REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te îsî ifadesini içeren 7903 kelime bulundu...

ishak aleyhisselam / ishâk aleyhisselâm

  • Şam ve Filistin ahâlisine (halkına) gönderilen peygamberlerden. İbrâhim aleyhisselâmın ikinci oğlu olup, annesi hazret-i Sâre'dir. İbrâhim aleyhisselâmın dînini insanlara tebliğ etti. İsmi, Kur'ân-ı kerîmde on yedi yerde bildirilmiştir.

merfu' hadis / merfû' hadîs

  • Sahâbe-i kirâmın (Resûlullah efendimizin sohbetinde yetişmiş mübârek arkadaşlarının); "Resûlullah'tan işittim, böyle buyurdu" diyerek haber verdikleri hadîs-i şerîf. Buna, hadîs-i mevsûl de denir.

mu'anaka / mu'ânaka

  • İki kişinin birbirinin boynuna sarılması.

a'cel

  • Daha acele, en çabuk.
  • Acele eden kişi.

a'deb

  • Erkeklerden arkadaşı ve yardımcısı olmayan.
  • Bir boynuzu kırık hayvan.

a'kar

  • Kısır.

a'la-yı illiyyin / a'lâ-yı illiyyîn

  • Cennette en yüksek derece, olgun kişilerin Allah katındaki dereceleri.

a'lam / a'lâm / اعلام

  • Bayraklar. (Arapça)
  • Özel isimler. (Arapça)

a'lem-i ülema / a'lem-i ülemâ

  • Alimlerin âlimi. Alimlerin en çok bilgilisi, büyüğü.

a'ma

  • Kör. Gözü görmeyen.
  • Manevi körlük, cahillik, bilgisizlik.
  • Yağmur bulutları.

a'mer

  • Yaşlı kişi. İhtiyar.

a'raf / a'râf

  • Cennet ile Cehennem arasında yer alan ve birinin te'sirinin diğerine geçmesine mâni olan sûrun (engelin) yüksek kısımları.

a'raf suresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 7. suresidir. Mekke-i Mükerremede nâzil olmuştur. Suret-ül Mikat, Suret-ül Misak, Elif lâm mim sâd gibi isimleri de vardır.

a'sal

  • Dişinin ucu eğri olan.

a'zeb

  • Karısı olmayan erkek.

ab'ab

  • Taze civanlık.
  • İbrişim halı.
  • Dağ tekesi.
  • Yumuşak yünden yapılan kisve.

ab-endaz

  • Su mühendisi.

ab-ı hayat

  • Kan. Ebedî hayata sebep olan hayat suyu (diye tâbir edilen) bu kelime, edebiyatta : "çok güzel ifâde, lâtif söz, parlaklık, letâfet" mânalarında geçer.
  • Tas : Aşk-ı hakiki, aşk-ı ilâhi, ilm-i ledün, mârifetullah'tan kinayedir. Âb-ı Hızır, âb-ı hayvan, âb-ı beka gibi isimlerle de söyle

ab-ı zen

  • Küçük havuz. (Farsça)
  • Su birikintisi. (Farsça)
  • Yumuşak, lâtif sözlerle hatır alan ve bu manâda emir. (Bak : Avzen) (Farsça)

aba'

  • Kaba, ahmak kişi.

abab

  • (Abb) Suyu nefes almadan içmek.
  • Işık, nur, ziyâ.

abadile / abâdile

  • Abdullah isimli sahabeler.
  • Abdullah isimliler.
  • Abdullahlar. Peygamber efendimizin Eshâb-ı kirâmı (arkadaşları) arasında fıkıh ve hadîs-i şerîf ilimlerinde şöhret bulmuş Abdullah adını taşıyan sahâbîler. Abâdile, Abdullah kelimesinin çokluk şeklidir. Peygamber efendimizin Eshâb-ı kirâmı arasında Abdullah isimli üç yüz kadar sahâbi bulunmaktaydı.

abadile-i seb'a / abâdile-i seb'a

  • Meşhur olan yedi Abdullah isimli sahabe-i kiram (R.A.) (Abdullah İbn-i Abbas, Abdullah İbn-i Ömer, Abdullah İbn-i Mes'ud, Abdullah İbn-i Ravâha, Abdullah İbn-i Selam, Abdullah bin Amr bin As, Abdullah bin ebi Evfâ (R.A.) (Asr-ı saadette Abdullah ismiyle anılan ikiyüz yirmi sahabe-i kiram hazerâtı va

abb

  • Işık, nur, ziya.
  • Güzelleşme.

abd

  • Kul, köle, Allah'ın kulu. Mahluk, insan. Hizmetçi. (Hür'ün zıddı). "Abd kelimesi Allah'ın bazı isimleriyle birleştirilerek erkek isimleri meydana getirilir. Abdullah (Allah'ın kulu). Abdulbâki (Ebedi olan Allah'ın kulu) gibi. Bu isimleri taşıyan insanlar buna lâyık olmaya çalışmalıdırlar."

abdal

  • Dünya ile ilgisini kesen mânevî makam sahibi kişi.

abdest

  • Namaz ve diğer bâzı ibâdetlerin yerine getirilebilmesi için yapılması lâzım gelen yüzü, dirseklerle berâber kolları yıkamak, başın dörtte birini mesh etmek ve topuklarla berâber ayakları yıkamaktan ibâret temizlik. Namazın dışındaki farzlardan biri.

abdullah

  • Allah'ın kulu.
  • Bu isim Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın mübarek ve şerefli isimlerindendir. Çünkü, Allah'a itaat ve ibadette, kulluk yapmada devamlı ve en ileride olup bütün ömürlerinde Cenab-ı Hakka maddi manevi bütün hâlâtında itaatttan ayrılmamıştır (A.S.M.). Hem muhterem ba

abdurrahman bin avf

  • Aşere-i mübeşşereden ve çok fedakar olan Sahabelerdendir. İlk müslüman olan sekiz kişiden birisidir. Bütün ihya-yı din için olan muharebelerde çok fedakârlıkta bulunmuş, birisinde yirmibir yerinden yaralanmıştı. Bir gazada oniki dişini birden kaybetmişti. Medine'ye ve Habeşistan'a hicret edenlerdend

abed

  • Hayâ etmek. Arlanmak.
  • Hışım etmek, kızmak.
  • Uyuz hastalığı.

abese suresi / abese sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin sekseninci sûresi. Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). Kırk iki âyet-i kerîmedir. Birinci âyet-i kerîmede yüzçevirdi, iltifat etmedi mânâsına olan Abese lafzı sûreye isim olmuştur. Sûrede, Kur'ân-ı kerîmin Allahü teâlâ tarafından bir mev'ize (nasihat, öğüt) olduğu bildirilmekte,

abgir / âbgîr / آبگير

  • Havuz. (Farsça)
  • Su birikintisi. (Farsça)

abidane / abîdâne

  • Kul olarak, ibâdet edene yakışır surette. (Farsça)
  • Kulluğa yakışır bir şekilde.

abide

  • Uzun müddet dillerde destan olup kalan beliye ve dâhiye.
  • Bir milletin târihinde büyük bir değeri hâiz olan vak'a.
  • Fesahat ve belâgatı dolayısıyle benzeri söylenemeyen şiir.
  • Tarihte yüksek ve hâkim bir mevkide olan vak'aları veya büyükleri yaşatmak için yapılan bina.

abir

  • (Ubur'dan) Bir yerden geçen, giden yolcu. Geçen.
  • Hz. İbrâhimin (A.S.) dedelerinden birisinin adı.

abis

  • Alaycı, saygısız.

abisten

  • Gizli, gizleme. (Farsça)
  • Gebe. (Farsça)
  • Dişilik. (Farsça)

abkame

  • Anadolunun bazı doğu illerinde ve Bağdat'da yapılan, turşu veya salataya benzer bir çeşit yiyecek maddesi. (Farsça)
  • Ekşi hamurdan pişirilerek sirkeye konulan ve turşu olarak kullanılan bir gıda maddesi. (Farsça)

abkari / abkarî

  • Mutlaka kusuru olmayan. Kâmil.
  • Bir kavmin seyyid ve şerifi, efendisi. Beşer san'atı olmayan.
  • Çok güzellik.
  • Bir nevi döşek.

ac / âc / عاج

  • Fildişi.
  • Dolu kap.
  • Fildişi. (Arapça)

acbü'z-zeneb

  • Kuyruk sokumundan bulunan ve insanın tekrar yaratılışında çekirdek görevini görecek olan hücre; bir tür genetik şifre.

acbüzzeneb

  • Ölümden sonra dirilişin tohumu sayılan madde.

acele

  • Çabuk, çabukluk. Bir işi çabuk yapmaya ve çabuk bitirmeye çalışma, ivedilik.

acemane / acemâne

  • Acemlere yakışır suret. Yabancı gibi. (Farsça)

acemaşiran / acemaşîran / عجم عشيران

  • Türk mûsikisinde bir makam. (Arapça)

acemi

  • İşin yabancısı, tecrübesiz.

acemi ve ecnebi huruf / acemî ve ecnebî huruf

  • Arap alfabesinin dışında kullanılan yabancı harfler.

acibe / acîbe

  • Alışılmış surette olmayan. Çok hârika. Acib ve garip, hayret verici, şaşılacak şey.

acm

  • (Çoğulu: Ucum) Beş yaşına girmemiş deve.
  • Kuyruk dibi.
  • Isırmak.

acube / acûbe

  • Alışılmışın dışında, çok garip.

aculane / aculâne

  • Acele edene yakışır suretde.

aczalud / aczâlûd

  • Güçsüzlükle karışık.

ad

  • İsim, nam, şöhret, şan, itibar, haysiyet.

adak

  • Nezr, Allahü teâlânın rızâsının elde edilmesi veya bir isteğin yerine gelmesi veya bir belâ ve musîbetin giderilmesi maksadıyla Allahü teâlâ için oruç tutmak, kurban kesmek gibi başlıbaşına ibâdet olan veyâ benzeyen bir şeyi kendisine vâcib kabûl etm e.

adale

  • Tıb: Bedenin hareketini icra eden ve birbirinden, ince bir perde ile ayrılan sinirli et kısımlarından her biri. Hepsine birden et (Lahm) tâbir edilir.

adalet-i mahza / adâlet-i mahza / adâlet-i mahzâ

  • Adaletin tam hakikisi, tam adalet.
  • Tam adâlet; "ferdin hukuku hiçbirşey için fedâ edilemez" görüşünde olan adalet anlayışı.

adaletkarane / adâletkârane

  • Adâletlice. Adalet sahibine yakışır şekilde, insaflı ve haklı surette. (Farsça)

adaletname

  • Mahkemeye davet yazısı.

adam

  • İnsan.
  • Erkek kişi.
  • Birinin tarafını tutan kimse.
  • İyi ve terbiyeli yetişmiş insan.

adaptasyon

  • Tatbik etme işi. Bir şeyin bir başkasına göre ayarlanması. Bir canlının, yaşadığı muhite uyması işi. (Fransızca)
  • Yabancı dilde yazılmış bir eseri yerli adlar ile ve yerli hayata uydurarak çevirme. (Fransızca)

adavet-i müsi'

  • Kötülük işleyen kişiye düşmanlık.

aded-i enfas / aded-i enfâs

  • Canlıların hayatları boyunca aldıkları nefeslerin sayısı.

adedince

  • Sayısınca.

adem / âdem / آدم

  • Yokluk, varlığın zıddı.
  • Tasavvufda sâlikin (tasavvuf yolcusunun) kendisini kaplayan mânevî hal sebebiyle kendinden geçmesi hâli.
  • Kişi.

adem-alud / adem-âlûd

  • Yoklukla karışık.

adem-i fark

  • Farkın olmayışı, farksızlık.

adem-i hürmet

  • Hürmetsizlik etme, saygısız olma.

adem-i ilim

  • Bilmeme, ilim ve bilgisinin olmaması.

adem-i ilm-i hakikat / âdem-i ilm-i hakikat

  • Hakikat ilminin eri, ta kendisi.

adem-i kabiliyet

  • Yeteneğin olmayışı.

adem-i ma'lumat / adem-i ma'lûmât / عَدَمِ مَعْلُومَاتْ

  • (Bir konu hakkında) Bilgisizlik.

adem-i merkeziyyet

  • Bir idâri taksimattaki parçaların (vilâyet, belediye ve köy) muayyen hususlarda kendi kendilerine idare yetkileri. Bir yere bağlı olmaksızın veya bir yerden idare edilmeksizin olan muamele. Bütün kısım ve şubelerin kendi kendilerini idare tarzı.

adem-i muvaffakiyet / عدم موفقيت

  • Başarısızlık.
  • Başarısızlık.

adem-i niyet

  • Bir işi belli bir niyet olmaksızın yapma.

adem-i salahiyet / adem-i salâhiyet

  • Yetkisizlik.
  • Salâhiyetsizlik, yetkisizlik.

adem-i teveccüh / عدم توجه

  • İlgisizlik.

adem-i ülfet

  • Ülfetsizlik, alışılmamış olma.

ademalud / ademâlûd

  • Yoklukla karışık.

ademiyyet / âdemiyyet

  • İnsanlık. Namuslu bir insana yakışır hâl ve tavır.

adet / âdet

  • Usul, görenek, alışılmış davranış. Huy, tabiat. Toplumda nesiller boyunca uyulan ve kamuoyunda (umumî efkârda) saygı ve müeyyideye sahip hareket kaideleri (Sosyoloji). İslâm cemiyetinde âdetler de İslâmî olur, İslâma uygun olur. Müslüman, İslâma aykırı âdetlere uymaz. Cemiyetin yabancı âdetlerle boz
  • Bir şehir ve memleketteki insanların, yapageldikleri usûller, gelenekler, alışılmış şeyler. An'ane, örf.
  • Kitab, sünnet, icma' ve kıyasdan sonra ikinci derecedeki dînî delillerden biri. Dînin ve aklın beğendiği şeyler.

adet zamanı / âdet zamânı

  • Kadında ve ergenlik çağına gelmiş olan kızlarda hayız (âdet) kanı görüldüğü andan kesilmesine kadar olan günlerin sayısı.

adetsiz

  • Sayısız.

adetullah / âdetullah

  • (Sünnetullah da denir.) Tabiatta canlı cansız bütün varlıkların nasıl hareket edeceklerini belirliyen Allah'ın emirleri, O'nun koyduğu değişmez düzen. Meselâ oksijenle hidrojenin birleşmesinden su meydana gelir. Işık, geldiği açıya eşit bir açı ile yansır ki, bunlar birer âdetullahdır. "Âdetullah" y

adgas / adgâs

  • (Tekili: Dags) Desteler, demetler.
  • Karışık rüyalar.
  • Karışık söylentiler.

adgasu ahlam / adgâsu ahlâm

  • Karışık rüyâlar. Tâbire değmeyen rüyâlar.

adid

  • Hasım.
  • Arkadaş.
  • Isırma. Bir ısırımlık lokma.

adilane / âdilâne

  • Adalet sahibi bir adama yakışır surette.

adin / âdin

  • Otlakta bulunan dişi deve.

adiyat / âdiyat / âdiyât

  • (Tekili: Âdi) Her zaman meydana gelen hârikulâde ve birer mu'cize-i kudret olmakla beraber, insanlarca alışılmış olduğundan kuymeti bilinmeyen hâdiseler.
  • Kıymetsiz şeyler.
  • Alışılmış, olağan şeyler, günlük işler.
  • Her zaman olagelen alışılmış şeyler.

adiye / âdiye / عادیه

  • Alışılmış, sıradan. (Arapça)

adiyye / âdiyye

  • İtiyad edilmiş. Alışılmış.

adrenalin

  • Tıb: Böbrek üstü salgısından çıkarılan bir hormon. Sentetik olarak da yapılır. Damar daraltmak ve kanamayı önlemekte kullanılır. (Fransızca)

adud

  • Zalim. Iztırab veren. Hunhar.
  • Bir lokma.
  • Isırıcı köpek veya at.
  • Yavuz kişi.
  • Dar ve derin olan kuyu.

af'af

  • Devedikeni ağacının yemişi.

afak / âfâk

  • İnsanın dışı ve dışındaki şeyler. Ufk'un çokluk şeklidir.

afaki / âfâkî

  • İnsanın dışındaki şeyler.
  • Uzak memleketlerden hac ibâdetini yapmak için gelenler.
  • Havâî, herhangi bir dayanağı olmayan şey. Mekke'ye mikat sınırları dışından gelenler.
  • Dışımızda olanlar.

afaki hadisat / âfâkî hâdisât

  • Kişiyi ilgilendirmeyen, kendi dışında cereyan eden olaylar.

afite

  • Dişi koyun. Koyun güdücü kız.

afraze

  • Nur. Aydınlık, ışık. (Farsça)
  • Kandil fitili. (Farsça)

afşelil

  • Sırtlan dedikleri canavar.
  • Yaşlı, eti ve derisi sarkmış kuru kadın.

afüvv

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Afvı çok olan, günâhlardan, hatâ ve kusurlardan dolayı cezâlandırmayan, günahları affedip amel defterinden silen.

afv

  • Ayakla basılmadık yer.
  • Malın iyisi, helâli ve fazlası.
  • Terketmek.
  • Mahvetmek.

afv-i anil ceraha

  • Huk: Kendisine cinayet yapılmış olan kimsenin, yaralanmadan dolayı malik olduğu kısas, diyet veya hükümet-i adl; yani, ehl-i vukufca tayin edilen diyet hakkını caniye bağışlamasıdır.

afyon müddeiumumisi / afyon müddeiumumîsi

  • Afyon Savcısı.

ağda

  • Bir kapta karıştırılıp pişirilerek koyulaşmış ve lüzucet kazanmış her nevi şeker vesaire.

agiş

  • İlişik, sarkık. (Farsça)
  • Uzatılmış. (Farsça)

agleb-i hükema / agleb-i hükemâ

  • Hakîmlerin çoğu. Hakîmlerin ekserisi.

agmar

  • (Tekili: Gamr) Yüce kimseler.
  • Seller.
  • (Gumr) Bilgisizler, cahiller.

agnostik

  • fels. Agnostisizm görüşünü benimseyen.

agra

  • Çok sevimli, yakışıklı.

ağraz-ı şahsi / ağrâz-ı şahsî

  • Kişisel kinler, garazlar.

agrel

  • (Çoğulu: Gurl) Sünnet olmamış kişi.

agsan

  • (Tekili: Gusn) Dallar, ağacın dalları.
  • Mc: Mânanın kısımları.

ah / âh / آه

  • Feryat etme, feryat. (Farsça)
  • İlenme. (Farsça)
  • Âh almak: Biri tarafından kendisine ilenilmek. (Farsça)

ahad haber / âhad haber

  • Bir kişi tarafından rivayet edilen hadis veya rivayetler.

ahad-ı nas / âhâd-ı nâs

  • Avam, halktan birisi.

ahadi / âhâdî

  • Bir kişi kanalıyla gelen haber veya hadis.

ahbari / ahbarî

  • Rivayetçi, rivayet eden kişi.

ahben

  • Çok su içmekten karnın şişip zahmetli olması.

ahd-i harici / ahd-i haricî

  • Daha önceden ismi bilinen kişilere veya şeylere işaret eden Lâm-ı tarif.

ahdes

  • Fikirli kişi.

ahilik

  • Asırlar önce Anadolu'da gelişen bir halk ocağı. Sosyal bir kuruluş olan ahilik iş alanında adam yetiştirmek, çalışma sevgisini aşılamak, istihsali çoğaltmak gibi gayeleri vardı. Günlük hayatta ise teavün, yoksulları koruma gibi insani duyguları; ayrıca müzik, silah kullanma, binicilik kabiliyetlerin

ahir / âhir

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Mahlûkâtın (varlıkların) yok olmasından sonra, bâkî olan (varlığı devâm eden) yalnız kendisi kalan, hiç yok olmayan.

ahiret / âhiret

  • İnsanın ölümü ile başlayan ebedî (sonsuz) hayat. Âhirete îmân, inanılması lâzım olan altı esastan beşincisidir.

ahiret alimi / âhiret âlimi

  • Dünyâlığa, mala, mevkiye kıymet vermeyen, ilim ile dünyâlık elde etmeye çalışmayan, âhireti dünyâya tercih eden, ilmiyle amel eden, işi sözüne uyan, ibâdet ve tâate teşvik eden, ilmi âhiretine faydalı olan tevâzu sâhibi âlim.

ahiret kardeşi / âhiret kardeşi

  • İnanç ve ibadette birbirinden ayrılmayan kişilere verilen ad.

ahirülemr / âhirülemr / آخرالامر

  • Sonunda, işin sonunda. (Arapça)

ahize / âhize

  • Fiz : Elektrik enerjisini mekanik enerjiye çeviren alet.

ahkam-ı şahsiye / ahkâm-ı şahsiye

  • Huk: Şahsın kendisini alakalandıran hükümler.

ahkam-ı şer'iyye / ahkâm-ı şer'iyye

  • İslâm dîninde bir işin yapılması veya yapılmaması gerektiğini bildiren hükümler. Emirler ve yasaklar. Bunlara Ahkâm-ı ilâhiyye, Ahkâm-ı İslâmiyye ve Ahkâm-ı Kur'âniyye de denir.

ahkam-ı zımniye / ahkâm-ı zımniye

  • Açıkça söylenmeyip dolayısıyla anlatılan hükümler, esaslar.

ahker

  • Ateşli kül, kül ile karışık ince kor. (Farsça)

ahlak-ı ameli / ahlâk-ı amelî / اخلاق عملى

  • Uygulamadaki ahlak anlayışı.

ahlak-ı ilahiyye / ahlâk-ı ilâhiyye

  • Allahü teâlânın sıfatlarına ve isimlerine uygun sıfatlarla sıfatlanmak. Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanmak.

ahlak-ı nazari / ahlâk-ı nazarî / اخلاق نظری

  • Teorideki ahlak anlayışı.

ahlak-ı vahşiyane / ahlâk-ı vahşiyâne

  • Ahlâkî yapı açısından son derece vahşi olma.

ahlakiyat / ahlâkiyat / اخلاقيات

  • Ahlak bilgisi. (Arapça)

ahlakıyyun / ahlâkıyyun

  • Ahlâk ilmi ile uğraşan âlimler; bunlar iki kısımdır. Bir kısmı ahlâk-ı hasene olan İslam ahlâkını telkin eder, diğer kısmı ise, dine tâbi olmayan ve hakiki ahlâkı bulamamış olanlardır.

ahlam / ahlâm / احلام

  • "Hulm"ün çoğulu, karışık rüyalar.
  • Karmakarışık rüyalar. (Arapça)
  • Düşazmalar. (Arapça)

ahlet

  • Saçı dökülmüş kişi.

ahmakane

  • Ahmakçasına, ahmak olana yakışır şekilde. (Farsça)

ahmed-i bedevi / ahmed-i bedevî

  • (Seyyid) (Hi. 596-675) Mısır'ın en büyük velilerindendir. Hz. Ali neslinden gelir. Bir çok lâkabı vardır. Ona Afrika bedevileri tarzında (yüzü örten peçe) taşıdığından dolayı (el-Bedevi) deniyordu. 626 yılına doğru onda deruni bir tahavvül vukua geldi. Yedi kıraat üzere Kur'an okudu ve Şafii fıkhı t

ahmed-i faruki / ahmed-i fârukî

  • (Hi. 971-1034) (İmam-ı Rabbanî) Hz. Ömer (R.A.) ahfadından olduğundan Fârukî denilmiştir. Kendisi demiştir ki: "Hakaik-i imaniyeden bir mes'elenin inkişafını, binler ezvak ve mevâcid ve kerâmata tercih ederim." Hem demiş ki: "Bütün tarikatların nokta-i müntehası hakaik-i imâniyenin vuzuh ve inkişâfı

ahrarane

  • Hürriyetçilere yakışır tarzda. Serbestçe. Hür olana yakışır surette. (İnsana karşı hürriyet, Allah'a karşı ubudiyyeti intac eder. Mün.) (Farsça)

ahsen-i mahluk / ahsen-i mahlûk

  • Yaratılmışların en güzeli, yaratılışı en kıvamda olan.

ahsen-i takvim

  • En güzel kıvama koyma.
  • Cenab-ı Hakkın her şeyi kendisine lâyık en güzel kıvam, sıfat ve surette yaratması. İnsanın en yüksek ve câmi isti'dâd ve kabiliyetlerde ve en güzel surette yaratıldığı.

ahsen-i takvim sureti / ahsen-i takvim sûreti

  • Yaratılışın tam kıvamı ve en güzel şekli.

ahsen-ül gayat / ahsen-ül gayât

  • Gayelerin en güzeli, en iyisi.

ahsen-ül kasas

  • İbret verici vakıaların en güzel şekilde nakledilişi. Kıssaların en güzeli.
  • Sure-i Yusuf (A.S.).

ahter-gu / ahter-gû

  • Yıldız ilmi ile uğraşan kişi, müneccim. (Farsça)

ahu-yi made / ahu-yi mâde

  • Dişi ceylan. (Farsça)

ahves

  • Karnı sarkık kişi. (Müe: Havsâ)

ahvezi

  • Cem'edici, toplayıcı.
  • Her işi insanlar arasında halleden.

ahza

  • Çok alçak, menfur kişi. Nefret edilmiş olan kimse.

ahzab

  • (Tekili: Hizb) Hizbler, bölükler, kısımlar, gruplar.
  • Toprağı katı yer.
  • Kur'ânın kısımları. Hizbleri.

ahzem

  • İşini sıkı tutan, ihtiyatlı, tedbirli.
  • Yüksek yer.
  • Göğsü büyük.

aile

  • Erkeğin karısı.
  • Ev halkı.
  • Akraba.
  • Aynı işte olan, aynı gaye için çalışanların hepsi.

air

  • Göz ağrısı.

ajan

  • Bir şahsın, bir şirketin veya bir devletin bazı işlerini gören kimse. (Fransızca)
  • Gizli vazifeli olan kişi. (Fransızca)

ajans

  • Her türlü havadisi toplayıp, ilgili mevkilere bildiren kuruluş. (Fransızca)
  • Ticari bir teşekkülün kolu. (Fransızca)

ajeng / âjeng / آژنگ

  • Buruşuk, cilt kırışığı. (Farsça)

akab

  • Topuk. Ökçe.
  • Bir şeyin hemen arkası.
  • Bir şeyin gerisinde olan zaman veya mekan.

akabe biatı

  • Nübüvvetin 11. senesinde Mekke'nin haricindeki Akabe denilen yerde Medine ahalisinden bir cemaatın, Hz. Peygamber'le (A.S.M.) gürüşüp konuşarak İslâm'ı kabul ve tasdik ettikleri biat hâdisesi.

akademi

  • Bir ilim dalında ihtisas sahibi kimselerin çatısı altında toplandığı kuruluş.

akademi heyeti muvacehesinde

  • Aydın, âlim ve bilginlerden oluşan ilmî kurul önünde, karşısında.

akam

  • Erkek ve dişi kısırlığı.
  • Çocuksuz, çocuğu olmayan, kısır.
  • Tedavisi kabil olmayan hastalık.

akamet / akâmet / عقامت

  • Neticesizlik. Kısırlık, sonu alınmama.
  • Kısırlık, verimsizlik.
  • Verimsizlik, durgunlaştırma, aksatma. (Arapça)
  • Kısırlık. (Arapça)

akanyıldız

  • Daha ziyade yaz geceleri gökyüzünde hızla geçip giden ışıklı iz, şahap.

akar

  • Köşk, yüksek bina.
  • Bâbil vilayetinde bir yer adı.
  • Dehşetli olmak. Yaralamak. Boğazlamak.
  • Korku ve dehşetten kişinin ayakları titreyip dövüşememesi.

akaret

  • Kısırlık, kısır olma.

akem

  • Vergisi olmayan emlâk. Türbe, cami, köprü, çeşme gibi.

akfa

  • (Tekili: Kafâ) Başın arka kısımları. Enseler.

akfer

  • Çok kısır, en kısır.
  • İki ön ayakları dirseğine kadar beyaz olan at

akib / âkib

  • Kendisinden sonra peygamber gelmeyen Hz. Hâtem-ül Enbiyâ Peygamberimiz Resul-ü Ekrem (A.S.M.)
  • Bir diğerinin arkasından gelen.

akıbet / âkıbet / عَاقِبَتْ

  • İşin sonu.

akibet-ül emr / âkibet-ül emr

  • Bir işin neticesi, sonu.

akıbetbin / âkıbetbîn

  • İşin sonunu görebilen.

akid / âkid

  • Aralarında akid yapanlardan her birisi.
  • Aralarında sözleşme yapanların herbirisi.

akılane / âkılâne

  • Akıllı kimseye yakışır surette, akıl ve idrakle. (Farsça)

akıle / âkıle

  • Kâtilin, öldürme işindeki yardımcıları, bunlar yoksa öldürmede kendisine yardım eden kabîlesi (köylüleri, şehirlileri) ve akrabâsı.

akile / akîle

  • (Çoğulu: Akayil) Baba tarafından akraba.
  • Her şeyin en iyisi.

akilet-ül ekbad / âkilet-ül ekbâd

  • Ciğerler yiyen kadın.
  • Uhud harbinde şehid olan Hz. Hamza'nın (R.A.) göğsünü yararak ciğerlerini yiyen Ebu Süfyanın karısı Hind.

akim / akîm / عقيم

  • Neticesiz, sonu yok. Beyhude.
  • Yağmur getirmeyen rüzgar.
  • Çocuğu olmayan, kısır. Doğurmayan (kadın), doğurtmayan (erkek).
  • Beyhude, boş yere.
  • Kısır erkek veya kadın.
  • Kısır, verimsiz, neticesiz.
  • Kısır. (Arapça)
  • Sonuçsuz. (Arapça)
  • Akim kalmak: Gerçekleşememek, sonuçsuz kalmak. (Arapça)

akim bırakma / akîm bırakma

  • Sonuçsuz bırakma, başarısız kılma.

akim kalma / akîm kalma

  • Başarısız ve sonuçsuz kalma.

akıncı

  • Keşif, yağma ve tahrib kasdıyla ecnebi memleketlere akın yapan kişi. Akıncılık, Osman Bey zamanında başlamıştır.

akır / âkır / عاقر

  • Kısır, verimsiz, kumlu toprak.
  • Çocuksuz kadın.
  • Oğlu veya kızı olmayan erkek.
  • Yaralayan, yaralayıcı.
  • Kısır. (Arapça)
  • Verimsiz. (Arapça)

akise

  • Işığı aksettiren âlet.

akkam / akkâm

  • Deve kiralayıcısı, deve ile ücret karşılığında eşya taşıyan adam.
  • Hacca Surre-i Hümayun ile birlikte giden hademe.
  • Çadır mehteri.

akl-ı maaş

  • Aklın en alt tabakası. Dünyada geçim işini düşünen akıl.

akm / عقم

  • Kısırlık.
  • Kısırlık. (Arapça)

akraba / akrabâ

  • Yakınlar, hısımlar.

akraba-i taallukat / akraba-i taallûkat

  • Hısım akraba; yakın uzak bütün akrabalar, aile çevresi.

akreb-i mekniyyat

  • Huk:Meşrut-un lehi bildiren zamirin en yakın mercii mânasını anlatır. Meselâ: Bir vakfiyede vâkıf tevliyetini evvelâ kendisine, sonra oğlu "A" ya, sonra çocuklarına şart etse, çocukları tabirindeki zamir vâkıfın kendisine değil de en yakın merci'i bulunan "A" nın çocuklarına hamlolunur. (Huk.L.)

akrebe

  • Dişi akrep.
  • Çevik ve zeki cariye.
  • Ayakkabı bağcığı.
  • Kazan, tencere gibi eşyaları ateş üzerine asmağa yarayan "S" şeklindeki kanca.

akres

  • Bir çeşit tuzlu veya ekşi ottur ve "devenin yemişidir."

akreşe

  • Dişi tavşan.

akret

  • Kısırlık.

akrostiş

  • yun. Edb: Mısraların ilk harfleri yukarıdan aşağıya doğru okununca manalı bir kelime veya has isim çıkacak şekilde düzenlenmiş manzume.

aks

  • (Çoğulu: Ukus) Hilâf, muhâlif, zıd, ters.
  • Gölge gibi şeylerin bir yerde eser peydâ etmesi. Sesin veya ışık gibi şeylerin bir yere çarparak geri dönmesi.
  • Döndürmek.
  • Bir şeyin evvelini ahir ve âhirini evvel yapmak.
  • Devenin yularının ucunu ayağına bağlamak.
  • <

aks-i hakikat

  • Gerçeğin zıddı, gerçek dışı.

aks-i nakiz / aks-i nakîz

  • Antitez, karşısav; biri diğerinin zıttı olan iki terimden, ikincisini oluşturan düşünce veya önerme.

aksa-l-gayat

  • Gayelerin en ilerisi, en büyüğü.

aksam / aksâm / اقسام / اَقْسَامْ

  • Dişi yarısından ufanmış.
  • Boynuzsuz davar.
  • (Tekili: Kısım) Kısımlar. Bölümler. Parçalar.
  • Kısımlar.
  • Kısımlar, bölümler.
  • Kısımlar, bölümler. (Arapça)
  • Kısımlar.

aksam-ı huruf / aksâm-ı huruf

  • Harflerin kısımları.

aksam-ı i'caziye / aksâm-ı i'câziye

  • Mu'cizelik kısımları.

aksam-ı ihsanat / aksâm-ı ihsânât

  • Bağışların kısımları.

aksam-ı kelamiye / aksâm-ı kelâmiye

  • Sözün kısımları.

aksam-ı kesire / aksâm-ı kesire

  • Çok kısımlar.

aksam-ı malume / aksâm-ı malûme

  • Bilinen kısımlar.

aksam-ı muhatab / aksâm-ı muhatab

  • Muhatapların kısımları.

aksam-ı saire / aksâm-ı sâire / اقسام سائره

  • Diğer kısımlar, öbür bölümler.

aksam-ı seb'a

  • Yedi kısım.
  • Gr: Kelimelerin (sahih, misâl, muzaaf, lefif, nakıs, mehmuz, ecvef) bölümleri.

aksam-ı selase

  • Üç kısım.
  • Gr: İsim, fiil, harf bölümleri.

aksam-ı tecelliyat / aksâm-ı tecelliyât

  • Tecellilerin, yansımaların kısımları, çeşitleri.

aksam-ı tevhid / aksâm-ı tevhid

  • Tevhidin kısımları.

akşar

  • (Akşın) Doğuştan derisi, kılları beyaz olan insan veya hayvan.

akşet

  • (Çoğulu: Kuşut) Burun kamışı çökük ve yassı olan.

aksisada / aksisadâ

  • Ses yankısı.

akson

  • yun.Tıb: Sinir hücrelerinden çıkan uzantıların en önemlisi.

aksülamel

  • İşin tersi, tepki.

akum

  • İyileşmez yara. Kısırlık.
  • Zahmet.

akümülatör

  • Fiz: Elektrik enejisini depo eden cihaz. (Fransızca)

akur

  • Yaralıyan, ısıran köpek. Kuduz, azgın köpek.
  • Çok şerir, kötü kimse.

akva'

  • Kuyruğu beyaz, gövdesi siyah olan dişi koyun.

akval-i hakimane / akval-i hakîmâne

  • Hikmet sahiblerine yakışır sözler. (Farsça)

akves

  • Sıkıntılı an.
  • İhtiyarlıktan beli bükülmüş kimse. Kamburu çıkmış ihtiyar kişi.

al-i aba / âl-i abâ

  • Hz. Peygamberin (A.S.M.) kendisi ile beraber, kızı Hz. Fâtıma Validemiz, damadı Hz. Ali ve torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'den (R.A.) müteşekkil hey'et. "Hamse-i âl-i abâ" da denir. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) giydiği abâsını mezkur sahabe-i güzin hazeratının üzerine örterek hususi dua ettiğinden b
  • Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendisiyle beraber kızı Hz. Fatıma, damadı Hz. Ali ve torunları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in üzerini mübarek abâsıyla örttüğünden bu isimle anılmaktadırlar.

al-i imran / âl-i imrân

  • İmran soyundan gelenler. (İmran ikidir. Birisi: Hz. Musa ve Harun'un (A.S.) babaları olan İmran ibn-i Yashür ibn-i Lâvi ibn-i Yakub ibn-i İshak ibn-i İbrahim'dir (A.S.) İkincisi: Hz. Meryemin babası olan İmran ibn-i Metan ki, bu da Süleyman ibn-i Dâvud ibn-i İşa neslinden, bunlar da Yahuda ibn-i Yak
  • İmrân âilesi. Süleymân aleyhisselâmın evlâdından İmrân bin Mâsân'ın kendisi veya onun kızı hazret-i Meryem ile oğlu hazret-i Îsâ. Âl-i İmrân'ın, Yâkûb aleyhisselâmın evlâdından İmrân binYeshâr'ın kendisi veya oğulları Mûsâ ile Hârûn aleyhisselâmın ol duğu da bildirilmiştir.

ala / alâ

  • Gr:Arabçada harf-i cerdir. Buna isim diyen de olmuştur. Müteaddit mâna ile kelimenin başına getirilir; manevî istilâ ve tefevvuk bildirmek için ekseriyâ mecrurunu istilaya delâlet eder. Bazan mecrurunun mukabiline müstâli olur. (maa) gibi müsahabet için gelir. (lâm) gibi tâlil için olur. Müc

alabalık

  • Akıntısı sert olan soğuk ve tatlı sularda bulunan bir cins leziz balık. (Türkçe)

alak / علق

  • Kan. Kızıl veya koyu ve uyuşuk kan.
  • Yapışkan veya ilişken nesne.
  • Hayvanat.
  • Bir işe mülâzemet eylemek.
  • Husumet-i lâzime veya muhabbet-i lâzime. Aşk ve muhabbet eylemek. Bir işe başlayıp o işe devamlı olmak.
  • Bir şeye ilişip tutulmak.
  • Yapışkan, ba
  • Kan pıhtısı. (Arapça)
  • Sülük. (Arapça)

alak-ı dem

  • Kan pıhtısı, pıhtılaşmış kan.

alaka / alâka / عَلَقَه

  • Kan pıhtısı. Uyuşuk kan.
  • Kan pıhtısı.
  • İlişik, rabıta, merbutiyet.
  • Gönül bağlama, sevgi, münasebet, taalluk, irtibat, mâlikiyet. Tasarruf. Müdâhale hakkı. Hisse.
  • Edb: Bir kelimenin hakiki mânâsından mecâzi mânâsına nakledilmesinin sebebidir. (Temiz ahlâklı, güzel huylu kimselere melek denildiği gibi.)
  • Ana rahmi duvarına tutunmuş asılı bir hücre topluluğu, insan yaratılışının ilk safhası.

alakasız / alâkasız

  • İlgisiz.

alamana

  • İtl. Küçük odun gemisi.
  • Büyük balıkçı kayığı.
  • Büyük balıkçı kayıklarına mahsus büyük ağ, ığrıp.

alamet-i hiddet / alâmet-i hiddet

  • Hiddet, kızgınlık belirtisi.

alamet-i i'caz / alâmet-i i'câz

  • Mu'cize oluş alâmeti, belirtisi.

alamet-i ihmal / alâmet-i ihmal

  • İhmal belirtisi, başı boş bırakılmışlık işareti.

alamet-i kabul / alâmet-i kabul

  • Kabul belirtisi.

alamet-i kıymet / alâmet-i kıymet

  • Kıymetin belirtisi, verilen değerin işareti.

alamet-i makbuliyet / alâmet-i makbûliyet

  • Kabul görmesinin işaret ve belirtisi.

alamet-i muvaffakiyet / alâmet-i muvaffakiyet

  • Başarı belirtisi, işareti.

alamet-i sadıka / alâmet-i sadıka

  • Doğruluk işareti, belirtisi.

alamet-i sefer / alâmet-i sefer

  • Sefere çıkma belirtisi.

alamet-i sukut / alâmet-i sukut

  • Düşme belirtisi, alçalma alâmeti.

alamet-i sürur / alâmet-i sürur

  • Sevinç alâmeti, belirtisi.

alavere

  • Vapurlara kömür vermek için bordaya kurulan kademeli iskele.
  • Tulumbanın basıp emme suretiyle işlemesi.
  • Herc ü merc. Karışıklık, kargaşalık.
  • Bir şeyin elden ele verilerek veya atılarak aktarılması.

alay

  • (Ask.) 3-4 tabur piyade veya5 bölük süvari askerinden mürekkep kuvvet.
  • Debdebe ve gösterişle yapılan tören, geçit resmi.
  • Cemaat, topluluk, güruh, kalabalık, fevç.
  • Fazla miktar, muhtelif ve müteaddit kişiler veya şeyler.

albümin

  • Tıb:Nebat ve hayvanların etli ve sulu kısımlarında bulunan karbon, oksijen, azot, hidrojen ve kükürt bileşiği gıdalı madde. (Fransızca)

alc

  • (Çoğulu: Uluc) Yaramaz huylu kişi.

alcün

  • Ahmak kadın.
  • Semiz dişi deve.

alek

  • Sülük.
  • Kan pıhtısı.

aleka / علقه

  • (Çoğulu: Alekat) Yapışkan balçık, çamur.
  • Kan pıhtısı.
  • Uyuşmuş kan.
  • Sülük.
  • Kan pıhtısı. (Arapça)
  • Balçık. (Arapça)

alem

  • Bayrak.
  • Nişan, işâret.
  • Özel isim.
  • Mc:Yüksek dağ.
  • Büyük âlim.
  • Üst dudakta olan yarık.

alem reisi / âlem reisi

  • Âlemlerin Efendisi olan Fahr-i Âlem Hz. Muhammed (a.s.m.).

alem-efruz / âlem-efruz

  • Âlemi parlatan, bütün âleme ışık saçan. (Farsça)

alem-i ceberut / âlem-i ceberut

  • Âlem-i azamet ve kudret. (Bununla âlem-i esmâ ve sıfât kasdolunur. Muhakkıkların ekserisine göre bu, âlem-i evsattır. Yâni üstte olan Lâhut âlemi ile altta bulunan melekut âlemi arasındaki âlem. Amiriyyet-i umumiyyeyi muhit olan berzahtır. Ceberut, ibranice "kudret" mânasındadır).

alem-i eşbah / âlem-i eşbâh

  • "Şebah"tan:
  • Cisimler âlemi, varlıklar âlemi.
  • Hayaller âlemi."Şibh ve şebih"den: Misaller âlemi.

alem-i islamın şahs-ı manevisi / âlem-i islâmın şahs-ı mânevîsi

  • Bütün İslâm âleminden meydana gelen mânevî şahıs; tüzel kişilik.

alem-i küfür / âlem-i küfür

  • Küfrü ve inkarcılığı yaymaya çalışan kişilerden meydana gelen güruh.

alem-i misal / âlem-i misâl

  • Rüyâda görülen âlem. Dünyada mevcud bulunan bütün eşya ve zuhura gelen bütün ef'âlin aynısı ile müretteb ve mütekevvin olan bir tarzı veya âlem-i ruhâninin bir nev'i.

alem-i ruhani / âlem-i ruhanî

  • Maddî yapısı olmayan ve gözle görülemeyen ruh âlemi.

alem-i sagir / âlem-i sagîr

  • Yaratılmışların hepsinden kendisinde bir nümûne bulunduğu için insana verilen ad.

alem-i vücub / âlem-i vücub

  • Zorunlu âlem; Allah'ın zât, sıfat ve isimlerini ifade eden âlem.

alem-i zati / alem-i zâtî

  • Zata âit isim, zatına âit işâret, zâtına mahsus alâmet, delil.

alem-i ziya / âlem-i ziya

  • Işıklı âlem, dünya.

alem-i ziyadar / âlem-i ziyadar

  • Işıklı âlem.

alemi / alemî

  • (Alem. den) Has isimle alâkalı. Aleme aid.

alemin reisi / âlemin reisi

  • Âlemlerin Efendisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

aler-re'si-vel-ayn

  • Baş ve göz üstüne. (Gelen misafire karşı veya bir işi deruhte edeceğine karşı hürmet ve memnuniyetle kabul ettiğini ifâde için söylenir.)

alevi / alevî

  • Hazreti Ali sevgisini meslek kabul eden.

aleyhimesselam / aleyhimesselâm

  • Allah'ın selâmı o ikisinin üzerine olsun.

aleyhimürrıdvan / aleyhimürrıdvân

  • Allahü teâlânın rızâsı onların üzerine olsun veya Allahü teâlâ onlardan râzı olsun mânâsına duâ ve hürmet ifâdesi. İkiden fazla Eshâb-ı kirâmın ismi anıldığında, işitildiğinde ve yazıldığında söylenir ve yazılır. Bir kişi için aleyhirrıdvân, iki kişi için aleyhimerrıdvân denir.

aleyhissalatü ves-selam / aleyhissalâtü ves-selâm

  • Peygamberler bilhassa Peygamber efendimizin ism-i şerîfi söylenince, yazılınca ve işitilince söylenen ve yazılan salât ve selâm (hayr duâlar) onun üzerine olsun mânâsına duâ ve tâzim (saygı) ifâdesi. İki kişi için aleyhimesselâm daha fazla için aleyh imüssalâtü ves selâm denir.

aleyhisselam / aleyhisselâm

  • Allahü teâlânın selâmı onun üzerine olsun mânâsına daha çok peygamberler ve dört büyük melek için kullanılan duâ ve tâzim (saygı) ifâdesi. İki kişi için aleyhimesselâm, daha çok kişi için aleyhimüsselâm denir.

alfabe

  • Bir lisandaki sesleri gösteren harflerin, belli bir sıraya göre dizilmiş takımı. (Fransızca)
  • Okuyup yazmayı yeni öğrenecekler için başlangıç kitabı. (Fransızca)
  • Bir işin başlangıcı. (Fransızca)

alhan

  • Deve kuşunun erkeği.
  • Karnı çok aç kişi.

ali-d-derecat / âli-d-derecat

  • Derecelerin âlisi, iyi ve şereflisi.

aliaba

  • Peygamberimizin abası altına aldığı beş kişi.

alicenabane / âlicenâbâne / âlîcenabâne

  • Büyüklere yakışır, yüksek bir tarzda.
  • Yüksek ahlâklı birine yakışır biçimde.

alih / âlih

  • Deve kuşunun dişisi.
  • Hafif mizaçlı.

alikadir / âlikadir

  • Kadri yüce, yüksek kişilik sahibi.

alim / alîm

  • Bilen. İlmi, ebedi ve ezeli olan Cenab-ı Hak. (Kur'an-ı Kerim'de bu isim 126 kerre zikredilir.)
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Devâmlı ve eksiksiz bilen.

alimane / âlimâne

  • Alimlere yakışır surette. Bilenlere yakışır şekilde. (Farsça)
  • Âlimlere yakışır surette.

aliyy

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yüce olan. Mahlûkâtın (yaratılmışların) akıl, ilim (bilgi) ve anlayışlarının erişemediği yücelikte olan.

aliyy-ül a'la

  • En üstün, birincilerin birincisi. En yüksek. Pek iyi.

aliyy-ül murtaza

  • Esedullah, Aliyy-ibni Ebi Talib, Ebutturâb, İmâm-ı Ali isimleri ile de anılır.Hz. Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) amcası Ebu Tâlib'in oğlu olup Hicretten yirmiüç yıl önce doğmuş ve Bi'setin ikinci günü daha on yaşında iken imân etmiş, hiç putlara tapmamıştır. Bunun için mübârek ismi söylendiğinde, Kerrema

aliyyü'l-murteza / aliyyü'l-murtezâ

  • Hz. Ali'nin "kendisinden razı olunmuş" anlamlarına gelen bir ünvanı.

aliyyülala / aliyyülâlâ / على الاعلا

  • En iyisi. (Arapça)

allah

  • İnsanı, dünyayı, kâinatı, görülen veya görülemiyen bütün varlıkların yaratıcısı. Allah ezelidir; yani varlığının başlangıcı yoktur, çünki yaratılmamıştır ve varlığı devamlıdır, sonsuzdur. Hiç bir şey yokken o yine vardı. Allah'ın ilmi, kudreti ve iradesi ve diğer sıfatları da sonsuzdur. O herşeyi ve

allahu a'lem

  • "Allah en iyisini bilir".

allahü a'lem / allahü â'lem

  • Allah en iyisini bilir.

allak

  • Sözünde durmaz.
  • Hilekâr, kendisine güvenilmesi doğru olmayan.

allam-ül guyub / allâm-ül guyub

  • Esma-i Hüsnadandır. Bütün gaybları, geçmişi, geleceği, hazırda olmayanı, dünyadakileri, âhirettekileri ve her şeyi bilen Cenab-ı Hak.

allam-ul-guyub / allâm-ul-guyûb

  • Gâibleri (görünmeyen ve bilinmeyen gizli şeyleri) çok iyi bilen mânâsına, Allahü teâlânın isimlerinden.

allame / allâme

  • Bilginlerin en bilgilisi.

allet

  • Kişinin, avreti üstüne aldığı ikinci avret.
  • Üvey ana.

alotropi

  • Kimya bakımından bir değişiklik olmadığı halde bir cismin ayrı hususiyetler göstermesi hali. Meselâ : Kırmızı ve beyaz fosfor arasında, birleşim farkı yoktur. Buna rağmen renklerinin ayrı oluşu bir alotropi halidir.

alud / âlûd

  • (Alude) Karışmış, karışık, mülevves. Bulaşmış. (Farsça)
  • Bulaşık, karışık.

alude / âlûde

  • Karışık.

alüfte / âlüfte / آلفته

  • Muhabbet ve sevgiden deli gibi. (Farsça)
  • Alışık, nâmus perdesi yırtık, iffetsiz kadın. Fâhişe. (Farsça)
  • Alışık, iffetsiz kadın.
  • İffetsiz, fahişe. (Farsça)
  • Alışık. (Farsça)

alüfte madam / âlüfte madam

  • Namus dışı hareketlerde ve faaliyetlerde bulunan kadın.

amair / amâir

  • (Tekili: Amâyir) (İmâret) İmâretler. Mâmur etmeler.
  • Sâlih fakirlerin veya kendisini idare edemiyen veya çalışamıyan talebe-i ulumun, fukarâ-i sâlihînin iâşesinin te'min edilmeleri.

amare-gir

  • Hesap işleriyle uğraşan kişi. Muhasebeci. (Farsça)

amatör

  • Bir işi para kazanma maksadıyla değil de, zevk için yapan kimse. (Fransızca)

amazon

  • Milattan önce yaşamış İskitlerin kadın askerlerine verilen isim. Göğüslerini dağlatarak küçükten harbe alıştırılan bu İskit kadınlarının şiddetli muharebeler yaptıkları yazılıdır.
  • Güney Amerika'da büyük bir nehir adı.

ambalaj

  • Eşyayı taşınabilir bir hale koymak için sarma veya sandığa yerleştirme işi. (Fransızca)

amediye / âmediye

  • Gümrük vergisi. (Farsça)

amel-i hayr

  • Hayır işi.

amelnüvis

  • Kasların çalışmasındaki değişiklikleri işaretleyen âlet. (Farsça)

amig

  • Karışık. (Farsça)
  • Hakikat. (Farsça)
  • Mc: Çiftleşme. (Farsça)

amihte / âmîhte / آميخته

  • Karışmış, karışık. (Farsça)
  • Karışık, karışmış. (Arapça)

amije

  • Şair. (Farsça)
  • Karışmış, karışık. (Farsça)

amil / âmil / عَامِلْ

  • Yapan. İşleyen.
  • Sebep.
  • Vergi tahsiline memur kimse.
  • Mütevelli.
  • Vâli.
  • Gr: İraba te'sir eden yüz şeyden altmışı. (Yalnız ismi mecrur yapanlar yirmi adettir).
  • İşi yapan, etki eden.

amim-ül ihsan / amîm-ül ihsan

  • Bağışı, bahşişi, ihsanı bol ve umumi olan.

amin bihurmeti seyyidi'l-mürselin / âmin bihurmeti seyyidi'l-mürselîn

  • Peygamberlerin Efendisi hürmetine duamızı kabul et Allahım!.

amin bihürmeti seyyidi'l-mürselin / âmin bihürmeti seyyidi'l-mürselîn

  • "Peygamberlerin Efendisi hürmetine duamızı kabul et Allah'ım!".

amirane / âmirane

  • Emredercesine. Amir imiş gibi. (Farsça)
  • Emreden büyük kimseye yakışır şekilde. (Farsça)

amiyane / âmiyane / âmiyâne / عَامِيَانَه

  • Âdice. Bayağıca. Cahillere yakışır surette. (Farsça)
  • Bilgisizce, körü körüne.
  • Sıradan halka yakışır şekilde.

amiz / âmiz

  • Karışık, karışmış. (Âmihten) mastarından imtizaç etmek, karıştırmak mânasındadır. (Farsça)

amme / âmme

  • Tülbent sargı.
  • Su içinde üstüne binip yüzülen şişirilmiş tulum.
  • Umumi. Herkese ait.

ammus

  • Güçlü ve kuvvetli kişi.

ampul

  • İçinde elektrik akımı yardımıyla ışık vermeye yarayan bir iletken bulunan, havası boşaltılmış olan cam şişe. (Fransızca)
  • İçinde sıvı ilâç bulunan, ağzı kızdırılarak kapatılmış küçük şişe. (Fransızca)

amr

  • Eski fetva metinlerinde erkeği temsil etmek için kullanılan umumi isimlerden birisi.

amur

  • (Çoğulu: Âmar) Bekâ mânâsına. Ömür. Her kişinin hayât müddeti.

an'aneli sened

  • Hadîs aktarımında Peygamber Efendimize (a.s.m.) varıncaya kadar "filandan, o da filandan" şeklinde oluşan isim listesi.
  • Hadis nakledenlerin veya bir haberi söyleyenlerin bu haberi kimden kime söylendiğini belli eden "An filan, an filan" diyerek şahısların isimleriyle beraber rivâyet ve nakledilen kuvvetli ve şüphe götürmeyen sened.

an-il-gıyab

  • Kendisi yokken, gıyabında, arkadan.

ana / ânâ

  • (Tekili: Ani) Gece yarısı vakitleri.

anak / anâk

  • En zarif, en yakışıklı, en güzel.
  • Çok ferah, çok sürurlu.
  • (Çoğulu: Ânuk) Dişi keçi yavrusu.
  • Zahmet, meşakkat.
  • Karakulak dedikleri hayvan.

anarşi

  • Karışıklık, kargaşalık, düzensizlik.

anarşilik

  • Karışıklık, kanunsuzluk.

anarşist

  • Anarşi taraftarı. Anarşi ve karışıklık çıkaran.

anatomi

  • Canlıların yapısını ve bu yapıyı meydana getiren uzuvları inceleyen ilim dalı. Tıbtaki önemi çok büyüktür.

anber

  • Güzel koku. Adabalığı ve kaşalot denilen büyük balıkların barsaklarında teşekkül eden güzel kokulu madde.
  • Derisinden kalkan yapılan bir balık.

anbera

  • İğde yemişi.

andezit

  • Yanardağ lâvlarının soğumuş kalıntısı.

ane / âne

  • Kelime sonuna getirilerek zarfiyet ifâdesi için kullanılan nisbet edatıdır. Meselâ: Mütefekkirâne (: Mütefekkire yakışır halde) kelimesinde olduğu gibi. (Farsça)
  • Bir aşiretin bütünlüğü veya işleri veya şerefi.
  • Dişi ve yabani eşek.
  • Yabani eşek sürüsü.
  • Cedi (keçi) burcundan bir kısım yıldızlar.
  • Kasık kılı.
  • Apış arası, kasık.

anhüma / anhümâ

  • Her ikisinden.

animizm

  • Sosy: Ruhları İlâh sayan batıl bir din. Ruhlar cisimler gibi Allah'ın mahlukudur. Onun emirlerine tâbidir.

anka

  • İsmi olup cismi bilinmeyen bir kuş. Çok büyük olduğu anlatılır. Zümrüd-ü Anka ve Simurg gibi isimlerle de anılır.
  • Uzun boyunlu kadın.
  • Arabdan bir kimsenin lakabı.
  • Zahmet, meşakkat.

ankara ehl-i vukufu

  • Ankara mahkemesi bilirkişi heyeti.

ankebet

  • (Çoğulu: Anâkıb) Dişi örümcek.

anofel

  • yun. Sıtma mikrobunu taşıyan ve aşılayan sivrisinek.

anonim

  • yun. Yapıcısının adı belirtilmeyen eser.
  • Sermayesi hisselere bölünerek, her ortağın mes'uliyet ve salâhiyeti sermayedeki hissesiyle orantılı bulunan ortaklık, şirket.

antropoloji

  • yun. İnsan dediğimiz varlığı inceleyen ilim. İnsan biyolojik özellikleri açısından incelendiğinde biyolojik antropoloji, cemiyet halinde yaşıyan bir varlık olması açısından incelendiğinde sosyal antropoloji veya kültür antropolojisi, insanın mahiyeti, diğer varlıklardan farkı, hayatının mânası, düny

ar'ar

  • Dikenli ardıç ağacı, dağ selvisi.
  • Mc: Güzelin boyu bosu.

arab

  • Ceziret-ül Arab, Şam, Hicaz, Irak, Yemen, Mısır ve Afrika'nın şimâlinde yaşayan geniş bir kavmin adı.

arabi hattı ve hurufu / arabî hattı ve hurufu

  • Arapça yazısı ve harfleri.

aram-cuyane / ârâm-cûyane

  • Dinlenmek isteyene yakışır şekilde. (Farsça)

aram-gar / ârâm-gâr

  • Hiçbir sıkıntısı olmayan, rahat yaşayan adam.

araste

  • Bezenmiş süslenmiş. (Farsça)
  • Çarşının bir esnafa mahsus kısmı. (Farsça)
  • Vaktiyle ordu çarşısı, ordugâhta kurulan seyyar çarşı. (Farsça)

arazi / ârazî

  • Bir şeyin aslen kendisinde olmayıp sonradan ona ilişen, zâtı için zorunlu olmayan.

arazi-i emiriyye-i mevkufe / arâzi-i emiriyye-i mevkufe

  • Huk: Sadece hazine menfaatleri veya tasarruf hakları veyahut ikisi de bir hayır cemiyetine ayırılan miri arazi.

arazi-i emiriyye-i sırfa / arâzi-i emiriyye-i sırfa

  • Huk: Beytülmâle mahsus menfaatleri ve tasarruf haklarından hiçbiri bir cihete verilmeyip devlete ait olan ve şahıslara dağıtılan memleket arazisi.

arazi-i haraciyye / arâzi-i harâciyye

  • Harac vergisine tâbi olan topraklar. Müslüman olmayanlardan sulh ile alınıp harac vergisi karşılığında mülkiyeti eski sâhiplerine bırakılan veya harbde zorla alınıp müslüman olmayan sâhiplerinin elinde bırakılan, yâhut zımmînin (müslüman olmayan vata ndaşın) müslüman hükümdârın izni ile işlediği ölü

arazi-i mevkufe / arâzi-i mevkufe

  • Vakfedilmiş yerler. Bir hayır işine devamlı surette tahsis edilmiş yerler.

arazi-i miriyye / arâzi-i mîriyye

  • Mîrî yâni devlete âit topraklar. Harp ile alınarak, gâziler arasında taksim edilmeyip, beytülmâle (devlet hazînesine) bırakılan veya uşr yâhut harac toprağı iken sâhibi ölüp, hiç mîrasçısı bulunmayan topraklar. Arâzi-i Memleket, Arâzi-i Emîriyye de denir.

arazi-i muhtekere / arâzi-i muhtekere

  • Kiracısı tarafından üzerine bina yapılmak veya ağaç dikilmek üzere senelik bir ücret karşılığında kiraya verilen arazi. (Kiracı, kira bedelini her sene arâzi sahibine vererek o arâziyi devamlı sûrette elinde bulundurur.)

arazi-i mülkiye / arâzi-i mülkiye

  • Hükümet arazisi, hükümet toprağı. Hazine arazisi.

arazi-i mürfaka / arâzi-i mürfaka

  • Huk: Sokaklarda oturulacak yerler ve caddelerde boş bırakılan kısımlar. Yolculara ait terkedilmiş konak yerleri, kervansaraylar.

arazi-i uşriyye / arâzi-i uşriyye

  • Mahsûlünden (ürününden) uşur denilen zekatın alındığı topraklar. Müslüman devletlerde harb ile alınıp gâzîlere (askerlere) taksim edilen veya isteyerek İslâm'ı kabûl edenlerin ellerinde bırakılan yâhut devlet reisinin (başkanının) izni ile müslümanlar tarafından işlenip faydalanılır hâle getirilen m

arca

  • (Müz: Arec) Topal ve aksak kişi.
  • Sırtlan.

ard-biz

  • Elek, un eleği. (Farsça)
  • Elekle un eleyen kişi. (Farsça)

arecan

  • Aksak ve topal kişinin yürümesi.

aremide

  • İstirahat eden, dinlenen. Rahat kişi. (Farsça)

arif / ârif

  • Bilen, tanıyan, ilim ve irfân sâhibi.
  • Allahü teâlânın rızâsını kazanmış, O'ndan başkasının sevgisini kalbinden çıkarmış, tasavvufta yetişip, kemâle ermiş velî zât. Ârif-i billah da denir.
  • Mütehassıs olduğu ilmi, zorlanmadan tatbik eden, kullanabilen kimse.

arif-i münevver / ârif-i münevver

  • Nurlanmış ve mesleğinin mütehassısı olmuş ve aklı ile beraber kalbi de nurlanmış âlim. Arif-i Billâh.

arifane / ârifane / ârifâne

  • Arife yakışır surette. Bilene yakışır şekilde. İrfan sahibi olarak. (Türkçe)
  • Bilen birine yakışır bir şekilde.

arız / ârız

  • Sonradan olan şey. Bir şeyin zâtına ve hakikatına ait ve lâzım olmayıp başka bir varlıktan bazan vâki ve kaim olan. Takılan. Yapışan.
  • Bir şeyi arz ve takdim edici olan.
  • Kalın ve geniş bulut.
  • Ön dişlerin haricindeki onaltı dişin herbiri.
  • İnsanın yanağı.

arızi / ârızî

  • Kendisinden olmayan, ilinti.

arki / arkî

  • Balık avcısı.

armatür

  • Lât. Fiz: Kuvvet akımını toplu bir hale koymak için mıknatısın kutupları arasına yerleştirilen demir parçası.
  • Kondansatördeki iki iletken yüzeyden her biri.

arrade

  • (Çoğulu: Arrâdât) Küçük bir çeşit mancınık ki, hareket eden tekerlek üzerine konurdu.
  • Dişi çekirge.

arş-ı ehadiyet

  • Allahın ehadiyet tecellisinin arşı ve âlemi. Allahın, ehadiyet tecellisini gösteren âlem.

artuşi

  • Van çevresinde bulunan büyük aşiretlerden birisidir, "Ertoşi" ve "Ertuş" adıyla da anılmaktadır.

arusane

  • Geline yakışır şekilde. (Farsça)

arvana

  • Boz dişi deve.

arz

  • Bir büyüğe bir şeyi hürmetle vermek. Bir işi büyüğüne hürmetle anlatmak. İzâh etmek. Takdim etmek. Bir kimseye bir şeyi izhar etmek.
  • Kıymetli bir şeyi diğer bir şeyle değiştirmek.
  • Bir şeyin birden, âniden meydana gelmesi.
  • Altın ve paradan gayrı mal, metâ. Bir şeyin uz

arz sefinesi

  • Dünya gemisi.

arz-hane

  • İstanbuldaki Topkapı sarayında bulunan Hırka-i Şerif odasının dışında kalan aralık oda. (Farsça)

arz-ı hürmet

  • Hürmetini bildirme. Saygısını gösterme.

arz-ı mahzar

  • Bir işin yapılması için, yüksek bir mevkiye halk tarafından topluca verilen dilekçe.

arz-ı tazimat / arz-ı tâzimât

  • Karşısındakine büyük bir hürmetle takınılan tavır ve hareket.

arzın nısfı

  • Dünyanın yarısı.

arziyat

  • Jeoloji. Dünyanın yaradılışı ile tarih boyunca değişen vaziyetlerini tetkik eden ilim.

arziye

  • Dünyalıların kendisine ait.

  • Muharrem ayında pişirilen aşure. (Farsça)
  • Yemek, taam. (Farsça)

asabe

  • Baba tarafından akrabâ, hısım. Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde hisse (pay) takdîr edip bildirdiği vârislerden (Eshâb-ı ferâizden) sonra gelen ve belli bir payı olmayıp artan malı almaya hak kazanan, ölene erkek vâsıtasıyla bağlanan erkek akrabâ veya bâzı durumlarda bunlar gibi vâris olan kadınlar.

asabiyeten

  • Milliyet ve soy açısından.

asabiyy-ül-mizac

  • Yaradılışça sinirli olan kimse. Yaradılışı itibâriyle asabi, hırçın, öfkeli olan.

asafane / asafâne

  • Bir vezire yakışır surette ve hâlde. (Farsça)

asalet

  • Temiz soyluluk. Soy sop temizliği. Köklülük.
  • Rüsuh.
  • Metanet. Necabet. Zâdegânlık.
  • Kendi işi için bizzat ve kendisi nâmına hareket.
  • Edb: Yazıda veya sözde bayağı tâbirlerin bulunmaması.

asaleten

  • Vekil olmayış. Kendi işini kendi namına bizzat kendisi yapmak üzere. Kendi nâmına olmak üzere.

asamm

  • Sağır, işitmez, katı.
  • Sağır.
  • Sert, katı.
  • Güç, tahammül edilmez.
  • Gr: Muzaaf olan fiil. (İkinci veya üçüncü harf-i aslisi şeddeli olan fiil)

asar / asâr

  • Yağcı, yağ satıcısı.

asar-ı esma-i ilahiye / âsâr-ı esmâ-i ilâhiye

  • Allah'ın isimlerinin eserleri, varlıklardaki izleri, yansımaları.

asar-ı nama'dud / âsâr-ı nâma'dûd

  • Sayısız eserler.

asar-ı namadud / âsâr-ı nâmadûd

  • Sayısız eserler.

asayiş

  • Emniyet, güvenlik, korku ve endişeden uzak hâl. Kanun, nizam hakimiyeti. İnsan cemiyetlerinde iktidar, hâkimiyet, bir zümrenin, bir sınıfın elinde olmaktan kurtulamamasından ve bir kısım insanlarca yapılan, istedikleri zaman değiştirilen kanunlara diğer insanların saygısı temin edilemediğinden asayi (Farsça)

asb

  • Bağlamak.
  • Sağlam olarak dürmek.
  • İmâme, sarık.
  • Yemen'de yapılır bir nevi kumaş.
  • Firavun atı adı verilen bir deniz canavarının dişisi.
  • Kurumak.
  • Kızarmak.
  • Sarmaşık.
  • Sargı, bağ.
  • Mendil.

asced

  • Halis, karışıksız altın.

asdika

  • Sâdıklar. Sabık ve sadık dostlar.
  • İçi dışına, sözü işine uygun olanlar.

aşebe

  • Zayıflığından gövdesi kurumuş olan yaşlı kimse.
  • Büyük azı dişi.
  • Küçük adam.

asef

  • (Asf) Büyük kadeh.
  • Bir şeyi almak.
  • Yoldan çıkmak. Zulüm eylemek. Körü körüne gitmek.
  • Birisini istihdâm eylemek. Irgatlık etmek, tarlada işçilik etmek.
  • Ölüm. (Kamus'tan alınmıştır.)

aşeme

  • Kuru ekmek parçası.
  • Büyük azı dişi.

asenn

  • Koltuğu kokan kişi.

aşere-i mübeşşere

  • Hz. Peygamber'in (A.S.M.) kendilerine Cennetlik olduklarını müjdelediği sahabelerdir. Bu kişiler Allah'ın emirlerine bağlılıkta ve din hizmetindeki fedailikte Allah'ın rızasını tam kazanmışlardır. Bu zatlar şunlardır: Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Abdurrahman bin Avf, Hz. Ubeyde b

ases / عسس

  • Asâyişin muhafazası için geceleri dolaşan ve şimdiki polis vazifesini gören memurlar.
  • Gece bekçisi. (Arapça)

aşevi

  • Yoksullara parasız olarak yemek yedirilen veya dağıtılan yer, aşhane.
  • Para ile yemek yenilen yer, lokanta.
  • Düğün gibi toplantılarda, yemekleri hazırlamak için iğreti mutfak olarak kullanılan yer.
  • Bazı tekkelerde yemek pişirilen yer.

asfiya-i muhakkikin / asfiya-i muhakkikîn

  • Hz. Peygamberin çizgisinde yaşayan ve hakikatleri delilleriyle bilen ilim ve takvâ sahibi büyük zatlar.

asgün

  • Hazar Denizi'ne verilen bir isim.

ashab / ashâb

  • (Tekili: Eshâb) (Sahib) Arkadaş olanlar. Sahip olanlar, kullanma yetkisine sahip kişiler.
  • Halk, ahali.
  • Sahabeler, yani Peygamberimiz Hz. Muhammed'i (A.S.M.) görmüş ve mü'min olarak ona ve onun mesleğine bağlı kalmış olan zatlar. Bu kişiler, insanlık, doğruluk ve her türlü faz

ashab-ı eyke / ashâb-ı eyke

  • (Ashâb-ı Leyke) Şuayb'ın (A.S.) Allah tarafından kendilerine gönderildiği kavmin adı. Yerleri ağaçlı olduğundan bu isim verilmiştir.

ashab-ı fil / ashâb-ı fil

  • İslâmiyetten önce Kâbe-i Muazzamayı tahrib için Mekke'ye hücum eden Habeş ordusunun ismi ( Önlerinde fil bulunduğundan, zırhlı vasıtalar gibi ondan faydalandıklarından bu isim verilmiş olduğu nakledilir.

ashab-ı kehf / ashâb-ı kehf

  • Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyan'da bahsi geçen ve devirlerinin zâlim padişahından gizlenerek ve onun şerrine âlet olmaktan çekinerek, beraberce bir mağaraya saklanıp, Rabb-ı Rahimlerine (C.C.) sığınan, dindar ve makbul büyük zâtlar. İsimleri rivâvette şöyle sıralanır: Yemlihâ, Mekselinâ, Mislinâ, Mernüş, D
  • Mağara arkadaşları. Bunlar, zamanlarındaki zalim hükümdarlarının şerrinden mağaraya sığınan ve orada yıllarca uyutulduktan sonra tekrar diriltilen, köpekleri ile birlikte, yedi sekiz kişiydiler.

ashab-ı meş'eme

  • Uğursuz, şerli kişiler, kötüler.

ashab-ı meymene

  • Uğurlu kişiler, iyi kimseler.

ashab-ı ress / ashâb-ı ress

  • Kur'anda bahsi geçen bir kavim adıdır. Kimler oldukları kati bir şekilde tesbit edilemiyor. Râvilerin ekserisi, peygamberlerine isyan eden ve onu öldürüp kuyuya atan, bundan dolayı da Cenab-ı Hakkın helâk ettiği bir kavim olduğu hakkında ittifak etmektedir. (Furkan Suresi, 38 inci Ayet)

ashab-ı şevk / ashâb-ı şevk

  • Mânevî zevkleri tadıp şevke gelen kişiler.

ashab-ı suffa / ashâb-ı suffa

  • Suffa ehli. Bunlar, Hz. Peygamberin (A.S.M.) mescidine bitişik üstü örtülü, etrafı açık bir yerde otururlardı ve orada yaşarlardı. Bu zatların yaşayışları ve hâlleri din hizmeti, hayatı bakımından büyük değer taşımaktadır. Bütün hayatları Peygamberimiz'in (A.S.M.) yanında bulunarak Kur'ânın en yükse

ashab-ı şuhud

  • Görülmeyen âlemlerdeki hakikatleri gözlemleyebilen kişiler.

ashab-ı vezaif / ashab-ı vezâif

  • Görevli kişiler.

ashame

  • Peygamberimizin zamanında Müslümanlığı kabul eden Habeş Necaşisinin ismi.

aşı

  • Birşeyden alınıp diğer birşeye aktarılan madde.
  • Çeşitli tehlikeli hastalıkların önünü almak için aşılanan madde.
  • Yabani veya cinsi âdi bir ağaca, cinsine yakın diğer iyi bir ağaçtan vurulan kalem veya yaprak aşısı.

aşık / âşık

  • Çok fazla seven. Mübtelâ. Birisine tutkun.
  • Saz şairi.
  • (Cümledeki yerine göre) : Ahbab, hazret, ma'hut, seninki gibi mânâlara gelir. (Müennesi: Aşıka)

asıl

  • Kendisi, temel, kök.

asil / âsil

  • (Çoğulu: Avâsil-Usûl) Kovandan bal alan kişi.
  • Yürürken aceleden yele yele yürüyen kimse.

asil-zadegan / asil-zâdegân

  • (Tekili: Asil-zâde) Asilzâdeler, soylu kişiler.

asilane / asilâne

  • Asil olanlara yakışır şekilde. Asil ve neseb sahibine lâyık. (Farsça)

asım

  • Kendisini günahlardan men'edip pâk ve ismetli tutan, koruyan, men'eden.

asime-sar / asime-sâr

  • Kafası karışık. (Farsça)

aşina-yı bezm-i hak / âşina-yı bezm-i hak

  • Hak meclisinin âşinası; Kur'ân ve iman hakikatlerine dair yapılan sohbetlere aşina olan.

asir

  • Karmakarışık.
  • Bitişik komşu.

aşir / âşir

  • İslâm devletlerinde, şehir dışında durarak; müslüman tüccârdan o anda yanında bulunan ticâret malının zekâtını, müslüman olmayanlardan ise, gümrük denilen vergiyi toplayan me'mur.

asire

  • Üzerine bir yıl geçtiği hâlde hâmile olmayan dişi deve.

aşiret / aşîret

  • Dil ve kültürü büyük ölçüde aynı türden olan, birçok boydan oluşan, yapısındaki aileler arasında sosyal, ekonomi, din, kan veya evlilik bağları bulunan göçebe veya yerleşik nitelikteki topluluk; oymak.

asistan

  • Profesör veya hekim yardımcısı. (Fransızca)

aşk-ı dünya

  • Dünya aşkı, sevgisi.

aşk-ı hakikat

  • Hakikat sevgisi.

aşk-ı hakiki / aşk-ı hakikî

  • Hakiki aşk. Allah için sevmek. Allah sevgisi.

aşk-ı islamiyet / aşk-ı islâmiyet

  • İslâmiyet aşkı, İslâm sevgisi.

aşk-ı mukaddes-i ilahiye / aşk-ı mukaddes-i ilâhîye

  • Cenâb-ı Hakkın zâtına mahsus mukaddes sevgisi.

asl-ı hilkat-i arz

  • Toprağın yaratılışının esası.

aslah

  • Kulağı hiç işitmeyen.

aslüfasl

  • İşin aslı ve ayrıntıları.

asm

  • "Aleyhissalâtüvesselâm" duasının kısa yazılışı.

asma / asmâ

  • Ön ayağı beyaz olan dişi koyun.

asman-gun / asman-gûn

  • Gök mavisi. (Farsça)

aşr

  • On sayısı.
  • (Aşir) On.
  • On adetten birisini almak. On etmek.
  • Kur'ân-ı Kerim'den on âyet mikdarı kısım.
  • Kur'ân-ı Kerimden bir vesileyle okunan on âyet miktarı kısım.
  • On. Bir cemâat içerisinde ve daha çok cemâatle kılınan namazlardan sonra Kur'ân-ı kerîmden sesli olarak okunan on âyet veya bu mikdara yakın bir bölüm.
  • Kur'ân-ı Kerim'den on âyet miktarı okunan kısım.

asr-ı evvel

  • İlk asır.
  • Ist: Fey-i zevâle ilâveten, herşeyin gölgesi kendisinin bir misli daha uzadığı zamandan başlayıp, iki misli uzayıncaya kadar süren ikindi vaktidir. (Fey-i zevâl; güneş tam ortada iken, gölgenin uzunluğudur.)

asraf

  • (Tekili: Sarf) Masraflar.
  • Değişiklikler.

assale

  • Arı, bal arısı.
  • Arı kovanı, kovan.
  • Petek, bal peteği.

aşti / aştî

  • Barışıklık, sulh. (Farsça)

aşti-perver / aştî-perver

  • Barış taraflısı, sulh. (Farsça)

astronom

  • yun. Kozmoğrafya âlimi, felekiyat ile uğraşan, gök cisimleri hakkında bilgi edinmeye çalışan.

astronomi

  • Gökteki cisimleri inceleyen ilim.

astronot

  • yun. Feza yolculuğu yapan vasıtaları kullanan kişi. (Amerikada ve batıda astronot; Rusyada ve komünist ülkelerde kozmonot tâbiri kullanılmaktadır.)

aşub-engiz / aşûb-engiz

  • Karışıklığa medar olan, kargaşalığa sebebiyet veren. (Farsça)

aşub-gah / aşûb-gâh

  • Gürültülü patırtılı yer. Kargaşalık ve karışıklık yeri. (Farsça)

asude-hal / asûde-hâl

  • Hâli rahat, sıkıntısı olmayan. (Farsça)

aşure / âşure

  • Bir çok meyve ve hububat karıştırılarak pişirilen tatlı; derleme, karışık.

asveb

  • (Sâib. den) En doğru ve iyisi. Çok isabetli.

aşyan

  • Akşam yemeği yiyen kişi.

ata-yı mahz / atâ-yı mahz

  • Sâf, halis lütuf, bağış, Allah vergisi.

ata-yı rahmet / atâ-yı rahmet

  • Rahmet ve merhametin ihsanı, vergisi.

atal

  • (C. A'tâl) Vücudun örtüsüz yeri, bilhassa ense.
  • Bir kişinin güzelliği.
  • Vücudun tamamı.
  • Boyuna asılan gerdanlığı kaybetmek.

atalet kanunu

  • Fiz: Duran bir cisim, bir kuvvetin etkisi olmadan hareket edemez; ve hareket hâlindeki bir cisim, bir kuvvetin etkisi olmadan hızını ve yönünü değiştiremez.

atb

  • Hışım etmek.
  • Fesad.
  • İkrah olunan, kerih görülen.

atele

  • (Çoğulu: Utül) Rende.
  • Kalın ve büyük asâ.
  • Fârisi yayı.
  • Doğurmamış dişi deve.

ateş-i hecr

  • Firak ateşi, ayrılık acısı.

atfen

  • Birisi adına.
  • Birisinin adına. Birisine yükleyerek.

atfetme

  • Bir işi veya bir sözü bir kimseye mal etme, yükleme.

atfetmek

  • Bir işi veya sözü bir kimseye yüklemek, dayandırmak.

ati / âtî

  • Gelecek zaman, ilerisi.

atıf / âtıf

  • (Atf. dan) Yüzünü çeviren, bakan. Meyleden, yönelen.
  • Bağlaç.
  • Şefkat edici kimse. Merhametli, müşfik.
  • Yarış atlarının altıncısı.
  • Gr: İki kelimeyi birbirine bağlayan harf veya kelime.

atil

  • Şerli, şerir, yaramaz kişi.

atle

  • (C. Utül) Rende.
  • Yoğun büyük asâ.
  • Büyük iğne demiri. Farisî yayı.
  • Doğurmamış dişi deve.

atmosfer

  • Dünyanın çevresini kuşatan 100 km. kalınlığında, çeşitli gazlardan meydana gelen gaz tabakası. Başka gök cisimlerini kuşatan gaz tabakalarına da atmosfer denir.
  • Bir yerdeki mânevi hava.
  • Basınç birimi. 0 derecede 76 cm. yükseklikteki bir civa sütununun 1 cm. karelik alan üzeri

atom

  • yun. Maddenin bölünemez en küçük parçası manasında eski çağ felsefesinde kullanılan bir tâbir, günümüze kadar gelmiş ve ilmî tabir olarak kalmıştır. Atom, maddenin bölünmez bir parçası değil, kendisi de daha küçük parçalardan yaratılmış çok küçük bir âlemdir. Dünyada, kâinatta ve atom âleminde hep a

atreş

  • Sağır, işitmeyen.

atum / atûm

  • Akşam vaktinin dışında sütünü vermeyen deve.

avakır

  • (Tekili: Akıra) Fakirler, yoksullar.
  • Kısırlar, verimsiz olanlar.
  • Kudurmuş olanlar.

avam-perestane

  • Avam kimselere yakışır şekilde. (Farsça)
  • Şiddetli halk taraftarı olan birine yakışır sûrette. (Farsça)

avamil / avâmil

  • Âmiller, sebepler.
  • Arap nahvine ait ve bu isimdeki kitap.

avamperestane / avamperestâne

  • Bilgisizce, câhilce; avamâ, sıradan kimselere yakışır şekilde.

avan

  • (Çoğulu: Uven) Her şeyin orta yaşlısı.
  • (Çoğulu: Avine-Avân) Esir.
  • Yardımcı, nâsır.

avemen

  • Deve veya at gidişi.
  • Yüzme.

avhec

  • Yılan.
  • Uzun boyunlu.
  • Dişi deve.

avret

  • Eksik. Gedik. Gizlenmesi lâzım gelen şey. Dinen örtülmesi vâcib olan âzâ, ud yeri. Utanılacak ve hayâ edilecek şey. Erkeklerde göbek ile diz kapağı arasındaki kısım.
  • Kadın. Zevce. Nikâhlı.
  • Gece uykuya yatacağı vakit ve seherden evvel uykudan kalkılacak saate de şeriat örfünde

avvac

  • Fildişi satan. Fildişi işçisi.

aya / ayâ / âyâ

  • Tedavisi mümkün değil, iyileştirilmez.
  • Kabiliyetsiz, kudretsiz.
  • (Şüphe ve tereddüt bildiren edât; hayret ve taaccüb, soru ile beraber ümid ifâde eder) Acabâ. Âyâ, nasıl oluyor. Hayret, sen bu işi nasıl olur da yaparsın?.. der gibi.

ayan / âyan

  • Parlamentonun aldığı kararları düzeltmek için üyelerinin bir kısmı devlete mensup, bir kısmı da halktan seçilmiş olan meclis ve bu meclis üyelerinin her biri ("âyan meclisi", "âyandan falan zat" şeklinde kullanılır).

ayet-i mücesseme / âyet-i mücesseme / آيَتِ مُجَسَّمَه

  • Cisimleşmiş âyet.
  • Cisimleşmiş ayet.

ayetü'l-kürsi / âyetü'l-kürsî

  • Allah'ın varlığından ve bir kısım mühim sıfatlarından bahseden Bakara Sûresinin 255. âyeti.

ayın

  • Arap alfabesinin onsekizinci ve Osmanlı alfabesinin yirmibirinci harfi olup, ebced hesabında yetmiş sayısına tekabül eder.

ayin / âyin

  • Gözü değen kişi. Nazarı değen kimse.

ayine

  • Ayna. Mir'ât. Kendisine tecelli ve aksedeni gösteren veya bildiren şey. (Ayna, ışığı aksettirip gösterdiğinden dolayı esmâ-i İlâhiyeyi de bize gösteren ve Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarına âyinelik eden mevcudata da mecazen "âyine" denilmektedir.) (Farsça)
  • Vasıta ve mazhar mânasına da gelebilir.(Farsça)

ayine-i ehadiyet

  • Ehadiyetin ayinesi. Cenab-ı Hakk'ın ekser isimlerinin tecellisine mazhar olan şey.

ayine-i ervah

  • Ruhlar âyinesi. Esmâ-i İlâhiyenin tecellisine mazhar olan ruhlar.

ayine-i esma / âyine-i esmâ

  • Allah'ın isimlerini gösteren ayna, varlıklar.

ayine-i esma-i ilahiye / âyine-i esmâ-i ilâhiye

  • Allah'ın isimlerini gösteren ayna, varlıklar.

ayine-i esma-i rabbaniye / âyine-i esmâ-i rabbâniye

  • Bütün varlıkları idare, tedbir ve terbiye eden Allah'ın isimlerinin aynası.

ayine-i mahluk / âyine-i mahlûk

  • Cenâb-ı Allah'ın isimlerine aynalık yapan yaratıklar.

ayine-i marifet / âyine-i marifet

  • Marifet aynası; san'atçısını (Allah'ı) tanıtan ayna.

ayine-i müştak / âyine-i müştâk

  • Allah'ın güzel isimlerini bir ayna gibi üzerinde aksettiren ve Onun sonsuz güzelliğine düşkün olan insan.

ayine-i samed / âyine-i samed

  • Samed aynası; Kendisinin hiçbir şeye ihtiyacı olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olduğu Cenâb-ı Hakkın tecellî ettiği ayna.

ayine-i samedani / âyine-i samedânî

  • Herşeyin kendisine muhtaç olduğu halde, hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın isim ve sıfatlarını yansıtan ayna.

ayine-i samedaniye / âyine-i samedâniye

  • Hiçbir şeye muhtaç olmayan ve herşeyin Kendisine muhtaç olduğu Allah'ın eserlerini gösteren ayna.

ayine-i samediyet / âyine-i samediyet

  • Herşey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın tecellîlerini gösteren ayna.

ayman

  • Süt içmeğe iştihası olan erkek.
  • Malı gitmiş kişi.

ayme

  • Süt içmeğe iştihası olmak.
  • Malın iyisi.

ayn

  • (Çoğulu: A'yan-A'yun-Uyûn) Göz.
  • Pınar, kaynak. Çeşme.
  • Tıpkısı, tâ kendisi.
  • Zât.
  • Eşyanın hakikatı.
  • Kavmin şereflisi.
  • Diz.
  • Altın.
  • Nazar değme.
  • Casus.
  • Her şeyin en iyisi.
  • Muayene etmek.
  • Birşeyin kendisi.
  • Boşlukta yer kaplayan ve ağırlığı olan yâni tartılabilen her şey, madde, cisim.
  • Alış-verişte, belli, meydanda, mevcut ve hâzır olan veya hâzır olmayıp da bulunduğu yeri, cinsi, miktârı belli edilen mal.
  • İnsanın zekât için ayırdığı ve yanında hazır bulunan mal
  • Göz, aslı, kendisi.

ayn-el-yakin / ayn-el-yakîn

  • Görerek bilme.
  • Hadîs-i şerîfte bildirilen ihsân (Allahü teâlâyı görüyormuş gibi ibâdet etme) mertebesinde bir ışığın kalbde parlaması. Zamanımızda tarîkata girmiş bir çok kimse, kendilerine tasavvufçu süsü vererek vahdet-i vücudu dillerine almış, bundan yüksek mertebe olmaz sanıyor.

ayn-ı adalet / ayn-ı adâlet

  • Adâletin ta kendisi.

ayn-ı adl

  • Adeletin ta kendisi.

ayn-ı aks

  • Aksinin ta kendisi.

ayn-ı azap

  • Azabın tâ kendisi.

ayn-ı belagat / ayn-ı belâgat

  • Belâgatın ta kendisi.

ayn-ı belahet / ayn-ı belâhet

  • Aptallığın ta kendisi.

ayn-ı çirkinlik

  • Çirkinliğin ta kendisi.

ayn-ı da / ayn-ı dâ

  • Hastalığın tâ kendisi.

ayn-ı edep

  • Edebin tâ kendisi.

ayn-ı ehadiyet

  • Ehadiyetin, birliğin ta kendisi, Allah'ın birliğinin ve isimlerinin herbir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi.

ayn-ı elem

  • Acının tâ kendisi.

ayn-ı emir

  • Emrin kendisi.

ayn-ı gazap

  • Hiddetin, öfkenin kendisi.

ayn-ı hak / عَيْنِ حَقّْ

  • Hakkın, doğrunun ta kendisi.
  • Hakk'ın ta kendisi.

ayn-ı hak ve adalet

  • Hak ve adaletin tâ kendisi.

ayn-ı hak ve hakikat

  • Doğru ve gerçeğin ta kendisi.

ayn-ı hak ve sadık

  • Doğru ve gerçeğin ta kendisi.

ayn-ı hakaik

  • Gerçeklerin ta kendisi.

ayn-ı hakikat / ayn-ı hakîkat / عَيْنِ حَق۪يقَتْ

  • Gerçeğin ta kendisi.
  • Hakîkatin ta kendisi.

ayn-ı hayat

  • Hayatın kendisi.

ayn-ı heba

  • Zararın tâ kendisi.

ayn-ı heva / ayn-ı hevâ

  • Boş istek ve arzunun tâ kendisi.

ayn-ı hidayet

  • Hidayetin ta kendisi.

ayn-ı hikmet

  • Hikmetin kendisi.

ayn-ı ikab

  • Azabın tâ kendisi.

ayn-ı ilmi

  • İlmin kendisi.

ayn-ı inayet

  • Lütuf ve ihsanın ta kendisi.

ayn-ı irade / ayn-ı irâde

  • İradenin kendisi.

ayn-ı istibdat

  • Baskı ve zorbalığın ta kendisi.

ayn-ı itikad

  • Gerçek inanç, inancın tâ kendisi.

ayn-ı kabul

  • Aynen kabul etme, aynısını verme.

ayn-ı kemal / ayn-ı kemâl

  • Olgunluğun, mükemmelliğin ta kendisi.

ayn-ı kıble

  • Kıblenin ta kendisi.

ayn-ı kudret

  • Kudretin kendisi.

ayn-ı lezzet

  • Lezzetin tâ kendisi.

ayn-ı lezzet-i sefihane / ayn-ı lezzet-i sefihâne

  • Yasak zevk ve eğlencelerde bulunan lezzetin kendisi.

ayn-ı lika

  • Kavuşmanın ta kendisi.

ayn-ı marifetullah ve zikrullah / ayn-ı mârifetullah ve zikrullah

  • Allah'ı bilmenin ve zikretmenin tâ kendisi.

ayn-ı maslahat

  • Faydanın, gayenin ta kendisi.

ayn-ı matlub

  • İstenilen şeyin kendisi.

ayn-ı merhamet

  • Merhametin ta kendisi.

ayn-ı muhabbet

  • Sevginin ta kendisi.

ayn-ı muhammed

  • Muhammed'in (a.s.m.) kendisi.

ayn-ı mün'akis

  • Aynaya vurup oradan ziyası, resmi, şekli gelen veya görünen şeyin kendisi.

ayn-ı müsemma / ayn-ı müsemmâ

  • İsimlendirilenin tâ kendisi.

ayn-ı mutlak

  • Kayıtlı ve sınırlı olmayanın ta kendisi.

ayn-ı nimet ve rahmet

  • Rahmetin ve nimetin ta kendisi.

ayn-ı ömür

  • Hayatın tâ kendisi.

ayn-ı rahmet

  • Rahmetin tâ kendisi.

ayn-ı riya / ayn-ı riyâ

  • Gösterişin tâ kendisi.

ayn-i riya / ayn-i riyâ

  • Gösterişin ta kendisi.

ayn-ı salah / ayn-ı salâh

  • Hayırlı olma, düzgün ve iyiliğin ta kendisi.

ayn-ı şems

  • Güneşin kendisi.

ayn-i şer

  • Kötülüğün ta kendisi, tam bir kötülük.

ayn-ı şeriat

  • Şeriatın ta kendisi, İslâmiyet.

ayn-ı sıdk

  • Tamamen doğru, doğruluğun ta kendisi.

ayn-ı siyaset

  • Siyasetin kendisi.

ayn-ı şükran / ayn-ı şükrân / عَيْنِ شُكْرَانْ

  • Medih ve övgünün ta kendisi.
  • İyilik bilmenin, minnetdârlığın ta kendisi.

ayn-ı şuur

  • Saf bilinç, şuurun tâ kendisi.

ayn-ı ücret

  • Ücretin tâ kendisi.

ayn-ı visal

  • Kavuşmanın tâ kendisi.

ayn-ı vücud

  • Bir varlığın aynısı.

ayn-ı zarar

  • Zararın ta kendisi.

ayn-ı zat-ı akdes / ayn-ı zât-ı akdes

  • Bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah'ın bizzat kendisi.

ayn-ı zatı / ayn-ı zâtı

  • Bizzat kendisi.

ayn-ı ziya

  • Işığın kendisi, bizzat ışık.

ayn-ı zulüm

  • Zulüm ve haksızlığın ta kendisi.

ayn-ül hayat

  • Hayatın tâ kendisi.

ayn-ül lika

  • İstenilen kavuşma ve sevilenin tâ kendisi.

aynelhayat / aynelhayât

  • Hayatın kendisi.

aynen

  • Bir şeyin aslı veya kendisi olarak. Tıpkısına, hiç bir şeyi değiştirmeden, aynı olarak.
  • Tıpkı, tıpkısı.

aynı rahmet

  • Şefkat ve merhametin tâ kendisi.

ayniyet / عَيْنِيَتْ

  • Aynısı olma.

ayniyyet

  • Bir şey veya şahsın aynı veya kendisi olması.

aysum

  • Filin dişisi.
  • Sırtlan.
  • Büyük deve.
  • Süsen çiçeği.

ayta'

  • Uzun boyunlu kadın.
  • Uzun boyunlu dişi deve.

ayyil

  • (Çoğulu: İyâl) Nafakası lâzım olan kişi.

aza-yı saire / âzâ-yı saire

  • Diğer organlar; diğer kısımlar.

azamet-i nuraniyet

  • Işığın, parlaklığın büyüklüğü.

azamet-i ulviyet

  • Kur'ân'ın erişilmez yüceliği.

azazil

  • Şeytan. (İblisin bir adı) Şerlerin temsilcisi.

azb

  • Kesme.
  • Isırma.
  • Azarlama.
  • Hastalıktan hırpalanma.

azeret

  • Yetişip kuvvetlenme.
  • Kalınlaşma.
  • Ekinin yetişip tanelerinin çıkması.

azim / azîm / âzim

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Büyüklüğüne, beşer (insan) aklının ve hiçbir mahlûkun (yaratılmışın) düşüncesinin erişemediği, hakîkatini kimsenin bilemediği zât. Allahü teâlânın büyüklüğü bildiğimiz gördüğümüz şeylerdeki büy üklük ve küçüklük gibi değildir. Bu bizim bilgimi
  • Dudaklarını yumup susan kişi.

azime / âzime

  • Azı dişi.
  • Kıtlık senesi.

aziz / azîz

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her zaman izzet ve şeref sâhibi. Gâlib, benzeri olmayan, büyük ve küçük her şeyin O'na şiddetle ihtiyâcı olan.
  • Kıymetli, şerefli, üstün.
  • Allah'ın isimlerinden biri. Değerli.
  • Ermiş, velî.

aziz-i mısır / azîz-i mısır / عَز۪يزِ مِصِرْ

  • Mısır Mâliye Bakanı.
  • Eski mısırda hazineden sorumlu kişi.

azizan / azîzan

  • Azizler. Kelimenin sonundaki ân takısı Arabça'da ikilik, Farsça'da çokluk ifâde eder.
  • "İki azîz (velî)" mânâsına İslâm âlimlerinin ve evliyânın büyüklerinden Ali Râmitenî hazretlerine verilen lakab.
  • Büyükler, evliyâ. Birisiyle oturup kalbin toparlanmazsa Kalbindeki dünyâ düşüncesini s

azl

  • Bir şeyi yerinden veya güruhundan veya işinden ayırmak. Birisini işinden veya makamından ayırmak.

azrail

  • Ölüm meleği. Dört büyük melekten biridir, ölenlerin ruhlarını almak görevi vardır. Diğer bir ismi de "melek-ül mevt: Ölüm meleği"dir. Yeryüzünde hayatın var olması, insanın yaratılışı tesadüfle açıklanamıyacağı gibi, ölüm de tesadüfle açıklanamaz. Hayatı yaratan ölümü de yaratmıştır. Hayat gibi ölüm

azüg

  • Hurma lifi. (Farsça)
  • Ağaç ve asma budantısı. (Farsça)

azuk / azûk

  • İçi henüz olmamış fıstık yemişi.

azuz / azûz

  • Isırıcı, ısıran.

azv

  • İftira. Birisine bir şey isnad etme. Nisbet etme.

azva

  • (Tekili: Zav ve Zû) Parıltılar, ışıklar, aydınlıklar.

azz

  • (Add) Isırmak. Dişlemek.

azz-i benam / azz-i benâm

  • Parmak ısırma.

azze vecelle

  • Allahü teâlânın ismi söyleyince, işitince ve yazınca "O, Azîz ve Celîldir (yücedir)" mânâsına söylenilen ve yazılan saygı ifâdesi.

azzet

  • Geyik buzağısı.

ba / bâ

  • Arabçaya göre harfinin okunuşu. Ebced hesabında iki sayısını ifade eder. Mektup ve eski evraklarda Receb ayına işarettir.

ba'l

  • (Çoğulu: Buûl) Cahiliyet devrine mahsus bir put. Güneş Tanrısı.
  • Karıkocadan herbiri.
  • Yılda bir kez yağmur yağan yüksek yer.
  • Hayret.
  • Zaaf, zayıflık.

ba'le

  • Erkeğin karısı, zevce.

ba'z

  • Bir şeyin bir kısmı. Bir parça. Bâzısı. Biraz.
  • Bir kısmı, bir parçası, bazısı.
  • Bir şeyin bir bölümü,bir parçası, bazısı.

bab / bâb

  • Bölüm, kısım.
  • Evlat sahibi erkek. Ata, ecdat. (Farsça)
  • Gemi halatlarının bağlandığı yer. (Farsça)
  • İnşaatta ağırlıkların bindirildiği direk. (Farsça)
  • Mânevi rehber, şeyh. (Farsça)
  • Bektaşi şeyhi. (Farsça)
  • Hayırhah ve muhterem. (Farsça)
  • Daha çok zencilerde olan bir hastalık cinsi.Aile reisi babadır. Babanın hayatt (Farsça)
  • Kapı.
  • Kısım.
  • Mevzu.
  • Fasıl. Bölüm. Parça. Kitab.
  • Hususi madde.
  • Sığınacak yer.
  • İş.
  • Şekil.
  • Tövbe.
  • Kapı.
  • Bir kitâbın bölümlerinden her biri.
  • Bozuk bir yol olan Bâbîliğin kurucusu Ali Muhammed'in kendisine verdiği ad.

bab-ı alem / bâb-ı âlem

  • Âlemin kapısı. Herkesin girip çıktığı yer.
  • Âlemin kapısı.

bab-ı bekà / bâb-ı bekà

  • Sonsuzluk kapısı.

bab-ı cibril / bâb-ı cibrîl

  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Medîne-i münevverede yaptırdığı mescidinin doğu tarafındaki kıbleye yakın olan kapısı. Bu kapıya, hazret-i Osman'ın evinin karşısında bulunması sebebiyle Bâb-ı Osmân; Resûlullah efendimiz hazret-i Osm an'ın evini ziyâret etmek üzere bu kapıdan girip

bab-ı feyz

  • Bereket kapısı.

bab-ı fitne

  • Fitne kapısı.

bab-ı hükümet / bâb-ı hükümet

  • Hükümet dairesi, hükümet kapısı.

bab-ı hümayun / bâb-ı hümayun

  • Topkapı Sarayı'nın ilk kapısı.

bab-ı rahmet / bâb-ı rahmet

  • İlâhî şefkat ve merhamet kapısı.

bab-ı saadet / bâb-ı saadet

  • Saadet kapısı.
  • Sultanın sarayı.
  • İstanbul şehri.

bab-ı seraskeri / bâb-ı seraskerî / بَابِ سَرْعَسْكَر۪ي

  • Serasker kapısı. Eski Milli Müdafaa Vekâleti. Milli Savunma Bakanlığı. Şimdiki İstanbul Üniversitesi'nin kapısı.
  • Savunma Bakanlığı kapısı.

bab-ı şerif / bâb-ı şerîf

  • Konya'da bulunan Mevlana türbesinin kapısı.

bab-ür-rahme / bâb-ür-rahme

  • Rahmet kapısı. Medîne-i münevverede Peygamber efendimizin yaptırdığı mescidin batı duvarındaki iki kapıdan biri. Bâb-ül-Âtike ve Bâb-üs-Sûk diye de bilinir.

bab-üs-selam / bâb-üs-selâm

  • Mekke-i mükerremede bulunan Mescid-i Haram'ın doğu tarafına açılan kapı. Bâb-ı Şeybe de denir.
  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Medîne-i münevverede yaptırdığı Mescid-i Nebî'nin batı duvarında kıbleye yakın olan kapısı. Bâb-ı Mervân diye de bilinen bu kapı, Mescid-i

bab-üt-tevessül / bâb-üt-tevessül

  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Medîne-i münevverede yaptırdığı mescidin kuzeye açılan kapısı. Bu kapı Osmanlı sultanlarından Abdülmecîd Han tarafından yeniden yaptırıldığından Bâb-ı Mecîdî diye de bilinir.

babilik / bâbîlik

  • On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında İran'da el-Bâb Ali Muhammed isminde bir acem tarafından ortaya çıkarılan bozuk yol. Kendisinin Mehdî olduğunu iddiâ eden, beklenen imâma açılan bir bâb (kapı) olduğunu söyleyen Ali Muhammed'e el-Bab, onun yoluna da Bâbîlik denildi. Daha sonra Behâîlik adıyla de

babzen

  • Ağaçtan veya demirden yapılmış olan kebap şişi. (Farsça)

bac / bâc / باج

  • Vergi. (Farsça)
  • Kudretli hükümdarın zayıf olan hükümdardan aldığı vergi. (Farsça)
  • Eskiden halktan alınan öşür veya haraç ve gümrük vergisi. (Farsça)
  • Renk. (Farsça)
  • Çeşit. (Farsça)
  • Haraç. (Farsça)
  • Vergi. (Farsça)
  • Gümrük vergisi. (Farsça)

bac-ban / bâc-bân

  • Geçiş vergisi tahsildarı. Bac toplayan memur. (Farsça)

bad-dar

  • Mağrur, kibirli. (Farsça)
  • Divane, deli. (Farsça)
  • İri vücut, şişman. (Farsça)
  • Hiç bir işle alâkası bulunmayan kişi. (Farsça)

badia

  • Derisini ve etini yarıp kanatmış olan, fakat kanı çıkmayıp akmayan baş yarası.

bag-ban

  • Bahçıvan, bağcı. Bahçe bekçisi. (Farsça)

bağdadi / bağdadî

  • Bağdad şehrine mensub. Bağdad ahalisinden olan. Bağdadlı.
  • Dar, ensiz tahta pervazlarından yapılmış ve üstü sıvanmış bölme veya tavan.

bagel

  • Ilık su. Sıcak ve soğuk olmayan, harareti ikisinin arasındaki bir ısıda olan su. (Farsça)

bagiyane

  • Allah'a isyan edenlere ve âsilere yakışır surette. (Farsça)
  • Zâlimlere yakışır şekilde. (Farsça)

bagle

  • Dişi katır.

baha / bahâ

  • Güzellik. Zariflik.
  • Zinet.
  • İzzet.
  • Bir şeye alışıp ünsiyet etmek.

bahadırane

  • Yiğitçesine, kahramana yakışır surette. (Farsça)

bahar

  • Güzellik.
  • Güzel.
  • Papatya.
  • Ölçek.
  • Put, sanem.
  • Atılmış pamuk.
  • Tarçın, karanfil ve karabiber gibi güzel kokulu ve ısıtıcı tohumlar ki, bazı yiyecek ve içeceklere de karıştırılır.
  • Sığır gözü.
  • İyi kokulu bir sarı çiçek.

bahar haşri

  • Bahar mevsiminde bitkilerin ve hayvanların dirilişi.

bahbaha

  • Devenin kükreyip ses çıkarması.
  • Çıtırdama. Mışıldama.
  • Deve çağırmak.

bahh

  • Ses kesilmek, boğaz kısılmak.

bahir / bâhir

  • Yalancı, ahmak.
  • Ekin sulayıcı, sulayan.
  • Belli, açık.
  • Işıklı, parlak, güzel.

bahira / bahîra

  • Süryâni rahiblerindendir. Zamanın ilim ve fenlerine vâkıf ve bilhassa hey'et ve nücumda ihtisas sahibiydi. Bu sebepten rahiblerin câhilleri kendisinden hoşlanmazlardı. Hazret-i İsâ'nın ulûhiyetini ve Hz. Meryem'in ümmullah olduğunu inkâr ve ilân ettiğinden, bulunduğu manastırın reisi tarafından kovu

bahr-i muhit-i şimali / bahr-i muhit-i şimalî

  • İskandinavya Yarımadasının batısından İngiliz Adalarına kadar uzanan deniz.

bahr-i sükun / bahr-i sükûn

  • (Lût Denizi) Sularının kesif ve dalgasızlığından dolayı bu isim verilmiştir.

baht

  • Kader. Tâli. Uğur. Alın yazısı. Kısmet. İkbal. (Farsça)
  • Saadet. Lezzet. (Farsça)

bahzec

  • Yaban sığırının buzağısı.

bais / bâis

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Öldükten sonra, kabirlerinde çürümüş ve dağılmış olan cesedleri diriltip mahşere, (arasât meydanına) sevkeden, gönderen.

bakara

  • İnek. Dişi sığır.

bakaya

  • Askerlik için son yoklaması yapıldıktan sonra istenildiklerinde gelmeyen kişiler.

baki / bâkî

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Devamlı, ebedî, sonsuz. Varlığının sonu olmayan.

bakıl

  • Sakalı belirmiş kişi.

bakiyane / bâkiyâne

  • Bâki olana yakışır surette. Ebediyyete yakışır şekilde. Sonsuzca. (Farsça)

bakiyyet-üs-süyuf / bakiyyet-üs-süyûf

  • Kılıçtan kurtulan kimseler.
  • Mc: Arta kalan kişiler.

bakka

  • Sivrisinek.
  • Tahtabiti.

bakl

  • (Çoğulu: Bükûl) Tere ve sebzevatın her birisi.
  • Sakal bitmek ve diş çıkmak mânâsına mastardır.

bakteri tedavisi

  • Bazı hastalıkların tedavisinde ölü veya canlı bakterilerin kullanılması ile yapılan tedavi.

balahani / bâlâhânî

  • Bir şeyi aşırı derecede yüksek gösterme, abartma, şişirme. (Farsça)

balapervazane

  • Yüksekten uçar gibi.
  • Çok yüksek rütbelilere yakışır şekilde.

balgam

  • Solunum yolları tarafından salgılanan ve ağızdan dışarı atılan sümük, irin ve kan karışımı maddedir.
  • Eskiden bedende bulunduğu sanılan dört unsurdan biri.

balıkhane kapısı

  • Topkapı Sarayı'nın Marmara kıyısındadır. Padişahlarca cezandırılan vezirler burada idam edilir, sürgün edileceklerse buradan gemilere bindirilirlerdi.

balon

  • Isıtılmış hava veya havadan daha hafif bir gazla doldurulan ve bununla havada uçabilen balon şeklindeki araç.

balyoz

  • Vaktiyle Avrupa devletlerinin büyükelçi ve büyük konsoloslarıyla, general ve amiral gibi kişilerine verilen bir ünvandır. (Fransızca)
  • (Yunancadan) Kazık çakmak, büyük taşları kırmak için kullanılan uzun saplı, iri ve ağır çekiç. (Fransızca)

bani-i zülcemal / bâni-i zülcemâl

  • Sonsuz güzellik sahibi, herşeyin yapıcısı olan Allah.

banket

  • Bir otomobili uçtan uca kaplayan ve tek parçadan ibaret olan oturacak yer.
  • Karayollarında asfaltın her iki yanındaki balastlı kısım.

bar / bâr

  • Ek olup "saçan, yağdıran, döken, ışık veren" gibi mânâda kelimeler teşkil edilir. Meselâ: Ateşbâr : Ateş saçan. Ateş yağdıran. (Farsça)

baraj

  • Bir akarsuyun akışına mâni olmak için yapılan set. (Fransızca)

barani / bârânî

  • Çivit mavisi renginde, Osmanlılar zamanında Selânik'te dokunan bir cins çuha. Yeniçeri ve Acemi oğlanlarına aralık ve ocak (erbain) aylarında verilen yağmurluk bârâniden yapılırdı. Yağmurluk, yağmurdan muhafaza eden şey. (Farsça)
  • Yağmurla ilgili. (Farsça)

barbar

  • Lât. Eski Yunan, Roma ve daha sonra Hristiyanlara göre kendi kavimleri dışında kalan herkes.
  • Vahşi, ilkel.

barbaros

  • Hayreddin Paşa: (Mi: 1466-1546) Tarihin en büyük Denizcisi Hayreddin Paşa, kardeşleri ile İslâm âlemini birleştirmek, tek bir bayrak altında muhteşem imparatorluğumuzun himayesinde toplamak için çalıştı. Sonunda müstakil devleti ile, Osmanlı Devletine iltihak etti. Kaptan-ı Derya olarak Akdenizi bir

bargah-ı samediyet / bârgâh-ı samediyet

  • Herşey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın huzuru, yüce katı.

bari / bârî

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yaradan, yoktan var eden. Yarattıklarını farklı şekiller ve özelliklerle birbirinden ayıran.

barigah-ı ehadiyet / bârigâh-ı ehadiyet

  • Herbir vaklıkta isim ve sıfatlarıyla tecellî eden Allah'ın huzuru; İlâhî dergâh.

barik

  • Şimşek. Işık. Şimşekli bulut. Yıldırım parıltısı.

barik-nüma

  • Işıklı. Parlak. (Farsça)

barika-i hakikat / bârika-i hakikat

  • Hakikat parıltısı.
  • Hakikatın parıltısı ve parlaklığı. Hakikat nuru.

barika-i iman

  • İman parıltısı, şimşeği.

barika-i islamiyet / bârika-i islâmiyet

  • İslâmın parlak ışığı.

barnabas incili / barnabas incîli

  • Hazret-i Îsâ'nın havârîlerinden biri olan Barnabas'ın, Îsâ aleyhisselâmdan görüp işittiklerini doğru şekilde yazıp derlediği İncil.

baroskop

  • Cisimler üzerine havanın yaptığı basıncı gösteren âlet. (Fransızca)

baroterapi

  • Bazı hastalıkların basınçlı hava ile tedavisi. (Fransızca)

basar / بصر

  • Görme. (Arapça)
  • Görme yetisi. (Arapça)

başıbozuk

  • Bir harp çıktığında orduya süvari veya piyade olarak katılan gönüllü asker. Başıbozuk tâbiri, gelişigüzel ve intizamsız idare tarzına da alem olmuştur. Bir zamanlar bu tâbir, asker olmayan siviller için de kullanılmıştır. (Türkçe)

basik

  • Gövde damarı. (Dirsek içinde bulunan üç damarın aşağısında olandır.)

basir / basîr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Gizli ve açık her şeyi hakkıyle görücü.

basirane

  • Görerek. Bilerek. Basiret sahibine yakışır halde. (Farsça)

basiretsiz

  • Ferasetsiz, görüşü ve sezişi yetersiz.

basit / bâsit

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarından bâzısına rızkı az, bâzısına çok veren, sadakaları kabûl edip sevâb veren. Bâzısının rûhunu kabzeden (alan) bâzısının ömrünü uzatan, bâzısının kalbini daraltıp hayırlara (iyiliklere) rağbetsiz, bâzısınınkini ise geniş yapıp, hayırla

baskı

  • t. Basıp sıkacak, tazyik edecek şey. Sıkı tazyik.
  • Basan, ağırlık veren şey.
  • Kalıp, damga.
  • Bir eserin yeni basılışlarının her seferi.
  • Bir basmanın bir def'ada basılan miktarının tamamı. Meselâ: Bu lügatın baskısı 25.000 dir.

basra

  • Yumuşak küfki taşı. (Bu sebepten Basra şehri, "Basra" diye isimlendirilmiştir.)

bast

  • Genişlemek, açmak, yaymak.
  • Bir şeye el uzatmak.
  • Sevindirmek.
  • Bir mecliste haya sebebiyle olan sıkılmanın gitmesiyle açılmak.
  • Özür kabul etmek.
  • Kaplamak.
  • Tas: Allahın cemâl tecellisiyle kalbin sükûn ve huzur içinde ferahlaması. (Mukabili: "Kabz"

baştina

  • Osmanlı İmparatorluğu zamanında Balkanların bazı yerlerinde devlet arazisinden tapu ve miras suretiyle geçen tarla.

basur / bâsûr

  • (Çoğulu: Bevâsir) Tıb: Mayasıl. Kalın bağırsakta ve makadın etrafındaki siyah kan damarlarının şişmesi ve bazen iltihablanması sebebiyle, makadın içinde ve dışında meydana gelen memeler yüzünden makaddan kan ve cerahat gelmesi hastalığı.

batarya

  • İtl. Elektrik elde etmek için hazırlanmış şişeler takımı.
  • Ask: Bir subayın emrine verilen belli sayıdaki ağır silâhlarla bunların hizmetinde bulunan insan, hayvan ve malzemenin hepsine birden verilen isim.

bath

  • (Çoğulu: Bitah) İçinde kum ve çakıl taşları olan geniş su akıntısı.
  • Yüz üzeri düşme.
  • Serilip yatan adamın boyu.
  • Bırakma.

batıl / bâtıl

  • Hakikat dışı, hurafe; hak ve doğru olmayan, yalan. (hakk'ın zıddı).

batıl itikad / bâtıl itikad

  • Gerçek dışı, boş inanç.

batın / bâtın

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). His (duyu) organları ile hissedilemiyen, hayâl gücü ile hayâl edilemiyen, akıl ile anlaşılamayan.
  • Kalb ve rûh, iç âlem, gönül.
  • İç, içyüz, gizli, sır, derunî.
  • Allah'ın isimlerinden.

batınen / bâtınen / باطنا

  • İşin iç yüzünde. (Arapça)

batman

  • Eski ağırlık ölçülerinden olup, iki okkadan sekiz okkaya kadar yeryer değişir. Ekseriya altı okkadır. Bu, hâlen kullanılan sekiz kilo kadardır.

batn

  • İç, karın, insanın içi. Mide.
  • Soy, nesil.
  • Birbirlerine hısımlığı pek yakın olmayan küçük kabile.

battaliye

  • (Battal. dan) Eskiden, işi bitmiş olan resmi kağıtların konduğu torbaya denirdi.

bauda / baûda

  • (Baûza) Sivrisinek. Sinek.
  • Sivrisinek.
  • Sivrisinek.

bauze

  • Sivrisinek.

bayiiyye / bâyiiyye

  • Eskiden pazar kurulan yerlere gönderilen mevad ve eşyadan gümrük ihtisab vergisinin haricinde alınan ikinci vergi.

bayrakdar

  • Alemdar, bayrak taşıyan asker. (Farsça)
  • Bir kabile veya cemaatın başı, reisi. (Farsça)

baytar

  • Hayvan tedavicisi, veteriner.

bazak

  • Üzüm sıkıntısı. (Kaynatıp koyarlar ve köpüklenir.)

bazergan / bâzergân

  • Tüccar, alış veriş eden esnaf. (Farsça)
  • Bezirgan. (Farsça)
  • Ağa makamındaki yahudilere verilen isim. (Farsça)

bazı umur-u mermuze-i gayr-ı mesmua

  • Daha önceden işitilmemiş ve îma ve işaret yoluyla belirtilmiş bazı işler.

bazıa

  • Tıb: Derisi kopmak üzere olan yara.

bazil

  • (Çoğulu: Büzül-Bevâzil) Sekiz dokuz yaşında olan deve.
  • Devenin, önce biten dişi.
  • Şey.
  • Kan akan baş yarığına "şecce-i bâzile" denir.

bazıyet / bâzıyet

  • Kısımlara ayrılma, ayrılabilir olma, bölünebilir olma.

be-nam

  • Meşhur. Namlı. Mütemayiz. Seçkin. Mâlum bir isimle tesmiye edilen. (Farsça)

bebr

  • Kaplana benzer, ondan daha büyükçe ve pek yırtıcı bir canavar ki, Hindistanda ve Afrikada bulunur. Saldırdığı zaman derisindeki tüyleri kabarıp korkunç bir manzara arzeder. Arslanı bile korkutur bir hayvandır. (Farsça)

becayiş / becâyiş / بجایش

  • Yer değişimi. (Farsça)

becayiş-i mekani / becayiş-i mekânî

  • Yer değiştirme. Mekân değişikliği. (Farsça)

becrec

  • Sığır buzağısı.

bed-amel

  • Hareketi ve işi fenâ olan. (Farsça)

bed-ram

  • Lâtif, hoş, yakışıklı, süslü. (Farsça)
  • Sert başlı at. (Farsça)
  • Dâima, devamlı. (Farsça)

bed-reftar

  • Gidişi ve hareketi fenâ olan. (Farsça)

bed-tıynet

  • Yaradılışı, fıtratı, tabiatı fena ve kötü olan, soyu bozuk, bayağı adam. (Farsça)

bed-üslub / bed-üslûb

  • Üslûbu fena; tavrı, gidişi kötü. (Farsça)

beden

  • (Çoğulu: Ebdân) Gövde, vücut, ten.
  • Vücudun kol, bacak ve baş gibi ayrıca kısımlarından başka diğer merkezi kısmı.
  • Ağacın dal ve budaktan başka olan kısmı, kütük.
  • Kale bedeni.

bedergah

  • Kapıya çıkma. (Farsça)
  • Tar: Çeşitli hizmetlerde kullanılmak üzere, acemi ocağına ve ocak dışına verilen acemilerin, Yeniçeri Ocağı'na kayıt edilmeleri. (Farsça)

bedestan

  • Değerli, kıymetli kumaşlar, silâhlar ve mücevherler vs. alış-verişine mahsus üstü örtülü ve mahfuz çarşı. (Farsça)

bedi' / bedî'

  • Allahü teâlânın esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Daha önce benzeri olmayan, görülmemiş, işitilmemiş, bilinmeyen şeyleri yoktan var eden, yaratan.

bedihe-gu / bedihe-gû

  • Güzel ve hoş söz söyleyen. Tatlı söz söylemeye alışık olan kimse. (Farsça)

bedihiyat-ı hissiye

  • Duyularla bilinen apaçık gerçekler; görme, işitme, tatma gibi duyularla idrak edilen şeyler.

bedil

  • Bir şeyin mukabili, karşılığı.
  • Tutuşulan bir bahiste yenilen veya aldananın vereceği şey.
  • (Çoğulu: Ebdâl) Sâlih kişi.

bediüzzaman

  • Zamanın bedi'i olan. Zamanında kendisi gibi görülmedik olan. Kimseye benzemiyen ve zamanın garib ve acibi bulunan.

bedmihr / بدمهر

  • Sevgisiz. (Farsça)

bedr

  • (Bedir) Dolunay. Ayın en parlak olduğu hâli.
  • Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere arasında bir yer ismi.
  • Bir şeyin tamam olması.
  • Sibâk ve sür'ât etmek.
  • Bir işin ansızın zâhir olması.
  • Tam ve münasib olan âzâ.
  • Dolu şey.
  • İyi hizmet ede

bedr gazvesi

  • Peygamber efendimizin Mekkeli müşriklerle yaptığı ilk savaş. Bu muhârebede müslümanlar üç yüz on üç, müşrikler bin kişiydi.

bedre

  • (Çoğulu: Bider) Kuzu veya oğlak derisi.
  • İçi altun dolu olan kese.
  • Onbin dirhem.

bedruc

  • Bir ot cinsidir ve bazı yerlerde tere-i Horasani diye isimlendirilir.

befm

  • Keder, tasa, iç sıkıntısı, üzüntü. (Farsça)

begonya

  • Etli ve güzel renkli yaprakları olan bir süs bitkisi. (Fransızca)

behak

  • İnsanın derisinde pul pul beyazlık ve alaca bir renk peyda eden bir çeşik hastalık.

behbehi / behbehî

  • Etli ve gövdeli, kişi. Bahadır, yiğit, kahraman.

behc

  • Her zaman neşeli olma. Birisini şâd ve mesrur etme, sevindirme.
  • Güzellik, hüsn.

beher

  • Her, her bir, herbirisine. (Farsça)

behet

  • Sütlaç. Süt lapası. (Farsça)
  • Pirinç unu ile pişirilen ve Me'muniye adı verilen helva. (Farsça)

behimi / behimî

  • Hayvana yakışır tarzda, hayvanlık.

behir

  • Nefesi sıkışıp çok soluyan kimse. Nefes darlığı olan.
  • Göğüsdarlığı hastalığı sebebiyle solumaktan yol yürüyemiyen kimse.

behkeşe

  • Emir ve işde çabukluk, bir işi acele yapma.

behm

  • Çok siyah olan şey. Rengi başka renkle karışık olmayan nesne.

behut

  • (Çoğulu: Bühüt) İşitenleri şaşkına uğratan iftira, yalan.

bekà-yı şahsi / bekà-yı şahsî

  • Kişinin varlığının devamı.

bekaalud / bekââlûd

  • Kalıcılıkla karışık.

bekçi-i iman

  • İman bekçisi.

bekil

  • Yakışıklı delikanlı, genç.

bel'as

  • Büyük karınlı dişi deve.

beldah

  • Kişinin kendini yere vurması.

beledi / beledî

  • (Beled. den) şehir veya kasaba ahalisinden olan, şehirli.
  • Şehir ve kasabaya ait.
  • Belediye İdaresine mensub.
  • Mahallî, yerli.

bellet

  • (Çoğulu: Bilel) Cisimlerin yüzeyinde olan yaşlık, ıslaklık.

belsek

  • Elbise değdiğinde yapışıp ayrılmayan bir ot.

beltah

  • Kişi nefsini yere vurmak.

ben

  • (Bak: Ene) t. Psk: Şuurlu kişiliğimiz. Başlangıçta çocuğun benliği şuurlu değildir. Kendisini başkasından ayıramaz. Fakat canlı olarak ihtiyaç ve istekleri vardır. Benin bu şuursuz haline "alt ben" denir. Kendisi ile başkası arasındaki farkı anlamaya, münasebetler kurmaya, düşünmeğe başlayınca şuurl

ben-van

  • Harman, tarla, ekin bekçisi. (Farsça)

bend

  • Bağlanan. Bağlanmış. (Farsça)
  • Bağ. Boğum. Mafsal. (Farsça)
  • Su bendi. Baraj. (Farsça)
  • Gam. Gussa. (Farsça)
  • Mekir. (Farsça)
  • Hile. (Farsça)
  • Mülâhaza. Fıkra. Madde. (Farsça)
  • Aldatmak. (Farsça)
  • Birisini emri altına almak, bendetmek. (Farsça)
  • Edb: Baştan sona kadar aynı vezinli bir çok parçalardan meydana (Farsça)

bend-rug / bend-rûg

  • Tarla ve bostan kenarlarına suyun akıntısını kesip havuz gibi birikmesi için yapılan setli çukur. (Farsça)

bengere

  • Çocukları uyutmak için, çocuğu uyutan kişi tarafından söylenen ninni. (Farsça)

bengi / bengî

  • Beng tiryakisi, esrarkeş. (Farsça)

beni israil / benî isrâil

  • İsrâiloğulları. Ya'kûb aleyhisselâmın, on iki oğlundan gelen evladı ve torunları. Ya'kûb aleyhisselâmın diğer adı İsrâîl olduğu için, soyundan gelenler bu isimle anılmışlardır.

benzol

  • Benzin ve toluen karışımı bir akaryakıt.

ber-sabık

  • Eskisi gibi. (Farsça)

beraat satışı / berâât satışı

  • Zekât toplayan âmillerin (memurların), köylüden alacakları zekât ve uşrun cins ve miktârını gösteren ve berâât adı verilen senedlerin satışı.

berahin-i vahdaniyet / berâhin-i vahdâniyet

  • Allah'ın bütün varlıkları kaplayan birlik tecellisinin delilleri.

berdec

  • Sürmek. (Farisîden muarrebtir).

berdis

  • Habis kişi, pis kimse.

berend

  • Nakışı olmayan ipek kumaş. (Farsça)
  • Keskin olan hançer, kılıç, pala v.b. âletler. (Farsça)
  • Kılıcın suyu. (Farsça)

berfuk / berfûk

  • Şeftali yemişi. (Farsça)

bergaş

  • (Çoğulu: Berâgiş) Sivrisinek.
  • Tahta biti.

bergeşte-hal / bergeşte-hâl

  • İşi bozulmuş, geçimi güçleşmiş, düşkün. (Farsça)

berh

  • Balık, semek. (Farsça)
  • Parça, kısım, hisse, nasib. (Farsça)
  • Su birikintisi. (Farsça)
  • Şimşek, berk. (Farsça)
  • Yaş olan odunun, yanarken çıkardığı yaşlık. (Farsça)

berham

  • Yahudiler arasında kullanılan bir isim.

berhem

  • Karışık, çapraşık. (Farsça)
  • Toplu, birlikte, berâber. (Farsça)

berhem-zede

  • Karmakarışık, altı üstüne getirilmiş. (Farsça)

berhem-zen

  • Karmakarışık eden, altını üstüne getiren. (Farsça)

berhem-zened

  • Birbirine çarpıyor. Beraber çarpıyor. Birlikte çalışıyor. (Farsça)
  • İkisiyle de elde edilir.

beri / berî

  • (Berâet. den) Kurtulmuş. Temiz. Kayıt ve hüküm altında olmayan. Zimmeti bulunmayan adam. Hiçbir karışıklık, kusur ve noksanı olmayan. Hastalıktan sâlim olan.

bericen

  • İçerisinde ekmek pişirilen ocak veya fırın. (Farsça)

berik

  • Yıldırayıcı, çok parlak nesne. (Mübâlağası: Berrak)
  • Parıltı, ışık, ziya.

berk-i hüsn

  • Güzelliğin parıltısı.

berk-i süyuf

  • Kılıç darbesi, parıltısı.

berkuk

  • Şeftali, kayısı, zerdali.

bermu'tad / bermu'tâd / برمعتاد

  • Her zamanki gibi. Âdet olduğu üzere, alışıldığı gibi. (Farsça)
  • Alışıldığı gibi, mutâd olduğu üzere. (Farsça - Arapça)

berniş

  • Romatizma ağrısı, mafsal sancısı. (Farsça)
  • Karın ağrısı, sancısı. (Farsça)

berr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). İhsân eden, iyilik eden, yâni her iyilik kendisinden olan, îmân edip, iyi ameller yapmayı nasîb edip, bunlara karşılık âhirette sevâb ve dünyâda sıhhat, kuvvet, mal, makam, evlâd ve yardımcı lar veren.
  • Îtikâdı doğru, amelleri i

bervar

  • Sayfiye. (Farsça)
  • Havadar köşk, mesken. (Farsça)
  • Evin küçük, arka kapısı. (Farsça)

berzah / برزخ

  • Cehennem. (Arapça)
  • Dil, kara uzantısı. (Arapça)
  • Sorun, dert. (Arapça)

berzah-ı esma / berzah-ı esmâ

  • Allah'ın güzel isimlerinin tecellîsindeki ara bölgeler, isimler arasındaki mânâlar.

berze

  • İpekli kumaş (Farsça)
  • Yakışıklı, nâzik. (Farsça)
  • Ekin, zirâat. (Farsça)
  • Dal, budak. (Farsça)
  • Letâfet, zerâfet. (Farsça)

bes

  • Kâfi. Yeter. Yetişir. (Allah bes, gayri heves) (Farsça)
  • Yeter, yetişir, tamam, kâfi, çok.

beşaret-i furkan

  • Doğru ile yanlışı birbirinden ayıran Kur'ân'ın müjdesi.

besbese

  • Haberi yaymak.
  • İşini halka bildirmek.

beşel

  • Hırslı kişi. Haris kimse.

beşen

  • Uzun boy. (Farsça)
  • Beden, cisim. (Farsça)
  • Taraf, uç, kenar. (Farsça)

besend

  • Kâfi, kifayet eder, tamam, yeter, yetişir. (Farsça)

beşer

  • (Beşere) İnsan derisinin dış yüzleri.
  • İnsan. Âdem.

besfayic

  • Bir ot kökü ki, içinde fıstığa benzer bir yemişi olur.

beşir / beşîr

  • Müjdeleyici mânâsına Peygamber efendimizin isimlerinden.
  • Kabirde mü'minlere suâl soran melekler.

besmele

  • Bismillahirrahmanirrahim'in kısaltılmış ismi. Müslüman her işine Bismillah ile başlar. Yani her işi Allah adına ve Allah için yapar. Atomlardan yıldızlara kadar her varlık da Allah adına ve Allah için hareket eder. İnsan da Bismillah diyemiyeceği, yani Allah'ın emri ve izni olmayan bir işi ve hareke

beşr

  • Eski fetva metinlerinde erkeği temsil eden isimlerden biri.

beste-rahim

  • Çocuk doğuramayan, kısır kadın. (Farsça)

bestenigar / bestenigâr / بسته نگار

  • Türk mûsikîsinde bir makam adı. (Farsça)

betik

  • Kat'etmek, kesmek.
  • Yapışıp bir şeyi çekmek.

betk

  • Kesmek, kat'etmek.
  • Yapışıp bir şeyi çekmek.

betra

  • (Müz: Ebter) Çocuğu olmayan. Kısır.
  • Kuyruğu kesik dişi hayvan.

betre

  • Dişi eşek.

bev

  • Deve yavrusunun derisi. (Bunu samanla doldurup anasına gösterirler. tâ ki sağılmaktan kaçmasın diye.)

bevahe

  • (Tekili: Bûhe) Dişi baykuşlar.
  • Çakır doğan kuşları.
  • Ahmak, ebleh adamlar.

bevj

  • Şiddetli kasırga, su çevrintisi, girdap. (Farsça)

bevk

  • Sıçrayıp binme.
  • Toplanma. Bir araya gelme.
  • Karışma, karmakarışık olma.
  • Su kaynağını karıştırarak açma.

bevka'

  • Kargaşalık, karışıklık.

bevliye

  • Tıb: İdrar yolları ve böbrek hastalıkları. Bu hastalıkların teşhis ve tedavisiyle uğraşan tıp dalı. (Üroloji)

bevr

  • Helâk olma. Yok olma.
  • Sınama, deneme.
  • Alış-veriş sıkıntısı.
  • Sürülmemiş yer.

bevs

  • Öpmek. (Farisîden muarrebdir.)

bevvab-ı mi'de

  • Mide kapısı.

bevz

  • Rutubetten dolayı yiyecek ve giyeceklerde meydana gelen yeşil renkte küf. (Farsça)
  • Ağacın, kök kısmına yakın olan yerleri. (Farsça)
  • Eşek arısı. (Farsça)

bey'

  • Satmak, satış yapmak, alış-veriş. İki kişinin mallarını gönül rızâsı ile değişmeleri.

bey'-i mekruh / bey'-i mekrûh

  • Aslı ve sıfatı İslâmiyet'e uygun ise de kendisine dînin yasak etmiş olduğu bir şey karışmış olan satış.

beyanname / beyannâme

  • Açıklama yazısı, bildiri.

beydane

  • (Çoğulu: Beydânât) Yabani dişi eşek.

beyhaki / beyhakî

  • (Hi: 384-458) Büyük hadis ve fıkıh âlimlerinden olup asıl adı Ebubekir Ahmed bin Hüseyn'dir. İmam-ı Şâfii mezhebinde sözü sened yerine geçen büyük bir hadis âlimidir. Kendisi gibi daha birçok faziletli âlimler yetiştiren Beyhak bölgesinin Hüsrevcurd köyündendir. "Kitab-ün Nusus-uş-Şafiî" ile "Kitab-

beykara

  • Kişinin başını sallayarak sür'atle gitmesi.

beylerbeyi

  • Tar: Sancak beylerinin başı. Osmanlı eyalet umumi valisi.

beyn

  • Arası, arasında, aralık. İki şeyin arası. İkisinin ortası. Firkat. Ayrılık.
  • Burnu ve ayakları uzun karga.

beyne beyne

  • İkisinin ortası. İkisinin arasında. Mücerred. Ne iyi, ne kötü.
  • Ne iyi ne kötü, ikisinin arasında.

beyne'l-ecram

  • Gök cisimleri ve yıldızlar arasında.

beynehüma

  • İkisi arasında.

beyt-i atik

  • Kâbe-i Muazzama. (Çok eskiden beri Cenab-ı Hak tarafından her türlü tehlikelerden korunduğu ve kurtarıldığı ve hiçbir kimsenin ona mâlik olmayıp aslının hür olduğundan kinaye olarak bu isim verilmiştir.)

beyt-i murassa'

  • Edb: Mısrâların ikisi de kafiyeli olan beyit.

beyt-ül haram

  • (Beyt-ül Haram) Kâbe-i Muazzama'nın etrafının bir ismi. Kâfirlerin yaklaşmaları men' edildiği, onlara haram olduğu için bu isimle alınır.

beyt-ül makdis

  • Mukaddes ev. Beyt-ül Mukaddes de denir. Çok eskiden Peygamberlerin inşâ ettikleri kudsî mâbet. Bir ismi de Mescid-ül Aksâdır.
  • İnsanın, Cenab-ı Hak'tan başka kimse ile tatmin olmayan kalbine de aynı isim verilir.

beytülmal

  • (Beyt-ül mâl) İlk defa Hz. Muhammed (A.S.M.) tarafından kurulan ve gelir kaynaklarıyla sarfiyat yerleri şer'î olarak tayin edilmiş İslâm devletinin mâliye hazinesi.Gelir kaynakları: 1- Zekât ve sadakalar. 2- Ganimetler. 3- Fey=Zekât ve ganimet dışında kalan ve beyt-ül male ait olan mallar.Beyt-ül ma

beyyine

  • Açık delîl.
  • Kur'ân-ı kerîm.
  • Mûcize.
  • Delil, şâhid.
  • Âdil olan iki erkek veya bir erkek ile iki kadın şâhid.
  • Peygamber efendimizin isimlerinden.

beyyine suresi / beyyine sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 98. suresi olup "Kayyime, Münfekkin, Beriyye, Lemyekün" Sûresi gibi isimlerle de söylenir.

bezazet

  • Perişanlık, pejmürdelik. Kıyafetin düzgün ve intizamlı olmayışı.

bezim

  • Kuvvetli, güçlü kişi.
  • Hiddet ve kızgınlığını belli etmeyip soğukkanlı olarak hareket eden kişi.

bezm / بزم

  • Yayın kirişini çekip, sonra salıverme.
  • Bir şeyi diş ucuyla ısırma.
  • Sohbet meclisi. Muhabbet yeri. Yiyip içme, îş u nûş. Meclis. (Farsça)
  • Sohbet meclisi.
  • Eğlence meclisi. (Farsça)
  • İçki meclisi. (Farsça)

bezm-i aşk

  • Aşk meclisi.

bezm-i cihan / bezm-i cihân

  • Dünya meclisi. Dünya.

bezm-i elest

  • Cenab-ı Hak ruhları yarattığında "Ben Rabbiniz değil miyim? meâlinde soru sorduğunda, ruhlar, "Evet Rabbimizsin" diye cevap vermeleri ânına "Elest meclisi" veya "Bezm-i elest" tabir edilir.
  • Elest Meclisi; Allah'ın ruhları yarattığında, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" anlamındaki sorusuna, ruhların, "Evet, Rabbimizsin" diye cevap verdikleri an.

bezm-i ezel-i elestü

  • Cenâb-ı Hak ezelde ruhları yarattığında, "Ben Rabbiniz değil miyim?" şeklindeki soruya bütün ruhların, "Evet Sen Rabbimizsin" diye söz vermeleri ânı; "Elest meclisi" veya "Bezm-i elest" şeklinde de ifade edilir.

bezm-i gam

  • Gam meclisi.

bezm-i safa / bezm-i safâ

  • Safâ meclisi, eğlence meclisi.

bezme

  • Muhabbet ve sohbet meclisinin bir köşesi. (Farsça)

bezmgah / bezmgâh / بزمگاه

  • Eğlence yeri, eğlence meclisi. (Farsça)

bezv

  • Beraberlik.
  • Denk, eşit, misil.

bezzazistan

  • Esnaf çarşısı. Bedestan. (Farsça)

bi'set / بئثت

  • Gönderiliş, Hz. Muhammed'in peygamber olarak gönderilişi. (Arapça)

bi'set-i ahmediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) peygamber olarak gelişi, peygamberliğinin başlangıcı.

bi'set-i nebevi / bi'set-i nebevî

  • Hz. Muhammed'in peygamber olarak gelişi.

bi'set-i nebeviyye

  • Peygamberin, peygamberlikle gönderilişi.

bi'set-i nübüvvet

  • Peygamberliğin gelişi, başlangıcı.

bi-add / bî-add

  • Sayısız.

bi-gışş / bî-gışş

  • Hilesiz, safi, karışıksız. (Farsça)
  • Samimi. (Farsça)

bi-haber / bî-haber

  • Habersiz, bilgisiz. (Farsça)

bi-hesab / bî-hesab

  • Sayısız, hesapsız. (Farsça)

bi-idad / bî-idad

  • Sayısız.
  • Eşsiz, benzersiz.
  • Denksiz.

bi-kar / bî-kâr

  • Kârsız, işsiz kimse. Bekâr kişi. (Bekârlık, bikârların kârıdır. İşârât) (Farsça)

bi-mer / bî-mer

  • Sayısız, hesapsız. (Farsça)

bi-mihr / bî-mihr

  • Sevgisiz, şefkatsiz. (Farsça)

bi-n-nefs

  • Kendi kendisi.

bi-nam / bî-nam

  • İsimsiz, nâmsız. (Farsça)

bi-şumar

  • Sayısız, pek çok. (Farsça)

bi-z-zat

  • Kendisi, aslında. Kendi zatı ile. Binefsihi.

biat

  • Bağlılığını, itimadını bildirmek. Birisinin hakemliğini veya hükümdarlığını kabul etmek. El tutarak bağlılığını alenen izhar etmek. Bağlılığını tazelemek.
  • Rey vermek.

bibliyograf

  • yun. Kitaplar üzerinde geniş bilgisi olan kişi.

biçaregan-ı ümmet / bîçâregân-ı ümmet

  • Ümmetin çaresizi, zavallısı.

biçrek

  • Kandırılıp aldatılarak kendisiyle daima alay edilen kimse. (Farsça)

bıd'

  • (Bıd'a) Geceden bir kısım.
  • Üçten ona ve onikiden yirmiye varana kadar olan sayılar.
  • Cima, nikah.

bid'at

  • Sonradan ortaya çıkan şey.
  • İslâm'da Peygamberimizden sonra ortaya çıkan değişik âdetler.

bid'atüzzaman

  • Zamanın bid'ası; zamanın yenilikçi acayip kişisi.

bidayet-i hilkat / bidâyet-i hilkat

  • Yaratılışın başlangıcı.

bidayet-i icad

  • Yaratılışın başlangıcı.

bigane / bîgâne

  • Alâkasız, ilgisiz.
  • İlgisiz.

biganesin / bigânesin

  • İlgiyi kesmişsin, yabancısı olmuşsun, habersizsin.

bihah

  • Ses kısıklığı.

bihasebi'l-adet / bihasebi'l-âdet

  • Alışıldık şartlara göre, normal şartlara göre.

bihima

  • O ikisi, o ikisine, o ikisinden, o ikisiyle mânâlarına gelir ve zamirdir.

bihürmeti seyyidi'l-murselin / bihürmeti seyyidi'l-murselîn

  • Gönderilen Peygamberlerin Efendisi, Hz. Muhammed'e (a.s.m.) hürmet ile.

bikeder / bîkeder

  • Kedersiz, sıkıntısız.

bil'asale

  • Bizzat. Kendisi. Eli ile. Başkasını vâsıta etmeden. Asâleti ile.

bila-addin / bilâ-addin

  • Sayısız.
  • Sayısız. Adetsiz. (Farsça)

bilad-ı selase / bilâd-ı selâse

  • Eskiden İstanbul, Edirne ve Bursa'nın üçüne birden verilen isim.

bilafasıla / bilâfâsıla / بلافاصله

  • Aralıksız, kesintisiz. (Arapça)

bilainkıta / bilâinkıtâ / بلاانقطاع

  • Kesintisiz, aralıksız. (Arapça)

bilamübalağa / bilâmübalâğa

  • Abartısız.

bilasale / bilasâle

  • Aracısız, vasıtasız.

bilfiil

  • Sırf kendisi. Kendi çalışması ile. Başkası karışmadan.

bilinç

  • Psk: İnsanın kendi varlığından ve kendine tesir eden çevresinde meydana gelen hadise ve değişikliklerin, bilgisine sahip olması hali. Şuurun dereceleri vardır. Meselâ: Düşünüyorum ve düşündüğümü biliyorum, yine düşündüğümü bildiğimi de biliyorum ve hakeza. Şuurlu olma ruhun bir vasfıdır. Maddede şuu (Türkçe)

bilinçaltı

  • Psk: Şuur altı. Geçmişte yaşadığımız ve etkisi altında kaldığımız hâdiselerden şimdi hatırlayamadıklarımız, şu anda da varlığımızda meydana gelen hadiselerden bilgisine sahip olmadıklarımızın hepsi. İnsan şuurlu hareket ettiği gibi şuuraltı etkilerle de hareket eder. İnsan şuuraltının etkisiyle hare (Türkçe)

bilvasıta

  • Vâsıta ile. Birisinin vâsıta olması, aracılığı ile.
  • Edb: Terci' ve terkib-i bentleri teşkil eden parçaları birbirine bağlayan beyit.

bimihr / bîmihr / بى مهر

  • Sevgisiz, şefkatsiz. (Farsça)

binbaşı

  • Ask: Bin kişiye yakın olan bir tabur askere kumanda eden subay; yarbayın bir alt, yüzbaşının bir üst derecesidir.

binefsihi

  • Bizzat, kendisi, kendisi ile.
  • Kendisiyle.

binende

  • Görücü, gören. (Farsça)
  • Tedbirli, ilerisini düşünen, akıllı. (Farsça)

bıngıldak

  • Yeni doğmuş olan çocuğun kafasının üst tarafı. Bu kısım yumuşaktır.

bint-i lebun

  • Üç yaşına girmiş dişi deve.

bint-i mehad

  • İki yaşına girmiş olan dişi deve.

birader-i ebu laşey / birader-i ebu lâşey

  • Hiçbirşeyi olmayan kişinin kardeşi.

birzevn

  • (Çoğulu: Berâzin) Semer vurdukları at. (Farisîde "esb-i palanî" derler)

biselamet-il-emr

  • İşin kolaylıkla ve zahmetsiz yapılması.

biselameti'l-emr / biselâmeti'l-emr

  • İşin kolaylıkla ve kazasız belâsız yapılması.

bisr

  • Vücudu sivilceli olan kişi.

bist

  • (Çoğulu: Ebsât-Büsât) Yavrusu yanında olan dişi deve.
  • Salıverilmiş, bırakılmış olan şey.

bişümar / bîşümâr / بى شمار

  • Sayısız. (Farsça)

biuza / biûza

  • Sivrisinek.

bivar

  • "Onbin" sayısı. (Farsça)

biyocoğrafya

  • yun. Nebat ve hayvanların yer yüzünde dağılışını ve sebebelerini tetkik eden ilim kolu. Hayatî Coğrafya. Biyojeografi.

biyoğrafi

  • Şahısların hayatlarını mevzu edinen yazı çeşitlerine verilen isim.

biyoloji

  • yun. Canlı varlıkları inceliyen ilim. Hayvanları inceleyen bölümüne zooloji; bitkileri inceleyen bölümüne botanik denir. Biyoloji, incelediği konulara göre çeşitli isimler alır. Canlının dış yapısını inceleyen: Morfoloji; dokuları inceleyen; histoloji canlıların büyüyüp gelişmelerini: embriyoloji; h

biyonik

  • Canlıların, yaşadıkları muhit içinde değişen şartlara uygun nasıl hareket ettiklerini inceleyerek canlıları model almak suretiyle benzer hareketleri yapabilecek makinelerin yapılması işiyle uğraşan ilim ve fen.

biyoterapi

  • Tıb: Bazı hastalıkların tedavisinde canlı varlıklardan faydalanma usûlü.

biza'

  • Birisine kaba muamelede bulunma.
  • Faydasız, boş yaramaz söz.

bizatihi / bizâtihi

  • Kendi kendine, aslında, kendiliğinden, esasında, kendisi, yalnızca zâtından, aslından.

bizzat / bizzât

  • Kendisi.

blöf

  • ing. Karşısındakini yanıltmak veya yıldırmak için aslı olmayan şeyleri gerçekmiş gibi göstermek.

blok

  • Birbirine bitişik yapılar. (Fransızca)
  • Büyük ve ağır yığın. (Fransızca)
  • Resim kağıtları saklanan karton kap. (Fransızca)

Bolşevik

  • Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça "çoğunluk" anlamına gelen Bolşevik olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılacaktır.

    Kongreden sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği’ni kuracaklardır. Lenin ve Martov yandaşları kongredeki durumlarına göre Rusça “bolshinstvo” (çoğunluk) ve “menshinstvo” (azınlık) olarak adlandırılırlar. Kongredeki delegeler sürekli olarak saf değiştirdikleri için birleşim başarısız olacak ve parti fiilen ikiye bölünecektir.
  • Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça "çoğunluk" anlamına gelen Bolşevik olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılacaktır.

    Kongreden sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği’ni kuracaklardır. Lenin ve Martov yandaşları kongredeki durumlarına göre Rusça “bolshinstvo” (çoğunluk) ve “menshinstvo” (azınlık) olarak adlandırılırlar. Kongredeki delegeler sürekli olarak saf değiştirdikleri için birleşim başarısız olacak ve parti fiilen ikiye bölünecektir.

bolşevik / بُولْشَوِيكْ

  • Çoğunluktan yana anlamına gelen Rusça kelime, 1903 yılında düzenlenen Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin İkinci Kongresi'nde Vladimir Lenin ve Julius Martov arasında yeni kurulmakta olan partinin üyelik tanımı üzerine başlayan görüş ayrılığı sonucu yaşanan ayrışmadaki taraflardan Lenin yanlısı grup.

Bolşevik / Çoğunlukçu.

  • bolşeviklik yanlısı kimse. bolşeviklikle ilgili olan.

bolşeviklik

  • Bolşevik, çoğunluktan yana anlamına gelen Rusça kelime, 1903 yılında düzenlenen Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin İkinci Kongresi'nde Vladimir Lenin ve Julius Martov arasında yeni kurulmakta olan partinin üyelik tanımı üzerine başlayan görüş ayrılığı sonucu yaşanan ayrışmadaki taraflardan Lenin yanlısı grup. Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça çoğunluk anlamına gelen Bolşevik olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılacaktır.

    Kongreden sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği'ni kuracaklardır.


Bolşevizm

  • Rusça'da çoğunluk anlamına gelir.

    Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi (RSDIP) içindeki ayrılıkta Lenin ile aynı görüşü savunanlar kongre çoğunluğu sağlamışlar ve bu tarihten sonra Leninist görüşleri savunmanın diğer adı Bolşevizim olmuştur. Bu kelimenin Rusça'daki zıddı; Menşevik.

    Bu kongrede azınlıkta kalan grup ise Menşevikler olarak adlandırılmıştır. Marksist literatürde menşevik bir hakaret olarak kullanılır.

boşanmak

  • Eşi ile olan nikâh bağını bozmak. Eşinden ayrılmak. (Medeni kanun, boşama yetkisini mahkemeye bırakmıştır. İslâm dini evlenmeyi Allah'ın emirleri dahilinde karşılıklı rızaya bağlı hür bir sözleşme olarak gördüğünden kadınla erkek boşanma yetkisinin kimde olacağını da kararlaştırabilirler. İsterlerse (Türkçe)

bostan-ı kemalat / bostan-ı kemâlât

  • Olgunluklar bostanı, mükemmellikler bahçesi; yani mükemmelliklerin yetişip olgunlaşmasına vesile olan ortam.

boykot

  • (Boykotaj) Bir şahıs veya devlete karşı alış-verişi, münasebetleri kesmek. Bir ülkeyi, bir topluluğu veya bir şahsı zarara sokmak maksadıyla onunla her türlü ilgiyi kesme. (Fransızca)
  • Bir işten geçici olarak çekilme; işe, çalışmaya hep birlikte katılmama. (Fransızca)

bü'bü'

  • Her nesnenin aslı.
  • İzzet, kerem.
  • Zeyrek akıllı, zarif kişi.
  • Hâkim, seyyid.
  • Gözbebeği.
  • Mc: Çok kıymetli ve değerli olan şey.

büduh

  • Yürümek, meşy.
  • Esmâullahdan bir isim. (Vedud mânâsına)

buğz

  • Sevmeme. Birisi hakkında gizli ve kalbi düşmanlık hissetme. Kin, husûmet.

büh

  • Baykuşa benzer bir kuştur, ondan küçüktür. Dişisine büvâhâ derler; ahmak, akılsız kimseyi ona benzetirler.
  • Puhu.

buhar

  • Suyun buğu haline gelmiş şekli.
  • Seyyal, lâtif cisim.

buhari-işerif / buhârî-işerîf

  • İslâm dîninde Kur'ân-ı kerîmden sonra en kıymetli, en üstün kitap. Kütüb-i sitte adı verilen meşhur altı hadîs kitabının birincisi.

buhha

  • Boğaz kısılmak.

buhran

  • Sıkıntı. Darlık. Nöbet. Kriz. Hastalığın ağır zamanı.
  • Bir işin tehlikeli ve karışık hâl alması.

bühtan

  • İftira. Birisine yalandan bir şey isnad etme. Birisini suçlu gösterme.
  • Dalgınlık.
  • Medhûş ve mütehayyir olma.

buhtiyye

  • Melez dişi develer.

buhuh

  • Ses kısıklığı.

bühur

  • Işıklı, nurlu, aydınlık.

bühüt

  • (Tekili: Behût) İşitenleri hayrete düşürecek kadar olan iftira ve yalanlar.

bülend-himmet

  • İyi çalışır. (Farsça)

bumehen

  • (Bumehin) Deprem, zelzele, yer sarsıntısı. (Farsça)
  • Koyun bağırsağı. (Farsça)

bundan maada / bundan mâada

  • Bundan başka, bunun yanısıra. (Türkçe - Arapça)

bündar

  • Zengin, asil ve kibirli kişi. (Farsça)

bünyan / bünyân

  • Yapı, bina, bir şeyin yapısı.

bünye

  • Yapı; insanın maddi ve mânevî yapısı.
  • Bir şeyin vücut yapısı. Vücut, beden. Fıtrat.
  • Şekil, tarz, sûret.

bünye-i kur'aniye / bünye-i kur'âniye

  • Kur'ân'ın yapısı.

bur

  • Hayırsız kişi.
  • Ekine elverişli olmayan tarla.

burak

  • Peygamber efendimizin göklere çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü gece (mîrac gecesinde) üzerine bindiği ve kendisini Mekke'den Kudüs-ü şerîfe kadar götüren (taşıyan) Cennet hayvanı. Burak, dünyâ hayvanlarından değildir. Erkekliği ve dişiliği yoktur. Çok hızlı giderdi.

burc

  • Muayyen bir şekil ve sûrete benzeyen sâbit yıldız kümesi.
  • Tek hisar kule, kale çıkıntısı.
  • Dünyaya göre güneşin döndüğü yerin onikide bir kadarı.

bürdi / bürdî

  • Hurmanın iyisi.

büre

  • (Çoğulu: Bürât-Bürâ-Bürin) Deve burnuna takılan halkalar.
  • Bilezik gibi olan halkaların her birisi.

büresa'

  • Nâs mânâsına kullanılan bir isim.

burhan-ı haşriye

  • Haşrin delili; yeniden dirilişin ispatı.

bürhan-üt temanü' / bürhan-üt temânü'

  • İstiklâliyet, ulûhiyetin zâtî bir hassası ve zaruri bir lâzımı olduğuna dair ve şirkin butlanını isbat eden delil ki; eşyanın yaradılışı müteaddit ellere ve esbaba verilse, âlemdeki nizam bozulup karışıklıklar çıkacağını gösterir, isbat eder.

burhanü't-temanü / burhanü't-temânü

  • Kâinatta iki ilâh kabul edildiği takdirde, bunların birbirlerine engel olacakları ve dolayısıyla düzenin bozulacağından hareketle tevhide dair elde edilen delil.

bürhun

  • Duvar. Kemer. (Farsça)
  • Çember, daire. (Farsça)
  • Hâne, ev ve kale kapısı. (Farsça)
  • Mâni, engel, çit. Avlu. (Farsça)

burjuva

  • Orta halli olup, ne çok zengin ve ne de çok fakir olan halk. Eskiden Avrupa'da köylü ve asilzade olmayıp şehirde yaşayan halka denirdi. Kendi başına işi ve malı olan, ücretle çalışmayan, ferde bağlı iş hayatını güden sınıftan olan. (Fransızca)

büruc

  • (Tekili: Burc) Burç, aslında âşikar şey mânasına gelir. Her bakanın gözüne çarpacak şeklide zâhir olan yüksek köşk mânasına da kullanılmıştır.
  • Bunlara teşbihen veya zuhur mânâsıyla semâdaki bir kısım yıldızlara veya bazı yıldızların toplanmasından meydana gelen şekillere ve farazi su

butm

  • Çitlenbik ağacı. (Yemişine "habbet-ül hadar" derler.)

büyü

  • Cin gibi manevî varlıklar aracılığı ile insan veya başka varlıklar üzerinde etki meydana getirme işi. Dinimiz büyücülerin şerrinden, kötülüklerinden Allah'a sığınmamızı emreder. Müslüman büyücülük yapmaz.

büyük doğucular

  • Büyük Doğu dergisini çıkaranlar.

büyutat / büyûtât

  • (Tekili: Büyût) Asilzâde aileleri.
  • Asil kimseler, soylu kişiler.
  • Ev kümeleri.

büzürg

  • (Çoğulu: Büzürgân) Cesim, kebir, azîm, büyük, ulu. (Farsça)
  • Reis, baş, başkan, şef. (Farsça)
  • Türk musikisinde bir mürekkep makamın adı. (Farsça)

büzürgzade / büzürgzâde / بزرگ زاده

  • Seçkin kişinin çocuğu, asilzade, kişizade. (Farsça)

ç

  • Osmanlı alfabesinin yedinci harfi olup, ebced hesabında "cim" harfi gibi üç sayısının karşılıdır.

ca'cere

  • (Çoğulu: Ceâcir) Hamurdan çeşitli şekiller yapıp, pekmez içinde pişirip yerler.

ca'l

  • Yaratmak, halk.
  • Almak.
  • İş işlemek. Yapmak.
  • Bu kelime Kur'ân-ı Kerim'de onüç vecihle kullanılmıştır:1- Tafak ve ahz (inşâ ve ikbal) mânasına; bir işi işlemeğe müteveccih olup başlamak ve işler olmak.2- Halketmek, yaratmak.3- Kavl ve irsal.4- Tehiyye ve tesviye (tanzim

caadet

  • Etli, semiz ve kıllı kişi.
  • Su kenarında biter bir ot.
  • Bir kabile adı.

çaba

  • Cehd. Gayret, herhangi bir işi yapmak için harcanan güç.

cadde-i kübra

  • Büyük cadde.
  • Mc: En selâmetli yol. Kur'an yolu. Sahabe ve Peygamber vârisi olan büyük zatların, müçtehidlerin yolu.

çağatay

  • Cengiz Han'ın oğlu Çağatay Han'ın ismine nisbetle Mâvera-ün Nehr taraflarında oturan Doğu Türklerine ve edebî lisan olarak kullandıkları Doğu Türkçesine verilen isimdir.

çağdışı

  • Askerliğe alınma çağı dışında.
  • Çağın fikirlerine felsefesine uymayan. Bu mânada bazı kimselerin kelimeyi hakaret olarak kullanmaları dar görüşlülüğün ve cehaletin neticesidir. Çünkü çağın insanlık için zararlı öyle fikirleri ve felsefeleri vardır ki, gelecek devirler bunu anladıkları

çağla

  • (Çağala) Badem, erik, kayısı gibi yemişlerin yenebilen ham meyvesi.

cahcah

  • (Çoğulu: Cehâcih) Ulu, şerif kişi.

cahid / câhid / جاهد

  • Çalışıp çabalayan. (Arapça)

cahif

  • Kişinin kendi yanında olan şeylerin çokluğundan fahirlenmesi.
  • Uykusunda dişini öttürmek.
  • Çok fazla hafiflik üzerine olmak.
  • Nefis, ruh.
  • İnsanın karnından çıkan ses.
  • Kısa.
  • Çok asker.

cahil / câhil / جاهل

  • Tecrübesiz. Bilgisiz. Genç. Toy.
  • Allah'ı unutmuş olan. Gafil. (Dünya ve kâinatta Allah'ın bunca eserleri sergilenip dururken bunların sanatkârını ve yaratıcısını tanımamak cahilliğin en akılsızcasıdır.)
  • Bilgisiz.
  • Allahü teâlâyı unutmuş olan; gâfil, bilgisiz. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
  • İlmiyle amel etmeyen.
  • Bilgisiz.
  • Bilgisiz. (Arapça)

cahilane / câhilâne

  • Câhillikle, câhilce, câhil kimseye yakışır şekilde. (Farsça)
  • Cahilce, bilgisizce.
  • Bilgisizce.

cahız / câhız

  • Asıl ismi Amr İbn-ül Bahr olan ve gözünün hadekası çıkık olduğu için bu isimle anılan büyük bir Arab edibi.
  • Patlak gözlü adam.

cahşe

  • Eşek sıpasının dişisi.
  • Çobanın eline dolayıp eğerdiği ip.

cailu'n-nur / câilu'n-nûr

  • Nûr'un yaratıcısı.

caka

  • (Argo) Gösteriş, çalım. Caka, mal mülk, giyim, kuşam, yahut hareket davranış yoluyla olabilir. İslâm'da gösterişin her şekli haram ve günahtır. Bugün bazı kimseler ve aileler gösteriş belâsı yüzünden maddî sıkıntılara düşmekte, israfa sürüklenmektedir. İşledikleri günahın cezasını bu dünyada da çeki

çakaçak / çâkâçâk / چاكاچاک

  • Kılıç şakırtısı. (Farsça)

çal

  • İsimlere önden eklenip, onun daima hareket edip oynamakta olduğuna işaret ve delâlet eder. Meselâ: Çal-at : Durduğu yerde de hareket eden at.
  • Bir şeyi şiddetle kapmaya delâlet eder. Meselâ: Çal-yaka: Yakasından kapmak, şiddetle yakalamak.

çala

  • İsimlerden önce kullanılarak, devam ve şiddetli ve pervasız kullanılmasını bildirir. Meselâ: Çalakalem: Çabuk ve gelişigüzel ve ilmi olmayan yazı yazmak.

cale

  • Nehrin bir kenarından diğer kenarına geçebilmek için ağaçtan, sazdan veya şişirilmiş tulumlardan yapılan sal. (Farsça)

cami / câmi

  • İslâm mâbedi. İbadet yeri olan bina.
  • Cem'edici, toplayıcı, içine alan.
  • Cem'etmiş, toplamış bulunan, hâvi ve muhit olan.
  • Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm bütün evvel ve âhir güzel isim ve ahlâkı kendisinde cem'ettiğinden dolayı ona verilen bir isimdir.
  • Ehl-
  • Toplayan, derleyen.
  • İçerisinde namaz kılınan ve mescidden büyük olan ibadethane.

cami-ül ezher

  • Mısır'daki en büyük üniversitenin adı.

camiiyet-i fıtrat

  • Yaratılışın kapsamlılığı.

camiü'l-esma ve'l-kur'an / câmiü'l-esmâ ve'l-kur'ân

  • Allah'ın isimlerini ve Kur'ân'ın özelliklerini üzerinde toplayan.

camiü'l-ezher üniversitesi / câmiü'l-ezher üniversitesi

  • Mısır'da bulunan, İslâm dünyasının en önemli ve en eski sayılan üniversitesi.

can

  • Yaşayış. Diride olan kudret, kuvvet. Hayat cevheri. Madde ilimleri, maddenin; hayat ilimleri (biyolojik ilimler) hayatın ne olduğunu açıklıyamamışlardır. Aslında bunların konusu da madde, hayat ve ruhun kendisi değil, bunların tezahürleri yani olay haline gelen tesirleridir. Deney ilimlerini (Farsça)

canbaz

  • (Çoğulu: Canbazan) Can ile oynayan, canını tehlikeye koyan, canbaz.
  • Hayvan alış-verişi ile uğraşan kimse.
  • Aldatan, hilekâr, hile yapan.
  • Eskiden atlı fedai asker.

cani

  • Cinayet işlemiş olan. Birisini öldürmüş veya yaralamış bulunan. Caniler nasıl haksız yere insanı öldürüyorlar ve onların hayatlarına son veriyorlarsa; kâfirler, inkârcılar, dinsizler de birer cani sayılırlar. Çünkü Allah'ın eserleri olan canlı ve cansız varlıklar onun sonsuz kudretini, ilmini, irade

çar-erkan-ı cuvani / çar-erkân-ı cuvanî

  • Padişahın özel hizmetlerinde bulunan ve Enderun'un azamlarından olan dört kişi hakkında kullanılan bir tabirdir.

çar-gah / çar-gâh

  • Dört taraf ki, bunlar; şark, garb, şimal, cenub'dur. (Farsça)
  • Dünya, küre-i arz, cihan. (Farsça)
  • Türk musikisinde bir makam adıdır. (Farsça)

çargah / çârgâh / چارگاه

  • Türk musikîsinde bir makam. (Farsça)

çarha

  • Ordunun ilerisinde bulunan askerlerin yaptıkları tâlim. (Farsça)
  • Çıkrık gibi dönen yuvarlakça bir cins dolap. (Farsça)

çarmih / çârmîh

  • Dört çivi. Birbiri üzerine dikey olarak konulmuş iki tahtadan meydana gelen, suçluları îdâm etmek için kullanılan haç şeklindeki darağacı. Bu cezâya çarptırılan kişi iki yana açılmış kollarından ve bağlanmış ayaklarından çivilenerek öldürülürdü.

çarşı-yı alem / çarşı-yı âlem

  • Dünya çarşısı.

çarşı-yı ticaret

  • Ticaret çarşısı.

cazi

  • Ayaklarını dikip parmakları üzerine oturan kişi.

çe

  • Küçültme edatı olap bu mânâ ile Farsça isimlere eklenir. (Farsça)

ce'y

  • Isırmak.

cebbar / cebbâr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarının hallerini ıslâh edip tövbeye götüren, dilediğini yaptırmaya gücü yeten.
  • Kibirli, zorba, gaddâr.
  • İlâhî isimlerdendir. Dilediğini yapan, kudret ve güç sahibi Allah.
  • Zalim, müstebit kişi.
  • Gökyüzünün güneyinde bulunan bir yıldız kümesi.

ceberut

  • Azametin daha dâimîsi ve bâtınîsi. Büyüklük. Hâkimlik. Kudret, celadet. Fart-ı kibir ve azamet.

cebhe

  • Yüz, ön taraf. Harp sahası. Muharebe edilen yer.
  • Alın.
  • Bir binanın veya o cinsten bir şeyin ön tarafı.
  • Gökteki ayın menzillerinden birisinin ismi olup arslan suretinin cephesidir, dört yıldız arslan alnına benzetilmiştir.
  • Bir kavmin ve cemaatin seyyidi.

cedb

  • Kısırlık.
  • Kusur.

cedeme

  • (Çoğulu: Cüdem) Yaramaz dişi koyun.
  • Kısa boylu erkek.

cedi

  • Güneş medarının oniki burcundan birisi. Oğlak burcu. (Güneşin cenuba doğru inişinin en aşağı derecesini bildirir.)
  • Keçinin erkek yavrusu, erkek oğlak.

ceffah

  • Mütekebbir kimse, gururlu kişi.

ceffe-l kalem

  • Düşünmeksizin, birden, hemen.
  • Kalemin yazısı kurumuş, silinmez.
  • Kat'i olan şey.

cefvet

  • Nezaketsizlik, kabalık, saygısızlık.

cehalat / cehâlât

  • Cahillikler, bilgisizlikler.

cehalet / cehâlet / جهالت

  • Bilmeme, bilgisizlik. Din bilgilerini bilmeme. Câhillik.
  • Cahillik, bilgisizlik.
  • Cahillik, bilgisizlik. (Arapça)

cehaletperver / cehâletperver

  • Cahillik sever, bilgisizliği koruyan.
  • Bilgisizliği seven.

cehd / جهد

  • Çalışma, çabalama. (Arapça)
  • Cehd etmek: Çalışıp çabalamak. (Arapça)

cehele

  • Cahiller, bilgisizler.

cehil

  • Cahillik, bilgisizlik.
  • Bilgisizlik.

cehl / جهل

  • İlimsizlik, bilgisizlik, dînî bilgilerden haberi olmamak.
  • Cehalet, bilgisizlik.
  • Bilgisizlik.
  • Cahillik, bilgisizlik. (Arapça)

cehlistan / cehlistân

  • Bilgisizlik yeri.

cehr

  • Görünmek, zâhir olmak.
  • Açıktan ve yüksek sesle olan söylemek veya okumak.
  • Tecvid'de: Harf hareke ile okunduğu zaman, mahreçte aralık kalmıyarak nefesin akmayıp, küllisi veya ekserisi hapsolmuş bir şekilde sesin çıkmasına denir.

cehyer

  • Dişi ayı.

cehzam

  • Başı büyük, yuvarlak yüzlü kişi.
  • Esed, arslan.

çek

  • Çekoslovakya, Bohemya ahalisinden olan ve Çek'ce konuşan kavim ki, Osmanlı metinlerinde "çeh" diye geçer.

çekaçak / çekâçâk / چكاچاک

  • Kılıç şakırtısı. (Farsça)

çeki

  • Odun gibi ağır cisimleri tartmada kullanılan 250 kiloluk ağırlık ölçüsü.

çekre

  • Küçük su damlası. Su serpintisi. (Farsça)

cel'abe

  • Çok kuvvetli dişi deve.

celal

  • (Celâlet) Nihâyet derecede büyüklük. Azamet. Hiddetlilik, hışım.
  • İlm-i Kelâm'da: Cenâb-ı Hakk'ın kahrının ve azametinin tecellisi, Cenâb-ı Hakk'ın nev'deki tecellisi. Cenâb-ı Hak, vahdaniyyetine delil olacak çok şeyler yarattığından veyâ ihâtadan âli ve celil olduğu veya hislerle idr

celaleddin-i harzemşah

  • (Vefâtı M.: 1231) Mengü berdi (Allah verdi) ismi de verilir. Harzemşah soyunun 7nci ve son hükümdarıdır. Tarihte cesaret ve irfanı ile tanınmıştır. O zamanın deccalı olan Cengiz'in kahır ve şiddeti karşısında İrân ve Turân korku ve zillete düştüğünde Celâleddin, Cengiz'in ordularını müteaddit defala

celaleddin-i süyuti / celaleddin-i süyûtî

  • (Hi: 849 - 911) Abdurrahman bin Ebu Bekir Muhammed adı ile de anılır. Hadis imamı ve müctehid bir zattır. Mısırlıdır. Süyût şehrinde doğdu. Mısır'da vefat etti. Zamanının büyük İslâm allâmelerindendir. Asıl adı: Ebû Bekir oğlu Abdurrahman'dır. Tefsir, fıkıh, hadis ilmine dair eserleri vardır. Celale

celali / celâlî

  • Allah'ın büyüklük ve azametinin tecellîsine ait.

celbub / celbûb

  • Sarmaşık (bitkisi.) (Farsça)

celd

  • Lügat mânası, deri üzerine vurmaktır.
  • Fık: Muhsen olmayan mükellef zâni veya zâniyenin muayyen uzuvlarına vech-i mahsus üzere değnek veya kamçı ile vurmaktır. Bu ceza, mücrimin cildi yani derisi üzerine tatbik edildiği cihetle "celde" adını almıştır.

celde

  • Fık: Suç işleyen birisine kamçı veya değnekle bir vuruş.

çelebi

  • Efendi, kibar kimse.
  • Mevlâna postnişinine verilen ünvan.
  • Çelebi, Sultan Mehmed devrine kadar padişah oğullarına verilen ünvan idi.
  • Mevlânâ soyundan gelenlerle, mevlevilerin büyüklerine verilen ünvan.

celed

  • Sütü ve yavrusu olmayan büyük deve.
  • Muhkem yer.
  • Samanla doldurulup anası önüne koyulan buzağı derisi.

celenza

  • Arkası üstüne yatıp ayaklarını kaldıran kişi.

celevat-ı cemaliye / celevât-ı cemâliye

  • Allah'ın güzel isimlerinin varlıklar üzerindeki görünümleri, akisleri.

celil / celîl

  • Celâl sâhibi mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden).

cellad / cellâd

  • Ölüm cezası verilenleri öldüren kişi.

celle

  • "Celil oldu, celil olsun" meâlinde ve Celle Celâluhu diye, Allah İsm-i Celali işitildiği veya anıldığı anda, tâzim makamında söylenir.

celle celalüh / celle celâlüh

  • "O yücedir" mânâsına Allahü teâlânın ismi-i şerîfi söylenince, yazılınca ve işitilince, söylenilen ta'zîm (hürmet, saygı) ifâdesi.

celu

  • Şakacı, lâtifeci kimse. (Farsça)
  • Kebap şişi. (Farsça)

cem'

  • (Çoğulu: Cümu) Hurmanın iyi olmayanı. Farklı şeyleri bir yere getirmek mânasına mastar.
  • Az olarak cemaat için isim olur.
  • Toplama. Bir yere getirme, biriktirme. Yığma.
  • Gr: Arabçada (ve tesniye olmayan dillerde) ikiden çok olan şeylere delâlet eden kelime. (Kitabın başı

cem'-i kıllet

  • Arapça'da türlü vezinlerde cemileri olan isimlerin, bu cemilerinden dokuzdan aşağı mahsus olanları.

cem'iyet-i şura / cem'iyet-i şûrâ

  • Danışma meclisi.

cem-i mükesser

  • Gr: Cemi yapılacağı zaman müfredinin şekli bozularak yapılan cemi. Kaide dışı yapılan, kaideye uymadan yapılan cemi. Kitab; kütüb, gibi.

cemad / cemâd

  • Cansız ve kurumuş olmak.
  • Yağmur yağmayan yer.
  • Sütü olmayan deve.
  • Donmuş, katı cisim.
  • Cansız cisim.

cemadat / cemâdât

  • Katı cisimler, cansızlar.
  • Cansız cisimler.

cemadi / cemadî

  • Ruhu olmayan, cansız madde. Câmid cisim. (Farsça)

cemal / cemâl

  • Yüz güzelliği. Fertteki güzellik.
  • Cenâb-ı Hakk'ın lütuf ve ihsânı ile tecellisi.
  • Hak ile söylenen doğru söz.
  • Hüsün.
  • Allah'ın lütf ve ihsan sıfatıyla tecellisi.
  • Yüz güzelliği.

cemal-i esma / cemâl-i esmâ

  • Allah'ın isimlerinin güzelliği.

cemal-i mücella / cemâl-i mücellâ

  • Parlak ve ışıltılı güzellik.

cemali / cemalî / cemâlî

  • Allah'ın sonsuz lütuf, ihsan, rahmet ve merhametine dair isim ve sıfatlarının tecellisiyle ilgili; lütuf ve cemal tecellisi gibi.
  • Allah'ın lütuf ve ihsanının tecellîsine ait.

cemalullah / cemâlullah

  • Allah'ın cemâlı, Allah'ın güzelliği.
  • Allah'ın lütfu ihsaniyle tecellisi.

cemaş

  • Kadın ile oynaşan kişi.

cemaziye'l-ahir / cemâziye'l-âhir

  • Hicrî aylardan altıncısı.

cemaziyel ahir

  • Arabi ayların altıncısıdır. (Arabi aylar: Muharrem, Safer, Rabiyy-ül-evvel, Rabiyy-ül-âhir, Cemaziyel-evvel, Cemaziyel-ahir, Receb, şaban, Ramazan, şevval, Zilkade, Zilhicce'dir)

cemaziyel evvel

  • Arabi ayların beşincisidir.
  • Bir kişinin mazisi, geçmişi.

cemaziyelahir

  • Hicrî takvime göre altıncı aya verilen isim.

cemil / cemîl

  • Güzel.
  • Cenab-ı Hakk'ın isimlerinden biri.
  • Allahü teâlânın isim-i şerîflerinden. Cemâl sâhibi.

cemra

  • Kuvvetli dişi deve.

cemre

  • (Çoğulu: Cimâr) Şiddetli karanlık.
  • Ateşli kömür parçası, kor.
  • İlkbaharda suya, yere, havaya düştüğü söylenen sıcaklık.
  • Hacıların Mina Vâdisinde şeytan taşlamaları.
  • Hacıların şeytan taşlarken attıkları taşlar veya bu taşların atıldığı yer. Çoğulu cimâr ve cemerât'tır. Minâ'da birbirlerine birer ok atımı mesâfede bulunan üç taş yığını vardır. Bunlardan birincisine Cemre-i ûlâ (birinci cemre), ikincisine Cemre-i vustâ (orta cemre) ve üçüncüsüne Cemre-i Akabe adı
  • Isı.

cemreviyye

  • Divân şairleri tarafından bayramlar, baharlar gibi cemre sebebiyle, muasır olan büyük makamlı ve rütbeli kişiler için yazılan şiirler.

cenab-ı erhamü'r-rahimin / cenâb-ı erhamü'r-râhimîn

  • Merhametlilerin en merhametlisi olan Allah.

cenab-ı erhamürrahim / cenâb-ı erhamürrâhim

  • Merhametlilerin en merhametlisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah.

cenab-ı erhamürrahimin / cenâb-ı erhamürrâhîmin

  • Merhametlilerin en merhametlisi olan Allah.

cenab-ı hak / cenâb-ı hak

  • Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah.

cenab-ı hakk / cenâb-ı hakk

  • Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah.

cenab-ı halık / cenâb-ı hâlık

  • Herşeyin yaratıcısı olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allah.

cenab-ı hallak-ı alem / cenâb-ı hallâk-ı âlem

  • Âlemin yaratıcısı olan, çokça ve sürekli olarak yaratan Allah.

cenab-ı hallak-ı rahim / cenâb-ı hallâk-ı rahîm

  • Sonsuz şefkat, merhamet, şeref ve yücelik sahibi olan herşeyin yaratıcısı Allah.

cenab-ı mevla / cenâb-ı mevlâ

  • Herşeyin efendisi, koruyucusu ve sahibi olan Allah.

cenab-ı vahibü'l-ataya / cenâb-ı vâhibü'l-atâyâ

  • Sayısız iyilik ve ihsanlar bağışlayan, hibe eden Allah.

cenah

  • Kanat, taraf, kısım. (Vicdanın ziyası ulum-u diniyyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacı ile hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassub, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder. Mün.)

cenb

  • Yan taraf. Koltuk altının aşağısı.
  • Def'etmek, kovmak.
  • Müştak olmak.
  • Bir yere gitmek için bir yere inmek.
  • Birisinin sevdiğinden dolayı kararsız ve muztarib bulunmak.
  • Büyük ve çok olan.
  • Engin taraf.
  • Şetmetmek, söğmek.

ceng-azmüde

  • Savaş tecrübesi olan kişi. (Farsça)

cenib

  • Garip.
  • Hurmanın iyisi.

cennet

  • Bahçe. Âhirette müslümanların nîmet ve mutluluk içerisinde sonsuz olarak yaşayacakları yer.

centilmen

  • ing. Kibar erkek, çelebi, görgülü kişi.

çep-endaz

  • Hileci,hilekâr, hile yapan kişi. (Farsça)

çepel

  • Kirli, bulaşık, karışık, çamurlu.

çerag

  • Işık. kandil. Lâmba. Mum. (Farsça)
  • Kutlu, mutlu. (Farsça)
  • Otlak. Mer'a. (Farsça)
  • Otlama. (Farsça)
  • Tekaüd. (Farsça)
  • Talebe. (Farsça)

cerahat

  • Yaradan akan irin. Yaralı vücudda toplanan kandaki küreyvât-ı beyzâdan (ak yuvarlardan) mürekkeb kan. Yaradan akan beyaz akıcı cisim.

cerahor

  • Tar: Osmanlılarda ordu hizmetlerinde kullanılan Hıristiyanlara verilen isim.

cerbeze

  • Doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek derecede aldatma.
  • İşleri incelemek, anlamak kuvvetini, lüzumsuz yerlerde kullanmak, ukalâlık etmek, gereksiz aklî yorumlarda bulunmak. Hikmetin aşırısı.

cerdahl

  • Büyük gövdeli deve.
  • İnsanların her işine itiraz eden.

cereb-nak

  • Uyuz hastalığına tutulmuş kimse, uyuz kişi. (Farsça)

cerenfeş

  • Yanları etli ve büyük olan kişi.

cereyan-ı ahval

  • Hal ve durumların akışı, genel gidişatı.

cergand

  • Bumbar dolması denen bir yemek çeşiti. (Farsça)
  • Işık. Işık konacak yer. (Farsça)

cerh

  • Yara.
  • Baş ve yüzden başka uzuvlardan birisini yaralamak.
  • Bir kimseye söğmek. Taan etmek. Sözle gönül incitmek.
  • Birisinin fikrini çürütüp kabul etmemek.
  • Şahid, yalancı ve fâsık olduğundan dolayı mahkemede hâkimin şâhidin şehâdetini reddetmesi.
  • Kesb u kâ

ceriz

  • Tasalı kimse. Hüzünlü, kederli olan kişi.

çerm

  • Hayvan ve insan derisi. Post. (Farsça)

cerrar

  • Cer yapan, para toplayan.
  • Yavaş yavaş giden asker alayı veya ordusu. Harp âletleri ile cihazlanmış ordu.
  • Desti satıcısı.
  • Ağır ağır giden.
  • Traktör.

cesed-i misali / cesed-i misalî

  • Maddi yapısı olmayan vücut, misalî beden.

çespan

  • Lâyık, uygun, münasib, muvafık, yakışır.

çespide

  • Lâyık, uygun münasib, muvafık, yakışır. (Farsça)

cessame

  • Sefer yapmamış kişi. Seyahat etmemiş kimse.

cessase

  • Kruvazör, harp gemisi.

ceste ceste

  • Azar azar, parça parça, kısım kısım.

çete

  • Bölük, birlik, takım. Bir reisin idaresi altında bulunan birlik.
  • Asker bölüğü, müfreze.
  • Çapulcu ve akıncı takımı.

cevad / cevâd

  • Çok cömert. Allahü teâlânın isimlerinden.

cevdet

  • İyilik. Güzellik. Kusursuzluk.
  • Bir kimsenin, başkasının işini güzelce ve kusursuz olarak yapması.
  • Cömertlik.
  • Susuz olma.

cevf

  • İç, iç kısım.

cevf-i leyl

  • Gece yarısı.

cevher

  • Bir şeyin özü, esası.
  • Kıymetli taş.
  • Çelik üzerindeki nakış.
  • Edb: Noktalı harf.
  • Yalnız noktalı harflerin ebcedîsi hesab edilerek yazılan manzum tarih.
  • Harflerin noktası.
  • Fls: Varlığı kendinden olan, var olmak için kendi dışında başka birşeye muh

cevher-i ferd

  • Zerre, en küçük cisim. Atom.

cevher-i ziyalı

  • Parlayan, ışıldayan cevher.

cevzeki / cevzekî

  • Koza satıcısı.

ceyş-ül azim / ceyş-ül azîm

  • Büyük ordu. Binikiyüz kişilik askeri kuvvet.

ceyyid

  • Başka mâdenle karışım hâlinde basılmış altın ve gümüş paralardan, karışımında altın ve gümüş miktârı fazla olanlar.

cez'

  • Ağaç kökü, ağaçların alt kısımları.

ceza / cezâ

  • Karşılık, mukabil, ivaz. Cürüm veya günâh işleyenlere verilen azab.
  • Gr: Şart cümlelerinde ikinci kısım.
  • Şart cümlesinde cevap, karşılık olarak gelen kısım.

ceza-yı amel

  • Yapılan işin karşılığı.

cezalet / cezâlet

  • Sözde kelimelerin düzgün dizilişinden doğan güzellik.

cezalet-i nazm

  • Dizilişindeki güzellik ve güçlülük.

cezaü'ş-şart

  • Şart cümlesinin karşılığı ve cevabı olarak gelen kısım, meselâ, "gelirsen görüşürüz" cümlesinde "görüşürüz" cezaü'ş-şarttır.

cezbe

  • Allah sevgisiyle kendinden geçme hâli.
  • Çekme, çekilme. Allahü teâlânın sevdiği bir kulu kendisine çekmesi, yüksek derecelere kavuşturması. Bu da nefsi terbiye ederek, Allahü teâlâyı çok anmakla olur.
  • Tas: Meczubiyet, istiğrak. Allah'ı hatırlayıp Allah sevgisi ile kendinden geçer bir hale gelme.
  • Allah sevgisiyle kendinden geçme hâli.

cezbedarane / cezbedarâne

  • Allah sevgisiyle kendinden geçercesine.

cezbeli

  • Allah sevgisiyle kendinden geçer bir hale gelen.

cezu'

  • Çok sızlanan, kıvranan, feryad eden. Allah'tan gayrısından imdad bekleyen.

cezur

  • (Çoğulu: Cüzür) Boğazlanacak deve. Hem erkeğe hem dişiye denir. (Boğazlanacak yere meczer derler. Boğazlayan kimseye cezzar derler.)

cibayet

  • Vergilerin, devlet gelirlerinin tahsili.
  • Büyük vakıfların ayrı vazifeliler tarafından idare edilen kısımları.

cidd

  • Bir işi gerçekten çalışıp işleme.
  • Ciddilik.

ciddi / ciddî

  • Gerçek. Hakikat.
  • Ağırbaşlı, hâlleri sakin olan kişi.
  • Mühim.

cifir muvafakatleri

  • Cifir ilmi açısından ortaya çıkan uyumlar, denklikler.

cifne

  • (Çoğulu: Cifnân) On kişi doyabilecek kadar büyük çanak ve büyük tas.
  • Bağ çubuğu.

cihad / cihâd

  • İnsanların, İslâmiyeti işitmeleri, müslüman olmakla şereflenmeleri veya müslümanların dînine, vatanına ve nâmusuna saldıran düşmanı defetmek için yapılan muhârebe yâhut mal, can, söz, neşriyat ve diğer vâsıtalarla İslâmiyeti anlatmak ve müdâfa etmek.

cihan-ban / cihan-bân

  • Cihanın bekçisi, dünyanın koruyucusu olan. Allah. Hükümdar. (Farsça)

cihaniyan

  • Dünya ahalisi olan insanlar. (Farsça)

cihet-i melekutiyet / cihet-i melekûtiyet

  • Birşeyin iç yüzü, aslı, hakikati; varlıklara hükmeden İlâhî fiil, isim, sıfat ve şuûnâta bakan yön.

cihet-i zahiri / cihet-i zahirî

  • İşin zahirî yönü, görünen kısım.

cihetinden

  • Açısından.

cild

  • Deri.
  • Meşin.
  • Kitab kabı.
  • (Masdar olarak) Kitabın dikilip kap geçirilmesi.
  • Bir büyük kitabın bölündüğü kısımların her biri.

çile

  • Eziyet. Sıkıntı. (Farsça)
  • İplik. (Farsça)
  • Yay kirişi. (Farsça)
  • Tas: Dervişlerin kapalı bir yere çekilerek ibadetle geçirdikleri kırk gün. (Farsça)

cilve

  • Esmâ-i İlâhînin tecellisi.
  • Tecelli.
  • Güzellere yakışır duruş ve davranış. Dilberâne hareket. Naz ve edâ. Hoşa giden görünüş.

cilve-i cemal-i esma / cilve-i cemâl-i esmâ

  • İsimlerin güzelliklerinin görüntüsü.

cilve-i ehadiyet / جِلْوَۀِ اَحَدِيَتْ

  • Allahın isimlerinin ve birliğinin, her bir şeyde, o şeyi de benzersiz kılarak görünmesi.

cilve-i esma / cilve-i esmâ

  • Allah'ın isimlerinin görüntüsü, yansıması.

cilve-i esma-i ilahiye / cilve-i esmâ-i ilâhiye

  • Allah'ın isimlerinin görüntüsü, aksi.

cilve-i kudret-i ezeliye

  • Varlığının başlangıcı olmayan ve ezelden beri var olan Allah'ın kudretinin tecellisi, yansıması.

cilve-i kudret-i kudsiye

  • Allah'ın sonsuz ve noksansız kudretinin tecellisi, yansıması.

cilve-i samediyet

  • Herşey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın isim ve sıfatlarının varlıklar üzerindeki yansımasının görünümü.

cilve-i zati / cilve-i zâtî

  • Bir şeyin bizzat kendisine ait görüntüsü.

cim

  • ( harfinin arapça adı olup ebced hesabında üç sayısının karşılığıdır.

cimah

  • Binicisi zabtedemediğinden, atın serkeş olup binicisini istememesi.

cimrilik

  • Dînin ve vicdânın, mürüvvetin (insanlığın) vermeyi emrettiği yerde vermemek. Vermek kendisine zor gelmek. Bahillik, pintilik.

cin

  • Ateşin alev kısmından yaratılan, her şekle girebilen; evlenme, yeme-içme, çoğalmaları bulunan ve gözle görülmeyen varlıklar. Fârisî dilinde cine peri denir.

çin / çîn / چين

  • Kırışık. (Farsça)

çin-i cebin / çin-i cebîn / چِينِ جَبِينْ

  • Alın buruşuğu. Alın kırışığı.
  • Alın kırışıklığı.

cins

  • Fıkıhta; çeşit, tür, kullanıldıkları yerler arasında çok fark bulunmayan şeylere ortak olarak verilen isim.

çirag

  • Fitil, kandil, mum, lâmba. (Farsça)
  • Çırak. (Farsça)
  • Talebe, öğrenci, şakird. (Farsça)
  • Tekaüd, emekli, emekliye ayrılmış olan kişi. (Farsça)

ciri / cirî

  • Yılan balığı. (Fâriside mermahi derler.)

cirim / جِرِمْ

  • Büyük cisim.
  • Cisim.

cirm

  • Vücud, ten, cüsse, hacim, büyüklük.
  • Cansız cisim.
  • Yıldız.
  • Cisim.
  • Büyüklük, hacim cirmi ne kadardır?

cirm-i azim / cirm-i azîm

  • Büyük cisim.

cirm-i şems

  • Güneşin temel yapısı.

cism / جسم

  • Cisim.
  • Cisim, madde. (Arapça)
  • Vücut, beden. (Arapça)

cism-i arz

  • Dünyaya ait cisim, beden.

cism-i arzi / cism-i arzî

  • Dünyaya ait cisim, beden.

cism-i has

  • Özel cisim, özel bünye, beden.

cism-i maddi / cism-i maddî

  • Maddî cisim, beden.

cism-i müebbed-i müşeyyed

  • Ebedleştirilmiş, sonsuzlaştırılmış sağlam cisim.

cism-i muhkem

  • Sağlam cisim, yapı.

cism-i natık / cism-i nâtık

  • Söz söyleyen cisim. Konuşan cisim. İnsan.

cism-i nurani / cism-i nuranî

  • Nuranî cisim sahibi.

cism-i sanevberi / cism-i sanevberî

  • Çam kozalağı şeklinde olan cisim; kalb.

cism-i zihayat / cism-i zîhayât / جِسْمِ ذِي حَيَاتْ

  • Hayat sahibi cisim.

cismani / cismanî / cismânî / جسمانى

  • (Cismaniye) Bedene mensub, vücutla alâkalı.
  • Mânevi ve ruhani karşılığı. Maddi ve cisimli olmak.
  • Cisimle ilgili.
  • Cisim ile ilgili. (Arapça)
  • Bedensel. (Arapça)

cismaniye-i nebatiye

  • Bitkisel olan cismî yapı, cisimsel bünye.

cismaniyet

  • Cisim olma hâli.

cismen / جِسْمًا

  • Cisim itibariyle, cisim olarak. Vücutça, bedence.
  • Cisimce.
  • Cisimce.

cismiyet

  • Cisim olma; Allah'ı cisimleştirme, şekil verme.
  • Cisimlik.

civan

  • Yakışıklı genç.

civanmerdane / civanmerdâne

  • Mert ve yüksek cesaret taşıyan bir kişi gibi.

ciz'

  • Derenin dar ve kısık yeri.

cizye / جزیه

  • İslâm devletinde zımmî denilen gayr-i müslim vatandaştan, can ve mal güvenliklerinin korunmasına karşılık seneden seneye alınan vergi. Buna harâc-ur-ruûs (baş vergisi) de denir.
  • Gayrimüslim vergisi. (Arapça)

çolpa

  • Bir ayağı sakat olan. (Farsça)
  • Yürürken ilk defa sol ayağını atan. (Farsça)
  • Mc: Beceriksiz. Eli yakışıksız. (Farsça)

cömerdlik

  • Dînin, vicdânın ve mürüvvetin (insanlığın) vermeyi emrettiği yerde vermek kendisine zor gelmemek.

cop

  • Polis ve polis görevlisi askerlerin taşıdığı, kauçuktan yapılma sopa.

cü'zer

  • (Çoğulu: Câzer) Geyik buzağısı.
  • Yaban sığırının buzağısı.

cübcübiyye

  • İşkembe yemeği. (Onu pişirip satana işkembeci mânâsına "cübcübî" derler.)

cudi

  • Hz. Nuh'un (A.S.) tufandan sonra gemisi ile sahile çıktığı dağın ismi.
  • Şırnak İlinin 6 kilometre güneydoğusunda bulunan bir dağın adı.

cudi-i islamiyet / cudi-i islâmiyet

  • Her türlü helâket ve felâketlerden İslâmiyetle necat bulunacağını ifâde eden bir teşbihdir.Nasıl ki Nuh tufanında Nuhun (A.S.) gemisi Cudi Dağında karaya oturup kurtuldukları gibi.

cüff

  • İçi boş olan şey. Kof.
  • Dimağa işlemiş olan baş yarığı.
  • Hurma çiçeğinin kabuğu.
  • Cemaat, topluluk.
  • Yarısı kesilip kova olmuş olan çürük ve eski kırba.

cüfre

  • Bir şeyin ortası. Mezar.
  • Boşluk. Çukur.
  • Göğsün içerisi. Sadır.

cuhaf

  • Zarar ve ziyân edici, zarar verici nesne, muzır.
  • Çok yemekten şişip ishal olmak.
  • Ölmek, mevt.

cühela / cühelâ

  • (Tekili: Câhil) Cehele, cühhâl. Cahiller. Bilgisizler.
  • Bilgisizler.

cühhal

  • (Tekili: Câhil) Bilgisizler, câhiller.

cul

  • (Çoğulu: Ecvâl) Akıl.
  • Rey.
  • Kuyu duvarı. Aşağısından yukarısına kadar kuyunun taraflarından her bir tarafı.

cülale

  • Büyük dişi deve.

cülul

  • Kişinin, yerinden başka yere çıkması.

cülünbak

  • Diş gıcırtısı.
  • Kapı gıcırtısı.

cülus-u hümayun / cülûs-u hümayun

  • Padişahın tahta çıkışı.

cümad-el-ahire / cümâd-el-âhire

  • Arabi ayların altıncısının adı.

cümad-el-ula / cümâd-el-ûlâ

  • Arabi ayların beşincisi. Cemazi-yel-evvel.

cümade / cümâde

  • Arabi ayların beşinci ve altıncısının adı.

cumhur reisi

  • Cumhuriyetle idâre olunan memleketlerde Devlet Reisi.

cumhur-u muhakkıkin / cumhûr-u muhakkıkîn

  • Hakikati araştırıp bulan kişilerden oluşan seçkin topluluk.

cumhur-u nas / cumhur-u nâs

  • İnsanların ekserisi, halk kalabalığı.

cumhuriyet

  • Devlet reisi, millet veya Millet Meclisleri tarafından seçilen hükümet şekli. Demokraside temsili hükûmet şekli. Halkın hür olarak seçtiği temsilciler (Millet vekilleri ve senatörler) aracılığı ile egemenliğini, (hâkimiyetini) kullanmasına dayanan hükûmet şekli. Cumhuriyetin birbirinden farklı üç ta

cumhuriyetperver

  • Cumhuriyetçi, cumhuriyet yanlısı.

cümle kapısı

  • Sarayın büyük kapısı.
  • Dış kapı.

cümle-i ismiye

  • İsimle başlayan arabça cümle. İsim cümlesi. (Farsça)
  • İsim cümlesi.

cümle-i ismiyye

  • İsim cümlesi.

cümmeyz

  • İncire benzer bir yemişin adı.

cünbiş-i zemin

  • Deprem, zelzele, yer sarsıntısı.

cündüp

  • Bir kişi adı.

cünnab

  • Bitişik olan iki yemiş.

cürbüz

  • İnsanlar arasında fesâdçılık yapan gaddâr kişi.

cürcani / cürcanî

  • (Abdülkahir) Hicri beşinci asrın ikinci yarısında yaşamış büyük âlimlerden ve Arapçanın dâhi mütehassıslarındandır. Dindarlığı ve takvası da çok ileri olduğu nakledilir... Asıl adı: Abdülkahir-el Cürcanî olan bu Zâtın ilk tahsilini memleketi Cürcan'da yaptığı biliniyor. Adı ve künyesi şu şekilde olu
  • (Seyyid Şerif Ali Bin Muhammed) : (Hi: 760-830) Astarabad (Cürcan) civarında Tacu'da doğmuştur. Mısır'a giderek orada çeşitli âlimlerden ders okumuştur. Şiraz'da müderrislik yapmıştır. Sa'duddin-i Taftazanî ile kapanan Mütekaddimîn devrinden sonra açılan Müteahhirîn-i Ulemâ devrinin birincisi bu Sey

cüret-i teşebbüs

  • Girişimcilik; bir işi yapmak için cesaret etme.

cürf

  • Dere kenarında selin dibini yalayıp oymuş olduğu bıçık üzerinde kalan toprak veya çamur çıkıntısıdır ki, her an için yıkılıp çökmeğe hazır bir vaziyette bulunur.
  • Estiyan adı verilen bir ot.

cürvaz

  • Karnı büyük olan kişi.

cürzum

  • (Çoğulu: Cürâzim) Çok yiyen kişi.

cüsad

  • Karın ağrısı.

cüses

  • (Tekili: Cüsse) Cüsseler, gövdeler, bedenler, cisimler, kalıplar, cesetler.

cüseym

  • Cisimcik. Küçük cisim.

cüseymat

  • (Tekili: Cüseym) Küçük cisimler, cisimcikler.

cüsse-dar / cüsse-dâr

  • İri yapılı, cüsseli kimse, irikıyım kişi. (Farsça)

çüst

  • Çevik, çabuk hareketli. Seri-ül-hareke. (Farsça)
  • Dar, sıkı. (Farsça)
  • Muntazam, mükemmel, düzgün. Yakışıklı. (Farsça)

cüsum

  • (Tekili: Cisim) Cisimler. Ecsam.

cüz

  • Kısım, parça. Bir şeyin bir parçası.
  • Kitab forması.
  • Küllün mukabili.
  • Kur'ân-ı Kerim'in otuzda bir parçası.
  • Kanaat. İktifâ eylemek.
  • Düğümü sağlam yapmak. Bir şeyi pekiştirip muhkem kılmak.
  • Kız evlâdı.
  • Kısım, parça.

cüz'

  • Kısım, parça.

cüz'i-yi hakiki / cüz'î-yi hakikî

  • Gerçek fert, tek kişi.

cüz'iyat / cüz'iyât

  • Parçalar, kısımlar.

cüz'ü

  • Kısım, parça.

cüz-i layetecezza / cüz-i lâyetecezzâ

  • Bir daha bölünmeyen en küçük parça. En küçük cisim parçası. Tecezzisi kabil olmayan. Atom. Yani parçalansa, maddîlikten çıkıp kanun-u İlâhî ile bir nevi kuvvete inkılâb eder.

cüz-ü hakiki / cüz-ü hakikî

  • Gerçek, asıl kısım.

cüz-ü layetecezza / cüz-ü lâyetecezzâ

  • Bir daha bölünemeyen en küçük parça, en küçük cisim parçası, atom.

cüzaze

  • Bez kırpıntısı.

da'da

  • Aklı ve fikri olmayan kişi.
  • Her nesnenin zayıfı.

da'sa

  • Güneşten çok ısınan yumuşak, çukur yer.

dabbe

  • (Çoğulu: Dıbâb) Dişi kertenkele.
  • Kapıya koyulan yassı enli demir.

dabi'

  • Yere yapışan, yere yapışıcı.

dabie

  • Kişinin çoluk çocuğu.

dabk

  • Kendisiyle kuş avlanan bir nesne.

dabv

  • Pişirmek.
  • Tağyir etmek, değiştirmek.

dacir

  • Gamkin ve gönlü dar kimse.
  • Bağırgan dişi deve.
  • Kederlenmek, hüzünlenmek muztarib olmak.

dacuc

  • Çağıran.
  • İnleyen.
  • Sağarken incinen ve inleyen dişi deve.

dad

  • Osmanlı alfabesinin onyedinci harfidir.
  • Ebced hesabında sekizyüz sayısına karşı gelir.

dad-ı hak / dâd-ı hak

  • Allah vergisi.
  • Hak vergisi, Cenab-ı Hakk'ın lütf u ihsanı.

dad-ı hakk / dâd-ı hakk

  • Allah vergisi.
  • Veriş, satış.

dadan

  • Kesmez kılıç.
  • Fakir, muhtaç kişi.

dadıezel / dâdıezel

  • Allah vergisi.

dadıhak / dâdıhak

  • Hak vergisi.

dafate

  • Ayağa giydikleri bir cins pabuç.
  • Kişinin aklı ve reyi zayıf olmak.
  • Bir oyun çeşidi.

dagdaga

  • Dişi olmayan kadın.
  • Kurdun et yemesi.
  • Yemeği iki çene arasında geve geve yemek.

dağdağa-i kalbi / dağdağa-i kalbî / دَغْدَغَۀِ قَلْب۪ي

  • Kalp sıkıntısı, ızdırabı.
  • Kalb sıkıntısı.

dağdağa-i tagayyür

  • Değişimlerin çalkantı ve gürültüsü.

dağdağasız

  • Sıkıntısız.

dagm

  • Isırmak.

dagma'

  • Yüzünün rengi siyaha yakın olan dişi koyun.

dags

  • (Çoğulu: Adgas) Rüyâ karışıklığı.
  • Karışık olmak.

dahb

  • Bir şeyi ateşte kızdırıp pişirmek.

dahi-i azam / dâhî-i âzam

  • En büyük dâhi, en zeki kişi.

dahıke

  • (Çoğulu: Davâhık) Gülme ânında çıkan dört dişin birisi.

dahil / dahîl

  • Yabancı, sığınan, sığınmış. Muhacir.
  • Birisinin içyüzü, niyet ve mezhebi. Dâhil ve içerde. Birisinin bütün gizli ve sırlı işlerine vâkıf olan dost ve hemdemi.
  • Evvelâ alâkasız olup sonradan bir cemaate dâhil olan.
  • Edb: Başka bir dilden olup, sonradan diğer bir dile geçe

dahil olmak

  • İçerisinde olmak.

dahiyane / dâhiyâne

  • Dâhiye yakışır şekilde.

dahiye-i edep / dâhiye-i edep

  • Edebiyat dâhisi.

dahk

  • Gülmek, kendi işiteceği kadar gülmek.

dahs

  • Koyunun derisiyle eti arasına yüzmek için elini sokmak.
  • Fesad, ifsâd.
  • Ön dişler ile ısırmak.

dahve-i kübra / dahve-i kübrâ

  • Kaba kuşluk. Oruç müddetinin yarısı, öğleden bir saat evvelki vakit.

dai-yi sıdkı / dâî-yi sıdkı

  • Doğruluğun çağırıcısı, gerekçesi (Peygamber Efendimiz'in bir ismi de Dâî'dir).

daimü't-tecelli / dâimü't-tecellî

  • Tecellîsi daimî, sürekli olan.

daire-i cehl

  • Bilgisizlik dairesi.

daire-i esma / daire-i esmâ

  • Cenab-ı Hakkın isimlerinin tecelli ettiği daire.
  • Cenab-ı Hakk'ın isimlerinin sahası ve dairesi.

daire-i esma ve sıfat / daire-i esmâ ve sıfât

  • Allah'ın isim ve sıfatlarının tecellî dairesi.

daire-i esma-i ilahiyeye / daire-i esmâ-i ilâhiyeye

  • Cenab-ı Hakkın isimlerinin tecellî ettiği daire.

daire-i izni haricinde

  • İzin verdiği daire dışında.

daire-i kehkeşan / dâire-i kehkeşan

  • Samanyolu galaksisinin dairesi.

daire-i nazar

  • Görüş dairesi, bakış açısı.

daire-i ufk-u cibali / daire-i ufk-u cibalî

  • Dağın ufuk dairesi, çizgisi.

daire-i vücub

  • Hiç değişikliğe uğramayan, varlığı zorunlu ve vasıflarının zıddı düşünülemeyen ilâhlık dairesi.

daiyy

  • Şu kimseye derler ki, bir kişi ona "oğlumdur" demiş olsun.

dakdak

  • (Çoğulu: Dakâdık) Kısa boylu ve katı yürüyen kişi.

dakika-şinas

  • İnce işleri ve nükteleri anlayan, bir işin incelikleriyle uğraşabilen.

dalaletalud / dalaletâlûd

  • Sapkınlık karışık.

dalgıç

  • Mercan, inci ve saire avlamak veya denizin dibine düşmüş olan şeyleri çıkarmak için denizin dibine dalmaya alışık adam. (Türkçe)

dalil

  • Sert, sağlam, muhkem yer.
  • Yolu azmış kişi.

dalkavukluk

  • Kendisine çıkar ve yarar sağlayacak olan kimselere aşırı bağlılık.

dall-i bi-l işare

  • (Dâllibilişâre) Sözdeki mânanın işâretine göre delil olmak. Üç nevi delâletten biri ile sevkedildiği mânanın gayrisine yâni; söylenince maksud-u asli olmayan bir mânaya delâlet eden lâfızdır. Meselâ: "Cenab-ı Hak bey'i helâl, ribâyı haram kılmıştır." ibâresi, bey', yani alış-veriş ile ribâ (fâiz) ar

damed

  • Hışım etmek, öfkelenmek, hiddetlenmek, kızmak.

damen-i pakiniz / dâmen-i pâkiniz

  • Çok temiz eteğiniz; her türlü kötülük ve günahtan uzak duran bir kişinin peşinden gitmeyi ve ona saygı göstermeyi ifade eden bir deyim.

dana-i bimüdani / dânâ-i bîmüdânî

  • Eşsiz âlim, ilmi yüksek kişi.

dar-ül-celal / dâr-ül-celâl

  • Sekiz Cennet'in birincisidir.

dar-ül-karar / dâr-ül-karâr

  • Sekiz Cennet'in sekizincisi.

daraban-ı kalb

  • Kalb çarpıntısı, kalbin vuruşu.

daras

  • Ekşi yemekten dolayı dişin kamaşması.

daravet

  • Adet, alışıklık, alışkanlık.

dari / darî

  • Ot ve yem satan kişi.
  • Evinden çıkmayan kimse.

dari'

  • Adımı geniş olan kişi.

darib

  • (Darb. dan) Sütünü sağan kimseye vuran dişi deve.
  • Ağaçlı yer.
  • Karanlık gece.
  • Vurucu, vuran. Darbeden, çarpan. Döven.

darir

  • (Çoğulu: Edirrâ) Kör, a'mâ.
  • Nefis.
  • Cismin bakiyyesi.
  • İri vücutlu fakir kişi.

dars

  • Dişiyle tutup ısırmak.

daru'n-nedve / dâru'n-nedve

  • Mekke şehir meclisi.

darzem

  • Sütü az deve.
  • Çok ısırıcı olan yılan.

darzeme

  • Çok ısırmak.

daş

  • İsimlerin sonlarına eklenerek eşlik, refakat ve ortaklık bildirir. Meselâ: Arka-daş : Refik.

dav'

  • Şule, ziya, ışık.

dava vekili

  • Baro teşkilatının olmadığı yerlerde kanunî izin ile vekil sıfatı kazanan ve dava takibine salâhiyeti olan kişi.

davet-i kur'ani / davet-i kur'ânî

  • Kur'ân'ın daveti, çağrısı.

davud / dâvud

  • Kur'an-ı Kerim'de ismi geçer ve Benî İsrail Peygamberlerindendir. Hz. Süleyman'ın (A.S.) babasıdır. Hem Peygamber, hem Sultandı. İbranice Zebur kitabı kendisine nâzil olmuştur. Sesi çok güzeldi. M.Ö. 1010 da vefat ettiği nakledilir.

daye / dâye

  • Çocuk hizmetçisi. Çocuğa süt veren. Dadı. Mürebbi.
  • Dadı, çocuk bakıcısı.

dayfen

  • Misafiriyle gelen kişi.

daygam

  • Arslan, esed.
  • Isırmak.

dayib

  • İtaat eden, vakarlı ve ciddi kişi.

dayine

  • (Çoğulu: Davâyin) Dişi koyun.

debkel

  • Bir araya toplanmış mal.
  • Derisi kalın, çirkin kimse.

debr

  • (Çoğulu: Dübur) Oğul kız topluluğu.
  • Bal arısı.

decucat

  • Ayakları kısacık dişi deve.

defter-i esma / defter-i esmâ

  • İsimlerin defteri.

defterdar / defterdâr / دفتردار

  • İldeki en üst düzey maliye yetkilisi. (Arapça - Farsça)
  • Maliye bakanı. (Arapça - Farsça)

dehmece

  • İhtiyar kişinin ayağında köstek var gibi yab yab yürümesi.

dehmus

  • Cömert kişi. Kerim kimse.

dehy

  • Kişinin fikir ve ferâsetinin isabetli ve doğru olması.

Deist

  • Deizm veya Yaradancılık, tüm dinleri reddeden tek Tanrı inancıdır. Deizm genel olarak Dünya'ya veya Evren'in işleyişine müdahale etmeyen tek tanrı olduğuna inanır.

Deizm

  • Deizm veya Yaradancılık, tüm dinleri reddeden tek Tanrı inancıdır. Deizm genel olarak Dünya'ya veya Evren'in işleyişine müdahale etmeyen tek tanrı olduğuna inanır.

deka'

  • (Çoğulu: Dükk-Dükük-Dekâvât) Hörgücü arkasına düşmüş dişi deve.
  • Kaygan yer.

delab

  • (Dülâb) (Çoğulu: Degâlib) Bâzısı su ile ve bâsızı da hayvan ile döndürülen su çekmeğe mahsus çark.

delail-i afakiye / delâil-i âfâkiye

  • İnsanın kendi dışındaki deliller, kâinattaki deliller.

delail-i enfüsiye

  • Kişinin kendi nefsinde olan deliller. Yani vücudun gerek maddi ve gerek (vicdan ve hisler gibi) mânevi yapısında olan ve imana ait hükümleri isbat eden delillerdir.

delalet-i zatiye / delalet-i zâtiye / delâlet-i zâtiye

  • Kendi zatı ile, bizzat kendisini eserleri ile göstermek suretiyle olan delâlet, şahidlik.
  • Kendi zatıyla, bizzat kendisini eserleriyle göstererek delil olması, şahitlik etmesi.

delehmes

  • Arslan.
  • Bahâdır, kahraman.
  • Çeri.
  • Kuvvetli kişi.
  • Çok karanlık olan gece.

delil / delîl

  • İşaret, alâmet; kendisine, doğru bir bakış açısıyla bakıldığında istenilen hedefe ulaştıran şey.
  • Kendisi bilinince başkası bilinen şey.
  • Din bilgilerinin elde edildiği kaynak, vesîka.

delil-i fer'i / delîl-i fer'î

  • Aslî delîllere bağlı ve onlardan elde edilen ikinci derecede delîller. İstihsân, İstishâb, İstislâh, Örf ve âdet, Sahâbî (Peygamber efendimizin arkadaşlarının) kavli (sözü), fer'î delîllerden bâzısıdır.

delil-i imkani / delil-i imkânî

  • İmkân delili; sayısız ihtimaller, seçenekler arasından yaratılan varlıkların, o seçenekleri tercih eden bir yaratıcıya delâlet etmesi.

delil-i inayet

  • Allah'ın inâyetinin tecellisinden gelen ve kâinatta görülen hikmet ve maslahatlara uygun en mükemmel nizam ve tam esaslı san'at; ve kâinattaki eşyaların menfaat ve faydalarını bildiren âyetler, bu inâyet delilini gösteriyorlar.

dellal-ı nübüvveti / dellâl-ı nübüvveti

  • Peygamberliğin ilâncısı.

dellal-ı saltanat / dellâl-ı saltanat

  • Saltanatın ilancısı.

dellal-ı saltanat-ı ilahiye / dellâl-ı saltanat-ı ilâhiye

  • Cenâb-ı Hakkın saltanatının, sınırsız egemenliğinin ilâncısı.

dellal-ı saltanat-ı rububiyet / dellâl-ı saltanat-ı rububiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiye saltanatının ilancısı.

delta

  • yun. Nehirlerin taşıdığı toprakların (alüvyonları) akarsuyun, denize veya göle döküldüğü yerde yığılmasıyla meydana gelen kısım.

dem vurmak

  • Bir şeyden gelişigüzel bahsetmek. (Türkçe)

demagoji

  • yun. Halkı kendi menfaati için okşama siyâseti. Halkın hoşuna gidecek sözlerle insanların sevgisini kazanarak kendi maksadını elde etmeğe çalışmak. Halk avcılığı. Cerbeze.

demdeme

  • Hiddetli söz. Avâz. Hoşa gitmeyen sesler. (Farsça)
  • Sinek vızıltısı. (Farsça)
  • Öğütmek. Sürte sürte ezmek. (Farsça)
  • Azab vermek, eziyet etmek. (Farsça)
  • Hile. (Farsça)
  • Davul. (Farsça)
  • şöhret, nam, ün. (Farsça)

demg

  • Başı, dimağa erişinceye kadar yarmak. Dimağa vurmak.
  • Güneşin sıcaklığı dimağa tesir etmek.

demokrat liderler

  • Demokrat Partisine mensup kişiler.

dendan-ı seadet / dendân-ı seâdet

  • Peygamber efendimizin Uhud muhârebesinde şehîd olan, kırılan mübârek dişinin bir parçası.

dendane

  • Diş tanesi. (Farsça)
  • Çark vesaire dişi. (Farsça)

dendene

  • Mırıltı, homurdanma. Ağır ağır, dudak kıpırtısıyla, yavaş yavaş söylenen söz. (Farsça)

denen

  • Bir kişinin belinin bükülüp eğri olması.
  • Kolları çok kısa olmak.
  • Hayvanların ayakları kısa ve göğüsleri yere yakın olması.

denizli ehl-i vukufu

  • Denizli mahkemesi bilirkişi heyeti.

denizli zabıtası

  • Denizli polisi.

depresyon

  • Maddi veya manevi çöküntü. İç sıkıntısı. (Fransızca)

der-bar

  • Ev kapısı. (Farsça)

der-saadet

  • Saadet kapısı. İstanbul'un eski ismi. (Farsça)

derare

  • Deyyus. Karısının kötü hâllerini görmemezlikten gelen kişi.

derbar-ı saadet-karar

  • İstanbul. (Osmanlılar devrinde İstanbul hilâfet merkezi olduğu için saadet kapısı diye tavsif edilirdi.)

derd-aşina

  • Dert görmüş, mihnet görmüş kişi. (Farsça)

derd-i ser

  • Sıkıntı, baş derdi, başağrısı.

derdebis

  • Belâ.
  • Zahmet.
  • Boncuk.
  • Yaşlı kişi.

derdiser / درد سر

  • Baş belası, baş ağrısı, sorun, problem. (Farsça)

derebeyi

  • Ortaçağda kendi arazisi içindeki insanlara istedikleri gibi hükmeden, devamlı olarak birbirleriyle savaşan geniş toprak sahiplerinden her biri.
  • Mc: Asi, zorba.

derecat-ı şemsiye

  • Eski Kozmoğrafyaya göre; güneşi döndüğü farzedilen dâirenin on iki burca tekabül eden kısımları.

derece

  • (Çoğulu: Derecât) Yukarıya çıkacak basamak.
  • Dairenin bölündüğü dilim. 360 kısmın beheri ki, açıları ölçmeye yarar.
  • Termometrenin bölündüğü kısımların beheri. Mertebe, paye.
  • Miktar, rütbe.

derece-i hararet

  • Isı derecesi.

dereka

  • (Çoğulu: Deruk) Sığır derisinden yapılan kalkan.

dereman

  • Kişinin adımlarının birbirine yakın olması. (O kimseye "dârim" derler).

dergah / dergâh / دَرْگَاهْ

  • Makam, kapı girişi, eşik. Tasavvuf mektebi. Tasavvufta yetişmiş ve yetiştirebilen evliyâ zâtlar tarafından, talebelere, tasavvuf, İslâm ahlâkı ve diğer dînî ilimlerin ve zamânın fen ilimlerinin okutulduğu yer.
  • Cenâb-ı Hakk'ın rahmet kapısı.
  • (Der-geh) Cenab-ı Hakk'a ibadet edilen yer. (Farsça)
  • Büyük bir huzura girilecek kapı. Kapı. Padişahların kapısı. (Farsça)
  • Şeyhlerin tekkesi. (Farsça)
  • Mürâcaat kapısı.

dergah-ı adalet / dergâh-ı adalet

  • Adalet kapısı.

dergah-ı ali / dergâh-ı âlî

  • Padişah kapısı. Yüksek dergâh.

dergah-ı ilahi / dergâh-ı ilâhî / dergâh-ı ilahî / دَرْكَاهِ اِلَهِي

  • Cenâb-ı Allah'ın rahmet kapısı.
  • Allah'a müracaat kapısı.

dergah-ı ilahiye / dergâh-ı ilâhîye / دَرْگَاهِ اِلٰهِيَه

  • Allah'a müracaat kapısı.

dergah-ı izzet / dergâh-ı izzet

  • İzzet sahibi Allah'ın yüce kapısı.

dergah-ı rahmet / dergâh-ı rahmet / دَرْكَاهِ رَحْمَتْ

  • Allah'ın rahmet kapısı.
  • Rahmete mürâcaat kapısı.

dergah-ı samedaniye / dergâh-ı samedâniye

  • Herşey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın yüce katı.

derhem

  • Karışık, karmakarışık. (Farsça)
  • Muztarib, sıkıntılı, ıztırab çeken. (Farsça)
  • İncinme. (Farsça)

derhor

  • Lâyık, münasib, uygun, yakışır, derhuş, sezâ, şâyeste. (Derhurd da denir.) (Farsça)

derhuş

  • Derhor, lâyık, münasip, muvafık, uygun, yakışır, şayeste. (Farsça)

derkenar / derkenâr / دركنار

  • Kenar yazısı. (Farsça - Arapça)

derrace

  • Eskiden kullanılan bir çeşit harb âletidir ki, üstü sığır derisi ile örtülü olup, tekerlekleri içinde dönerdi.
  • Bisiklet.

ders

  • Tenbih, tâlimat, vazife. Bir şeyi öğrenmek için muallim veya o işi iyi bilen birisinden azar azar alınan vazife.
  • Akıl.

dersaadet

  • Saadet kapısı; İstanbul.

dershane-i yusufiye

  • Yusuf'un (a.s.) dershanesi; Hz. Yusuf'un kaldığı ve medreseye çevirdiği zindana benzetilerek hapishaneye verilen isim.

derun / derûn / درون

  • İç, içerisi. (Farsça)
  • Gönül. (Farsça)

dervah

  • Hastalıktan yeni kurtulan, iyice kendisine gelemeyen kimse. (Farsça)
  • Sağlam, metin, muhkem. (Farsça)
  • Doğru, asıl, gerçek. (Farsça)
  • Yiğitlik, cesaret, cesur olmak, şecaat. (Farsça)
  • Ayıp, utanma. (Farsça)
  • Sertlik, kabalık. (Farsça)

dervaze / dervâze / دروازه

  • Kapı. Şehir. Şehir kapısı, kale kapısı. (Farsça)
  • Ana kapı. (Farsça)
  • Kale kapısı. (Farsça)
  • Şehir kapısı. (Farsça)

derviş

  • Yaşayışını tarikatının edeplerine uyduran kalender kimse.

dervişane / dervişâne

  • Dervişe yakışır halde, saflık ve kalenderlikle. Müstağni ve fakir bir surette. (Farsça)

desen

  • Eşyanın, rengini göstermeden, yalnız şeklinin bir satıh üzerine çizilmişi. (Fransızca)
  • Bir kumaşı süsleyen şekiller. (Fransızca)

desfan

  • (Çoğulu: Desâfi) Bir şeye tâlip olan kişi.

desisekarane / desisekârâne

  • Hilekârcasına. Desise ve hile edene yakışır surette. (Farsça)

dest

  • El, yed. (Farsça)
  • Mc: Kudret, fayda, nusret, galebe. (Farsça)
  • Düstur. (Farsça)
  • Tasallut. (Farsça)
  • İkmâl. (Farsça)
  • Âlî makam. Meclisin şerefli yeri. (Farsça)

dest-be-dest

  • Elden ele, el ele. (Farsça)
  • Peşin satış. (Farsça)
  • Birbirine bitişik olan. (Farsça)

dest-erre

  • El bıçkısı. Testere.

dest-vane

  • Savaşta giyilen demirden yapılmış eldiven. (Farsça)
  • Kadınların kollarına taktıkları süs eşyası, bilezik. (Farsça)
  • Meclisin baş kısmı. (Farsça)

destkar / destkâr / دستكار

  • İl işi. (Farsça)

destroyer

  • ing. Çok sür'atli giden küçük savaş gemisi, torpido muhribi.

devir

  • (Devr) (Çoğulu: Edvâr) Nakil. Birisinin uhdesinden diğerinin uhdesine geçirmek.
  • Bir şeyi sonuna kadar okuyup bitirmek. Geçmiş dersleri hatırlama.
  • Bir şeyin çevresinde dolaşmak. Dönme.
  • Seyahat. Bir memleketi dolaşmak.
  • Bir şeyin kendi mihveri üzerinde dönmesi.

devir dairesi

  • Denizde geminin çeşitli hızla ve muhtelif dümen açısı ile çizdiği dâire.

devlet-i atika / devlet-i atîka

  • Kendisinden önceki devlet.

devr

  • Bir şeyi elden ele aktarma. Vefât eden bir müslümanın sağlığında kılamadığı namaz, tutamadığı oruç ve veremediği zekât gibi borçlardan kurtulması için birkaç fakirin kendilerine ölünün vasî veya velîsi tarafından verilen fidyeyi alıp, gönül rızâsıyla tekrar geri vermek sûretiyle yapılan muâmele.

devr-han

  • Kur'an-ı Kerim'i devamlı okuyup devreden kişi. (Farsça)

devr-i alem / devr-i âlem

  • Dünya seyahati, dünya gezisi, dünyayı gezmek.
  • Dünya seyahati, gezisi.

devr-i batıl / devr-i bâtıl

  • Man: Kısır devir. Bir hükmü ikinci bir hüküm ile, bunu da birincisi ile isbatlamaya çalışma yolu.

devr-i müşevveş

  • Karışık dönem.

devr-i sabık

  • Önceki dönem; Cumhuriyet Halk Partisi idaresi ve iktidar dönemi.

deyn-i kavi / deyn-i kavî

  • Ödünç verilen zekât malı ve zekât malının satışı karşılığı alınacak olan semen (bedel).

deyyan / deyyân

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kıyâmet günü, herkesin dünyâda iken yaptıklarının hesâbını ve hakkını en iyi bilen ve veren.

deyyar

  • Bir kimse. Ehad.
  • Yurt sahibi birisi.
  • Manastır sahibi.

deyyus

  • Derare. Karısının kötü hâllerine göz yuman ve ses çıkarmayan adam.

dı'liye

  • Deve kuşunun dişisi.

dıame

  • (Çoğulu: Diam-Deâyim) Evin direği.
  • Ulu, şerif kişi, seyyid.

dibagat

  • Tabaklama. Deriyi kullanılır ve temiz hale koyma işi.

dibsa'

  • Dişi çekirge.

dıdd

  • (Çoğulu: Ezdad) Mugâyir, aykırı.
  • Düşman.
  • Nazir, misil, benzer.

diger-bin

  • Başka kişilerin faydaları için fedakârlıkta bulunan kişi. (Farsça)

dıgs

  • (Çoğulu: Edgas) Yaş ve kuru karışık bir tutam ot.
  • Te'vili sahih olmayan karışık rüya.

dih

  • Köy, karye. (Farsça)
  • On sayısı. (Farsça)

dıhle

  • Bir kişinin her işine karışan has adamı.

dıhrıs

  • (Çoğulu: Dehâris) Terzilerin kullandığı tiriz denen cisim.

dıhvenne

  • Habis kimse.
  • Semiz kısa boylu, tıknaz kişi.

dıhye

  • Çok yakışıklı Medineli bir Sahabî; Hz. Cebrâil Peygamberimize birkaç defa onun şeklinde gelmiştir.

dik-ul elfaz / dîk-ul elfaz

  • İfade zorluğu. Gayet ince ve derin ve ruhen hissedilen bazı mânaların ifade edilemeyişi.

dıkak

  • Herşeyin ufalmışı, incesi, kırıntısı.
  • Şirden adı verilen bağırsak.

dikte

  • Başkası tarafından yazılmak üzere söyleyip yazdırma. (Fransızca)
  • Karşı koymayacak olan birisine, aşırı arzu ve isteklerini bildirip kabul ettirme. (Fransızca)

diku'l-elfaz / dîku'l-elfaz

  • Sözlerin ve ifadelerin bir mânâyı aktarmada yetersiz kalışı, lâfız darlığı.

dil

  • t. Lisan, zeban.
  • Ağızdaki tat alma duygusu ve konuşma uzvu.
  • İnsanların konuştukları lehçelerin her birisi. Lügat.
  • Muhtelif âlât ve edevâtın uzunca ve yassı, ekseriya oynak kısımları.
  • Coğ: Denizin içine uzanmış üstü düz mumluk, uzunca kara parçası.
  • Mc:

dil-baz

  • Güzel konuşan. Sözü ve işi hoş olan. Gönül eğlendiren. (Farsça)

dil-güşa

  • İç açan, gönül açan, kalbe ferah veren. (Farsça)
  • Türk musikisinde bir mürekkeb makam. (Farsça)

dil-i şeb

  • Gecenin ortası, gece yarısı.

dil-tengi / dil-tengî

  • Gönlü darlığı, iç sıkıntısı. (Farsça)

dilşikar / dilşikâr / دل شكار

  • Gönül avcısı. (Farsça)

dilüviyum

  • Jeo: Nehirlerin en eski alüvyonlarına verilen isim.

dimkis

  • İbrişim.

din-i fıtri / din-i fıtrî

  • İnsanın yaratılışına uygun olan din; İslâmiyet.

din-i hakk-ı fıtri / din-i hakk-ı fıtrî

  • İnsanın yaratılışına en uygun olan hak din; İslâmiyet.

dinamik

  • yun. Cisimlerin hareketleriyle bunları meydana getiren sebebler arasındaki alâkayı araştıran mekanik ilminin bir kolu.
  • Hareket eden, durup dinlenmek bilmeyen, hareketli.
  • Fls: Sâbitin zıddı olarak bir kuvvet tesiriyle dâim hareket halinde bulunan ve bulunduran, bir değişmesi,

dinde bid'at

  • Peygamber efendimiz ve O'nun dört halîfesi zamânında olmayıp, dinde sonradan ortaya çıkarılan bozuk inanışlar, sevap kazanmak niyetiyle yapılan ibâdetler. Dinde yapılan her türlü değişiklikler, yenilikler ve reformlar.

dinen

  • Dinî olarak, din açısından.

dırab

  • Erkek dişiye aşmak.
  • Küçük dağlar.

dirahş

  • Nur, ziya, parıltı, parlama, ışık. (Farsça)

dirahşende

  • Işıklı, nurlu, ışıldayan, parıldayan. (Farsça)

dirdih

  • Yaşlı, pir, ihtiyar kişi.

dirhem

  • İslâmiyet'ten önce ve sonra kullanılan değişik ağırlıktaki gümüş paralar.

diritnot

  • Büyük harp gemisi.
  • (Diritnavt) ing. Büyük harp gemisi.
  • Büyük savaş gemisi.

dırs

  • Azı dişi.
  • Katı, muhkem yer.
  • Az yağmur.
  • Kötü huy.

dise

  • Kişi, şahıs, zât, fert. (Farsça)

diskalifiye

  • Müsabaka dışı bırakılmış. (Fransızca)

div-came

  • Eskiden savaşlarda giyilen kaplan veya arslan postekisi. (Farsça)

div-çe

  • Sülük. (Farsça)
  • Kadın tuzluğu adı verilen bir bitki çeşiti. (Farsça)
  • Ağaç kurdu, güve. (Farsça)
  • Arka kaşağısı. (Farsça)

divan / dîvân / دیوان

  • Şiir kitabı, yüksek idare meclisi, mahkeme, sedir.
  • Meclis. (Arapça)
  • Padişah meclisi. (Arapça)
  • Şairin şiirlerinin bir araya getirildiği eser. (Arapça)

divan-ı nübüvvet

  • Peygamberler cemaati, peygamberler meclisi.

diyet

  • Kan bedeli. Yaralanan veya öldürülen bir kimse için en yakın vârisine ödenmesi şer'an hükmolunan para veya mal. Can pahası.
  • Para, değer. Kıymet.
  • Tar: Almanya'yı meydana getiren devletlerin özel parlamentolarına verilen isim.

diyet-i kamile / diyet-i kâmile

  • Huk: Öldürülen şahsın nefsine bedel olarak, câniden veya ailesinden alınan tam diyet olup, miktarı öldürülen kişiye göre değişir.

diyk

  • Darlık, sıkışıklık.

dogma

  • Tartışılmayan kesin fikir.

dominyon

  • ing. Büyük Britanya İmparatorluğu'nun, anavatanla aynı hakları olan deniz aşırı parçalarından beherine verilen isim.

donanma

  • Kendini donatma, deniz kuvveti, ışıklı şenlik.

dostkam / dostkâm / دوستكام

  • Dost canlısı. (Farsça)

doz

  • Kim: Bir maddenin bir karışıma girmesi gereken muayyen miktarı.
  • Tıb: Bir hastaya bir defada veya bir günde verilecek ilâç miktarı.
  • Ölçü, miktar.

dua / duâ

  • Allah'a (C.C.) karşı rağbet, niyaz, yalvarış, tazarru.
  • Salât, namaz.
  • Cenab-ı Hak'tan hayır ve rahmet dilemek. Allah'ın rızâsını, hidayet ve istikamete muvaffakiyyeti dilemek, yalvarmak.
  • Peygamber'e (A.S.M.) salavat getirmek.
  • Birisini çağırmak.
  • Birisini
  • İsteme, yalvarma. Bir kimsenin kendisi veya başkası hakkında bir dileğine bir arzusuna kavuşması için Allahü teâlâya yalvarması.

dübr

  • (Dübür) Kıç, mak'ad, süfre.
  • Bir işin nihayeti, sonu.
  • Bir şeyin arkası, gerisi.

dücye

  • (Çoğulu: Dücâ) Bal arısının kovanı.
  • Avcılar kümesi.
  • Zulmet, karanlık.

dudhar

  • Kelebek. (Farsça)
  • Aşçı, yemek pişiren kimse. (Farsça)
  • Külhancı. (Farsça)

düello / دُوئَلْلُو

  • İtl. Hakareti tamir için iki kişi arasında hususan Avrupa'da ve şâhitler önünde yapılan silâhlı çarpışma.
  • Hakareti tâmir maksadıyla iki kişi arasında ve şâhitler önünde yapılan silâhlı çarpışma.
  • Şahitler önünde iki kişinin silahlı çarpışması.
  • Şâhidler huzurunda iki kişinin silahlı çarpışması.

dugaga

  • Ahmak, akılsız kişi.

duhan-ı mübin

  • Aşikâre duman. (Bu duhan hakkında iki tefsir rivayet olunmaktadır. Birisi: İbn-i Mesud Hazretlerinden mervi olduğuna göre; şiddetli açlık ve kaht seneleridir. Çünkü çok aç olan kimseye, gerek gözlerinin za'fından ve gerek çok kuraklık ve kahtlık senelerinde havanın fenalığından, semâ dumanlı görünür

duhuk

  • Doğurduktan sonra rahmi çıkan dişi deve.

düldül

  • Peygamber Efendimize (a.s.m.) Mısır hükümdarınca hediye edilen katırın ismi.

düluk-uş şems

  • Güneşin batışı.

düman

  • Yemişin çürüklü olması.
  • Ekine su düşüp, kesilmek.

dümasir

  • (Demser) İnişi yumuşak olan yer.
  • Etli, büyük deve.

dun-perver / dûn-perver

  • Kötü kimseleri koruyan, alçak kişileri muhafaza edip onların ilerlemelerine yardımcı olan. (Farsça)

dünyevi haşir / dünyevî haşir

  • Büyük haşre örnek olarak bahar mevsiminde bitkilerin ve hayvanların dirilişi.

dur-bini / dur-binî

  • İlerisini görürlük, uzağı görmeklik. (Farsça)

dur-dest

  • Ulaşılması zor şey, erişilmesi güç şey. Uzak, uzun. (Farsça)

dur-endiş

  • Önceden görüp düşünen. Tedbirli. Her şeyin ilerisini evvelden mülâhaza eden. İlerisini düşünen. (Farsça)

düramih

  • Yürürken sallanan kişi.

dürd

  • Tortu, çöküntü, posa, işe yaramayan kısım. (Farsça)

dürdür

  • Dişin kök yeri.
  • Çocukların dişlerinin çıkıp bittiği yer.

dürece

  • Süllem, merdiven.
  • Bağırtlak kuşu. (Kanatlarının içi siyah ve dışı boz olan bir kuş.)

durendiş / dûrendiş

  • İlerisi için kaygılanan.

durendişane / dûrendişâne

  • İlerisi için kaygılanırcasına.

dürr-i can / dürr-i cân

  • Canın incisi. Çok sevgili. (Farsça)

dürr-i misal / dürr-i misâl

  • Misâlin incisi. İnci misâlinde, misâlin parlağı. (Farsça)

dürr-i yekta-yı mercan / dürr-i yektâ-yı mercan

  • Eşsiz mercan incisi.

dürret-i beyza / dürret-i beyzâ

  • Parlak ve ışık saçan inci.

düsturu'l-amel

  • İşin prensibi, kuralı.

düvab

  • İşi birbirine ulaştırmak.

düzdane / düzdâne

  • Hırsız gibi, hırsıza yakışır şekilde, hırsızca. (Farsça)

duzene

  • Sivrisinek, arı gibi haşeratın iğnesi. (Farsça)

düztaban

  • Tıb: Ayak tabanı düz olan kimse. Böyle kişiler çabuk yorulurlar ve hızlı yürüyemezler. (Türkçe)

eariz

  • (Tekili: Aruz) Aruzlar, şiir vezinlerinden bahseden ses kalıpları. Şiirde beytin birinci mısraının son kısımları.

eazım / eâzım

  • Büyükler, ulu kişiler.

eazım-ı esma / eâzım-ı esmâ

  • İçinde çok isimlerin mânası bulunan, isimlerin en büyükleri. Cenab-ı Hakk'a mahsus isimlerin en mühim ve büyükleri.

eazım-ı esma-i ilahiye / eâzım-ı esmâ-i ilâhiye

  • Cenâb-ı Hakkın büyük isimleri.

ebabil kuşları / ebâbîl kuşları

  • Kâbe'yi yıkmaya gelen Yemen vâlisi Ebrehe'yi ve ordusunu Allahü teâlânın izni ve emriyle perişân eden kuşlar (kırlangıçlar).

ebahh

  • Sesi kısık olan kimse. Avazı tutkun kişi. (Müe: Buhhâ)

ebaid

  • (Tekili: Eb'ad) Yakın olmayan (hısım ve akraba.)
  • En uzak yerler.

ebbale

  • Bir yüklük odun.
  • Bir kısım halk. Cemaat. Cemiyet.

ebced

  • Arap harflerinin herbirisine rakam değeri verilerek yapılan yorum.

ebdal / ebdâl

  • Bedeller. Dünyânın nizâmı, düzeni ile vazîfeli olup, Allahü teâlânın insanlardan gizlediği büyük zâtlar. Biri vefât edince, yerine başkası getirildiğinden bu isimle anılmışlardır. Bunlara Ricâlü'l-Gayb da denir.

eben

  • Töhmetli, kabahatli kişi.
  • Adâvet, düşmanlık.

ebhas

  • Gözlerinin üstünde veya altında bir miktar yumruca et parçası olan kişi.

ebhel

  • Ardıç ağacının yemişi.
  • Ardıç ağacının bir nevi

eblak-süvar

  • Alaca ata binmiş kişi. (Farsça)
  • Mc: Savaşçı, cenkçi yiğit. (Farsça)

ebled

  • Ebleh, ahmak, bön. Söylenilen şeylere aklı hemen taalluk etmeyen kimse.
  • Açık kaşlı.
  • Şişman gövdeli kişi.

ebleh

  • Aklı az, anlayışı kıt, ahmak.

ebna-yı mazi / ebnâ-yı mazi

  • Geçmişin insanları, geçmişte yaşayan insanlar.

ebresim

  • İbrişim.

ebresimi / ebresimî

  • İbrişimci.

ebter

  • Kuyruğu kesik hayvan.
  • Sonunda oğlu ve kızı kalmayan insan.
  • Ölümünden sonra adı hatırlanıp anılacak hayrı ve ihsanı kalmayan kişi.
  • Eksik, tamamlanmamış.
  • Nesli kesilen, adı, hayrı ve ihsanı kalmayan kişi.

ebu bekir-i sıddık

  • Asıl adı Abdullah, künyesi Ebu Bekir, lâkabı Sıddık ve Atik. Erkekler içerisinde Resul-i Ekreme (A.S.M.) ilk iman eden; bütün muharebelerde ona refakat eden; seferde, hazarda, bütün tehlikeli anlarda Peygamber Efendimizle (A.S.M.) beraber çalışmış ve onun en yakın Sahâbesi. Onun sohbetinden feyz alm

ebu eyyub-il ensari / ebu eyyub-il ensarî

  • Sahabe-yi Kiramdan olup Halid bin Zeyd-i Hazrecî diye de anılır. Hicretten sonra Peygamberimize (A.S.M.) ilk mihmandârlığı yapmış idi. Hicretin 50. yılında pir-i fâni olduğu halde teberrüken Kostantiniyye'nin fethine azimet eden İslâm ordusu ile harbe iştirak etmiş, İstanbul surları dışında şehid ol

ebu hanife / ebû hanîfe

  • Ehl-i Sünnetin reisi, Hanefî mezhebinin İmâmı. İmâm-ı A'zam.

ebu leheb

  • (Ebi Leheb) Asıl adı: Abduluzza'dır. Güneş gibi, âlemleri aydınlatan Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm'ın nurundan gözünü kapadı ve küfre hizmete çalıştı, iman etmedi. Peygamberimizin amcası idi. Karısı ve oğulları sırf düşmanlık için çalıştılar. Adı "Alev babası" mânasında olan "Ebu Leheb" kaldı

ebu süfyan

  • (Mi: 597 - 653) Kureyş kabilesinin bir kolu olan Beni Ümeyyenin Reisi ve Hz. Muâviyenin (R.A.) babası.

ebu türab / ebû türâb

  • Peygamber efendimizin amcasının oğlu, dâmâdı, Cennet'le müjdelenen on kişinin ve dört büyük halîfenin dördüncüsü, Allahü teâlânın arslanı hazret-i Ali'nin "Toprağın babası" mânâsına gelen lakabı.

ebu zerr-i gıffari / ebu zerr-i gıffarî

  • İlk İslâm olanların beşincisi olup ilimde İbn-i Mes'ud hazretlerine müsavi sayılırdı. Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâmdan 281 Hadis-i Şerif nakletmiştir. Hazreti Ali Kerremallahu Vechehu kendisine "İlim dağarcığı" lâkabını vermiştir. Hi: 31'de Hakkın rahmetine kavuşmuştur. (R.A.)

ebu-d derda

  • Uveymir adı ile de meşhurdur. Ashab-ı kirâmın âlim ve hakîmlerindendi. Peygamberimiz: "Uveymir, Ümmetimin hakimlerindendir" buyurmuştur. Uhud'dan itibaren bütün muharebelerde bulunmuştur. 179 hadis rivâyet etmiştir. Hikmetli sözlerinden birisi şudur: "Âlim olmayınca insan müttaki olamaz, bir âlim âm

ebu-t-turab

  • Hz. Alinin (R.A.) bir lâkabı. (Bu isim Hz. Ali Radiyallahu anh, toprak üzerine oturduğu veya yattığından dolayı tevâzuuna işareten Peygamber Efendimiz (A.S.M.) tarafından verilmiştir.)

ebva'

  • Medine-i Münevvere'ye bağlı olup, Mekke-i Mükerreme yolunda bir köyün adıdır. Medine'ye yirmiüç mil uzaklıktadır. Köyün üstünde dik ve kuru bir dağın adı da Ebvâ'dır. Bu köy iki şey ile meşhurdur. Biri: Peygamberimizin annesi Hz. Amine'nin kabri orada bulunmaktadır. İkincisi ise: Hicretin birinci se

ebvab / ebvâb

  • (Tekili: Bab) Kapılar.
  • Kısımlar. Bahisler. Parçalar.

ebyan

  • Cömert, eli açık, muhtaçlara ve yoksullara yardım eden kimse.
  • Yemekten tiksinen kişi.

ebyat

  • (Tekili: Beyt) Beyitler. İki mısradan müteşekkil kısımlar.

ebzer

  • Üst dudağında sarkık derisi olan.

ecahil

  • (Tekili: Echel) En cahil, daha bilgisiz olanlar.

ecel-i fıtri / ecel-i fıtrî

  • Her mahlukun yaradılışı itibariyle Cenab-ı Allah (C.C.) tarafından tayin olunan vasati ömrü.
  • Biyolojik ömür.

ecel-i şahsi / ecel-i şahsî

  • Kişinin ölüm vakti.

ecen

  • Suyun tadı ve rengi değişik olmak.

echel

  • Çok câhil. Çok bilgisiz. En câhil.

echeliyet

  • Aşırı bilgisizlik.

echeliyyet

  • Çok bilgisizlik. Çok câhil oluş.

ecil

  • İşini geriye bırakan, geciktiren.
  • Geciktirilen, geriye bırakılan şey.
  • Bir yerde birikip toplanmış su.

ecir / ecîr

  • Bir işi yapmak için kendi kuvvetini veya san'atını kirâya veren, çalışan kimse, işçi.

ecir-i has / ecîr-i hâs

  • Belli zamanda, belli işi yapmak için husûsî tutulan işçi.

ecmel

  • (Cemil. den) Çok güzel, en yakışıklı. Daha güzel.

ecnebi ve acemi huruf / ecnebî ve acemî huruf

  • Arap alfabesinin dışında kullanılan Lâtin harfleri.

ecr-i misil

  • Âdil iki ehl-i vükûfun (bilir kişinin) takdîr ettikleri ücret.

ecram / ecrâm

  • Gök cisimleri, yıldızlar.

ecram u ecsam / ecrâm u ecsâm

  • Cansız varlıklar ve cisimler.

ecram-ı kainat / ecram-ı kâinat

  • Kâinattaki kütleler; cisimler.

ecram-ı semaviye / ecrâm-ı semâviye

  • Gök cisimleri, yıldızlar.
  • Gök cisimleri.

ecram-ı semaviyye / ecrâm-ı semâviyye / اجرام سماویه

  • Gök cisimleri, yıldızlar.
  • Gök cisimleri.

ecram-ı ulviye / ecrâm-ı ulviye

  • Gök cisimleri, gökteki büyük cisimler.

ecram-ı ulviye ve süfliye

  • Yerdeki ve gökteki büyük cisimler.

ecsad

  • (Tekili: Cesed) Cesedler. Cisimler. Tenler. Vücudlar.

ecsam / ecsâm / اجسام

  • (Tekili: Cisim) Cisimler.
  • Cisimler, bedenler.
  • Cisimler.
  • Cisimler. (Arapça)
  • Vücutlar. (Arapça)

ecsam-ı camide-i seyyare / ecsâm-ı câmide-i seyyâre

  • Gezici ve cansız gök cisimleri.

ecsam-ı hayvaniye / ecsâm-ı hayvaniye

  • Hayvan cisimleri, bedenleri.

ecsam-ı kesife

  • Saydam olmayan, katı cisimler.

ecsam-ı latife-i nuraniye / ecsâm-ı lâtife-i nuraniye / ecsâm-ı lâtife-i nûrâniye

  • Gözle görünmeyen nurânî cisimler.
  • Lâtif ve nurlu cisimler.

ecsam-ı muhtelife / ecsâm-ı muhtelife

  • Muhtelif cisimler.

ecsam-ı namiye / ecsam-ı nâmiye / ecsâm-ı nâmiye

  • Büyüyüp yetişen cisimler. Nebat gibi büyüyenler.
  • Büyüyen cisimler, gelişen varlıklar.

ecsam-ı nurani / ecsâm-ı nuranî

  • Nurlu cisimler.

ecsam-ı nuraniye / ecsam-ı nurâniye

  • Nurlu cisimler.

ecsam-ı sakile / ecsâm-ı sakîle

  • Ağır cisimler.
  • Ağır cisimler.

ecsam-ı şeffafe

  • Şeffaf cisimler, saydam maddeler.

ecsam-ı selase nazariyesi / ecsâm-ı selâse nazariyesi

  • Üç cisim nazariyesi.

ecsam-ı seyyare / ecsâm-ı seyyare

  • Gezici cisimler.

ecsam-ı ulviye

  • Ulvi cisimler.

ecsam-ı uzviye

  • Organik cisimler, organlara ait cisimler.

ecsel

  • Karnı büyük olan kişi.

ecsem

  • Cesim, pek iri, gövdesi büyük olan. İri yarı kişi.

ecuc

  • Işık veren, parlayan. Parlak nesne.
  • Suyun tuzlu ve acı olması.

ecved-i mensucat

  • Dokumaların en iyisi.

ecved-ün nas / ecved-ün nâs

  • İnsanların en iyisi olan Hz. Peygamber (A.S.M.)

ecza / eczâ

  • (Tekili: Cüz) Eczacılıkta kullanılan çeşitli maddeler.
  • Ciltlenmemiş kitab ve saire.
  • Cüz'ler, parçalar, kısımlar.
  • Bir kimyevi terkible vücuda gelip yanma hassası gibi böyle bir kuvvet ve te'siri haiz bulunan şey.
  • Cüzler, bölümler, kısımlar.

ecza-i ahar / eczâ-i âhar

  • Diğer parçalar, kısımlar.

ecza-i asliye / eczâ-i asliye

  • Vücudda temel teşkil eden parçalar ve kısımlar, unsurlar.

ecza-i i'caz / eczâ-i i'câz

  • Mu'cize bölümler, kısımlar.

ecza-i zaide / eczâ-i zâide

  • Fazladan olan kısımlar, parçalar.

ecza-yı kainat / ecza-yı kâinat

  • Kâinatın unsurları, kısımları.

eda şartları / edâ şartları

  • Bir işin, ibâdetin sahîh ve mûteber olması için lâzım olan şartlar.

edat

  • Sebep. Âlet. Avadanlık.
  • Gr: Kendi başına mâna ifade etmeyip, kelime veya fiillerle birlikte mâna ifade eden kelime veya harf. İsim ile fiilden gayri kelime.
  • Tek başına bir anlam ifade etmeyen, kullanıldığı kelimelerle sebep, sonuç, vasıta benzerlik vb. bakımlardan ilişkisi olan kelime (dahi, gibi, için vs.).
  • Kendi kendine anlamı olmayıp isim ve fiillere katılarak anlam gösteren kelime. 2 Âlet.

edeb-i furkani / edeb-i furkanî

  • Hak ile batılı, doğru ile yanlışı ayıran Kur'ân-ı Kerim'in ortaya koyduğu bir ahlâk kuralı.

edebiyat yapmak

  • Mc: Güzel ve uzun uzun sözlerle mevzu dışına çıkarak konuşmak.

edebiyat-ı cedide

  • 1896 - 1901 tarihleri arasında Avrupa te'siri ile meydana gelen edebiyat cereyanına verilen isim. Yeni edebiyat. Servet-i Fünun Edebiyatına verilen ad.

edevat

  • (Tekili: Edat) Aletler. Takımlar, parçalar.
  • Gr. Fiil veya isimlere eklenen küçük kelime veya harfler. Edatlar.

edgas u ahlam / edgâs u ahlâm

  • Karışık rüyalar.

edibane / edibâne / edîbâne

  • Edibe yakışır, terbiyeli bir surette. Edebiyatçı gibi. (Farsça)
  • Edebiyatçıya yakışır edebî bir üslupla.

edna-yı mevcudat / ednâ-yı mevcudat

  • Varlıkların en aşağısı.

ednas

  • (Tekili: Denes) Pislikler, necisler, kirler.
  • En aşağılar, âdi ve bayağı kişiler.

edred

  • Dişsiz, dişi çıkmamış veya dökülmüş kimse.

edvar-ı seb'a

  • Yedi devreler. Dünyanın yaradılışından beri geçirdiği devreler ki, nazariye olarak söylenir.

ef'al-i ihtiyariye ve içtimaiye / ef'âl-i ihtiyariye ve içtimaiye

  • Kişisel ve sosyal işler.

ef'al-i ihtiyariyye / ef'âl-i ihtiyariyye

  • Kişinin kendi isteğiyle yaptığı işler, Kişinin kendi ihtiyârî fiilleri.

ef'al-i mükellefin / ef'âl-i mükellefîn

  • Mükellef olanların (yani; Cenâb-ı Hakk'ın teklif ve emirlerini kabul ve vazifeli kimselerin) yaptıkları amel ve işler. Bunlar şu isim altında sıralanır: Farz, vâcip, sünnet, müstehab, mübah, mekruh, haram, sahih bâtıl, fâsid, helâl.

ef'al-i rububiyet / ef'âl-i rububiyet

  • Allah'ın Rab isminin tecellisine ait fiiller.

efanin

  • (Tekili: Üfnûn) Değişiklikler.
  • İşler, şartlar, hâller.
  • Sarmaşık gibi birbirine sarılmış sık ağaç dalları.

efavic

  • (Tekili: Efvâc) Bölükler, takımlar, kısımlar.

efdalü'l-halk

  • Yaratılmışların en faziletlisi, en üstünü.

effak

  • (İfk. den) Çok iftira eden, çok yalan isnad eden kişi.

efhaz

  • (Tekili: Fahz) Akrabalar, yakın hısımlar.

eflatuni / eflatunî

  • Leylakî ile ergüvanî arasında, hafif mor karışık renk.

efra'

  • İşi gücü olmayan adam. Boş dolaşan kişi.
  • Kuruntulu, vesveseli adam.
  • Başının saçı tamam olan kimse. (Müe: Für'â)

efrad-ı adide / efrad-ı adîde

  • Sayısı pek çok olan fertler.

efrad-ı mahsus

  • Özel ve seçilmiş fertler, kişiler.

efradını cami ağyarını mani / efradını câmi ağyârını mani

  • Kendisine ait olanları toplayan, olmayanları dışarda bırakan.

efrug

  • Şu'le, nur, ziya, ışık. (Farsça)

efruhte

  • Şu'lelenmiş, parlamış, ziyalanmış, nurlanmış, ışıklanmış, aydınlanmış. (Farsça)
  • Yanmış, tutuşmuş. (Farsça)

efsal

  • (Tekili: Fesl) Alçak, âdi ve aşağılık kişiler.

efvac

  • (Tekili: Fevc) Cemaatler, takımlar, kısımlar, bölükler, grublar.

efyun-keş

  • Afyon kullanmaya alışmış olan. Afyon tiryakisi. (Farsça)

egarr

  • Çok parlak ve kıymetli. Beyaz şey.
  • İşi güzel ve hatırlı olan kimse, aziz ve şerefli. (Müennesi daha çok müsta'meldir: Şeriat-ı Garrâ gibi.)

egbiya

  • (Gabi. den) Gabiler. Akılsızlar. Anlayışı kıt olanlar.

egoizm

  • Bencillik. Kendi menfaatını ön plâna alma. Her işi ve davranışta kendini düşünme. Bencillik, hem ahlâk, hem de dinde reddedilen kötü bir huydur. Bencillikten kurtulmanın çaresi, İslâm terbiyesidir. (Fransızca)

egosantrizm

  • Psk: Benmerkezcilik. Zihnî gelişmenin ilk çocukluk safhası. Bebek büyüyüp kendi varlığı ile başka varlıkları ayırmaya başladığı zamanlarda kendine has bir düşünce tarzı ile düşünür. Sanki dünyada en önemli varlık kendisi, herşey onun emrine ve isteğine hazır olmalı. Annesi, babası, diğer insanlar ve (Fransızca)

ehabb-ı ehibba

  • Dostların, ahbabların en sevgilisi.

ehad

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hiç bir yönden benzeri olmayan, tek olan, ikilik tasavvur edilmeyen, hiç bir şeye muhtaç olmayan.

ehad-i samed / اَحَدِ صَمَدْ

  • Her şey kendisine muhtaç olduğu halde, hiç bir şeye muhtaç olmayan, tek olan (Allah).

ehadis-i kudsiye / ehâdis-i kudsiye

  • Peygamber Efendimizin doğrudan Cenâb-ı Haktan naklettiği Kur'ân dışındaki sözler.

ehadiyet / اَحَدِيَتْ

  • Allah'ın bütün esması ile her bir varlıkta isimlerinin yansıması.
  • Allahın her bir eserindeki birlik tecellisi.
  • Allahın isimlerinin ve birliğinin, herbir şeyde, o şeyi de benzersiz kılarak görünmesi.

ehadiyyet

  • Birlik. Allah'ın her bir şeyde kendilerine ait sıfatı. Her şeyde birliğinin tecellisi.
  • (Ahadiyet) Allah'ın (C.C.) her bir şeyde kendine âit birlik tecellisi.

ehadü hüma

  • Onlardan biri. Her ikisinden biri.

ehasin-i ahlak / ehasin-i ahlâk

  • Ahlâkın en iyisi, en güzeli. Hz. Peygamberimizin (A.S.M.) ahlâkı gibi olan ahlâk.

ehass

  • Saçı dökülmüş kişi.

ehass-ül havas / ehass-ül havâs

  • En hâlisin hâlisi. Şuhudi imân sahibleri olan evliyalar. Cenab-ı Hakk'a yakınlık kazananların en hâlisi olan enbiyâ ve evliya. Efdallerin efdali, sâlihlerin sâlihi.

ehemm / اهم

  • En önemlisi. (Arapça)

ehl

  • (Ehil) Yabancı olmayan, alışık olduğumuz.
  • Dost, sahip, mensup. Evlâd, iyal. Kavm, müteallikat. Usta, muktedir ve becerikli anlamıyla ehil ve ehliyet İslâmiyette önemli bir husustur. Dinimiz, bize işleri ehline vermemizi emreder. Cemiyette işler, mevkiler, makamlar, görevler, ehline v

ehl-i aba / ehl-i abâ

  • Resûl-i ekrem ile birlikte hazret-i Ali, hazret-i Fâtıma, hazret-i Hasen ve Hüseyn'in hepsine verilen isim.

ehl-i aşk

  • Kalpleri Allah sevgisiyle dolu olanlar.

ehl-i basiret / ehl-i basîret

  • Gerçeği kalple anlayan kişiler.

ehl-i beyt

  • Ev ehli, evdeki çoluk çocuk. Daha ziyade Hz. Peygamberimizin (A.S.M.) evine mensub olanlar bu isimle anılırlar.

ehl-i cehl

  • Bilgisizler, câhiller.

ehl-i enaniyet / ehl-i enâniyet

  • Bencil kişiler.

ehl-i fazilet

  • Güzel huylu, üstün özelliklere sahip kişiler.

ehl-i hal / ehl-i hâl

  • Hâl sâhibi. Mânevî zevklere kavuşmuş kişi.

ehl-i hall ü akit

  • Bir ülkeyi yönetme, bir devlet başkanını seçme veya azletme yetkisine sahip kişiler, millet vekilleri.

ehl-i hall ve akd

  • Hükümet ve Cumhurbaşkanının seçme ve azletme yetkisine sahip olan meclis.

ehl-i hibre

  • Ehl-i vukuf. Bilirkişi. Meselenin künhüne vâkıf mütehassıs zât. (Farsça)

ehl-i hubre / اهل خبره

  • Bilirkişi.

ehl-i huzur

  • Kendisini her an Allah'ın huzurunda hissedenler.

ehl-i ictihad

  • Müctehid olan kişi, içtihad ehli.

ehl-i ihtisas

  • İhtisas sahibi olan kimseler. Bu kişiler yalnız kendi meslekleriyle uğraşırlar, çeşitli meslek ve meselelerle fikirlerini dağıtmazlar.

ehl-i israf ve tebzir / ehl-i israf ve tebzîr

  • İsraf edenler, savurgan kişiler.

ehl-i istidraç

  • Kendilerine Allah tarafından bir takım olağanüstü hâl ve üstünlükler verilen günahkâr veya kâfir kişiler.

ehl-i izzet ve tefahur

  • İzzet sahibi ve yaptıklarıyla övünen kişiler.

ehl-i kıyam

  • Ayaklananlar, ihtilal girişiminde bulunanlar, isyan edenler.

ehl-i riyazet / ehl-i riyâzet

  • Nefsini terbiye etmek için manevî eğitime giren kişiler.

ehl-i tasavvuf

  • Tasavvuf ehli; kalbi dünyanın gelip geçici işlerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlayan tarikat ehli kimseler.

ehl-i tekke

  • Tekkeye giden ve oradaki zikirleri yapan kişiler; Osmanlı döneminde, sadece tasavvuf ve tarikat eğitimi verilen tekkelerde mânevî ilim tahsil edenler.

ehl-i vahdetü'l-vücud

  • Allah'tan başka varlık olmadığı, herşeyin Allah'ın tecellîsi olduğunu kabul edenler.

ehl-i veber ve badiye / ehl-i veber ve bâdiye

  • Çadırda oturan bedevi Arab, çöl ahalisi.

ehl-i veraset-i nübüvvet

  • Peygamberin (a.s.m.) vârisi olan kimseler, âlimler.

ehl-i vukuf / ehl-i vukûf / اهل وقوف

  • Bir mes'ele hakkında bilgi sahibi olan salâhiyetli kimseler. Vukuf ehli. Bilirkişi.
  • Bilirkişi.
  • Bir mes'ele hakkında ihtisâs ve bilgi sâhibi olan, bilirkişi.
  • Bilirkişi.

ehl-i vukuf heyeti

  • Bilirkişi kurulu, heyeti.

ehl-i zimmet

  • Cizye (vergi) vermek şartıyla İslâm devleti içerisinde yaşayan gayr-i müslim vatandaş. Zımmî.

ehli / ehlî

  • Alışık olan, evcil.
  • Munis, alışık. Yabancı olmayan. Kendisi ile ünsiyet edilen.

ehlivukuf

  • İyi bilenler, bilirkişiler.

ehliyet

  • Salâhiyet, elverişlilik. Kişinin borçlandırma ve borçlanmaya elverişli olması. Akıllı olmak, iyiyi kötüden ayırabilmek.

ehliyyet

  • Yeterlik. Bir işin ehli olduğuna dâir vesika. İktidar. Liyâkat. İstihkak. Meharet ve mensubiyet.

ehlullah

  • Allah'a itaat edip, O'nun sevgisi ile O'na yaklaşmış olan Veli. Allah'ın sevgisine mazhar olan Evliya.
  • Allah adamları, Allahü teâlânın emirlerine uyup, O'nun sevgisini ve ism-i şerîfini gönlünden hiç çıkarmayan evliyâ zâtlar.

ehram

  • Mısır'da Firavunların piramit şeklindeki mezarları.
  • Mısır'daki Firavunların piramit şeklindeki mezarları.

ehremen

  • Zerdüştîlerin inandıkları, kötülük ve karanlık tanrısı, şeytan, dev.

ehriman

  • Ateşe tapanların kötülük tanrısı.

ehrimen / اهرمن

  • Kötülük tanrısı, şeytan. (Farsça)

ehtem

  • Ön dişi gedik olan.

ehven-üş şer

  • Ehven-i şerreyn de denir. İki şerli işin veya şeyin daha az zararlısı.

ehyef

  • İnce belli ve yakışıklı genç.
  • Çelimli at.

eimme-i erbaa

  • Dört imâm. Müslümanların en büyük ve yüksek âlimleri ve müctehidlerinden hak mezheb müessisleri olan ve ehl-i imâna rehberlik eden büyük imâmlar. İsimleri şöyle sıralanabilir: İmâm A'zam Ebu Hanife, İmâm-ı Şâfii, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Ahmed ibn-i Hanbel. (R.A.)

eimme-i verese

  • Vâris olan imamlar. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın mânevi vârisi olan büyük zâtlar, mürşidler, imamlar.
  • Peygamberlik varisi olan imamlar.

eizze / اعزه

  • Azizler, ermişler. (Arapça)
  • Saygın kişiler. (Arapça)

ekarib

  • Akrabalar. Yakın hısımlar.

ekrad reçetesi

  • "Kürtler reçetesi" anlamında olan Münâzarat isimli eser.

ekrem-i halk

  • Yaratılmışların en şereflisi.

ekseriyet

  • (Ekseriyyet) En büyük kısım, çokluk.
  • Bir topluluk ve hey'etin yarısından fazlası.
  • Bir mecliste üyelerin verdikleri rey'lerin büyük kısmı ve bunların üstünlüğü.

ekseriyet-i sülüsan

  • Ekseriyet kazanacak tarafın en az mevcudun sülüsânı (üçte ikisi) miktarında olması şartıyla olan ekseriyet.

ekvator

  • Hatt-ı istivâ. Dünyayı kuzey ve güney diye müsavi iki yarım küreye ayırarak, ikisinin arasından geçtiği farzedilen çember şeklindeki büyük çizgi. (Fransızca)
  • Yer yuvarlağının tam ortasında farzedilen ve dünyayı iki müsavi kısma ayıran (ve kırk bin kilometre olan) çember. (Fransızca)

ekyes

  • Pek kiyâsetli, zeki, zekâvetli kişi. Mâhir, maharetli, becerikli adam.

el-alaü lillahi şehidetün / el-âlâü lillâhi şehîdetün

  • "Allah'ın verdiği nimetler" Allah için şâhiddir ("şehîdetün" kelimesi dişilik kipidir).

el-bab-ül evvel

  • Birinci kısım. İlk cüz. Birinci kapı.

el-bakara

  • İnek, dişi sığır.

el-ehram

  • Mısır'da yayınlanan bir gazete.

el-eys

  • Vücud. Varlık. Büyük cisim.

el-hak

  • Hakkın ta kendisi. Tam doğrusu. Tam gerçekten.
  • Hakkı, hakkı ile izhar ve beyan eden.
  • Varlığı hiç değişmeyen, ibadete lâyık ve her hakkın sahibi, Allah (C.C.) Âdil-i Mutlak ve Vacib-i lizâtihi.

el-hakk

  • Gerçeğin ta kendisi, tam doğrusu.
  • Allah.

el-i istiğrak

  • Tanımlama edatı olup başına geldiği isim, kendisiyle ilgili bütün mânâları içerir, örneğin el- insan = bütün insanlık.

elbürz

  • Kafkas sıradağlarının en yükseği. (Farsça)
  • Hakkında türlü türlü hurafeler ve masallar anlatılan Kaf Dağı. (Farsça)
  • Uzun boylu ve yakışıklı kimse. (Farsça)

elektrik-i hakaik-i islamiyet / elektrik-i hakaik-i islâmiyet

  • İslâmiyetin hakikat ve esaslarının elektriği, ışığı.

elektrik-i mudi

  • (Elektrik-i muzi) Parlak ışık veren, parlayan lâmba.

elektrik-i muzi / elektrik-i muzî

  • Parlak ışık veren, aydınlatan lamba.

elektroliz

  • Fiz: Birleşik bir cismi elektrik vasıtasıyla elemanlarına ayırma işi.

elem-i şefkat

  • Şefkat acısı.

elem-i ye's

  • Ümitsizlik acısı.

elett

  • Dişi kökünden çıkıp düşmüş olan kişi.

elf

  • 1000 Bin sayısının ismi. Bin adet şey vermek ve ünsiyet eylemek (mânâlarına gelir).
  • Bin sayısı.

elif

  • Birinci harf-i hecânın adı.
  • (Ülfet. den) : Bütün harflerle ülfet edebildiği için böyle isimlendirilmiştir. Ebcedî değeri de bire delâlet eder.

elifba / elifbâ

  • Arap dilinin seslerini ve yazı sistemini gösteren harfler dizisi, Arap alfabesi.

elkab

  • (Tekili: Lakab) Lakablar, namlar. Rütbe ve makam sahiblerinin derecelerine göre söylenen ve çok zaman hürmet ifâde eden isimler.

elmah

  • Her gördüğü şeyi araştırmağa ve tedkik etmeğe meraklı olan kişi.

elmas-rize

  • Elmas kırıntısı, döküntüsü.

eluf

  • Ülfeti fazla, herkesle konuşup görüşmeye alışık olan kimse.

eman / emân

  • Korkusuzluk, emniyet, güven.
  • Bir kimseye veya düşmana; söz, işâret veya yazı ile, mal ve can güvenliğinin emniyet (güven) altında olduğunu bildirme.
  • Müslüman olmayan bir kimsenin İslâm memleketine girmesi için kendisine verilen müsâade, izin.

emanet

  • Eminlik. İstikamet üzere bulunmak.
  • Birisine koruması için teslim edilen şey. Birisine bir şeyi koruması için teslim edilen şey. Birisine bir şeyi koruması için bırakma. Emniyet edilip inanılan şey.
  • Başkasının hukuku emniyet edilip, inanılabilen.
  • Osmanlılar Devrinde ba

emanetdar

  • Kendisine birşey emanet edilen kimse, emanetçi. (Farsça)

emare-i i'caz / emâre-i i'câz

  • Mu'cizelik belirtisi.

embriyoloji

  • yun. Biy: Canlıların başlangıçtan itibaren gelişmesini inceliyen biyoloji ilminin bir bölümü. İkiye ayrılır: 1- Ontogonez: Yumurtadan yavruların meydana gelişini inceler. 2 - Flogenez: Canlıların ilk yaratılışı ile bugünkü şekli arasında meydana gelen değişmeleri inceler. Dünyada başlangıçtan bugüne

emced-i emacid / emced-i emâcid

  • Şereflilerin şereflisi, en şerefli.

emin / emîn

  • Kalbinde korku ve endişesi olmayıp rahatta olan. Korkusuz.
  • Kendisinden korkulmayan.
  • Kendine inanılan. İtimat edilen.
  • İnanan, güvenen.
  • Çok iyi bilen, şüphe etmeyen.
  • Kendisine güvenilen.
  • Peygamber efendimizin lakabı. Peygamber olduğu bildirilmeden önce de, Kureyş kabîlesi Resûlullah'a sallallahü aleyhi ve sellem çok güvenir, inanır ve; "Muhammed-ül-emîn" derlerdi.
  • Vücuttaki bütün âzâlarını İslâmiyete uygun şekilde ve uygun yerlerde kullan

emir

  • Emredici olan. Seyyid. Şerif. Bir memleketin, bir aşiretin veya kabilenin reisi.
  • Büyük ve meşhur bir soydan gelen.
  • Hz.Peygamber'in (A.S.M.) soyundan gelen.
  • Zengin.

emir-ül mü'minin / emir-ül mü'minîn

  • Müminlerin, İslâmların işlerinde emir ve tedbir eden reis. Halife. İslâm Devlet Reisi.

emir-ül-mü'minin / emîr-ül-mü'minîn

  • Müslümanların reîsi, devlet başkanı.

emirane

  • Emredene yakışır bir surette. Emir gibi. (Farsça)

emirber

  • Subayların kıt'a ve daire dışında emirlerinde bulunan erler. (Farsça)

emirname / emirnâme

  • Emir yazısı.
  • Emir yazısı.

emirname-i arifane / emirnâme-i ârifâne

  • Ârif olana, bilene yakışır biçimde olan emir yazısı.

emr

  • Buyruk; emredenin, emrolunandan bir işin yapılmasını istemesi veya bu sûretle yapılması istenen şey.
  • İş.

emr-i cebri / emr-i cebrî

  • Bir işi yapmaya zorlama.

emr-i maaş

  • Geçinme işi ve hususu. Hayat ihtiyaçları.
  • Geçim meselesi, geçinme işi.

emr-i nisbi / emr-i nisbî

  • Kıyas ile olan emir. Öncekilerine veya diğerlerine göre olan iş veya emir veya hâdise. İllet-i tâmme istemiyen ve vücud-u haricisi bulunmayan emir.

emr-i vaki' / emr-i vâki'

  • Beklenilmeyen iş, sürpriz. Zorlayıcı bir baskı ile bir işi yapmaya mecbur etmek.

emrin azameti

  • İşin büyüklüğü.

emşac

  • (Tekili: Meşc) Nutfenin vasfı. Karışık. Dağınık.

emsel

  • (Tekili: Misil) İmtisale şayan olan. Tam benzer. Efdal, ekrem ve eşref olan.

emval-i zahire / emval-i zâhire

  • Sâime denilen hayvanlar ile bir kısım arazi mahsulâtı ve madenleri ile yer altındaki hazineler ve gümrüklere uğrayan ticaret mallarıyla, nakitler.

emyus

  • Anason dedikleri ot.
  • Kendisinden tuz meydana getirilen taş ki, Türkçe ona "tuz taşı" derler.

Emzik / Bibs / Kidful

  • About Page template By Adobe Dreamweaver CC
    sample

    Bibs Kauçuk Emzik


    Söz konusu emzik olunca, BIBS Colour gerçek bir klasik. Yaklaşık 40 yıldır Danimarka'da tasarlanıp üretilen BIBS Colour emzikler, %100 doğal kauçuk ucuyla, hava akışı sağlayan delikleri ve cilt tahrişini önlemek için geliştirilen hafif eğimli yapısı ile gerçek bir efsane! BIBS Colour, yuvarlak ve yumuşak kauçuk uç kısmı ile anne memesine en yakın forma sahip olduğundan, çocuklar tarafından kolay kabul ediliyor. Anne memesini taklit ederek, emiş sırasında hava akışı sağlıyor. Ultra hafif ve sağlam yapısı ile bebeğinizi yormuyor. BPA, PVC ve phthalates gibi zararlı maddeler içermiyor ve dünyaca geçerli EN 1400 standardına göre üretiliyor. Hiçbir emzik markasında göremeyeceğiniz kadar fazla renk çeşitine sahip olan BIBS Colour, klasikleşen zamansız tasarımı ve elegant duruşu ile tasarım ve işlevselliği birleştiriyor. BIBS Colour, bir emzikten beklenen tüm detaylara sahip olmasının yanısıra; bir emzikten beklenmeyen güzellikte tasarımı ile, tüm dünyada hem anneleri hem çocukları kendine hayran bırakıyor…

    https://www.kidnkind.com/bibs

sample

Kidful Bitkisel Boyalı Emzik Askısı


KIDFUL Emzik Askıları, çocuk ürünlerinde kullanıma uygun olan, en kaliteli %100 gerçek deriler kullanılarak EN 12586 standartlarına göre üretilir. KIDFUL'un organik serisinde kullanılan boyalar tamamen bitkiseldir ve kimyasal madde içermez. KIDFUL'un özel olarak üretilen metal klipsi kurşun ve krom içermez. Metal klipsin kıyafetlere zarar vermemesi için, klips içerisinde plastik aparatı bulunur. KIDFUL emzik askısını, güçlü lastik ve güçlü bağlantı yapısı ile, uzun seneler yıpranma sorunu yaşamadan kullanabilirsiniz...
https://www.kidnkind.com/kidful


Kidnkind Emzik Anne Bebek ve Tekstil Ürünleri Ticaret Limited Şirketi


Web sitesi :www.kidnkind.com

Telefon : 0(216) 606 21 06

(www.kidnkind.com)

en'am

  • Deve, sığır, koyun gibi hayvanlar.
  • Kur'ân-ı Kerimin altıncı Suresinin adı ve bir kısım Kur'ân âyetlerinden ve Surelerinden müteşekkil dua kitabı.

en-nur

  • Cenab-ı Hakk'ın her çeşit nurun Halik'ı olması ve onlara nur vermesi dolayısıyla bir ismi.

enaniyet

  • (Enâniyyet) Benlik. Kendine güvenmek, gurur. Hodbinlik. Sadece kendine taraftarlık. Her yaptığı işi kendinden bilmek.

enaniyet-i beşeriye fihristesi

  • İnsanın benliğinin mahiyeti, yapısı, içeriği,.

enaniyet-i taassubkarane / enaniyet-i taassubkârâne

  • Kendisini beğenme ve üstün görmede çok katı ve inatçı davranma.

enbeste-dem

  • Miskin, uyuşuk kişi. Tenbel, gayretsiz kimse. (Farsça)

encam-ı kar / encâm-ı kâr

  • İşin neticesi, amelin sonu.

end-bend

  • Utanmış, mahcub. (Farsça)
  • Boğum boğum, kısım kısım, parça parça. (Farsça)

endad

  • (Tekili: Nidd) Benzerler. Emsâller.
  • Misiller. şerikler, eşler.
  • Benzerler, misiller.

enderun / enderûn / اندرون

  • İç, içerisi. (Farsça)
  • Harem dairesi. (Farsça)
  • Gönül, kalp. (Farsça)

endiş

  • Düşünen, mülâhaza eden, ölçülü davranan mânasında sıfat terkiblerinde kullanılır. Meselâ: Akibet-endiş : Her işin sonunu düşünen.

endüstri

  • Sanayi, imalât, sanatlar. Hammaddeyi mâmul eşya hâline getirme. Bu da ikiye ayrılır. 1- Küçük sanayi: Ev ve atölyelerde basit âlet ve makinelerle eşya imalâtıdır. 2- Büyük sanayi: Su buharı, akaryakıt, elektrik, atom enerjisi gibi büyük çapta enerji kaynaklarından faydalanılarak fabrikalarda seri hâ (Fransızca)

enf

  • Burun. Koku ve teneffüse mahsus âzâ.
  • Bir şeyin ucu veya evveli veya en şiddetlisi.
  • Bir şeyin sivri yeri.
  • Bir şeyin en şerefli olan yeri.

enfal / enfâl

  • Devlet reîsinin, herkesin elde ettiği kendisinin diyerek, harbe teşvik için gâzilere (İslâm askerlerine) ganîmet hisselerinden fazla olarak verdiği mallar. Tekîli nefeldir. Gâzileri böyle teşvik etmeye tenfîl denir.

enfes-i asar / enfes-i âsâr

  • Eserlerin en nefisi, eserler içinde en değerli olanı.

enfüs

  • Nefisler, ruhlar; kişinin kendi iç âlemleri, kalp ve ruh dünyaları.

enfüsi / enfüsî

  • Kişinin kendisi ile ilgili, nefis ve beden dairesine ait.

engiştal

  • Hasta ve zayıf kimse. Dermansız, bî-derman kişi. (Farsça)

engizisyon

  • XVI. ve XVII. asırlarda Hristiyan Katolik Mezhebine âit kiliselerden alâkayı kesen veya Papa'ya karşı gelenlere yapılan -insanları arslanlara parçalatmak, fırında yakmak gibi- dehşetli işkenceler veya onları bu azaba mahkûm eden mahkemelere verilen isim. (Fransızca)
  • Çok ağır ve çok zâlimce cezây (Fransızca)

engizisyon mahkemeleri

  • Fransa'da 16. ve 17. yüzyıllarda Hristiyan Katolik Mezhebine ait kiliselerden alâkayı kesen veya Papa'ya karşı gelenleri ağır işkence ve zor ölümlere mahkûm eden mahkemelere verilen isim.

enid

  • Ham.
  • Henüz olmamış çığ nesne.
  • Değişik olmak.

enis

  • (Üns. den) Dost, arkadaş, ünsiyet edilmiş olan. Alışılmış, kendisi ile ülfet edilmiş olan. Sevgili.
  • Sulu ve ağaçlı yerlerde bulunan ve sesi gayet hoş bir kuş. Çeşitli nağmelerde öter, kâh deve gibi kükrer ve at gibi kişner; insana alışır.
  • Yaban horozu.

enkaz-ı ümmid

  • Ümit yıkıntısı, ye'se düşme.

enkeb

  • Omuzunda yük olduğu için eğilip yürüyen.
  • Yanında oku ve yayı olmayan kişi.

enlem

  • (Arz dairesi) t. Yer yüzünde herhangi bir noktanın ekvatora olan uzaklığının açı cinsinden değeri. Dünyanın büyüklüğü X. yy. başlarında Sincar sahrasında ve Kûfe civarında bir meridyenin uzunluğunu ölçmek suretiyle bulan Musa Oğulları nâmıyla tanınan Muhammed, Ahmed ve Hasan isimlerindeki üç kardeş

enmas

  • Kaşının kılları az olan kişi.

ensab

  • (Tekili: Neseb) Soylar, nesebler. Baba tarafından hısımlar.

ensaf

  • (Tekili: Nısf) Nısıflar, yarımlar.

enva-ı namadud / envâ-ı nâmâdud

  • Sayısız türler.

envah

  • (Tekili: Nevh) Nevhler, ölmüş olan bir kişinin arkasından ağlayan kadınlar, matem tutan hanımlar, ağıt yakanlar.

envar / envâr / انوار

  • (Tekili: Nur) Nurlar, ışıklar, aydınlıklar. Maddi veya mânevi karanlıktan kurtarmaya vâsıta olanlar.
  • Işıklar. (Arapça)

envar-ı esmaiye / envâr-ı esmâiye

  • İlâhî isimlerin nurları.

envar-ı esrar / envâr-ı esrar

  • Sırların nurları, bilinmeyen gizli şeylerin ışıkları.

envar-ı hakikat / envâr-ı hakikat

  • Hakikat nurları, ışıkları.

envar-ı kudsiye-i esma / envâr-ı kudsiye-i esmâ

  • Allah'ın isimlerinin mukaddes nurları.

envar-ı kudsiye-i esmaiye / envâr-ı kudsiye-i esmâiye

  • Allah'ın isimlerinin mukaddes nurları.

envar-ı muhammediye / envâr-ı muhammediye

  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (a.s.m.) saçtığı nurlar, yaydığı ışıklar.

envar-ı sitte / envâr-ı sitte

  • Altı nur, ışık.

envar-ı tevhid / envâr-ı tevhid

  • Allah'ın birliğini gösteren nurlar, ışıklar.

envar-ı vücud / envâr-ı vücud

  • Varlık nurları; Rabbiyle olan bağdan ortaya çıkan varlık nurları, ışıkları.

enzar-ı halk / enzâr-ı halk

  • Halkın dikkati, bakışı.

er'an

  • Ahmak, bön, salak, ebleh.
  • Deli, çılgın.
  • Şaşkın, şaşırmış, taaccüb etmiş.
  • Uzun boylu, akılsız kişi.
  • Leşker.
  • Dağ. (Müe: Ra'nâ)

er'as

  • Zayıflığından veya yorulduğundan dolayı yab yab yürüyen kişi.

erbab

  • (Tekili: Rab) Sahipler.
  • Rabler, Terbiyeciler.
  • Bâtıl ilâhlar.
  • Türkçede diğer bir mânası: Maharet sahibi, elinden iyi iş çıkan kimse. Bir işin ehli.

erbab-ı hall-u akd / erbâb-ı hall-u akd

  • Halife seçmeye yetkili olan kişiler. Medine halkının ileri gelenleri.

erbab-ı kulub / erbâb-ı kulûb

  • Gönül sâhipleri. Tasavvuf yolunda ilerlerken halleri değişen, her zaman başka türlü olan, bâzan şuurlu, bâzan şuursuz (içerisinde bulundukları mânevî hallere dalıp kendilerini unutan) kimseler. Bunlara İbn-ül-vakt de denir.

erbab-ı siyer

  • Peygamberimizin (a.s.m.) hayatı, ahlâkı, sözleri ve yaşayışı hakkında kitap yazanlar, İslâm tarihçileri.

erbaş

  • Ask: Subay ve assubayların dışında kalan rütbeli asker.

erbaun

  • Kırk sayısı.

ercel

  • Büyük ayaklı kişi.
  • Ayakları siğilli olan at.

erdan / erdân

  • "Beden"in çoğulu. Cisimler, vücutlar, gövdeler.

erdeb

  • Bir ağırlık ölçüsüdür. Arab ülkelerinde kullanılır. Miktarı, İstanbul kilesiyle dokuz kileyi karşıladığı gibi, kullanıldığı mahalle göre de değişir.

ergal

  • Sünnet olmamış kişi.

erham

  • (Tekili: Rahim) Döl yatakları, rahimler.
  • Yakın hısımlar, akrabalar.

erham-ür rahimin / erham-ür râhimîn

  • Merhametlilerin en merhametlisi.
  • Allah'ın (C.C.) sıfatlarındandır.

erhamü'r-rahimin / erhamü'r-râhimîn

  • Merhametlilerin en merhametlisi olan Allah.

erhamürrahimin / erhamürrahimîn / erhamürrâhimîn

  • Merhamet edenlerin en merhametlisi olan Allah.
  • Merhametlilerin en merhametlisi olan Allah.
  • Merhametlilerin en merhametlisi mânâsına, Allahü teâlânın mübârek isimlerinden.

erke

  • Misvak ağacı. Bu ağaç sıcak memleketlerde ve bilhassa Yemende yetişir.

ermas

  • Gözü çapaklı kişi.

erzen

  • Kendisinden sopa ve baston yapılan bir cins sağlam ağaç.
  • Şam darısı denen beyaz ve iri cins darı.

es'al

  • Dişinin yanında zâid bir diş daha biten kimse.

eş'as

  • Saçı dağınık olan.
  • Saçı dökülmüş kişi.

esami / esamî / esâmî / اسامى

  • İsimler, adlar.
  • İsimler.
  • İsimler. (Arapça)

esaret-i hayvani / esaret-i hayvanî

  • Hayvanlara yakışır bir esirlik. Zulüm, işkence ve haksızlık içinde hayat geçirmek.

esatiz / esatîz

  • (Tekili: Esâtîze) : (Üstaz) Usta başıları. Bir işin tedbirinde, öğretilmesinde önderlik edenler.

esbab-ı adiye / esbab-ı âdiye

  • Sıradan, alışıldık sebepler.

esbab-ı tagayyür

  • Değişim sebepleri, nedenleri.

eşbah

  • (Tekili: Şebâh) Şahıslar, cisimler, vücudlar.
  • Büyük kapılar.
  • Uzaktan görünen karaltılar, hayâller.
  • Renk, levn.

eşedd-i istibdadat

  • Baskının en şiddetlisi.

eşedd-i istibdat

  • Baskının en şiddetlisi.

eşedd-i zulm

  • Zulmün en şiddetlisi.

eşedd-i zulüm

  • Zulmün en şiddetlisi.
  • Zulmün en şiddetlisi.

eşeff

  • Çok parlak. Daha şeffaf. Işığı daha iyi geçiren.
  • Suyu kendine çok fazla çeken.

esekk

  • Tavşan.
  • Kulağı kesik olan.
  • Küçük kulaklı.
  • Kulağı işitmeyen. Sağır.

eser-i hayat

  • Hayat alâmeti, hayat eseri, hayat belirtisi.

eser-i hiddet

  • Hiddet belirtisi, öfkeli hâl.

eser-i himayet

  • Koruma, himaye etme eseri, belirtisi.

eser-i inayet-i rabbaniye / eser-i inâyet-i rabbâniye

  • Allah'ın özel yardım eseri, belirtisi.

eser-i itab

  • Azarlama belirtisi.

eser-i tereddüt

  • Tereddüt belirtisi.

eşerr-i nas / eşerr-i nâs

  • İnsanların en şerlisi, nasın en kötüsü.

esfel-i safilin / esfel-i sâfilîn / اَسْفَلِ سَافِل۪ينْ

  • Aşağıların en aşağısı.
  • En aşağı yer. Zaiflik, yaşlılık, boy bos, akıl ve anlayışın gidip çocuk gibi olmak, amel ve iş yapmaktan kesilip, sevâb kazanacak bir şey yapamaz hâle gelmek, erzel-i ömür. Cehennem'in aşağısı.
  • Cehennemin en alt tabakası, aşağının aşağısı.
  • Aşağıların en aşağısı.

esfelisafilin / esfelisâfilîn

  • Aşağıların en aşağısı.

esfelü's-safilin / esfelü's-sâfilîn

  • Aşağıların en aşağısı.

eshab-ı feraiz / eshâb-ı ferâiz

  • Ölen bir kimsenin mîrâsına (geriye bıraktığı mala) vâris (hak sâhibi) olan ve Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde hisselerini (paylarını) bildirdiği dördü erkek, sekizi kadın on iki kişi.

eshab-ı kehf / eshâb-ı kehf

  • Mağara arkadaşları; Îsâ aleyhisselâmdan sonra din düşmanları her tarafı kapladığı bir zamanda, dinlerini korumak için her şeylerini terk edip, hicret eden ve Efsûs (Tarsus)'daki mağarada bulunan yedi kişi ile Kıtmîr adındaki köpekleri. Kur'ân-ı kerîm de Kehf sûresinde kıssaları uzun bildirilmektedir

eshar

  • Seher vakitleri, seherler. Gece yarısından sonra ve tan yeri açılmazdan evvelki vakitler.

eşhas / eşhâs / اشخاص

  • (Tekili: Şehs) Şahıslar. Kişiler.
  • Şahıslar, kişiler.
  • Kişiler. (Arapça)

eşhas-ı ma'rufe

  • Tanınmış kişiler, bilinen şahıslar.

eşhas-ı mühimme

  • Önemli kişiler.

eşhas-ı muzırra / eşhâs-ı muzırra

  • Zararlı şahıslar, kişiler.

eshed

  • Becerikli, maharetli, mahir, açıkgöz, uyanık olan kişi.

eşhel

  • Kırmızı ile karışık koyu mavi, elâ.
  • Elâ gözlü adam.

eşi'a / اشعه

  • Şualar, ışınlar, bir kaynaktan çıkıp dağılan ince ışık hüzmeleri.
  • Işıklar, ışınlar. (Arapça)

esil

  • Şerefli, şanlı, namlı, haysiyetli, itibarlı ve otoriter kişi.

esim

  • (İsm. den) Günahkâr, günah işlemiş, kabahatlı, cürümlü, suçlu, yalancı kişi.

esir

  • Bütün kâinatta bulunan ve her tarafı kaplamış olan lâtif madde. Elektrik, ışık ve hararetin yayılmasına vasıtalık eden madde. Görülmeyen ve varlığı bütün ehl-i ilimce kabul edilen lâtif, rakik, elâstikiyeti hâiz seyyal madde.

esis

  • Titremek.
  • Küp veya desti saksısı ki, içinde reyhan ekerler.

eskişehir müddeiumum

  • Eskişehir Başsavcısı.

eslem-i tarik

  • Yolun en selâmetlisi. En selâmetli yol.

esma / esmâ / اسما / اَسْمَا

  • Allah'ın isimleri.
  • Adlar, isimler.
  • İsimler.
  • İsimler. (Arapça)
  • İsimler.

esma ve kemalat-ı ilahiye / esmâ ve kemâlât-ı ilâhiye

  • Cenâb-ı Allah'ın isimleri ve Ona ait mükemmellikler.

esma ve sıfat-ı ilahiye / esmâ ve sıfât-ı ilâhiye

  • Cenab-ı Allah'ın isim ve sıfatları.

esma'

  • Kulaklar. İşitmeler.
  • Adlar. Nâmlar. İsimler.

esma-i bakiye / esmâ-i bâkiye

  • Allah'ın devamlı ve kalıcı olan isimleri.

esma-i cemaliye ve kemaliye / esmâ-i cemâliye ve kemâliye

  • Güzellik ve mükemmelliği ifade eden isimler.

esma-i fatır / esmâ-i fâtır

  • Herşeyi yoktan ve harika üstün sanatıyla yaratan Allah'ın isimleri.

esma-i fiiliye / esmâ-i fiiliye

  • Cenâb-ı Hakkın fiillerine ait isimler.

esma-i hüsna / esmâ-i hüsnâ

  • Allah'ın en güzel isimleri.
  • Güzel isimler. Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde bildirilen doksan dokuz ism-i şerîfi.

esma-i ilahi / esmâ-i ilâhî

  • Allah'ın isimleri.

esma-i ilahiye / esma-i ilâhiye / esmâ-i ilâhiye

  • Allah'ın isimleri.
  • Cenab-ı Allah'ın isimleri.

esma-i kudsiye / esmâ-i kudsiye

  • Allah'ın kutsal isimleri.

esma-i kudsiye-i ilahiye / esmâ-i kudsiye-i ilâhiye

  • Allah'ın kutsal isimleri; Allah'ın her türlü kusur ve eksiklikten yüce olan isimleri.

esma-i kudsiye-i nuraniye / esmâ-i kudsiye-i nuraniye

  • Nurlu mukaddes isimler.

esma-i külliye / esmâ-i külliye

  • Bütün varlık âleminde yansımaları görünen Allah'ın isimleri.

esma-i meşhure / esmâ-i meşhure

  • Cenâb-ı Allah'ın meşhur isimleri, Allah, Rahmân, Rahîm, Rab ve Hüve isimleri.

esma-i mevsule / esmâ-i mevsule

  • Vasleden isimler.
  • Mânâsı kendisinden sonra gelen cümle içinde açıklanan ve bu cümleyi kendinden sonra gelen cümleye bağlayan kelimelerdir.

esma-i mevsule ve müpheme / esmâ-i mevsûle ve müpheme

  • Gr. ism-i mevsuller; mânâsı kapalı isimler; mânâsı kendisinden sonra gelen cümle ile açıklanan ve bir ismi başka bir cümleye bağlayan kelimedir.

esma-i mübareke / esmâ-i mübareke

  • Allah'ın mübarek isimleri.

esma-i mübheme

  • Tek başına bir mâna ifade etmeyen isimler. Arabcada: (Ellezine) gibi kelimeler esma-i mübhemeden olduğundan onu tayin ve temyiz eden yalnız sılasıdır. Demek bütün kıymet sılasına aittir.

esma-i mukaddese / esmâ-i mukaddese

  • Mukaddes isimler; her türlü kusur ve noksandan uzak, yüce isimler.

esma-i müpheme / esmâ-i müpheme

  • Gr. ism-i mevsuller; mânâsı kapalı isimler; yalnız başına müstakil bir mânâ taşımayan ancak kendinden sonra gelen cümle ile (sıla cümlesi) birlikte bir mânâ içeren isimler.

esma-i mütecelliye-i ilahiye / esmâ-i mütecelliye-i ilâhiye

  • Allah'ın sürekli tecellî edici isimleri.

esma-i nebevi / esmâ-i nebevî

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) isimleri.

esma-i nuriye / esmâ-i nuriye

  • Nurlu isimler; Allah'ın isimleri.

esma-i rabbaniye / esmâ-i rabbâniye

  • Herşeyi terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın isimleri.

esma-i sitte-i meşhure / esmâ-i sitte-i meşhure

  • İsm-i Âzam olarak bilinen Cenab-ı Hakkın meşhur altı ismi; Ferd, Hayy, Kayyûm, Adl, Hakem ve Kuddûs isimleri.

esma-i zatiye / esma-i zâtiye / esmâ-i zâtiye

  • Zâta ait isimler.
  • Allah'ın zâtına ait isimleri.
  • Cenâb-ı Hakka ait zâtî, özel isimler.

esma-i züruf

  • Gr: Zarf olan isimler. Bir şeyin bir zamanda veya mekânda veya diğer bir şey ile beraber veya ondan evvel veya sonra vuku' bulduğunu ifade eden kelimelerdir. Bunlar Arapçada (maa, kabl, ba'd, ind) gibi kelimelerdir.

esma-ül hüsna

  • Allah'ın isimleri. Cenab-ı Hakk'ın güzel isim ve sıfatları.

esma-yı ilahiye / esmâ-yı ilâhiye / اَسْمَايِ اِلٰهِيَه

  • Allahın isimleri.

esma-yı kudsiye-i ilahiye / esmâ-yı kudsiye-i ilâhiye / اَسْمَايِ قُدْسِيَۀِ اِلٰهِيَه

  • Allahın mukaddes isimleri.

esma-yı sitte / esmâ-yı sitte / اَسْمَايِ سِتَّه

  • (Allaha âit) altı isim.

esma-yı sitte-i meşhure / esmâ-yı sitte-i meşhûre / اَسْمَايِ سِتَّۀِ مَشْهُورَه

  • (Allaha âit) meşhur altı isim.

esmai / esmaî / esmâî

  • İsimlerle ilgili.
  • İsimlerlehhhhh ilgili.

esmaiye / esmâiye

  • Allah'ın isimleriyle ilgili.

esmat

  • (Çoğulu: Sümut) Saçının ve sakalının karası beyazıyla karışıp ikisi beraber olmak.

esmaü'-hüsna / esmâü'-hüsnâ

  • Allah'ın güzel isim ve sıfatları.

esmaü'l-ezdad / esmâü'l-ezdad

  • Zıt isimler, çelişkili isimler.

esmaü'l-hüsna / esmâü'l-hüsnâ

  • Allah'ın sonsuz mükemmellikte ve güzellikte olan isimleri.

esmaül hüsna / اسماء الحسني

  • Allahın güzel isimleri.

esmaülhüsna / esmaülhüsnâ

  • Allahın güzel isimleri.

eşref-i mahlukat / eşref-i mahlûkat / eşref-i mahlûkât / اشرف مخلوقات

  • Mahlukatın en eşrefi, yaradılmışların en şereflisi. İnsan.
  • Yaratıkların en şereflisi.
  • Varlıkların en şereflisi.
  • Varlıkların en şereflisi, insan.

eşref-i saat

  • Saatlerin şereflisi. Uğurlu ve işlerin rast gittiği, dua ve dileklerin kabul edildiği an.

eşrefimahlukat / eşrefimahlûkât

  • Yaratılanların en şereflisi.

esrem

  • Kırık dişli, dişleri kırılmış veya dökülmüş olan kişi.

esrüm

  • Dişi dökük olan kimse.

esterven

  • Çocuk doğurmayan, kısır kadın. (Farsça)

eşve

  • Gözü değen kişi.

eşveş

  • Göz ucuyla bakan kişi.
  • Yüksek bina.

eşya' / eşyâ'

  • (Tekili: Şia) Bölükler, bölümler, kısımlar, neviler, fırkalar, tabakalar, cinsler, çeşitler. Cemaatler, cemiyetler, topluluklar.
  • Yardımcılar.

eşyeb

  • (Şeyb. den) Saçı sakalı ağarmış, yaşlanmış olan kişi. İhtiyar.

etan

  • Dişi eşek. (Farsça)
  • Bir kısmı havada, bir kısmı suyun içinde kalan kaya; yosunlu taş. (Farsça)
  • Kuyu kenarında üstüne oturup su içmeye mahsus taş. (Farsça)

etene

  • Hayvanlarda ana ile cenin arasındaki kan alış-verişini temin eden organ.
  • Bitkilerde yumurtacıkların yumurtalığa yapışık bulundukları doku.

eti

  • Bir kişinin bir yere su iletmek için yaptığı ark.
  • Sel.

etnografya

  • (Etnografi) yun. Kavmiyyat. Kavimlerin, milletlerin gelişmesini, terakkisini ve has vasıflarını inceleyen, onların kültürlerinden bahseden ilim kolu.

ev-kema kal

  • Söylediği gibi. Söylendiği gibi.
  • Hadis-i Şerifi lâfzı ile aynen nakletmekte bir hata olmuşsa, mes'uliyetten kurtulmak için bu kelâm söylenir. "Bu naklettiğim hadisin metninde yanlışım varsa Peygamber (A.S.M.) aslında nasıl söylemiş ise aynen onu kastediyorum" demektir.

evbaşan

  • (Tekili: Evbaş) Aşağılık kimseler, âdi kişiler, alçak ve rezil insanlar. Ayak takımları.

evceh-i akval / evceh-i akvâl

  • Sözlerin en uygunu, kavillerin en münasebetlisi.

evcel

  • Çok korkak adam. Cesaretsiz kişi.

evham / evhâm

  • Vehimler ve hayaller. Kuruntular ve gerçek dışı şeyler.

evkaf-ı hümayun

  • Tar: Padişahların ve onlara mensub olan kişilerin bıraktıkları vakıflar.

evkes

  • Pinti ve soysuz kişi.

evla

  • Daha iyi, birincisi, başta gelmesi lâzım geleni.

evlad ü ıyal

  • Çoluk çocuk. Evlâdlar ve karısı.

evliya sultanı / evliya sultânı

  • Evliyaların sultanı, reisi.

evreng

  • Taht, evrend. (Farsça)
  • Şan, şeref, nâm. (Farsça)
  • Zinet, süs. (Farsça)
  • Akıl, irfan. (Farsça)
  • Ağaç kurdu. (Farsça)
  • Hoş hâllilik, hâlin hoşluğu. (Farsça)
  • Hile, desise, hud'a, aldatma, oyun. (Farsça)
  • Yakışıklılık. (Farsça)

evşab

  • Aşağılık kimse, âdi ve rezil kişi. Ayak takımı.

evşaz

  • Yardımcılar, tarafdarlar. Aşağılık ve ayak takımı olan kişiler.
  • Vücuttaki mafsallar, oynak yerler.

evtad

  • (Tekili: Veted) Direkler. Kazıklar.
  • Ricâlullahtan birine verilen isim.

evvel

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Herşeyin başlangıcı olan, varlığından önce yokluk geçmeyen, hiç bir şey yok iken, vâr olan.

evvel-emirde

  • İşin başlangıcında, herşeyden önce.

evvel-i fıtrat

  • Yaratılışın başlangıcı.

evvel-i hilkat

  • Yaratılışın başlangıcı.

evvela / evvelâ

  • Birincisi, önce.

evvelemirde

  • İşin başında, her şeyden önce. (Arapça - Türkçe)

evvelkisi

  • Öncekisi.

eyvallah

  • Bir kısım müslümanlar arasında tasdik işareti veya yemin ifade eden bir tâbirdir. Bazan Allaha ısmarladık yerine söyliyenler de vardır. Fakat makbul olanı; ayrılırken de buluşurken de selâmlaşmaktır ve bu sünnet-i seniyyedir.

eyyam-ı biyd / eyyâm-ı biyd

  • Ayın ışığının en aydınlık olduğu kamerî aylarının 13, 14 ve 15. günleri.

eyyam-ı teşrik

  • Kurban bayramının birinci gününden sonraki diğer üç güne verilen isimdir. Zilhiccenin 11, 12 ve 13 üncü günleridir. Birinci gününe "yevm-i nahr" (kurban günü) denir.

ezame

  • (Çoğulu: Ezamât) Hışım ve gadap etmek. Kızmak, hiddetlenmek.

ezem

  • Ağzını yumup oturmak.
  • Sabretmek.
  • Yemekten ve içmekten men'etmek.
  • Isırmak.
  • Gayret etmek.
  • Bükmek.

ezgehan

  • Tembel adam. İşi gücü olmayan kimse. (Farsça)

ezhel

  • Gafil kimse. Gaflette bulunan kişi.
  • Pek dalgın.

ezher

  • Mısırda bulunan büyük bir üniversite.

ezin

  • Söz dinlemek.
  • İşitmek.

ezkat

  • Kötü düşünceli kişi. (Farsça)

ezum

  • Isırıcı, ısıran.

ezvak-ı mahsusa / ezvâk-ı mahsusa

  • Kendisine has, özel zevkler.

fa'alane / fa'alâne

  • Hiç durmazcasına çalışarak. Daima çalışır surette. (Farsça)

fadır

  • (Çoğulu: Füdr) Zayıf.
  • Âciz, güçsüz.
  • Yaşlı dağ keçisi.

fağfur

  • Yarı şeffaf Çin porseleni. Çok kıymetli porselenden yapılan yemek kabı. Çin yapısı.
  • Eskiden Çin İmparatoruna verilen isim.

fahamet-lu / fahamet-lû

  • Osmanlı İmparatorluğu devrinde sadrazama, prenslere ve Mısır Hidivi'ne verilen bir ünvan.

fahimane / fahimâne

  • İtibar ve nüfuz sahibi kimseye yakışır şekilde, fahim olana yakışacak surette. (Farsça)

fahr-i alem / fahr-i âlem / فَخْرِ عَالَمْ

  • Bütün varlık âleminin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m.).
  • Âlemin kendisi ile övündüğü zât. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm için kullanılan saygı ifâdesi.
  • Âlemin kendisi ile iftihâr ettiği Peygamberimiz (asm).

fahr-i beşer / فَخْرِ بَشَرْ

  • İnsanlığın kendisi ile övündüğü Peygamberimiz (asm).

fahr-i enam / fahr-i enâm

  • Yaratılmışların kendisiyle övündüğü zât. Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm için kullanılan hürmet ve saygı ifâdesi. Gece-gündüz dilimde, salât-ü selâm, O mübârek rûhuna, ey Fahr-ül-enâm.

fahr-i kainat / fahr-i kâinat / fahr-i kâinât / فَخْرِ كَائِنَاتْ

  • Kâinatın kendisiyle övündüğü zât olan Peygamberimiz (a.s.m.).
  • (Fahr-i Âlem, Zübde-i Kâinat, Seyyid-i Kâinat) Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) nâmları. Bütün âlemin kendisi ile şeref bulduğu, iftihar ettiği Hz. Muhammed (A.S.M.).
  • Kâinâtın kendisi ile övündüğü zât. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm için kullanılan saygı ifâdesi.
  • Kâinâtın kendisi ile iftihâr ettiği.

fahr-i risalet / fahr-i risâlet / فَخْرِ رِسَالَتْ

  • Peygamberlik makamının kendisiyle övündüğü zat (Hz. Muhammed asm).

fahrialem / fahriâlem

  • Âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz.

fahru'l-alemin / fahru'l-âlemîn

  • Bütün varlık âleminin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m.).

fahrü'l-alemin ve habib-i rabbü'l-alemin / fahrü'l-âlemîn ve habib-i rabbü'l-âlemîn

  • Kâinatın övgüsüne sahip ve Alemlerin Rabbinin sevgilisi, Muhammed (a.s.m.).

fahrüddeveran

  • Yaşadığı ve kendisinden sonra gelen dönemlerin övünç kaynağı.

faide-i şahsiye

  • Kişisel fayda.

fail / fâil / فَاعِلْ

  • İşi yapan. Fiili işleyen.
  • Gr: Masdarın mânasını meydana getirene denir.
  • İşi yapan, özne.
  • İşi yapan.

fail-i asli / fâil-i aslî

  • Asıl fâil, asıl işi yapan.

fail-i ferd-i samed / fâil-i ferd-i samed

  • Kendisinin hiçbir şeye muhtaç olmadığı fakat her şeyin Kendisine muhtaç olduğu ve her şeyi tek başına yapan Allah.

fail-i mükemmel / fâil-i mükemmel

  • Her fiili ve işi mükemmel olan Allah.

fakahet

  • Şeriat bilgisinde âlimlik. Fıkıh bilgisinde mütehassıslık. Anlayışlı olmak.

fakd-ül ahbab

  • Ahbabsızlık, dostsuzluk. Ahbabın bulunmayışı.

fakir-i müstağni / fakir-i müstağnî

  • Fakir olmakla birlikte Allah'tan başkasına muhtaç olmayan kişi.

fakirhane / fakirhâne

  • Tevazu ifadesi olarak, kendisinden bahseden kişinin kendi evi için kullandığı ifade.
  • Mütevazilikle söz söyleyen kişinin evi.

fakr

  • İhtiyaç, yoksulluk.
  • Azlık, muhtaçlık.
  • Cenab-ı Hakk'a karşı fakrını, ihtiyacını hissetmek.
  • Tas: Kendisindeki bütün her şeyin Allah'a âit olduğunu bilmek.

fakr-ı mutlak

  • Mutlak fakirlik. Mü'min bir kulun Cenâb-ı Hakka karşı mutlak muhtaç halde olduğunu bilişi. Nihayetsiz muhtaç olduğu Allaha (C.C.) ve emirlerine tam teslimiyyetle sığınması hâleti.

faktör

  • Bir neticeyi meydana getiren unsurlardan her birisi. Amil. (Fransızca)
  • Bir sonucu oluşturan unsurlardan her birisi.

fal

  • Atılan boncuk ve baklaya, koyunun kürek kemiğine ve benzerlerine bakmak sûretiyle gaybdan, gelecekten haber verme işi.

falihayr / fâlihayr

  • İyilik belirtisi.

fani / fânî

  • Yok olucu, geçici, devamlı olmayan.
  • Tasavvufta Allahü teâlâdan başkasını unutan, bunların sevgisinden kurtulan kimse.

far'

  • Budak ve ağaç başı.
  • Her şeyin alâsı. İyisi.
  • Her kavmin şereflisi.

farabi / farabî

  • (Mi: 870-950) Aristo felsefesinin İslâm âleminde yayılmasına yol açmış bir filozoftur. Aristo'dan sonra gelen mânasına, kendisine Muallim-i Sâni nâmı verilmiştir. Eserlerinin İbn-i Sina üzerinde büyük te'siri vardır. "Kanun" denilen bir çalgı âletinin mucididir. Asıl adı Ebu Nâsır Muhammed'dir.

faran

  • İncil'de Mekke dağlarına verilen isim. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) Faran dağlarında zuhur edeceği İncil'de haber verilmiştir.

faraza / farazâ

  • Sözün gelişi, söz gelişi, farz edelim ki.

farig

  • İşini bitirmiş, boş kalmış, alâkasını kesmiş, rahat, vazgeçmiş, çekilmiş.
  • Fık: Tasarrufu altında olan mülkün kullanma ve tasarruf hakkını başkasına devreden.

fariğ / fâriğ

  • Vazgeçmiş, çekilmiş.
  • Rahat, âsûde.
  • Boş, işini bitirmiş, işsiz.

farih

  • (Çoğulu: Fevârih-Füreh) Gayretli davar.
  • Akıllı kişi.

farizıyy

  • Feraiz bilen kişi.

faruk / fârûk

  • Hak ile bâtılı birbirinden ayıran. Haklıyı haksızı ayırmakta çok mâhir olan. (Hak ile bâtılı birbirinden tam ayırarak İslâmiyeti kabul ettiği ve islâm nurunu izhar ettiği ve imân ve küfrün arasını fark ve faslettiği için Hz. Peygamber (A.S.M.) tarafından Hz. Ömer'e (R.A.) bu isim verilmiştir.)
  • "Doğru ile yanlışı birbirinden ayıran" mânâsına hazret-i Ömer'in lakabı.

farz-ı ayn

  • Kişinin bizzat yapması gereken farz. Herkese farz olan.

farz-ı kifaye / farz-ı kifâye

  • Bir kısım müslümanların yapması ile diğerlerinin günahtan kurtuldukları farz. Cenâze namazı kılmak gibi.
  • Bir kısım müslümanların yerine getirmesiyle diğerlerinden sakıt olan farz. Cenaze namazı gibi.
  • Dinen mutlaka yerine getirilmesi gereken ancak bir kısım Müslümanın yapması ile diğerlerinin üzerinden düşen vazife, cenaze namazı kılmak gibi.

fasic / fâsic

  • Semiz.
  • Yüklü olmayan kısır deve.
  • Kısır, semiz davar.

fasihane / fasîhane

  • Fasahatli, fasih olana yakışır tarzda. Açıklıkla. (Farsça)

fasıl / fâsıl

  • Kısım.
  • Fasıllara ayıran. Kısım kısım eden.

fasıla / fâsıla

  • Bend. Kısım. Bölük. Durak.
  • Mevsim.
  • Mebhas.

fasl-ı hitab / fasl-ı hitâb

  • İki söz arasını ayıran kelime veya isimlerden biri. Önsözden sonra asıl maksada giriş.
  • Fık: Şahitlerin gösterdiği delil veya yeminlerinden sonra hâkimin hükmetmesi.
  • Hakkı bâtıldan ayırarak, nizaı ayırt edip kesmek ve halletmek. Herşeyi kemal-i vüzuh ile fasledip hakikatını gö

fasm

  • Bir şeyi tam kesmeyip ilişik bırakmak.

fatımi / fatımî

  • (Fâtımiyye) Hz. Fatıma Sülâlesinden olmak iddiasında bulunan, önce kuzey Afrika, sonra Mısırda hükümet süren sülâleye mensub meliklerin takındıkları isimdir. (Mi: 910-1171) İsmâiliye nâmında bâtıl fırkadandırlar. Salâhaddin-i Eyyubî, ordusu ile, Fâtımîlerin hâkimiyetine son verdi.

fatımiler / fâtımîler

  • Aslen mecûsî olan Meymûn el-Kaddah'ın neslinden gelen Ubeydullah bin Sa'îd'in etrâfında toplanan, kendilerinin hazret-i Fâtıma'nın neslinden geldiklerini iddiâ eden; Mısır, Kuzey Afrika, Filistin ve Sûriye'de 910-1171 seneleri arasında hüküm süren, Eshâb-ı kirâm düşmanlığını yaymaya çalışan hânedân

fatin-ül asr

  • Asrın en zeki, anlayışlı ve akıllısı.

fatinü'l-asır

  • Yaşadığı asrın en keskin zekâya ve anlayışına sahip kişisi.

fatinü'l-asr / fatînü'l-asr

  • Asrın en dâhisi, en akıllısı.

fatinülasr / fâtinülasr

  • Asrın en akıllısı.

favina / favîna

  • Ud-us salib dedikleri nesne ki iki sınıftır; biri erkek olup uzundur, biri dişidir ki ondan kısa olur ve ikisi de kafasızdır.

faysal

  • Kesin hüküm; karmaşık bir meseleyi kesin hatlarıyla çözümleme, yanlışı doğrudan ayırma.

faz

  • Ardı ardına gelen değişikliklerin her biri. Safha. (Fransızca)

faza

  • Karışık.

fazıl-ı muhterem / fâzıl-ı muhterem

  • Saygı ve hürmete lâyık ve çok faziletli kişi.

faziletperest / فضيلت پرست

  • Erdem yanlısı. (Arapça - Farsça)

fazl

  • Âlimlere yakışır olgunluk.
  • İmân, cömertlik, ihsan, kerem, ilim, ma'rifet, üstünlük, hüner, tefâvüt, inayet.
  • Artmak.
  • Artık, (bunun zıddı naks'tır). Bir şeyden bakiye kalmak.

fazl u kerem

  • Bilginlere, faziletli kişilere yaraşır olgunluk ve cömertlik.

fazl u rahmet

  • Faziletli kişinin lütfu, merhameti ve acıması.

fe'd

  • Kebap yapmak.
  • Kül içinde ekmek pişirmek.

feca

  • Kirişi çıkmış yay.

fecaat

  • Felâket, yürekler acısı kötü durum.

fecir / فجر

  • Tan ağartısı. (Arapça)

fecr / فجر

  • Tan ağartısı. (Arapça)

fecr-i ati / fecr-i âtî

  • Gelecekteki fecr. 1908 meşrutiyet inkılâbından sonra Servet-i Fünun mecmuası etrafından toplanan bir kısım gençlerin kurmak istedikleri ekolün (cemiyetin) adıdır.

fecr-i kazib / fecr-i kâzib / فجركاذب

  • Gerçek tan ağartısından önceki geçici aydınlık

fecr-i sadık / fecr-i sâdık / فجر صادق

  • Tan ağartısı, şafak sökmesi.

fecva

  • Kirişi çıkmış ve ayrılmış olan yay.

fedai-yi islam / fedai-yi islâm

  • İslâm fedaisi.

feddan

  • (Çoğulu: Fedâdin) Bir çift öküz.
  • Bir günde bir çift öküzle sürülebilen arazi.
  • Daha çok mısırda yer ölçülerinde kullanılan bir kelime.

fedfed

  • (Çoğulu: Fedâfid) Düz yer.
  • Büyük sahrâ.
  • Yaban.
  • Yüksek mekân.
  • Sığır buzağısı.

fedgam

  • (Çoğulu: Fedâgım) Güzel, gökçek kişi.

fehh

  • Yorulmuş âciz kişi.

fehm

  • Ulu kişi.

fehm-i uluhiyet / fehm-i ulûhiyet

  • Cenâb-ı Allah'ın ilahlığını anlama; İlâhlık anlayışı.

feht

  • Ay aydınlığı, ay ışığı.

fehz

  • (Çoğulu: Efhâz) Kişinin gayet yakın olan kabilesi.
  • Uyluk.

felah-ı vatan / felâh-ı vatan

  • Vatanın kurtuluşu. Vatanın selâmeti.
  • Tar: 10 Şubat 1920'de İstanbul Mebuslar Meclisi'nde teşekkül etmiş olan bir grup.

felak suresi

  • Kur'an-ı Kerim'de 113. suredir. Nâs Suresiyle beraber ikisine Muavvezeyn; İhlâs suresi ile beraber olursa üçüne Muavvezât adı verilir.

felan

  • İnsanlar içinde alem isimlerden kinâye bir isim.

felasife

  • Felsefeciler. Filozoflar, felsefe ile uğraşanlar.
  • Düşüncesiz, kaygısız, rahat yaşayanlar.
  • Dinsizler.

felc

  • Nüzul, inme. Vücudda bir kısmın veya çok kısımların hareket etmekten âciz kalışı.
  • İki kısma yarılmak.
  • Küçük nehir.
  • Fevz, zafer.

felekseyr

  • Hareketleri ve gidişi süratli olan. (Farsça)

felil / felîl

  • Bir yere toplanmış kıl.
  • Devenin azısı.

felsefe hikmeti

  • Felsefe ilmi ve bakış açısı.

felsefe-i tabiiye

  • Yaratılışı ve her şeyi tabiata dayandıran felsefe.

fen yobazı

  • Fen bilgisinde mütehassıs (uzman) olmadığı hâlde, kendisini fen adamı ve müslüman olarak gösterip müslümanların dînini, îmânını bozmağa, İslâmiyet'i içerden yıkmağa çalışan kimse.

fena fiş-şeyh / fenâ fiş-şeyh

  • Tasavvuf ilminde talebenin velî olan hocasının arzû ve isteklerine tâbi olması, irâdesini isteğini onun eline bırakması. Ölü yıkayıcının elindeki meyyit (ölü) gibi olması. Ona hiç bir işinde muhâlefet etmemesi.

fena-i kalb / fenâ-i kalb

  • Mahlûkların (yaratılmışların) varlığını, sevgisini kalbden çıkarmak. Kalbin Allahü teâlâdan başka hiç bir şeyi bilmemesi ve sevmemesi, unutması.

fenn

  • Hüner. Mârifet.
  • San'at.
  • Tecrübe.
  • İlim.
  • Nevi, sınıf, çeşit, tabaka.
  • Türlü.
  • Fizik, kimya, biyoloji, matematik ilimlerinin umumi adı.
  • Tatbikat ve isbat ile meydana gelen ilim.
  • Birisini muamelede aldatmak.
  • Fend.
  • Borç

fenn-i hikmet

  • Felsefe bilgisi.

fenn-i hikmet-ül eşya

  • Tabiat bilgisi. Eşyadaki intizam, mükemmellik ve insanlara olan faydaları ve onlardan faydalanmak hakkında bilgi veren ilim kolu.

fenn-i kıraat

  • Okuma bilgisi. Okumanın çeşitli usûllerini öğreten ilim dalı.

fenn-i makina

  • Çeşitli makineler ve onların kısımlarının işleyişleri hakkında bilgi veren ilimler. Mihanikiyet.

fenn-i menafiu'l-aza / fenn-i menâfiu'l-âzâ

  • Organların yararlarını inceleyen fen, anatomi; canlıların yapısını ve bu yapıyı oluşturan organları inceleyen bilim dalı.

fenn-i sarf

  • Morfoloji ilmi, kelime bilgisi.
  • Gramer. Sarf bilgisi.

fenn-i teşrih

  • tıb: Bir cesedin, canlı vücudunun iç yapısını öğrenme bilgisi. (Anatomi)

fennin iliştiği

  • Bazı materyalist bilginlerin maddî ilimleri kullanarak Kur'ân'daki bazı âyetlerin gerçek dışı olduğunu ileri sürmeleri.

fer / فَرْ

  • Işık, canlılık.
  • Işık, parlaklık, zinet, süs. (Farsça)
  • Fazl ve vakar. (Farsça)
  • İktidar; şevket, kuvvet. (Farsça)
  • Işık, parıltı, süs.
  • Işık.

feragat

  • Fedakarlık, özveri, kişisel hakkından vazgeçme.

feraiz / ferâiz

  • (Tekili: Farîze) Allah'ın farz kıldığı ibadetler, yapılması mecburi olan din emirleri.
  • Şeriatın hükümleriyle mirasçılar arasında mal taksimi bilgisi. İslâmın miras hukuku.

ferc

  • Yarık, çatlak. Korkulacak yer.
  • Ud yeri. Dişi tenasül âleti.
  • Aralık, yarık, çatlak.
  • Dişilerde üreme organı, avret.
  • Yarık, dişi tenasül uzvu.

ferd-i ferid / ferd-i ferîd

  • Eşi-benzeri olmayan kişi.

ferd-i fevkalade / ferd-i fevkalâde

  • Olağanüstü özelliklere sahip kişi.

ferd-i manevi / ferd-i mânevî

  • Belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişi, tüzel kişi.

ferd-i mü'min

  • Mü'min kişi.

ferd-i müstehlik

  • Tüketen, tüketici kişi.

ferd-i nefer

  • Tek nefer, kişi.

ferd-i samed

  • Bir ve tek olan ve Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan, ama herşey Ona muhtaç olan Allah.

ferdi / ferdî / فردی

  • (Ferdiye) Tek şey, bir tek.
  • Fertle ilgisi olan.
  • Kişisel. (Arapça)

ferg

  • Gönden yapılan kovanın dikişi arasında su sızan yer.

ferhal

  • Karışık ve kıvırcık olmayan uzun saç. (Farsça)

ferhud

  • Dağ keçisinin dişisi.

ferid

  • Kutup gibi mürşidlerin gözetimi dışında doğrudan Kur'ân ve sünnetle gayba eren ve hakikati bulan kimse.

ferid-i asru'z-zaman / ferîd-i asru'z-zamân

  • Asrın ve zamanın biricik, benzersiz insanı, doğrudan Kur'ân'a dayanan büyük kişisi.

ferid-i devran / ferîd-i devrân

  • Bütün dönemlerin en seçkin kişisi.

ferid-i kevn ü zaman / ferîd-i kevn ü zaman

  • Bütün varlıkların en değerlisi ve bütün zamanlarda biricik ve tek olan.

ferid-i te'lif

  • Edb: Bir cümledeki tertibin mâna çıkmayacak derecede karışık oluşu.

fermend

  • Şan ü şeref ve mevki sahibi olan kişi. (Farsça)

ferr

  • Kaçmak. Firar etmek.
  • Davarın yaşını anlamak için dişini görmek.

ferraş

  • Cami, mescid, imaret gibi müesseselerin temizliğini sağlamak; ve kilim, halı ve hasır gibi mefruşatını yayma hizmetleriyle vazifeli olan kişiler hakkında kullanılır bir tâbirdir. Ferraş; arapçada, yayıcı, hizmetçi, döşeyici anlamlarına gelir. Yeniçeri teşkilâtında bu işi görenlerle, Kâbe'yi süpürenl

fersa

  • Mahveden, yoran, aşındıran manasına kelimelere bitişir. Meselâ: Tahammül-fersa : Tahammül bırakmayan. Tâkat-fersa : Tâkatsız düşüren, tâkat bırakmayan. (Farsça)

fersan

  • Derisi kürk yapımında kullanılan bir sansar cinsi. (Farsça)

fert

  • Kişi, şahıs.

feruka

  • Böğürün yağı.
  • Korkak kişi.

ferve

  • (Çoğulu: Füre'-Firâ) Baş derisi.
  • Bir parça toplanmış kuru ot.
  • Servet, zenginlik.
  • Kürk.

ferzah

  • Akrep isimlerinden bir isim.

ferzendane / ferzendâne

  • Evlâd gibi. Evlâda yakışır surette.
  • Evlada yakışır şekilde.

fesad / fesâd

  • Bozuk ve fenalık. Karışıklık. Haddi tecavüz edip zulmetmek. (Zıddı: Salâh'tır.)
  • Fenalık, kötülük, arabozuculuk. Kargaşalık, karışıklık.
  • Bozukluk, karışıklık.
  • Bozukluk, karışıklık, fitne, anarşi.
  • Fesat, bozukluk, karışıklık.

fesad-engiz

  • Fesad koparan. Fesad çıkaran. Karışıklık çıkaran.

fesad-ı te'lif

  • Edb: Bir cümlede yapılan tertibin mâna çıkmayacak derecede bozuk ve karışık oluşu.

fesadat / fesadât / fesâdât

  • (Tekili: Fesad) Bozukluklar. Kötülükler. Karışıklıklar.
  • Bozukluklar, karışıklıklar.
  • Fesatlar, bozukluklar, karışıklıklar.

feşafeş

  • Hışıltı. (Farsça)
  • Atılan okun, havada giderken çıkardığı ses. (Farsça)

fesit / fesît

  • Tırnak kesintisi, tırnak parçası.

feşş

  • Eritmek.
  • Süt sağmak.
  • Çıkarmak.
  • Yabani olan keçiboynuzu ağacının yemişi.

festemi'

  • (Fe-istemi') Dinle, işit (anlamında bir kelimedir.) (Fe) ile (İstemi') emr-i hazırından ibarettir.

fetanet / fetânet

  • Peygamberlerde bulunması lâzım olan sıfatlarından biri. Peygamberlerin; bütün insanların en akıllısı, en zekîsi ve en anlayışlısı olmaları.

feth

  • Açma, başlama.
  • Zaptetme. Ele geçirme. Zafer. Nusret.
  • Faydalı şeyleri elde etmek için yolları açmak. Muğlak şeyleri açmak. Bu iki suretle olur. Biri, basâr ile idrâk olunur. Gam ve kederi gidermek gibi. İkinci de: İki nevi olup birincisi; dünya işlerinde olur. Sürur vermekle g

feth-i bab-ı rahmet eden

  • İlâhî şefkat ve merhamet kapısını açan.

feth-i mübin

  • Açık ve parlak zafer. Hakkı, bâtılın tahakkümünden kurtaran veya birbirine zıd olan hak ile batılın karışıklığını ayırarak hakkı galip kılan feth ve zafer Bu zafer, harp ile olabileceği gibi harpsiz de olur. (Hakikatın ve ilmin galebesi gibi.)Fetih suresinin birinci âyetinde geçen "Feth-i mübin"in i

feth-i suver

  • Allah'ın Fettâh isminin tecellisiyle her canlıda suretlerin açılması, yaratılması.
  • Suretlerin meydana çıkışı. Her mahlûkun Allah'ın ilim, irade ve kudretiyle en münasib şekilde suretlerinin açılışı.

fetret-i mutlaka

  • İnsanlara, doğru ile yanlışı ayırt ettirecek hiçbir semâvî dinin hükmetmediği dönem.

fettah / fettâh

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarına hayır kapılarını, dileklerine kavuşmak istiyen kullarına kapalı kapıları açan, peygamberlerini düşmanlarının elinden kurtarıp, memleketlerin fethini müyesser (kolay) kılan; evliyâsına (sevdiği kullarına) melekûtünün (gözle görülmeyen

fetva / fetvâ

  • Herhangi bir işin dîne (İslâmiyet'e) uygun olup olmadığına dâir müftî tarafından verilen cevâb.

fetva emini

  • Şeyhülislâm kapısındaki Fetvahane'nin başında bulunan zata verilen ünvandır. Şeyhülislâma sorulan şer'i meselelerin fetvalarını hazırlamak, istida ile vukubulan suallere cevap vermek ve şer'iyye mahkemelerinden verilen ilâmları tetkik etmek vazifeleriyle mükellefti. Maiyyetinde Fetvaemini muavini, İ

fevc fevc

  • Dalga dalga, kısım kısım, takım takım, akın akın, cemaat cemaat.

fevd

  • Bir işi veya emri başkasına teslim etmek.

fevkalade / fevkalâde / فوق العاده

  • Olağanüstü, olağan dışı, alışılmışın ötesinde. (Arapça)

fevkalkanun

  • Kanun üstü, kanun dışı.

fevkalme'mul / fevkalme'mûl

  • Alışılmadık.

fevza-yı ara / fevzâ-yı ârâ

  • Fikirlerin karmakarışık olması. Fikre ait anarşi. Fikrî anarşi.

fevziye

  • Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması üzerine II.Sultan Mahmud tarafından eski odalar mevkiine verilen isimdir. Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması esnasında, yeni odalar Kara Cehennem'in attığı yağlı paçavralarla yanmış, eski odalar da ocağın ilgasından birkaç gün sonra yıktırılmıştır. Gerek yanan ve gerekse

feyizkar / feyizkâr

  • Feyizli, bereketli, ışıklı.

feylesof

  • Filozof, felsefe ile uğraşan kişi.

feynan

  • Güzel uzun saçlı kişi.

feyz-i tecelli / feyz-i tecellî / فَيْضِ تَجَلِّي

  • Allah'ın isimlerinin görünmesinin manevi zevki, bereketi.

feyz-i ziya / فَيْضِ ضِيَا

  • Işığın bereketi.
  • Işığın etrafa yayılması.

fi'l-i hikaye / fi'l-i hikâye

  • Gr: Geçmiş zamanda olmuş fakat konuşan kimsenin görmüş olduğu bir işi anlatan fiil. Meselâ: Okumuş idi, yazmış idi, vurdu gibi.

fidye-i necat

  • Bir kimsenin esirlikten veya başına gelen bir belâdan kurtulmak için, kendisi veya kendi namına başkası tarafından mecburen verilen para vesaire hakkında kullanılan bir tabirdir. Tabirin karşılığı, can kurtarma akçası demektir.

fiham

  • (Tekili: Fahîm ve fahm) İtibar ve nüfuz sahibi kişiler, ulu kimseler.

fihris

  • (Fihrist) Bir dükkânda veya bir kitabın içerisinde ne bulunduğunu sıra ile gösteren liste. (Kataloğ)
  • (Çoğulu: Fehâris) Her nesnenin aslı.
  • Kanun.

fiil

  • (Fi'l) Müessirin te'siri. Amel, iş.
  • Gr: Hâdiseye veya zamana delâlet eden kelime. (Sarf bilgisinde geniş izahı vardır.) Türkçede; gelme, gitme, yazma, okuma, gezme gibi kelimelere de fiil denir. (Fi'l diye de yazılır.)

fiil-i tanzif ve tathir

  • Temizleme fiili, işi.

fiil-i tanzim ve nizam

  • Düzenleme işi ve düzen.

fiil-i tevzin ve mizan

  • Birşeyi ölçülü ve dengeli yapma fiili, işi.

fiil-i tezyin ve ihsan

  • Herşeyi güzel ve süslü bir şekilde yapma fiili, işi.

fıkarat / fıkarât

  • (Tekili: Fıkra) Kıssalar, fıkralar, küçük hikâyeler.
  • Fasıllar, bölümler, kısımlar.
  • Cümleler, parağraflar.
  • Omurga kemiklerindeki boğumlar.

fıkıh-fıkh

  • Bir şeyi anlayıp bilme,
  • Şeriat ilmi, şeriatın usül ve hükümleri, amelî ve şer'î meseleler bilgisi. Hukuk bilgisi.

fikir teatisi

  • Görüş alışverişi.

fikr-i infirad / fikr-i infirâd

  • Bir çok özelliği tek bir kişi üzerine yükleme düşüncesi.

fıkra

  • Yazıda bir bahis.
  • Parağraf.
  • Kanun maddelerinden her bir kısım.
  • Kısa haber.
  • Küçük hikâye.
  • Omurga kemiklerinin her biri.
  • Bend.
  • Kıssa.
  • Gazetelerde gündelik hâdiselerin kısaca yazılmış şekli.

fil-i mahmudi / fil-i mahmudî

  • Yemen Valisi Ebrehe'nin Kâbe'yi yıkmak için geldiği zaman, ordusunda bulunan Mahmud adlı fil.

filo

  • Birkaç savaş gemisinden mürekkep donanma parçası. Donanmanın bir kısım ve bölüğü.

finefsilemr / fînefsilemr / فى نفس الامر

  • İşin aslında, gerçekte. (Arapça)

fir'avn

  • Mısır'da, hususan Hazret-i Musa (A.S.) zamanında Allah'a isyan edip ilâhlık dâvasında bulunan, Musa Peygamber'e inanmayan hükümdar.
  • İlâhlık iddia eden dinsiz, azgın ve şaşkın insan.
  • Firavun, eski Mısır hükümdarlarına verilen ünvan.
  • Tanrılık iddiasında bulunduğu için Hz. Musa'nın mücadele ettiği Mısır hükümdarı.
  • Çok kibirli, gururlu ve inat adam, Firavn.

firad

  • (Tekili: Ferd) Fertler, kişiler.

firak / firâk / فراق

  • Ayrılık. (Arapça)
  • Ayrılık acısı. (Arapça)

firaş-ı sahih

  • Fık: Nikâh ve mülk-i yemine müstenid bulunan istifraş. Mülk-i yemin, bir kimsenin temellükünde bulunan cariye demektir. Binaenaleyh bu iki şarta dayanan istifraştan, meydana gelecek çocuk, varis addolunur. Ancak, cariyeyi istifraşta husule gelen çocuğun kendisinden olduğunu müstefrişin söylemesi lâz

firaset / firâset

  • Anlayışlı, çabuk seziş,
  • Binicilik, at yetiştirme bilgisi.
  • Yiğitlik, mertlik.

firaşiyet

  • Karılık.
  • Fık: Birisinin karısı oluş. Zevciyet.

firavun

  • Eski Mısır krallarının lâkabı; katı yürekli, inatçı ve zâlim kimseler için kullanılan bir tabir.

firavunlaşmış

  • Firavun gibi kendisini üstün gören, tanrılık iddiasında bulunan.

firc

  • Sır saklamayan kişi.

firdevs cenneti

  • Sekiz Cennet'in altıncısı.

fırka

  • Parti. İnsan grubu. Kısım olmak ve ayrılmak. Bölük.
  • Tümen.

fırka-i halisa / fırka-i hâlisa

  • Samimî grup, samimî, içten kişilerin partisi.

firnas

  • (Çoğulu: Ferânis) Boynu kalın arslan.
  • Köylü reisi.

firuz abadi / firuz abadî

  • (Mecdüddin Muhammed) (Hi: 729 - 817) İran'ın Şiraz Eyâletinde Firuzâbad isimli beldenin Kâzrun kasabasında doğmuştur. Büyük âlimlerdendir. Yedi yaşında Kur'anı hıfzetmişlerdi. Çok seyahat etmiştir. Bursa'ya geldiğinde Yıldırım Bayezid Han tarafından kendisine fevkalâde ikrâm olundu. En meşhur eseri

fisebilillah / fîsebîlillâh

  • Allah yolunda. Bir işin karşılıksız, sâdece Allahü teâlânın rızâsı için yapıldığını ifâde eden bir tâbir.

fışkı

  • Canlıların dışkısı.

fıthıl

  • Âdem Aleyhisselâm'ın yaratılışından evvel olan zaman.

fıtne

  • Akıllılık. İdrak ve anlayışı kuvvetli olmak.

fitne / فِتْنَه

  • İnsanın akıl ve kalbini doğrudan doğruya, hak ve hakikatten saptıracak şey.
  • Muhârebe.
  • Azdırma.
  • Karışıklık. Ara bozmak. Dedikodu.
  • Küfr. Fikir ihtilâfı.
  • Şikak. Kavga.
  • Delilik.
  • Mihnet ve beliye.
  • Mal ve evlâd.
  • Potada altın v
  • Ayrılık, karışıklık, kargaşa; insanı hak ve hakîkatten saptıracak şey. İnsanları sıkıntıya, belâya düşüren, müslümanların zararına sebeb olan iş. Düşmanlığa sebeb olan şey.
  • Kargaşa, karışıklık.
  • Karışıklık, azgınlık.

fitne-i azime / fitne-i azîme / فِتْنَۀِ عَظ۪يمَه

  • Büyük karışıklık, azgınlık.

fıtr bayramı

  • Müslümanların iki dînî bayramından birisi olan Ramazan bayramı.

fitrak

  • Atın terkisi, terki kayışı, eyerin ardındaki tasma. (Farsça)

fıtrat / فِطْرَتْ

  • Kişiye hâs yaratılış.

fıtrat-ı beşeriye

  • İnsanın yaratılışı, tabiatı.

fıtrat-ı eşya

  • Varlıkların yaratılışı.

fıtrat-ı ilahiye / fıtrat-ı ilâhiye

  • San'at-ı Rabbaniye ve kudret-i İlâhiyenin dâima değişen bir defteri olan ve yanlış olarak "Tabiat" namı verilen Cenab-ı Hak'ın fıtrat kanunları ve mahlukatın yaradılışı.

fıtrat-ı insan

  • İnsanın fıtratı, tabiatı, yaratılışı.

fıtrat-ı insaniye

  • İnsanın yaratılışı, tabiatı.

fıtrat-ı insaniyet

  • İnsanlığın yaratılışı, tabiatı.

fıtrat-ı muhammediye

  • Hz. Muhammed (s.a.v.)'in huyu, yaratılışı.

fıtrat-ı zatiyelerimiz / fıtrat-ı zâtiyelerimiz

  • Kendimize ait asıl mizacımız, yaratılışımız.

forma

  • Cüz. Kısım. Parça. (Fransızca)
  • Şekil. Biçim. Askeri nişan. Rütbe işareti. (Fransızca)
  • Bükülünce 8, 16, 32 sayfa olan kitap dizgisi. (Fransızca)

frenk sakalı

  • Eskiden frenkleri taklid suretiyle bırakılan sakal hakkında kullanılan bir tabirdi. Çeneye gelen kısım uzunca bırakılıp, yukarı tarafları kısa kesilen veya traş edilen sakal demektir.

fuala

  • (Tekili: Fâil) Fâiller, özneler, işi yapmış olanlar.

fuhş-u kelam / fuhş-u kelâm

  • Edep ve terbiye dışı söz.

fürafür

  • Kulağı yırtık kişi.

furag

  • Işık, ziya, parıltı. (Farsça)

furkan

  • Hak ile bâtılı birbirinden ayıran. İyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı farkedip ayıran.
  • Kur'an-ı Kerim.
  • Kur'an-ı Kerim'in 25. suresinin ismi.

furkan-ı celilüşşan / furkan-ı celîlüşşan

  • Doğru ile yanlışı birbirinden ayıran şanı ihtişamlı, görkemli olan Kur'ân.

furkan-ı cismani / furkan-ı cismânî

  • Cisim haline gelmiş, hakkı batıldan ayıran Kur'ân gibi Allah'ı tanıttıran kâinat kitabı.

fürsiyyat

  • Fars dili ve edebiyatı bilgisi.

füru'

  • (Tekili: Feri') Bir kökten ayrılmış kısımlar. Dallar. Budaklar.
  • Bir sülâleden gelmiş torunlar. Çocuklar.
  • Fık: Cüz'î hüküm ve kaideler. Ahkâm-ı cüz'iyye.

füruat

  • Kökten ayrılan kısımlar, ayrıntılar.
  • Kökten ayrılan kısımlar. Füru'lar. Esastan olmayıp geniş bilgide ortaya çıkan mes'eleler.

fürug

  • Işık. Ziya. Aydınlık. Nur.

füruğ / fürûğ / فروغ

  • Işık. (Arapça)
  • Parıltı. (Arapça)

fürug-efşan

  • Işık saçan. (Farsça)

füsat

  • (Füstât) Kıl. Büyük çadır.
  • Kapıya asılan perde.
  • Cemaat.
  • Mısır'da bir mahallin adı.

fusul / fusûl

  • (Tekili: Fasıl) Fasıllar. Mevsimler. Bölükler. Kısımlar.
  • Fasıllar, mevsimler.
  • Bölümler, kısımlar.
  • Fasıllar, mevsimler, kısımlar.

fütüvvet

  • Cömertlik. Başkasını, kendisine tercih etmek. Başkalarının işlerini düzeltmeye çalışmak ve faydasına koşmak. Fütüvvetin başka değişik târifleri de yapılmıştır. Bunlardan bâzıları şöyledir: Kendi nefsinde başkasının üzerine bir meziyet, üstünlük görme mek. Hatâlarını îtirâf edenleri affetmek, hiç kim

gabane

  • Kişinin fikir ve tedbirinin zayıf ve eksik olması.

gabi / gabî / غَب۪ي

  • Anlayışı kıt, zekâsı az.
  • Anlayışı kıt.
  • Anlayışı kıt.

gabit sahrası / gabît sahrâsı

  • Gabît çölü; Arap Yarımadasında, Benî Yerbû' kabilesinin yaşadığı ve bugün Yemen sınırları içerisinde yer alan bir çölün adı.

gabn-ı fahiş / gabn-ı fâhiş

  • Bir alışverişde veyahut ticari anlaşmada taraflardan birisinin nisbetsiz şekilde fazla aldanması.

gaddar telezzüzü

  • Çok acımasız davranın kişinin lezzet alması.

gadir / gadîr

  • Durgun su, gölcük, sel suyu birikintisi.

gadrdide / gadrdîde

  • Gadir görmüş, kendisine haksızlık edilmiş olan. (Farsça)

gaffar / gaffâr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Günah, kusur ve kabahatları çok bağışlayan.

gafir / gafîr

  • Çok fazla, sayısız, kalabalık.
  • Örten, etrafını çeviren.
  • Umumi.
  • Boyun, boğaz ve kafada olan tüyler.

gafur / gafûr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kulların günâh, ayıb ve hatâlarını pek çok örtüp, bağışlayan.

galis

  • Arpa ve buğday karışımından yapılan ekmek.

galiz / galîz

  • Çirkin, terbiye dışı, kaba, ağır.
  • Çirkin.
  • Terbiye dışı.
  • Yoğun. Kaba.
  • Kokmuş madde.

galuta

  • (Çoğulu: Gulutât) Kişiyi zora düşüren meseleler.

gamaim

  • (Tekili: Gımâme) Hayvanların, yem yemelerini veya ısırmalarını önlemek gayesiyle ağızlarına takılan torba gibi şeyler.

gamara / gamârâ

  • Yahûdîlerin Tevrât'tan sonra mukaddes kitab saydıklarıTalmûd'un kısımlarından biri. Talmûd; Mişnâ ve Gamârâ olmak üzere iki kısımdır.

gamgama

  • Haykırma. Muharebe edenlerin bağırtısı.
  • Kalb dinlendiğinde işitilen ses.
  • Sözü, belirsiz söylemek.
  • Kalbin bulunduğu yer.

gamız

  • Anlaşılmaz, anlaşılması güç.
  • Kapalı ve karışık söz.
  • Çukur yer.
  • Zayıf kişi.

gammaz

  • Birisine iftira ederek zarar veren. Münafık, fitneci.
  • Adamın ayıplarını arayıp gizli şikâyet eden.
  • Tersane kethüdalarına mahsus altı çifte kayık.

gams

  • Suyu şiddetli içmek.
  • Bir şeyi hakir görmek, birisine iftira etmek.
  • Nimete şükretmemek.
  • Göz yummak.

gamuz

  • İtham olunan, töhmet altında bırakılan.
  • İçinden kan giden dişi deve.

ganbot

  • Yapısı küçük olmakla beraber, nisbeten ağır toplarla mücehhez harp gemisi.

gani / ganî

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hiçbir zamanda, hiçbir mekânda, hiçbir hâlde, hiçbir şeye muhtâc olmayan. Allahü teâlâya, hiçbir şekilde başkasına muhtaç olmayan mânâsına Ganiy-yi mutlak da denir.

ganiyy-i muğni / ganiyy-i muğnî

  • Bütün varlıkların ihtiyaçlarını karşılayan ve her varlığın zenginliği Kendisinin tükenmez hazinesinden çıkan ve hiçbir şeye muhtaç olmayan sınırsız zenginlik sahibi Allah.

ganyan

  • At yarışında birinci gelen. (Fransızca)

garaib / garâib

  • Gariplik; alışılmışın dışında, harika olan.

garaib-i hilkat / garâib-i hilkat / غَرَائِبِ خِلْقَتْ

  • Yaratılışın görülmedik şekilleri.

garaib-i icraat

  • Alışılmışın dışında garip uygulamalar, faaliyetler.

garaibat

  • (Tekili: Garâib) Garib ve şaşılacak şeyler. Alışılmadık, tuhaf ve acaib nesneler.

garb

  • (Çoğulu: Gurub) Güneşin battığı taraf. Batı.
  • Sığır derisinden yapılan büyük kova.
  • Sakaların su koydukları büyük tulum.
  • Atıldıktan sonra bulunmayan ok.
  • Yürügen at.
  • Nasır acısı (gözde olur).
  • Göz yaşı.
  • Göz yaşının geldiği damar.
  • Ke

garbi / garbî

  • Batı ile alâkadar, Avrupa'ya mensub.
  • Aşağı Mısır'ın batı kısımları.

garbiyyun

  • Garplılar, Avrupalılar. Batı memleketleri ahalisi.

garib-üd diyar / garib-üd diyâr

  • Memleketin yabancısı.

garibane

  • Garip gibi, garip kimselere yakışır şekilde, garipçesine. (Farsça)

garibüzzaman

  • Zamanın garibi; zamanın şaşırtıcı, hayret verici kişisi.

garre

  • Gafil kişi, gaflette bulunan kimse.

gars-ı yemin

  • Sağ el ile dikilen fidan.
  • Bir kimsenin yanından, fidan gibi ayrılmayan kişi.

gaseyan

  • Mide bulantısı. Kusmak.

gasl

  • Yıkama. Gusül. Şartlarına uygun şeklide boy abdesti almak.
  • Birisini döğüp vücudunu acıtmak.

gatarif

  • (Tekili: Gıtrîf) Başkanlar, başlar, reisler, önderler.
  • Soylu ve asaletli kimseler, itibarlı ve seçkin kişiler.

gavsu'l-vasılin / gavsu'l-vâsılîn

  • Hakikate, marifete ermiş kişilerin başı.

gaybet

  • Tasavvufta, kalbin kendisine gelen mânâlarla meşgul ve onlara dalmış olarak, kendisinden ve halkın işlerinden, etrâfında olan şeylerden habersiz olması.

gaydak

  • Geniş.
  • Yumuşak.
  • Kerim kişi. İyi huylu kimse.
  • Keler yavrusu.
  • Büluğ çağına varmamış çocuk.

gaye

  • Erişilmek istenen sonuç.

gayk

  • (Gayuk) Fikri karışık olmak.

gayr-ı ahlaki / gayr-ı ahlâkî

  • Ahlâk dışı, ahlâka uygun olmayan.

gayr-i idraki / gayr-i idrakî / غير ادراكى

  • İdrak dışı.

gayr-ı kanuni / gayr-ı kanunî

  • Kanun dışı.

gayr-ı kasti / gayr-ı kastî

  • İstem dışı, istemeyerek.

gayr-ı ma'kul

  • Akıl işi olmayan, aklın kabul etmediği.

gayr-ı madud / gayr-ı mâdud

  • Sayısız.

gayr-ı madut / gayr-ı mâdut

  • Sayısız.

gayr-ı me'luf / gayr-ı me'lûf

  • Alışılmamış, ülfet edilmemiş.
  • Alışılmışın dışında, alışılmamış.

gayr-ı meluf / gayr-ı melûf

  • Alışılmışın dışında.

gayr-ı men hüve leh

  • Sâhibinden gayrısı.
  • Sahibinden başkası, sahibinin kendi dışında; kendisi için olmayan.

gayr-ı meş'ur

  • Şuursuz, bilinçsiz; şuurla bağlantısı olmayan, farkedilmeyen.

gayr-ı mümeyyiz

  • İyiyi ve kötüyü, doğruyu ve yanlışı birbirinden ayıramayan kimse; bunak veya küçük çocuk gibi.

gayr-ı münfekk

  • Bitişik, ayrılmaz.

gayr-ı münkatı

  • Kesintisiz, kopma olmaksızın.

gayr-ı münkatı'

  • Kesintisiz.

gayr-i munsarif

  • Cerr ve tenvin kabul etmeyen isim.

gayr-ı şuuri / gayr-ı şuurî

  • Şuursuz, şuurun dışında.

gayrın nazarı

  • Başkasının bakışı.

gayrısı

  • Dışında, başka bir şey.

gayrullah

  • Allah'tan gayrisi, yaratılan her şey.

gayurane

  • Gayretli olan kimseye yakışır şekilde, çalışkan kimseler gibi. (Farsça)

gaz

  • Isırma, dişle tutma. (Farsça)
  • Diş. (Farsça)

gaza / gazâ

  • İnsanların İslâmiyet'i işitmeleri, müslüman olmakla şereflenmeleri yâhut müslümanların dînine, vatanına ve nâmusuna tecâvüz eden düşmanı kovmaları için yapılan muhârebe.

gazale

  • Dişi geyik.
  • Güneşin yükselmesi.

gazel

  • Tek kişinin özel bir ahenkle okuduğu manzume. (Aşk ve nefis gibi hislere ait olup, anlamı dine aykırı olursa ve kadın sesi ile câiz değildir.)
  • Edb: Klâsik şark şiirlerinin en çok kullanılan ve (5-15) beyitlik şekil.
  • Sonbaharda ağaç üzerinde kuruyan yapraklar.
  • Ceylân.<

gazreme

  • (Çoğulu: Gazarim) Ölçüsüz, tartısız bir şeyi satmak.

geckar / geckâr

  • (Gecger) Kireçle badana yapan. Kireç sıvacısı. (Farsça)

geçmiş olsun makamı

  • Bir kişinin başına gelen sıkıntıdan dolayı "geçmiş olsun" deme konumu.

gedikli

  • t. Tar: Yeniçeri efradı arasında eskilikleri dolayısıyla imtiyazlı olanlar. Bunlar diğer yeniçerilerden ayrılmak için bellerine seraser denilen kumaştan kuşak sararlardı.
  • Yıkık, çentikli ve düşük yeri olan.
  • Mülk olduğu halde vakfa ait bir tarafı olan.
  • Deniz assubayı k

ger

  • İsimlerin sonlarına eklenir ve yapıcılık bildirir bir edattır. Meselâ: Ahen-ger : f. Demirci. Zer-ger : f. Kuyumcu. (Farsça)

gerde

  • İsimlere eklenerek; etmiş, yapmış, eylemiş gibi mef'uller yapılır. (Farsça)

gerdena

  • Kuş veya kuzu çevirmesi. (Farsça)
  • Yürümeye yeni başlayan çocukları, yürümeye alıştırmak için yapılmış bir cins araba. (Farsça)
  • Kebap şişi. (Farsça)
  • Fırıldak, topaç. (Farsça)

germa-germ

  • Pek kızışmış, kızışıp ısınmış. (Farsça)
  • Sıcağı sıcağına. (Farsça)

gevedan

  • Çoğunlukla Van, Hakkari ve Şırnak illerinde yaşamakta olan aşiretlerden birisi.

geylani / geylanî

  • Seyyid Abdulkadir-i Geylanî, Gavs-ül A'zam, Gavs, Kutub gibi mecâzi nâm ile bilinen bu zât (Hi: 470-561) yılları arasında yaşamış ve Kadirî Tarikatının müessisidir. Müteaddid müridlerinden bir çoğu sonradan veli olarak meşhurdurlar. Derslerinin te'siriyle birçok Hristiyan ve Museviler Müslüman olmuş

geza

  • Isırıcı, ısıran. (Farsça)

gezide

  • Isırılmış, dişlenmiş. (Farsça)

gıbta

  • İmrenme. Aynı iyi hâli isteme. Şiddetle başkasının güzel bir halinin kendisinde de olmasını arzu etme.
  • İmrenmek. Kişinin, başkasında bulunan iyi bir şeyin ondan gitmesini istemeyip, benzerinin kendisinde de bulunmasını istemesi.

gıllugış

  • Karar verememe, gönül sıkıntısı.

giran

  • Pahalı. Tartısı ağır olan. Ağır. Dolu. (Farsça)
  • Sert. Katı. (Farsça)
  • Bıktırıcı. Usandırıcı. (Farsça)

giran-dest

  • (Çoğulu: Girandestân) İşini ağır yapan kimse. Eli ağır kişi. (Farsça)

giran-guş

  • (Çoğulu: Giranguşân) Sağır, kulağı ağır işiten. (Farsça)

giran-rikab

  • Ciddi ve vakur kimse. (Farsça)
  • Harpte düşmana saldıran, azimli kişi. (Farsça)

giran-seng

  • Ağır başlı kişi. Ciddi ve vakar sahibi kimse. (Farsça)
  • Sabırlı, kanaatkâr. (Farsça)

girdibad

  • (Gird-bâd) Kasırga. Yel çevrintisi. Tehlike. Girdap. (Farsça)

girif

  • İç içe girmiş, karışık.

girift

  • Yakalama, tutma. (Farsça)
  • Dolaşık. Birbiri içine girik. Girintili çıkıntılı, karışık. (Farsça)
  • Motifleri birbirine girik ve içiçe geçme olan tezyinat tarzı. Buna aynı zamanda arabesk de denilir. (Farsça)
  • Türk musikisinin nefesli sazlarından olup, bugün unutulmak üzeredir. Ney'e benzer. Girift ç (Farsça)
  • Karışık, girişik, çapraşık.

girifte-ser

  • Aklı fikri dağılmış kimse. Dalgın kişi. (Farsça)

girit madalyası

  • Tar: Biri Sultan Aziz diğeri Sultan II.Abdülhamid devrinde olmak üzere ihdas olunan madalyalar. Her ikisinin de altun ve gümüş olmak üzere iki türlüsü vardı. Girit işinde hizmeti görünen devlet ricaline altun, ikinci derecedeki memurlarla halka, gümüş olanı verilirdi.

girive

  • İçinden çıkılmaz karışık durum.

gırr

  • İşten anlamayan ahmak kişi.

gışş

  • Hıyânet etmek, hâinlik yapmak.
  • Yaramaz olmak.
  • Saf olmayıp karışık olmak.

gıtrif

  • (Çoğulu: Gatârif) Başkan, reis.
  • Asil ve itibarlı kimse. Soylu kişi.

gıybet

  • Arkadan çekiştirmek. Hazır olmayan birisinin aleyhine konuşmak. Birisinin gıyabında hoşuna gitmeyen bir şeyi söylemek.
  • Arkadan çekiştirmek; hazır olmayan birisinin aleyhinde hoşlanmayacağı şekilde konuşmak.

golfstrim

  • ing. Atlas Okyanusunda, Meksika Körfezinden başlayarak Norveç kıyılarından Avrupa Rusyası'nın kuzey kıyılarına kadar gelen ılık bir deniz akıntısı.

gramer

  • Cümlelerin, kelimelerin, hecelerin ve harflerin hallerinden bahseden ilim. Dil bilgisi. (Fransızca)
  • Dilbilgisi.

grev

  • İşçilerin isteklerini işverene kabul ettirmek için, işlerini hep birlikte bırakmaları.İslâmiyette işçi hakları çok ciddi korunmakla beraber, grev ve benzeri hareketlere başvurulması istenmez. Çünki grev, millî gelire zarar verdiği gibi, sosyal grupları doğurmakla boğuşmalarına ve dolayısıyla da mill (Fransızca)

gubari / gubarî

  • Eski harflerle yazılan bir çeşit ince yazı. Bu isim Arapça toz demek olan gubardan alınmıştır. Yazı, toz gibi ince yazıldığı için bu adı almıştır. Eski Türk devletlerinde güvercin postalarıyla gönderilen mektuplar bu yazı ile yazılırdı.

gudde-i nekfiyye

  • Tıb: Kulak memesinden çeneye kadar olan kısımda bazan ufak ufak meydana gelen bezler.

gufr

  • (Çoğulu: Egfâr) Dağ keçisinin oğlağı.
  • Hastanın iyi olduktan sonra yine üzülüp hasta olması.

güft ü şenid / güft ü şenîd

  • İşitilen şeyler, duyulan şeyler.

gül

  • Küçük ve dikenli bir ağaçta olup şeklinin ve kokusunun güzelliği ile meşhurdur. Şairlere göre bülbülün sevgilisidir. Pek çok cinsi vardır. (Farsça)

gül-i zemin

  • Meşveret meclisi.

gulamiye

  • Tar: Cizye ve diğer vergileri tahsil edenlerin topladıkları paraların hazine veznesine teslim edilişi esnasında cizye veya vergi harç pusulalarının her biri için kendilerine verilen tahsil âidatı.

gulf

  • (Çoğulu: Eglaf) Kılıf. Kışır, kabuk.

gulfe

  • Zekerin sünnet edilecek derisi.

gülgeşt

  • (Gül-geşt) Gül gezintisi, gül seyri. (Farsça)

gulgul

  • Bağrışıp çağrışma. Şamata, gürültü. Velvele.
  • Ağız tarafı dar olan bir kabdan akan suyun çıkardığı ses.

gulgule-i etfal

  • Çocukların gürültüsü, çocukların bağrışıp çağrışmaları.

gülhane

  • İstanbulda Sarayburnu'ndan Topkapı Sarayı'nın duvarlarına ve bir taraftan Çizme Kapısı hizasına kadar devam eden saha. Bunun deniz tarafında, şimdiki hat boyunun batısında vaktiyle sıra ile gül bahçeleri bulunduğundan bu isim verilmiştir.

gülhane hatt-ı hümayunu

  • Tar: Gülhanede okunan hatt-ı hümayun münasebetiyle meydana gelmiş bir tabirdir. Osmanlı İmparatorluğu'nun bir zamanlar dünyayı titreten kuvvet ve kudreti, çeşitli sebep ve te'sirlerle büyük bir zaafa uğramış ve en nihâyet devlet, bir vilâyet hükmünde olan Mısır'ın idaresini ele geçiren Mehmed Ali Pa

gülle

  • Top mermisi.
  • Top mermisi. (Vaktiyle demirden veya taştan yuvarlak olarak yapılırdı. Şimdi çelikten, silindir biçiminde ve ucu sivri olarak yapılmaktadır.)
  • Eskiden demirden, yuvarlak bir biçimde yapılırken, günümüzde çelikten silindir biçiminde, bir ucu sivri olarak yapılan top mermisi.

gülubend

  • Boyna sarılan sargı, boğaz sargısı. (Farsça)

gulüvv

  • Ayaklanma. Taşkınlık.
  • Üşüşme. Hücum. Saldırış.
  • Edb: Mübalağanın son derecesi. Üçe ayrılan mübalağanın diğer iki derecesinden biri tebliğ, öteki iğraktır. Aşağıdaki parçada mübalağa gulüv derecesindedir: Gökler gürüldese, şimşekler çaksa Volkanlar fışkırsa, lâvları aksa,Kıyısı

gümkerde

  • (Gümkerdepey) İzi kalmamış, adı sanı kaybolmuş, unutulmuş. (Farsça)
  • Yaptığı işi kimseye sezdirmeyen. (Farsça)

gumr

  • (Çoğulu: Agmâr) Bön, ahmak kişi. Gafil kimse.

gumuz

  • Sözün kapalı ve karışık oluşu.

gunm

  • Bir şeye meşakkatsiz nâil olmak veya düşmandan doyumluk almak mânalarına gelir ve alınan doyumluğa da isim olarak ıtlak olunur ki ganimet de, her iki mânada böyledir. Şeriatta ise ganimet, küffardan anveten, yani harben alınan maldır. Binaenaleyh, velevse harbin neticesi olsun bir sulh ve ahd ile al

gürbe-i deşti / gürbe-i deştî

  • Yaban kedisi.

gurbet

  • Gariplik, yabancılık.
  • Yabancı memleket, yabancı diyar, vatan dışı, yâdel.

gurbet diyarı

  • Asıl vatanın dışındaki yerler.

gürbüz

  • Yaşından fazla gösterişli, serpilmiş, vücutlu, genç irisi. (Farsça)
  • Cerbezeli. (Farsça)
  • Anlayışlı. İdrakli. (Farsça)
  • Kahraman, yiğit. (Farsça)

gürcü

  • Güney Kafkasya'nın Gürcistan ahalisinden olan ve Gürcüce konuşan kimse.

gurre

  • Işıldama.

gurub-i şems

  • Güneşin batışı.

güruh

  • Bölük. Cemaat. Takım. Kısım. (Farsça)
  • Fevc. (Farsça)

gurve

  • Burnun ucundaki kıkırdaktan yapılmış yumuşak kısım.

guş

  • Kulak. (Farsça)
  • Mc: İşitmek. (Farsça)

guş-zed

  • Kulağa çarpan, işitilen. (Farsça)

guşetmek

  • İşitmek. Dinlemek, kulak vermek, mesmu' olmak.

güstah

  • Arsız, edepsiz, küstah, saygısız. (Farsça)

güveç

  • Yemek pişirmeye mahsus toprak kap.

güzide-i beni adem efendimiz / güzide-i benî âdem efendimiz

  • İnsanlar içerisinden seçilmiş olan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (a.s.m.).

ha

  • Osmanlı alfabesinde sekizinci harftir ve ebced sayısı ile de sekizi ifade eder.

hab-alud

  • Uykulu. Uyku karışık.

hab-nak

  • Uykusu gelmiş kimse, uykulu kişi. (Farsça)

habais / habâis

  • Kötü, alçak, pis şeyler, haramlar. Habîsin çoğulu.

habal

  • Bozulma, düzensizlik. Karma karışıklık.
  • Sıkıntı, hüzün, keder, üzüntü.

habenta'

  • Kısa boylu, tıknaz kişi.

haber

  • Arapça gramerde, isim cümlesindeki hükmü (iş, oluş veya hareketi) ifade eden kısım.

haber-i meşhur / haber-i meşhûr

  • Bidayette râvisi mahdut iken sonraki devirlerde, yalan üzere ittifakları muhal olan bir cemaat tarafından nakledilegelen makbul hadistir. (Ist. Fık.K.)
  • Başlangıçta râvîsi (rivâyet edeni, bildireni) sınırlı iken, sonraki devirlerde, daha çok kimse tarafından nakledilen haber, hadîs-i şerîf.

haber-i vahid / haber-i vâhid

  • Bir kişi kanalıyla gelen haber veya hadîs.
  • Bir kişinin ettiği rivâyet, verdiği haber, hep bir kimse tarafınan fakat Peygamber efendimize kadar, rivâyet edenlerden (nakledenlerden) hiçbiri noksan olmayan hadîs-i şerîfler. Buna, haber-i âhad da denir.
  • Bir sahabeden, bir kişiden veya bir koldan gelen sahih hadis.

habeş

  • Afrika'nın Kızıldeniz sâhili güneyinde müstakil bir memleket. Bu memleket ahalisinden olan.
  • Beyaz ve siyah arasında koyu esmer adam.

habeşi / habeşî

  • Habeş memleketi ahalisinden olan. Habeş'e mensub ve müteallik olan.
  • Koyu esmer renkli adam.
  • Hat, tezhib, minyatür gibi güzel san'atlarda kullanılan bir cins kâğıt.

habib-i hüda / habib-i hüdâ

  • (Hüdâ'nın sevgilisi); Hz. Muhammed (s.a.v.).

habib-i kibriya / habib-i kibriyâ / habîb-i kibriya

  • Allah'ın en büyük sevgilisi ve yüce peygamberi olan Hz. Muhammed (a.s.m.).
  • Kibriyanın sevgilisi. Hz. Muhammed (s.a.v.).

habib-i kuddus / habib-i kuddûs

  • Pak ve temiz olan Allah'ın sevgilisi; Hz. Muhammed (a.s.m.).

habib-i rabbü'l-alem / habîb-i rabbü'l-âlem

  • Âlemlerin Rabbi olan Allah'ın sevgilisi, Hz. Muhammed.

habib-i rabbü'l-alemin / habîb-i rabbü'l-âlemîn

  • Âlemlerin Rabbi olan Allah'ın sevgilisi, Hz. Muhammed.

habib-i yezdan / habib-i yezdân

  • Cenâb-ı Hakkın sevgilisi, Peygamber Efendimiz.

habib-ül bekkain / habib-ül bekkâîn

  • Ağlayanların sevgilisi. Ağlayanların habibi.

habib-ullah

  • (Habib-i Hudâ) Allah'ın sevgilisi. Hz. Muhammed (A.S.M.)

habibi rabbü'l-alem / habîbi rabbü'l-âlem

  • Âlemlerin Rabbi olan Allah'ın sevgilisi, Hz. Muhammed (a.s.m.).

habibullah / habîbullah

  • (Allah'ın sevgilisi); Hz. Muhammed (s.a.v.).
  • Allahü teâlânın sevgilisi manasına, Muhammed aleyhisselâm.

habir / habîr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyin hakîkatini, kâinâtın, varlıkların, görünen ve görünmeyen her şeyi hakkıyla bilen, hiçbir zerrenin hareketi ve hareketsizliği ilminden hâriç olmayan, nefslerin ne ile mutmain (huzurlu) ne ile huzursuz olduğundan, sükûnete kavuştuğunda

habir-i basir / habîr-i basîr

  • Kendisine hiçbir şey gizli kalmayacak şekilde bilen, herşeyden haberdar olan ve her şeyi gören Allah.

habirane / habirâne

  • Bilgili ve haberdar olana yakışır şekilde. (Farsça)

habl-ül mesakin / habl-ül mesakîn

  • Sarmaşık bitkisi.

habrir / habrîr

  • Şey mânâsına gelir bir isim.

habs-i münferid

  • Tek başına olan hapis. Hapishanede bir kişilik hücre.
  • Ehl-i dalâlet için olan ölüm ve kabir.

habt

  • Şiddetli vurmak. Önünü görmeyerek körcesine basıp yürümek.
  • Yanılmak, unutmak, hatâ etmek.
  • Fesada vermek.
  • Hiç umulmayan birisinden yardım istemek.
  • Cin çarpmak.
  • Yanlış hareket.
  • Maktulün kanının heder olması.
  • Bozma, ibtâl etme, muteberliğini kaybettirme.
  • Bir bahis veya münazarada karşısındakinin hatasını isbat ile onu ilzam edip susturma.

habz

  • Ekmek pişirmek.
  • Ekmek vermek.
  • Sözü birbiri ardınca söyleyip yürümek.
  • Devenin ayağını yere vurması.

hacb

  • İslâm mîrâs hukûkunda bir vârisi (hisse sâhibini) diğer bir vârisin bulunmasından dolayı kısmen veya tamâmen mîrastan menetmek. Bir vârisi mîrâstan kısmen (payının azalması şekliyle) mahrûm etmeğe hacb-i noksan, mîrastan hiç alamamak şeklinde mahrûm etmeğe hacb-i hirman denir.

hacb-i hirman / hacb-i hirmân

  • Huk: Bir vârisi mirastan tamamen mahrum etme.

hacb-i noksan

  • Bir vârisi mirastan kısmen mahrum etme.

hacc-ı kıran

  • Hac aylarından önce veya hac aylarında hac ile umrenin ikisi için birden ihrama girilip umre yapıldıktan sonra usulü dairesinde ifa edilen hacca denir. Bunu yapan kimseye "karin" denir.

haccac

  • Irak valisi olup, müslümanlara zulmeden Yusuf bin Sakifî'nin ünvanı.
  • Delil ile galip olan.

haccam / haccâm

  • Kan alma görevlisi.

haccar / حجار

  • Taş işçisi, taş işinde çalışan, taşçı.
  • Taş işçisi, taşçı. (Arapça)

hace / hâce

  • Hoca, efendi, sâhib, muallim, âile reisi. (Farsça)

hace-i alem / hâce-i âlem

  • Âlemin, kâinâtın mürşidi, rehberi, yol göstericisi mânâsına Resûlullah efendimize mahsûs bir ünvan.

hacebe

  • (Tekili: Hâcib) Perdeciler, kapıcılar.
  • İnsanın oturak yeri olan uzvu, kalça. (İkisine "hacebetan" derler)

hacegan yolu / hâcegân yolu

  • Daha çok nübüvvet kemâlâtına (olgunluklarına, üstünlüklerine) kavuşturan Hazret-i Ebû Bekir'den gelen yolun, Yusuf-ı Hemedânî hazretlerinden îtibâren aldığı isim. Bu yol sonradan Nakşibendiyye adını almıştır.

hacelan

  • Ayağında köstek olan kişinin yürümesi.
  • Bir ayak üstüne yürümek.

hacele

  • (Çoğulu: Hacel-Hacelân-Haclâ) Dişi keklik.
  • Çeşitli elbiselerle süslü gelin evi.

hacer-ül esved

  • (El-Hacer-ül Esved) Kâbe'de bulunan meşhur siyah taş. Rengi siyah olduğundan "Esved" denmektedir. (İslâm Ansiklopedisi'ne göre: Kâbe'nin şark köşesinde olup, yerden bir buçuk metre yükseklikte kapıya yakın bir yerde yerleştirilmiş, üç büyük ve bir kaç tane de küçük parçadan müteşekkil ve gümüş bir h

hacib / hâcib

  • Perde.
  • Perdeci. Kapıcı.
  • Eskiden Osmanlı İmparatorluğu zamanında Devlet Reisinin en yakın me'muru. Vezirler veya âmirler.
  • Kaş.

hacıyatmaz

  • Dibindeki ağırlıktan dolayı yere ne şekilde bırakılırsa bırakılsın, dik bir durum alan oyuncak.
  • Mc: Zor durumlarda kendisini çabucak toparlamayı beceren kişi.

haço

  • Ermeni isimlerinden biri.
  • Ermeniler tarafından kulanılan bir isim.

hacr

  • (Hicr) Men'etmek. Birisine bir şeyi yasak etmek. Malını kullanmaktan men'etmek.
  • Kucak. Ağuş.

had ve hesaba gelmez

  • Sayılmayacak kadar çok, sayısız ve sınırsız.

hadaik-ı hassa / hadaik-ı hâssa

  • Saray bahçeleri. Bunlar biri saray içinde, diğeri saray dışında olmak üzere iki kısımdı. Saray içindeki bahçe ve bostan işleriyle meşgul olanlara "Has Bahçe Bostancıları"; saray dışındakilere ise "Hassa Bostancıları" denilirdi. Saray dışı bahçe ve bostanların bazıları şunlardı: Kadıköy bağı, Davut P

hadb

  • Vurmak, darb etmek.
  • Deriyi etiyle ayırmak.
  • Isırmak.
  • Yalan söylemek.
  • Uzunluk.

hadba'

  • (Çoğulu: Hudeb) Kalçaları sıyrılıp çıkan zayıf dişi deve.

hadd-i zatında / hadd-i zâtında

  • Aslında. Yaradılışında.

haddam

  • Muvaffakiyetli kişi.
  • İşlerinde başarılı ve becerikli kimse.
  • Çalışkan ve gayretli olan.
  • Hademe, hizmetçi.

haddi yok

  • Yetkisi yok; yetki sınırları müsait değil.

haddizat / haddizât

  • Aslı, kendisi.

haddizatında / haddizâtında

  • Aslında, yaratılışında.

hademesiz

  • Hizmetçisiz.

hadi / hâdî

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarından dilediğine doğru yolu gösteren, kullarının havâssına (seçilmişlerine) doğrudan insanların avâmına (havâsstan aşağı derecede olanlara) yarattıkları varlıkları vâsıtasıyla kendini tan ıtan yüce Allah.

hadife / hâdife

  • Halktan bir kısım.

hadim / hâdim

  • (Hidmet. den) (Çoğulu: Huddâm) Hademe, hizmetçi, hizmet eden, işe yarayan.
  • İmân ve İslâmiye'te ve millete faydalı olmağa çalışan.
  • Erkekliği yok edilmiş olanlar. Bunlardan saraylarla büyük kişilerin konaklarında çalışanlara Hadim ağası denilirdi. Osmanlı İmparatorluğunda bunla

hadim-i hak / hâdim-i hak

  • Hak ve hakikat hizmetçisi.

hadim-i islam / hâdim-i islâm

  • İslâmın hizmetçisi, İslâm dinine hizmet eden kimse.

hadim-i kur'an / hâdim-i kur'ân

  • Kur'ân hizmetçisi.

hadim-i nebevi / hâdim-i nebevî

  • Peygamberimizin (a.s.m.) hizmetçisi.

hadimü'l-furkan / hâdimü'l-furkan

  • Hak ile batılı, doğru ile yanlışı tam olarak ayıran ve farkettiren Kur'ân'ın hizmetçisi, ilân edicisi.

hadin

  • Bir kuş cinsidir. (Hiç doymak bilmez, yediğini hemen hazmedip yine yemek ister, yüksek yerleri sever, değme yer üstüne konmaz, ağaç başlarına konup bütün yemişini yer, yemişleri kalmazsa başka yerlere gider.)

hadis / hadîs

  • Her söylenişinde yeni haber gibi dinlenmeğe lâyık. Peygamberimizin (A.S.M.) sözü, emri ve hareketi. Sünnet-i Nebeviyye. Hadisten bahseden ilim.

hadis-i garib / hadîs-i garîb

  • Yalnız bir kişinin bildirdiği sahîh hadîs. Yahut, aradaki râvîlerden (nakledenlerden) birine, bir hadîs âliminin muhâlefet ettiği hadîs.

hadis-i hasen / hadîs-i hasen

  • Bildirenler (râvîler) sâdık (doğru) ve emîn (güvenilir) olmakla beraber hâfızası, anlayışı sahîh hadîsleri bildirenler kadar kuvvetli olmayan kimselerin bildirdiği hadîs-i şerîfler.

hadis-i kudsi / hadîs-i kudsî

  • Peygamber Efendimiz (a.s.m.), Cenâb-ı Haktan "Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur" diyerek rivayet ettiği (naklettiği) Kur'ân-ı Kerîm dışındaki sözler.
  • Mânası Peygamberimiz'e (A.S.M.) vahy veya ilham edilen, kelimesi kendisinden sudur eden kudsî kelâm.

hadis-i meşhur / hadîs-i meşhûr

  • İlk zamanda bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan, yâni bir kimsenin Resûl-i ekremden, o kimseden de, çok kimselerin ve bunlardan dahî, başka kimselerin işittiği hadîs-i şerîfler.

hadis-i mevkuf / hadîs-i mevkûf

  • Eshâb-ı kirâma kadar râvîleri (nakledenleri) hep bildirilip, sahâbî olan râvînin, Resûl-i ekremden işittim demeyip, böyle buyurmuş dediği hadîs-i şerîfler.

hadis-i mevsul / hadîs-i mevsûl

  • Sahâbînin (Resûlullah efendimizin arkadaşları); "Resûlullah'tan işittim, böyle buyurdu" diyerek haber verdiği hadîs-i şerîfler. Bunda, Resûl-i ekreme kadar rivâyet edenlerin hiç birinde kesinti olmaz.

hadis-i mu'allak / hadîs-i mu'allak

  • Baştan bir veya birkaç râvîsi(rivâyet edeni, nakledeni) veya hiçbir râvîsi belli olmayan hadîs-i şerîfler.

hadis-i muallak / hadîs-i muallak

  • Senedinin yalnız ibtidasından bir veya birkaç ravisi hazf edilmiş olan hadistir. Meselâ: Bir zat kendi şeyhini ve şeyhinin şeyhini zikr etmeksizin onların fevkindeki râvilerden itibaren senedi zikr etse ta'likte bulunmuş olur. (Ist. Fık.K.)

hadis-i mürsel / hadîs-i mürsel

  • Peygamberimiz'den (A.S.M.) işitildiği bildirilen hadis-i şerif.

hadis-i müsned-i münkatı' / hadîs-i müsned-i münkatı'

  • Sahâbîden başka bir veya birkaç râvîsi (nakledeni) bildirilmeyen hadîs-i şerîfler.

hadis-i mütevatir / hadîs-i mütevâtir

  • Bir çok Sahâbînin Peygamber efendimizden ve başka bir çok kimsenin de bunlardan işittiği ve kitâba yazılıncaya kadar, böyle pek çok kimsenin haber verdiği hadîs-i şerîfler.

hadis-i nebevi / hadîs-i nebevî

  • Peygamber Efendimizin (a.s.m.) hadisi, mübarek söz, fiil ve hareketi.

hadis-i sahih / hadîs-i sahîh

  • Âdil ve hadîs ilmini bilen kimselerden işitilen, müsned-i muttasıl (Resûl-i ekreme kadar, rivâyet edenlerin hepsi tam olup noksan bulunmayan), mütevâtir (bir çok sahâbînin rivâyet ettiği) ve meşhûr (önceleri bir kişi bildirmişken, sonraları şöhret bu lan) hadîsler.

hadis-i şaz / hadîs-i şâz

  • Bir kimsenin, bir hadîs âliminden işittim dediği hadîs-i şerîfler.

hadişe / hâdişe

  • Derisi parçalandığı halde kan çıkmayan yara.

hadisin meratibi / hadîsin merâtibi

  • Hadîsin mütevatir, sahih, hasen zayıf gibi dereceleri.

hadr

  • Evmek, acele etmek.
  • Vücutta bir organın şişip yumrulaşması.
  • Men etmek, engel olmak.
  • Saçak bükmek.

hads-i kalbi / hads-i kalbî

  • Kalbin güçlü sezişi.

hadşe-i derun

  • İç sıkıntısı, gönül üzüntüsü.

hadsiz

  • Hesapsız, sayısız. Belirli olmayan, çok.
  • Sayısız, sınırsız.

hafakan / خفقان

  • Sıkıntı. Kalb çarpıntısı. Iztırab.
  • Yürek çarpıntısı. (Arapça)

hafaza melekleri

  • Koruyucu melekler, her insanın hayır (iyi) ve şer (kötü) işlerini yazan; ikisi gece, ikisi gündüz gelen ve kötülüklerden ve cinlerden koruyan melekler. Bunlara Kirâmen kâtibîn melekleri diyenler olduğu gibi, onlardan başka olduğunu söyleyenler de olm uştur.

hafer

  • Çukurdan çıkartılan toprak.
  • Dişin çürümüş kısmı veya kiri.

hafeş

  • Gözün küçük olması ve görme kuvvetinin zayıf olması. (Öyle kişiye "ahfeş" derler.)

hafid / hâfid

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kıyâmet günü, yâni öldükten sonra mahlûkât (yaratılmışlar) diriltilip, herkes dünyâda iken yaptığının hesâbını verirken, kâfirleri ve kötü kimseleri en aşağı seviyeye indiren, huzûrunda düşmanl arının başlarını aşağı eğdiren.

hafif / hafîf

  • Kuş uçarken, at koşarken veya rüzgâr eserken meydana gelen hışırtı, hışlama.

hafiye

  • (Çoğulu: Havâfi) İnsan bedeninde gizli olan can.
  • Kuş kanadında ebâhirden sonra olan dört kısacık yeleklerin her birisi.
  • Gizli, mestur.

hafiyyat-ı umur / hafiyyat-ı umûr

  • İşlerin saklı tarafları, gizli kısımları.

haham

  • Mûsevilerin dinî reisi, râhibi, âlimi.

hainane

  • Hâincesine, hâin bir kişiye yakışır şekil ve surette.

hak

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Vâcib-ül-vücûd yâni varlığı lâzım olan, hiç yok olmayan, dâimâ var olan ve kendisinden başkası yaratmaya lâyık olmayan.
  • İslâmiyet.
  • Gerçek, doğru.
  • Alacak.
  • Pay, hisse.
  • Hâtır, hürmet.
  • İnsanı

hak sübhanehu / hak sübhânehu

  • Hakkın ta kendisi, her türlü kusur ve eksiklikten uzak Allah.

hak sübhanehu ve teala / hak sübhânehu ve teâlâ

  • Hakkın ta kendisi, her türlü kusur ve eksiklikten uzak ve yüce olan Allah.

hak tarikatler / hak tarîkatler

  • Ehl-i sünnet anlayışını benimseyen, İslam'ın temel esaslarını uygulayan ve mânevî bir silsileye sahip mürşidler tarafından temsil edilen tarîkatler.

hakaik-i esma / hakaik-i esmâ

  • İsimlerin hakikatleri.

hakaik-i şahsiye

  • Kişinin kendisine ait gerçekler.

hakaikaşina / hakâikâşinâ

  • Hakikatlere alışık.

hakaret-amiz / hakaret-âmiz

  • Hakaretle karışık. Hakaretle beraber. (Farsça)

hakaretamiz / hakaretâmiz

  • Hakaretle karışık.

hakba'

  • Yaban eşeğinin dişisi.

hakem

  • Bir işte karar vermeye yetkili kişi.

hakıb

  • Karnı guruldayan kişi.
  • Necaseti şedit kişi.

hakikat-i cismaniye

  • Gerçek cisim özelliği.

hakikat-i hadisiye / hakikat-i hadîsiye

  • Hadîsin hakikati, mânâsı.

hakikat-ı hal

  • Hakikat-ı halde: aslında, gerçekte, işin aslında.

hakikat-ı hariciye / hakikat-ı hâriciye

  • Birşeyin zihin dışındaki gerçekliği, dış gerçeklik.

hakikat-i kerimane / hakikat-i kerîmâne

  • İkram sahibi olana yakışırcasına olan gerçek ve doğru.

hakikat-i külliye

  • Herşeyle ilgisi olan, çok büyük ve geniş hakikat.

hakikat-i nefsü'l-emriye

  • Hakikatin (gerçeğin) bizzat kendisi; gerçekte var olan iş.

hakikati

  • Zâtı, kendisi, aslı.

hakim / hakîm / hâkim / حَك۪يم

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hikmet sâhibi, ilmi kâmil, işi güzel, uygun işler yaratıcı ve kullar arasında hükmedici.
  • Hikmet ehli. Din bilgilerini fen bilgileri ile isbât eden âlim.
  • Âlim, bilgin.
  • Doktor.
  • Hikmeti bilen, filozof. (Allah'ın isimlerinden)
  • "Hüküm veren, hak ve adalet üzere hükmeden, başkasını müdahale ettirmeden idare eden" mânâsında ilâhî isim.
  • Galib. Haklı ve haksızı ayırıp hak ve adalet üzere hükmeden. Başkasını müdahale ettirmeden idare eden, Allah (C.C.)
  • Memleketi idare eden.
  • Mahkeme reisi. (Hâkim-i Hakikî, Hâkim-i Ezelî, Hâkim-i Mutlak, Hâkim-i Zülcelâl, Hâkim-i Lemyezel... gibi isimlerle, Cenab-ı Hakk'a âit ol
  • Her işi hikmetli olan (Allah).

hakim-i ezeli / hakîm-i ezelî / حك۪يمِ اَزَل۪ي

  • Başlangıcı olmayıp her işi hikmetli olan (Allah).

hakim-i hakim / hâkim-i hakîm / حَاكِمِ حَكِيمْ

  • Her işi hikmetli olup hükmedici olan (Allah).

hakim-i ilahi / hakîm-i ilahî / حَكِيمِ اِلَهِي

  • Allah'ın kendisine hikmet verdiği zat.

hakim-i müdakkik / hakîm-i müdakkik

  • Konuları gaye, fayda ve san'at yönünden dikkatli bir şekilde araştıran hikmetli kişi.

hakim-i pür-kemal / hakîm-i pür-kemâl

  • Her işini hikmetle, yapan ve mükemmelliğin sonsuz derecesine sahip olan Allah.

hakim-i rahim / hakîm-i rahîm / حَك۪يمِ رَح۪يمْ

  • Her işi hikmetli olup çokça rahmet sâhibi olan (Allah).

hakim-i zülcelal / hakîm-i zülcelâl / حَك۪يمِ ذُوالْجَلَالْ

  • Büyüklük ve kahır sâhibi olup her işi hikmetli olan (Allah).

hakimane / hakîmane / hâkimane / hakîmâne / حَك۪يمَانَه

  • Hikmetli olarak. Hakîm olana yakışır surette. (Farsça)
  • Hükmederek, hâkim olarak. Hâkime yakışır tarzda.
  • Hikmet sâhibine yakışır şekilde.

hakimiyet / hâkimiyet

  • Hikmetlilik; Allah'ın herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratma sıfatı ve tecellîsi.

hakimiyet-i esma / hâkimiyet-i esmâ

  • Allah'ın isimlerinin egemenliği, hâkim olması.

hakk

  • Doğruluk, insaf, hak. (Allah'ın isimlerinden biri)

hakk-i sehv

  • Yanlışı kazıma.

hakka / hâkka

  • Kıyamet günü.
  • Âfet. Devamlı musibet. (Herkesin ve her kavmin amellerini isbat ve izhar eylediğinden kıyamet gününe bu isim verilmiştir)

hakkalyakin / hakkalyakîn

  • Kendisi yaşamışcasına en yüksek seviyede bilme.

hakkani / hakkanî

  • Hak ve adalete uygun. Haklılığa uyar ve yakışır.

hakve

  • Yürek ağrısı.

hal / hâl

  • Durum, vaziyet. Görünüş. Tavır. Suret. Keyfiyet.
  • Cezbe.
  • Dert, keder, elem.
  • Mecâl. Kuvvet.
  • Gr: Fâili, mef'ulü veya her ikisinin durumunu bildiren sözdür. Halin sâhibine zi-l hâl denir.Meselâ : Reeytuhu mâşiyen: (Onu yürürken gördüm) cümlesinde Mâşiyen (yürürken

hal ehli / hâl ehli

  • Hâli tavrı güzel olan gönül sâhibi kişi. Velî zat.

hal'

  • Kaldırma. Kal' etme.
  • Hükümdarı tahttan indirmek. Azletmek.
  • Mansıb ve mesnetten ihraç etmek.
  • Elbise gibi şeyleri soymak.
  • Bir şeyi izâle edip ayırmak ve terketmek.
  • Karısını boşamak. Evlâdını evlâdlıktan reddetmek.
  • Debbâğların dibâgat ettikleri derinin kazıntısı.
  • Vurmak.
  • Men etmek, engel olmak.
  • Hediye vermek, atâ etmek.
  • Cima etmek.

hal-i ahmediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) durumu, davranışı.

hal-i ihtilal / hâl-i ihtilâl

  • Ayaklanma durumu, karışıklık hâli.

halaat / halâat

  • Yüzsüzlük, utanmazlık, hayâsızlık.
  • Kötülüğünden dolayı ailesi ve cemaatı kendisinden ayrılan kimse.

halal / halâl

  • Yasak edilmiş olmayan, yâhut yasak edilmiş ise de, İslâmiyet'in özr, mâni ve mecbûriyet saydığı sebeblerden birisi ile yasaklığı kaldırılmış olan şeyler.

halaskar-ı islam / halâskâr-ı islâm

  • İslâmın kurtarıcısı.

halbes

  • (Çoğulu: Halâbis) Bahadır, kahraman. Bir şeye sımsıkı bağlanıp ayrılmayan kişi.

halebi / halebî

  • Halepli, Halep ahalisinden olan.

halecan / halecân

  • Titreme. Kalb çarpıntısı. Heyecan.
  • Kalbin çarpıntısı.

halecan-ı kalb

  • Kalb çarpıntısı.

haledar / hâledar

  • Halelenmiş; etrafı parlak ışık gibi çevrilip sarılmış.

halhal

  • (Çoğulu: Halâhil) Ulu, şerif kişi.

hali kalmayan / hâli kalmayan

  • Boş kalmayan (yani her zaman bir kısım ihtilâlci insanlar bulunan).

halice / halîce

  • İçinde hurma ıslanmış süt.
  • Üzüm sıkıntısı.

haliçe-i zemin

  • Yeryüzü halısı, kilimi.

halid bin sinan

  • Benî Abes kabilesinin Bin-Bagis'ten ehl-i tevhid bir zat olup; Hz. Peygamber Efendimiz, bu zat hakkında: "O bir nebi idi, fakat onun kavmi onu zâyi etti" buyurmuşlardır. Kendisi Peygamberimizin zamanına yetişememiştir.

halid bin velid

  • Câhiliye devrinde Kureyş eşrafındandı. Hudeybiye muahedesinden sonra Müslüman oldu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, kendisine Seyfullah namını vermiştir. Çok kahraman bir gazi idi. Suriye, Filistin, Şam gibi yerler onun himmeti ile feth olunmuştur. 18 Hadis-i şerif nakletmiştir.Hicri 21 senesi

halif

  • Yemin ederek sözleşenlerden herbirisi.

halife / halîfe / خَل۪يفَه

  • Birinin yerine geçen.
  • Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vekîlî ve yeryüzündeki bütün müslümanların reîsi (başı).
  • Bir tasavvuf büyüğünün yetiştirip, hayâtında veya vefâtından sonra insanları terbiye etmek ve talebe yetiştirmekle vazîfelendirdiği talebesi.
  • Hz Peygamberin (asm) vekili, müslümanların reisi.

halife-i arz

  • Yeryüzünün halifesi, yöneticisi.

halife-i evvel

  • Devlet dairelerinde yazı işlerinde çalışanlar. Tanzimattan evvel kalem teşkilâtı; halife, halife-i sâni, halife-i evvel olmak üzere üç derece idi. Ondan sonra bir kısım dairelerde bunun yerine baş kâtib, bazılarında da mümeyyiz-i evvel denilmiştir.

halife-i şahsi / halife-i şahsî

  • Fahr-i Kâinat (a.s.m.) Efendimizin vekili olarak Müslümanların başkanlığını yapan ve İslâmiyeti korumak ve yaşatmakla görevli olan zâtın şahsı, kendisi.

halık / hâlık

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi taktîr ve tâyin eden, yaratan.
  • Yaratan, yaratıcı. (Allah'ın isimlerinden)

halık-ı alem / hâlık-ı âlem

  • Âlemin yaratıcısı Allah.

halık-ı alem hazretleri / hâlık-ı âlem hazretleri

  • Âlemin yaratıcısı olan yüce Allah.

halık-ı arz / hâlık-ı arz

  • Yerin yaratıcısı olan Allah.

halık-ı ef'al / hâlık-ı ef'âl

  • Fiillerin yaratıcısı.

halık-ı hakiki / hâlık-ı hakikî

  • Bütün varlıkların gerçek yaratıcısı olan Allah.

halık-ı hakim-i rahim / hâlık-ı hakîm-i rahîm

  • Her şeyin yaratıcısı olan, her şeyi hikmetle yaratan ve herbir şeye özel rahmet ve merhamet tecellîsi olan Allah.

halık-ı kadir / hâlık-ı kadîr

  • Bütün varlıkların yaratıcısı olan ve her şeye gücü yeten, sonsuz kudret sahibi Allah.

halık-ı külli şey / hâlık-ı küllî şey

  • Herşeyin yaratıcısı olan Allah.

halık-ı mennan / hâlık-ı mennân

  • Sayısız nimet veren ve ihsanı bol Allah.

halık-ı mutlak / hâlık-ı mutlak

  • Bütün kâinatın sınırsız güç ve kudretiyle mutlak yaratıcısı olan Allah.

halık-ı rahman-ı rahim / hâlık-ı rahmân-ı rahîm

  • Dünya ve âhirette yarattığı varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan her şeyin yaratıcısı Allah.

halık-ı rahmanü'r-rahim / hâlık-ı rahmânü'r-rahîm

  • Çok merhamet sahibi olan ve şefkatle bütün yaratıkların rızkını veren, sonsuz rahmetiyle her bir varlığa ayrı ayrı şefkatini gösteren ve bütün varlıkların yaratıcısı olan Allah.

halık-ı semavat ve arz / hâlık-ı semâvât ve arz

  • Göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah.

halık-ı vahid / hâlık-ı vâhid

  • Bir ve tek olan, her şeyin yaratıcısı Allah.

halık-ı zişan / hâlık-ı zîşan

  • Şan sahibi, her şeyin yaratıcısı Allah.

halik-ı zülcelal / hâlik-ı zülcelâl

  • Büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah.

halık-ı zülcemal / hâlık-ı zülcemâl

  • Sonsuz derecede güzellik sahibi ve her şeyin yaratıcısı olan Allah.

halim / halîm

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hep hilm sâhibi olan; günâh işleyenlerin, günâh işlemelerini ve emirlerine muhâlefetlerini, karşı geldiklerini gördüğü hâlde gazablanmaya ve onları cezâlandırmaya gücü yettiği hâlde, acele etmeyen. Allahü teâlâ kullarına cezâ vermekte

halim selim

  • Yumuşak huylu ve sağlam karakterli kişi.

halimane / halîmâne

  • Yumuşak surette. Yumuşak huylulara yakışır bir tarzda. (Farsça)

halis / hâlis / خالص

  • Hilesiz. Katıksız. Saf. Duru. Saffetli.
  • Pek beyaz.
  • Evvelce karışık iken kusuru zâil olan.
  • Her ameli, yalnız Allah rızası için işleyen. (Müennesi: Hâlise'dir)
  • Hilesiz, katkısız, duru.
  • Saf, temiz, hîlesiz, katkısız. Menfaat düşüncesi karışmadan sırf Allah için olan, riya ve gösteriş bulunmayan.
  • Saf, duru, katışıksız.
  • Katışıksız, saf, som. (Arapça)

halisane / hâlisane

  • Hâlise yakışır bir surette. Hâlis kimselere mahsus bir niyet ve fiil ile. (Farsça)

halita / halîta / خليطه / خَل۪يطَه

  • Karışık halde olan. Karma. İki veya muhtelif maddelerden yapılmış.
  • Madenlerin birbirleriyle birleşmelerinden hâsıl olan mürekkep madde.
  • Karışık halde olan; karışım.
  • Karışık olan, karma.
  • Karışım. (Arapça)
  • Alaşım. (Arapça)
  • Karışım.

halita-i dimaği / halita-i dimağî

  • Beyindeki karışım.
  • Akıldaki muhtelif mes'ele ve fikirler. Dimağdaki karışık, muhtelif bilgiler. (Farsça)

halk fırkası

  • Halk Partisi.

halk-ı ef'al / halk-ı ef'âl

  • Mu'tezile fırkasının bir tabiridir. Hayvan ve insanların, kendi fiillerinin hakiki müessiri olduğunu iddia etmelerine verilen isimdir. (Bu iddiâlarını Ehl-i Sünnet ulemâsı müsbet delillerle reddetmiştir.)

halk-ı eflak / halk-ı eflâk

  • Feleklerin, kâinatın yaratılışı.

halk-ı kainat / halk-ı kâinat

  • Kâinatın yaratılışı, yaratılması.

halk-ı şer

  • Şerrin yaradılışı.

halka-i dürr

  • İnci dizisi.

halkçılar

  • Cumhuriyet Halk Partisi mensupları.

hall

  • Çözme. Çözülme. Karışık bir mes'elenin içinden çıkma.
  • Anlayıp karar vermek. Neticelendirmek.
  • Susam yağı.
  • Ezmek.
  • Açmak.
  • Dühul etmek, girmek.

hallak-ı alem / hallâk-ı âlem

  • Âlemlerin yaratıcısı olan Allah.

hallüsinasyon

  • Lât. Tıb: Hakikatte olmayan bir şeyi varmış gibi görme ve işitme.

hals

  • Bir şeyi soymak. Çalmak. Kapmak.
  • Dibinden taze yetişen çayırla karışık olan kuru çimen.

halsan

  • Kişinin dostu, sevgilisi ve yâri.

halt etme

  • Yanlışı doğruya karıştırma.

haluk

  • İyi huylu. Güzel ahlâklı. İslâma yakışır ahlâkta olan. İnsâniyyetli.

halüsinasyon

  • Gerçekte olmayan bir şeyi varmış gibi görme, olmayan bir şeyi varmış zannetme ve işitme, hayal etme.

halz

  • Kabuğunu çıkarmak, derisini soymak.

ham

  • Olmamış, pişmemiş, çiğ. (Farsça)
  • Nâfile, beyhude, boşuboşuna. (Farsça)
  • İşlenmemiş, üzerinde çalışılmamış. (Farsça)
  • Acemi kimse, tecrübesiz. Terbiye görmemiş kişi. (Farsça)

hamail / hamâil / حمائل

  • (Tekili: Himâle) Tılsım, muska.
  • Kılıç kayışı, kılıcı bele bağlamaya yarayan kayış.
  • Kılıç kayışı. (Arapça)

haman

  • Peygamber Hz. Musa (A.S.) zamanındaki Mısır Fir'avununun vezirinin ismi.

hamata

  • Katılık.
  • Yanmak.
  • Boğaz ağrısı.
  • Darı samanı.
  • Kalbin ortası.

hamd ü sena

  • Cenab-ı Hakk'a hamd ve O'nu isimleriyle medhetmek.

hamele-i arş ve semavat / hamele-i arş ve semâvat

  • Arş'ın ve göklerin taşıyıcısı olan melekler.

hamele-i arş ve yer ve gök

  • Arş'ın, yerin ve göğün taşıyıcısı.

hamid / hamîd / hâmid

  • Sena edilmeğe, medhedilmeğe elyak olan. Dünya ve âhirette hamd kendisine mahsus olan Allah (C.C.)
  • Isparta Vilâyetinin Osmanlılar devrindeki adı.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her dilde ve her kalbde övülen.
  • Cenab-ı Hakk'a hamd ü sena eden. Allah'a şükreden.
  • Hz. Peygamber'in (A.S.M.) isimlerindendir.

hamim

  • Sıcak ve kızgın su.
  • Yakın hısım, soy sop.
  • Samimi arkadaş.

hamime / hamîme

  • (Çoğulu: Hamâyim) Her nesnenin iyisi.

hamisen / hâmisen / خامسا

  • Beşincisi. (Arapça)

hamme / hâmme

  • Bir kişinin akrabası, yakınları. (Hâssa mânâsına da gelir, mukabili âmme'dir.)

hams

  • Açlık.
  • Yaradaki şişin inmesi.

hamse

  • Beş (sayısı).

hamsun

  • Elli sayısı.

hamt

  • Misvak ağacı.
  • Ekşimiş süt.
  • Koyunun derisini yüzüp kebap yapmak.
  • Gadap etmek, kızmak.
  • Kibirlenmek, tekebbürlenmek.

hamtar

  • Dolu kırba.
  • Yay kirişi.

hamulane

  • Tahammüllü kimseye yakışır şekilde. (Farsça)

hamuş

  • Sivrisinek.

hamuşan

  • Mevlevi tâbirlerindendir. Konya'da Mevlâna'nın türbesi haricinde ve kıble cihetindeki büyük kabristana verilen isimdir.
  • Sessizler, susmuş olanlar, uykuda olanlar.

hamza

  • Abdulmuttalib'in oğlu olup, Resulüllah'ın (A.S.M.) amcasıdır. Önceleri, İslâm dinine karşı olanlarla beraberdi. Ebucehil'in İslâm düşmanlığını çok ileri götürmesi karşısında, imana girip Ebucehil ve din düşmanlarına karşı çıktı ve İslâm'a büyük hizmetleri oldu. Uhud Gazası'nda 57 yaşında iken şehid

han

  • Hükümdar. Eski Türklerde Hakan da denen devlet reisi. (Farsça)

hanbeli / hanbelî

  • Dört hak mezhepten birisi. İmam-ı Ahmed bin Hanbel Hazretlerinin mezhebinden olan.

handek gazvesi

  • Peygamberimizin (A.S.M.) büyük muharebelerinden birisi olup, hicretin beşinci senesinde Şevval ayında vuku bulmuştur. Asıl muharebeyi uyandıranlar Beni Nadir kabilesi olup bunlar Kureyş ve Gatfan kabilelerini de davet etmekle hepsi birden Medine-i Münevvere'ye hücuma geçtikleri vakit, Hz. Resullulah

hane

  • Ev, mesken, beyt. (Farsça)
  • Mat: Basamak, bölüm, göz. (Farsça)
  • Bazı kelimelerle birleştirilip mürekkep isim yapılan bir "ek" tir. "Hasta-hane, ecza-hane, yazı-hane, kıraat-hane" gibi. (Farsça)

hane-harab

  • Câhil, bilgisiz. (Farsça)
  • Evi yıkılmış, evsiz barksız kalmış. (Farsça)
  • Hâli perişan olmuş kimse. (Farsça)
  • Mc: Müflis, züğürt, sefil. (Farsça)

hane-zad

  • Efendisinin evinde dünyaya gelmiş olan köle veya cariye çocuğu. (Farsça)

hanefi / hanefî

  • Dört hak mezhepten birisi. Veya bu mezhepten olan kimse.

hanfec

  • Şişman, etli kişi.

hani'

  • Karısını boşamış koca veya kocasından boşanmış kadın.

hanif / hanîf

  • Sapıklıktan, yanlış inanışlardan Hakk'a, doğruya meyleden, dönen, müslüman. İslâmiyet'ten önce Arabistan'da putlara tapmayıp, hazret-i İbrâhim'in dîni üzerine bulunanlara verilen isim. Çoğulu hunefâ'dır.

hanin / hanîn

  • Ayrılık acısıyla inleme.

hanin-ül ciz'

  • Kuru direğin inleyip ağlayışı. Hurma kütüğünün inlemesi.

hanire / hanîre

  • (Çoğulu: Hanâyir) Parmak başlarındaki boğum.
  • Kadınların yün ve pamuk attıkları yay.
  • Kirişi olmayan yay.

hannan / hannân

  • "Çok acıyan, pek acıyıcı" mânâsında ilâhî isim.

hannas

  • (El-Hannâs) (Hunus. dan) Geri çekilerek veya büzülerek, sinerek fırsat bulunca vesvese vermek için dönüp gelen. Sinsi şeytan. Besmeleyi işitince kaçan, gaflete dalınca musallat olan şeytan.

har-ı firkat / hâr-ı firkat

  • Ayrılık acısı.

harab-ı arz

  • Yeryüzünün yıkılışı.

harabat / hârâbat

  • Harabeler, viraneler, meyhaneler. (Ziya Paşa'nın meşhur antolojisi).

harabe

  • Şehir ve ev yıkıntısı, virane.
  • Harab yer. Şehir veya ev yıkıntısı. Perişan yerler.

harabiyet-i sed

  • Seddin yıkılışı, yok oluşu.

harac

  • Güçlük, sıkıntı, eziyet.
  • Bir farzı yapma veya haramdan sakınma esnâsında karşılaşılan güçlük.
  • Müslüman olmayan vatandaşlardan seneden seneye alınan toprak vergisi.

hararet / harâret

  • Isı, sıcaklık.
  • Sıcaklık, ısı.

hararet-i garize / hararet-i garîze

  • Normal vücut ateşi, ısısı.

hararet-i gariziye

  • Fıtrî vücut ısısı.

harb-i umumi inkılabı / harb-i umumî inkılâbı

  • Birinci Dünya Savaşının etkisiyle meydana gelen değişimler.

harbe

  • Tar: Kısa mızrak tarzında bir nevi silâhın adıdır. Eskiden "Köylü" adı verilen yangın habercisinin taşıdığı ucu demirli değneğe de harbe denilirdi. Eski tüfekleri doldurmağa mahsus demirden yapılmış âlete de "tüfek harbisi" adı verilirdi.

harbesisa

  • "Şey" mânasına kullanılan bir isimdir.

harbiye / حربيه

  • Harp okulu. (Arapça)
  • Harbiyeli: Harp Okulu öğrencisi. (Arapça)
  • Harbiye nezareti: Savunma bakanlığı. (Arapça)

hared

  • Hışım etmek.
  • Menetmek, engel olmak.

harekat-ı ecram / harekât-ı ecrâm

  • Gökcisimlerinin hareketleri.

harekat-ı laubaliyane / harekât-ı lâubaliyâne

  • Saygısızca davranışlar.

harekat-ı laübaliyane / harekât-ı lâübaliyâne

  • Saygısızca davranışlar.

hareket-i arz

  • Deprem, yer sarsıntısı.
  • Zelzele, deprem, yer sarsıntısı.

harem

  • Girilmesi serbest olmayan yer.
  • İhrama girilen yerden itibaren Kâbe'ye doğru olan kısım.

harem-seray

  • Sarayların kadınlara mahsus olan kısımları. Buna "Harem-i Hümayun" da denilir.
  • Câmi içi.

haremeyn

  • Hürmete ve saygıya lâyık iki belde. Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevverenin ikisine verilen ad. Mekke-i mükerremede Kâbe-i muazzama, Medîne-i münevverede sevgili Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek kabr-i şerîfi bulunduğu için her ikisine saygı ve hürmet duyulması gereken yer mânâ

haremeyn-i şerifeyn

  • Mekke'de bulunan Kâbe-i Şerif ve Medine'de bulunan Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mescidine (Mescid-i Nebevî) verilen isim.

harf-i asli / harf-i aslî

  • Gr: Arabça bir kelimenin kökünü teşkil eden harften olan. (Ekserisi üç harften ibaret olur.)

harf-i tarif / harf-i târif

  • Gr. Arapça'da isimlerin başına gelen ve o ismi belirli, bilinen bir isim yapan "el" takısı.

harfi nazar / harfî nazar

  • Varlıklara bizzat kendisini değil de san'atkârını, ustasını, sahibini tanıtan mânasıyla bakma.

harfiyen

  • Harfi harfine. Hiçbir değişiklik yapmadan.

harhar

  • Devamlı arzu, sürekli istek. (Farsça)
  • Gönül üzüntüsü, iç sıkıntısı. (Farsça)
  • Devamlı kaşıntı. (Farsça)

harhara

  • Uykuda horlamak.
  • Kedinin mırıldayışı.
  • İki dere arasındaki düzlük.

haric / hâric

  • Bir şeyin veya mahallin veya memleketin dışında kalan.
  • Ecnebi.

hariç / خارج

  • Dışında.

haric-i akıl / hâric-i akıl / خَارِجِ عَقِلْ

  • Akıl dışı.
  • Akıl dışı.

haric-i daire-i akliye

  • Akıl dairesinin dışında.

harice temessül

  • Zihnî olan kelâmın hâricî âlemdeki kanunlara uygun şekilde tanzim edilişi.

haricin tecavüzü

  • Dış düşmanların saldırısı.

haricinde / hâricinde

  • Dışında.

hariciye / خارجيه

  • Dışişleri.
  • Dışa bağlı, dışarıya ilişkin. (Arapça)
  • Dışişleri bakanlığı. (Arapça)

harık-ı ade / hârık-ı âde

  • Âdeti yırtan, âdetin dışarısında, hârikulâde.

harik-zede / harîk-zede

  • (Çoğulu: Harikzedegân) Yangından zarar görmüş kişi. Evi ve eşyaları yanmış kimse. (Farsça)

harikulade / hârikulâde

  • Olağanüstü. İnsan gücünün üzerinde, insanı hayrette bırakan âdet dışı şaşılacak iş.

harim / harîm

  • Herkesin giremiyeceği, dokunmıyacağı şey. Haram dairesi.
  • Şerik.
  • Bir kişinin olup, başkasının duhul ve taarruzundan masun yer.
  • Hacıların Mekke-i Mükerreme'de giydikleri libas.
  • Saygısız, çekinmez. Kayıtsız kimse.

harir / harîr

  • Su akarken çağlamak.
  • Yel eserken fışıldamak.
  • Horuldamak.

haris-i vatan / hâris-i vatan

  • Vatanın koruyucusu, vatanın bekçisi.

hark

  • Herhangi bir kanunun delinmesi, yırtılması, kanunu devre dışı bırakarak yaratma.

hark-ı adat / hark-ı âdât

  • Adetleri, kanunları delme, onları devre dışı bırakarak var etme.

harm

  • Muhkem etmek, sağlamlaştırmak.
  • Davara yük vurmak.
  • İşinde çabuk çabuk olmak.
  • Udul etmek.
  • Kat'etmek.

harraka

  • Eskiden düşman gemilerini veya düşman şehirlerini ateşlemek için, yakıcı âletlerle donatılmış olan harp gemisi.

harşef

  • (Çoğulu: Harâşif) Kalkan balığı.
  • Balık pulu.
  • Enginar bitkisi.

harsek

  • Küçük cisim.

harşuf

  • Enginar bitkisi.

harun

  • Musa Peygamber'in (A.S.) yardımcısı ve büyük kardeşi.
  • Bağdad Abbasî Halifelerinden Harun-ür Reşid.

has / hâs

  • Tek bir mânâ için konulan her lâfız ve tek başına belirli ferdler için kullanılan her isim.

hasan-ı basri

  • (Hi: 21-110) En ileri Tâbiînden olup hadis ve fıkıhta büyük âlimlerdendir. Basra'da medfundur. Mezheb sahibi bir müçtehiddir. Sahabe-i Kiram'dan 130 zat ile görüşmüş, Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Neseî, İbn-i Mace kendisinden hadis nakletmişlerdir.

hasanet

  • Bir yerin çok sağlam ve korunulacak tarzda olması.
  • Kadının kendisini haramdan koruması.

hasasa

  • (Çoğulu: Hasâs) Fakirlik.
  • Hali yaramaz olmak.
  • Küçük delik.
  • İki kişinin arasındaki açıklık.

hasb

  • (Haseb) Birisinin sülâlesi cihetinden iftihar yolu ile saydığı iyilik. Mal, din, millet. Kerem, fiil ve amelde yüksek şeref, iyi iş, sâlih amel. Şeref, asalet, şan, kadr ve haysiyet.
  • Dolayı, cihetiyle, gereğince.

hasb-el beşeriyye

  • İnsanlık hali olarak, insanlık dolayısıyla.

hasbe

  • Kızamık hastalığı. Tane tane gövdede çıkan bir hastalıktır. (Hasta kişiye "mahsub" derler.)

hasbe'l-ade / hasbe'l-âde

  • Âdet gereği, alışıldığı gibi.

hasbel icab

  • (Hasb-el icâb) Durum icabı olarak, hâl ve durum iktiza ettiği için, durum dolayısıyla.

hasbelbeşeriyye

  • İnsanlık dolayısıyla.

hasbihal / hasbihâl

  • Birine hâlini, vaziyetini anlatıp düşüncelerini sorma, görüş alışverişinde bulunma, danışma.

hasebiyle

  • Dolayısıyla, -den ötürü.

hased

  • Başkasının iyi hallerini veya zenginliğini istemeyip, kendisinin o hallere veya zenginliğe kavuşmasını istemek. Çekememezlik. Kıskançlık. Kıskanmak.

haseki

  • Tar: Vaktiyle sarayda görevli bazı subaylara verilen isim.

hasen hadis / hasen hadîs

  • Bildirenler sâdık (doğru) ve emîn (güvenilir) olup, fakat hâfızası (anlayışı) sahîh hadîsleri bildirenler kadar kuvvetli olmayan râvîlerin, kimselerin bildirdiği hadîs-i şerîf.

hasf

  • Yere batma, ışığı sönme.
  • Ay tutulması.
  • Işığı sönmek.

hashase

  • Ateş üzerinde eti pişirip kebap yapmak.
  • Bir şeyi döndürmek.

hasib / hasîb

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her mahlûkun (yaratılmışın) varlığına, varlığının devâmına, âhirette hesâbını görmeğe kâfi olan.

hasil / hasîl

  • Sığır buzağısı.

hasıl-ı darb / hâsıl-ı darb

  • Mat: Çarpım. Çarpmak işinin neticesi. 5 sayısı 2 sayısıyla çarpılırsa, çıkan 10 sayısı, hâsıl-ı darbdır.

haşim

  • Kuru ekmek kırıntısı doğruyan. Ezen, yaran, kıran, parçalayan.

haşir / hâşir

  • Haşreden, toplayan. Cem'eden.
  • Hz. Peygamber'in (A.S.M.) bir ismi. Haşir meydanında bütün insanlar mübarek izlerinde haşr olup toplanacaklarından Delâil-i Hayrat'ta bu isimle mezkurdur.

haşiye / hâşiye

  • Sayfanın altındaki açıklama yazısı.

haşl

  • Herşeyin âdisi, bayağısı.

haslet

  • İnsanın yaratılışındaki huy, mîzâc, tabîat, karakter.

haşmet

  • (Hışmet) Kendisine tabi olanlardan dolayı, "haşem" den olan, büyüklük ve heybet. Tantana-i azamet. Hürmetten gelen çekinme.
  • Hiddet, kızgınlık.
  • Alçak gönüllülük.

haşmet-i hilkat

  • Yaratılışın görkem ve heybeti.

haşmgin / haşmgîn / خشمگين

  • Öfkeli, hışımlı. (Farsça)

haşr-i bahari / haşr-i baharî

  • Bahardaki diriliş, bahar mevsiminde bitkilerin ve hayvanların dirilişi.

haşr-ı cismani / haşr-ı cismânî

  • Âhirette tekrar bedenlerin ve vücudların dirilişi.

haşr-i cismani / haşr-i cismanî / haşr-i cismânî / حَشْرِ جِسْمَان۪ي

  • Cisimle, cesedle dirilme. Bedenlerin ve vücudların haşri.
  • Ölüleri cisimleriyle dirilterek toplama.

hasr-ı nazar

  • Sadece bir şeye bakıp dikkat etmek.
  • Yalnız bir mevzu veya meslek üzerinde çalışıp onda mütehassıs ve muvaffak olmaya çalışmak.

hasr-ı nazar etmek

  • Bakışı tek bir yere yöneltmek.

hasr-ı örfi / hasr-ı örfî

  • Örfen bir şeye ait kılma; örfe göre "el" takısı bazı cins isimleri özel isim derecesine yükseltir. Meselâ, "el-Kitap" sözüyle Kur'ân'ın kastedilmesi gibi.

hasret-keşane

  • Hasret çekene yakışır surette. Özleyenler gibi. (Farsça)

hass / hâss

  • Zannetmek.
  • Silkmek.
  • Davarı kaşağılamak.
  • Közün üstünde birşey pişirmek.
  • Katletmek, öldürmek.
  • (Çoğulu: Havass) Hususi. Hâlis. Kıymetli ve ileri gelen mühim yakınların topluluğu.
  • Bir şeyde bulunup başkasında bulunmayan. Umumi olmayıp mahsus olan.
  • Tam ayar olan, yabancı maddelerle karışık olmayan ve içinde bozuk bulunmayan. Tek, münferid.
  • Saf.
  • Tar: Osman

hassa

  • (Çoğulu: Havass) İnsanın kendisine tahsis ettiği şey. Bir şeyde bulunup başkasında bulunmayan şey. Bir şeye mahsus kuvvet. Te'sir. Menfaat.
  • Adet ve alâmet. Ekâbir, kavmin ileri geleni.

hassa-i sohbet

  • Sohbetin kendisine mahsus özelliği; Peygamber (a.s.m.) sohbetinden gelen tesir.

hasse-i sem' / hâsse-i sem'

  • İşitme kuvveti, duyma duygusu.

hasub

  • Kirişini atan yay.

haşv

  • (Haşiv) (Çoğulu: Ahşâ) Tıb: Vücudun içindeki uzuvlardan her birisi.
  • Minder, yastık gibi şeylerin içini dolduran pamuk, kuru ot.
  • Kırılması ihtimali olan eşyanın arasına konan yumuşak, ot gibi şey.
  • Edb: İbarede lüzumsuz söz bulunması, aynı mânada iki kelimeyi yanyana sö

haşyet

  • Hürmetle karışık korku.
  • Sevgiyle karışık korku.

hata

  • Yarış atlarının sekizincisi.

hata-yı beşeri / hatâ-yı beşerî

  • İnsanlığın yanlışı.

hata-yı mahz / hatâ-yı mahz

  • Hatanın ta kendisi.

hatba'

  • Arkasında siyah çizgiler olan dişi eşek. (Müz: Ahtab)

hatem-i divan-ı nübüvvet / hâtem-i divan-ı nübüvvet

  • Peygamberlik meclisinin mührü olan Peygamberimiz.

hatem-i samediyet / hâtem-i samediyet

  • Allah'ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olmasını gösteren damga.

hatib-i rabbani / hatib-i rabbânî

  • Allah'ın bir hutbecisi, Onun adına koşan.

hatibane

  • Hatibcesine. Güzel ve akıcı söz söyleyenlere yakışırcasına. Nutuk atarcasına. (Farsça)

hatice / hatîce

  • (Hadîce) Vakitsiz ve erken doğan kız çocuğu.
  • Fetva metinlerinde kadını temsil eden umumi isimlerden birisi. (Ötekiler: Hind, Fâtıma ve Zeyneb'dir.)

hatif / hâtif / هَاتِفْ

  • Gayıptan haber veren cinnî.
  • Sesi işitilen ve kendisi görülmeyen, seslenici. Ses verici, çağırıcı.
  • Kendisi görünmediği halde sesi işitilen cin.
  • Sesi işitilen görünmez varlık.
  • Sesi işitilen fakat kendisi görülmeyen seslenici.

hatif-i cinni / hâtif-i cinnî

  • Kendisi görünmediği halde sesi işitilen cin.

hatife / hatîfe

  • Unu süt ile yoğurup pişirerek yapılan yemek.

hatır-ı rahmani / hatır-ı rahmanî

  • Tasavvuf ehlinin kalbinde, Allah'ın cemal-i vahdetinin tecellisiyle tam bir sükûnet olması. Buna muhabbetullah da denir.

hatıra

  • Hatıra gelen. Hatırda kalan şey.
  • Bir kimseyi veya bir hâdiseyi hatırlatması için yazılan veya saklanan veya birisine verilen şey.

hatıra-i hayat-ı medresiyye

  • Medresede hayatının hatırası, anısı.

hatita

  • (Çoğulu: Hatâyit) İki tarafındaki yerlere yağdığı hâlde kendisine yağmur yağmayan yer.

hatn

  • Beraberlik, misil, denk olma, eşitlik.

hatrebe

  • (Hatribe) Dar gelirli olmak.
  • Maaş sıkıntısı.
  • Gevezelik etmek.

hatt

  • Sınır. Çizgi. Hudud.
  • Yazı. El yazısı.
  • Nâme. Mektup.
  • Gençlerde yeni çıkan bıyık veya sakal.
  • Çizgi gibi uzanan belirsiz hafif yol.
  • Deniz yalısı.
  • Gemilerin hareketteki istikameti.
  • Parmağın onikide biri olan bir ölçü.
  • Ferman, buyruk

hatt-ı arabi-i kur'ani / hatt-ı arabî-i kur'ânî

  • Arapça Kur'ân hattı, yazısı.

hatt-ı dest

  • El yazısı. (Farsça)
  • El yazısı.

hatt-ı hümayun

  • Padişanın el yazısı. Padişahın emri. (Farsça)

hatt-ı istiva / hatt-ı istivâ

  • Dünyanın kuzey ve güney kutuplarına aynı uzaklıkta olduğu ve dünyayı iki müsavi parçaya böldüğü farzedilen dâire çizgisi. (Farsça)
  • Ekvator. (Farsça)
  • Mevlevi semahânesinde, şeyhin oturduğu post ile meydan kapısı ortasında farzolunan çizgi. (Farsça)

hatt-ı kur'an / hatt-ı kur'ân / خَطِّ قُرْآنْ

  • Kur'ân hattı, yazısı.
  • Kur'ân yazısı.
  • Kurân yazısı.

hatt-ı kur'ani / hatt-ı kur'ânî

  • Kur'ân yazısı.

hatt-ı kur'aniye / hatt-ı kur'âniye

  • Kur'ân hattı yazısı.

hatt-ı mismari / hatt-ı mismarî

  • Çivi yazısı.

hatt-ı şehriyari / hatt-ı şehriyarî

  • Tar: Padişahın yazısı manâsına gelen bir kelimedir. Eskiden padişahlar "hatt-ı hümayun" "hatt-ı şerif" adı verilen emirleri kendi el yazılarıyla yazdıkları gibi, başkalarına yazdırdıklarının başına da imzalarını koyarlardı. İşte bu türlü vesikalardaki padişahların el yazılarına "hatt-ı şehriyarî" de

havagazı

  • Isı veya ışık temin etmek maksadıyla yakılarak kullanılan bir gaz. (Türkçe)

havale / havâle

  • Bir işi veya bir şeyi başka birine bırakma. Ismarlama.
  • Görmeyi önleyen duvar gibi perde.
  • Tıb: Küçük çocuklarda veya gebe kadınlarda bazan meydana gelen, baygınlık veren bir hastalık.
  • Postadan gelen emanet kâğıdı.
  • İşin görülmesini başka birine bırakma.

havale etme

  • Bir işi başka birine bırakma.

havamis-i süleymaniye

  • Tar: Süleymaniye Medresesini teşkil eden medreselerden beşinin müderrisine verilen ünvan. İlk zamanlarda havamis namı altında beş medrese ve beş aded de müderris bulunurken daha sonraları müderrislerin sayıları arttırılmış ve bundan dolayı "havamis" kelimesi de "hamise"ye kalbolunmuştur. Havamis med

havan

  • İçinde çeşitli şeylerin dövülüp ufalandığı ağaç, mâden veya taştan yapılmış çukurca kap.
  • Tütün kesmekte kullanılan makine.
  • Başkalarına destek olacak gücü bulunmadığı halde, yardakçılık eden kimse.
  • Elektrikî bir boşalmanın ısı değerini gösteren âlet.
  • İçine çuku

havari / havârî / حَوَار۪ي

  • Yardımcı. Îsâ aleyhisselâma îmân eden on iki kişiden her biri.
  • İsa aleyhisselâmın yardımcısı.
  • Hz. Îsânın on iki yardımcısından herbiri.

havaric / havâric

  • Sapık bir anlayışın sahibi olan Haricîler.

havariyun / havâriyûn

  • Hz. İsâ'nın (a.s.) yardımcısı ve sahabesi olan on iki kişinin hepsine birden verilen ad.

havariyyun / havâriyyûn

  • Hz. İsa'nın (A.S.) yardımcı ve sahabeleri olan 12 kişinin hepsine birden verilen isim. Bunlar: İsa'nın (A.S.) Petrus adını verdiği Yunus'un oğlu Simun, kardeşi Andreas, Yakub, Zebedi'nin oğlu Yuhanna, Filipus ve Bartholomaeus, Matta ve Tomas, Alte'nin oğlu Küçük Yakub, Gayur Simdeu, Yakub'un oğlu Ya
  • Hz. İsa'nın oniki kişiden ibaret olan ashabı.

havas

  • (Çoğulu: Ahvâs) Çukur ve kısık gözlü olmak.

havass / havâss / خواص

  • Hasseler, duyular.
  • Muhterem ve seçkin kişiler.
  • Seçkin kişiler. (Arapça)
  • Nitelikler. (Arapça)

havass-ı (hamse-i) zahire / havass-ı (hamse-i) zâhire

  • Zâhirî beş duygu: Tatmak, görmek, işitmek, koklamak, dokunup duymak.

havass-ı aşere

  • On hasse, on duyu; görme, işitme, dokunma, koklama, tatma, hayal, akıl, vehim, hafıza ve tasarruf etme duyuları.

havass-ı hamse

  • Beş duyu. (Görme, tatma, işitme, dokunma, koklama)

havass-ı hamse-i zahiri / havass-ı hamse-i zâhirî

  • Zahirî beş duyu; tatma, görme, işitme, koklama, dokunma.

havass-ı hümayun / havâss-ı hümayun

  • Tar: Osmanlı İmparatorluğunun fütuhat devirlerinde (yükselme devri) fethedilen araziden devlet hazinesine ayrılan kısım. Her yer zaptedildikçe, arazi: timar, zeamet ve has namıyla üç sınıfa ayrılırdı. Meselâ 250 köyden müteşekkil bir sancağın 100-150 köyü ikişer üçer köy olarak 40-50 tımara ayrılır,

havassü'l-hams-ı zahire ve batına / havâssü'l-hams-ı zâhire ve bâtına

  • Beş içinde, beş dışında olmak üzere insanın duyguları. İçindeki duygular.

havat

  • Tavşancıl kanadının fısıltısı.
  • Ses, sadâ.

havcele

  • Ağzı büyük, kendisi küçük şişe.

haverver

  • Şey mânasına gelir bir isim.

havl ve kuvvet-i samedani / havl ve kuvvet-i samedanî

  • Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan, ama herşey Kendisine muhtaç olan Allah'ın güç ve kuvveti.

havvas

  • Hurma yaprağı satan kişi.
  • Hurma yaprağından zenbil yapıp satan kişi.

havya

  • Madenlerle yapılan kaynak işlerinde, lehimin eritilmesinde kullanılan âlet. Lehimi eritebilmesi için sıcak olarak kullanılması gereken bu havyaların çoğu elektrikle ısıtılır.

havz

  • Sıvı maddelerin toplandığı yer, büyük su birikintisi, göl.

havza

  • Coğ: Açık ve düz deniz kıyısı. Kenar.
  • Memleket.
  • Taraf.
  • Sınır için: Bir şeyin çevresi içinde olan.

hayal-alud / hayal-âlud

  • Hayalle karışık.

hayalalud / hayâlâlûd

  • Hayâlle karışık.

hayat-ı hakikiye ve sermediye

  • Gerçek ve kesintisiz hayat.

hayat-ı içtimaiye ve şahsiye

  • Sosyal ve kişisel hayat.

hayat-ı ihtilal / hayat-ı ihtilâl

  • Karışıklığın, ayaklanmanın hayatı ve sebebi.

hayat-ı şahsiye

  • Kişisel hayat.

hayat-ı şahsiye ve uhreviye

  • Kişisel hayat ve âhiret hayatı.

hayat-ı sariye / hayat-ı sâriye

  • Varlıklara sirayet etmiş olan umumî hayat; Cenâb-ı Hakkın Hayat sıfatının bir tecellîsi olan varlıklardaki hayatın mebdei, kâinatın hayatı, ruhu.

hayatalud / hayatâlûd

  • Hayatla karışık.

hayf

  • Gözün birisi birine muhalif olmak.

hayil

  • Kısır olan hayvan.
  • Engel, mâni.
  • Hicâb.

hayize

  • Aybaşısı olan kadın.

haylulet-i arz

  • Ay tutulması. Dünyanın güneşle ay arasına girerek güneş ışığına perde olması.

hayr-ı mahz

  • Hayrın tâ kendisi, saf hayır.

hayr-ul beriyye

  • Halkın hayırlısı. Hz. Muhammed (A.S.M.)

hayr-ul beşer

  • İnsanların en hayırlısı olan Hz. Muhammed (A.S.M.)

hayr-ul fasilin / hayr-ul fâsilîn

  • Âdil olanların, hâkimlerin en hayırlısı.

hayr-ul umur

  • İşlerin en hayırlısı.

hayr-ul vera

  • (Hayr-ül Enam) Halkın hayırlısı. Mahlukatın en hayırlısı olan Hz. Muhammed (A.S.M.)

hayr-ül-beşer

  • İnsanların en hayırlısı, her bakımdan en iyisi mânâsına. Peygamber efendimizin lakablarından biri.

hayr-ül-enam / hayr-ül-enâm

  • Mahlûkâtın, yaratılmışların en hayırlısı, iyisi mânâsına Peygamber efendimizin lakablarından. Âmine eydür çü vakt oldu tamâm, Kim vücûda gele ol hayr-ül enâm.

hayrat

  • (Tekili: Hayr) Sevap için Allah rızâsı yolunda yapılan iyilikler. Haseneler.Hayır iki çeşittir. Birincisi: Mutlak hayırdır; her halde, herkes için rağbet edilir ve sevilir, herkes için iyidir. İkincisi: Mukayyed olan hayırdır; birisinin yanında hayır olan, başkası için şer olabilir. İsraf ve sefâhet

hayre

  • (Çoğulu: Hayrât) İyilik, kerem.
  • Her nesnenin iyisi.

hayretalud / hayretâlûd

  • Hayretle karışık.

hayrü'l-beşer

  • İnsanların hayırlısı Hz. Muhammed.

hayrü'n-nas / hayrü'n-nâs

  • İnsanların hayırlısı.

hayrülhalef

  • Bir kişinin ardından bıraktığı ve onun yerine geçecek olan hayırlı kişi.

hayse-beyse

  • İleri gidip geri gelmek, bir halde durmak.
  • Karışıklık.
  • Şiddet ve darlık.

haysebeyse

  • Kararsızlık, karışıklık, darlık.

hayt-ı şua

  • Işık hüzmesinden olan nurlu ip.

haytü'l-ebyaz

  • Beyaz iplik, fecir zamanı, ufukta bir çizgi şeklinde beliren ve giderek artan sabah ağartısı.

hayvanat-ı ehliyye

  • İnsanlara alışık olan hayvanlar, evcil hayvanlar.

hayy

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Dâimâ hayât sâhibi ve diri olan, hep var, varlığı ezelî ve ebedî (sonsuz) olan.
  • Diri, canlı.
  • Allah'ın isimlerinden.

hayy-ı layemut / hayy-ı lâyemut / hayy-ı lâyemût

  • Ölümün kendisi için söz konusu olmadığı daimî hayat sahibi Allah.
  • Ölümün kendisi için söz konusu olmadığı, daimî hayat sahibi Allah.

hayyal

  • (Hayl. den) At terbiyecisi, at yetiştiren.

hayz

  • Kadınlarda aybaşı hali akıntısı.
  • (Çoğulu: Hiyaz) Kadınlara mahsus aybaşı. Kadının âdet hâli. Böyle bir kadına hayize denir. (Kadını döl yatağı denen rahminden, bir hastalık veya çocuk doğurma sebebi olmaksızın, muayyen müddetlerde kan gelmesine o kadının "aybaşısı" denir. Buna ve kan geldiği müddete de hayız müddeti denir. İslâmiye

hayzeran

  • Halk dilinde hezâren denilen bir cins sıcak iklim kamışı ki, sandalye vs. yapımında kullanılır.

hazakat

  • İhtisas. Meharet peyda etmek. Üstad olmak. Bir san'atta, hususan tıbda gereği gibi öğrenip mâhir ve mütehassısı olmak.

hazb

  • Hayvanın memesi şişip emziğinin deliklerinin dar olması.
  • Ucuz olmak.

hazef

  • Çamurdan yapılmış olup ateşte pişirilen şeyler. Çanak, çömlek.

hazık / hâzık / حَاذِقْ

  • Mehâretli, işinin ehli, mütehassıs.
  • İşinin ehli, becerikli, tecrübeli, uzman.
  • İşini iyi bilen, uzman.
  • İşinin ehli, mahâretli.

hazım / hâzım

  • İhtiyatlı, akıllı, işinde gözü açık olan.

hazımane / hâzımâne

  • İhtiyatlı davranan adama yakışır şekilde.

hazin-i cennet / hâzin-i cennet

  • Cennet bekçisi.

hazine-i hassa-i rahmet nazırı / hazine-i hassa-i rahmet nâzırı

  • İlahi rahmetin çok özel hazinelerinin gözlemcisi.

hazinedar / hazînedâr

  • Hazine bekçisi.
  • Hazine görevlisi.

hazinedar-ı binazir / hazinedar-ı bînazîr

  • Eşsiz hazine bekçisi

hazir / hazîr

  • Su sesi, su şırıltısı.

hazire / hazîre

  • Eti ufak ufak doğrayıp, çok su ile çömlek içinde pişirip erimeye yakın olduğu anda üzerine un koyup karıştırarak yapılan yemek. (İçinde et olmayınca "aside" derler.)

hazırlöp

  • Kabuğu içinde suda pişip katılaşmış yumurta.
  • Mc: Emek sarfetmeden elde edilen kazanç.

haziyy

  • Mertebeli, değerli kişi.
  • Yarış atlarının sekizincisi.

hazkil aleyhisselam / hazkîl aleyhisselâm

  • İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden veya Allahü teâlânın velî kullarından biri. Yâkûb aleyhisselâmın oğullarından Lâvî'nin neslindendir. Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra gönderilen üçüncü peygamberdir. Allahü teâlâ, onun duâsı bereketiyle, ölen binlerce kişiyi diriltti.

hazm

  • Midedeki yenen şeyleri eritmek, sindirmek. Vücuda yarayacak hale getirmek.
  • Birisine ansızın hücum etmek.
  • Ansızın bir şey üzerine inmek.
  • Birisinin hakkını, malını gasb ile alıp zulmeylemek.
  • Münasebetsiz bir hale, güce gidecek bir vaziyete düşenin kendi nefsini

hazret-i ahmed

  • Çokça medhedilen, övülen; Peygamberimizin (a.s.m.) isimlerinden birisi.

hazret-i kahhar / hazret-i kahhâr

  • Her şeyi hükmüne itaat ettirebilen bir hâkimiyet sahibi, düşmanlarını kahrederek zelil ve perişan eden ve kudretinin karşısında her şeyi âciz bırakan Allah.

hazret-i mahbub-u ilahi / hazret-i mahbub-u ilâhî

  • Allah'ın sevgilisi, Allah'ın resûlü Hz. Muhammed (a.s.m.).

hazret-i resul-i ekrem

  • Allah'ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

hazret-i resul-ü ekrem

  • Allah'ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

hazret-i selman-ı pak / hazret-i selmân-ı pâk

  • Selmân-ı Farisî.

hebbihi / hebbihî

  • Sallana sallana yürüyen kişi.

hebt

  • (Hübut) İniş. Aşağı inme.
  • Aşağı indirme. Bir yere inip konmak.
  • Nüzul, illet, maraz.
  • Zayıflama.
  • Bir memlekete birisini dâhil ettirmek.
  • Eksiltmek.
  • Kötü bir hale uğratmak.

heca / hecâ

  • Ses artıran harfler, harflerin dizilişi.

hecil

  • İki dağ arasındaki çukurca kısım. Vâdi.

hecmet-üş-şita / hecmet-üş-şitâ

  • Kışın şiddeti. Soğuğun sertliği.

hecv

  • (Hicv) Medh ü senânın zıddı. Kötüleme. Birisi hakkında kötülemek için söylenen söz veya manzume.

hedm

  • Yıkmak, harab etmek. Parçalamak, mahvetmek.
  • Birisine vurup belini kırmak. (Râgibâ, düşmanın aldanma tevazularına.Seyl, divârın ayağın öperek hedmeyler.)(Râgıp Paşa)

hedy

  • Cenab-ı Hakk'ın rızası için veya ihramda iken yapılması yasak olan herhangi bir fiili işlemekten dolayı kusurunu affettirmek ricasiyle, keffaret olarak Harem-i Şerif'e götürülen veya kendisi veya parası gönderilen kurban.

heft

  • Yedi sayısı. (Farsça)

hegemonya

  • yun. Kuvvetle ve kıymetli vasıflarla olan üstünlük.
  • Bir devletin başka bir devlet üzerindeki siyasi üstünlüğü ve baskısı.

hejdeh

  • Onsekiz sayısı. (Farsça)

helali / helalî

  • Bürüncük ve pamuk karışımından yapılan bir cins yeli bez.
  • Yaldızlı bakırdan vaya tahtadan mahfazası olan eski sistem saat.
  • Helâl ile alâkalı olan.

helecan

  • Titreme, heyecan, kalp çarpıntısı.

helva-hane

  • İçinde helva pişirilen genişçe ve derinliği az tencere. (Farsça)
  • Tar: Saray için her türlü tatlı yiyeceklerin yapılmasına yarayan saray mutfağının bir bölümü. (Farsça)

helyostat

  • Yansıyan güneş ışınlarını, belli bir doğrultuya yöneltmeğe ve bu doğrultuda tutmaya yarayan bir ayna ile bir ayar sisteminden meydana gelen tertibat.

hem-averd

  • Savaşan iki kişiden herbiri. (Farsça)

hem-aviz

  • Harpte karşılaşan iki kişiden biri. (Farsça)

hem-hal

  • Aynı halde olan. İkisi beraber. (Farsça)

hem-hudud

  • Hudutları bir olan, sınırları birbirine bitişik olan memleket veya arazi. (Farsça)

hem-kar / hem-kâr

  • Aynı işi yapan, aynı işte olan. (Farsça)

hem-matla'

  • Güneş ve ay gibi gök cisimlerinin ufakta doğdukları yerin veya zamanların aynı oluşu. Aynı meridyen üzerinde olup ay ve güneşi aynı saatlerde gören ülkeler.

hem-nam

  • İsimleri aynı olan, adaş. (Farsça)

hemz

  • Dürtme, kakma.
  • Parmaklarla sıkma.
  • Yere çalma, vurma.
  • Isırma, dişleme.

hendese

  • Geo: şekil bilgisi.
  • Mat: Çizgi, yüzey ve hacim olarak bu üç şeklin özelliklerini ve ölçülerini inceleyen matematik kolu.

hendesehane-i bahri / hendesehane-i bahrî

  • Bahriye Mektebinin ilk adıdır. Abdülhamid zamanında miladi 1773 yılında Cezayirli Hasan Paşa'nın teşebbüsüyle Tersane içinde açılmıştır. Okulun ilk baş muallimi, Türk riyaziyecisi Gelenbevi İsmail Efendi'dir.Şimdiki ismiyle "Gemi İnşa Mühendisliği" olan Bahriye Mektebi, 1795 senesinde daha muntazam

henne

  • Kişinin kendi karısı.

herc

  • Karışıklık. (Farsça)

herç

  • Karışıklık, gürültü. Nizamsızlık.

herc ü fesadat / herc ü fesâdat

  • Karışıklıklar ve bozukluklar.

herc ü merc

  • Karışıklık, dağınıklık.
  • Alt üst, karmakarışık, allak bullak.
  • Darmadağınık. Karmakarışık. Allak bullak. (Farsça)

hercele

  • Karışık yürümek.

hercümerc

  • Karmakarışık.
  • Karmakarışık.

hercümerç

  • Karışıklık, dağınıklık.

herd

  • Deve kuşunun dişisi.
  • Yarmak.
  • Kat'etmek, kesmek.

herem

  • Kocamak, yaşlanmak, ihtiyar olmak.
  • Mısır'da firavunlar zamanından kalmış piramit şeklindeki mezarların beheri.
  • Geo: Mahrutî şekil, piramit.
  • İhtiyarlama, kocama.
  • Mısır ehramlarından biri.

herhere

  • Su çağıltısı.
  • Koyunu çağırmak.
  • Aktığında sesi ve çağıltısı işitilecek kadar çok olan su.

herime

  • Dişi arslan.

herit / herît

  • Ağzı büyük kişi.
  • Ferciyle dübürü bir olan kadın.

herkül

  • Cesaret ve kuvvetiyle efsaneleşmiş Yunan mitolojisi kahramanı.

herkül burcu

  • Gök küresi kuzey cihetinde isim verilen bir takım yıldız kümesi.

herv

  • Dövme, sopalama.
  • Pişirme.
  • Afganistan'da bir şehrin adı.

herya'

  • Ağaç hışırtısı.

heşaş

  • Açık yüzlü şen yeynicek kişi.
  • Sağan kimseye sevip sütünü veren koyun.

heşeme

  • (Çoğulu: Heşemât) Dağ keçisinin oğlağı.

heshese

  • Karışıp görüşme.

hetf

  • Bir şeyi gizlice hatırlatmak. Seslenmek. Fısıldamak.

hetr

  • Bunama, alıklaşma. Ateh getirme, ihtiyarlıktan çocuk gibi olma.
  • Sersemleşme, aptallaşma.
  • Birisini kötüleme.
  • Acib emir.
  • Zahmet, meşakkat.
  • Enine yarmak.

hevamm

  • Böcekler, haşereler. Pire, tahta kurusu, bit, örümcek, yılan gibi, kışın gizlenip yazın meydana çıkan, insan ve hayvanın vücudundan beslenerek yaşayan, insana zararı dokunan (parazit yaşayan) küçük canlılır.

hevas

  • Çok yiyen kişi.

hevatif

  • (Tekili: Hâtif) Hâtifler. Gayıptan işitilen sesler.
  • Nidâ eden melekler.

hevb

  • Yol, tarik.
  • Ateş alevi.
  • Karışık sözlü kimse.

heves-i mütecessim

  • Cisimleşmiş heves.

hevr

  • Birisini itham etmek, töhmet. Zan. Takdir ve tahmin etmek.
  • Binayı yıkmak, yıkılmak.
  • Sulu, ağaçlı yer.
  • Koyun sürüsü.

hey'at / hey'ât

  • Hey'etler. Ayrı ayrı mânalar. Kısımlar.
  • Birşeyin hâl ve keyfiyetleri, yani birşeyin durum, vaziyet, özellik, nitelik, kalite, şekil gibi bütüncül olarak genel yapısı.

heybet

  • Hürmetle karışık korku uyandıran hâl.

heyet-i etvar

  • Tavırların, davranışların durumu, yapısı.

heyet-i içtimaiye-i islamiye / heyet-i içtimaiye-i islâmiye

  • Müslümanların sosyal hayatı, konumu, yapısı.

heyet-i mecmua-i insaniye

  • İnsanın genel yapısı.

heyet-i suret

  • Bir şeyin görünen yapısı.

heykel

  • Taş, tunç, kil ve alçı gibi maddelerden yontularak, kalıba dökülerek veya yoğurulup, pişirilerek yapılan insan, hayvan vs. şekli.
  • Büyük bina, anıt, büyük ve yüksek yapı, âbide.
  • Mc: Soğuk ve duygusuz kimse.
  • Güzel ve yakışıklı kişi.

heysam

  • Arslan.
  • Kısa boylu kişi.

heyula / heyûlâ

  • Eski felsefecilere göre, cisimlerin aslı kabûl edilen madde.

heyzale

  • İnsan sesleri.
  • Cemaat, topluluk.
  • Çok asker.
  • Büyük deve.
  • Belinden aşağısı şişman olan kadın.

hezecat

  • (Tekili: Hezec) Yağmur çisiltisi. Yağmur sesi.

hezheze

  • Cisimlerin, hava yahut başka bir şey dokunmasiyle titremesi.

hezlamiz / hezlâmiz

  • Şaka ile karışık söz. Mizahlı kelâm.

hezz

  • Vurmak, dövmek.
  • Isırmak.

  • Arabça alfabede dokuzuncu harftir. Ebced hesabına göre 600 sayısına işaret eder.

hıbab

  • (Çoğulu: Havâbibe) Hısımlık, yakınlık, akrabalık, karâbet.

hica'

  • Hicvetme, yerme. Birisi hakkında alay eder tarzda yazılar yazma.

hical

  • (Tekili: Hacle) Gerdekler, gelin odaları.
  • Çadır kapısına asılan kalın perde.

hicame

  • Deve ağzına ısırmasın diye takılan ağızlık.

hicar

  • Aygır atın ön ayağını arka ayağının birisine sağlamak.
  • Devenin ayağını bileğinden semer ağacına bağladıkları ip.

hiçkare / hiçkâre

  • İşi rast gitmeyen. (Farsça)

hicr

  • Men etmek; akıl ve bâliğ olmamış çocuk, deli, bunak, sefih yâni malını kötü yere harcayan ve borçlu gibi kimseleri, tasarruf-i kavlîsinden yâni alış-veriş, kirâlama, havâle, kefillik, emânet ve rehin alıp-verme, hibe gibi işlerin tasarruflarından men' etme.
  • Dostluğu bırakmak, dargın

hicran / hicrân / هجران

  • Ayrılık, ayrılık acısı.
  • Ayrılık. (Arapça)
  • Ayrılık acısı. (Arapça)

hicran-ı ebedi / hicrân-ı ebedî

  • Ebedî hicran, sonsuz ayrılık acısı.

hicran-ı layezali / hicrân-ı lâyezâlî

  • Bitmeyen hicran, sonsuz ayrılık acısı.

hicviyye

  • Hicv sözü veya yazısı, taşlama.

hidayet-i fıtrıye

  • Yaratılıştan gelen hidayet; kötü tercih ve telkinlerle bozulmamış olan insanı yaratılışındaki doğruluk.

hiddet

  • Öfke. Kızgınlık. Gadab. Dargınlık. Hışım.
  • Keskinlik.

hıdemm

  • Bahşişi çok olan kimse.

hıdiv / hıdîv / خدیو

  • Vezir, âsaf. (Farsça)
  • Kral nâibi. (Farsça)
  • Osmanlı Padişahı Abdülaziz zamanında (1861 - 1876) Mısır valilerine verilen ünvan. Sultan Abdülaziz, hıdîv ünvanını Büyük Fuad Paşa'nın arzusu üzerine ilk olarak Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın torunu olan İsmail Paşa'ya verdi. (8/6/1867) İsmail Paşadan (Farsça)
  • Mısır valisi. (Farsça)

hidiv / خدیو

  • Mısır valisi. (Farsça)

hıdivane / hıdîvâne

  • Bir vezire veya Mısır hıdîvine yakışır şekil ve surette. (Farsça)

hıfz-ı bilad u ibad

  • Şehirlerin ve şehir ahalisinin korunması.

hıfzıssıhha

  • (Hıfz-üs sıhha) Sağlıklı yaşamak için doğrudan doğruya kişi ve içinde bulunan çevrenin sağlıkla alâkalı şartlarını tetkik edip inceleyen, gerekli tedbirleri olan ve bu çeşit çalışmalardan bahseden hekimlik kolu veya sağlık bilgisi.
  • Sıhhatini korumak. Sağlığını muhafaza etmek.

hikka

  • Dört yaşına basan dişi deve.

hikkab

  • Uzun boylu, büyük karınlı kişi.

hikmet-amiz

  • Hikmetli, hikmetle karışık, hikmeti içine alan. (Farsça)

hikmet-i atika

  • (Batlamyus'un) Dünya merkezli kâinat anlayışını kabul eden eski bilim ve felsefe.

hikmet-i bedayi'

  • Güzel sanat bilgisi. Güzel san'at sevme (estetik). (Farsça)

hikmet-i beşeriye

  • İnsanların bilgisi.

hikmet-i derc

  • Konma, yerleştirilme gayesi, esprisi.

hikmet-i efgan

  • Ağlayıp sızlamanın hikmeti. Feryadın, inleyişin gizli sebebi. (Farsça)

hikmet-i hakiki / hikmet-i hakikî

  • Felsefenin karşısında Kur'ân'ın koyduğu gerçek hikmet.

hikmet-i ilahiye / hikmet-i ilâhiye

  • Allah'ın hikmeti. Mahlûkatın yaratılışında Allah'ın gayeleri.

hikmet-i madde

  • İşin hikmeti.

hikmet-i samedaniye / hikmet-i samedâniye

  • Herşey Ona muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın kâinatta gözettiği gaye ve fayda.

hikmet-i şeriat ve islamiyet / hikmet-i şeriat ve islâmiyet

  • Şeriat ve İslâmiyet bilgisi, ilmi.

hikmet-i tabiiye

  • Fizik bilgisi.

hikmetamiz / hikmetâmiz

  • Hikmetli, hikmetle karışık, hikmeti içine alan.

hilaf-ı adalet / hilâf-ı adâlet

  • Adalet dışı.

hilaf-ı adet / hilâf-ı âdet

  • Alışkanlık dışı, her zamanki âdetin tersine.

hilaf-ı akıl / hilâf-ı akıl

  • Akıl dışı, akla aykırı.

hilaf-ı kanun / hilâf-ı kanun

  • Kanun dışı.

hilaf-ı şuur / hilâf-ı şuur

  • Bilince aykırı, şuur dışı.

hilaf-ı vaki / hilâf-ı vâki

  • Gerçek dışı, meydana gelen hâdise ve kanunlara ters.

hilal-i savm / hilâl-i savm

  • Oruç hilâli. Ramazanın geldiği kendisi görünmekle bilinen hilâl.

hilb

  • Asma yaprağı.
  • Ciğer.
  • Tırnak.
  • Tarp bitkisi
  • Zampara genç.

hile-i batıla / hîle-i bâtıla

  • Haramı helâl ve helâli haram yapmak veya farzı kendisine uygun gelecek şekilde yapmak yâhut birinin hakkına mâni olmak veya haksız mal ele geçirmek için yapılan hîle.

hile-i şer'iye

  • Müşkül bir mes'eleyi, şer'i esaslar üzeri, hazakatla hall ve izah etmek ve şer'an muahaze ve mes'uliyeti mucib olmayacak surette te'vilini bulmaktır. Bu tabir kanuna, yani şeriata karşı irtikâb edilen, hile, oyun, aldatