

  • Vaktiyle Osmanlı serdarlarına ve sefirlerine müsâlaha, muahede akdi ve sair işler hakkında verilen mezuniyet. Tam salâhiyet demektir. Bu salâhiyeti alan kumandan veya sefir, üzerine aldığı işi merkezden sormaya ihtiyaç kalmadan maslahatın icabettirdiği ve kendi aklının erdiği vechile yapıp bitirirdi

icma / icmâ

  • Toplama, büyük âlimlerin bir mesele üzerinde birleşmeleri.

icma'

  • Toplanma. Dağınık şeyleri toplamak.
  • Hazırlamak.
  • Azm ve kasdeylemek.
  • Topluluk. Fikir birliği. Bir mes'eleden âlimlerin ittihad etmesi.
  • Fık: Sahabe-i Güzin Hazretlerinin (R.A.) ittifakları üzere akaid hükmüne geçmiş umur-u diniyenin tamamı.

ictima-i neyyireyn

  • Güneş ile Ay'ın bir istiva üzerine gelmeleri.

içtimai nizam ve intizam / içtimaî nizam ve intizam

  • Toplumsal düzen ve düzenlilik.

içtimai sistem / içtimâi sistem

  • Sosyal sistem, toplumsal düzen.

ictimaiyyun

  • İçtimaî hayatı en güzel şekilde idareyi düşünen ve ona çalışan. İçtimaî mes'elelere dair ilimlerle uğraşan kimseler. Sosyologlar.

idam-ı ebedi / idâm-ı ebedî

  • Dirilmemek üzere yok oluş; âhiret inancı olmadığı için ölümü ebedî yokluğa gitmek olarak görme.

iddianame / iddiânâme

  • İddia yazısı; savcının, yapılan soruşturmalar neticesinde tutuklu hakkındaki suçlamalarını bildirmek üzere mahkemeye sunduğu yazı.

iddihan

  • (Dühn. den) Güzel kokular sürünme.

iddihar

  • Biriktirmek, toplamak, yığmak.
  • Kıtlık zamanında yüksek fiatla satmak üzere zahire toplayıp saklama.

idrab

  • (Darb. dan) Rüc'u etmek, vaz geçmek. Bir şeyi yapmaktan yüz çevirmek. Mukim olmak.
  • Bir kimse üzerine kırağı yağmak.
  • Sıcak yel eserek yerdeki suyu kurutmak.
  • Ekmeğin pişmesi. (Kamus'tan alınmıştır.)

iflak

  • şiir okurken fesahat üzerine olmak.
  • Mâna ve kelime icad etme.

ifsadat-ı azime / ifsâdât-ı azîme

  • Büyük bozgunculuklar, düzensizlikler.

iftariyye

  • İftarlık. İftar için hususi olarak hazırlanmış nevale. Bunlar oruç bozulduktan sonra yemek yenmeden evvel yendiği için bu ad verilmiştir.
  • Osmanlı İmparatorluğu zamanında padişah sarayında, vüzera, eşraf ve âyân konaklarında, davetlilere iftardan sonra diş kirası namıyle verilen bahşi

iftihar madalyası

  • Padişaha sadakat gösterenlere, tarım ve san'atın ilerlemesine çalışanlara, yangın ve sâri hastalık anında devlet ve millete büyük hizmetleri dokunanlara verilmek üzere II. Abdülhamid'in irade-i seniyesiyle altın ve gümüşten olmak üzere çıkarılan madalya. (1886 ve 1887) Madalyanın ön yüzünde yukarı k

iftinan

  • Türlü türlü ve birbirini tutmayan düzensiz söz söyleme.
  • Fitneye düşmek.
  • Âşık olmak.

iftira

  • Birinin üzerine suç atmak. Bühtan. İfk. Yalan yere birisini suçlu göstermek.

igrad

  • Yüksek ve güzel sesle şarkı söyleme.

igsas

  • Güzel yemekler yedirme.

ihale

  • Bir işi birisinin üzerine bırakmak. Bir hâlden diğer hâle dönmek.
  • Artırma veya eksiltmeye çıkarılan bir işi en münâsib bulunan bir istekliye vermek.
  • Zayıf addetmek.
  • Muhal söz söylemek.

ihlal-i emniyet / ihlâl-i emniyet

  • Düzeni, huzuru bozma, karıştırma.

ihlas / ihlâs

  • Hâlis, temiz etmek, niyyeti düzeltmek, temizlemek, dünyâ menfaatini düşünmeden bütün işlerini, ibâdetlerini yalnız Allah için yapmak.

ihlas suresi

  • Kur'an-ı Kerim'de şirkin ve küfrün envâını reddedip, tevhidi ilân eden 112. Sure. Bu sureye: Esas, Tevhid, Tefrid, Tecrid, Necat, Velâyet, Marifet, Samed, Muavvize, Mazhar, Berâe, Nur, İman suresi de denilmektedir. Maâni, Müzekkire gibi isimleri de vardır.

ihraz

  • Nail olmak. Erişmek.
  • Kazanmak. Kesbetmek.
  • Birisini güzel bir surette korumak.

ihsan

  • Güzelce verme, iyilik.
  • İyilik, lütuf, bağışlamak.
  • Sahilik etmek, cömertlik yapmak.
  • Allah'ı görür gibi ibadet etmek.
  • Güzel bilmek. Güzel eylemek.

ihsanperver

  • İhsan edici. İyiliği çok sever. (İhsan ihsandır, eğer nev'e olsa veya muhtaca ve fakire olsa. Sehavet o vakit tam sehavettir, eğer millet için olsa, yahut milleti tazammun eden bir ferde olsa güzeldir. Şayet muhtaç olmayan şahsa olsa, şahsı tembel eder. Çingeneliğe alıştırır. Elhasıl, millet bâkidir (Farsça)

ihtikar / ihtikâr / اِحْتِكَارْ

  • Pahalı satmak üzere mal saklama, vurgunculuk.

ihtilafi yerler / ihtilâfî yerler

  • Üzerinde görüş birliğine varılmayan yerler.

ihtilal

  • (Çoğulu: İhtilalât) Ayaklanma, devlete isyan. Bozukluk, karışıklık.
  • Şerre çalışmak, düzensizlik.

ihtiyal

  • (Hile. den) Hile yapma, aldatma, düzen, oyun etme.

ihtiyalat

  • (Tekili: İhtiyal) Düzenler, hileler, aldatmalar, oyunlar.

ihtiyat

  • Sakınmak. İşleri iyi düşünmek. Tedbirlilik. İşlerde basiret üzere bulunmak. Yedek.

ihtiyat hazinesi

  • Tar: Savaş ve diğer fevkalâde masraflara karşılık olmak üzere sarayda biriktirilen paralar. Gelirleri havass-ı hümayun hâsılatı, ganimetlerin beşte biri ve başka hükümdarlardan gelen hediyelerdi. Buna "iç hazine" veya "enderun hazinesi" de denilirdi.

ihzar

  • Hazır etmek. Hazırlamak.
  • Huzura getirmek. Derpiş etmek.
  • Mahkemeye gelmeyenleri cebren getirme müzekkeresi.

ikan / îkan

  • Delil ve ispat üzerine inanma.

iklil

  • Hz. Peygamber'in (A.S.M.) Zebur'da geçen bir ismidir. Müzeyyen tâç manâsına da gelir.

ikraz / ikrâz

  • Borç verme, ödünç verme. Bir kimsenin nakid para, hacim ölçüsü ile alınıp satılan malını, daha sonra mislini (benzerini) almak üzere bir şahsa vermesi.

ıktaat

  • (Tekili: Iktâ) Sahibi olmayan ve üzerinde imaret eseri olmıyan yerlerden olup, ulülemr tarafından istihkak sahibine imar ve inşa etmesi için tahsis olunan arazi.

iktisad / iktisâd

  • Tutum, biriktirme. Her hususta itidal üzere bulunmak. Lüzumundan fazla veya noksan sarfiyattan kaçınmak.
  • Edb: Beyit veya kasideyi birbirine vasl ile uzatmak.
  • Orta yol, orta hâl. Tutumlu olma, gereği kadar ölçülü harcama.
  • Üretim ve tüketim faâliyetlerinin nasıl düzenlendiğini inceleyen ilim dalı.

ilac

  • Derde devâ olan şey. Hastayı veya yaralıyı iyi etmek için içmek veya sürmek üzere verilen şey.
  • Devâ, mualece.
  • Mc: Tedbir, çare, tavsiye, derman.
  • Hastaya bakma, iyi olmasına çalışma.

ilahi / ilahî

  • Cenâb-ı Hak ile alâkalı, Allah'a dâir. Cenab-ı Hakk'a aid ve müteallik.
  • Ey Allahım, ey İlâhım! (meâlinde duâ içinde söylenir).
  • Edb: Tasavvufî şairler tarafından dinî ve İlâhî fikirleri havi olmak üzere yazılmış olan ve makamla okunan şiirler.

ilahi bihakkı esmaikel-hüsna / ilâhî bihakkı esmâikel-hüsnâ

  • Allah'ım güzel isimlerinin hakkı için.

ilel-i müterettibe-i müteselsile

  • Zincirleme uzayıp giden düzenleyici sebepler.

ılıca

  • Sıcak pınar suyu. Bunların yerden kaynayanına kaynarca; üzerine bina veya kubbe yapılmış olanına ise kaplıca denir.

illet-i hüküm

  • Hükmün illeti, sebebi; bir hükmün, üzerine bina edildiği temel sebebi, gerekçesi.

ilm-i bedi'

  • İlm-i beyânın üç bölümünden üçüncü bölümüdür ki, bediiyat da denir. Muktezâ-yı hâle uygun bir kelâmın lâfız ve mânâ bakımından daha da güzelleştirilmesinin kaidelerinden bahseder. Bu kaidelere Edebî San'atlar da denir.Her şeyin güzellik cihetlerinden bilhassa Arabi terkiblerden bahseder, kelâmın güz

ilm-i belagat / ilm-i belâgat

  • Edb: Güzel söz söyleme veya yazmayı öğreten ilim. Edebiyatın bir şubesi.

ilm-i cifr

  • Harflerin sayı değerlerinden anlam çıkarmak üzerine kurulu ilim.

ilmah

  • Hemen gösterip çabucak yok etme.
  • Bir şeyi parlatma.
  • Güzel simalı bir kadın veya kız, yüzünü gösterip hemen çekilme.

ilmühaber

  • (İlm-i haber) Resmi bir daireye verilmek üzere hazırlanan ve bir adamın ahvâli hakkında bilgileri ihtiva eden kâğıt. Resmi vesika.
  • Para, evrak vs. teslim olunduğunu gösteren ve bunları getiren adamın eline verilen pusula.

iltifat / iltifât

  • Güzel sözle samimi olarak okşamak. Yüz göstermek. Teveccüh etmek. İyilik etmek. Lütfetmek.
  • Dikkat, itina.
  • Edb: Bir mevzu anlatılırken, o anda kalbe doğan bir ilham coşkunluğu ile -mevzu dışına çıkmadan- sözün ve hitabın yönünü değiştirme san'atıdır. Meselâ: (Asım'ın nesli...
  • Lütfetme, gönül alma, güzel sözle okşama.
  • İyilik ve güzellikle muamele.

iltiva-yi em'a / iltiva-yi em'â

  • Tıb: Bağırsağın kendi üzerine helezoni biçimde kıvrılması.

iltizam

  • Kendine lâzım kılma. İcrasına cehdettiği şeyi kendi üzerine vâcib kılma. Mülâzemet etme. Gerekli bulma.
  • Tarafgirlik etme, birinin tarafını tutma.
  • Onyedinci y.y. dan itibâren devlete gelir getiren kaynaklar, yavaş yavaş belirli bedel karşılığında şahıslara verilmeğe başlandı.

im'an

  • Fazla dikkat ve ihtimam. Bir şeyde çok ileri gitmek.
  • Bir adamın hakkını ikrar eylemek.
  • Pek uzağa koşmak ve bir hususta hakkı mütecaviz olmak üzere, mübalâğa ve içtihad etmek.

imam hatip mektebi

  • İmam ve hatip olarak din görevlisi yetiştirmek üzere kurulan okul.

imame / imâme

  • Eskiden müslümanların başlarına sardığı, bugün ise, sadece din görevlilerinin namaz kıldırırken ve dînî vazîfeleri yerine getirirken giydikleri başlık üzerine sarılan sarık.
  • Tesbîhin ucundaki uzun tâne.

imar-ı dünya / imâr-ı dünya

  • Dünyanın bayındır hâle getirilmesi, düzenlenmesi.

imaret kemeri

  • Eskiden medresenin en güçlü, kuvvetli, kıdemli ve sözü dinlenen talebesi hakkında kullanılır bir tabirdi. Ayrıca bu tabir, medrese talebelerinden iaşe işlerine bakmak üzere bir sene müddetle seçilenler hakkında da kullanılırdı. Bunlar, bellerine kemer taktıkları için bu isim verilmişti.

imaret-i dünya

  • Dünyanın imar edilmesi, üzerinde yapıların kurulması.

imsak vakti / imsâk vakti

  • Oruca başlama zamânı. Ufkun bir yerinde beyazlığın başladığı vakit. Bundan (6-10) dakika sonra beyazlık ufk üzerinde ip gibi yayılınca sabah namazının vakti başlar.

imtisal

  • Nümune kabul etme.
  • Uymak. Ayrılmamak üzere inkıyad etme.
  • Mesel ve kıssa söyleme.
  • Bir şeyin suretine girme.
  • Muvafakat ve mutabakat etme.
  • Katili kısas etme.

imtiyaz

  • Diğerlerinden ayrılmak. Farklı olmak, benzerlerinden ayrılmak.
  • Resmi veya hususi izin.
  • Masraflı veya mes'uliyetli bir işin başkaları yapmamak üzere bir şahıs veya şirket yahut da bir hey'ete tahsis edilmesi.

imtiyaz madalyası

  • 2. Abdülhamid'in 11/10/1885 tarihli emriyle devlet ve memleket yararına hizmet edenlere, vazifeyle gönderildikleri yerde başarı gösterenlere verilmek üzere çıkarılan madalya. Altun ve gümüşten olmak üzere iki çeşit olan bu madalyaların ön yüzünde II. Abdülhamid'in "Elgazi" tuğrası, bunun altında sal

in / în

  • İri ve güzel gözlüler.

inaka

  • Aşırı güzelliği ve câzibedarlığı ile hayret verme.

inayet / inâyet

  • Bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzenlilik.
  • Allah'ın özel yardımı, şefkatle ilgilenmesi.

inayet-i daime / inâyet-i daime

  • Devam edip giden huzur verici düzen.

inayet-i sermediye / inâyet-i sermediye

  • Allah'ın sürekli olan nizamı, devamlı olan düzeni.

inayet-i tamme / inâyet-i tamme

  • Bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzenliliğin eksiksiz ve tam oluşu.

inayet-i zahire

  • Ap açık inayet; bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan ap açık düzenlilik.

inayetkarane / inâyetkârâne

  • Düzenleme ve özen gösterme tarzında.

indelbüleğa

  • Adamına göre güzel söz söyleyenler yanında.

inha

  • Bir hususu resmen bildirme, tebliğ.
  • Bir memurun daha üst makamdaki bir memura bir maddeyi hâvi olmak üzere yazdığı kağıt.
  • Ulaştırma, yetiştirme.

inkılab ale-l a'kıb / inkılâb ale-l a'kıb

  • Ökçeler üzerine dönmek demektir ki, asker yürüyüşünde olduğu gibi, tam sağdan veya soldan geri dönmektir. İki ökçeyi birden yerinde çevirmek suretiyle inkılâb ale-l a'kıb, ayakları çaprazlaştırdığından yürümeyi imkânsız bırakır. Kur'an'da bu tâbir ya harbde firardan kinaye veya dinde irtidaddan meca

inşa / inşâ / انشا

  • Yapma. Vücuda getirme. Terkib etme. Bir şey peyda etmek.
  • Yaratma.
  • Edb: Yazı dersi. Nesir yazmak.
  • Güzel nesir halinde yazı yazmak veya güzel yazılmış nesir halindeki yazı.Çeşitli mektuplaşma ve güzel yazma için mektup, tezkere, istida (dilekçe), tebrik, tâziyenâme, sen
  • Yapma. (Arapça)
  • Güzel yazı yazma. (Arapça)
  • Kompozisyon. (Arapça)

inşai / inşaî

  • İnşaya, yapıya dâir ve müteallik.
  • Güzel yazmağa dâir.

insak

  • (Nesak. dan) Düzenli yazı yazma.
  • Kâfiyeli, secili ve akıcı bir tarzda söz söyleme.

insan-ı kamil / insan-ı kâmil

  • Kemâle ermiş, olgun insan. İslâmiyet'in emrettiği bütün emirleri yapan, yasaklardan sakınan, Peygamber efendimizin güzel ahlâkıyla ahlâklanan, hareketleri ve sözleri hep Allahü teâlânın ilhâmı ile olan üstün insan.
  • Güzel huy, ahlâk ve yüksek fazilet sahibi olan kimse.

insicam / insicâm / انسجام

  • Suyun dökülüp devamlı akışı. Düzgünlük. Sağlam ve ıttırad ile ârızasız tertib üzere olmak.
  • Devamlı yağmur yağmak.
  • Edb: Düzgün, tertibli, pürüzsüz söz. Kitabın ifadesi güzelce ve düzgün tertib üzere olmak.
  • Düzen, sıra. (Arapça)

insicam-ı ecmel / insicâm-ı ecmel / اِنْسِجَامِ اَجْمَلْ

  • Çok güzel düzgünlük, uyumluluk.
  • En güzel düzgünlük.

insiyag

  • Kalıba dökülüp düzelme.

intizam / انتظام / intizâm / اِنْتِظَامْ

  • Tertib, düzen, düzgünlak ve nizam üzere olmak.
  • Düzen.
  • Düzgünlük, düzen, yerli yerindelik.
  • Düzenlilik.
  • Düzen. (Arapça)
  • Düzen, düzgünlük.

intizam ve külliyet ve vüs'at-i ubudiyet / intizam ve külliyet ve vüs'at-i ubûdiyet

  • Kulluğun düzenliliği, çokluğu ve genişliği.

intizam-ı acip

  • Hayrette bırakan düzenlilik.

intizam-ı alem / intizam-ı âlem

  • Kâinattaki düzenlilik.

intizam-ı belağat / intizam-ı belâğat

  • Belâğatin intizam ve düzenliliği.

intizam-ı ef'al

  • Fiillerin, işlerin düzenliliği.

intizam-ı ekmel / intizâm-ı ekmel / اِنْتِظَامِ اَكْمَلْ

  • Çok mükemmel düzen, tertip.
  • En mükemmel düzen, düzgünlük.

intizam-ı faik / intizam-ı fâik / intizâm-ı fâik / اِنْتِظَامِ فَائِقْ

  • Pek üstün düzenlilik.
  • En yüksek (derecede) düzen, düzgünlük.

intizam-ı hakimane / intizam-ı hakîmâne

  • Hikmetli bir düzen.

intizam-ı hikmet

  • Hikmetin düzenlemesi; herbir şeyin bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde olmasındaki düzenlilik.

intizam-ı hilkat

  • Düzenli yaratılış.

intizam-ı ilmi / intizam-ı ilmî

  • İlmî düzen, disiplin.

intizam-ı kader

  • Kaderin düzeni.

intizam-ı kainat / intizam-ı kâinat

  • Kâinattaki düzenlilik.

intizam-ı kamil / intizam-ı kâmil

  • Mükemmel düzenlilik.

intizam-ı kamil-i kainat / intizam-ı kâmil-i kâinat

  • Kâinattaki mükemmel intizam, düzenlilik.

intizam-ı kasdi / intizam-ı kasdî

  • Özellikle ve kasden yapılmış bir düzen.

intizam-ı maddi / intizam-ı maddî

  • Maddî düzenlilik ve tertip.

intizam-ı mahlukat / intizam-ı mahlûkat

  • Varlıklardaki disiplin, düzen.

intizam-ı manevi ve hayati / intizam-ı mânevî ve hayatî

  • Hayata ve mânâya ait düzenlilik.

intizam-ı mutlak / intizâm-ı mutlak / اِنْتِظَامِ مُطْلَقْ

  • Mutlak, mükemmel düzen.
  • Mutlak düzen, düzgünlük.

intizam-ı muttarid

  • Sürekli düzenlilik.

intizam-ı tam

  • Tam bir düzenlilik.

intizamat / intizâmât

  • Düzenlilikler.

intizamat-ı alem / intizâmât-ı âlem

  • Alemdeki düzenlilikler.

intizamat-ı kazaiye

  • Kaderde olanların düzenli bir şekilde ortaya çıkması.

intizamat-ı mahlukat / intizamat-ı mahlûkat

  • Yaratılan varlıklar içindeki düzen, intizam.

intizamat-ı san'at / intizâmât-ı san'at

  • San'attaki düzenlilik.

intizamlı

  • Düzenli, tertipli.

intizamperver / انتظام پرور

  • İntizamı çok seven, herşeyi tertipli ve düzenli yapan.
  • Her şeyi tertib ve düzenli yapan. İntizâmı çok seven. (Farsça)
  • Düzensever.
  • Düzeni seven, düzenli, tertipli. (Arapça - Farsça)

intizamperverane / intizamperverâne

  • Düzensevercesine.
  • Düzene uyarak.

intizamsız

  • Düzensiz.

intizamsızlık

  • Düzensizlik.

inzibat / inzibât / انضباط

  • Asayiş, düzen ve rahatlık. Umumi emniyetin iyi ve yolunda olması.
  • Sağlamlaşmak.
  • Polis vazifesini gören asker, ordu mensubu.
  • Âsayiş, düzen.
  • Sıkı düzen.
  • Zapturapt altında bulunma, düzen. (Arapça)

ipnotizma

  • (Hypnotisme) Telkin ile kabiliyetli bir kimsenin üzerinde, söz ve bakış ile elde edilen bir çeşit uyku hâli. (Fransızca)
  • Uyuşukluk. İradesizlik hâli ve bu hâle ait vaziyetler. (Fransızca)

irade-i tahsin

  • Güzelleştirme iradesi, isteği.

irade-i tahsin ve tezyin

  • Güzelleştirme ve süsleme iradesi, isteği.

iradi bir şeriat / iradî bir şeriat

  • İrade sıfatından gelen bir kanun ve düzenleme.

ırak-ı arab / ırâk-ı arab

  • Arap Irak. Fırat ve Dicle nehirleri arasında kalan ve Bağdat'ın kuzeyine kadar uzanan topraklara Osmanlı İmparatorluğu zamanında verilen isim.

irtiba'

  • Bahar mevsiminde güzel bir yerde oturma.

irtical

  • Hazır cevaplılık. Düşünmeden ve birdenbire açıkça güzel söz veya şiir söylemek.

irtifak

  • Bir yere dayanma.
  • (Kap) dolma.
  • İhtiyaç duyma.
  • Arkadaşlık etme.
  • Tıb: İki kemiğin hareketsiz kalmak üzere mafsallanması.

ırzal

  • Bağcıların arslan korkusundan dolayı ağaçların üzerinde yaptıkları yatak.
  • Avcıların, yatağında topladıkları kuru ot.

işa-i evvel / işâ-i evvel

  • Yatsının ilk vakti. Batıdaki mer'î (görünen) ufuk hattı üzerinde, kırmızılığın kaybolması ile başlayan vakit. Güneşin üst kenarının ufk-ı mer'î altında, on yedi derece yüksekliğe indiği vakit.

işa-i sani / işâ-i sânî

  • Batıdaki mer'î ufuk hattı üzerinde beyazlığın kaybolması ile başlayan vakit; güneşin üst kenarının ufk-ı mer'î altında on dokuz derece yüksekliğe indiği ve şafağın kaybolduğu tam karanlık vakit.

işarat-ı cemal / işârât-ı cemâl

  • Sonsuz güzelliğin işaretleri.

işaret-i aliye / işaret-i âliye

  • Tar: Şeyh-ül islâm, defterdar ve yeniçeri ağası gibi maiyyet memurlarından biri tarafından yazılan takrir veya ilam üzerine sadrazamın kabul veya red şeklinde yazdığı yazı.
  • Sadaret makamından çıkan emirler.

işaret-i latife / işaret-i lâtife

  • Güzel, ince işaret.

ıskalariya

  • Geminin üst kısmına çıkabilmek için iskele, yani merdiven teşkil etmek üzere çarmıhlara aykırı ve kazık bağı ile bağlanmış ince halatlar.

ıskarmoz

  • Kayık ve sandallarda kürek takılmak üzere yan kenarlara dikine sokulmuş tahta çiviler.
  • Bir cins küçük balık.

iskete

  • Güzel ve çok öten sarı kanatlı bir cins küçük kuş.

ıslah / ıslâh / اصلاح

  • İyileştirmek. Düzeltmek. Kusurları gidermek.
  • Düzeltme ve imâr etme.
  • Terbiye etmek, iyi hâle getirmek.
  • Bozulan bir şeyi eski hâline getirme.
  • İnsanların aralarını düzeltmek, barıştırmak.
  • Düzelme, iyileşme.
  • Düzeltme, iyileştirme, reform. (Arapça)
  • Islâh etmek: Düzeltmek, iyileştirmek. (Arapça)

ıslah eden

  • Düzelten, iyileştiren.

ıslah etme

  • İyileştirme, düzeltme.

ıslah etmek

  • İyileştirmek, düzeltmek.

ıslah olunma

  • Düzeltilme, iyileştirilme.

ıslah-ı alem / ıslah-ı âlem

  • Dünyanın düzeltilmesi.

ıslah-ı hal / ıslah-ı hâl

  • Durumun düzeltilmesi.
  • Kendi halini ıslah etme, düzeltme.

ıslah-ı nefis

  • Nefsi düzeltme, hayatını değiştirme.

ıslah-ı nefs / ıslâh-ı nefs

  • Kötü huyları, fenâ alışkanlıkları ve yaramaz işleri bırakıp, iyi huyları, güzel işleri, kulluğa yakışan tâat ve ibâdetleri yapma.

ıslahat / ıslâhât / اصلاحات

  • İyileştirme, düzeltme.
  • Düzeltmeler, tashihler, iyi hale getirme, mükemmelleştirme.
  • Kusurları ve eksiklikleri gidermek için yapılan işler ve düzeltmeler.
  • İyi hâle, işe yarar hâle getirmek için yapılan çalışmalar, düzenlemeler.
  • Düzeltmeler, iyileştirmeler, reformlar. (Arapça)

ıslahat-ı mülkiye

  • İdarede yapılan düzeltmeler, yenilikler.

ıslahatçı

  • Düzeltici.

ıslahen

  • Islah ederek, düzelterek.

ıslahhane

  • Islah evi, iyileştirme, düzeltme yeri.

ıslahi / ıslahî

  • (Islahiyye) Islah etmeye ve düzeltmeğe dair. Düzeltme ile alâkalı.

ıslahpezir

  • Islah edilebilir olan. Düzeltme ve tâmir kabul eden, ıslaha kabiliyeti olan.

islak

  • (Silk. den) Düzenleme, sıraya koyma.
  • Yola getirme.
  • Diziye geçirme.
  • Mesleğe sokma, sokulma.

islambol

  • Eskiden İstanbul yerine kullanılan bir tabir idi. Ulema takımı yakın zamana kadar zarfların üzerine İstanbul yerine İslâmbol yazarlardı.

ıslit / ıslît

  • Zinetli kılıç, üzeri süslenmiş kılıç.

ism-i cemal / ism-i cemâl

  • Güzelliği ifade eden isim, Cemal ismi.

ism-i cemil / ism-i cemîl

  • Allah'ın bütün güzelliklerin kaynağı ve sonsuz güzellik sahibi olduğunu ifade eden ismi.

ism-i mef'ul

  • Gr: Fâilin fiili kendi üzerine geçen kelime. Mektub, mazlum, mağdur gibi.

ism-i tafdil

  • Renge, şekil ve vasfa dâir (ef'al) vezninde olan mutlak ve uzuv noksanlığına delâlet etmemek üzere mukâyeseli üstünlük ifâde eden sıfatlardır. Daha büyük, en büyük, daha küçük, en küçük, en güzel, daha güzel gibi mânâlara gelir. (Kebir kelimesinin ism-i tafdili: Ekber; sağir kelimesinin ism-i tafdil

ısparçana

  • Halatın üzerine sarılmış olan ip.
  • Halatın yapıldığı bükmelerin herbiri.

isparçene

  • İtl. Halatın üzerine sarılan kendir ve ip.
  • Halatı meydana getiren üç boy bükmenin beheri.

ısrar

  • Bir fikir veya meşru dâvadan dönmemek. Direnmek, sebat etmek. Hayırlı bir hâl üzere sadakatla kalmayı istemek.

isti'la

  • (Ulüv. den) Yükselmek. Üste çıkmak. Yüce olmak. Terfi' eylemek. Galib olmak.
  • Gr: Bir şeyin bir şey üzerine çıkması.
  • Tecvidde: Harf okunduğu zaman dilin, üst damağa kalkmasına denir.

istiare-i bedia / istiâre-i bedia

  • Güzel istiâre; istiârenin en mükemmel şekli, eşsiz, benzersiz olanı.

istibda'

  • Bedi' ve güzel bulma.

işticar

  • Zıdlaşma.
  • Elini çenesine koyarak, dirseğinin üzerine dayanma.

istida'

  • (Vedâ'. dan) Bakılmak üzere emaneten bir kimseye bir şey bırakmak. Bir malı emaneten bir yere bırakmak.

istiglal

  • (Galle. den) Kirası veya mahsulü borca mukabil verilmek üzere bir mülkün rehine verilmesi.

istihare / istihâre

  • Tefe'ül. Sual sorup cevap istemek.
  • Hayırlı olmayı istemek.
  • Hayran olmak, şaşmak, taaccüb etmek.
  • Bir işin hayırlı olup olmıyacağı niyetiyle abdest alıp, dua edip rüya görmek üzere uykuya yatma.
  • Bir işin hayırlı olup olmayacağını anlamak niyetiyle abdest alıp, dua edip, rüya görmek üzere uykuyu yatma.
  • Hayır istemek.
  • Bir işin hakkında hayırlı olup olmadığını anlamak için abdest alıp iki rek'at namaz kıldıktan sonra bu husustaki duâyı okuyarak o işle ilgili rüyâ görmek üzere hiç konuşmadan uykuya yatmak.
  • Her gün evden çıkmadan iki rek'at namaz kılıp Allahü teâlâdan o günün ve işinin

istihbab / istihbâb

  • Bir şeyi iyi ve güzel addetmek.
  • Dost edinme.
  • Müstehab etmek ve olmak.
  • Güzel sayma.

istihbaben

  • Bir şeyi güzel ve iyi kabul ederek, müstehab olarak.

istihfaf-ı nizam

  • Nizamı hafif görme; düzeni küçümseme.

istihsan / istihsân / استحسان

  • Beğenmek, güzel bulmak. Bir şeyin iyi olduğu kanaatında bulunmak. Beğenilmek.
  • Fık: Kıyası terkedip, nassa, yani, âyet ve hadis-i şeriflerin hükümlerine en uygun olanı almak. Şeriatta; zorlaştırmayan hükümle, râcih delil ile amel etmektir.
  • Güzel bulma, güzel görme.
  • Kıyas denilen delîlin iki kısmından birisi olan hafî (gizli, kapalı) kıyas, yâni asl (hakkında açıkça hüküm bulunan şey) ile, fer' (hakkında açıkça hüküm bulunmayan şey) arasında müşterek (ortak) olan ve aslın hükmünün fer'e verilmesine sebeb olan illetin (vasfın, ö
  • Güzel sayma.
  • Beğenme, iyi ve güzel bulma.
  • Beğenme, güzel bulma.
  • Güzel bulma, beğenme. (Arapça)

istihsan edici

  • Beğenen, güzel bulan.

istihsan etme

  • Beğenme, güzel bulma.

istihsan etmek

  • Beğenmek, güzel bulmak.

istihsan-ı akli / istihsan-ı aklî

  • Akıl tarafından beğenilme, güzel bulunma.

istihsanat / istihsânât

  • Güzel saymalar.

istihsancı

  • Güzel bulan, beğenen.

istihsankarane / istihsankârâne

  • Güzel bulup beğenerek.

istikamet

  • Hatt-ı hareketi doğru olmak. Doğruluk, nâmuslu hareket. Her işte itidal üzere bulunmak. Adâletten, doğruluktan ayrılmayıp, diyânet ve akıl içinde yürümek.
  • Allah'a kulluk etmek.
  • Bir şeyin bir tarafa doğru olarak uzanması.
  • Yön, cihet.

istikbalen

  • Karşılayarak, karşılamak üzere.
  • Gelecek zamanda, ilerde.

istiklaliyet / istiklâliyet

  • İstiklâl üzere bulunma. Hür ve müstakil olma. Başlı başına buyruk olma.

istikra-i tamm / istikrâ-i tâmm

  • Tam bir tümevarım, endüksiyon; parçalardan bütüne, fertlerden türlere, olaylardan kanunlara, ilimlerden kâinatın mükemmel olan düzen ve düzenliğine varma yöntemi.

istikrar / istikrâr

  • Karar ve sebat üzere olmak. Karar kılma. Sâkin olmak. Yerleşmek.
  • Kararlı olma, devamlı bir hal üzere olma.

istinşa

  • Güzel koku koklama.
  • Haber, havâdis araştırma.

istisna' / istisnâ'

  • Ismarlama. Bir san'at sâhibinden belirli bir işin, belirli özelliklerde yapılmasını istemek. Meselâ bir terzi ile kumaşı ve benzeri malzemeleri ondan olmak üzere bir kat elbise dikmesi için sözleşme yapmak.

istitale

  • Uzanmak. Uzantı. Uzayıp gitmek.
  • Birisi üzerine faziletlilik dâvasında bulunmak.
  • Tecvidde: Harf okunduğunda sesin imtidadına, uzamasına denir. Bu harfe müstatıl harfi de denir. Bu sıfat Dad harfine aittir.
  • Tıb: Vücutta bazı organların uzaması.

istiva / istivâ

  • Düzeltme, düzgün yapma.
  • Düzelme, güneşin tepeye gelmesi.

işve

  • Güzellerin gönül çeken naz ve edâsı. Gönül çekici tavır.

ıtkname

  • Azad edilmiş olan köle veya cariyeye azad edildiklerini bildirmek üzere verilen vesika.

ıtlal

  • Havâle olma, birşey üzerine yüklenme.
  • Boşu boşuna zaman geçirme, vakit öldürme.

ıtr

  • Hoş ve güzel koku. Güzel kokulu şey.
  • Yaprakları güzel kokulu bir bitki.
  • Itır, güzel koku.

ıtra'

  • Bir kimseyi mübalağa ile medhetmek. En güzel şekilde sena etmek.

ıtret

  • Zürriyet. Nesil. Ehl-i beyt.
  • Gerdanlık.
  • Güzel kokulu şey.

ıtriyyat

  • (Tekili: Itr) Güzel kokulu yağ, esans gibi maddeler.
  • Güzel kokular.

ıtrnak

  • Güzel ve hoş kokulu. (Farsça)

ittifak ve tahkik

  • Bir gerçek üzerinde birleşme ve delillere dayanarak ispat etme.

ittifaki noktalar / ittifakî noktalar

  • Üzerinde görüş birliğine varılan noktalar.

ittihad

  • Birleşmek. Birlik üzere âmil olmak. Birlik. Aynı fikirde olmak.

ittihad-ı millet / ittihâd-ı millet

  • Milletin birliği; aynı topraklar üzerinde yaşayan ve aralarında din, dil, duygu, ortak tarih, ülkü, gelenek ve görenek birliği olan insan topluluğunun birlik ve beraberliği.

ıttırad

  • Tertip ve düzen içinde olma.
  • Düzenli gidiş.

ittirad

  • Düzenli, uygun biçimde sıra ile birbirini izleyen. Biteviye.

ittisafkarane / ittisafkârâne

  • Güzel bir şekilde niteleyen ve tanıtan.

ittisak / ittisâk

  • Düzenli diziliş.

ıyal

  • Fık : Bir adamın üzerine nafakasını vermek vacip olan, kendilerini geçindirdiği kimseler.

izafe

  • Bir şeyi bir kimseye veya bir şeye nisbet etmek, yakın etmek. İsnâd etmek. Katmak, katıştırmak.
  • Bir şey üzerine meylettirmek, havale olmak, bağlanmak.
  • Mal etmek.
  • Gr: İki isimden meydana gelen bağlılık tamlaması.

izafet

  • Bir şeyi bir kimseye veya bir şeye nisbet etmek, yakın etmek. İsnâd etmek. Katmak, katıştırmak.
  • Bir şey üzerine meylettirmek, havale olmak, bağlanmak.
  • Mal etmek.
  • Gr: İki isimden meydana gelen bağlılık tamlaması.

ızca'

  • Yırtma.
  • Yatarken vücudun yan tarafı üzerine yatma.

izhar-ı fazilet

  • Güzel ahlâkın, erdemin gösterilmesi.

iztiba / iztibâ

  • Hac ve ömre ibâdetlerinde erkeklerin giydikleri dikişsiz iki parçadan meydana gelen ihramın üst parçasının bir ucunu sağ koltuk altına alıp diğer ucunu sol omuz üzerine atmak.

jaledar

  • Üzerine çiğ düşmüş, kırağılanmış. (Farsça)

jardiniyer

  • Salonlara süs için konulan ve içine çiçek ekilmek üzere bir sandığı bulunan bir mobilya. (Fransızca)

jüri

  • ing. Herhangi bir mes'ele için hüküm vermek üzere toplanan hey'et, cemaat.

kabid / kâbid

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Ölürken rûhları bedenlerden alan, verdikleri sadakaları zenginlerden kabûl eden.

kabih-ül vech

  • Çirkin yüzlü. Suratı, siması güzel olmayan.

kabil-i ıslah olmayan / kabil-i ıslâh olmayan

  • Düzelmesi mümkün olmayan.

kaburga

  • Göğüs kemiklerinin beheri. Göğüs kemiklerinin bel kemiğine bağlanmak suretiyle meydana getirdikleri şeklin bütünü.
  • Gemi, sandal, kayık gibi deniz nakil vasıtalarının hayvan kaburgasına benzeyen ve omurga üzerine kaldırılan eğri ağaçları.

kabz u bast

  • Ruhen sıkıntı. Daralma ve genişleme. Sıkıntı ve ferahlık.
  • Birini diğeri üzerine tercih etme.
  • Münkabız bir adama ferahlık ve sürurluluk vermek, sevindirmek.
  • Beyan ve ifâde etmek.
  • Uzun uzun ve etraflıca anlatmak.

kadd-i müstesna

  • Müstesna boy. Güzellikte emsalsiz ve benzeri olmayan endam.

kady

  • Yemeğin kokusu güzel olmak.

kafile-i sıddıkin / kafile-i sıddıkîn

  • Daima doğruluk üzere Allah'a ve peygambere çok sâdık olanların oluşturduğu topluluk.

kafur / kâfur

  • Beyaz ve yarı şeffaf, kolaylıkla parçalanan bir madde. Sert, güzel kokulu, katı ve yağlı bir madde.
  • Cennette bir kaynak ismi.

kagşar

  • Yıkılmak üzere. Yıkılıp harabolmaya yüz tutmuş.

kahhar / kahhâr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Düşmanlarından, cebbâr (kibirli, zorba, zâlim), inâdcı, nîmetlere nânkörlük edenleri öldürüp, onları zelîl (aşağı, hakîr) etmekle dünyâda kahreden, âhirette düşmanları olan kâfirlere ebedî; îmâ nlı ölen mü'minlere, af ve mağfiret etmezse (bağı

kahve

  • şarap.
  • Hâlis süt.
  • Kahve.
  • Güzel koku.
  • Bolluk, bereket.
  • Kahvehane.

kahya / kâhya

  • Büyük konaklarda ev işlerini idare eden kimselerle san'at ve ticaret sahiplerinin işlerine bakmak üzere hükümet tarafından seçilen kimselere eskiden verilen addır.

kainat seması / kâinat seması

  • Kâinatın ve bütün varlıkların üzerinde duran gökyüzü; burada bütün varlıklar âlemi dünyaya, onu kuşatan gökyüzü ise yücelerde bulunan manevî âlemlere benzetilmiştir.

kainat-ı muntazama / kâinat-ı muntazama

  • Düzenli, intizamlı kâinat.

kakül

  • (Kâgül) Alnın üzerine sarkıtılan kısa kesilmiş saç. (Farsça)

kalafat

  • Geminin tahtalarının aralıklarını üstüpü vs. ile doldurup üzerine zift sürme işi.
  • Sahte süs, düzen.

kalem

  • (Çoğulu: Aklâm) Kamış. Yazı için ucu inceltilen bir nevi ince ve sert kamış.
  • Yazı yazmak için kullanılan her türlü âlet.
  • İfâde. Üslub.
  • Mâden, taş ve tahta üzerinde oymak için ucu sivri çelik âlet.
  • İnce boya, fırçası.
  • Yazı enva'ı.
  • Resim. Nakış.<
  • Levh-i mahfûz üzerine Allahü teâlânın ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile bilip taktîr ettiği şeyleri yazan, nasıl olduğu insanlar tarafından bilinemeyen kalem.

kalem-i kudret

  • Varlıkların ve olayların düzenli olarak vücuda gelişinde bir kalem gibi eserini gösteren İlâhî güç.

kalem-i kudret ve kader

  • Allah'ın olacak hâdiseleri olmadan önce bilip takdir etmesi ve bu olayların düzenli olarak meydana gelişinde bir kalem gibi eserini gösteren İlâhî güç ve ilim.

kalem-i tahsin ve tezyin

  • Güzelleştirme ve süsleme kâlemi.

kalemkar / kalemkâr

  • Tülbent veya ince kumaş üzerine fırça ile şekiller yapan yazmacı. (Farsça)
  • Maden üzerine kazarak şekiller yapan kimse. (Farsça)
  • Duvar veya tavanlara süs yapan, nakkaş. (Farsça)

kalensüve

  • Üzerine sarık sarılarak başa giyilen külâh.
  • Mantarın başlığı, tablası.

kalkale

  • Bir şeyi titretmek.
  • Tecvidde: Okurken harflerin üzerinde birden durarak harfi, mahrecinden çıkar çıkmaz kesmek suretiyle bu harfleri tekrar okumak. Kalkale ile okunan harfler şunlardır: Kaf, tı, ba, cim, dal. (Hakk kelimesinde okunduğu gibi)
  • Üzerinde durulduğunda hafifçe tekrar söylenen harfler.

kallab

  • (Kalb. den) Düzenbaz, hilekâr.
  • Kalpazan. Sahte para basan kimse.

kameriyye

  • Çardak. Bahçelerde, mehtaplı gecelerde oturmak üzere yapılıp, etrâfı sarmaşık v.s. çiçeklerle örtülü bulunan yer. Küçük köşk.

kamil-i zülcemal / kâmil-i zülcemâl

  • Sonsuz mükemmellik ve güzellik sahibi Allah.

kanun / kanûn

  • Devletin yasama kuvveti tarafından herkesçe uyulmak üzere konulan her türlü nizam, kaide.

kanun-ı ilahi / kânûn-ı ilâhî

  • Allahü teâlânın kullarının dünyâ ve âhirette huzûr ve seâdete (mutluluğa) kavuşmaları için Peygamberleri (aleyhimüsselâm) vâsıtasıyla insanlara bildirdiği emirleri ve yasakları, İslâmiyet.
  • Allahü teâlânın kâinâtta (varlık âleminde) koyduğu nizâm, düzen.

kanun-u adalet ve tedip

  • Adaleti sağlama ve suçluları cezalandırmaya yönelik düzenlenen kanun.

kanun-u cemal / kanun-u cemâl

  • Güzellik kanunu.

kanun-u letafet

  • Güzellik ve şirinlik kanunu.

kanun-u tahsin ve cemal / kanun-u tahsin ve cemâl

  • Güzellik kanunu.

kar haddi / kâr haddi

  • Bir malı satarken, alış fiyatına veya mâliyeti üzerine eklenen fazlalığa, kâra konulan sınır.

karanful

  • Yaprağı, çiçeği ve kokusu güzel ve uzun olan budaklı bir nebat. Karanfil.

karantina

  • İtl. Bulaşıcı bir hastalığın yaygın olduğu bir ülkeden gelen kişileri, gemileri veya malları geçici olarak tecrit etme şeklinde alınan tedbir.
  • Hastahanede yatması gereken hastaların kayıt ve kabul işlerinin yapıldığı yer.
  • Bir bulaşıcı hastalığın yayılmasını önlemek üzere hast

karar

  • Hüküm, çare, düzenlilik, ölçülülük, tahmin.

karardade / karardâde

  • Düzelmiş.

karban-saray / kârban-saray

  • Kervansaray. Şehirlerde veya yol üzerlerinde kervanların ve yolcuların gecelemelerine mahsus büyük han. (Farsça)

karia / kâria

  • (A, uzun okunur) Ansızın gelen belâ. Kıyâmet.
  • Belâ ve musibetten hıfz-ı İlâhiye dâir okunan dua ve âyetler.
  • Peygamberimiz'in (A.S.M.) düşman üzerine saldığı asker grubu.
  • Pek şiddetli rüzgâr.
  • Pek şiddetli rüzgâr,
  • Ansızın gelen büyük belâ.
  • Kıyamet.
  • Belâdan kurtulmak üzere okunan "el-Kariâtü" sûresi.

karine-i latife / karine-i lâtife

  • Güzel, hoş belirti.

karperdaz / kârperdaz

  • İş düzenliyen. (Farsça)
  • Konsolos, şehbender. (Farsça)

karra'

  • (Çoğulu: Karrâun) Güzel okuyan.

karraun

  • (Tekili: Karrâ) Güzel okuyanlar.

karz-ı hasen

  • Güzel borç, faizsiz verilen borç.
  • Ödünç verme, çarşıda benzeri bulunan herşeyi, belirsiz bir zaman sonra, aynısı geri verilmek üzere verme.

kasam

  • Şiddetli sıcaklık.
  • Güzellik.

kaside / kasîde

  • (Çoğulu: Kasâid) Onbeş beyitten az olmamak üzere, her beyit kafiyeli olarak, büyük kimseleri veya herhangi bir şeyi medh ü senâ eden, öven manzume şekli. Büyük zatları ve daha çok Cenâb-ı Hakk'ı veya Peygamberi (A.S.M.) medheden manzume.
  • Onbeş beyitten aşağı olmamak, bütün beyitlerin ikinci mısraları en başta bulunan mısra ile kafiyeli bulunmak ve daha çok büyükleri övmek üzere yazılan nazım. Koçaklama.

kaside-i ercuze

  • (Ürcuze) Hz. İmam-ı Ali (R.A.) tarafından bahr-ı recez vezni üzere yazılan ve istikbalden haber veren meşhur kasidenin adı.

kaside-i ercüze-i meşhure

  • Meşhur Ercûze kasidesi.

kaside-i gaybiye

  • Hz. Ali'nin (r.a.) Hz. Peygamberden (a.s.m.) ders alarak yazdığı gelecekteki hadiselere ışık tutan, Ercûze ve Celcelutiye isimli kasideler.

kaside-i manzume-i hikmet

  • Hikmetle ve düzenli bir şekilde yazılmış kaside, şiir.

kaside-perdaz

  • Kaside yazan, kaside düzenliyen. (Farsça)

kasim / kasîm

  • Güzel kimse.
  • Taksim eden, bölen.

kat'

  • Kesme, ayırma.
  • Geçme. Yol almak. Yüzerek geçmek.
  • Delil ve bürhan ile ilzam etmek.
  • Edb: Sözün te'sirini arttırmak ve dinleyenin anlayışına bırakmak için söz bitmeden kesivermek."İmtihan geliyor. Çalışın, yoksa..."Görmüyor gittiği yanlış yolu zannım çoğunuz Size rehberl

katere

  • Bir şey üzerine çökmüş toz.
  • İs gibi bir karanlık.
  • Toz.
  • Kebap yapmak.
  • Pişmiş şeyin kokması.

katil-i ma'fuv

  • Can ve ırzını korumak için, tecavüze kalkanı öldüren kimse.

kavakiz

  • (Tekili: Kakuze) Boş maşrapalar.

kavam

  • Adâlet.
  • Güzel ve uzun boy.

kavim

  • Doğru, dik, ayakta.
  • Dürüst.
  • İsabetli.
  • Boyu düzgün ve güzel.

kaviyy

  • Allahü teâlânın Esma-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi tam olarak yaratmakta kuvvet sâhibi olan, her şeyi yaratıp, varlıkta devâm ettiren; dilediğini yapmak kendisine zor gelmeyen.

kavs-ı kuzah

  • (Kavs-i kuzeh) Gök kuşağı. Alâim-i semâ. Ebem kuşağı.

kavvam

  • Nezaret ve muhafaza eden kimse. İşlerin mes'uliyetini üzerine alıp iyi idare eden.

kayyum / kayyûm

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yaratıcı ve mahlûkları yerlerinde ve varlıkta durdurucu.

kaziye-i cehliyye

  • Man: Esası cehl üzere mebni olan bâtıl kaziyyedir.

kaziye-i ihtimaliyye

  • Man: Bir şeyin olması veya olmaması mümkün olmak ihtimâli üzerine bina olunan kaziyye.

kaziye-i mahsusa

  • Man: Mevzuu yalnız bir fertten ibaret olup da hüküm onun üzerine olan kaziyyedir. Buna Kaziye-i şahsiyye dahi denir. "İstanbul en büyük şehirlerin birincisidir" gibi.

kaziye-i mevhume

  • Man: Mâkul işler üzerine kuvve-i vâhimenin hükmeylediği kâzib kaziyyedir.

kaziye-i şartiyye-i muttasıla

  • Man: Mevzu ile mahmulü birer cümle olmakla, birinde bir şeyin üzerine olunan hüküm, diğerinde gösterilen şarta mütevakkıf olan kaziyyedir. (Eğer bir cisim ağır ise, bir yere yerleştirilmedikçe düşer gibi.)

kebair

  • (Tekili: Kebire) Büyük şeyler, büyük günahlar. Kebairin sıralanışı:-Allah'ı inkâr etmek.-Allah'a şirk koşmak.-Kat'iyyen sâbit olan dini bir hükme inanmamak.-Allah'ın rahmetinden ümidini kesmek.-Allah'ın cezasından, mekrinden ve azabından emin olmak.-Günah üzerinde ısrar etmek. Yâni, herhangi bir gün

kebir / kebîr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Varlığından önce yokluk geçmemiş olan.

kebs

  • Çukur bir yeri doldurup düzeltme.
  • Bir cins hurma.
  • Misk hokkası.

kefalet / kefâlet

  • Kefillik. Bir kimse kendine âid bir işi yapamadığı veya borcunu ödeyemediği takdirde, yerine onun işini göreceğini kabul etmek.
  • Birine kefil olmak. İşini üzerine almak.
  • Bir şeye kefil olma, mesuliyeti üzerine alma.
  • Kefillik. Kefîl olmak. Bir kimsenin, borcunu ödememesi, taahhüdünü (verdiği sözü) yerine getirmemesi hâlinde onun yerine borcu ödemeği, sözü yerine getirme mes'ûliyetini (sorumluluğunu) alacaklıya karşı üzerine almak.

keffaret / keffâret

  • Örtmek. Allahü teâlânın bâzı hususlarda kullarının kusur ve günahlarını affetmek ve örtmek için vesîle yaptığı şeylerden her biri. Çoğulu keffârâttır. Keffâretler, bir bakımdan ibâdet, bir bakımdan cezâ durumundadır. Keffâret, katl (insan öldürme), zıhar, yemîn, oruç ve hac keffâreti olmak üzere beş

kefil / kefîl

  • (Kefâlet. den) Birisinin bir borcu ifâsı lâzım gelirken, ifâ etmediği takdirde, o borcu ifâyı kendi üzerine alan kimse. Kefâlet eden kimse.
  • Başkasına âit bir işi veya borcu üzerine alan, sorumluluğunu yüklenen kimse. Kefîle, dâmin de denir.

kefiye

  • Başa sarılan ve omuzların üzerine kadar gelen, uçları püsküllü ince ipek örtülü kumaş.

kehdel

  • Genç hâtun.
  • Yaşlı hâtun, acuze. (Ezdattandır)

kehribar

  • Cevher saçan.
  • Güzel sözler söyleyen.

kelam-ı kibar / kelâm-ı kibâr

  • Büyük, akıllı, veli ve meşhur zâtların güzel, veciz ve çok kıymetdâr olan sözleri ve kelâmı.

kelam-ı mudari / kelâm-ı mudarî / kelâm-ı mudârî

  • Arab kabilelerinden Mudar Kabilesinin konuştuğu Arapça. Kur'an-ı Kerim bu lehçe üzerine nâzil olmuştur. En fasih Arapça'dır.
  • Arap kabîlelerinden Mudar kabilesinin konuştuğu Arapça, Kur'ân-ı Kerîm bu lehçe üzerine nâzil olmuştur, en fasîh Arapça'dır.

kelamın kuyudat ve keyfiyatı / kelâmın kuyudat ve keyfiyatı

  • Kelâmın küllünü meydana getiren harf, kelime gibi parçalarıyla, bunların sarf ve nahiv yönünden hususiyetleri. Meselâ: Müzekkerlik - müenneslik, mârifelik - nekrelik, mübtedâ - haber, sıfat - mevsuf gibi.

kelimat-ı latife / kelimat-ı lâtîfe

  • Çok hoş, güzel kelimeler.

kelimat-ı tayyibe

  • Güzel kelimeler.

kelime

  • Gr: Mânası olan en küçük söz veya cümlenin yapısını teşkil eden unsurlardan birisidir. Kelime, isim, fiil ve harf olmak üzere dilbilgisinde üç kısma ayrılmıştır. "Bir tek söze" kelime denir.

kelime-i tayyibe

  • Güzel ve hoş söz.

kema hüve-l-mutad / kemâ hüve-l-mutad

  • Mutad olduğu ve alışıldığı üzere.

kema yenbagi / kema yenbagî

  • İcabettiği gibi, uygun olduğu üzere, lâyıkı gibi.

kemal

  • Kâmillik, olgunluk. Olgunlaşma. Erginlik. Bütün güzel sıfatlarla muttasıf olmak. Fazilet.
  • Değer, baha.
  • Fazlalık.
  • Sıdk ile yapılan güzel iş.

kemal ve cemal-i ilahi / kemal ve cemâl-i ilâhî

  • Allah'ın mükemmellik, kusursuzluk ve güzelliği.

kemal-i cemal / kemâl-i cemâl

  • Güzellikteki mükemmellik.

kemal-i dikkat ve intizam / kemâl-i dikkat ve intizam

  • Tam bir dikkat ve düzen.

kemal-i hikmet ve inayet / kemâl-i hikmet ve inayet

  • Mükemmel bir hikmet ve düzenlilik.

kemal-i hikmet ve intizam / kemâl-i hikmet ve intizam

  • Mükemmel bir hikmet ve düzen.

kemal-i hüsn-ü san'at / kemâl-i hüsn-ü san'at

  • Mükemmel güzel san'at.

kemal-i inayet / kemâl-i inâyet

  • Bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzenliliğin mükemmelliği.

kemal-i intizam / kemâl-i intizam / kemâl-i intizâm / كَمَالِ اِنْتِظَامْ

  • Tam ve mükemmel bir düzen.
  • Tam bir düzen, düzgünlük.

kemal-i intizām / kemâl-i intizām / كَمَالِ اِنْتِظَامْ

  • Tam bir düzen.

kemal-i intizam ve hikmet / kemâl-i intizam ve hikmet

  • Mükemmel bir düzen ve hikmet.

kemal-i intizam ve itaat / kemâl-i intizam ve itaat

  • Mükemmel bir düzen ve itaat.

kemal-i intizam ve ıttırad / kemâl-i intizam ve ıttırad

  • Tam ve mükemmel bir düzen, sistem ve ahenk.

kemal-i intizam ve mizan / kemâl-i intizam ve mizan

  • Mükemmel bir düzen ve ölçü.

kemal-i istihsan / kemâl-i istihsan

  • Tam bir beğeni, güzel buluş.

kemal-i ittifak ve intizam / kemâl-i ittifak ve intizam

  • Tam ve mükemmel birlik ve düzen.

kemal-i mizan ve intizam / kemâl-i mizan ve intizam

  • Tam bir düzen ve ölçü.

kemal-i mizan ve nizam / kemâl-i mîzan ve nizam

  • Mükemmel ölçü ve düzen.

kemal-i nizam / kemâl-i nizam

  • Mükemmel bir düzen.

kemal-i nizam ve intizam / kemâl-i nizam ve intizam

  • Mükemmel bir düzen ve tertip.

kemal-i san'at ve intizam / kemâl-i san'at ve intizam

  • Mükemmel san'at ve düzen.

kemal-i selaset ve cezalet / kemâl-i selâset ve cezâlet

  • Çok güçlü, akıcı ve güzel anlatım.

kemal-i takdir ve tahsin / kemâl-i takdir ve tahsin

  • Mükemmel bir takdir ve güzel bulma; çok beğenme.

kemalat / kemalât / kemâlât

  • Faziletler, olgunluklar, insanın bilgi ve güzel ahlâkça tam ve olgun olması.
  • (Tekili: Kemal) Faziletler, iyilikler, mükemmellikler. Ahlâk ve huy güzellikleri. Terbiyelilik, edeblilik.
  • Faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri.
  • Olgunluklar, fazîletler, ahlâk ve huy güzellikleri.

kemalat-ı şahsiye / kemâlât-ı şahsiye

  • Şahsî olgunluklar, faziletler, güzellikler.

kemend

  • Eskiden idam için boyna geçirilen yağlı kayış. (Farsça)
  • Uzakta bulunan herhangi bir nesneyi yakalayıp çekmek için üzerine atılan ucu ilmekli uzunca ip. (Farsça)
  • Geyik ve benzeri hayvanların yuları. (Farsça)
  • Güzelin saçı. (Farsça)

kerahet / kerâhet

  • İğrenme, tiksinme, istememe. Harama yakın olma veya yapılmaması iyi olma. Dinde terk edilmesi iyi olan bir şeyin terk edilmeyip yapılması. Kerâhet, tahrîmiyye ve tenzîhiyye olmak üzere iki kısımdır.

keramet-i kevniye

  • Kudret-i Rabbaniyenin ihsanı ile letâfet kesbedip havada uçmak, uzun yolu kısa zamanda gitmek, bir mü'minin bir sıkıntısı hâlinde Cenab-ı Hakk'a dua edip ind-i İlâhîde makbul bir zâttan yardım istemekle, o zatın, izn-i İlâhi ile o muztar kimsenin imdadına yetişmesi, kale gibi muhkem bir yerde üzerin

kerevet

  • Tahtadan yapılan ve üzerine yatak veya minder konularak yatmağa ve oturmağa yarayan yüksekçe yer.

kerim / kerîm

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kudreti (gücü) var iken affeden, vâd ettiğini yapan, vermesi ve ihsânı (lütfu) bol olan, ümîd edilenin üstünde olan, ne kadar verdiğini ve kime verdiğini hesâb etmeyen, kendisine sığınanı ko ruyan ve isteyeni zenginleştiren.
  • Mu

kerim-i zülcemal / kerîm-i zülcemâl

  • Sonsuz güzellik, ikram ve cömertlik sahibi olan Allah.

keşf

  • Açmak, gizli bir şeyi bulmak, ortaya çıkarmak. Bir şeyin üzerindeki kapalılığı kaldırmak.
  • Evliyânın, his ve akılla anlaşılmayan şeyleri, kalbine gelen ilhâm yoluyla bilmesi.

kesir

  • Çok. Bol. Kesret üzere olan.
  • Türlü. Çeşitli.

kevser

  • Allahü teâlânın Kevser sûresinde Peygamber efendimize verdiğini bildirdiği büyük ihsân. Âhirette Cennet'te Peygamber efendimize âit meşhûr nehir veyâ kıyâmet (hesâb) günü Cehennem üzerindeki Sırat köprüsü geçilmeden önce Peygamber efendimizin ve ümme tinin başına geldikleri meşhûr havuz.

kevser-i kur'ani / kevser-i kur'ânî

  • Kur'ânî kevser; Kur'ân'a ait hayırlar, güzellikler.

keyd / كيد

  • Hile, düzen.
  • Hile, düzen. (Arapça)

kıble açısı

  • Bir beldeden güney veya kuzeyden kıble istikâmetine çıkan iki doğru arasındaki açı.

kıdem

  • Üst düzey, seviye, rütbe.

kifayetle

  • Yeterli düzeyde.

kira / kirâ

  • Bir malın, menfaatine yâni kullanılmasına karşılık olarak verilen ücret. Bir evin, bir iş yerinin veya herhangi bir mülkün, taşıt veya binek hayvanının, sâhibi tarafından faydalanılmak ve kullanılmak üzere belli bir ücret karşılığında bir müddet için başkasına verilmesi.

kira'

  • Kirâ. Bir eşya veya yerin, geçici bir zaman kullanılmak üzere para ile bir kimseye verilmesi.
  • Böyle bir şey karşılığı alınan para.

kıraat

  • Okuma. Düzgün ve çabuk okuma.
  • Okuma kitabı.
  • Fık: Namazda Kur'an-ı Kerim'den bir miktar okumak.İnsan bir yazıyı ya kendi kendine yahut başkasına dinletmek üzere okur. Hususi mütâlaa nasıl olsa olur. Fakat dinletmekten maksad, anlatmak olduğu için o yolda okumanın dikkat edilec

kıraat-ı seb'a

  • Kur'an-ı Kerim'i yedi türlü okuma tarzı. Mâna değişmemek üzere Kur'an-ı Kerim Kureyş, Huzeyl, Havâzin, Kinane, Sakif, Temim ve Yemen lehçeleriyle "sırat, mâlik, cibril" gibi kelimelerin yedi türlü okunmasına denir.
  • Yedi türlü okuma.

kıraet-i aşere / kırâet-i aşere

  • Kur'ân'ın on kırâet üzere okunması. Kırâet imamları şunlardır: Nafi, İbn Kesir, Ebu Amr, İbn Amir, Asım, Hamza, Kisaî, Ebu Cafer, Yakub ve Halef.

kırgız

  • Türk Milletlerinden büyük bedevi bir kavim olup Asyanın kuzeybatısında ve Türkistanla Sibirya arasında, başka bir deyimle Türkistanın kuzey taraflarında ve Doğu Türkistanın kuzeyinde olarak Rusya ile Çin hududunda bulunuyorlar. Batı tarafındakilere Kırgız ve Kazak; Çin hududundakilere ise Kara Kırgı

kıs

  • "Kıyas et, buna benzet, bununla ölç!" mânalarına gelir ve bazı tâbirlerde geçer. Meselâ: (Ve kıs ala hâzâ: Bunun üzerine kıyas et.)

kişniş

  • Güzel kokulu bir tohum olan karakimyon.

kıssaperdaz / kıssaperdâz

  • Hikâye düzen kişi. Kıssacı, masalcı. (Farsça)

kisve-i şerife / kisve-i şerîfe

  • Resûlullah efendimizin medfûn bulundukları hücre-i seâdet üstündeki kubbe üzerine serilen örtü.

kitab-ı hüsnün / kitâb-ı hüsnün

  • Güzelliğinin kitabı.

kitabe

  • Kabartılarak veya oyularak sert levhalar üzerine yazılan yazı. Levha olarak yazılan manzum olmayan nesir halinde levha yazma ilmi.
  • Mezartaşı yazısı.

kitabet / kitâbet

  • Kâtiblik, yazıcılık, yazı yazma ilmi.
  • Güzel yazı ve güzel ifâde için lâzım olan yazı yazma usûl ve kâideleri.
  • Kölenin belirli bir ücreti ödemek veya bildirilen şartları yerine getirmek karşılığında âzâd edileceğine (serbest bırakılacağına) dâir sâhibi ile yaptığı akid, sözleşme.

kıyamet / kıyâmet

  • Allahü teâlânın emri ile İsrâfil aleyhisselâmın sûr denilen ve nasıl olduğunu bilmediğimiz bir âlete üfürmesi, (nefha-i ûlâ: Birinci üfürme) ile bütün canlıların ölüp, her şeyin yok olması, kâinâttaki (varlık âlemindeki) nizâmın, düzenin bozulması, kıyâmetin kopması.
  • Her canlının ölü

kıyas-ı adli / kıyas-ı adlî

  • Adaletle ilgili kıyas; Allah'ın kâinata koymuş olduğu adalet ve düzeni göstererek âhiretin varlığına ulaşma.

kıyas-ı mukassim

  • Man: İki şıkkı bulunan ve her iki şıkkın neticesi aynı olan kıyas. (Sultan Mehmed Fatihin, babasına gönderdiği şu haber buna güzel bir numunedir. "Padişan sen isen ordunun başına geç; yok padişah ben isem, sana emrediyorum ordunun başına geç.")

klüp

  • ing. Eğlenerek boş olarak vakit geçirmek yahut okumak, konuşmak üzere üyelere mahsus toplantı veya eğlence yeri.

kombinezon

  • Tertib, düzenlemek. (Fransızca)
  • Çare. (Fransızca)
  • Kadın iç gömleği. (Fransızca)
  • Tertip, düzenleme.

komünizm

  • Komünizm (Latince kökenli communis - ortak, evrensel); üretim araçlarının ortak mülkiyeti üzerine kurulu sınıfsız, parasız ve devletsiz bir toplumsal düzen ve bu düzenin kurulmasını amaçlayan toplumsal, siyasi ve ekonomik bir ideoloji ve harekettir. (Fransızca)

kubbe altı

  • Tar: Topkapı Sarayı'nda başta sadrazam olmak üzere devlet adamlarının ve vezirlerin toplanıp devlet işlerini görüştükleri yer.

kubbe-i hadra / kubbe-i hadrâ

  • Medîne-i münevverede bulunan Peygamber efendimizin kabr-i şerîfinin üzerindeki yeşil kubbe.

kuddus / kuddûs

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Azamet ve celâline, büyüklüğüne lâyık olmayan, noksanlık ve eksiklik getiren şeylerden, his organlarının anladığı, hayâl gücünün hayâl ettiği, hâtıra gelen ve düşünülebilen her türlü vasıftan ve özellikten münezzeh, pâk ve temiz olan.

kul hakkı

  • Bir kimsenin, başkası üzerindeki hakkı, alacağı.

küll

  • Hep, tüm, bütün. Çok. Cüz'lerden meydana gelen.Bütün cüzlerin şumul ve istiğrak üzere ifadeleri.

külliyen

  • Kâmilen, tamamen. Cüz'î olmamak üzere. Büsbütün. Tamamıyla, toptan, kâffesi.

kuluçkaya kapanmak

  • Kuşun, yavru çıkarmak üzere yumurtaların üzerine yatması.

kunv

  • (Çoğulu: Kınân-Kınyân-Aknâ) Üzerinde hurması olan hurma salkımının çöpü.

küpeşte

  • Geminin kenarlarındaki tahta siper.
  • Parmaklığın üzerindeki düz ve kalın tahta.

kurakır

  • Güzel sesli kimse.

kürek cezası

  • Tanzimattan önce ve yelkencilik devrinde işledikleri ağır cürümden dolayı harp gemilerinden kürek çekmek üzere gemi hizmetine verilen kimseler. Bu gibiler, gemilerde kürek çektikleri için bu tâbir meydana gelmiştir.

kureyş lehçesi

  • Arab dilinin Kureyş kabîlesince konuşulan lehçesi. Kur'an-ı kerîm bu lehçe üzerine inmiş ve bu lehçe üzerine yazılmıştır.

kurzum

  • Kavafların ve kunduracıların üzerinde gön ve sahtiyan kesip düzelttikleri yuvarlak tahtalar.

kuss ibn-i saide

  • İslâmiyetten önce Arabistan'da yaşamış İyâd Kabilesinin ileri gelenlerinden, mühim hakikatlı bir şâirdir. Cârud gibi hakperesttir. Henüz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm genç iken Suk-ı Ukaz panayırındaki hitabeti ile meşhurdur. Hitabesinde bir Hak Peygamber geleceğini ve onun en güzel bir d

küsuf

  • Güneş tutulması. Ay'ın, dünya ile güneş arasına gelerek dünya üzerinde gölge yapması.
  • Mc: Birisinin felâketli hâlinde çok teessür göstermesi hâli.

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

kutb

  • (Kutub) Dünyanın şimâl veya cenub uçları. (Güney ve kuzey taraflarının son kısımları.)
  • Elektrik cereyânını meydana getiren veya mıknatısın uçlarından her biri.
  • Dini bir meslek veya grubun başı. Bir çok müslümanların kendisine bağlandıkları azim ve büyük evliyaullahtan zamanın

kutb-u şimali / kutb-u şimalî / kutb-u şimâlî

  • Kuzey kutbu.
  • Kuzey kutbu.

kutbeyn

  • İki kutub. Şimal ve cenub kutbu. Kuzey ve güney kutubları.

kuvve-i an-il-merkeziye

  • Merkezkaç kuvvet. Cisimlerin kendi mihveri üzerine hareketi zamanında merkezinde hâsıl olan kuvvete denilir. Merkezde dönen bir tekerleğin etrafında yapışık veyahut üstünde taşıdığı cisimlerin etrafa yayılıp dağılmasıyla bu kuvvetin mevcudiyyeti anlaşılır.

kuvve-i natıka / kuvve-i nâtıka

  • Konuşma, güzel ifade etmek kudreti.

kuzfe

  • (Çoğulu: Kuzuf-Kuzefât) Yüksek yer.

kuzha

  • (Çoğulu: Kuzeh) Yol, tarik.

la nazime illa hu / lâ nâzime illâ hû

  • Bütün kâinat ve varlık âlemini bir fayda ve gayeye göre düzenleyen Allah'tan başka ilâh yoktur.

la'netullahi aleyh

  • Allah'ın lâneti onun üzerine olsun.

laalettayin / lâalettâyin

  • Gelişigüzel. Ayırd etmeksizin. Rastgele.
  • Gelişigüzel.

laedriyye / lâedriyye

  • Şüphecilerle alakalı. Şüphecilik üzerine kurulu felsefe ekolü.

laglaga

  • (Çoğulu: Laglag) Ördekten küçük bir güzel kuştur, başında az miktar beyaz tüyü vardır. Türk diyârında yavrusunu çıkarıp kış günlerinde Mısır'a gider.

lahlaha

  • Güzel kokuların karışmasından meydana gelen koku.
  • Güzel kokularla yapılan bir nevi macun.

lahm

  • Et. Her şeyin içi ve üzeri.
  • Bir işi sağlam kılmak.
  • Kırık şeyi kuyumcunun yapıştırması. Lehimlemek.
  • Bir yerde ilişip kalmak.

lahn

  • Güzel ve kaideli ses.
  • Nağme.
  • Kaideye uymayan yanlış okuyuş.
  • Usulüne uygun okumak.
  • Sadece muhatabın anlıyacağı şekilde remizle söz söylemek.
  • Meyl.
  • Fehmeylemek.
  • Lisan.
  • Lügat. Fetva. Mânâ. Mefhum.
  • Güzel ses, kuralsız okuyuş.

laim / lâim

  • Levm eden, kınayan, iyi ve güzel bulmayan.

lakit / lakît

  • Yerden kaldırıp alınmış ve sahipsiz kalmış bir şey. Sokakta bulunan mal, para.
  • Sokağa atılmış yeni doğmuş çocuk.
  • Üzerine ansızın gelinen kuyu.

lalettayin / lâlettayin / لا على التعيين

  • Gelişigüzel. (Arapça)

latif / latîf / lâtif / lâtîf

  • Mülâyim. Yumuşak. Nâzik. Mütenasip.
  • Güzel. Şirin. Küçük ve hoşa giden.
  • Cisimle alâkası olmayan. Göze görünmeyen.
  • Çok lutf edici.
  • Derin, gizli.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından. Lütf ve ihsân edici, dâimâ güzel muâmelede bulunan.
  • Yumuşak, hoş, güzel, nâzik. Âdem oğlu aç gözünü, yeryüzüne kıl bir nazar, Gör bu latîf çiçekleri, hangi kuvvet yapar, bozar.
  • Gözle görülmeyen.
  • Yumuşak, güzel, şirin, ince.
  • Hoş, güzel, ince.

latif tevafuk

  • İnce mânâlar içeren hoş, güzel uygunluk.

latifane / lâtifâne

  • Hoş ve güzel bir şekilde.

latiflik / lâtiflik

  • Güzellik, hoşluk.

latime / latîme

  • (Çoğulu: Letâyim) Misk.
  • Güzel kokular konulan kap.
  • Attarlar pazarı.
  • Güzel kokulu nesneleri götüren deve.

lavanta

  • Çeşitli çiçek ve bitkilerden alınan esanslarla yapılan güzel kokulu sıvı.

layiha-yı tashih / lâyiha-yı tashih

  • Mahkeme kararının düzeltilmesi istemiyle bir üst mahkemeye sunulan yazı, dilekçe.

lazımü't-tashih / lâzımü't-tashih

  • Düzeltmesi gerekli.

lebbeyk

  • Hac, umre veya her ikisini yapmak üzere niyyet ederken yâni ihrâma girerken başlayıp, Mina'da Cemre-i akabede (büyük cemrede) şeytan taşlanırken atılan ilk taşla söylemesi son bulan mübârek sözler: Lebbeyk Allahümme lebbeyk, lebbeyk lâ şerîke leke lebbeyk innelhamde venni'mete leke vel-mülke

ledünniyat

  • (Tekili: Ledünn) Allah Teâlâ Hazretleri tarafından hususi vecih üzere bâtınan ihsan olunanlar.

leff ü neşr

  • Edb: Bir yazı veya şiirde söz simetrisi yapma san'atıdır. Önce iki veya daha fazla kelimeyi sıralamak, sonra da onlarla alâkalı şeyleri söylemek. İki çeşidi vardır;1- Leff ü Neşr-i Müretteb (Düzenli leff ü neşir) : Birinci cümlede sıralanan kelimelerle ikinci cümlede söylenen kelimelerin aynı sırayı

lemeat-ı cemal-i esma / lemeât-ı cemâl-i esmâ

  • İsimlerin güzelliğinin parıltıları.

lemeat-ı cemaliye / lemeât-ı cemâliye

  • Güzellik parıltıları.

lemeat-ı hüsün ve cemal / lemeât-ı hüsün ve cemâl

  • Güzellik parıltıları.

lesen

  • Fesâhat. Düzgün, güzel ve akıcı konuşma.

lest

  • Güzel, hoş, iyi. Kuvvetli, kavi. (Farsça)

letafet / letâfet / لطافت / لَطَافَتْ

  • Hoşluk, lâtiflik.
  • Cisimden alâkayı kesip bir nevi nurâniyet kesbetmek.
  • Güzellik, nezaket, yumuşaklık, hafiflik.
  • Hoşluk, güzellik.
  • Hoşluk, güzellik, incelik, yumuşaklık.
  • Hoşluk. (Arapça)
  • Yumuşaklık. (Arapça)
  • Güzellik. (Arapça)
  • Güzellik.

letafet-i beyan / letâfet-i beyan

  • İfadenin güzelliği, hoşluğu.

letafet-i beyaniye

  • Beyan ilmine ait güzellik ve şirin özellik.

letafetlendirmek / letâfetlendirmek

  • Güzelleştirmek.

letafetli / letâfetli

  • Hoş, güzel.

letaif / letâif

  • İnce duygular, incelikler, güzellikler.

letaif-i belağat / letâif-i belâğat

  • Belâğattaki incelikler, ifadelerdeki edebî güzellikler.

letaif-i cennet / letâif-i cennet

  • Cennetin güzellikleri.

letaif-i hilkat / letâif-i hilkat

  • Yaratılıştaki güzellikler.

letaif-i rahmet / letâif-i rahmet

  • Rahmetin güzellikleri.

letaif-i refet / letâif-i refet

  • Şefkat ve merhametin güzellikleri.

letaif-i tevafukiye / letâif-i tevafukiye

  • Tevafukun güzellikleri, şirinlikleri.

levazım

  • İhtiyaç maddeleri. Lüzumlu madde.
  • Ask: Silâhlı kuvvetlerin yiyecek ve giyecek maddelerini, silâh ve cephane dışında kalan çeşitli araç ve ihtiyaçlarını ifade etmek üzere kullanılan umumi tabirdir.

levh

  • Görünen ibretli manzara.
  • Üzerinde yazı veya şekil çizilebilir düzlük.
  • Seyredilen yerin çizili sureti.
  • Ayet, hadis veya büyüklerin ders verici sözleri. Yazılı şey.
  • Şimşek çakmak.
  • Susamak.
  • Zâhir olmak.
  • Çalıp almak.

levh-i ezeli / levh-i ezelî

  • Olmuş ve olacak her şeyin üzerinde yazılı olduğu ezeli levha.

levh-i misali / levh-i misâlî

  • Üzerinde görüntülerin yansıdığı levha.

levha

  • Üzerinde yazı veya resim bulunan, duvara asılacak kâğıt.
  • Bir sayfanın üzerindeki kalın yazı.

levha-i imaniye

  • Üzerinde imanî bilgiler yazılan tablo.

leyl-i münevver

  • Gündüze benzeyen gece. Nurlanmış gece.

leziz

  • (Lezize) Lezzetli. Tatlı, hoş. Tadı hoş ve güzel. (Lezzet umumidir, hâlavet ise hususidir.)

lezz

  • Uyku, nevm.
  • Sözü güzel olan, tatlı konuşan kişi.
  • Tatlı, leziz, lezzetli.

lezzat

  • (Tekili: Lezzet) Tatlılıklar. Lezzetler. Tadı hoş ve güzel olan şeyler.

lezzet

  • (Çoğulu: Lezzât) Tad, çeşni. Hoş ve güzel olan şey.

li-aynihi / li-aynihî

  • Kendisi ile bir. Aynı ile.
  • Allah tarafından emrolunan bir şeydeki güzellik, ya li-aynihi bir hüsündür veya li-gayrihi bir hüsündür. Ya kendi zatındaki bir güzellikten dolayı hasendir veya başkasında sabit bir güzellikten dolayı bir hasendir. Meselâ: Biz iman ile me'muruz. İmandaki hü

lian / liân

  • Lânetleşmek, erkeğin zevcesini (hanımını) zinâ etmekle suçlaması veya bu çocuk benden değildir demesi hâlinde dört şâhid getiremezse, zevcenin isteği üzerine eşlerin hâkim huzûruna çağrılarak usûlüne uygun (âyet-i kerîmedeki bildirildiği şekilde) kar şılıklı yemîn etmeleri ve lânetleşmeleri. Buna mu

lisan-ı fasihane / lisân-ı fasihâne

  • Fasih dil; meramı güzel, açık ve düzgün ifadelerle aktaran dil.

lutf / لطف

  • İyilik, lütuf. (Arapça)
  • Güzellik. (Arapça)

lütf u kahr

  • Güzellik, insan ve kötülük, sıkıntı.

lütf-u cemal / lütf-u cemâl

  • Hoş güzellik.

lütf-u ihsan

  • Bağışın, ikramın güzelliği.

lütuf

  • Rıfk ve nevâziş. İltifatla mülâyemet üzere muâmele eylemek. Allah (C.C.) Hazretlerinin kullarını rıfk ve sühuletle murâdına muvaffak eylemesi.
  • Güzellik, hoşluk.
  • İyilik, iyi muâmele.

lütufname / lütufnâme

  • İltifat yazısı.
  • Güzel, hoş risale, yazı.

ma'bud-u cemil-i zülcelal / ma'bûd-u cemîl-i zülcelâl / مَعْبُودُ جَمِيلِ ذُوالْجَلَالْ

  • İbâdete yegane lâyık, nihâyetsiz güzellik ve haşmet sâhibi olan (Allah).

ma'nevi miras / ma'nevî mîrâs

  • Âlem-i emrdeki (gözle görülmeyen âlemdeki) şeyler yâni îmân, mârifet (tanıma, bilme), rüşd (doğru yolda olmak) gibi nîmetler (güzellikler, iyilikler).

ma'nevi tevatür / ma'nevî tevâtür / مَعْنَو۪ي تَوَاتُرْ

  • Yalan üzerine birleşmesi imkânsız olan bir topluluğun aynı hâdiseyi farklı tarzlarda haber vermesi.

ma-i mevsufe / mâ-i mevsufe

  • Şey mânasında nekre olup bir sıfattan evvel kullanılır. (Nazartu ilâ mâ mu'cebin leke: Sana hoş gelen şeye baktım) cümlesindeki gibi...Bazan da sıfatsız olur. (Ni'me-mâ: Ne güzeldir) (Meselen-mâ: Bir misâl olarak) kelimelerinde gördüğümüz gibi.

ma-i mutlak / mâ-i mutlak

  • Yaratıldığı vasıf üzere duran su. (Yağmur, kar, deniz, göl, ırmak, pınar, kuyu sularıdır).
  • Yaratıldıkları hâl üzere olan yâni ismi yanında başka kelime söylenmeyen, yalnız su denilen sular.

ma-vakaa

  • Vaki' olan. Hâdise. Sergüzeşt.

maani-i cemile / maânî-i cemîle

  • Güzel mânâlar, anlamlar.

maatir / maatîr

  • (Tekili: Mı'târ) Devamlı güzel koku sürünenler.

mabud-u cemil-i zülcelal / mâbûd-u cemîl-i zülcelâl

  • Sonsuz haşmet ve güzellik sahibi, kendisine ibadet edilen Allah.

mabud-u zülcemal / mâbud-u zülcemâl

  • Herşeyin kendisine ibadet ettiği sonsuz güzellik sahibi Allah.

madde

  • Zahir duygularla hissedilen, ruhâni olmayıp, ağırlığı olan, cismâni bulunan.
  • Asıl, esas, cevher, mâye.
  • Bend, fıkra, kısım.
  • İlm-i Kelâmda: His âzâmız üzerine bir takım muayyen ihtisâsât husule getiren veya getirebilen, her şey.
  • Tıb: Çıbanın içinde hasıl olan ya

mağrib / مغرب

  • Batı. (Arapça)
  • Akşam namazı. (Arapça)
  • Kuzeybatı Afrika. (Arapça)
  • Fas. (Arapça)

mah / mâh

  • Güzellik, ay.

mahaffe

  • Mahfe. Deve veya katır üzerine konan ve içinde iki kişi oturabilecek yeri olan kapalı mahmil.

mahamid

  • (Tekili: Mahmedet) İyi ve güzel huylar. İyi hasletler.
  • Şükürler, senâlar, medihler. Şükür edilmeğe değer davranışlar.

mahamil

  • Deve üzerine konan oturulacak sepetler. Mahmiller.
  • Kılınç bağ askıları.
  • İhtimâller.

mahasin / mahâsin / محاسن

  • (Mehâsin) İyilikler. İyi ahlâklar.
  • İnsanın vücudunda hüsün ve cemal yerleri.
  • Güzel tavırlar.
  • İnsanın yüzüne güzellik veren bıyık ve sakal.
  • İyilikler, güzellikler. (Arapça)

mahasin-i ahlak / mahasin-i ahlâk

  • Ahlâk ve huy güzelliği.

mahcur

  • Malını kullanmaktan men edilmiş, mal üzerindeki tasarruf yetkisi elinden alınmış kimse.

mahkeme-i kübra-yı haşir / mahkeme-i kübrâ-yı haşir

  • Haşrin büyük mahkemesi, insanların öldükten sonra diriltilerek hesaba çekilmek üzere toplanacağı büyük mahkeme.

mahkuk

  • Hakkedilmiş. Sert bir şey üzerine sert kalemle kazılarak yazılmış.

mahkum-u aleyh / mahkûm-u aleyh

  • Bizzat kendisi üzerine hüküm binâ edilen (yani bu kaideyi şöyle açıklayabiliriz.

mahlukat-ı latife / mahlûkat-ı lâtife

  • Hoş, güzel mahlûklar, yaratılmışlar.

mahmasa hali / mahmasa hâli

  • Açlıktan ölmek üzere olma hâli.

mahmel

  • Üzerine yük konulan şey.

mahmil

  • Harameyne hacı kafilesi ile birlikte gönderilen hediyeler.
  • Deve üzerine konulan sepet. Mahfe. Sürre.
  • Bir ibareye hamledilen mâna ihtimâllerinden her birisi.

mahmud / mahmûd

  • Övülmüş, övülen.
  • Peygamber efendimizin güzel isimlerinden biri. Ahmed, Muhammed, Mahmûd, hep över seni Allah Senin isminle biter lâ ilâhe illallah Bundaki ince sırrı anlamaz, bilmez gümrâh, Kendi adıyla yazmış senin adını Rahmân
  • Ebrehe'nin, Kâbe'yi yıkmak üzere ordusunda geti

mahmul

  • Yüklenilmiş. Hamlolunmuş. Bir şey arkasına yüklenmiş olan. Üzerine alınmış.
  • Gr: Bir cümlede fâile yükletilen işi, oluşu veya hâli gösteren fiil.
  • Man: Müsned, haber. "İnsan nâtık" cümlesinde "İnsan" mevzu, "nâtık" mahmuldur.
  • Yüklenmiş.
  • Bir şeyin üzerine kurulmuş.

mahpare / mâhpâre / ماه پاره

  • Pek güzel kimse. (Farsça)
  • Ay parçası. (Farsça)
  • Ay parçası. (Farsça)
  • Çok güzel. (Farsça)

mahrek

  • Koz: Bir gezegenin bir devrede üzerinden gittiği farzedilen dâirevi hat, hareket yeri. Mermi yolu.
  • Hareketli bir noktanın takip ettiği yol.
  • Bir gezegenin bir devrede üzerinden gittiği farzolunan dairevî hat, yörünge.

mahru / mâhru / ماهرو

  • (Çoğulu: Mâhruyân) Ay yüzlü. Yüzü ay gibi parlak olan. Güzel. (Farsça)
  • Ay yüzlü, güzel yüzlü. (Farsça)

mahruyan

  • Güzeller, ay yüzlüler. (Farsça)
  • Mc: Veliler. Allah'a itaatten ayrılmayan manevî güzellik sâhibi kimseler. (Farsça)

mahve

  • Kuzey rüzgârı.

mahz-ı hidayet / mahz-ı hidâyet / مَحْضِ هِدَايَتْ

  • Tamamen hak üzere olma.

maide

  • Yemek sofrası. Üzerinde nimetler bulunan sofra. Ziyafet.
  • Kur'an'ın 5. Suresinin adıdır ve Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur.

makam-ı ahsen-i takvim

  • Yaratılışın en güzel kıvamında olma derecesi.

makasıd-ı erbaa

  • Dört maksat ve gaye; tevhid, nübüvvet, haşir ve adalet olmak üzere Kur'ân'ın gözettiği dört temel maksat.

maksur

  • (Kasr. dan) Kasrolunmuş, kısaltılmış, kasılmış, alıkonulmuş.
  • Mahbus.
  • Kasrolunmuş nesne.
  • Gelinin üzerine tutulan duvak.
  • Gr: Bir kısım arapça kelimelerin sonunda yâ şeklinde yazılan, fakat elif gibi okunan harf. ( : Dâ'vâ) kelimesinde olduğu gibi. Buna, "Elif-i

maktaa

  • Eskiden üzerinde kamış kalemin ucu kesilerek düzeltilen kemikten veyâ mâdenden yapılmış âlet.

maktel / مقتل

  • Öldürme yeri. (Arapça)
  • Ünlü birinin ölümü üzerine yazılan şiir. (Arapça)

makzi / makzî

  • Kaza olunmuş, ödenmiş, te'diye olunmuş olan. Ümid edildiği üzere tamam ve ikmâl edici olan. Ödeyici. Sâhib-i mucib ve muris.
  • Fık: Kendi irade ve kesbimizin neticesi olmak üzere Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) yaratıp vücuda getirdiği bazı şeyler vardır ki, bunlar Allah'ın rızasına muhalif old

malik-ül-mülk / mâlik-ül-mülk

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yaratılmışların ve onlarda bulunan her şeyin sâhibi olan.

malikü'l-mülk-i zü'l-celali ve'l-cemali ve'l-ikram / mâlikü'l-mülk-i zü'l-celâli ve'l-cemâli ve'l-ikram

  • Bütün mülkün sahibi, sonsuz haşmet, güzellik ve ikram sahibi Allah.

manahnü fih / manahnü fîh

  • Üzerinde durduğumuz, bahsini ettiğimiz mes'ele. Hakkında konuştuğumuz.

mançur

  • Asya'nın kuzeydoğusunda yaşayan bir kavim.

mançurya

  • (Mançu memleketi) Asya'nın kuzeydoğu tarafında büyük bir memleket olup, son zamana kadar kuzeyde Ohurcuk Denizine ve Sahalin Adasını ayıran Tataristan Boğazı'na kadar uzandığı halde; doğudan Japon Deniziyle sınırlanmış iken, sonraları kuzey ve kuzeydoğu tarafları Ruslar tarafından zaptedilerek Sibir

manevi şahsiyet / mânevî şahsiyet

  • Belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişi, topluluk, tüzel kişilik.

manevi tevatür / mânevî tevatür

  • Yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun bir hadis-i şerifi mânâ yönünden aktarması veya aktarılırken susmak suretiyle doğruluğunu tasdik etmesi.

manevra

  • Bir makinenin, bir cihazın işleyişini düzenleme veya idare etme işi ve şekli. (Fransızca)
  • Ask: Muharebede düşmanın savaş gücünü yok etmek maksadıyla eldeki askerî kuvvetlerin en te'sirli bir biçimde düzenlenmesini te'min eden bütün hareketler. (Fransızca)
  • Barış zamanında kıt'alara ve kurmay hey'etle (Fransızca)

mani' / mâni'

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Din ve dünyâya âit zararları gideren, men' eden.

mantıkla müşeyyed

  • Sağlam bir mantık üzerine kurulmuş, mantık kuralları üzerine oturmuş.

mantuk

  • Bir lâfzın nutuk hâlinde, söz sahasında üzerine delâlet ettiği şey. " Şu kitabı satın aldım", sözünde bu lâfzın mantuku, o kitabın satın alınmış olmasıdır.
  • Söz, nukut, mânâ, mefhum.

manyatizma

  • Birisinin bâzı hareketleri ile başkası üzerinde uyuşukluk verici te'sir.

manyetizma

  • Başka üzerinde uyuşukluk verici tesir.

manzarani / manzaranî

  • Gösterişli ve güzel adam.

manzari / manzarî

  • Güzel, gösterişli ve yakışıklı adam.

manzum / manzûm / مَنْظُومْ

  • Ölçülü, mizanlı, tertibli.
  • Vezni ve kafiyesi olan söz. Edebi ölçüsü olan sözler. (Kaside ve şiirler gibi).
  • Dizilmiş, sıralanmış, düzenlenmiş.
  • Düzenli.
  • Nazımlı, dizili, düzenli, şiir.
  • Düzenli.

manzumat

  • Düzenlemeler, sıralamalar.

manzume-i hakikat

  • Hakikat manzumesi; belli bir düzen içinde yerleşmiş hakikatler.

manzume-i kainat / manzume-i kâinat

  • Kâinat sistemi; son derece mükemmel bir denge ve düzen içinde işleyen kâinat.

maruf / mâruf

  • Bilinen, güzel.

maruz kalmak / mâruz kalmak

  • Yüzyüze gelmek.

maruz olan

  • Yüz yüze gelen, karşılaşan.

maşaallah / mâşâallah

  • Allah dilemiş ve ne güzel yapmış ve Allah nazardan saklasın gibi anlamlara gelen ve beğeniyi ifade etmek için kullanılan bir söz.

masile

  • Üzerinde mum veya fitil yakılan çıra ve şamdan.

maslahat / مصلحت

  • İş, emir, madde, keyfiyet, önemli iş.
  • Barış, dirlik-düzenlik.
  • İş. (Arapça)
  • Dirlik düzenlik. (Arapça)

maslahat-ı mürsele

  • Şeriat tarafından ne itibar ve ne de ibtâl ve ilgâ edildiği mâlum olmayan bir mes'elenin maslahat üzere fakihler tarafından hükümlendirilmesi.

maslak

  • Su yolu üzerinde bulunan su haznesi.
  • Dâima akan su borusu.
  • Büyük yalak.

masnuat-ı cemile / masnûât-ı cemile

  • Güzel sanat eseri varlıklar.

masnuat-ı muntazama / masnuât-ı muntazama

  • Düzenli bir şekilde yaratılan san'at eseri varlıklar.

masnuat-ı sayfiyye

  • Cenab-ı Hakk'ın yaz mevsiminde yarattığı san'atlı güzel eserler.

matara

  • Askerlerin kullandığı üzeri aba ve çeşitli kumaşlarla kaplı madeni su şişesi veya yolculukta kullanılan deriden yapılmış su kabı.

matmah-ı cihani / matmah-ı cihanî

  • Bütün herkese ait tamah olunan ve büyük istekle üzerine bakılan şey.

matris

  • Dizilmiş harflerin hususi bir mukavva üzerine alınan kalıbı. (Fransızca)
  • Dizme makinelerinde harf kalıbı. (Fransızca)

mazbata / مضبطه

  • Tutanak. (Arapça)
  • Mazbata tanzim etmek: Tutanak düzenlemek. (Arapça)

mazhar / مظهر

  • Üzerinde görünen.

mazhar-ı ekmel

  • En mükemmel şekilde bir özelliği üzerinde yansıtan.

mazhar-ı esma / mazhar-ı esmâ

  • Çok sıfatlara ve isimlere mensub hâller kendinde görünen. İsimlere, isimlerinin üzerinde te'sirlerine mazhar (sâhib) olan.
  • Cenab-ı Hakkın isimlerinin tecellisine mazhar ve âyine olmuş olan.

mazhariyet-i esma-yı ilahiye / mazhariyet-i esmâ-yı ilâhiye / مَظْهَرِيَتِ اَسْمَايِ اِلٰهِيَه

  • Allah'ın isimlerinin üzerinde görünmesi.

me'sere

  • (Meâsir) Eskiden kalma güzel eser.
  • Cömertlik.
  • Güzel hareket ve fiil.

measir

  • (Me'sere. den) Güzel eserler. Nişanlar. İzler.

measir-i bergüzide

  • Seçme güzel eserler, izler, nişanlar.

mebşure

  • Yüzü ve vücudu güzel yaratılmış kadın.

mecid / mecîd

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Büyüklüğü, yüceliği ve işlerinin güzelliği ile tanınan, övülen.

meclis

  • Oturulacak, toplanılacak yer.
  • Görüşülecek bir mes'ele için bir araya gelmiş insan topluluğu.
  • Devlet işlerini görüşmek üzere Millet Vekillerinin toplandıkları büyük bina.

mecra / mecrâ / مجرا

  • Su yatağı. (Arapça)
  • Yol, güzergah. (Arapça)

medar

  • Sebeb, vesile.
  • Bir şeyin etrafında döneceği nokta. Bir şeyin devredeceği, üzerinde hareket edeceği yer.
  • Gezegenlerin gezerken hareket noktalarının çizdiği dâire. (Dünya, güneş etrafında seyrederken medar-ı senevîsi bir dâireyi andırır.)

medar-ı bahis / medâr-ı bahis

  • Üzerinde konuşulan.

medar-ı hüsn-ü maişet / medâr-ı hüsn-ü maîşet / مَدَارِ حُسْنُ مَع۪يشَتْ

  • Güzel geçinme kaynağı.
  • Güzel geçim sebebi.

medar-ı hüsün ve cemal / medar-ı hüsün ve cemâl

  • Maddî ve manevî güzellik kaynağı.

medar-ı nazar / medâr-ı nazar

  • Bakışları üzerinde toplayan; odak noktası.

medeniyet

  • Düzenli ve ileri hayat seviyesi, şehirlilik.

meh-ru

  • (Çoğulu: Mehruyân) Ay yüzlü, güzel. (Farsça)

meh-ruyan

  • Ay yüzlüler. Ay gibi parlak olanlar. (Farsça)
  • Mc: Manevî güzellik. Ahlâk sahibi ve dindar olanlar. (Farsça)

mehah

  • Tazelik, güzellik.

mehasin / mehâsin / محاسن

  • Güzellikler.
  • Güzellikler.
  • Güzellikler.

mehasin-i ahlak / mehâsin-i ahlâk

  • Ahlâk güzellikleri.

mehasin-i ahlakiye / mehâsin-i ahlâkiye

  • Ahlâk güzellikleri.

mehasin-i ahval / mehâsin-i ahval

  • Güzel haller, vaziyetler.

mehasin-i hakikat-ı muhammediye / mehâsin-i hakikat-ı muhammediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) bütün kâinatı kaplayan hakikatinin güzellikleri.

mehasin-i islamiyet / mehâsin-i islâmiyet

  • İslâmiyetin güzellikleri.

mehasin-i kemalat / mehasin-i kemâlât

  • Olgunluk ve mükemmelliklerin güzellikleri.

mehasin-i kesire / mehâsin-i kesire

  • Pek çok güzellikler, iyilikler.

mehasin-i maddiye / mehâsin-i maddiye

  • Maddî güzellikler.

mehasin-i maneviye / mehâsin-i mâneviye

  • Mânevi güzellikler.

mehasin-i medeniye-i kesire

  • Çok sayıdaki medeniyet güzellikleri.

mehasin-i medeniyet / mehâsin-i medeniyet

  • Medeniyetin güzellikleri, iyilikleri.

mehasin-i meşrutiyet / mehâsin-i meşrutiyet

  • Meşrutiyet sisteminin ortaya çıkardığı güzel neticeler.

mehasin-i mücerrede

  • Soyut güzellikler; maddî olmaktan, her türlü sınırlayıcı özelliklerden uzak olan güzellikler.

mehasin-i rububiyet / mehâsin-i rububiyet / mehâsin-i rubûbiyet

  • Rablığın güzellikleri; Allah'ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesinin, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının güzellikleri.
  • Cenâb-ı Hakkın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi ve onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının güzellikleri.

mehasin-i saltanat / mehâsin-i saltanat

  • Saltanatın güzellikleri.

mehasin-i san'at / mehâsin-i san'at

  • San'at güzellikleri.

mehasin-i san'at-ı rabbaniye / mehâsin-i san'at-ı rabbâniye

  • Rab olan Allah'a ait san'at güzellikleri.

mehasin-i ubudiyet / mehâsin-i ubudiyet

  • İbadetin kazandırdığı iyilik ve güzellikler.

mehasin-i uhreviye / mehâsin-i uhreviye

  • Âhirete ait güzellikler.

mehasin-i ulviye

  • Yüksek güzellikler.

mehasin-i yusufiye / mehâsin-i yusufiye

  • Hz. Yusuf'un güzelliği ve ona ait güzellikler.

mehat

  • (Çoğulu: Mehâ-Mehevât) Billur taşı.
  • Güneş.
  • Dağ sığırı.
  • Tazelik.
  • Güzellik.

mehenk

  • Ölçü. Miyar.
  • Altın ve gümüş ayarını anlamaya mahsus taş. Üzerinde altın tecrübe edilen siyah taş.

mehlika / mehlikâ / مه لقا

  • Güzel. Ay yüzlü. (Farsça)
  • Ay yüzlü, güzel yüzlü. (Farsça - Arapça)

mehpare / مه پاره

  • Ay parçası. (Farsça)
  • Çok güzel kimse. (Farsça)
  • Ay parçası. (Farsça)
  • Güzel yüzlü. (Farsça)

mehpeyker / مه پيكر

  • Nurlu, ay yüzlü. Yüzü ay gibi parlak ve güzel olan.
  • Güzel yüzlü, parlak yüzlü. (Farsça)

mehru / mehrû / مهرو

  • Ay yüzlü, güzel yüzlü. (Farsça)

mehveş / مهوش

  • Ay gibi. (Farsça)
  • Mc: Güzel. (Farsça)
  • Ay gibi, ay kadar güzel. (Farsça)
  • Güzel yüzlü. (Farsça)

mekaid

  • (Tekili: Mekide) Hileler, aldatmalar, düzenler, dalavereler.

mekarim / mekârim

  • (Tekili: Kerem) Keremler. İyilikler.
  • Güzel ahlâk sahibi olmak.
  • Ahlâk-ı hamide, Cenâb-ı Hakk'ın sevdiği, beğendiği güzel ahlâk.

mekarim-i ahlak / mekârim-i ahlâk

  • İyi huy, güzel ahlâk. Peygamberimizin ahlâ-kı.
  • Güzel ve üstün ahlâk.

mekayid / mekâyid

  • (Tekili: Mekide) Hileler, düzenler, aldatmalar.

mekide / mekîde

  • (Çoğulu: Mekâid) Hile, aldatma, düzen, dalavere.

mekidet / mekîdet

  • Düzen, hile, fesat.

mekir

  • (Mekr) Hile. Aldatma. Oyun. Düzen. (Birisinin kötü veya iyi hâllerini öğrenmek veya kötülüğe sevketmek ya da gayesinden alıkoymak için yapılır.)

mekkar / mekkâr

  • Hilekâr. Düzenbaz. Çok aldatıcı. Mekir yapan.
  • Düzenbaz, hileci.
  • Hileci, düzenci.

mekkari / mekkârî

  • Mekkârlık, hile, düzen. Hilekârlık.

mekr

  • Hile, oyun, düzen.
  • Hile ile aldatma, maksadından vazgeçirme.

mekr-i ilahi / mekr-i ilâhî

  • Allah'ın hilesi, düzeni.

mel'eme

  • Cem'etmek, toplamak.
  • Terbiye etmek, düzeltmek, ıslâh etmek.
  • Yara yırtığını bağlamak.

melab

  • Bir cins güzel koku.

melaha

  • Tuzluluk.
  • Güzellik.

melahat / melâhat / ملاحت

  • Yüz güzelliği. Cemal.
  • Tuzluluk. Tuzlu su.
  • Yüz güzelliği.
  • Güzellik, tatlılık.
  • Yüz güzelliği. (Arapça)

melamih

  • (Tekili: Lemha) Lemhalar. Bir şeyin başka bir şeye benzeme noktaları. Güzellik ve çirkinlik eserleri.

mele'

  • (Çoğulu: Emlâ) Bir cemâatin ileri gelenleri.
  • Hırs, tama'.
  • Zan.
  • Güzellik.
  • Fls: Kâinatta hiçlik şeklinde boşluk olmadığını, her yerin dolu olduğunu ifade eden bir tabirdir.
  • Dolu mekân.
  • Kalabalık, güruh, cemaat, topluluk. Halk.

melek

  • Nurdan yaratılmış, fıtratları sâfi, masum mahluk.
  • Güzel huylu ve güzel olan kimse.

melek-zad

  • Melekten olmuş gibi, çok güzel.

meleksima / meleksîmâ / ملك سيما

  • Melek yüzlü güzel. (Arapça)

melhuzat / melhuzât

  • (Tekili: Melhuz ve Melhuze) Olabilir şeyler. Hatıra gelen şeyler. İhtimâller.

melih / melîh

  • (Çoğulu: Milâh-Emlâh) Güzel, şirin. Sâhib-i melâhat.
  • Tuzlu.
  • Güzel, şirin.

melik

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Zâtında, sıfatlarında, hiçbir şeye muhtaç olmayan, her şey varlığında ve varlıkta kalmasında O'na muhtaç olan, her şeyin sâhibi, yaratıcısı.
  • Pâdişâh, hükümdar.

mellase

  • Yeri düzeltmede kullanılan âlet, sürgü.

mels

  • Yalan vâde, yalan söz.
  • Güzellik, hüsün.

meltafa

  • Güzellik, lâtiflik yeri olan şey veya vasıf.

memşa

  • (Meşy. den) Ayak yolu. Üzerine basıp yürüdükleri yer.

memtur

  • Üzerine yağmur yağmış. Yağmur yağarak ıslanmış.

men'ut

  • Medhedilmiş. İyiliği, güzelliği söylenilmiş olan.

menakıb / menâkıb

  • Menkıbeler. Velîlerin, Allahü teâlânın sevgili kullarının güzel iş, hareket, söz ve kerâmetlerini konu edinen hikâye ve hâtıralar, bu hususta yazılmış kitapları. Menkabenin çokluk şeklidir.

menazil-i latife / menâzil-i lâtife

  • Güzel yerler.

menazır

  • Manzaralar. Seyredilecek, görülecek güzel yerler. Güzel görünüşler.

mendub / mendûb

  • Dinen yapılması emredilmese de, güzel görülen davranış.
  • Emredilmediği hâlde yapılan güzel amel, iş.

menkab

  • (Çoğulu: Menâkıb) Dağ arasında olan yol.
  • Dar yol.
  • Güzel hareket ve fiil.
  • Delik açılacak yer.

menkıbe

  • Bir zâtın güzel iş, söz ve hallerini, hayâtını konu edinen hikâye ve hâtıralar. Çoğulu menâkıbdır.

menmul

  • (Neml. den) Üzerine karınca üşüşmüş olan şey.

mennan / mennân

  • "Çok ihsân eden" mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden).

mensur

  • (Nesr. den) Dağılmış. Saçılmış.
  • Gece vaktinde güzel kokan bir çiçek.
  • Edb: Manzum olmayan nesir halindeki yazı. Bunun mânaca çok güzel ve şiir gibi ahenkli yazılmış olanına "mensur şiir" denir.

mer'

  • (Çoğulu: Müru') Er, erkek.
  • Güzel manzara.

merae

  • Hazmetmek.
  • Güzel manzara.

meratib-i ihsan ve cemal / merâtib-i ihsan ve cemâl

  • Güzellik ve iyilik mertebeleri.

meriş

  • Üzerinde kuş tüyü olan nesne.

merkub

  • (Rükub. dan) Üzerine binilmiş, bindirilmiş.
  • Üzerine binilen hayvan veya nakil vasıtası.

mermahur

  • Bir cins güzel koku.

mermaz

  • (Çoğulu: Merâmız) Harâretinden, üzerindeki yanacak gibi olan kumluk yer.

merş

  • (Çoğulu: Müruş) Tırnak ucuyla deriyi yırtmak.
  • Yağmur suyunun durmayıp üzerinden çabuk geçtiği yer.
  • İncitici söz.

mertebe-i letafet / mertebe-i letâfet / مَرْتَبَۀِ لَطَافَتْ

  • Güzellik ve hoşluk derecesi.
  • Güzellik mertebesi.

mertebe-i nuriye-i hasbiye

  • "Hasbünallahu ve ni'me'l-vekîl (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.)" âyetinin mertebesi, derecesi.

merv

  • Bir cins güzel koku.

merzuf

  • Ateş ile kızmış taş üzerinde pişirdikleri et.

meş'ar-i haram

  • Müzdelife'de şimdi üzerinde mescit bulunan yer.

mesai-i cemile

  • Güzel çalışmalar.

mesail-i içtihadiye-i hilafiye / mesâil-i içtihadiye-i hilâfiye

  • Üzerinde ihtilaf edilen içtihadi meseleler.

meşaki

  • (Tekili: Mişkât) İçerisine lâmba, kandil gibi şeyler koymak üzere duvarda yapılan küçük hücreler, oyuklar.

mesamat / mesâmât

  • Gözenekler, pencereler.
  • Cilt üzerinde küçük delikler, gözenekler.

mesamm

  • (Tekili: Mesemm) İnsan veya hayvan cildi üzerindeki teneffüse yarayan küçük delikler, gözenekler.

mesamm-ül cild

  • Tıb: Cilt üzerindeki küçük delikler.

meşbub

  • (Çoğulu: Meşâbib) İki ayağı beyaz olan at.
  • Güzel nesne.

mesel / مَثَلْ

  • Bir şeyin üzerine getirilen örnek.

mesel-ul a'la / mesel-ul a'lâ

  • En kıymetli, en güzel misal. En güzel ta'rif ve söz.

mesemm

  • (Çoğulu: Mesâmm) Tıb: Cild üzerindeki küçük delik. Gözenek.

mesh

  • Silme, sığama.
  • Bir şeyi el ile sığama.
  • Abdest alırken ıslak eti başın dörtte birine sürme, mest üzerine sürme.
  • Mest denilen ayakkabıyı abdestle giydikten sonra, abdest bozulup, yeniden alırken, ayakları yıkamayıp elleri ıslatarak, sağ elin yaş beş parmağını sağ mest, sol elinkini de sol mest üzerine boylu boyunca yapıştırıp ayak parmakları ucundan bacağa do ğru çekme.
  • Bir uzva veya sargıya ıs

meşhum

  • Cesaretli. Sözü geçer kimse. Zeyrek. Zeki. Akıllı.
  • Korkmuş. Korkutulmuş.
  • Çok güzel hareketli at.

meşhur hadis veya hadis-i meşhur

  • Asr-ı evvelde, Ahâdi hadis kabilinden iken ikinci asırda iştihar edip, kizb üzerine ittifakları aklen tecviz olunmayan bir cemaat tarafından rivâyet olunan hadis. İlm-i yakin derecesinde karib bir surette kalbe itmi'nan verir.

mesih

  • Bir şey üzerined eli yürütmek, bir şeyden ondaki eseri gidermek demektir.
  • İsa Aleyhisselâm'ın bir ismidir. Elini sürdüğü, meshettiği hastaların iyileşmesinden kinâye olarak "İsa Mesih" denmiştir.
  • Mesh olunmuş. Başka bir şekle, hayvan kılığına girmiş.
  • Şuurunu kaybedecek hale gelen. Sarhoş ve şuursuz.
  • Acibe. Garibe.
  • Güzelliği olmayan.
  • Tuzsuz ve tatsız yemek.

mesir / mesîr / مسير

  • Seyir yeri. (Arapça)
  • Güzergah. (Arapça)

meslufe

  • Düzelmiş yer.
  • Kabuksuz arpa ve buğday.

meslut

  • Kemiği üzerinden eti sıyrılmış.
  • Tıraş edilmiş. Yontulmuş.

meşmum

  • Koklanmış.
  • Itır ve misk gibi güzel kokulu olan şey.

mesnun

  • Sünnet olan. Sünnet olmuş olan.
  • Âdet edilen şey.
  • Bilenmiş bıçak.
  • Üzerinden ömürler geçmiş olan.
  • Şekillendirilmiş.
  • Kalıba dökülmüş.
  • Kokusu değişmiş.

meşveret

  • Aklı, fikri kuvvetli, ileriyi gören kimse ile bir konu üzerinde fikir alış-verişinde bulunma; danışma.

metaib

  • Seçilmiş ve güzel şeyler.

metali'

  • Matla'lar. Tulu' edecek yerler veya zamanlar. Güneş veya benzerinin doğduğu yerler.
  • Ast: Herhangi bir yıldızın i'tidal-i rebii (Arz'ın güneş etrafındaki gezmesinde, 20 Mart'ta bulunduğu) noktasından geçmek üzere başlangıç kabul edilen daire ile bu yıldızın semavî istiva dairesi üzeri

methaf

  • Müze.

metin / metîn

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kudretli, kâmil (kusursuz, noksansız) olan, hiçbir sûrette za'fiyet, âcizlik, güçsüzlük meydana gelmeyen.
  • Hadîs-i şerîfi rivâyet eden (nakleden) râvîlerin (zâtların) sıra ile isimleri demek olan sened kısmından sonra gelen hadî

mevakıf

  • Üzerinde durulması gerekli noktalar; belli konuların işlendiği başlıklar.

mevcudat-ı muntazama-i kainat / mevcudat-ı muntazama-i kâinat

  • Kâinattaki düzenli varlıklar.

mevcudat-ı süfliye

  • Dünya üzerindeki varlıklar.

mevzu'

  • Bahis. Üzerinde durulan mes'ele.
  • Aşağılanmış olan.
  • Konulmuş. Vaz olunmuş.
  • Uydurma. Doğru ve hakikat olmayan.
  • Geçer olan, muteber, işlemekte olan, câri.

mevzun

  • Vezinli. Ölçülü. Tartılı. Düzgün.
  • Yakışıklı.
  • Her bir vasfı ölçülü ve i'tidal üzere bulunup, sırf iyi ve güzel şeylere nâil olan.

mevzuniyet

  • Düzgün, hesaplı ve düzenli.
  • Mevzun olma hâli.

meyyal-i inhidam / meyyal-i inhidâm

  • Yıkılmak üzere bulunan. Neredeyse göçecek durumda olan.

meziyat / meziyât

  • Meziyetler, güzel özellikler.

meziyet

  • Güzel özellik.

meziyet-i cezalet / meziyet-i cezâlet

  • İfade güzelliğindeki üstünlük.

mezrub

  • (Bak: MÜZERREB)

mı'lak

  • (Çoğulu: Meâlik) Üzengi kayışı.
  • Üzüm hevneği.
  • Et ve üzüm asılan çengel.

mi'raz

  • Süs için giyilen güzel elbiseler.

mı'tar

  • (Çoğulu: Meâtır) Devamlı güzel kokular sürünen.

mı'tir / mı'tîr

  • Güzel kokular sürünen.

micerre

  • (Çoğulu: Mecirr) Yer düzeltilen sürgü.
  • Demir kürek. ("Bel" denir)

micvad

  • Güzel şiirler söyliyen şâir.

midare

  • Çuvaldız gibi bir demir. (Kadınlar onunla saç düzeltirler.)

midra

  • Boynuzdan veya demirden çuvaldız gibi bir nesne. (Kadınlar onunla saçlarını düzeltip islâh ederler ve tarakla da tararlar.)

mihail

  • Resul-i Ekremin (A.S.M.) geleceğini haber veren ve bir ismi de Mişâil olan eski zaman Peygamberlerinden bir Zâttır. Kitabının 4. bab'ında: "Ahir zamanda bir ümmet-i merhume kaim olup, orda hakka ibadet etmek üzere, mübarek dağı ihtiyar ederler. Ve her iklimden oraya birçok halk toplanıp Rabb-ı Vâhid

Mihrimah

  • Mimar Sinan'ın uğuna biri Edirnekapı diğeri Üsküdar olmak üzere iki eser yaptığı, Osmanlı Padişahı 1. Süleyman ile eşi Hürrem Sultan'ın kızının adıdır.

mihver

  • Dünyanın kuzey ve güneş kutbu arasından geçtiği farz olunan hat, dönen bir şeyin ortasından geçen mil. Düzgün geometrik şekilleri iki eşit kısma ayıran doğru çizgi. Çark ve tekerlek gibi dönen şeylerin ortasından geçen mil. Merkez.
  • Mat: Üzerinde bir müsbet ciheti var farzedilen sonsu

mihver-i arz

  • Arzın kuzey ve güney kutupları arasında uzanıp, merkezden geçtiği farz olunan hat.

mikaa

  • Kassarların üzerinde bez döğdükleri ağaç.
  • Kassarlar tokmağı.
  • Yaşlı ve uzun boylu kimse.

mikail / mikâil

  • Dünya işlerini düzenlemekle görevli melek.

mikat / mîkat

  • Bir iş için tayin edilen zaman veya yer.
  • Mekke-i Mükerreme yolu üzerinde hacıların ihrama girdikleri yer.
  • Bir iş için belirtilen zaman veya yer.
  • Mekke yolu üzerinde hacıların ihrama girdikleri yer.

mikati / mikatî

  • Hacc mevsimini beklemek üzere Mekke-i Mükerreme'de kalan kimse.

mikatt

  • (Çoğulu: Mikât) Üzerinde kalem kesecek âlet.

mıkatta

  • Üzerinde kamış kalemlerin uçları kesilen sedef, kemik, ağaç, fil dişi veya mâdenden yapılan âlet.

mıknatıs

  • yun. Demir ve benzeri mâdenleri kendine çekici hususiyeti bulunan câzibe.
  • Başka te'sir altında kalmadan kuzey ve güney kutuplarına doğru yönünü değiştiren demir çubuk. (İki kutbu bulunan bu mıknatıslı çubuğun şimale bakan kısmına şimal (kuzey) ucu, cenuba çekilen ucuna da cenub (güne

miktar-ı muntazam

  • Düzenli bir miktar, ölçü.

mil

  • İğne gibi ince ve uzun bir âlet.
  • Göze sürme çekecek âlet.
  • Ucu sivri çelik kalem.
  • Sivri dağ tepesi.
  • Bir çarkın, üzerinde döndüğü mihver, eksen.
  • Elektromotordan iş tezgâhına kuvvet nakleden uzun çelik çubuk.
  • Selin bıraktığı en verimli münbit topr

milhe

  • Güzel kelâm, lâtif söz.

mimlaka

  • Yer düzeltecek taş.

mina / minâ

  • Mekke-i mükerremenin doğusundaki dağların eteğinden Arafât'a giden yol üzerinde bulunan yer. Hac ibâdeti esnâsında kurban kesmek ve cemre (şeytan) taşlamak için buraya gidilir. İbrâhim aleyhisselâm, kurban etmek için, oğlu İsmâil'i buraya götürmüştü.

minh

  • (Çoğulu: Minhüm) Ondan. (Müzekker hâli.)

minhac-ı kavim-i ehl-i sünnet / minhâc-ı kavîm-i ehl-i sünnet

  • Doğru esaslar üzerine kurulmuş olan Ehl-i Sünnet yolu.

minser

  • (Çoğulu: Menâsir) Yırtıcı kuşların gagası.
  • Taşçı kalemi.
  • Yüz ile ikiyüz adet arasında olan asker.
  • Önlerinde ne bulunur yıkıp yakıp târumar eden asker.
  • Otuz ile kırk arasında olan at.
  • Kırktan elliye veya altmışa; ve yüzden ikiyüze kadar olan at.

mir-i kelam / mir-i kelâm

  • Güzel ve zarif konuşan.

mis'

  • Şimal yeli, kuzey rüzgârı.

misal-i latif / misal-i lâtif

  • Güzel ve hoş bir örnek, suret, şekil.

mişceb

  • (Çoğulu: Meşâcib) Üzerinde çamaşır kuruttukları kafes.
  • Yüksek yere erişmek için yapılan sandalye.

misem

  • Dağlama eseri.
  • Dağ yapılan âlet.
  • Güzelin çehresindeki cemâl eseri.

misk

  • Güzel koku.
  • Bir cins güzel koku ismi. (Asya'nın büyük dağlarında yaşayan bir cins erkek ceylanın karınderisi altındaki bir bezden çıkarılır.)
  • Güzel koku.

misk ü anber

  • Hoş ve güzel koku.

misk-i anber

  • Güzel koku.

mıska'

  • (Çoğulu: Mesâki) Fasih dilli, güzel sesli kişi.

misket

  • Alaybozan tüfeği. Patlayan bombadan etrafa sıçrayarak tahribe, yaralanmaya ve ölüme vesile olan sert parça. Eskiden kullanılmış geniş çaplı bir silâh. (Fransızca)
  • Güzel kokulu meyve. (Elma, üzüm vs.) (Fransızca)

mislak

  • Fesih lisanlı, güzel konuşan.
  • Kırkbeş sene yaşayan adam.

mısra-i berceste / mısrâ-i berceste

  • Edb: En güzel ve en kuvvetli olan mısra.

mıstar

  • Yazının güzelliğine, düzgünlüğüne yarayan âlet. Yazı yazarken satırları doğru gösterebilmek için lâzım olan çizgileri yapmağa yarayan âlet.
  • Sıvacıların bir âleti.

mizan-ı nizam

  • Düzen ölçüsü, terazisi.

mizmar / mizmâr

  • Her türlü çalgı âleti, ney türünden, biri kamış, diğeri ağaçtan olmak üzere iki parçadan meydana gelmiş olan âlet, düdük, kaval, fülüt.
  • Güzel ses.

mizz

  • Bir şeyin diğeri üzerine olan fazlı, üstünlüğü.

mu'amma / mu'ammâ

  • Gizli, örtülü, anlaşılmaz veya anlaşılması güç şey.
  • Edebiyâtta bir ad sorulacak şekilde düzenlenmiş manzûm bilmece.

mu'cizat-ı hissiye

  • Duygu ile bilinen, duyu ve duygulara hitap eden mu'cizeler; su, ağaç, taş, hayvan gibi varlıklar üzerinde Peygamber'in (a.s.m.) gösterdiği mu'cizeler.

mu'cize-i ahlak-ı hamide / mu'cize-i ahlâk-ı hamîde

  • Güzel ve övülmüş ahlâkın mu'cizesi.

mu'cize-i mütevatire

  • Yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan mu'cize.

mü'sade

  • (İsad. dan ism-i mef'uldür) "Asadet-ül bab" denir ki; kapıyı kapadım, sımsıkı kilitledim demektir. Üzerlerine ateşin yakılıp fırın gibi kapısının kapanması ateşin şiddetini icab edeceğinden, Cehennemde azabların şiddet ve ebediyetinden kinayedir.

mu'taden

  • Mu'tâd olduğu gibi. Alışıldığı üzere.

muaddel / muâddel

  • Düzeltilmiş, dengelenmiş.
  • Düzeltilen.

muaddil / muâddil

  • Tadil eden.
  • Düzelten. Müsâvi ve beraber kılan. Denkleştiren.
  • Tadil eden, düzelten.
  • Düzeltici.

muahede-i ittifakiyye

  • Bir savaş çıktığında birbirlerini desteklemek üzere iki veya daha fazla devletler arasında yapılan andlaşma.

muahede-i ticari / muahede-i ticarî

  • Yalnız ticâret işleriyle alâkalı olmak üzere devletler arasında yapılan andlaşma.

muahhir

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Peygamberlerini, evliyâsını, sevdiklerini kendine yaklaştırıp, kâfirleri (inanmayanları), fâcirleri, düşmanlarını, sevmediklerini kendisinden uzaklaştıran, hor ve hakîr edip alçaltan.

mualece / muâlece

  • Bir işin üzerinde durarak teşebbüs etme, bir işe girişme; maddeten elleme, ilişme.

muanber

  • (Anber. den) Güzel kokan. Güzel kokulu.

muattar

  • Itırlı, kokulu.
  • Güzel kokulu bir lâle çiçeğinin adı.
  • Itırlı, güzel kokulu.

mübagate

  • Ansızın üzerine saldırma, sataşma.

mübahat / mübâhât

  • Güzelliği göstererek iftihar etme.
  • Güzellik ve buna benzer hususlarda tefâhür etmek, öğünmek.
  • Haram edilmeyenler, güzellikler.

mübarekat / mübârekât

  • Bereketli ve güzel şeyler.

mubassır / مبصر

  • Okul düzenini sağlayan görevli. (Arapça)

mübatana

  • Bir mevzu üzerinde karşılıklı çekişme.

mübehhic

  • Güzelleştiren.

mübettel

  • Islanmış.
  • Çok güzel olan.

mübzi'

  • Kârı ve kazancı tamamen kendisine kalmak üzere birine sermaye veren.

mücadele / mücâdele

  • (Cedel. den) İki kişinin bir şey üzerine çekişmesi. Uğraşma. Savaşma.
  • Karşısındakinin câhilliğini veya haksızlığını ortaya koymak ve kendisinin akıl, fazîlet ve şeref bakımından üstün olduğunu isbât etmek için iki kişinin bir şey üzerinde tartışması.

mücamelet

  • Karşılıklı olarak iyi muamelede bulunma. Güzel ve hoş geçinme.

müceddid

  • Yenileyen. Yenileyici. Hadis-i sahihle bildirilen, her yüz yıl başında dini hakikatleri devrin ihtiyacına göre ders vermek üzere gönderilen büyük âlim ve Peygamberin (A.S.M.) vârisi olan zât.
  • Yenileyen, yenileyici; Hadîs-i Sahihle bildirilen, her yüzyılda bir dinî hakikatleri devrin ihtiyacına göre ders vermek üzere gönderilen büyük âlim ve Hz. Peygamber'in (a.s.m.) vârisi olan zât.

mücemmil

  • Güzel yaratan. Güzelleştiren. (Esmâ-i İlâhiyedendir)
  • Herşeyi en güzel şekilde yaratan Allah.
  • Güzelleştiren, güzel yaratan, Allah.

müctehed-ün-fiha / müctehed-ün-fihâ

  • Üzerinde ictihad edilen mes'ele.

müctehid

  • İçtihâd eden, âyet ve hadîsler başta olmak üzere diğer dinî delillerden hüküm çıkaran büyük İslâm âlimi.

müçtehid

  • Âyet ve hadîsler başta olmak üzere diğer dinî delillerden hüküm çıkarma bilgi ve kàbiliyetine sahip olan.

müdahin / müdâhin

  • Dalkavuk. Yüze gülen. Birisini yalandan yüzüne karşı medheden. Menfaat koparmak için dostluk eden.
  • Menfaat için yüze gülen, yağcılık ve dalkavukluk yapan; dalkavuk.

müdara / müdârâ

  • Dost gibi görünme. Yüze gülme.
  • Başkalarının fikirlerine uyarcasına hareket etmek.
  • Sulh ve salâh üzere bulunmak. (Meşru bir surette ve iyi bir netice için yapılan müdârâ memduhtur. Fena bir netice için ise, kötüdür; İslâmlığa yakışmaz, İslâm onu men'eder.)
  • Yüze gülme, yüze gülücülük.

müdarat

  • (Dery. den) Dost gibi görünme, yüze gülme.

mudarebe şirketi / mudârebe şirketi

  • Ortaklardan bir kısmının sermâye vermesi, bir kısmının da iş yapmayı üzerine alması üzerine anlaşma yapılarak kurulan şirket, ortaklık.

müddehin

  • Güzel kokulu yağ sürünen. İdhan eden.

müddei-yi umumi / müddei-yi umumî

  • Milletin umum haklarını korumak üzere muhakemede hazır bulunan vazifeli, hukuk tahsilini bitirmiş hükümet memuru. Adliye bakanlığına bağlı, icra kuvvetini birlik halinde temsil eylemek üzere teşekkül eden, adlî idare makamında bulunan şahıs. Savcı.

müdebbir-i rahim-i zülcemal / müdebbir-i rahîm-i zülcemâl

  • Sonsuz güzellik sahibi, herşeyi şefkat ve merhametle sevk ve idare eden Allah.

müdehhen

  • Güzel kokulu yağ sürünmüş.

müdemma

  • Atın çok kırmızı olanı.
  • Çok kırmızı nesne.
  • Üzerinde kan kırmızılığı olan ok.

müdevven

  • Derlenip düzenlenmiş.

müdhün

  • İçerisine güzel kokulu yağ, ıtır gibi şeyler konulan şişe, kap.

mudıll

  • Dalâlete düşüren, doğru yoldan çıkarıp, eğri yola saptıran mânâsına, Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından, güzel isimlerinden.

müeccel

  • Mühletli, peşin olmayan. Sonradan yapılmak üzere vakti belli olan. Te'cil edilmiş olan.
  • Tecil edilmiş, ileriye bırakılmış, ileride yapılmak üzere vakti belirtilen, ertelenmiş.

müennes

  • Dişi. Müzekkerin mukabili.
  • Gr: Hakiki, itibarî veya söylenişi cihetiyle "dişi" olan kelime.Müennes-i hakikî : Müzekker kelimenin sonuna bir "e-a" ilâve ederek yapılan kelime. Meselâ: (Kâtib: ): Erkek yazıcı. (Kâtibe: ): Kadın yazıcı.Sonu "e" ile biten kelimeler ekseriyetle müennestir

müfecci'

  • Acıtan, üzen, keder veren, dertli eden.

müfid / müfîd

  • İfâde eden, meramı güzel anlatan.
  • Mânalı, mânidâr.
  • Faydalı, faydayı mucib olan.
  • Mütâlâsından istifade olunan.

müftereyat

  • Başkasının üzerine atılan suçlar, kabahatler. İftiralar.

mugar

  • Düşman üzerine hücum etmek.

mugarrid

  • Pek güzel öten kuş.
  • Yüksek sesle nefse hoş gelen şarkılar söyliyen.

muğni / muğnî

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hikmeti îcâbı, her şeyin ihtiyâcını giderici, tamamlayıcı ve lütfuyla doyurucu.

muhalata

  • (Halt. dan) Karışma, güzel uyuşma, anlaşma.

muhalatat / muhalatât

  • Güzel anlaşmalar, karışmalar, uyuşmalar.

muhalleb

  • Nakışı ve güzelliği çok olan elbise.
  • Cam.
  • Aldanmış.

muhalün aleyh

  • Fık: Havaleyi ödeyecek kimse. Üzerine havale yapılan şahıs.

muhammes

  • Ateş üzerinde kızdırılıp kurutulmuş. (Kavrulmuş kahve gibi)

muhassenat

  • (Tekili: Muhassene) Üstünlük sebepleri.
  • Güzel, hayırlı ve faydalı işler.

muhassin

  • (Hasen. den) Güzelleştiren, güzellik veren.

muhavere-i latife / muhâvere-i lâtife

  • Karşılıklı olarak yapılan güzel ve nükteli bir sohbet.

mühayee / mühâyee

  • Müşterek (ortak) bir mal, bâki (sâbit) kalmak üzere bu malın menfeatini taksim etmek.

muhazat

  • Yüz yüze gelme, karşılaşma.

mühelhel

  • Güzel şiir veya söz.
  • Zarif ve şık elbise.

mühezzeb

  • Terbiye edilmiş, düzeltilmiş.
  • Islah edilmiş. Düzeltilmiş. Lüzumsuzu çıkarılmış, temizlenmiş. Safileştirilmiş.
  • Düzeltilmiş, temizlenmiş.

mühezzep

  • Düzeltilmiş, terbiye edilmiş.

muhit / muhît

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). İhâta eden, çeviren, ilmi her şeyi kuşatan.

muhlis

  • İhlâs sâhibi. Niyetini ve ihlâsını düzeltmeye uğraşan kimse.

mühr-ü ehadiyet

  • Her bir varlık üzerinde Allah'ın birliğini gösteren mühür.

muhsin

  • "İhsan eden, güzel davranan" mânâsında ilâhî isim.
  • Yaptığı işi en güzel yapan, Allahı görür gibi ibadet eden.

muhsinin / muhsinîn

  • Güzel işler yapanlar; Allah'ı görür gibi ibadet edenler.
  • İşini güzel yapanlar, Allahı görür gibi ibadet edenler.

muhtar

  • İhtiyar eden. Seçilmiş olan.
  • Hareketinde serbest olan. İstediğini yapmakta serbest olan. Hür.
  • Köyde veya şehrin mahallesinde seçimle o semtin idâre ve hükümet işlerini üzerine alan kimse.
  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ism-i şerifi.

muhtelle

  • Düzensiz, karışmış, bozulmuş.

muhtesib

  • Eskiden İslâm devletlerinde iyiliği emredip, kötülüğü yasaklayan, engel olan ve cemiyette güzel ahlâk ve fazîletlerin korunmasına ve dînî hükümlerin uygulanmasına, çarşı ve pazarların düzenine bakmakla vazîfeli, ilim, fazîlet ve kuvvet sâhibi kimse.

müjde

  • Güzel, sevindirici haber.

muk

  • Göz pınarı.
  • Akılsızlık.
  • Kanatlı karınca.
  • Mest üzerine giyilen çizme.

mukabele

  • Karşılık, karşılamak.
  • Mücadele.
  • Karşılaştırmak. Karşılıklı yapılan iş, karşılıklı yapılan okuma.
  • Camide Kur'ân-ı Kerimi okuyup halka dinletmek.
  • Yüz yüze olmak.
  • Düşmanın şerrinden kurtulmak ve onun şiddetini kaldırmak için onu yıldıracak tedbirde bulunm

mükafaha / mükâfaha

  • Karşılaşma. Yüzyüze gelme.
  • Savaşma.

mukanfez

  • Üzeri yumuşak dikenlerle örtülü olan hayvan. Kirpi.

mukannen

  • Zaman ve miktarı hiç şaşmayan, düzenli.
  • Kanunla belirlenmiş, düzenli.

mukannin

  • Kanun koyan, düzenleyen.

mukaraza

  • Kazanca ortak olup zararı sermâyeye ait olmak üzere bir kimseye belirli bir miktar sermaye verme.

mukassa

  • Kısas etmek.
  • Üzerlerinde olan borcu birbirine takas edişmek.

mukassem

  • (Kısm. dan) Ayrılmış, bölünmüş, taksim edilmiş.
  • Güzel yüzlü.

mükebbire

  • Büyük camilerde müezzinlerin, son cemaat yerlerinde namaz kılan halka, imamın tekbirlerini tekrar etmek üzere bulundukları çıkıntılı balkonlara verilen addır.

mükellel

  • (İklil. den) Başında taç bulunan. Taç giymiş olan.
  • Parlak, müzeyyen, süslü.
  • Tacına inci taşları dizilen.

mükibb

  • (Kebb. den) Bir şeyin üzerine çok düşen. Gayretle çalışan.
  • Çok lüzumlu olan.
  • Yüzü üstüne sürünen, zelil olan.

muktebesat

  • (Tekili: Muktebes) (Kabs. dan) Muktebes olan şeyler. İktibas edilmiş ve faydalanmak üzere alınmış olan şeyler.

muktebis

  • (Çoğulu: Muktebisîn) (Kabs. dan) İktibas eden. Faydalanmak üzere aktaran. Birinin bilgisinden faydalanan.

mukteziyat / mukteziyât

  • Bir şeyi gerekli kılan sebepler.
  • Allah'ın güzel isimlerinin gerektirdiği durumlar.

mülaane / mülâane

  • Zevcesini (eşini) zinâ ile suçlayan erkeğin dört şâhit getirememesi hâlinde, zevcenin isteği üzerine eşlerin hâkim huzûruna çıkarak usûlüne uygun (âyet-i kerîmelerde bildirilen ifâdelerle) karşılıklı yemin etmeleri ve lânetleşmeleri.

mülakat

  • Kavuşma. Buluşma. Birleşme.
  • Resmi görüşme. Yüz yüze olma.

mülaki / mülakî

  • Buluşan. Yüz yüze gelen. Görüşen. Kavuşan.

mülatafa

  • (Mülâtefe) (Lutf. dan) Birbirine lâtife etmek. Şakalaşmak. İltifat etmek. Güzel muâmele.

mülha

  • (Çoğulu: Mülâh) Siyah ile karışık olan beyaz.
  • Lâtif ve güzel olan söz.

müllah

  • Mübâlağa ile güzel.
  • Ekşi ot.

mültezim

  • Bir şeyi kendi üzerine lâzım eden; iltizam eden, üzerine alan, deruhte eden. Devlet hazinesine maktu, muayyen vergi verip bir kısım memleketlerin aşar gibi varidatının tahsilini üzerine alan.

mülzime

  • Masa üzerine konulan kâğıtların uçup dağılmasını önlemek için üzerine konulan bir âlet.

mümalata

  • Bir şâir bir mısra, başka bir şâir de diğer bir mısra söylemek üzere karşılıklı şiir söylemek.

mümaşat

  • Birlikte hoş geçinmek.
  • Bir maslahat yolunu takib etmek.
  • Meslek işlerinde tesviye, tervic ve idare etmek.
  • Karışmamak.
  • Başkalarının zarar vermeyen fikirlerine uyarcasına hareket etmek ve sulh u salâh üzere durmak. Uygunluk.

mümehhed

  • Hazırlanmış, serilmiş, yayılmış, düzeltilmiş.
  • Tanzim ve tesviye olunmuş, döşenmiş.
  • Ilık su.
  • Düzenlenmiş, hazırlanmış.

mümehhid

  • (Mehd. den) Döşeyen, yayan.
  • Düzenliyen. Tanzim ve tertib eden.

mümit / mümît

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Ölümü yaratan, ruh bulunan cisimden rûhu alan, öldüren.

mumiyan

  • Belleri ince olan güzeller. Kıl belliler. (Farsça)

mümtaziyet

  • Ayrılık, ayrı vasıf sahibi olmak, ayrı ve üstün vasıflılık. Yüksek vasıf sâhibliği.
  • Edb: İfadenin diğer sözlerden daha güzel ve farklı olması.

munassab

  • (Nasb. dan) Birbirinin üzerine tertiplenmiş olan.

munazzam

  • Düzenlenen.

munazzeme

  • Düzenli ve sistemli hale getirilmiş.

munazzım / مُنَظِّمْ

  • Herşeyi en güzel bir şekilde düzenleyen Allah.
  • Düzenleyen.
  • Düzenleyen, düzene koyan (Allah).

münbit

  • Verimli, verimi bol. İnbat eden, ekini güzel yetiştiren.

münekkah

  • Tenkıh edilmiş, fazlalıkları atılarak düzeltilmiş, temizlenmiş.

münhasıran

  • Yalnız birine özgü olmak üzere, özel olarak.

münhemik

  • (Hemk. den) Bir işin üzerine çok düşen. Bir işte çok uğraşan.

münib

  • Hakk'a yönelen, günahları terk ile hakka dönen. Pişman olup dönen.
  • Kâinattan yüzünü çevirip Bâki-yi Hakiki'ye yönelen.
  • Güzel yağan faydalı yağmur.
  • Bereketli ve verimli bahar.

munika

  • Hoşa giden, beğenilen şey. Güzel.

munsalih

  • Sulh üzere olan. Barış hâlinde olan.

münşi

  • (Neş'et. den) İnşâ eden, yapan. Yapısı, üslubu güzel olan.
  • Edb: Maksadı kâğıt üzerinde tasvir ve tesvid eden. İyi nesir yazı yazan, kâtib.

muntabı'

  • (Tab. dan) Yaradılışdan olan, fıtraten.
  • Basılmış, tab' edilmiş, damgalanmış.
  • Hoş görülen, güzel.

muntazam / منتظم / مُنْتَظَمْ

  • Düzenli. Tertibli. İntizamlı. Düzgün sıralanmış. Her şeyin yerli yerinde olması. Derli toplu olma.
  • Düzenli, intizamlı.
  • Düzenli.
  • Düzenli.
  • Düzenli, düzgün, intizamlı. (Arapça)
  • Düzenli.

muntazam inkılabat / muntazam inkılâbât

  • Düzenli köklü değişimler, dönüşümler.

muntazama

  • Düzenli, intizamlı.

muntazaman / منتظما / مُنْتَظَمًا

  • Düzenli olarak.
  • Düzenli olarak.
  • Düzenli olarak. (Arapça)
  • Düzenli olarak.

muntazamane / muntazamâne

  • Düzenli olarak.

murabaa

  • Yazlığa çıkmak üzere mukavele yapma.

murabaha / murâbaha

  • Satın alınan bir malı, alış fiyatını söyleyerek ve üzerine kâr koyarak başkasına rızâsı ile satmak.

müraşe

  • Bir kimsenin üzerinde olan küçük hak.

müravaza

  • İyi muamele, güzel ve iyi davranma.

mürebbeb

  • Büluğ yaşına kadar beslenip terbiye olunmuş.
  • Güzel kokularla hoş ve lâtif olmuş.

mürebbi-i rahim / mürebbî-i rahîm

  • Şefkat ve merhamet herbir varlık üzerinde görülen ve herşeyi yaratılış gayelerine göre terbiye eden Allah.

müressil

  • Yavaş, güzel ve ihtiyatla okuyan.

müretteb / مرتب

  • Düzenlenmiş, tertip edilmiş. (Arapça)
  • Dizilmiş. (Arapça)

mürettep

  • Düzenlenmiş, sıralanmış; belli bir düzen ve sistemle konulmuş.

mürettib

  • Herşeyi tertip ve düzene sokan Allah.

mürtecir

  • Kişnemesi güzel olan at.

mürüvvet

  • İnsaniyet. İnsanlığa uygun olan şeyi yapmak. Güzel ve iyi şeyleri alıp, kötü şeyleri ve hâlleri bırakmak.
  • Ana baba saadeti.
  • Mertlik, yiğitlik.
  • Reculiyet.

murzia

  • (Rızâ. dan) Çocuğa süt emziren. Meme veren. Sütnine. Bebeğe süt vermek üzere para ile tutulmuş kadın.

muşa

  • İki renk üzere dokunmuş elbise.

müşacebe

  • Üzerine urba astıkları ağaç.

musaffaf

  • (Saff. dan) Sıra sıra dizilmiş. Saflar biçiminde düzenlenmiş.

musaffi / musaffî

  • Sâfileştiren. Temizleyen. Süzen. Tasfiye eden.

müşahedat-ı vakıa / müşahedat-ı vâkıa

  • Olgular, gerçekler üzerinde yapılan müşahedeler, gözlemler.

müşahedetullah

  • Varlıklar üzerinde Allah'ın isim ve sıfatlarının yansımalarını gözlemleme.

musahhah / مصحح

  • Tashih edilmiş. Yanlışları düzeltilmiş.
  • Tashih edilmiş, düzeltilmiş.
  • Düzeltilmiş.
  • Düzeltilmiş. (Arapça)

musahhih / مُصَحِّحْ

  • Tashih eden, yanlışları düzelten.
  • Tashih eden. Yanlışları düzelten.
  • Düzelten.
  • Yanlışları düzelten.

musahhihane / musahhihâne

  • Düzeltircesine.
  • Tashih eder, yanlışları düzeltir bir şekilde.

musalla taşı / musallâ taşı

  • Namazının kılınması için, cenâzelerin üzerine konduğu taş.

musannıf

  • Herşeyi istediği surette ve mükemmel bir şekilde sınıflandıran, düzenleyen Allah.

musannif

  • Derleyip düzenleyen.

musattaha

  • Düzeltilmiş, yayılmış.

musavele

  • Dövüşmek için bir kimseye saldırma. Üzerine atılma.

müşavere / müşâvere

  • Danışma, bir iş üzerinde konuşma.
  • Aklı, fikri kuvvetli, ileriyi gören kimseler ile bir konu üzerinde konuşma, görüşme, danışma, meşveret etme, görüşüne baş vurma.

musavvir

  • Tasvir eden. Şekil ve suret çizen. Her şeye güzel şekil ve suretler veren Allah (C.C.)
  • Herşeye kendine lâyık güzel şekil ve suretler veren Allah.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). En güzel sûrette şekil veren.

musavviriyet-i ilahiye / musavviriyet-i ilâhiye

  • Allah'ın her şeye kendine lâyık güzel şekil ve suretler vermesi.

musayefe

  • (Sayf. den) Bir yaz tutulmak üzere pazarlık etme. Ücretle tutma.

musaytır

  • Bir şeyin üzerine kaim olup, ahvâlini görüp gözetir olan kimse.
  • Musallat.
  • Galip. Yaramaz işlerden men' edip saklayan ve koruyan.

müsbet hareket

  • Yapıcı ve düzeltici hareket.

müsemma-i zülcelal / müsemmâ-i zülcelâl

  • Güzel isimlerin sahibi ve sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi olan Allah.

müsemma-i zülcemal / müsemmâ-i zülcemâl

  • Sonsuz güzellik sahibi ve en güzel isimlerle isimlendirilen Allah.

müşevveş

  • Karmakarışık, anlaşılmaz, düzensiz.
  • Düzensiz, karma karışık.
  • Düzensiz, karışık.

muslih

  • Islah eden, iyileştiren, düzelten.
  • Düzelten.

muslihun / muslihûn

  • (Muslihîn) Islah edenler. Düzeltip iyileştirenler. Terbiyeciler.

müsned

  • (Çoğulu: Mesânid) İsnad edilmiş, nisbet edilmiş olan.
  • Gr: Haber (yüklem). Meselâ: "Bu yazı güzeldir" cümlesindeki (güzeldir) kelimesi gibi.
  • Edb: Açık olmayan heceye (kapalı heceye) de müsned denir.
  • Ehl-i Hadis ıstılahınca: Müsned; içindeki metinler, senetleri ile mezk

müsta'tır

  • Kendine gökçek ve güzel kokular sürünen.

mustafa

  • Seçilmiş mânâsına, Resûlullah efendimizin mübârek isimlerinden biri. Mü'min olanların çoktur cefâsı, Âhirette vardır zevk ü sefâsı, On sekiz bin âlemin Mustafâsı, Adı güzel kendi güzel Muhammed.

müstahsen

  • Beğenilen. Güzel ve herkesin beğendiği.
  • Dinimizin güzel gördüğü şeylerin her biri.
  • Güzel karşılanan, beğenilen.

müstahsin

  • Beğenen, güzel bulan.

müstahsinane / müstahsinâne

  • Beğenerek, güzel bularak.
  • Bir şeyin güzelliğini kabul eder şekilde.

müştak ayinedar / müştak âyinedar

  • Allah'ın güzel isimlerini bir ayna gibi üzerinde aksettiren ve Onun sonsuz güzelliğine düşkün olan insan.

müstakim / müstakîm

  • İstikamet üzere olan, dosdoğru olan.

müştakk

  • (Müştak) (Şakk. dan) Gr: Başka kelimeden ayrılmış, başka kelimeden çıkmış, türemiş.
  • İştikak etmiş, aralarında mâna ve terkib ciheti ile münâsebet; siga ciheti ile mugayeret olmak üzere diğer kelimeden ihraç olunmuş kelime.

mustalık gazası

  • Benî Mustalık gazasına Müreysî gazası da denilir. Benî Mustalık, Huzaa'nın bir şubesidir. Müreysî de bunların bir kuyusudur. Benî Mustalık, Resul-i Ekrem'le harb etmek üzere bu kuyu başında toplandıkları için bu sefer bu isimle anılır. Çeşitli râviler, bu gazanın hicrî dört veya beş veya altıncı sen

mustatab

  • (Tayyıb. dan) Güzel, iyi, âlâ.

müstebdı'

  • Kazancı, kârı kendine yani veren kişiye âit olmak üzere sermaye verilen kimse.

müstekiff

  • Bakarken gözünü muhafaza etmek için, elini kaşının üzerine koyan.
  • Dilenmek için elini uzatan.

müstekim / müstekîm

  • Doğruluk üzere olan, doğru yolda yürüyen. Doğrulukla sıfatlanmış kimse.

müstemsik

  • Bırakmamak üzere sıkı tutan.

müstenid

  • Bir şeye dayanan. Bir şeyin üzerine koyulmuş.
  • İstinad eden, dayanan, güvenen.
  • Bir delili, şâhidi olan.

müşterekün fih / müşterekün fîh

  • Kendisi üzerinde birleşilmiş olan.

müsteşrik

  • Doğu memleketlerini, din, dil ve târihleri başta olmak üzere her yönden araştırıp tesbite çalışan batılı ilim adamı. Garplı bilgin, oryantalist, şarkiyâtçı.

müstetab

  • İyi, güzel, âlâ.
  • Devâ.

müsteva

  • Gr: Müzekker ile müennesi şâmil olan, içine alan.

müstevi

  • Düz. Her tarafı bir, doğru. Tesviye görmüş.
  • Düzlem.
  • Gr: Müennes ve müzekkeri bir olan isim. Sıfat.

müsvedde

  • (Seved. den) Temize çekilmek üzere yazılmış şey. İlk yazılan. Acele ile temiz yazılmayan yazı.

mutaattır

  • (Itr. dan) Güzel kokular sürünen.

mutarhef

  • Tam güzellik.

mutasanni'

  • (Çoğulu: Mutasanniîn) Kendini güzel ve süslü göstermek isteyen.

mutasanniin / mutasanniîn

  • (Tekili: Mutasanni') Tasannu' edenler. Kendilerini güzel ve süslü göstermek isteyenler.

mutasarrıf-ı rahim / mutasarrıf-ı rahîm

  • Varlıklar üzerinde merhamet ve rahmetinin çok özel tecellîleri bulunan sonsuz tasarruf ve yetki sahibi Allah.

mutavves

  • Lâtif, güzel, renkli.

mutayyeb

  • (Tayyib. den) Güzel kokular sürünmüş.
  • Gönlü hoş edilmiş, sevindirilmiş, taltif olunmuş.

mutayyiben

  • Güzel kokular sürünmüş olarak.
  • Sevindirilerek, gönlü hoş edilerek.

mutazavvı'

  • Güzel kokusu etrâfa yayılan.

müteahhid

  • İşi üzerine alan.
  • Taahhüd eden. Bir işi üzerine alan.

müteahhidin / müteahhidîn

  • (Tekili: Müteahhid) (Ahd. dan) Taahhüd edenler. İşi üzerine alan kimseler.

müteanni

  • Zahmetli ve zor olan bir işi üzerine alan. Zahmet çeken.

müteattır

  • Gökçek kokularla kokulanmış. Güzel kokular sürünmüş.

mütedair / mütedâir

  • Dolayı, alâkalı, üzerine, müteallik, için.
  • Dolayı, için, üzerine.

müteessir eden

  • Etkileyen, üzen.

mütefevviz

  • Tefevvüz eden, uhdesine alan.
  • Gayr-i menkul malların tasarruf hakkını üzerine alan.

mütegalli

  • Güzel kokular sürünen.

mütehafit

  • (Heft. den) Bir şeyin üzerine istekle saldıran.

mütehemmik

  • İşinin üzerine düşen, ehemmiyet veren. İşine sıkı sarılan.

mütekalibin / mütekâlibin

  • (Tekili: Mütekâlib) Köpek gibi birbirlerinin üzerlerine sıçrayanlar.

mütekallid

  • Kuşanan. Kılıç takan, takınan. Kılıç kuşanmış.
  • Bir işi üzerine alan. Bir vazifeyi deruhte eden.
  • Kılıç kuşanan, takınan; bir vazifeyi üzerine alan, yüklenen.
  • Bir görevi üzerine alan ve yapan.

mütekavvim

  • Bozuk iken düzelen, eğri iken doğrulan.
  • İyi idâre edilen.
  • Sağlam, muhkem.
  • Müesses, te'sis edilmiş, kurulmuş.

mütekayidane / mütekayidâne

  • Düzenbazlık ve hile ile. (Farsça)

mütekeffil

  • Kefil olan, tekeffül eden. Başkasının işini üzerine alan.

mütemehhil

  • Teenni ve sükûn üzere olup acele etmeyen.
  • Zamana muhtaç, büyüyüp gelişmesi belli bir zaman içinde olan şey, tedric kanununa tabi olan.

mütemerrık

  • İdman olarak ve alışmak üzere çalışan.

mütenasık

  • Birbirine uygun olan, münâsib ve nizam üzerine dizilmiş olan.

mütenasika

  • Bir düzen içinde, tertipli; birbirine uygun, insicamlı.

müterennim

  • (Renim. den) Terennüm eden, güzel sesle şarkı söyleyen. Güzel güzel konuşan.

müterennimane / müterennimâne

  • Güzel sesle şarkı söyler gibi. (Farsça)

müterennimin / müterennimîn

  • (Tekili: Müterennim) Güzel sesle yavaş yavaş şarkı söyliyenler.

mütetayyib

  • Güzel kokulu şey sürünen.

mütevacih

  • Yüzleşen, yüz yüze gelen.

mütevacihen

  • Karşılaşarak, karşı karşıya olarak. Yüz yüze gelerek, yüzleşerek.

mütevasib

  • Birbirinin üzerine sıçrayan.

mütevatir / mütevâtir

  • Yalan üzere anlaşmaları mümkün olmayan cemaatler tarafından rivayet olunan haber.
  • Çok kimselerin naklettikleri haber. Yaygın haber. Herkesin veya alâkadarların işitip doğruluğunu kabul ettikleri kat'i, şüphesiz, sağlam haber. Yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir cemaatın bir hâdise hakkında verdikleri haber.
  • Yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluğun bir olay hakkında verdikleri kesin haber.

mütevatir-i bilmana / mütevâtir-i bilmâna

  • Mânevî tevatür; yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun bir haberi, olayı veya hadis-i şerifi mânâ yönünden aktarması veya aktarılırken susmak sûretiyle doğruluğunu tasdik etmesi.

mütevatirat

  • Mütevatir olanlar. Çoklarının bildiği ve duyduğu haberler, hususlar.
  • Man: Kizb üzerine ittifakları aklen muhal olan bir topluluk tarafından verilen haberle hüküm ve tasdik olunan kaziyeler.

müteveccih

  • Yönelmiş, dönmüş. Bir yere doğru yola çıkan.
  • Birisine karşı iyi düşünce ve sevgisi olmak. İhsan ve iltifat üzere olmak.
  • Pir-i fâni olmak.

müteveccihen / متوجها

  • Dönük olarak. (Arapça)
  • Bir yere gitmek üzere. (Arapça)

mütevelli / mütevellî

  • Bir vakfın işlerini şer'î (dînî) hükümler ve vakf şartları dâiresinde idâre etmek üzere, vakfeden veya hâkim tarafından tâyin edilen kimse.

mütevessik

  • Bir işe sımsıkı sarılan.
  • Bir işi sebat ve devam üzere tutan.

mütevessikane

  • Bir işe sımsıkı sarılarak. Bir işi sebat ve devam üzere tutarak. (Farsça)

mütezahif

  • (Çoğulu: Mütezahifîn) Harpte birbirinin üzerine yürüyüp çatan.

mütezammıh

  • Güzel kokulu şeylerle karışmış olmak.

mutlak su

  • Yaratıldıkları hâl (durum) üzere bulunan sular.

muttarid / مُطَّرِدْ

  • Düzenli bir şekilde devam eden.
  • Bir düzeye giden, sıralı, düzgün, muntazam.
  • Düzenli, sıralı.
  • Düzenli devam eden.

muttasıf olma

  • Sıfatı üzerinde taşıma.

müttefekun aleyh / مُتَّفَقٌ عَلَيْهْ

  • Üzerinde birleşilen mes'ele. Hakkında müttefik olup anlaşmaya varılmış olan.
  • Üzerinde birleşilmiş.
  • Üzerinde ittifak edilen.

muvacehat

  • Yüzleşmeler. Yüzyüze gelmeler.

muvacehe

  • Karşı, ön.
  • Yüzyüze gelme. Yüzleşmek.
  • Huzurunda olmak.
  • Karşı, ön, yüz yüze geliş.

müvacehe

  • Mânen yüz yüze bulunma, karşısında olma.

muvacehe / مواجهه

  • Karşı, yüzyüze. (Arapça)

muvaceheten

  • Karşı karşıya. Yüz yüze.

müvazaa

  • Birbiriyle düzenlilik edip, başkalarına tersini göstermek.

muvazene-i ekber

  • En büyük düzen, denge.

müvella

  • Muayyen bir dâvâyı veya ihtilafı hall için veyahut hakem, bilirkişi olmak üzere kadılar tarafından tayin eden salahiyetli kimse.

müyaveme

  • (Yevm. den) Günlüğüne tutma. Gündelik üzere pazarlık etme.

muzalla'

  • Kabuğu üzerinde beş dilim olan kavun.

müzaraa

  • Ziraat üzerine yapılan işler, ekincilikle ilgili olarak yapılan işler.
  • Toprağa, çalışmağa ve kazanca ortak olmak üzere kurulan şirket.

müzarea şirketi / müzârea şirketi

  • Zirâat ortaklığı. Harman yapılan ürünleri yetiştirmek için, tarla yâni toprak birinden, çalışma, işçilik diğerinden olmak ve mahsûlü sözleşilen nisbette (miktârda) aralarında paylaşmak üzere, kurulan şirket.

müzayede

  • Artırma, ziyadeleştirme.
  • Devletçe veya bir müessesece satılığa çıkarılan bir malın veya arazinin arttırılmaya konulması. Müzayede; biri kapalı zarfla, diğeri açık arttırma ile olmak üzere iki türlü yapılır. Müzayedede konulan şey, en çok arttırma yapana ihâle edilir.

muze-duz

  • (Çoğulu: Muze-duzân) Çizmeci, çizme yapan.

müzehane / müzehâne

  • Müze gibi antika ev.

müzekker

  • Erkek, er.
  • Eril, müzekker kelime.

müzekkere

  • (Bak: Müzekkire)

müzekkir

  • Andıran, hatıra getiren, yâd ettiren, zikrettiren, hatırda tutturan.
  • Zikreden, ibâdet eden.
  • Resul-i Ekrem (A.S.M.) mü'minleri ve bütün beşeriyeti tehlikeli şeylerden halâs edip iki cihan saadetine nâil olma yolunu tâlim ettiğinden, Kur'an-ı Kerim'de müzekkir diye isimlendiril

müzevvirin / müzevvirîn

  • (Tekili: Müzevvir) Müzevvirler, arabozucular.

müzeyyelat / müzeyyelât

  • (Tekili: Müzeyyel) Zeyiller, ilâveler, katılmış şeyler.

müzeyyenat / müzeyyenât

  • Süslenmişler, ziynetlenmiş olan güzel şeyler.

müzeyyin

  • Herşeyi eşsiz sanatıyla süsleyen, güzelleştiren Allah.

müzill

  • Bâzı kullarını aşağı ve zelîl eden mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden).

müzmin

  • Eskimiş. Üzerinden zaman geçmiş. Zamanla yerleşmiş olan (hastalık).

nadi

  • Nidâ eden, haykıran, çağıran.
  • Halkın, meşveret gibi, birşey konuşmak üzere bir yere toplanmaları. Nitekim İslâmdan evvel Mekke'de Kureyş'in toplandığı meclis binasına "Darünnedve" denilirdi. Nâdi; orada ve o gibi yerlerde toplanan heyettir ki; bezm, meclis, mahfil, kongre tâbirleri g

nadire-perdaz / nadire-perdâz

  • Güzel söz söyleyen. (Farsça)

nadire-senc

  • Nükteli konuşan, güzel fıkralar anlatan, zarif kimse. (Farsça)

nadiret

  • Güzellik, parlaklık, tazelik.
  • Hoş ve lâtif.

nafi' ve darr / nâfi' ve dârr

  • "Fayda ve zarar, iyilik ve kötülük kendisinden olan" mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden).

nagamat / nagamât

  • Nağmeler, âhenkler, güzel sesler.

nağamat / nağamât

  • Nağmeler, güzel sesler.

nağme / nâğme

  • (Çoğulu: Nağamât) Ahenk, güzel ses, âvaz, ezgi, teganni.
  • Güzel ses.

nagz

  • Güzel, iyi. Göze hoş ve güzel görünen. (Farsça)

nağz / نغز

  • Güzel, hoş. (Farsça)

nakis

  • Bozan, çözen, üzen veya dağıtan.
  • Rücu eden. Dönen.

nakş-i kadem-i nebi / nakş-i kadem-i nebî

  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek ayaklarının taş üzerindeki izi.

namazgah / namazgâh

  • Namaz kılınan yer. İbadetgâh. Eskiden şehir dışında, kırda ve sed üzerinde mihrab konulmak suretiyle namaz kılınmak için yapılan yere verilen addır.
  • Bir kasabanın bütün halkını bir arada bulunduran geniş sahaya da bu ad verilirdi. Bayramlarda ve fevkalâde günlerde kasaba ve civar köy

namus-u hüsün

  • Güzellik kanunu.

nasic

  • (Nesc. den) Dokuyan, nesceden.
  • Düzenleyen, tertib eden, sıralayan.

nasik

  • (Nesak. dan) Düzenleyen, tertib eden.

natıka

  • (Nutk. dan) Düşünüp söylemek hassası. Fesahat ve belâgatta söyleme kuvveti. Talâkat-ı lisan, güzel konuşabilme kabiliyeti.

natuk

  • (Nutk. dan) Güzel ve düzgün söz söyliyen.

nazad

  • (Çoğulu: Enzâd) şeref.
  • Üzerine herhangi bir şey konulan yüksekçe yer.

nazar-ı istihsan

  • Güzel gören ve beğenen bakış.

nazar-ı sathi / nazar-ı sathî

  • Yüzeysel bakış.

nazar-ı sathi ve tebei / nazar-ı sathî ve tebei

  • Derine inmeyen yüzeysel ve dolaylı bakış.

nazar-ı zahiri / nazar-ı zâhirî / نَظَرِ ظَاهِر۪ي

  • Dışa dönük, yüzeysel bakış.
  • Yüzeysel bakış.

nazariyat-ı şer'iye / nazariyât-ı şer'iye

  • Dinin teori düzeyinde olup kesinleşmemiş hususları.

nazik-endam / nâzik-endâm

  • Lâtif ve güzel vücutlu. Nâzik endamlı. (Farsça)

nazım / nâzım / ناظم / نَاظِمْ

  • Nizamlayan, nazmeden. Manzume yazan, düzenleyen.
  • Her şeyi en mükemmel şekilde düzenleyen, tanzim eden Allah.
  • Düzenleyen.
  • Düzenleyen. (Arapça)
  • Nazmeden. (Arapça)
  • Düzenleyen.

nazımin / nazımîn

  • (Tekili: Nâzım) Tanzim edenler, düzenleyenler, nizama koyanlar.

nazır / nâzır

  • (Çoğulu: Nüzzâr) Nazar eden, bakan.
  • Bir idarenin veya dairenin umur ve işlerine bakan en büyük memur. Bir işin idaresine memur reis.
  • Kabine azalarından herbiri. Nâzır. Vekil. Bakan.
  • Vâsinin yapacağı tasarruflara nezarette bulunmak üzere musi veya hâkim tarafından tayi
  • Gören, görücü.
  • Vakfın işlerini, dînin emirlerine uygun olarak idâre etmek üzere vâkıf (vakıf yapan) veya hâkim tarafından tâyin edilen mütevellînin vakıf işlerindeki tasarruflarını murâkabe (kontrol) etmesi ve gerektiğinde ona re'yleri (görüşleri) ile yardımcı o lması için vazîfelend

nazir

  • Bir şeye benzemek üzere yapılan şey. Denk, eş, örnek. Benzeyen.
  • Edb: Bir şairin manzumesine, başka bir şair tarafından aynı vezin ve kafiyede olmak üzere yapılan benzer.

nazm / نظم

  • Düzen, şiir, nazım.
  • Dizme. (Arapça)
  • Düzenleme, tertip etme. (Arapça)
  • Vezinli ve kafiyeli söz söyleme. (Arapça)

nazm-ı celil

  • Pek büyük kıymetli nazm edilmiş güzel söz.
  • Kur'an-ı Kerim'in bir vasfı.
  • Celil olan Cenab-ı Hakk'ın nazmı.

nazm-ı ecmel

  • En güzel tertip, düzen.

nazm-ı garib-i hikmet

  • Hikmetin hayret verici düzeni.

nazm-ı lafz / nazm-ı lâfz

  • Kelâmın, lâfız esas alınarak düzenlenmesi.
  • Lâfızdaki ahenkli diziliş, tertip ve düzen.

nazm-ı maani / nazm-ı maânî

  • Mânâdaki ahenkli diziliş, tertip ve düzen.

nazm-ı mecid / nazm-ı mecîd

  • Kur'ân-ı Kerim'in âyetleri.
  • Kur'ân-ı Kerim'in tertibi, düzeni.

nazmşiken

  • Düzensiz; nazım yönünden uyumsuz, tertibi bozuk.
  • Düzeni bozan.

nazzam / nazzâm

  • En çok nazmedici, en güzel nazmedici, en güzel tanzim eden.
  • Düzenleyen, dizen.
  • Düzenleyen.

nazzam-ı kevn / nazzâm-ı kevn

  • Kâinata ve bütün varlık âlemine düzen veren Allah.

nazzam-ı vahid / nazzâm-ı vâhid

  • Bütün varlık âlemini yaratılış gayelerine uygun olarak en güzel şekilde düzenleyen Kendisi bir olan Allah.

nebbar

  • Fasih dilli, güzel konuşan adam.

nebi / nebî

  • Peygamber, kendisinden önce gelmiş olan resulün şeriatı üzerine amel eden Peygamber.

nebil

  • (Nebile) Akıllı, anlayışlı, zekâ sahibi.
  • Yüksek meziyet sahibi. Güzel huylu.
  • Bilgili ve faziletli kimse.

necaset / necâset

  • Aslı îtibâriyle veya sonradan meydana gelen bir sebeble pis olan şeyler. Namaza mâni olup olmama yönünden; hafif necâset ve kaba necâset, görülüp görülmeme yönünden; mer'î (görülen) ve gayr-i mer'î (görülmeyen) ve akıcı olup olmama yönünden; mâî (akı cı) ve câmid (katı) olmak üzere kısımlara ayrılır

necef

  • (Necefe) : (Çoğulu: Nicâf-Encâf) Üzerine su çıkmayan yer. Tümsek yer, yüksek, tepe, sırt.
  • Irakta bir şehrin adı.

necib

  • Soyu ve nesli temiz, aslı kerim olan. Cömert. Asilzâde. Güzel huylu ve ahlâklı.

nedim / ندیم

  • (Çoğulu: Nedmân - Nüdemâ) Sohbet arkadaşı, meclis arkadaşı.
  • Tatlı konuşan. Güzel hikâye anlatan.
  • Büyük kişileri hikâye ve fıkralarıyla eğlendiren.
  • Padişahların ve yüksek rütbeli devlet ricalinin sohbet arkadaşı. (Arapça)
  • Güzel hikaye anlatan. (Arapça)

nefais

  • (Tekili: Nefise) Değerli, güzel ve beğenilir şeyler.

nefais-perest

  • Nefis şeyleri beğenenen, güzel şeyleri seven. (Farsça)

nefaset

  • Beğenilir olmak, kıymetlilik, değerlilik, çok güzellik, pek iyilik. Nefis ve mergub olmak.
  • Hoşluk, güzellik.

nefes-i rahman / nefes-i rahmân

  • Sonsuz merhamet sahibi Cenab-ı Hakkın varlıklar üzerindeki rahmet esintisi.

nefh

  • Rüzgâr esmek.
  • Güzel kokunun yayılması. Kokmak.
  • Vurmak.
  • Def'etmek, kovmak.
  • Vuruşmak, kat'etmek.

nefis

  • Pek beğenilen, pek güzel, pek iyi.
  • Can, kişi, kendi, öz varlık.
  • Bir şeyin zatı olan kendisi.
  • Pek beğenilen, pek güzel, pek iyi.

nefs-i mutmainne

  • İyiliği kötülükten ayırt ettirerek insanlık vazifesini tanıttıran ve vicdanına rahatlık veren hâl. İnsanı Allah'a yaklaştıran hâl. Günaha meyleden kötü sıfatlardan temizlenmiş ve güzel ahlâk ile muttasıf olarak kurb-u İlâhiye itmi'nan ve istikrar kazanmış olan insan iradesi. Nefsin, Allah'ın emirler

nefsi tefekkür / nefsî tefekkür

  • Kişinin kendisi ve kendi varlığı üzerinde etraflıca derinlemesine düşünmesi.

nefy-i ebed

  • Bir daha dönmemek üzere nefyedip sürme.

nehar-ı ebyaz

  • Gündüzün beyazlığı, gündüze benzeyen beyazlık. Beyazlığın parlaklığı.

nehari / neharî / نَهَارِي

  • Gündüze ait.

nehr

  • Boğazlamak, kesmek.
  • Namazda sağ elini sol eli üzerine koymak.
  • Sadr, göğüs.

nekş

  • Kuyunun çamurunu temizlemek.
  • Bir şeyi bitirmek. Bir işden fâriğ olmak.
  • Bir şey üzerine gelip toplanmak.

nemk

  • Yazmak.
  • Düzeltmek.

nesaksaz / nesaksâz

  • Tertib eden, düzenliyen, tanzim eden, düzen veren. (Farsça)

nesik

  • Düzenli, tertibli, nizamlı
  • Süslü, bezenmiş, donanmış.

nev-i cami / nev-i câmi

  • Pek çok özelliği üzerinde barındıran bir tür.

neva

  • Ahenk, ses, güzel sadâ, nağme, avaz. (Farsça)
  • Musikide bir makam ismi. (Farsça)
  • İntizamlı hâl. (Farsça)
  • Azık, zahire, rızık. (Farsça)

nezaret-i şahane

  • Son derece güzel bakım ve gözetim.

nezihane / nezihâne

  • Temizce, iyice, güzelce. (Farsça)

nezr

  • Adak yâni bir isteğin yerine gelmesi ve bir korkunun giderilmesi için, farz veya vâcib olan bir ibâdete benzeyen ve başlı başına ibâdet olan bir işi yapacağına dâir Allahü teâlâya söz verme. Mutlak ve muayyen olmak üzere iki kısımdır.

nezzam

  • Nizâm veren, düzenleyen, tertipleyen.

nezzam-ı hakiki / nezzam-ı hakikî

  • Kâinatın ve bütün varlık âleminin gerçek düzenleyicisi ve düzen koyucusu olan Allah.

ni'me

  • Ne iyi, ne âlâ, ne güzel.

ni'me-l vekil

  • Ne güzel, ne iyi vekil.

ni'me-l vesile

  • Ne güzel sebeb, ne âlâ vesile.

nigar / nigâr

  • Güzel yüzlü sevgili. (Farsça)
  • Nakış. Resim. (Farsça)
  • Nakşeden. (Farsça)
  • Put, sânem. (Farsça)
  • Resmi yapılmış, resmedilmiş. (Farsça)

nigarhane / nigârhane

  • Resim ve heykeller bulunan yer. Resim ve heykel sergisi. (Farsça)
  • Ressamların çalıştıkları atölye. (Farsça)
  • Puthâne. (Farsça)
  • Güzelleri çok olan yer. (Farsça)

nigarin / nigârin

  • Resim gibi güzel sevgili. (Farsça)
  • Resimlerle ve nakışlarla süslü. (Farsça)

nigaristan / nigâristan

  • Resim ve heykel sergisi. (Farsça)
  • Güzelleri çok olan yer. (Farsça)
  • Puthane. (Farsça)

nigu

  • Güzel, iyi, hasen. (Farsça)

nihal-i zarif

  • İnce, güzel dal.

nik / nîk / نيك

  • İyi, güzel, hoş. (Farsça)
  • İyi, güzel. (Farsça)

nikbinlik

  • İyimserlik; güzel görme, işin iyi tarafını görme.

nikhu

  • Güzel huylu, iyi huylu. (Farsça)

nikmanzar

  • (Nîk-manzar) Görünüşü ve manzarası güzel olan. (Farsça)

niku

  • Güzel, iyi, hoş.

nikuyi / nikuyî

  • Güzellik, iyilik. (Farsça)

nirenc

  • (Çoğulu: Nirencât) Düzen, hile.
  • Resim, taslak.

nireng / nîreng / نيرنگ

  • Düzen, hile, aldatmaca. (Farsça)
  • Taslak, resim. (Farsça)
  • Büyü, efsun. (Farsça)
  • Afsun. (Farsça)
  • Hile, düzen. (Farsça)

nis'

  • (Çoğulu: Ensu') Gizlemek.
  • Gitmek.
  • Sarkık olmak.
  • Kuzey rüzgârı.

nisab

  • Zekât ölçüsü, ölçü miktarı.
  • Üzerine zekât verilmesi farz olan mal miktarı.
  • Asıl, esas. Sermaye mal. Derece, had.
  • Fık: Altının nisabı: 20 miskal; gümüşünki 200 dirhem (yani 600 gram); koyun ile keçinin 40 adet; sığır, manda 30; ve devenin nisabı da 5'dir.
  • Bir m

nisbet-i mütezayide-i muntazama / nisbet-i mütezâyide-i muntazama

  • Düzenli olarak artan bir oran.

nizam / nizâm / نظام / نِظَامْ

  • Sıra, dizi, düzen. Dizilmiş olan şey, sıralanmış.
  • İcaba göre yapılan kanun. Bir kaideye binaen tertib olunmak ve ona binaen tertib olundukları kaide.
  • Bir işin sebat ve kıyamına medar, sebep olan şey ve hâlet.
  • Düzen, sistem.
  • Düzen, düzenlilik.
  • Düzen, uygunluk.
  • Düzen.
  • Düzen. (Arapça)
  • Nizâm bulmak: Düzene girmek. (Arapça)
  • Düzen.

nizām / نِظَامْ

  • Düzen.

nizam-ı ahsen

  • En güzel düzen.

nizam-ı alem / nizam-ı âlem

  • Âlemin düzeni.

nizam-ı askeri / nizam-ı askerî

  • Askerî düzen.

nizam-ı bedi / nizam-ı bedî

  • Eşsiz olan harika sistem, düzen.

nizam-ı bedii / nizam-ı bedîi

  • Eşsiz derecede güzel, benzersiz düzen, kanun.

nizam-ı ekmel / نِظَامِ اَكْمَلْ

  • En mükemmel ve eksiksiz düzen.
  • En mükemmel düzen.

nizam-ı ekmel-i kasdi / nizam-ı ekmel-i kasdî

  • Bilerek kasten plânlanmış olan en mükemmel düzen.

nizam-ı esbab / nizâm-ı esbâb

  • Sebeplerin düzeni, bir netice için uyulması gereken sebepler dizisi.

nizam-ı fıtrat / نِظَامِ فِطْرَتْ

  • Yaratılıştaki düzen.
  • Kişiye hâs yaratılış düzeni.

nizam-ı garip

  • Şaşırtıcı düzen.

nizam-ı hakiki / nizâm-ı hakikî

  • Gerçek nizam, düzen.

nizam-ı hikmet / nizâm-ı hikmet / نِظَامِ حِكْمَتْ

  • Allah'ın hikmetiyle bu âleme yerleştirdiği düzen.
  • Yaratılıştaki asıl maksat ve faydaya âid düzen.

nizam-ı hikmet-i ilahiye / nizam-ı hikmet-i ilâhiye

  • Cenâb-ı Hakkın hikmetle bu âleme yerleştirdiği düzen.

nizam-ı hilkat-i alem / nizam-ı hilkat-i âlem

  • Kâinatın yaratılışındaki düzen.

nizam-ı i'cazi / nizam-ı i'câzî

  • Mu'cize olan düzen.

nizam-ı içtimai / nizam-ı içtimaî

  • Toplumsal, sosyal düzen.

nizam-ı kainat / nizam-ı kâinat

  • Kâinattaki düzen.

nizam-ı kamil-i kainat / nizam-ı kâmil-i kâinat

  • Kâinattaki mükemmel düzen.

nizam-ı kanun

  • Kanun düzeni.

nizam-ı kevn

  • Kâinattaki düzen.

nizam-ı tamme / nizam-ı tâmme

  • Tam bir düzen.

nizam-ı umumi / nizam-ı umumî

  • Varlıkları kaplayan nizam, genel düzen.

nizam-üd din

  • (Nizameddin) Dinin nizam ve düzeni.

nizamat / nizamât / nizâmât

  • (Tekili: Nizam) Nizamlar, muntazam şeyler, düzenler.
  • Nizamlar, düzenler, sistemler.
  • Düzenler, kanunlar, sistemler.

nizamat-ı alem / nizâmât-ı âlem

  • Âlemdeki düzenler.

nizamat-ı askeriye

  • Askerî düzenler.

nizamat-ı kainat / nizâmât-ı kâinat

  • Kâinattaki düzenler.

nizamat-ı külliye / nizâmât-ı külliye

  • Kapsamlı ve her yerde geçerli olan düzenler.

nizamat-ı maneviye / nizâmât-ı mâneviye

  • Mânevî nizâmlar, düzenler.

nizamat-ı muayyene / nizâmât-ı muayyene

  • Belirli düzenler.

nizamat-ı umumi

  • Genel düzen ve kanun.

nizami / nizamî

  • Düzenli, tertipli, usulüne uygun.
  • Kanun ve nizama ait, onunla alâkalı.

nizamlı

  • Düzenli.

nizamname / nizamnâme

  • Düzen yazısı, düzenleme ile ilgili belge.

nizamsız

  • Düzensiz.

nokta-i ittifak

  • Üzerinde görüş ve fikir birliği olan nokta.

nüd'e

  • Mal çokluğu.
  • Kavs-i kuzeh. Gökkuşağı.
  • Et köpüğünün üstü.
  • İç yağı.

nufaha

  • Su üzerindeki kabarcık.

nükte

  • Güzel mânâlı söz.
  • Derin düşünerek ve zihni yorarak ilmî, edebî veya başka bir söz ve yazıdan çıkarılan ince mânâ. Meselâ bu sözde bir nükte vardır, bu şiirin nüktelerini anlamak kolay değildir, denir.

nukuş-u esma-i ilahiye / nukuş-u esmâ-i ilâhiye

  • Allah'ın güzel isimlerinin nakışları, işlemeleri.

nukuş-u esma-i rabbaniye / nukuş-u esmâ-i rabbâniye

  • Allah'ın güzel isimlerinin nakışları.

nümunehane

  • Nümunelik şeylerin konulduğu yer. (Farsça)
  • Müze. (Farsça)

nümuzec

  • Enmuzec. Örnek, nümune, misal.

nur cemal / nur cemâl / نُورْ جَمَالْ

  • Nur gibi etrafı aydınlatan güzellik.
  • Güzellik nuru.

nur-i mücessem

  • Çok parlak ve güzel olan. Canlı kılığına girmiş gibi olan nur.

nur-u cemal / nur-u cemâl

  • Güzellik nuru.

nur-u tarikat

  • Tasavvufa dayalı, mânevî derecelere ulaşmayı esas alan yol ve yöntemlerin aydınlığı, güzelliği.

nurun ala nur / nûrun alâ nur

  • Nur üstüne nur, güzelden de güzel, iyiden de iyi.

nüşafe

  • Sütü sağdıklarında üzerine gelen köpük.

ödünç vermek

  • Çarşıda misli yâni benzeri bulunan her şeyi, belirsiz bir zaman sonra, misli geri verilmek üzere verme.

operasyon

  • Bir cerrahın canlı bir vücut üzerinde yaptığı cerrahi müdahale. Ameliyat. (Fransızca)

ordu

  • Askerlerden meydana gelen düzenli topluluk.

örf

  • İslâm hukûkunun kaynaklarından; dînin ve aklın güzel gördüğü, beğendiği şey.
  • İnsanlar arasında güzel görülmüş, red ve inkâr edilmeyip mükerreren yapılagelmiş olan şeydir. Bu kelime; ihsan, ma'ruf, cud, sehâ, bezl ve atâ olunan, atiyye, tanımak, bilmek, biliş, ikrar eylemek, arka arkaya tetebbu ve tevâli etmek, Allah (C.C.) tarafından ulülemre ve Sultana tevdi' olunan

örfi idare / örfî idare

  • (İdare-i örfî) Askerî kuvvete ihtiyacı gerektiren ve cemiyet hayatında zuhur eden müşkil hallerde vaktin icablarına göre ve vaziyet düzelinceye kadar sivil idare yerine askeri idare konması. Sıkı yönetim.

organizasyon

  • Düzenleme, hazırlama, tanzim. (Fransızca)
  • Teşkilât. (Fransızca)

örs

  • Üzerinde demir gibi madenlerin dövüldüğü çelik yüzeyli, kalın ve bir tarafı sivri alet.

pa-be-rikab / pâ-be-rikâb

  • Hareket etmek üzere olan.

pa-berca-yi hareket / pâ-bercâ-yi hareket

  • Hareket etmek üzere bulunan, âmâde.

paberikab / pâberikâb / پابركاب

  • Gitmek üzere, hareket etmek üzere. (Farsça - Arapça)

paldüm

  • Hayvanın semerinin ileri geri kaymaması için arka ayaklarının kaba etleri üzerinden geçirilen kayış. (Farsça)

pano

  • Üzerine ilân, tablo, vs. asmaya yarayan levha. (Fransızca)

parav

  • Kocakarı, acûze. (Farsça)

parazit

  • Yun. Radyo gibi ses veya elektrik âletlerinin zırıltı ve gürültü çıkarması.
  • Başka bir hayvan veya nebatın üzerinde onun zararına yaşayan canlı. Asalak. Tufeylî.

pare

  • Cüz, parça. Kesinti. (Farsça)
  • Para. Kuruşun kırkta biri. (Farsça)
  • Kur'an-ı Kerim'in otuz kısmından bir kısmı, bir cüz'ü. (Farsça)
  • Sayı, bölük. (Farsça)
  • "Parça" mânâsına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Meh-pâre : Ay parçası. (Farsça)
  • Güzel. Yek-pâre : Tek parça, bir parça. (Farsça)

paru

  • (Pârub) Kocakarı, acûze. (Farsça)

perdahte

  • Cilâlanmış, parlatılmış. (Farsça)
  • Temizlenmiş, düzenlenmiş, tertib edilmiş. (Farsça)

perdaz / perdâz

  • Tertib eden, düzenleyen, düzeltici. (Farsça)
  • Düzelten, yönlendirici.

perde-i nizam

  • Düzen perdesi.

perde-i nukuş

  • Üzeri nakışlarla dolu perde.

perde-i tasarrufat / perde-i tasarrufât

  • Varlıklar üzerindeki işlemlerin önündeki perde.

peri

  • Cisimleri çok lâtif ve görünmez olan hoş mahluk. (Farsça)
  • İnsana muhabbet eden, muvahhid ve müslim lâtif mahluk. (Farsça)
  • Mc: Güzel insan. Güzel kimse. (Farsça)

peri peyker

  • Peri yüzlü güzel.

peri-çihre

  • Peri yüzlü, güzel yüzlü. (Farsça)

peri-i melahat / peri-i melâhat

  • Güzellik perisi.

peri-ru

  • Peri gibi güzel yüzlü. (Farsça)

periçihre / perîçihre / پری چهره

  • Peri kadar güzel yüzlü. (Farsça)

peripeyker / perîpeyker / پری پيكر

  • Peri kadar güzel yüzlü. (Farsça)

perişan

  • Dağınık, karışık. (Farsça)
  • Bozuk, tertibsiz, düzensiz. (Farsça)
  • Kederli, hüzünlü, kaygılı. (Farsça)

perişani / perişanî

  • Perişanlık, dağınıklık. (Farsça)
  • Düzensizlik, bozgunluk. (Farsça)
  • Yoksulluk, fakirlik. (Farsça)

periveş / perîveş / پری وش

  • Peri gibi güzel. (Farsça)

perviz

  • Üstün, galib, muzaffer. (Farsça)
  • Elek. Süzgeç. (Farsça)
  • Güzellik. (Farsça)
  • Balık. (Farsça)
  • Cilve. (Farsça)
  • Tar: İran Hükümdarı Husrev'in lâkabı. (Farsça)

peygamber

  • İlâhî hakikatları insanlara bildirmek ve onlara örnek olmak üzere Allah tarafından tayin edilen, vahiy yoluyla sahip olduğu ilmini yaşayıp neşreden mübarek zatların umumî ismi.

pira

  • Süsleyici, düzenleyici, donatıcı. (Farsça)

piraste

  • Tertibedilmiş, düzenlenmiş donatılmış, süslü. Pirastegî . f. Düzen, intizam. (Farsça)

pirayiş

  • Düzen, nizâm, intizam, tertib. (Farsça)
  • Süs, zinet. (Farsça)

pirezen

  • Kocakarı, acuze. (Farsça)

pirzen

  • Kocakarı, acuze. Yaşlı kadın. (Farsça)

piş-müzd

  • Pey, pey akçesi. Satılık bir şeye talip olan kimsenin, sonradan caymayacağını temin makamında olmak üzere satıcıya peşin verdiği bir miktar para. (Farsça)

plan

  • Yapı, makine, bina...gibi yapılacak şeylerin ayrı ayrı parçalarını kâğıt üzerinde gösteren çizgilerin hepsi. (Fransızca)

poz

  • Fotoğraf alınırken kendine düzen vermek, tavır takınmak. Kımıldamadan durduğu halde kalmak. (Fransızca)

program

  • Düzenli niyetler.

puladsenc

  • Güzel silâh kullanan, iyi dövüşen. (Farsça)

pürcemal / pürcemâl

  • Güzelliklerle dolu.
  • Pek güzel.

ra'na / ra'nâ / رعنا

  • İyi, güzel, hoş, lâtif. Pür ve revnak olan.
  • Güzel, hoş. (Arapça)

ra'ra'

  • (C. Raâri') Kötü, alçak kimse.
  • Yaramaz gönüllü.
  • Çok uzun boylu adam.
  • Güzel itidalde olan kimse.

rabbu'l-enbiya ve's-sıddıkin / rabbu'l-enbiyâ ve's-sıddıkîn

  • Daima doğruluk üzere, Allah'a ve peygambere çok sâdık olanların ve peygamberlerin Rabbi.

rabıta / râbıta / رابظه

  • Rabteden, bağlayan, bitiştiren.
  • Münasebet, alâka, bağlılık, yakınlık. İki şeyi birbirine bağlayan tertip.
  • Nefsini dünyadan men edip âhirete, Allah'a (C.C.) bağlanmak.
  • Tertip, sıra, düzen, usûl.
  • İki şeyi birbirine bağlayan nesne.
  • İlgi, münasebet, bağlılık, mensupluk.
  • Düzen, tertip.
  • Bağ, ilişki, temas. (Arapça)
  • Sıra, düzen. (Arapça)

rad'

  • Men'etmek, engel olmak.
  • Bırakmak, terk etmek.
  • Güzellik eseri.
  • Kına.

radaf

  • Üzerine ateş yakıp kızdırdıkları taş.

radif

  • Kızmış taşla ısıtılan süt.
  • Kızmış taş üzerine pişirilen et. (Merzuf da derler.)

rahile

  • Yük hayvanı.
  • Yük getiren deve.
  • Topluluk, kafile.
  • Üzerine binilen deve.

rahim-i zülcemal / rahîm-i zülcemâl

  • Sonsuz güzellik sahibi ve her varlığa özel merhameti olan Allah.

rahimiyet / rahîmiyet

  • Allah'ın herbir varlık üzerinde yansıyan şefkat ve merhamet ediciliği.

rahle-i tedris

  • Üzerine ders verilen veya alınan rahle.
  • Bir âlimden alınan ders.
  • Eğitim ve öğretim rahlesi, üzerinde ders verilen küçük masa.

rahman / rahmân

  • "Dünyâda dost olsun düşman olsun, lâyık olsun olmasın, mü'min olsun kâfir olsun bütün yaratıklara rızık ve sayısız nîmetler veren" mânâsında Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden).

rahman-ı zülcemal / rahmân-ı zülcemâl

  • Sonsuz güzellik ve merhamet sahibi olan Allah.

rahmet-i cemal / rahmet-i cemâl

  • İlâhî güzelliğin rahmet ciheti.

rahmetullahi aleyh

  • Allah'ın rahmeti onun üzerine olsun.

rahmetullahi aleyhi ebeden daima / rahmetullahî aleyhi ebeden dâimâ

  • Allah'ın rahmeti sonsuza kadar devamlı onun üzerine olsun.

rahmetullahi aleyhi ve ala hasan feyzi / rahmetullahi aleyhi ve alâ hasan feyzi

  • Allah'ın rahmeti onun (Halil İbrahim'in) ve Hasan Feyzi'nin üzerine olsun.

rahmetullahi-aleyh / rahmetullâhi-aleyh

  • "Allah'ın (C.C.) rahmeti onun üzerine olsun" meâlinde vefat etmiş müslümanlar için söylenen duâ.

rahmetullahialeyh

  • Allahın rahmeti üzerine olsun!

rahş

  • Gösterişli, güzel at.
  • Rüstem adlı bir pehlivanın atı.

rakd

  • Uyumak üzere bulunma. Uykuya dalar gibi olma.

rakib / rakîb

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi hakkıyla gören, gözeten, koruyan, bir an onlardan habersiz olmayan, murâkabesi (gözetmesi) devamlı olan.

rakka

  • Dere yanında olup sel geldiğinde üzerine yayılan arazi.
  • Bir yerin adı.

raks ve hareket

  • Oynama, düzenli bir şekilde hareket etme.

rana / rânâ

  • Güzel, hoş.
  • İyi, güzel.

rasid

  • Muntazır, bekleyen kimse.
  • Avını bekleyen ve yaklaştığında hemen üzerine sıçrayan canavar.

ratbe

  • (Çoğulu: Ritâb) Genç ve güzel sevgili.
  • Yonca otu.

rauf / raûf

  • Herbir canlıya hususî şefkat ve ihsanı çok olan ve onlar üzerinde iltifatının incelikleri görünen Zât, Allah.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarına karşı merhâmeti çok olan ve yaptıkları iyilikleri zâyî etmeyen.
  • "Ümmetine karşı çok merhâmet eden, acıyan" mânâsına Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin isimlerinden.

raufe

  • Kuyuyu temizleyen kişinin üzerine oturması için kuyunun dibine konan taş.
  • Davarlarını sulayan veya su içen kimselerin oturması için kuyunun kenarına konan taş.

rauk

  • Süt süzeği.

ravuk

  • Süzek, süzgeç.

rayiha / râyiha

  • Güzel ve hoş koku.

rayiha-i tayyibe / râyiha-i tayyibe

  • Güzel, hoş koku.

razık-ı hakiki

  • Hakiki rızık veren. Hiç bir vasıtaya ihtiyacı olmadan en güzel nimetleri yaratan ve bütün rızıkları ancak kendisi veren Allah (C.C.)

re'b

  • Mantar.
  • Toplamak, cem'etmek.
  • Islah etmek, düzeltmek.

recaze

  • Mahfeden küçüktür ve deve arkasına vurup üzerine binerler.

recm

  • Taşlamak, taşa tutmak, taş ile insan öldürmek.
  • Atılan taş.
  • Kabre taştan nişan dikmek.
  • Şeytan üzerine atılan nücum.
  • Tardetmek, kovmak, sövmek. Terketmek.
  • Zan ve kıyas etmek.

reddet

  • Güzellikler arasında nazara çarpan çirkinlik.
  • Bir defa reddediş.

reform

  • Düzeltme, tanzim. Asıl şeklini verme. Islah etme. Avrupa'da başlayan dinde reform hareketini, İslâm dinine tatbik etmenin yeri yoktur. Çünkü İslâm dini, bütün zaman ve mekânların insanlarına her cihetle cevap verecek câmiiyette olduğundan ve ilmi esaslara dayanmış olarak asliyetini muhafaza ettiğind (Fransızca)
  • Düzeltme, ıslah.

refv

  • Sabretmek.
  • Korkudan emin etmek.
  • Islah etmek, düzeltmek.

rehabe

  • Göğüs üzerinde olan yumuşak kemik.

rehber-i kemalat / rehber-i kemâlât

  • Mükemmellikleri, güzellikleri gösteren rehber.

rek'at

  • (Rik'ât) Huzur-u İlâhîde beli eğip yüzü üzeri kapanmak.
  • Bir kıyam, bir rüku' ve iki secdeden ibaret olan namazın bir rüknü.

rekabet

  • Kıskanmak.
  • Hıfzetmek.
  • Gözetmek.
  • Terakkub üzere olmak, başkalarından ileri geçmeğe çalışmak, benzerleriyle üstünlük yarışına çıkmak.
  • Kendi işini yürütmeğe çalışmak.

remes

  • (Çoğulu: Ermâs) Denizde üzerine binilen sal.
  • Kalan süt artığı.

remm

  • Islah etmek, düzeltmek.
  • Yemek, ekletmek.

rems

  • Sürtme odunu.
  • El ile meshetmek.
  • Islah etmek, düzeltmek.

remz-i nizam / remz-i nizâm / رَمْزِ نِظَامْ

  • Düzenin işareti, göstergesi.
  • Düzenin ince işareti.

rende

  • Düzeltme aleti.

rendeçlenme

  • Rendelenme, düzeltilme.

rengarenk / rengârenk

  • Renk renk, güzel renklerle bezenmiş.

rengin

  • Süslü, güzel, parlak.

resae

  • Ölünün üzerine ağlayıp, onun iyiliklerini saymak.

reşehat-ı meziyat / reşehât-ı meziyât

  • Meziyetlerin, güzel özelliklerin dışa yansımaları.

reşid / reşîd

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Mahlûkâta (yarattıklarına) doğru yolu gösterip, dilediğini bu yolda bulunduran.
  • Rüşd sâhibi yâni, dînî vazîfelerini yerine getiren ve malını tasarruf edebilen, âkıl bâliğ olan, aklını ve malını yerinde kullanan.

reşik

  • Boyu, endamı lâtif ve güzel olan.

retk

  • Yırtığı onarmak, yarığı düzeltmek, bitiştirmek.

retk ü fetk

  • Noksanları düzelterek idare etme.
  • Ayırmak ve bitiştirmek.
  • İyi idare etme.

rev'a

  • Korkak kadın.
  • Kendisini görenleri şaşırtacak derecede güzel olan kadın veya kız. (Müz: Ervâ)REVA' : Tatlı.

revabıt

  • (Tekili: Rabıta) Râbıtalar, bağlılıklar. Münasebetler.
  • Düzenler, sıralar, tertibler.

revabıt-ı nizam / revâbıt-ı nizam

  • Nizamın, düzenin bağları.

revaih-i tayyibe / revâih-i tayyibe

  • Hoş ve güzel kokular.

revan

  • Giden, akıcı. (Farsça)
  • Derhal. (Farsça)
  • Ruh, can. Nefs-i nâtıka. (Farsça)
  • Edb: Su gibi akıp giden güzel söz. (Farsça)

revayih

  • (Revâih) Râyihalar, güzel kokular. (Aslı: Revâih)

revayih-i tayyibe / revâyih-i tayyibe

  • Temiz ve güzel kokular.

revhaniyet

  • Gönül açıcılık, güzel görünüşlülük.

revnak

  • Zinet. Parlaklık. Göz alıcılık, güzellik. Safa, taravet. (Farsça)
  • Süs, güzellik.
  • Parlaklık, güzellik, tazelik, süs.

revnak-bahş

  • Güzellik, tazelik ve parlaklık veren. (Farsça)

revnak-dar / revnak-dâr

  • Parlak, lâtif, güzel, hoş. (Farsça)

revnak-efza

  • Bir şeyin parlaklığını artıran. Güzelleştiren. (Farsça)

revnak-ı bahar

  • Baharın güzellik ve tazeliği.

revnak-ı cemal

  • Yüzün güzellik ve parlaklığı.

revnak-nüma

  • Tâzelik, güzellik ve parlaklık gösteren. (Farsça)

revnakdar

  • Göz alıcı güzellikte.

revnaktar

  • Göz alıcı güzellikte.

reyhan / reyhân

  • Fesleğen, hoş ve güzel koku.
  • Hoş güzel koku.
  • Rızık ve maişet, rahmet.
  • Ekin yaprağı.
  • Fesleğen denilen kokulu bir ot.
  • Güzel bir koku, hoş kokulu bir bitki.
  • Hoş ve güzel koku veren çiçek.

reyya

  • Güzel koku.

rezzak / rezzâk

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her yarattığı ve rızık vereceği mahlûkunun rızkını yaratıcı ve ulaştırıcı ve o rızık ile faydalanma sebeblerini hazırlayan ve rızık gönderen Allahü teâlâ.

ri'y

  • Hey'et.
  • Güzel halet, iyi hal.
  • Güzel elbise.

riayet-i mesalih ve intizam

  • Fayda ve düzenliliğin gözetilmesi, onlara riayet edilmesi.

rical / ricâl / رجال

  • Erkekler. (Arapça)
  • Üst düzeyde bulunanlar. (Arapça)

rıdvanullahi teala aleyhim ecmain / rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn

  • Daha çok Eshâb-ı kirâmın isimleri anılınca söylenen; "Allahü teâlânın rızâsı onlar üzerine olsun" mânâsına, duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. Bir kişi için rıdvânullahi teâlâ aleyh, iki kişi için rıdvânullahi teâlâ aleyhimâ denir.

rih-ı reyhan

  • Hoş ve güzel kokulu rüzgâr.

rıka

  • Üzerine yazı yazılan deri veya kağıt parçaları.
  • Kısa mektublar.
  • Yamalar.
  • İstidalar. Müzekkereler. Dilekçeler.

rikab / rikâb / ركاب

  • Üzengi. (Arapça)
  • Huzur, kat. (Arapça)

rims

  • Devenin yediği otlardan ekşi cins bir ot.
  • Islah etmek, düzeltmek.

rind

  • Kalender. Aldırışsız, dünya işlerini hoş gören. (Farsça)
  • Laübali meşreb feylesof. (Farsça)
  • Bâtını irfan ile müzeyyen olduğu halde zâhiri sâde görünen hakîm. Dış görünüşü laübali olduğu halde, aslında kâmil olan kimse. (Farsça)

risale-i harika ve camia / risale-i harika ve câmia

  • Harika ve pek çok özelliği üzerinde barındıran risale.

risale-i hasbiye

  • "Hasbünallahü ve ni'me'l-vekîl (Allah bize yeter O ne güzel vekildir.)" âyetinin sırlarını ve mertebelerini anlatan risale.

riv

  • Hile, düzen. (Farsça)

rü'yet-i hüsn-ü amel

  • Yaptığı ameli, işi güzel görme.

rub'-ı daire / rub'-ı dâire

  • Namaz vakitlerinin hesaplanmasında, yükseklik ölçülmesinde ve bâzı trigonometrik hesapların yapılmasında kullanılan el âleti. Bâzı geometrik şekillerden ibâret olup, dörtte bir dâire şeklinde tahta üzerine şekiller işlendiği için buna Rub'-ı dâire ta htası da denilmiştir.

ruberu / rûberû / روبرو

  • Yüzyüze. (Farsça)
  • Yüzyüze. (Farsça)

rububiyet-i sermediye

  • Allah'ın bütün varlıklar üzerindeki kesintisiz mâlikiyet ve egemenliği ve her varlığı yaratılış amacına hikmetle ulaştıran kesintisiz terbiyesi.

rubz

  • Her nesnenin ortası.
  • Bazısı bazısının üzerine sağılmış süt.

rücbe

  • Canavar avlamak için yapılan yer. (İçine iple et bağlarlar ki canavar gelip yapıştığı gibi üzerine düşer.)

ruhsat

  • (Çoğulu: Ruhas-Ruhsat) İzin, müsaade.
  • Genişlik.
  • Kolaylık.
  • Fık: Kulların özürlerine mebni, kendilerine bir suhulet ve müsaade olmak üzere, ikinci derecede meşru' kılınan şeydir. Sefer halinde Ramazan-ı Şerif orucunun tutulmaması gibi. Vuku' bulan ikraha mebni, birisini
  • İzin, müsaade; kulların özürlerine binaen, kendilerine bir kolaylık ve müsaade olmak üzere ikinci derecede meşru olan şeyler, yolculukta Ramazan orucunun tutulmaması gibi.

ruk'a

  • (Çoğulu: Rıka'-Ruka') Kısa mektub.
  • Üzerine yazı yazılan kâğıt veya deri parçası.
  • Dilekçe.
  • Yama.

rükam

  • Yığın. Birbiri üzerine kat kat yığılmış olan.

rukta

  • Siyah bir maddenin üzerinde yer yer beyaz beneklerin olması.

rüküb

  • (Tekili: Rikâb) Üzengiler.

rukye

  • Şifâ âyetleri ve duâlarını yazmak, okuyup hasta üzerine üflemek. Mıska.

ruy-i hub

  • Güzel yüz.

rüyet-i cemal / rüyet-i cemâl

  • Allah'ın güzelliğini seyretme.

rüyet-i cemal-i ilahi / rüyet-i cemâl-i ilâhî

  • Allah'ın güzelliğini seyretme.

ruzi / ruzî

  • Azık, rızık. Nasib, kısmet. (Farsça)
  • Gündüzle alâkalı. Gündüze âit. (Farsça)

şa'b

  • Ayrılmak. Dağılmak.
  • Islah etmek, düzeltmek.
  • Helâk etmek.
  • Kırmak.

sabah vakti

  • Fecr-i sâdık denilen beyazlığın doğuda görünen ufkun bir noktası üzerinde doğması ile başlayan vakit. İmsâk vakti.

sabahat / sabâhat

  • Yüz güzelliği. Güzellik, hüsün ve cemâl.
  • Yüz güzelliği.

sabahat-ı sima

  • Yüz güzelliği.

şabaş

  • Alkış etme, alkışlama. Aferin deme. Bir hareketi güzel bulmaktan dolayı alkışlamak veya hediye vermek. (Farsça)

sabih / sâbih

  • (Sabiha) Güzel, latif, şirin.
  • Yüzen, yüzücü.

sabiha / sâbiha

  • (Çoğulu: Sâbihât) Gemi.
  • Yüzen.
  • Yüzen.

sabihalar / sâbihalar

  • Yüzen gemiler (gemi gibi yüzen bulutlar).

sabihat / sâbihât

  • Yüzücü olanlar, yüzenler. Gemiler.
  • Ehl-i imânın ruhları.
  • Yıldızlar.

sabr-ı cemil / sabr-ı cemîl / صَبْرِ جَم۪يلْ

  • Güzel sabır; rıza göstererek katlanma.
  • Güzel sabır.

sabrıcemil / sabrıcemîl

  • Güzel bir sabır.

sabur / sabûr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi vakti gelince ve belli miktarı ile yaratan, bu hususta acele etmeyen, kendisine şirk (ortak) koşan ve başka günâhları işleyerek isyân edenleri cezâlandırmaya kâdir (gücü yetici) iken, cezâ vermekte acele etmeyen.

sada-yı şirin / sadâ-yı şirin

  • Güzel ve şirin ses.

sadıkane / sâdıkane

  • Doğruluk üzerine, samimiyetle, bağlılığını gösterircesine.

safa

  • Gönül şenliği, eğlence.
  • Duru olmak, itmi'nan ve meserret üzere olmak. Temiz, sâfi olmak.
  • Hava açık ve ayaz olmak.
  • Mekke-i Mükerreme'de bir yerin ismi.

safa-yı sadr

  • Gönül şenliği, kalbin itmi'nan ve sevinç içerisinde olması, meserret üzere olmak. (Farsça)

safa-yı sermedi ve cavidani / safâ-yı sermedî ve câvidânî

  • Kesintisiz ve pek güzel bir huzur, rahat.

safbeste-i hareket

  • Harekete geçmek üzere saf bağlayıp hazır olan.
  • Harekete geçmek üzere saf bağlayıp hazır olan.

safha

  • Aynı şey üzerinde görülen değişik hâllerden her biri.
  • Bir şeyin gözle görülen yüzlerinden her biri.
  • Kısım.
  • Bir şeyin düz yüzü.
  • El ayası.
  • Bir hâdisede birbiri ardınca görülen hâllerin beheri.
  • Yazılmış ve yazılabilir sahife.

safir

  • Islık veya kuş sesi.
  • İnce ve güzel ses
  • Tecvidde: Harfin ıslık sesine benzemesidir. Bu vasıfta olan harfler: Ze, sin, sâd.

şahane

  • Çok güzel, mükemmel.

şahbeyt

  • Edb: Bir şiirin en güzel beyti. Gazelde matla'dan sonraki beyt.

şahi / şahî

  • şaha, hükümdara ait, şah ile ilgili. (Farsça)
  • Hükümdarlık, şahlık. (Farsça)
  • Eski topların bir çeşiti. (Farsça)
  • Nişastalı, yumurtalı bir helva. (Farsça)
  • Tar: Osmanlı Padişahlarından Yavuz Sultan Selim Han'ın bastığı altun para. (Bu ismin verilmesi, üzerinde "şah" kelimesinin yazılı bulunmasından (Farsça)

sahib-i celal ve cemal / sahib-i celâl ve cemâl

  • Sonsuz haşmet, görkem ve güzellik sahibi.

sahib-i tertib / sâhib-i tertîb

  • Tertîb sâhibi. Üzerinde kazâya kalmış namaz borcu bulunmayan veya kazâya kalmış namazların toplamı beş vakti geçmemiş bulunan ve namazda sırayı gözetmesi gereken kimse.

sahibcemal / sâhibcemâl / صاحب جمال

  • Güzel yüzlü, güzel. (Arapça - Farsça)

sahibe-i cemal / sâhibe-i cemâl

  • Güzellik sahibi kadın. Güzelliği olan kadın.

şahid / şâhid / شاهد

  • Sevgili, mahbube. (Farsça)
  • Güzel, dilber. (Farsça)
  • Tanık. (Arapça)
  • Güzel. (Arapça)
  • Sevgili. (Arapça)

şahide

  • (Müe.) Kadın şâhid. (Farsça)
  • Mezar taşı. (Farsça)
  • Mezara dikine dikilen ve üzerinde yazı ve çiçek motifi bulunan baş ve ayak taşları. (Farsça)
  • Dilber, güzel. (Farsça)

şahkar / şahkâr

  • En güzel eser. Baş eser. şâheser. (Farsça)

şahnişin

  • Şahların oturmalarına lâyık yer. (Farsça)
  • Evin sokak üzerine olan çıkmaları. (Farsça)

şahs-ı manevi / şahs-ı mânevî

  • Mânevî şahıs, tüzel kişilik; belli bir ideal ve gaye etrafında bir araya gelen topluluğun oluşturduğu mânevî şahsiyet ve ortak kimlik.

şahs-ı manevi-i hükumet / şahs-ı mânevî-i hükûmet

  • Hükûmetin mânevî şahsiyeti, tüzel kişiliği.

şahsiyet-i manevi / şahsiyet-i mânevî

  • Tüzel kişilik; belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik.

saik-i muhtar / sâik-i muhtar

  • En güzel, en ideal olanı seçerek sevkeden, Allah.

saka

  • Ordunun gerisi, ordunun gerisinde bulunan asker takımı.
  • Üzengi kayışı.

salah / salâh / صَلَاحْ

  • Bir şeyin en iyi hâli. Rahatlık, sulh, iyileşme, düzelme, iyilik. Dine olan bağlılık. Her hayra câmi faziletlerin toplanmasında hâsıl olan yüksek bir sıfat. (Mukabili fesad ve fücurdur)
  • İyi hal üzere olma.

salah-ı hal / salâh-ı hal

  • Durumun düzelmesi.

salah-i hal

  • Durumun düzelmesi.

salah-ı hal / salâh-ı hâl / صَلَاحِ حَالْ

  • İyi hâl üzere olma.

salavat-ı tayyibe / salâvât-ı tayyibe

  • Varlıkların ibadet ve duaları, Allah'ı tesbih ve takdis eden güzel sözleri.

saliha / sâliha

  • İyi hâl üzere olan dindar hanım.

sallallahu aleyhi ve sellem / sallâllahu aleyhi ve sellem

  • Allah'ın salât ve selâmı onun üzerine olsun.

sallallahü aleyhi ve sellem / sallâllahü aleyhi ve sellem

  • Allah'ın salât ve selâmı onun üzerine olsun.

sallallahu aleyhi vesellem

  • Allah onun üzerine salât ve selâm eylesin.

sallallahu teala aleyhi ve ala alihi ve eshabihi ve ezvacihi / sallâllahu teâlâ aleyhi ve alâ âlihi ve eshâbihi ve ezvâcihi

  • Allah onun, ailesinin, Sahabelerinin ve eşlerinin üzerine salât etsin, şanını yüceltsin.

sallallahu teala aleyhi ve sellem / sallâllahu teâlâ aleyhi ve sellem

  • Allah onun üzerine salât ve selâm eylesin.

sallallahü teala aleyhi ve sellem / sallâllahü teâlâ aleyhi ve sellem

  • Allah'ın salât ve selâmı onun üzerine olsun.

saltanat-ı mutlaka

  • Allah'ın bütün varlık âlemi üzerindeki sınırsız hâkimiyeti.

saltanat-ı şahane

  • Son derece güzel ve mükemmel saltanat.

saman / sâmân / سامان

  • Servet. Zenginlik. (Farsça)
  • Rahmet. (Farsça)
  • Dinçlik. (Farsça)
  • Düzen, tertip. (Farsça)
  • Bir kimsenin varı-yoğu, serveti. (Farsça)
  • Zenginlik. (Farsça)
  • Huzur. (Farsça)
  • Düzen. (Farsça)

samed

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hiçbir kimseye, hiçbir şeye ihtiyâcı olmayan, bütün mahlûkâtın (yaratılmışların) kendisine muhtaç olduğu yüce Allah.

san'at-ı bedi / san'at-ı bedî

  • Eşsiz, güzel ve harika san'at.

san'at-ı ecmel

  • En güzel san'at.

san'at-ı muntazama

  • Düzenli san'at.

san'atkar-ı zülcemal / san'atkâr-ı zülcemâl

  • Sonsuz güzellik sahibi olan ve herşeyi san'atlı bir şekilde yaratan Allah.

sanayi' şirketi / sanâyi' şirketi

  • İki veya daha fazla san'at sâhibinin başkasından iş kabûl ederek ücretini paylaşmak üzere veya fabrika kurup îmâlât kârını paylaşmak üzere kurdukları şirket, ortaklık. Şirket-i A'mâl.

sanayi-i latife / sanayi-i lâtife

  • Güzel, hoş ve ince san'atlar.

sanayi-i nefise / sanayi-i nefîse / sanâyi-i nefîse / صنایع نفيسه

  • Güzel san'atlar. insanın çok hoşuna giden ve çok üstün san'atkârlıkla yapılmış eserler.
  • Güzel san'atlar, ileri sanayi.
  • Güzel sanatlar.

sandal

  • (Çoğulu: Sanâdil) Büyük başlı deve.
  • Güzel kokulu bir ağaç.

sanduka

  • Türbelerde mezarların üzerine tahtadan sandık şeklinde yapılan ve üstüne yeşil çuha örtülen yerin adıdır. Kadın sandukaları düz olduğu halde, erkek sandukalarının baş tarafına bir ağaç konarak üzerine kavuk, taç, sikke gibi sağlığında giydikleri başlık konurdu. Açık mezarlıklarda sandukalar taştan y

sanem / صنم

  • Kâfirlerin, önünde ibadet ettikleri heykel, put.
  • Mc: Çok güzel olan.
  • Putperestlerin İlâhı.
  • Kâfirlerin önünde ibadet ettikleri heykel, put, put severlerin ilâhı, çok güzel kadın.
  • Put. (Arapça)
  • Put kadar güzel. (Arapça)

sani-i alim-i zülcemal / sâni-i alîm-i zülcemâl

  • Sonsuz güzellik sahibi olan ve sonsuz ilmiyle herşeyi san'atlı bir şekilde yaratan Allah.

sani-i hakim-i zülcemal / sâni-i hakîm-i zülcemâl

  • Her şeyi san'atla yaratan güzellik ve hikmet sahibi Allah.

sani-i zülcemal / sâni-i zülcemâl

  • Sonsuz güzellik sahibi olan ve herşeyi san'atla yaratan Allah.

saray

  • Büyük ve güzel bina.

sarih tevatür

  • Yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun bir hadîs-i şerifi, bizzat aynen aktarması.

sarık

  • Kavuk, fes, takke gibi başlıkların üzerine sarılan tülbent veya şal.

şark-ı şimali / şark-ı şimalî / şark-ı şimâlî / شَرْقِ شِمَال۪ي

  • Kuzeydoğu.
  • Kuzeydoğu; Rusya.
  • Kuzeydoğu.

şarkışimali / şarkışimâlî

  • Kuzeydoğu.

şart-ı intizam

  • İntizamın, düzenliliğin şartı.

şaşaa-i cemal / şâşaa-i cemâl

  • Gösterişli güzellik.

sath / سطح

  • Yüzey.
  • Yüzey.
  • Yüzey, satıh. (Arapça)

sathi / sathî / سطحى

  • Sığ, yüzeysel.
  • Derinliksiz, sığ, yüzeyden.
  • Yüzeysel, üstünkörü. (Arapça)

sathi nazar / sathî nazar

  • Sığ, yüzeysel bakış, görüş.

sathilik / sathîlik

  • Yüzeysellik.

sathiyet

  • Yüzeysellik.

satıh / سَطِحْ

  • Yüzey.
  • Yüzey.
  • Yüzey.

satranç

  • 32 taşla, 64 haneli bir tahta üzerinde, iki kişi arasında muhakemeye dayanılarak oynanan ve meşru olmayan bir oyundur.

satvet

  • Ezici kuvvet. Hışım ve şiddetle kavrayıp almak. Birisinin üzerine şiddetle sıçramak ve hamle etmek.
  • Zorluluk.

şayan-ı hayret ve teemmül / şâyân-ı hayret ve teemmül

  • Hayret verici ve üzerinde etraflıca düşünmeye değer.

sayis-hane

  • Üzerine yük yüklenip yolcunun da bindiği hayvan. (Farsça)

saz

  • (Sâhten: Yapmak mastarından emir köküdür) Eden, yapan, uyduran, düzen mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Evham-saz : Evham veren. (Farsça)
  • Kamış. (Farsça)
  • Bir çalgı âleti. (Farsça)
  • Takım, silâh, edevat. (Farsça)
  • Ustalık. (Farsça)
  • At takımı. (Farsça)
  • Düzen, tertip, sıra. (Farsça)
  • Öğrenme. (Farsça)
  • Kuvvet, kudret. (Farsça)
  • Menfaat. (Farsça)
  • Benzer, misil, eş. (Farsça)
  • Hile. (Farsça)

şaz

  • Kural dışı, kurala uymayan, genel düzenden ayrılmış olan.

sazende

  • (Çoğulu: Sâzendegân) Çalgıcı. (Farsça)
  • Düzenleyici, yapıcı. (Farsça)

sazi / sazî

  • Düzenleyicilik, yapıcılık. (Farsça)

şazib

  • (Çoğulu: Şüzeb) Zayıf, ince belli davar.
  • Katı yer, sert arazi.

sebbah

  • (Sibahat. dan) Suda yüzen, yüzücü.
  • Yüzgeç.

secah

  • Letafet, güzellik. Rıfk. Adl.
  • Yumuşak yer.

secaya / secâyâ

  • Güzel huy ve karakterler.

secaya-yı hasene / secâyâ-yı hasene

  • Güzel karakterler, ahlâk ve huylar.

seccade / seccâde

  • Genellikle üzerinde secdeye varmakta yâni namaz kılmakta kullanılan küçük halı, kilim cinsinden sergi.
  • Yere serilip üzerinde namaz kılınan küçük halı, kilim, hasır, bez gibi temiz sergi, namazlık.

şecce

  • Başa ve yüze vurarak meydana getirilen yara.

şecere-i tayyibe

  • Temiz ağaç. Bütün iyiliklerin ve güzelliklerin kaynağı olan İslâmiyet'e verilen ad.

seciye

  • Huy, karakter. Huy güzelliği. Ahlâk durumu.

şecv

  • Gam, gussa. Keder.
  • Tezyin-i savt. Yâni sesi güzelleştirmek.

şedde

  • Arapça'da bir harfin üzerine konulan ve o harfi iki defa okutan işaret.

şeddeli nun

  • Arapça'da, üzerinde bulunduğu harfi iki defa okutan işaretin bulunduğu nun harfi.

şefa'at / şefâ'at

  • Kıyâmet günü, Allahü teâlânın izni ile, başta Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem olmak üzere, diğer peygamberler, âlimler, şehîdler, sâlihler (iyi kimseler) ve küçük yaşta ölen müslüman çocuklar ve Allahü teâlânın izin verdiklerinin; gün ahkâr olan mü'minlerin günahlarının affedilip Ceh

şefa'at-ı kübra / şefâ'at-ı kübrâ

  • Kıyâmette, o günün dayanılmaz dehşeti ve şiddetli sıkıntıları sebebiyle, insanların mürâcaatları üzerine Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), onların muhâkeme ve hesâblarının bir an evvel görülmesi için Allahü teâlâya yalvarması ve bu dileğinin kabûl olması. O gün herkes kendi başını

sefare

  • Süprüntü.
  • Islah etmek, düzeltmek.

sefer der vatan

  • Nakşibendiyye yolunun on bir temel esâsından biri. Sâlikin (tasavvuf yolunda bulunan kimsenin) kötü ahlâk, beşer (insan) tabiatının sıfatlarından kurtulması, beşerî sıfatlardan meleklere âit sıfatlara, kötü, çirkin vasıflardan, iyi, güzel ahlâka geçm esi.

seffah

  • Cömert, eliaçık, civanmerd.
  • Güzel konuşan, hatip.
  • Kan dökücü, gaddar.

sefine-i arz

  • Dünya gemisi; uzayda yüzen yerküre.

sefr

  • Ev süpürmek.
  • Yüzünü açmak.
  • Yazı yazmak.
  • Islâh etmek, düzeltmek.

şehbaz ü şehnaz / şehbâz ü şehnâz

  • Kahramanlık ve güzellik.

şehid / şehîd

  • Allah yolunda harb ederken, Allahü teâlânın ism-i şerîfini yüceltmeye (İslâmı yaymaya) çalışırken veya düşman saldırdığında vatan, din ve milletini, ırz ve nâmûsunu müdâfâ ederken ölen müslüman.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Bütün mahlûkâtın (yaratılmışları

şehla

  • Elâ göz. Koyu mavi göz. Tatlı şaşı.
  • Mc: Çok güzel.

şehlevend

  • Boylu boslu, güzel genç. (Farsça)

şehnaz

  • Eski Osmanlı müziğinde meşhur bir makam ismi. (Farsça)
  • Meşhur bir dünya güzelinin ismi. (Farsça)
  • Çok güzel olan. (Farsça)

sekebe

  • Güzel kokulu bir ağaç.

sektedar / sektedâr

  • Susan, sesini kesen.
  • Zarara uğramış olan.
  • Aheng ve düzeni bozulmuş.

şekur / şekûr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kendisi için yapılan az tâate yüksek dereceler ihsân eden, sayılı günlerde yapılan ibâdete, sayısız mükâfât veren.
  • Çok şükreden, kendisine ihsân edilen nîmetlerin kıymetini bilip, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyetle O'

selaik

  • (Tekili: Selika) Güzel söz söyleme ve yazma kabiliyetleri.

selam / selâm

  • Ayıplardan, âfetten sâlim oluş. Selâmet, emniyet. Sulh. Asâyiş. Bütün korktuklarından emin olma.
  • Allah'ın (C.C.) rızasına erişmek için mü'minlerin birbirlerine yaptığı dua. Mü'minler birbirleriyle karşılaştıklarında büyük küçüğe; yürüyen durana; azlık çokluğa; hayvan veya vasıta üzer
  • Esmâ-i hüsnâdan (Allahü teâlânın güzel isimlerinden). Zâtı ayıplardan (kusurlardan), sıfatları noksanlıklardan ve işleri kötülüklerden uzak, temiz olan.
  • İki müslüman karşılaşınca veya ayrılırken birinin diğerine; "Es-selâmü aleyküm" veya "Selâmün aleyküm" yâni dünyâda ve âhirette sel

selamün aleyküm / selâmün aleyküm

  • İki müslüman karşılaşınca veya ayrılırken birinin diğerine; "Ben müslümanım. Benden sana zarar gelmez, selâmettesin. Dünyâda ve âhirette selâmette ol, sıhhat ve âfiyet üzerinize olsun." mânâsına söylenen söz.

selaset-i nazm / selâset-i nazm

  • Kur'ân'ın âyet ve cümlelerinin tertip ve düzenindeki açıklık, ahenk, akıcılık.

selef-i müçtehidin / selef-i müçtehidîn

  • Âyet ve hadisler başta olmak üzere dinî delillerden hüküm çıkarma bilgi ve kâbiliyetine sahip olan İslâmın ilk dönemlerinde yaşamış İslâm âlimleri.

selefiye

  • İtikadca Ehl-i Sünnet Mezhebi üzerinde olan Sahabe ve Tâbiîn'in gittikleri yol. Ve bu yolda giden fakihler, muhaddisler ve bu mezhebden olanlar.
  • Cenab-ı Hakk'ın varlığında ve diğer hususlarda Kur'an-ı Kerim aşikâr ne söylemiş ise aynen kabul edenler. Bunlara "Eseriyye" de denir.

selem

  • Peşin para ödeyip, malı daha sonra almak üzere yapılan bir alış veriş akdi.

self

  • Yeri düzeltmek.
  • Büyük dağarcık.

selika / selîka / سليقه

  • Güzel söz söyleme ve yazma istidadı.
  • Güzel konuşma ve yazma yeteneği. (Arapça)

selim / selîm

  • (Selâmet. den) Sağlam, kusursuz. Refah ve selâmet üzere bulunan.
  • Sağlam, kusursuz, refah ve selamet üzere bulunan.

sellah

  • (Selh. den) Kasaplık hayvan kesen veya yüzen.

sellemehüsselam / sellemehüsselâm

  • Gelişi-güzel. Rastgele.
  • Gelişi güzel, rastgele.

sellemetüsselam / sellemetüsselâm

  • Gelişigüzel.

sema' / semâ'

  • Bir veya birkaç kişinin çalgısız, âletsiz okudukları, dîni, îmânı kuvvetlendiren ve ahlâkı güzelleştiren ilâhî, mevlid, kasîde ve şiirleri dinlemek.

şemaim

  • (Tekili: Şemime) Güzel kokular.

semend / سمند

  • Çevik ve güzel at. (Farsça)
  • Güzel ve çevik at. (Farsça)

semerat-ı manzume ve mevzune

  • Tertipli, düzenli, ölçülü ve san'atlı meyveler.

semi' / semî'

  • İşitilecek şeyleri ne kadar gizli olsa da işiten, hamd ve senâda bulunanların, hamdini işitip mükâfat veren, kullarının duâlarını işiten ve icâbet eden, münâfık ve yalancıların kalbden söyledikleri sözleri işiten mânâsında Allahü teâlânın Esma-i hüsn âsından (güzel isimlerinden).

şemim / şemîm / شميم

  • Güzel koku. (Arapça)
  • Güzel kokulu. (Arapça)

şemim-i cibal

  • Dağların güzel kokusu.

şemime

  • (Çoğulu: Şemâim) Güzel kokulu şey, râyiha.

şemmam

  • Yeşil, kızıl ve sarı hatları ve güzel kokusu olan küçük bir cins kavun.

semra / semrâ

  • Esmer güzeli.

şems-i cemal / şems-i cemâl

  • Güzelliğin güneşi.

şems-i taban-ı zülcemal / şems-i tâbân-ı zülcemâl

  • Sonsuz güzel ve parlak olan yüce (ezelî) güneş.

şemta

  • Saçı ağarmış kadın. Kocakarı, acuze.
  • Akı karasına karışmış saç.

senaa

  • Cemali güzel.

sened

  • Kuvvetli olabilecek söz.
  • Tapu.
  • Üzerine dayanılacak ve itimad edilecek şey. Mutemed. Melce'.
  • İki kişi veya çok kimseler arasındaki anlaşmayı tesbit eden ve karşılıklı imzalanan kâğıt, vesika.

senih

  • Mübarek fiil, iyi ve güzel hareket.

seraya

  • (Tekili: Seriye) Düşman üzerine yollanan askerler.

serd

  • Sözü muttasıl ve güzel bir eda ile söylemek.
  • Halkaları birbirine geçirmek.
  • Delmek.
  • Dikmek.
  • Vurmak.
  • Sözü peş peşe ve güzel bir edâ ile söyleme.

serd-i kelam / serd-i kelâm

  • Güzel bir şekilde ifade etmek, söz etmek.

serdetmek

  • Tertipli ve güzel bir şekilde konuşmak.

şeriat-i fıtriye

  • Allah'ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların fiillerini düzen altına alan kanunlar.

şeriat-ı fıtriye-i ilahiye / şeriat-ı fıtriye-i ilâhiye

  • Düzeni ve ahengi sağlamak için Allah tarafından kainata koyulan ve bütün varlıkların uymak zorunda olduğu kanun ve kuralların tamamı.

şeriat-ı fıtriye-i kübra / şeriat-ı fıtriye-i kübrâ

  • Kâinattaki düzen ve intizamı sağlayan, bütün varlıkların tabi olduğu büyük kanun; tabiat kanunlarının bütünü.

şeriat-ı fıtriye-i kübra-yı ilahiye / şeriat-ı fıtriye-i kübrâ-yı ilâhiye

  • Kainattaki düzen ve intizamı sağlayan, bütün varlıkların tabi olduğu büyük, İlâhi kanunlar.

serir / serîr

  • Tahta karyola.
  • Üzerinde oturulan yüksekçe yer.
  • Taht.
  • Taht. Üzerinde oturulacak yüksek yer. Tahta karyola.

seriyye

  • Düşman üzerine gönderilen süvari müfrezesi.
  • Düşman üzerine gönderilen süvari müfrezesi.

serseri

  • Başıboş, işsiz güçsüz, söz dinlemez, düzene uymaz.

serüven

  • Başa gelen, heyecan verici hâdise. Sergüzeşt, macera.

serv-i nihal / serv-i nihâl / سرو نهال

  • Fidan gibi düz servi.
  • Servi boylu güzel.

serv-i revan / serv-i revân / سرو روان

  • Yürüyen servi.
  • Yürüyen servi boylu güzel.

setr-i hüsn

  • Güzelliği örtüp gizleme.

seviyye / سویه

  • Düzey. (Arapça)

sevm-i nazar

  • Bir malı görmek yâhut göstermek üzere sâhibinin izniyle almak.

sevva

  • Seviyelendiren, düzelten.
  • Doğruya götüren.

seyrangah / seyrangâh

  • Güzel manzaralı gezinti yeri.

şeyyad

  • (Şeyd. den) Riyâkâr. Yüze gülen.
  • Sıvacı.

şezre

  • Bir kimseye yüz yüze bakmayıp şiddet ve öfke ile yandan bakış. Hasmâne bakış. Dargın bakışı gibi bakma. Göz değdirme.
  • İpi soluna bükme.
  • Tersine bükülmüş ip, urgan.
  • El değirmenini sola doğru çevirme.
  • Şiddet, suubet, zorluk.

şib

  • Üzerine kar düşen dağ.
  • Su içerken devenin dudağından çıkan ses.

sıbah

  • Güzel şeyler. Güzel olanlar. şule.
  • Güzel nesneler, parıltı.

siclat

  • Bir güzel kokulu çiçek.

sıddik / sıddîk

  • Çok samimi, dâimâ doğruluk üzere ve Allah'a ve Peygamberine çok sâdık olan erkek. Sözü ile işi bir olan.

sıddıkin / sıddıkîn

  • Daima doğruluk üzere ve Allah'a ve peygambere sadakatte en ileride olanlar.

sıddikin-i muhakkikin / sıddîkîn-i muhakkikîn

  • Daima doğruluk üzere ve Allah'a ve peygambere sadakatte en ileride olan, hakikatleri delilleriyle bilen büyük araştırmacı âlimler.

sifar

  • Deveye burunduruk yapılan demir.
  • Sefer. Islâh, düzeltme.
  • Misafirlik.

sıfat-ı cemaliye / sıfât-ı cemâliye

  • Cenâb-ı Hakkın güzellik sıfatları.

sıfat-ı hasene

  • Güzel özellik.

sihr

  • (Sihir) Büyü, gözbağıcılık, büyücülük, hilekârlık.
  • Aldatmak.
  • Haktan uzaklaşmak. Bâtıl şeyi hak diye göstermek.
  • Lâtif ve dakik olan şey. Büyü kadar te'siri olan şey.
  • Şiir ve güzel söz söyleme gibi, insanı meftun eden hüner.

şiir

  • Güzel tertibli manzume. Tahayyül ve tasavvurları ve bâzı hakikatları hoşa gidecek şekilde ifâde eden ölçülü söz.
  • Man: Muhayyelâttan terekküb eden kıyas.

sikaf

  • Rende.
  • Süngü ağacını düzeltecek ağaç.

sikke-i ehadiyet

  • Allah'ın herbir varlık üzerinde birliğini gösteren damga.

sima' / simâ'

  • Dinlemek, kulak vermek. İşitmek.
  • Çalgı dinlemek.
  • Herkesin işitmesi istenilen güzel zikir ve sözler.
  • Mevlevilerin ve sair dervişlerin "ney" veya "def" ile berâber ilâhi okuyarak raksları ve nağme terennüm etmeleri, dönmeleri.
  • Bir kişinin veya birkaç kişinin çalgısız, âletsiz ve müzik perdelerine uydurmadan okudukları dîni, îmânı kuvvetlendiren ve ahlâkı güzelleştiren şiirleri, kasîdeleri, ilâhileri ve mevlidleri dinlemek.

şimal / şimâl / شمال / شِمَالْ

  • Sol, sol taraf. Sağın ve cenubun zıddı. Kuzey.
  • Kuzey.
  • Sol, kuzey.
  • Kuzey. (Arapça)
  • Sol. (Arapça)
  • Kuzey.

şimal kıt'ası

  • Kuzey kutbu.

şimal-i garbi / şimal-i garbî / şimâl-i garbî

  • Kuzeybatı.
  • Kuzey batı.

şimal-i şark

  • Kuzeydoğu.

şimal-i şarki / şimal-i şarkî

  • Kuzey doğu.
  • Kuzeydoğu.

şimalen / şimâlen / شمالا

  • Soldan, sol taraftan, şimalden, kuzey taraftan.
  • Kuzeyden. (Arapça)
  • Kuzeyde. (Arapça)

şimali / şimalî / şimâlî / شمالى

  • Şimale ait, sola ve kuzeye ait.
  • Kuzeye ait. kutb-i ~ kuzey kutbu. (Arapça)

şimaligarbi / şimâligarbî

  • Kuzeybatı.

şimalişarki / şimâlişarkî

  • Kuzeydoğu.

simm

  • (Çoğulu: Simâm-Sümum) Küçük dar delik.
  • İğne deliği.
  • Ağu, zehir.
  • Kast.
  • Düzeltme, ıslah.
  • Set.

şinaver

  • Suda yüzen. Yüzgeç. (Farsça)

siper

  • Arkasına saklanılacak şey. Koruyan. (Farsça)
  • Mânia. Sığınak veya set arkası, duvar altı gibi kuytu yerler. (Farsça)
  • Okun, giderken kabzayı zedelememesi için sol elin üzerine konulan âlet. (Farsça)
  • Muharebede askerin kurşun ve gülleden korunması için toprak kazılarak açılan ve ön tarafına, çıkan (Farsça)

siper-i saika / siper-i sâika

  • Yıldırımdan korunmak için gemilerle, minarelere ve büyük binalara konan âlet. Paratoner.Gemilerde direklerin şapkalarına konulur ve üzerlerine, bir ucu denize kadar sarkıtılmış bakır tel bağlanır. Direkleriyle teknesi ağaç olmayan gemilerde tel yoktur. Telin gördüğü nakil hizmetini geminin demir kıs

sırat

  • Cehennem üzerine kurulu olan ve Cennete gitmek için geçilmesi gereken köprü.

sırat köprüsü / sırât köprüsü

  • Cehennem üzerine kurulu olan ve Cennete gitmek için geçilmesi gereken köprü.
  • Cennet'e gidebilmek için herkesin üzerinden geçmeğe mecbur olduğu ve Cehennem üzerine kurulmuş olan köprü.
  • Cennet'e geçilmek üzere, Cehennem üzerine kurulmuş, mâhiyeti kesin bilinmeyen köprü. Buna, yalnız sırât da denir.

şiraze / şîrâze / شيرازه

  • Kitap ciltlerinin iki ucuna konulan ve yaprakları muntazam tutan, ibrişimden örülmüş ince şerit. (Farsça)
  • Pehlivan kispetinin paçası. (Farsça)
  • Mc: Düzen, nizam, esas. (Farsça)
  • Kitap sırtındaki kumaş şerit. (Farsça)
  • Düzen. (Farsça)

şiraze-bend

  • Şiraze bağlayan. (Farsça)
  • Düzenleyen, tanzim eden, düzen veren. (Farsça)

siret-i hasene

  • Güzel ve iyi ahlâk.

siret-i nebevi / sîret-i nebevî

  • Sevgili Peygamberimizin örnek hayâtı, güzel ahlâkı.

şirhar

  • Tar: Acemiliğe alınmayan veya sayısı beşten az olan esirlerden bir kısmı. Pencik kanuni hükümlerine göre esirler: Şirhâr, beççe, gulamçe, gulâm, sakallı ve pir olmak üzere sınıflara ayrılır ve bu tertibe göre vergiye tâbi tutulurdu. Üç yaşına kadar olan çocuklara, süt emen mânâsına gelen şirhâr; üç (Farsça)

şirinkar / şîrinkâr / شيرینكار

  • Davranışları güzel. (Farsça)

şirket-i a'mal / şirket-i a'mâl

  • İki veya daha fazla san'at sâhiblerinin, başkasından iş kabûl ederek ücretini veya bir fabrika kurup îmâlât kârını paylaşmak üzere kurdukları şirket, ortaklık.

sırr-ı ahsen-i takvim

  • İnsanın en güzel şekilde ve tam kıvamında yaratılmış olmasının sırrı.

sırr-ı al-i aba / sırr-ı âl-i abâ

  • Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendisiyle beraber kızı Hz. Fatıma, damadı Hz. Ali ve torunları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in üzerini mübarek abâsıyla örttüğünden bu isimle anılmalarının sırrı.

sırr-ı hasen

  • Güzel sır.

sırr-ı nizam-ı alem / sırr-ı nizam-ı âlem

  • Âlemin düzenindeki sır.

siyak ve sibaka mülayemet / siyak ve sibaka mülâyemet

  • Sözün evveline güzel bir netice, sonrasına iyi bir başlangıç olması.

sıyal

  • (Sıyâlet) Saldırma, hamle etme, üzerine atılma.

siyer

  • Gidişât. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin hayâtını, güzel ahlâkını, üstün vasıflarını anlatan ilim dalı; bu hususta yazılmış kitab.

sohbet

  • Konuşma, sevdiği kimselerle yapılan toplantı.
  • Birlikte oturup tatlı tatlı hakikat üzerine konuşmak.

sohbet-i ihvan

  • Din kardeşleri ile faydalı hakikatlar üzerine sohbet etmek.Resül-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm buyurmuştur ki: Üç şey müstesna, dünyada rahat yoktur:1- Tilâvet-i Kur'an2- Münacat-ı Rahman3- Sohbet-i İhvan.

su'ban

  • (Çoğulu: Saâbin) Büyük yılan. Ejderha.
  • Koz: Semanın kuzey yarım küresinde bulunan Tinnîn Burcu'nun çevirdiği büyük kavisin ortasında ve küçük ayı dörtgeninin tam karşısında bulunan en parlak yıldız. (Alpha Draco)

şuayb

  • Ashab-ı Eyke ile Medyen ahâlisine gönderilen bir peygamberdir. Çok hakikatlı ve güzel sözlerle bu iki kavmi Hakka davet ettiği halde kendisini dinlemediler. Cenab-ı Hak Eykeliler üzerine şiddetli sıcaklık ve Medyen ahalisine de şiddetli sayha ile azab verdi ve onları mahveyledi. Şuayb Aleyhisselâm k

subbah

  • (Tekili: Sâbih) Yüzenler, yüzücüler (suda).

südg

  • (Çoğulu: Esdâg) Göz ile kulak arası ve onun üzerine sarkan zülüf.

sufvan

  • Atın, üç ayak üzerine durup dördüncünün tırnağını yere dikip durması.

şuh / şûh / شوخ

  • Oynak ve neşeli. (Farsça)
  • Hareketlerinde serbest olan. (Farsça)
  • neşeli güzel. (Farsça)

sühan-ara / sühan-ârâ

  • Düzgün ve güzel söz söyleyen. (Farsça)

sühan-dan / sühan-dân

  • Güzel söz söyleyen. (Farsça)

sühan-güzar

  • Güzel konuşan, güzel söz söyleyen. (Farsça)

sühan-perdaz

  • Güzel ve düzgün söz söyleyen. (Farsça)

sühan-ran / sühan-rân

  • Güzel söyleyen, güzel konuşan. (Farsça)

süheyl

  • Kolay, uygun ve yumuşak.
  • Semânın güney tarafında ve Yemenden daha iyi görülen bir yıldız adı. (Bunun için buna Süheyl-i Yemâni denir. Kuzey kutup yıldızının naziri, benzeridir.)

süleyman

  • Beni İsrail Peygamberlerindendir. Davud (A.S.) ın oğludur. Babasının vasiyyeti üzerine Beyt-ül Makdisi yedi senede inşa ettirdi. Kudüste büyük bir hükümet sarayı yaptırdı. Şark ve garb melikleri kendisine itaate geldiler. Kırk sene hem peygamberlik, hem padişahlık yaptı. Beni İsrailden Yahuda ve Bün

süluk-ü tarikat / sülûk-ü tarikat

  • Tarikat yoluna girme; nefsi düzeltmek ve vuslata erişmek amacıyla tasavvuf yoluna girme, mânevî yolculuğa çıkma.

sun'

  • Yapmak.
  • Eser, yapılan iş.
  • Te'sir.
  • Güzel iş yapmak.

sun'-i bedi'

  • Güzel eser.

sünnet-i hasene

  • İlk asırda (Resûlullah efendimiz ve O'nun arkadaşları olan Eshâb-ı kirâm zamânında) asılları îtibâriyle bulunan, sonraları daha da geliştirilen, minâre, mektep yapmak ve kitâb yazmak gibi, İslâm'ın izin verdiği, hattâ emrettiği güzel ve faydalı işler.

sure

  • Kur'an-ı Kerim'in 114 bölümünden her biri.
  • Derece.
  • Duracak yer. Menzilet.
  • Şeref ve şan.
  • Güzel inşa edilmiş bina. Sur.
  • Refi'.
  • Alâmet, nişan.

suret-i mevzune

  • Ölçülü, güzel sûret.

suret-i muntazama

  • Düzenli, intizamlı suret, görünüş.

sürpriz

  • Beklenilmeyen bir anda meydana gelen ve şaşırtarak insanı sevindiren veya üzen hâdise. Umulmadık şey. (Fransızca)

sürü

  • Tar: Devşirme suretiyle alınan Hristiyan çocuklarının yüzer, yüzellişer, ikiyüzer veya daha fazla kişilik kafileler halinde sevkedilmeleri. Sürü adı verilen bu kafileler, sürücülerle muhafızların nezareti altında hükümet merkezine sevkedilirlerdi.

sutuh / sutûh / سطوح

  • Yüzeyler, satıhlar. (Arapça)

suzer

  • (Çoğulu: Suzerât) Necis, pis, murdar.

ta'biye / تعبيه

  • Askerleri bir arazide düşmana karşı tam tedbir ve nizam üzere yerleştirme.
  • Muharebe toplarının yeri, istihkâm parçası.
  • Muvaffakiyet için kullanılan vâsıtalar. ("Tabya" yanlıştır)
  • Yerine koyma. (Arapça)
  • Kurulu düzen. (Arapça)

ta'dil / ta'dîl / تَعْد۪يلْ

  • Düzeltme.

ta'dil-i erkan / ta'dil-i erkân

  • Fık: Namazın bütün rükünleri, esaslarını usulüne uygunca yerine getirerek ve namazın tertib ve düzeninin hakkını vererek kılmak. Meselâ : "Secdeyi sükunetle yerine getirmek ve iki secde arasında "Sübhânallah" diyecek kadar doğrularak oturmak. Kıyamda ve rüku'dan sonraki kıyamda sükunet üzere olmak v

ta'likat

  • Bir eseri açıklamak üzere kenarına yazılan notlar.

ta'mir

  • Bozuk şeyi düzeltmek. Eski şeyi düzeltip yeni hâline getirmek.

ta'mirat / ta'mirât

  • (Tekili: Tamir) Noksanları gidermek. Eksik ve bozukları düzeltmeler ve tamamlamalar. Ta'mirler.

ta'ric

  • Meyletmek, eğilmek.
  • Bir nesne üzerinde durmak.
  • Çıkıntı. Tümsek peyda etme.

ta'tir

  • (Itr. dan) Güzel koku ile kokulandırma.

ta'viz / ta'vîz

  • Kur'ân-ı kerîmde bildirilen ve Peygamberimizden naklen gelen duâları okumak veya bunları yazıp üzerinde taşımak.

ta'yir

  • (Çoğulu: Ta'yirât) Kabahati yüze vurarak utandırma.

ta'zim

  • Hürmet. Riayet. İkramda bulunmak. Bir zât hakkında büyük sayıldığına delâlet edecek surette güzel muâmelede ve hürmet ifade eden tavırda bulunmak.

ta'zir

  • Siyaset.
  • Tehdit etmek.
  • Tazim ve tathir. Temizlemek ve hürmet etmek.
  • Lügatta red, icbar, tahkir, te'dib, hak üzere tevkif mânalarına gelen bu tabir, İslâm hukukunda: Hakkında muayyen bir şer'î ceza olmayan suçlardan dolayı ulülemr (hükümdar, padişah) veya vekili tarafı

taahhüd / تَعَهُّدْ

  • (Ahd. den) Bir işin veya bir şeyin yapılması için söz verme, üzerine almak. İltizam etme. Resmi söz verme. Yüklenme.
  • Postaya verilen bir şeyin, yerine varmasını sağlama.
  • Üzerine alma.

taahhüd-ü rabbani / taahhüd-ü rabbânî / تَعَهُّدُ رَبَّان۪ي

  • Terbiye edici Allah'ın üzerine alması.

taahhüdat / taahhüdât

  • (Tekili: Taahhüd) Üzerine alınan işler. Taahhüdler.

taahhüt

  • Söz verme, üzerine alma.

taarruz

  • Bir şey veya bir kimse üzerine şiddetle saldırma. Çatma. Düşmana hücum etme. Sataşma. İlişme.

taattur

  • (Itr. dan) Güzel kokular sürünme.

tabakat-ı hüsün ve cemal ve fazl ve kemal / tabakat-ı hüsün ve cemâl ve fazl ve kemâl

  • Güzellik, üstünlük ve mükemmellik tabakaları.

tabi'iyyeciler / tabî'iyyeciler

  • Canlılarda ve cansızlardaki, akıllara hayret veren intizâmı (düzeni) ve incelikleri görerek, bir yaratanın varlığını söylemekle berâber; öldükten sonra tekrar dirilmeği, âhireti, Cennet'i ve Cehennem'i inkâr edenler (red edip, kabûl etmeyen, inanmaya nlar).

tac ü serir

  • Taç ve (üzerine oturulan) taht.

tadil / tâdil

  • Düzeltme.
  • Yumuşatma, düzeltme, ılımanlaştırma.

tadil etme / tâdil etme

  • Düzeltme.

tadil etmek / tâdil etmek

  • Düzeltmek, dengelemek.

tadilat / tâdilât

  • Düzeltmeler.

tadrib

  • Kebabı iyi pişirmek.
  • Avazı güzelce çekip nağmelendirmek. (Buna "tadrib-i fi-s-savt" denir).

tafv

  • Bir şeyin batmayıp su üzerinde kalması.
  • Ağaç üzerinde yaprağın belirmesi.
  • Bir işe girmek.
  • Hayvanın tepe üzerine çıkması.
  • Ceylânın koşması.

taglis

  • Fık: Kurban bayramının ilk gününde Müzdelife'de bulunanlar için o günün Sabah Namazını fecri müteakib daha ortalık karanlık iken kılmak. (Bu çok efdaldir)
  • Bir işi üzerine almak.
  • Sabah karanlığında sefer etmek.

tahallül-ü mehasin

  • Güzelliklerin araya girmesi.

tahannüt

  • Ölü üzerine güzel kokular serperek kefenlemek.

tahbir

  • Tahsin etmek, tezyin etmek. Güzelleştirmek, süslemek.

tahkimat

  • Bir yeri düşmanın hücumuna karşı savunmak maksadıyla yapılmış düzenlemeler ve tesisler.

tahlil

  • Bir şeyi incelemek üzere parçalarına ayırma.
  • Analiz.

tahliye

  • Serbest bırakılma.
  • (تحليه) Tezyin; güzel özelliklerle donatmak, süslemek.
  • (تخليه) Tenzih; noksanlardan uzak tutma.

tahmil

  • Yüklemek. Taşıtmak. Bir kimse üzerine bir işi bırakmak.

tahnik

  • (Oğlan) damağını ovmak.
  • Fikrini düzeltmek.

tahşidat / tahşidât

  • Birikmeler. Toplamalar. Yığınaklar.
  • Konuşarak fazla üzerinde durma.
  • Öneminden dolayı bir şeyin üzerinde fazla durma.

tahşidat-ı azime / tahşidat-ı azîme

  • Öneminden dolayı bir şeyin üzerinde çok fazla durma, yığınak yapma.

tahşidat-ı kur'aniye / tahşidat-ı kur'âniye

  • Kur'ân'ın tahşidatı; Kur'ânın bazı konular üzerinde yaptığı vurgulamalar.

tahşidat-ı semaviye / tahşidât-ı semâviye

  • Göğün üzerinde çokça durma, gökten çok bahsetme.

tahsin / تحسين

  • Beğenmek ve alkışlamak.
  • Tezyin eylemek, güzelleştirmek.
  • İyi ve güzel bulmak.
  • Beğenme, güzelliğini ilân etme.
  • Beğenme, güzel görme.
  • Beğenme, güzel bulma, takdir etme. (Arapça)

tahsin etme

  • Beğenme, güzelliğini ilân etme.

tahsin etmek

  • Güzel bulmak.

tahsin-i kelam / tahsin-i kelâm

  • Bir sözü beğendiğini ifade etmek. Sözü güzelleştirmek.

tahsin-i lafz / tahsin-i lâfz

  • Lâfı süsleme, sözü güzelleştirme.

tahsinat

  • Güzelleştirmeler.
  • Alkışlamalar. Güzelleştirmeler. Beğenmeler.

tahsinkarane / tahsinkârâne

  • İyilik ve güzelliğini överek.

taife-i ehl-i hakikat

  • Hak ve doğruluk üzere olanların taifesi.

taife-i sıddıkin / taife-i sıddıkîn

  • Daima doğruluk üzere, Allah'a ve peygambere çok sâdık olanların oluşturduğu topluluk.

takadüm

  • Üzerinden zaman geçmek.

takattur

  • Damla. Damlama. Damla damla akma.
  • Ud ağacı ile buhurlanma.
  • Vuruşmağa hazırlanma.
  • Bir kimse kendini bir yerden atma.
  • Ağacın dalı kopup düşme.
  • Bir adamı yanı üzere düşürmek. (Kamus'dan)

takvim

  • Düzeltme. Doğrultma. Kıvamına koyma. Eğriyi doğru tutma.
  • Ta'dil etme.
  • Bir şeye kıymet tâyin eylemek.
  • Her gün güneşin doğuşu, batışı, ay ahkâmı ve süresi kaydedilmiş olan defter.
  • Günlük olaylardan bahseden gazete.
  • Düzeltme, şekillendirme.

takvim-i arabi / takvim-i arabî

  • Hicretten 17 sene sonra görülen lüzum üzerine Hazret-i Ömer (R.A.) tarafından Kamer senesi esas ve hicret tarihi başlangıç sayılmak suretiyle tertiplenen takvim.

tal'at / طلعت

  • Vecih, yüz. Çehre.
  • Görünüş. Görüşmek.
  • Güzellik.
  • Görmek.
  • Bir şeye çok rağbet etmek.
  • Yüz. (Arapça)
  • Güzellik. (Arapça)

talak-ı bayin / talâk-ı bâyin

  • Yeniden evleniyorlarmış gibi kadının rızası ile tekrar nikâh edilmedikçe geri alınamayacağı talâk. Kadın istemiyorsa erkek zorla alamaz. İddet sırasında kadın, erkeğin evinde kalmaz. Erkek üçüncü defa verdiği bâin talaktan sonra, üzerinden hulle geçmeden karısını bir daha (kadın istese de) alamaz.

talar

  • Dört direk üzerine yapılan ve geceleri yatılan yer. (Farsça)
  • Salon, büyük oda. (Farsça)

talavet

  • Güzel, hüsün. Şirinlik, zariflik.
  • Ağızda çıkan bir nevi yara.

tall

  • Çiğ, kırağı. İnce yağan yağmur, çisinti. Şebnem.
  • Helâk etmek, iptal.
  • Güzel, lâtif şey.
  • Şiddet.

talmud / talmûd

  • Yahûdîlerin Tevrât'tan sonra mukaddes kabûl ettikleri, sözlü emirlerin toplandığı Mişnâ ve Gamâra olmak üzere iki kısımdan meydana gelen kitap.

taltif

  • İyilik ve güzellikle muamele etmek.

taltif etmek

  • İyilik ve güzellikle muamele etmek.

taltif-i rahmet

  • Şefkat ve merhametin lütfetmesi, iyilik ve güzellikle muamele etmesi.

tamam-ı ıttırad-ı ahval

  • Bütün işlerin birbiriyle sürekli şekilde düzenli olması.

tamirat

  • Tamirler, düzeltmeler.

tanef

  • Kayış.
  • Dağ burnu. Dağ başı.
  • Kapı üstüne yapılan örtü.
  • Duvar üzerine yapılan saçak.

tanzim / تنظيم / tanzîm / تَنْظ۪يمْ

  • Düzenleme.
  • (Nazım. dan) Sıraya koymak. Sıralamak. Dizmek.
  • Düzenlemek. Tertiblemek.
  • Islah etmek.
  • Manzum veya mensur olarak yazmak.
  • Düzenleme.
  • Düzenleme.
  • Düzenleme, tertipleme. (Arapça)
  • Tanzim edilmek: Düzenlenmek, tertip edilmek. (Arapça)
  • Tanzim etmek: Düzenlemek, tertip etmek. (Arapça)
  • Düzenleme.

tanzim eden / tanzîm eden

  • Düzenleyen, düzene koyan.

tanzim edilen

  • Düzenlenen.

tanzim etmek

  • Düzenlemek.

tanzim olunan

  • Düzenlenen.

tanzim-i gaybi / tanzim-i gaybî

  • Gaybî, bilinmeyen âlemden yapılan tertip ve düzenleme.

tanzim-i maişet

  • Hayatın düzenlenmesi.

tanzimat / tanzimât

  • Düzenlemeler.
  • Düzenlemeler.

tarassud

  • Bir şeyi çok dikkat ederek gözetleme. İntizar üzere olma. Gözetleme.

tarh / طرح

  • Atma. (Arapça)
  • Düzenleme. (Arapça)
  • Desen. (Arapça)
  • Plan. (Arapça)

tarh-efgen

  • Düzenleyen, kuran, tertib eden. (Farsça)
  • Temel kuran, bina yapan. (Farsça)

tarh-endaz

  • Temel atan. Düzenleyen, tertib eden. (Farsça)

tarih-i telif ve istinsah

  • Yazılış ve düzeltme tarihi.

tarik-i belagat / tarik-i belâgat

  • Belâgat yolu, maksada ve hâle uygun düzgün ve güzel söz söyleme yöntemi.

tartib-i lisan

  • Güzel bir söz söyleyerek dili mânen tatlılaştırma.

tarz-ı muntazam

  • Düzenli, intizamlı tarz.

tasallut-u tam / tasallut-u tâm

  • Varlıklar üzerinde tam bir tahakküm kurma, onlara hükmetme.

tasarrufat-ı kudret-i rabbaniye / tasarrufât-ı kudret-i rabbâniye

  • Herşeyi terbiye ve idare eden Allah'ın sonsuz kudretiyle varlıklar üzerinde dilediğini yapması.

tasarrufat-ı muntazama-i acibe / tasarrufât-ı muntazama-i acibe

  • Hayret verici ve düzenli işler, tasarruflar.

tashih / tashîh / تصحيح / تَصْح۪يحْ

  • Düzeltme.
  • Daha iyi ve daha doğru hale getirmek. Düzeltmek.
  • Hastanın ağrı ve acısını ilâçla gidermek.
  • Düzeltme.
  • Düzeltme.
  • Düzelti. (Arapça)
  • Tashih edilmek: Düzeltilmek. (Arapça)
  • Tashih etmek: Düzeltmek. (Arapça)
  • Düzeltme.

tashih etme

  • Düzeltme.

tashih layihası / tashih lâyihası

  • Düzeltme yazısı, kararnamesi.

tashih-i dava / tashih-i dâvâ

  • Dâvânın düzeltilmesi.

tashihat / tashihât

  • Düzeltmeler.
  • (Tekili: Tashih) Düzeltmeler, tashihler.
  • Tashihler, düzeltmeler.

tashihçi

  • Tashih eden, düzelten.

tasni'

  • Düzme. Uydurma. Yakıştırma.
  • Bir san'atla meşgul kılma.
  • Güzel terbiye etme.

tasnifat

  • Konu ve meseleleri düzenleyici mâhiyette olan kitaplar.

tasrif

  • İstediği şekilde idare etmek. Maslahatta tasarrufa izin vererek mutasarrıf kılmak.
  • Bir şeyi bozup değiştirerek türlü şekillere koymak, evirip çevirmek.
  • Gr: Bir kelimenin veya fiilin çeşitli zamanlara göre sıra ile söylenişi. Sarf kaidesi üzere kelimenin şeklini başka kelimele

tasvir

  • Bir şeyin şeklini çıkarma, resmini yapma.
  • Resim yaparcasına güzel tarif etme, tanımlama.

tatavvu'

  • Müstehab ve mendub olan namazlar.
  • İbadeti sırf kendi isteğiyle yapmak.
  • Nafile namaz kılmak.
  • Üzerine lâzım olmayan işler yapmak.

tatayyub

  • Güzel koku sürünme.

tathim

  • Gökçek etmek, güzelleştirmek, tahsin.

tayalis

  • (Tekili: Taylasân) Başa ve boyna sarılan şallar.
  • Başa sarılan sarıkların omuzlar üzerine salıverilen uçları.

taylasan

  • (Çoğulu: Tayâlis-Tayâlise) Başa ve boyna sarılan şal.
  • Başa sarılan sarığın omuzlar üzerine salıverilen ucu.

tayy

  • Bükmek, sarmak, dürmek.
  • Kaldırmak.
  • Geçmek.
  • Açmak.
  • Çıkarmak. Bir haberi ketmetmek. Kasten açtırmak.
  • Atlama, üzerinden geçme.

tayyib / طيب

  • İyi, hoş. İyi davranış. Temiz.
  • Hz. Peygamber'e (A.S.M.) Cenab-ı Allah (C.C.) en güzel kokular vermiştir. Bu yüzden kendisine Tayyib denilmiştir.
  • Fık: Helâlin her türlü şüphelerden uzak, saf ve temiz kısmına denir.
  • İyi, hoş, güzel.
  • Güzel, hoş. (Arapça)

tayyibat / tayyibât

  • İyi ve güzel işler, hareketler, ibadetler.
  • (Tekili: Tayyibe) Bütün güzel sözler, güzel mânalar, harika güzel cemaller.
  • Bütün kâinat yüzünde cemalleri görünen ezelî Esma-i Hüsnâ'nın cilveleri.

tayyibe

  • İyi, güzel, hoş.
  • İyi, güzel, hoş iş ve hareket.

tazavvu'

  • Bir şeyin güzel kokusunun etrafa yayılması.

tazyik

  • Daraltmak, sıkıştırmak.
  • İcbar etmek.
  • Sıkıntı ve ızdırab vermek.
  • Zorlama, baskı.
  • Fiz: Bir kuvvet harcayarak yapılan basma veya itme işi. Basınç. Katı cisimler, üzerine konuldukları satıhlara; sıvılar, içinde bulundukları kabın hem dibine ve hem de yanlarına; ga

te'sisat / te'sîsât / تأسيسات

  • Kuruluşlar. (Arapça)
  • Düzenek. (Arapça)

teasür

  • Geçim. Güzel geçinme.

tebakkur

  • İlim ve malda genişlik üzere olmak. Âlim ve zengin olmak.

tebhic

  • (Behic. den) Güzelleştirme.

tebuk

  • Hicaz'ın kuzey tarafında Medine-i Münevvere'den Şam'a giden yolun ortasında bir yerdir ve Peygamber Efendimizin son gazvesinin yeri olmakla meşhurdur. Tebuk'te Peygamberimiz tarafından yaptırılan bir duvar bir hurmalık ve bir de çeşme var olduğu rivayet edilir.

tecdid-i iman / tecdîd-i îmân

  • Bilerek veya bilmeyerek küfrü gerektiren (îmânı gideren) bir sözü söylemek veya bir işi yapmak yâhut böyle bir şeyi yapmış olma ihtimâli üzerine, Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah sözünü; mânâsını bilerek ve inanarak söyleyip, îmânını yenileme, tâzeleme.

tecella-yı cemal / tecellâ-yı cemâl

  • Güzelliğin yansıması.

tecelli-i cemal / tecellî-i cemâl

  • Güzelliğin yansıması.

tecelli-i eltaf / tecellî-i eltaf

  • Çok lâtif, çok hoş olan bir güzelliğin yansıması.

tecelliyat-ı celaliye / tecelliyât-ı celâliye

  • Allah'ın haşmet ve ihtişamının varlıklar üzerinde görünümü.

tecelliyat-ı cemal ve kemalat / tecelliyât-ı cemal ve kemâlât

  • İlâhî mükemmelliklerin ve güzelliklerin yansımaları.

tecelliyat-ı cemaliye / tecelliyât-ı cemâliye

  • Allah'ın sonsuz güzelliğinin yansımaları, görüntüleri.

tecelliyat-ı cemaliye ve celaliye / tecelliyât-ı cemâliye ve celâliye

  • Allah'ın güzellik ve yücelik sıfatlarının yansımaları.

tecelliyat-ı cemaliye ve celaliye ve kemaliye / tecelliyât-ı cemâliye ve celâliye ve kemâliye

  • Allah'ın güzellik ve yücelik ve mükemmellikle ilgili sıfatlarının yansımaları.

tecelliye-i celaliye / tecelliye-i celâliye

  • Allah'ın varlıklar üzerinde haşmetinin görünmesi.

tecemmül

  • Güzelleşme.

tecerru'

  • (Cur'a. dan) Yudum yudum ve süzerek içmek.
  • Hışmını ve gadabını yutup def'etmek. Hiddetini yenmek.

tecvid / tecvîd

  • (Cevdet. den) Bir şeyi güzel yapma. Süsleme.
  • Kur'an-ı Kerim'i usulüne uygun olarak okuma ilmi ve buna dair yazılan kitap.
  • Güzel yapmak, Kur'ân-ı kerîmi harflerin mahreclerine (çıkış yerlerine) ve sıfatlarına uygun olarak okumak ve bunu anlatan ilim.

tedbir-i rububiyet

  • Her şeyi idare ve terbiye eden Allah'ın kâinat ve varlıklar üzerindeki hikmetli faaliyeti, emri altında tutması, idaresi.

tedebbür

  • Bir şeyin üzerinde düşünmek, tefekkür etmek.

tedhin

  • (Dühn. den) Güzel kokulu yağ sürme. Yağlamak.

tedsir

  • Kuşun yuvasını düzenlemesi veya düzeltmesi.

tedvin / tedvîn / تَدْو۪ينْ

  • Biraraya getirip toplama, düzenleme; kitab hâline getirme.
  • Derleyip düzenleme.
  • Düzenleme.

tefarık / tefârık

  • Güzel bir koku.

tefekkür-ü ala-i ilahi / tefekkür-ü âlâ-i ilâhî

  • Yüce Allah'ın mahlûkatı ve nimetleri üzerinde tefekkür etme, düşünme.

tefekkürname / tefekkürnâme

  • Allah'ı tanımayı sonuç verecek şekilde varlıklar üzerinde düşünmeye sevk edici eser, yazı.

teferru'

  • Bir çok kollara ayrılmak.
  • Bir kimse halkın üzerine havale olmak.
  • Bir kavmin en şerefli kadını ile evlenmek.
  • Çatallanıp dal dal olmak.

teferrug

  • (Ferâg. dan) Vaz geçme, fârig olma.
  • Bir işi bitirip kurtulma.
  • Satın alınan bir mülkün tapusunu kendi üzerine çevirme.

tefevvüz

  • Bir işi üzerine alma.

tefriş

  • Döşeme. Yayma. Yayıp döşeme.
  • Ev eşyasını düzenleme.

teharüc

  • Çıkışmak.
  • Tevzi etmek, dağıtmak.
  • Fık: Ortakların bir kısmı akar (para getiren mülk), bir kısmı arazi, bazısı da para üzerine yaptıkları anlaşma.

tehdin

  • Çocuğu güzel sözlerle susturup avutma. Yalandan yüze gülüp medhetme.
  • Teskin etmek.

tehzib

  • Terbiye etme, ıslâh etme, düzeltme; temizleme.
  • Temizleme, düzeltme.
  • Islah etme, düzenleme.

tehzib-i ahlak / tehzib-i ahlâk

  • Ahlâkı güzelleştirme, kötü huyları giderme.
  • Temiz ahlâk sâhibi olmağa çalışmak. Ahlâkını düzeltmek.

tehzip

  • Düzeltme, ıslâh ve terbiye etme.

tekallüd

  • Bir şeyi üzerine alma. İltizam edip boynuna alma.
  • Kuşanma, üzerine alma.

tekbir-i zevaid / tekbîr-i zevâid

  • Bayram namazlarında birinci rek'atte Sübhâneke'den sonra üç, ikinci rek'atte zamm-ı sûreyi okuyup rükûa gitmeden önce de üç kerre olmak üzere alınan altı vâcib tekbir. Zevâid tekbiri.

tekeffül / تَكَفُّلْ

  • Üzerine alma.

tekeffül-ü rabbani / tekeffül-ü rabbânî / تَكَفُّلُ رَبَّان۪ي

  • Allah'ın üzerine alması, kefil olması.
  • Rabbin üzerine alması, kefil olması.

teklif

  • Zor birşey istemek. Bir vazife ileri sürmek.
  • Sıkılgan ve resmi davranış. İçli dışlı olmayan çekingen muâmele.
  • Vergi yüklemek.
  • Vazife vermek.
  • Cenab-ı Hakk'ın, insanları, emir ve nehiyleri üzerine hareket etmeğe vazifelendirmesi.
  • Fık: Şeriat-ı İslâmiyeni

telkıye

  • Ulaşmak, varmak.
  • Bir nesneyi yüze getirmek.

temhid

  • (Mehd. den) Döşeme, yayma, düzeltme.
  • İskân etme.
  • Bir maddede özür, bahane beyan eylemek.
  • Özür sahibinin özrünü kabul ile tasdik eylemek.
  • Serd etme, izah etme, arz etme.
  • Mukaddeme yapma. Hazırlama.
  • Döşeyip düzeltme.

temlih

  • Tuzlamak. Tuza yatırmak.
  • Edb: Söz arasında güzel ve mazmun (nükteli, cinaslı ve güzel) söz söylemek.

tenakkub

  • Nikab örtünmek, yüze peçe örtmek.

tenassuk

  • Nizâmına koyma, tertib etme, düzenleme.

tenasüb

  • Uygunluk, uyma, tutma. Yakınlaşma.
  • Anlamca birbirine uygun kelimeleri bir arada söze güzellik vermek amacı ile kullanmak.
  • Uygunluk, uyma, tutma. Yakınlaşma.
  • Nisbet, kıyas.
  • İki adet birbirine nisbet edilerek yapılan hesap usulü.
  • Edb: Mânaca birbirine uygun kelimeleri bir arada söze güzellik vermek maksadı ile zikretmek.

tenasuk

  • Nizam üzere dizilme.

tenessuh

  • Eşsiz, çok güzel ve çok az bulunur olma.

tenessüm

  • (Nesim. den) Havayı teneffüs etme.
  • Güzel kokular kokutmak.
  • Haber erişmek.

tenezzül etmez

  • Kendi düzeyine, konumuna aykırı olan birşeyi kabul etmez.

tenkih

  • Araştırıp, dikkat edip bir şeyin sonuna hakikatına ermek.
  • Bir şeyin fazla ve gereksiz kısımlarını çıkarıp kısaltarak düzeltmek.
  • Temizlemek.
  • Bütçe tanzimi için maaşları azaltmak.

tenmik

  • (Nemk. den) Yazma. Yazılma.
  • Güzel yazı ile yazma.

tensik / tensîk / تنسيق

  • Nizam üzere dizmek. Nizâma koymak.
  • Edb: Bir ibârede zikredilecek birkaç şeyi sırasıyla irad eylemek. Sıra tertibi ile mânâ yükselirse tensik-i irtifâî, alçalırsa tensik-i inhitatî denir.
  • Düzenli dizme.
  • Düzenleme, tertip etme. (Arapça)

tensikat

  • (Tekili: Tensik) Islahat. Düzen ve nizama koymalar.

tenvin

  • Arapça gramerinde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hali.

teraküb

  • Birbirine bağlanıp kenetlenme.
  • Birbirinin üzerine binme.

teraküm

  • Birikme, yığılma.
  • Birbiri üzerine sıkışma.

teravuh

  • Ayakta çok durmak icab ettiği zamanlar, kâh sağ ayak üzerine ve kâh sol ayak üzerine durmak.

terbi' / terbî'

  • Dörtleme, yâni cenâzenin omuz üzerinde tabutun tahta kolundan el ile tutarak dört kişinin taşıması.
  • Mezârı düz yapmak.

tercil

  • Arıtmak.
  • Saçını tarayıp düzeltmek.

teref

  • İyi ve güzel yemek.
  • Yumuşaklık.
  • İnce, güzel şey.

terek

  • Eski Türk odalarına, insan boyu yüksekliğinde olmak üzere duvarlara boydan boya yapılan raflara verilen addır. Dükkânlarda eşya koymağa mahsus bölmeli raflara da terek denilir.

terennüm / تَرَنُّمْ

  • Güzel güzel anlatma.
  • Yavaş ve güzel sesle şarkı söyleme.
  • Ötmek. Musikîleşmek.
  • Güzel güzel anlatma, yavaş ve güzel sesle şarkı söylemek.
  • Ahenkli ve güzel sesle söyleme.

terennümat / terennümât

  • Terennümler, nameler, güzel, hoş sesler.
  • (Tekili: Terennüm) Terennümler. Güzel güzel anlatmalar.
  • Şarkı söylemeler. Ötmeler, musikîler.

terennümat-ı hava / terennümât-ı hava

  • Havanın çıkardığı güzel ve tatlı sesler.

terettüb / ترتب

  • Sıralanmak.
  • Gerekmek. Lâzım gelmek. Netice olarak çıkmak.
  • Bir yerde aslâ kımıldamak, bir vecih üzere sâbit ve pâyidar olup durmak.
  • Zuhura gelmek.
  • Muayen sebeblerin, muayyen ve mukannen olan neticeler vermesi.
  • Gerekme. (Arapça)
  • Üzerine görev düşmek. (Arapça)
  • Terettüb etmek: (Arapça)
  • Gerekmek. (Arapça)
  • Üzerine görev düşmek. (Arapça)

terfie

  • Dirlik düzenlik temennisinde bulunma.
  • Sevindirme.

terkiş

  • (Çoğulu: Terkişât) Edb: Kelimeyi güzelleştirme, kelimeyi süsleme.
  • Nakışlama, süsleme.

tertib / tertîb / ترتيب

  • (Çoğulu: Tertibât) Tanzim etme. Dizme, sıralama, düzene koymak.
  • Tedarik edip hazır ve müheyya kılmak.
  • Bir şeyi bir yere sabit ve pâyidar kılmak.
  • Mertebelere göre davranmak.
  • Hile ile aldatma.
  • Sıralama, düzenleme.
  • Dizme, düzenleme.
  • Düzeltme. Dizme, sıralama, düzene koyma.
  • Hile ile aldatmak.
  • Dizme. (Arapça)
  • Düzen. (Arapça)
  • Hazırlama, düzenleme. (Arapça)
  • Tertîb edilmek: Hazırlanmak, düzenlenmek. (Arapça)
  • Tertîb etmek: Hazırlamak, düzenlemek. (Arapça)

tertib sahibi / tertîb sâhibi

  • Üzerinde kazâya kalmış namaz borcu bulunmayan veya kazâya kalmış namazların toplamı beş vakti geçmemiş bulunan ve namazda sırayı gözetmesi gereken kimse.

tertib-i cali / tertib-i câli

  • Yapay tertip, düzen.

tertib-i esbab

  • Sebeplerin düzenlenmesi.

tertib-i eşya

  • Eşyanın belli bir düzende meydana gelmesi.

tertib-i hikmet

  • Hikmetli düzenleme.

tertib-i kur'an / tertib-i kur'ân

  • Kur'ân'daki sûrelerin düzenlenmesi, sıralanması.

tertib-i maani / tertib-i maâni

  • Mânâların tertip, diziliş ve düzeni.

tertib-i mahlukat / tertib-i mahlûkat

  • Varlıkların mükemmel bir düzenlemeyle yaratılması.

tertibat / tertibât / tertîbât / ترتيبات

  • (Tekili: Tertib) Düzen, düzenleme.
  • Karşılayıcı hazırlıklar.
  • Düzenlemeler, düzenler. (Arapça)

tertibat-ı mukaddeme / tertibât-ı mukaddeme

  • Başlangıçtaki sıralamalar, tertib ve düzenler.

tertibkerde

  • Düzenlenmiş, sıraya konmuş, tertib edilmiş. (Farsça)

tertibsaz / tertibsâz

  • Düzenleyen, sıraya koyan, tertib eden. (Farsça)

tertil

  • Muvafık ve yerli yerinde, güzel, uygun ve lâtif konuşmak.
  • Düşüne düşüne, yavaş yavaş, anlayarak okumak. Beyan eylemek ve âşikâr kılmak.
  • Kur'an-ı Kerim'i usul ve kaidesine göre, acele etmeksizin dura dura anlaya anlaya okumaktır. Kur'an-ı Kerim tertil üzere nâzil olmuştur.

tertip

  • Düzenleme.

tertip edilen

  • Düzenlenen.

tertip etmek

  • Düzenlemek; dizmek, sıralamak.

teşa'ub

  • Perâkende ve kol kol olup bölükler ve şubeler sahibi olma.
  • Bozuk bir şeyin düzelmesi.
  • Iraklaşmak.

tesabür

  • Bir şeyi sürekli olarak yapmak. Bir şeye devam üzere çalışma.

teşahhusat-ı vechiye / teşahhusât-ı vechiye

  • Yüze ait belirmeler, insanın simasındaki ayırdedilme özelliği.

teşbih-i latif-i kudsi / teşbih-i lâtif-i kudsî

  • Kutsal ve güzel bir benzetme.

tesennün

  • Halinden dönmek.
  • Üzerinden yıl geçmek.
  • Yaşlı olmak, yaşlanmak, ihtiyarlamak.
  • (Sinn. den) Diş çıkarma.

tesevvi

  • Düzeltme, tesviye etme, düzleme.

teshilen

  • Kolay olmak üzere.

tesir-i sathi / tesir-i sathî

  • Sathî ve yüzeysel tesir.

teskif

  • Düzeltip ve doğrultup beraber etmek. Eşitlendirmek.

teşkilat / teşkilât

  • Tertipli ve düzenli çalışan birlik.

teslimat

  • (Tekili: Teslim) Bir hesap üzerine yapılan ödemeler.

teslis akidesi / teslis akîdesi

  • Üçleme; Hıristiyanların Allah'ın baba, oğul ve mukaddes ruh olmak üzere üç varlıktan mürekkep olduğuna inanmaları.

tesmih

  • Yab yab gitmek.
  • Süngü ağacını yontup düzeltmek.

tesric

  • Kandil yakmak.
  • Güzelleştirmek.
  • Hayvanı eyerleme. Hayvana eyer vurma.

tesvid

  • Bir yazıyı, daha sonra temize çekmek üzere, karalama olarak yazma, müsvedde.

tesvil

  • (Çoğulu: Tesvilât) Kötü bir şeyi güzel göstererek aldatma.
  • Tezyin etmek, süslemek.

tesviye

  • Düzleme, düzeltme.

tevacüh

  • (Vech. den) Yüz yüze olma. Karşı karşıya gelme.

tevafuk-u latife / tevafuk-u lâtife

  • Güzel tevafuk, uygunluk.

tevafukat-ı latife / tevafukat-ı lâtife

  • İnce ve güzel uygunluklar, uyumluluklar.

tevatür / tevâtür / تَوَاتُرْ

  • Yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından bir hadis-i şerifin aktarılması.
  • Yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan, her asırda güvenilen kimselerin hepsinin bir şeyi, bir haberi bildirmeleri.
  • Yalan üzerine birleşmesi imkânsız olan bir topluluğun aynı hâdiseyi haber vermesi.

tevatür-ü manevi / tevatür-ü mânevî

  • Mânevî nakiller ile gelen, mânâsı üzerinde ittifak sağlanan nakil.

tevbe bi'atı

  • Mürşid-i kâmil denilen velî bir zâtın, huzûrunda tövbe edip günâh işlememek üzere söz vermek.

tevbe-i nasuh / tevbe-i nasûh

  • Sâdık tövbe, işlediği günâhı bir daha yapmamak üzere tövbe etmek ve bu tövbesinde tam kararlı olmak.

teveccüh

  • Bir şeye doğru yönelme, bir tarafa dönme. Çevrilme.
  • Mânen üzerine düşme.
  • Ait olmak.
  • Hoşlanmak.
  • Sevgi, alâka.

tevekkül-ü tembelane / tevekkül-ü tembelâne

  • Tembelce tevekkülde bulunma; üzerine düşen görev ve sorumlulukları yerine getirmeden sonucu Allah'tan isteme.

tevella

  • (Tevelli) Birisini dost edinme.
  • Bir işi üzerine alma.
  • Dönme, yönelme, i'raz etme.
  • Ehl-i Beyt'e tam sevgi.
  • Akrabalık. Karabet. Yakınlık beslemek.

teverrük

  • Kadınların namazda oturma şekli; kaba etlerini yere koyup, uyluklarını birbirine yaklaştırarak, ayaklarını sağ taraftan dışarı çıkarıp, sol uylukları üzerine oturmaları.

tevhid sikkesi

  • Varlıkların üzerinde görülen ve Allah'ın birliğini ispat eden damga.

tevhid-i ami ve zahiri / tevhid-i âmî ve zahirî

  • Yüzeysel ve taklidî bir şekilde Allah'ın bir olduğuna inanma.

tevhid-i zahiri / tevhid-i zâhirî

  • Yüzeysel bir bakış açısıyla "Allah'ın ortağı yok ve bu kâinat Onun mülküdür" şeklindeki îmânî tasdik.

tevsim

  • Hacıların hac zamanı toplanmaları.
  • Dağlamak sureti ile ten üzerine işaret koyma, döğme yapma.
  • İsimlendirme, ad verme.

tevvab / tevvâb

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarına tövbe etme sebeblerini kolaylaştıran, şartlarına uygun tövbe edenlerin tövbesini kabûl eden.

tezacür

  • Birbirini kandırıp bir iş üzerine ümitlendirme.

tezahürat-ı cemaliye / tezahürat-ı cemâliye

  • Allah'ın güzelliğinin, lütuf ve iyiliklerinin varlıklar üzerinde görünüşleri.

tezahürat-ı cemaliye ve celaliye / tezahürât-ı cemâliye ve celâliye

  • Allah'ın sonsuz güzelliğiyle birlikte heybet ve haşmetinin yansımaları.

tezekkür

  • Unuttuktan sonra hatıra getirmek. Zikretmek.
  • Bir şeyi ders gibi tekrar ile ezbere almak.
  • Birkaç kişi toplanıp iş üzerine görüşmek.

tezekkür-i mevt

  • Ölümü hatırlamak. İnsanın kendini ölmüş, teneşir tahtası üzerinde yıkanmış, kefene sarılmış ve tabuta konulmuş ve mezâra gömülmüş olarak düşünmesi.

tezemmüm

  • Kişi kendi üzerine hak lâzım kılmak.
  • Ahd ü eman etmek.
  • Arlanmak. Utanıp çekinmek.

tezeyyün

  • Süslenme, güzelleşme.

tezkere

  • (Tezkire) Pusula.
  • Herhangi bir iş için izin verildiğini bildirmek üzere alınan resmî vesika.
  • Bazı meslek sahipleri için yazılan, o şahsın şahsî ve meslekî durumu hakkında bilgi. Biyografi.

tezkik

  • Davarın derisini hilâf-ı âdet üzerine başı tarafından yüzmek.

tezkir

  • Hatırlatma.
  • Vazifeyi veya Cenab-ı Hakk'ın emirlerini hatırlatma. Vaaz ve nasihat etme. Tenbih ve ikaz etme.
  • Gr: Bir kelimeyi müzekker kılmak.

tezkiye-i nefs

  • Nefsini temiz bilmek. Kusuru üzerine almamak. Nefsini kusursuz addetmek.
  • Nefsi kötü şeylerden temizlemek, hayra yöneltmek.

tezkiyeci

  • İyi hâl üzere şâhitlik eden.

tezyid-i hüsün

  • Güzelliğin ziyadeleşmesi, artması.

tezyin-i inayet

  • İlâhî düzen ve özenin süslemesi.

tib / tîb / طيب

  • (Çoğulu: Etyâb) Güzel koku. Güzel kokusu için sürülen şey.
  • Güzel koku. (Arapça)

ticani / ticanî

  • Kuzey Afrikada, hicri 1200 tarihlerinde Ahmed Ticanî adında bir şahıs tarafından kurulan bir tarikattır.

tigzen / tîgzen

  • Güzel kılıç kullanan. (Farsça)

tıla'

  • Üzerinde güneş doğan yer.

tilavet / tilâvet / تلاوت

  • Güzel Kur'ân okuma. (Arapça)
  • Tilâvet etmek: Usûlüne göre Kur'ân okumak. (Arapça)

timar / timâr

  • Osmanlı Devleti'nin geçimlerine ve hizmetlerine âit masrafları karşılamak üzere bir kısım asker ve memurlara, muayyen bölgelerde kendi nâm ve hesaplarına tahsîl selâhiyeti ile birlikte tahsîs etmiş olduğu vergi kaynaklarına verilen isim. Dirlik.

tiraş

  • Tıraş. (Farsça)
  • Üst taraftan yontarak düzelten. (Farsça)
  • Üst taraftan düz olarak yontma. (Farsça)

tıyb-ı nefis

  • Nefsin rıza ile güzelce kabul etmesi, nefsin rıza ve hoşnutluğu.

tıybe

  • Helâl.
  • Güzel, temiz.

trajedi

  • yun. Fâcia. Mevzuunu efsanelerden veya tarihî hâdiselerden alan, seyirciler üzerinde merhamet veya dehşet hissi uyandıran sahne eseri.

Troçkizm / Troçkist

  • Troçkizm, Marksizm'in Troçki'nin bakış açısıyla yorumlanmasıdır. Aynı zamanda 1917 Ekim Devrimi'nden sonra ortaya çıkmış bir ayrımı ifade eder. Sovyetler Birliği'nde "sol muhalefet" olarak örgütlenmiş, Troçki'nin kurduğu 4. Enternasyonal'le başlayarak günümüze kadar gelmiştir. Troçkizm'in en önemli unsurları; özgürlüğü ortadan kaldıracak bir sistem olarak görülen "tek ülkede sosyalizmi" fikrinin reddi, dünya devrimi fikri, enternasyonalin gerekliliği, sürekli devrim ve Doğu Bloku ülkelerinin gerçek sosyalizm olmadığı fikirleridir.

    Kaynak: Wikipedia: https://tr.wikipedia.org/wiki/Troçkizm


tuba / tûbâ

  • Ne hoş. Ne iyi. Her şeyin iyisi ve efdali.
  • İyilik, güzellik. Baht.
  • Cennette bulunan ve kökü göklerde dalları aşağıda olan ağaç ismi.
  • Çok berrak ve saf olan.
  • Saâdet. Hayır. Devlet.
  • Güzellik, cennet ağacı.

tufahe

  • Çömlek.
  • Her ne olursa olsun ağzına alan köpek.
  • Her nesnenin üzerine gelen.

tur-i sina / tûr-i sînâ

  • Tûr dağı. Allahü teâlânın Mûsâ aleyhisselâmı peygamberlikle müjdelediği ve sonra Tevrât'ı indirdiği, Kızıldeniz'in kuzeyinde, Asya ve Afrika kıtalarının arasındaki Sinâ yarımadasının güney kısmında yer alan dağ.

türbe

  • Mezar üzerine yapılan yapı. Mezar. Ölmüş büyük zâta mahsus mezar.

turfe

  • (Çoğulu: Etrâf) Nâziklik, yumuşaklık.
  • Nimet.
  • Güzel yemek.
  • Zarif, iyi nesne.
  • Üst dudağın ortasında fazlalık olarak yumru et olması. (O kişiye "etref" derler.

türk

  • Türk.
  • Güzel.

türkan / türkân / تركان

  • Türkler. (Türkçe - Farsça)
  • Güzeller. (Türkçe - Farsça)

udva'

  • Kuru, sert yer.
  • Üzerine oturulduğunda rahat olmayan yer.
  • Evin uzak olması.

ufure

  • Üzerinde her ne varsa yenilip hiç bir şey kalmayan yer.

uhde

  • Bir işi üzerine alma. Söz verme.
  • Ahidnâme. Bir kimsenin üstünde olan iş veya şey.
  • Mes'uliyet hududu.
  • Ric'at ve taalluk dâiresi.
  • Becerme, yapma.
  • Mes'uliyet, sorumluluk.

uhud muharebesi

  • Uhud, Medine-i Münevvere'nin bir mil kuzeyinde kırmızı bir dağ olup, Hz. Peygamberimizin (A.S.M.) ashâbıyla Kureyşliler arasında vuku bulmuş olan Uhud Gazasıyla meşhurdur.Uhud gazası, hicretten 2 sene 6 ay 7 gün sonra olmuştur. Bunun zahirî sebebi: Daha evvel yapılmış olan Bedir Gazasında Kureyşlile

üksum

  • Çimenlik yer. Çayırı bol ve güzel olan bahçe.

uktua

  • Alâkayı kesmek gayesiyle gönderilen şey. İlgiyi kesmek üzere verilen şey.

ul'ul

  • Göğüs altında ve karın üzerinde dile benzer bir kemik.
  • Çekik kuşunun erkeği.

ulema-i mağrib

  • Endülüs ve Kuzeybatı Afrika âlimleri.

ulum-u bedia / ulûm-u bedia

  • Eşsiz derecede güzel ve benzersiz ilimler.

ulum-u nakliye

  • Hadis, tefsir, fıkıh gibi ve mukaddes kitaplardan nakil olunan ve rivâyet üzerine kurulmuş olan ilimler.

ulviyet-i üslup / ulviyet-i üslûp

  • Üsluptaki güzellik, yücelik.

ümüldan

  • Taze fidan. Körpe dal.
  • Genç, güzel.
  • İnce ve narin vücud.

unfuvan

  • Gençlik ve güzelliğin başlangıcı, en parlak zamanı.
  • Parlaklık, tazelik.

urca

  • Bir nesnenin üzerine durmak veya üstüne çıkmak.

üsfiyye

  • (Çoğulu: Esâfi) Üzerine tencere koyup yemek pişirilen ocak taşı.

üslub-perestlik / üslûb-perestlik

  • Kelâmın mâna ve maksada uygunluğuna değil de, ifade tarzının güzelliğine önem vermek.
  • Sözün mânâ ve maksada uygunluğuna değil de ifade tarzının güzelliğine önem verme.

üslub-u bedi / üslûb-u bedî

  • Eşsiz güzellikteki ifade tarzı.

üslub-u bedi-i pür-maani / üslûb-u bedî-i pür-maânî

  • Çok mânâları bulunan güzel ifade tarzı.

üslub-u hasen / üslûb-u hasen

  • Güzel ifade tarzı.

üsruş

  • Güzel ses. (Farsça)

üss

  • Esas, asıl. Kök, temel.
  • Askerlikte herhangi bir düşman hücumuna karşı esas dayanak olmak üzere önceden hazırlanmış yer.
  • Harb gemilerinin, noksanlıklarını tamamladıkları yer.
  • Mat: Bir sayının hangi kuvvete çıkarıldığını gösteren sayı.

üstam

  • Güvenilir, itimad edilir, inanılır, emin. (Farsça)
  • Gümüş veya altından yapılmış üzengi, at eyeri. (Farsça)

usul / usûl

  • (Tekili: Asıl) Ana, baba. Cedler.
  • İstinadgâh.
  • Râcih delil, kaide. Asıllar, kökler, temeller. Bir ilmin asıl mevzuundan önce öğrenilmesi lâzım gelen esaslar. Bir hedefe ulaşmak için tutulan düzenli yol.
  • Tarz, metod, tertip.
  • Bir ilmin veya tekniğin asıl konusundan önce öğrenilmesi gereken başlangıç bilgileri, başlangıç, tertip, düzen metod.
  • Tarz, metod, yol, düzen, temel, asıl, esas.

usul-ü din / usûl-ü dîn / اُصُولُ د۪ينْ

  • Dinin düzen ve kaideleri.

üsve-i hasene / اُسْوَۀِ حَسَنَه

  • Güzel örnek.

utbul

  • (Çoğulu: Atâbil) Uzun boylu güzel kadın.

uttel

  • Üzerinde ziynet eşyası olmayan kadınlar.

uzeym

  • (Çoğulu: Uzeymât) Kemikcik.

üzeyr

  • Üzeyr (a.s.).

uzeyvat

  • (Tekili: Uzeyve) Küçük uzuvlar, uzuvcuklar.

va'z

  • Dinî mes'eleler üzerinde konuşup nasihat etmek. Kalbi yumuşatacak sözlerle insanı iyiliğe sevke çalışma.

vaaz

  • Dinî konular üzerinde konuşup nasihat etme.

vacib-i ehad / vâcib-i ehad

  • Varlığı zorunlu olan ve her bir varlık üzerinde birliğinin izleri görünen Allah.

vacid / vâcid

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Ma'bûd, Rab, ilâh olan, zâtında bulunması lâzım ve lâyık olan bütün sıfatları kendisinde bulunan, hiçbir şeye muhtaç olmayan, kendisinden hiçbir şey gizli kalmayan.

vahdet-i ehadiyet

  • Allah'ın birliği ve tekliği; her bir varlık üzerinde görünen tecellîlerin bir olan Allah'a ait olması.

vahid / vâhid

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Zâtında benzeri olmamakta tek olan.

vaiz / vâiz

  • Nasihat veren. Dinî mes'eleler üzerinde öğüt veren.

vakf

  • Bir kimseyi veya bir şeyi alıkoymak, durdurmak. Kımıldatmamak.
  • Hareketten fariğ olmak, imsak etmek. Hapsetmek. Aslâ satılmamak, başka şeye tebdil olunmamak şartı ile bir mülkü Allah yoluna vermek. Menfaatı hayır nevilerinden birisine âit olmak üzere bir mülkü ilelebed vermek.

vakf-ı nazar

  • Dikkatin bir konu üzerinde yoğunlaşması.

vali / vâlî

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyin mâliki (sâhibi), yaratıcısı, bütün işler tasarrufunda olan, her şey O'nun irâdesi, hükmü ile olan.

vasati saat / vasatî saat

  • Hakiki güneşe tâbi olmak üzere, muntazam hareket ettiği tasavvur olunan mevhum bir güneşin, o yerin nısfun nehârından (meridyeninden) arka arkaya iki defa geçişi arasındaki zamanın yirmi dörtte biri.

vasi / vasî

  • Bir kimsenin, mallarında veya çocuklarının işlerinde tasarruf etmek üzere tâyin ettiği kimse.

vasi' / vâsi'

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Rahmeti, ilmi, kudreti, ihsânı ve nîmetleri her şeyi kuşatan ve her şeye kâfi olan, kudretinin ve ilminin nihâyeti olmayan.

vasiyyet

  • Bir kimsenin vefâtından sonra yapılmasını istediği şey veya sonraya bağlı olmak üzere bir malı veya menfeatini (faydayı) bir şahsa veya bir hayır işine teberrû' (bağış) yoluyla temlik etmek (sâhib ve mâlik kılmak). Vasiyet edene mûsî, vasiyet edilen şeye mûsâbih, kendisine vasiyet yapılan şahsa mûsâ

vatis / vatîs

  • (Çoğulu: Vutas) Kızdırıldığında kimsenin üzerine basamadığı yuvarlak taş.

vatni / vatnî

  • Çiğneme, üzerine basma.

vaz-ı hasen

  • Güzel bir konum.

vazah

  • Beyaz ve güzel yüzlü adam.

vazife-i tefekküriye ve ubudiyet

  • Varlıklar ve olaylar üzerinde düşünüp Allah'ı tanıma ve Ona kullukta bulunma görevi.

vaziyet-i muntazama

  • İntizamlı, düzenli vaziyet.

vecahet / vecâhet / وجاهت

  • Güzellik, güzel yüzlülük, gösterişlilik.
  • Haysiyet, şeref, onur, itibar.
  • Yüz güzelliği. (Arapça)

vech / وجه

  • Yüz. (Arapça)
  • Sebep, ilgi, münasebet, vasıta. (Arapça)
  • Yüzey. (Arapça)

vech-i intizam

  • Tertip, düzen, diziliş yönü.

veci

  • Güzel, hoş, lâtif. Uygun, münasib.
  • Bir kavmin büyüğü, reisi.
  • Hürmetli insan.
  • Sultan huzuruna girenler.
  • Makam ve şeref sâhibi.

vecih

  • Güzel, hoş, uygun.

vedud / vedûd

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Bütün yarattıklarına ihsân eden, onlara iyilik ve ihsân etmeyi seven, beğenen Allahü teâlâ.

vehhab / vehhâb

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden), mahlûkâtına (yarattıklarına) ihsân hazînelerinden karşılıksız veren Allahü teâlâ.

vekil / vekîl

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Mahlûkâtın dünyâda ve âhirette işlerini hakkıyla yerine getiren, rızkları veren, tevekkül etmeye (kendisine güvenilmeye) lâyık olan.
  • Bir kimsenin, bir işi yapmak için kendi yerine koyduğu, işini havâle ettiği kimse.

vekil-i harc

  • (Vekil-harç) Masraf görmekle vazifeli olan. Bir kimsenin veya bir cemaatin masraf işlerini üzerine alan.

velediyet

  • Hıristiyanlık ve Musevîlikte bulunan ve hâşâ Hz. İsâ (a.s.) ile Hz. Üzeyr'in (a.s.) Allah'ın oğlu olduğunu kabul eden bâtıl inanç.

veli / velî

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Mü'minleri seven, onlara yardım eden, işlerini bitiren, sevdiklerini sevmediklerine gâlib, üstün kılan, kâfirleri sevmeyen.
  • Bir çocuğun veya kadının babası yoksa baba tarafından dedesi, yoksa kâdı veya bunların vasî tâyin ettik

velvele-i istihsan

  • Güzellikleri pek çok dille bir arada haykıran sesler.

velvele-i takdir ve istihsan

  • Takdirleri ve güzellikleri pek çok dille bir arada haykıran sesler.

velvele-i teşhir ve takdis

  • Güzellikleri sergilemek ve bütün eksikliklerden uzak görmeyi dile getiren sesler.

veresiye satış

  • Bedelini, parasını sonra ödemek üzere yapılan alış-veriş.

vers

  • Yemende yetişen güzel kokulu sarı bir ot.

vesam

  • (Vesâmet) Güzel olma. Güzellik.

vesile-i cemile

  • Güzel sebep. Güzel fırsat.

vesim

  • (Çoğulu: Vüsemâ-Visâm) Güzel yüzlü. Güzel çehre.
  • Damgalı.

veşt

  • Güzel. (Farsça)

veşy

  • Elbiseyi güzel nakışlamak, süslemek.
  • Nesil ve zürriyet.
  • Çoğalma.
  • Geceleyin devamlı tefekkür ve mütalâa etmek.
  • Bir çeşit elbise.

vez'

  • (Çoğulu: Evzâ) Hapsetmek.
  • Engel olmak, men'etmek.
  • Islah etmek, yerli yerince etmek, düzeltmek.
  • Topluluk, cemaat.

vezir

  • Osmanlı Devleti zamanında en yüksek mülkiye rütbelerine ulaşmış paşa. Hükümdar vekili. Pâdişahın yakınlarından ve onun yükünü üzerine alanlardan, mülkün idaresinde fikir ve tedbir ile meded ve yardım eden. Bu tabir "Vizr" kelimesinden gelir. "Vezr" kelimesinden alınsa; "halkın sığınağı" demek olur.

vicah

  • (Vech. den) Yüz yüze gelmek. Yüzleşmek.

vicahen / vicâhen

  • Yüzüne karşı. Yüz yüze gelerek.
  • Yüz yüze.

vicahi / vicahî / vicâhî / وجاهى

  • (Vicahiyye) Yüzyüze olan, karşılıklı olan.
  • Yüzyüze. (Arapça)

vifak

  • Dostça bir fikir üzerinde birleşmek. Samimi anlaşmak.
  • Barış.
  • Uygunluk.

vird / ورد

  • Düzenli okunan zikir.

visam

  • (Tekili: Vesim) Damgalılar. Alâmetlenmiş olanlar.
  • Güzel yüzlü olanlar.
  • Rastıklılar.

vücuh / vücûh / وجوه

  • Yüzler. (Arapça)
  • Şekiller, tarzlar. (Arapça)
  • Yüzeyler. (Arapça)
  • İleri gelenler. (Arapça)

vücuh şirketi / vücûh şirketi

  • Sermâyesiz olup, halk arasında emniyet ve îtibârları ile veresiye alıp-satmak üzere kurulan şirket.

vüsema

  • (Tekili: Vesim) Damgalılar, dağlanmış olanlar.
  • Güzel yüzlüler.
  • Rastıklılar.

ya cemil / yâ cemîl

  • Ey bütün güzelliklerin sahibi ve sonsuz güzellik sahibi Allah.

ya'lul

  • (Çoğulu: Yeâlil) Beyaz bulut.
  • Su üzerinde peydâ olan kabarcık.
  • Çift hörgüçlü deve.

yafes

  • Hz. Nuh'un (A.S.) üçüncü oğlu. Tufandan sonra Hazar Denizinin kuzeyinde yerleşmiştir.

yahya

  • Zekeriya'nın (A.S.) oğludur. Benî İsrail Peygamberlerinden ve İsa Aleyhisselâm'ın şeriatı ile amel edenlerden olmuştu. Hz. İsa'dan (A.S.) önce Tevrat'a göre hareket ederdi. Kudüs'ün o zamanki reisi, Hz. Yahya'nın, Hz. Musa şeriatı üzere amel etmediğini ileri sürdüklerinden şehid ettiler.

yankesici

  • Biçimine getirerek insanın üzerinden gizlice birşey çalan hırsız.

yasemin

  • Güzel kokulu, beyaz ve güzel çiçekler açan sarmaşık cinsinden bir ağaç. (Farsça)

yealil

  • (Tekili: Ya'lul) Suları berrak ve saf akan göller.
  • Beyaz bulutlar.
  • Su üzerinde meydana gelen kabarcıklar.
  • Çift hörgüçlü develer.

yek-avaz / yek-âvâz

  • Tek sesli, bir sesli. (Farsça)
  • Mc: Bir tarzda, bir şekil üzerine. (Farsça)
  • Edb: Başından sonuna kadar aynı kuvvette güzel olan manzume. (Farsça)

yeknesak / يَكْنَسَقْ

  • Monoton, tekdüze.

yeknesaklık

  • Tekdüzelik, monotonluk.

yekseviye / یك سویه

  • Aynı düzeyde, eşit seviyeli. (Farsça - Arapça)

yesbehun

  • Yüzerler. (manasında)

za'feran

  • (Çoğulu: Zeâfir) Güzel kokulu meşhur bir çiçek.

zabt u rabt

  • Disiplin, âsâyiş, düzen.
  • Hüsn-ü tedbir ve basiret ile muhâfaza.

zahif

  • Nişandan beri düşen ok.
  • (Çoğulu: Zâhifât) Yılan gibi karnı üzerine sürünerek yürüyen.

zahir / zâhir

  • Parlak, parlayan. Hüsün ve safvet üzere olan.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Varlığında şek ve şübhe olmayan, her eserinde varlığına deliller, işâretler bulunan yüce Allah.
  • Açık, görünen, dış görünüş, insanın dış görünüşü.
  • Fıkıh usûlü ilminde; sevk edilmediği, kendisi için buyrulmadığı mânâ, açı

zahme

  • Vurma, darbe. (Farsça)
  • Yara, ceriha. (Farsça)
  • Üzengi kayışı. (Farsça)

zaki

  • Güzel kokulu, keskin kokulu.

zakkum

  • Cehennem'de bir ağacın ismi, cehennemliklerin yiyeceği.
  • Gösterişi güzel, çiçekli ve zehirli meyvesi olan yâsemine benzeyen bir bitki ismi.

zaman

  • Kefil olma, kefillik. Bir şeyin mislini veya değerini vermek üzere zarara karşı kefil olma, garanti.

zaman-ı amel

  • Üzerine alma. Deruhde etme. İltizam.

zaptiye nazırı / zaptiye nâzırı

  • Emniyet ve güvenlikten sorumlu üst düzey memur, güvenlik subayı.

zarif

  • Zarafetli. İnce ve nâzik tavırlı. Güzel. Şık. İnce nükteli.
  • İnce nükteli ve güzel tâbirlerle konuşan.
  • Güzel, ince.

zarif-üt tab'

  • İnce, zarif tabiatlı, güzel huylu.

zarifü't-tab'

  • Zarif tabiatlı, güzel huylu.

zat-ı bari / zât-ı bâri

  • Herşeye bir kalıp ve bir şekil veren ve güzelce yaratan Zât, Allah.

zat-ı celil-i zülcemal / zât-ı celîl-i zülcemâl

  • Sonsuz güzellik ve haşmet sahibi Zât, Allah.

zat-ı cemil-i zülcelal / zât-ı cemîl-i zülcelâl

  • Sınırsız yücelik ve haşmetiyle beraber, sonsuz güzellik sahibi olan Zât, Allah.

zat-ı cemil-i zülkemal / zât-ı cemîl-i zülkemal

  • Sonsuz mükemmellik ve güzellik sahibi Allah.

zat-ı kerim-i zülcemal / zât-ı kerîm-i zülcemâl

  • Sonsuz güzellik ve cömertlik sahibi Allah.

zat-ı zülcemal / zât-ı zülcemâl

  • Sonsuz güzellik sahibi Zât, Allah.

zat-ı zülcemal ve kemal / zât-ı zülcemâl ve kemâl

  • Sonsuz güzellik ve mükemmellik sahibi olan Zât, Allah.

zeamet

  • Şeref, şan. Riyaset.
  • Yetiştirdikleri hayvanları ile birlikte harbe iştirak eden ve Sipâhi denen Osmanlı askerine öşrü alınmak üzere verilen en büyük timâr.

zehv

  • Bâtıl.
  • Yalan.
  • Fahirlenmek, gururlanmak, tekebbürlenmek.
  • Güzel manzara.
  • Taze ot.
  • Otun çiçeği.
  • Titremek.
  • Yürümek.
  • Yel esmek.
  • Alacalanmış hurma koruğu.

zeka / zekâ

  • Çabuk anlama ve bilme kabiliyyeti. Fehim ve idrakte çabuk olma.
  • Ateşin alevlenmesi.
  • Güzel koku alma.

zelaka

  • (İzlâk - Zellâka) Fasâhat, kolaylık ve lisan inceliği, keskinlik. Nutkun güzel ve çabuk olması.

zemel

  • Bir yanı üzerine çöküp öbür yanını yukarıya kaldırarak koşmak.
  • Devenin ayağına ârız olan aksaklık.
  • Su tulumunun sarkması.

zemil

  • Bir adamın hayvan üzerinde iken ardına binmiş olan adam.

zemzeme-i ezkar / zemzeme-i ezkâr

  • Allah'ı anmanın hoş, güzel nağmeleri.

zenbak

  • Güzel kokulu bir çiçek. Zambak.
  • Yâsemin yağı.

zenberek

  • (Zenburek) Hareket ettirmeğe yarıyan yay. Saatin zenbereği. (Farsça)
  • Hayvan üzerinde taşınan ve ateşlenebilen küçük top. (Farsça)
  • Mc: Faaliyet ve harekete sebep olan şey. (Farsça)

zerafet / zerâfet

  • Zariflik, incelik, güzellik.

zerneb

  • Turunç kokusu gibi güzel kokan bir ot.
  • Fercin dışarısında olan et.

zevk

  • Lezzet alma, hoşa gitme, tatma.
  • Hoş, hoşa giden. Mânevi haz.
  • Boş vakit geçirmek. Eğlenmek.
  • Alay etmek. Güzeli çirkinden ayırma kabiliyeti.

zey'

  • Güzelce pişip erimek.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın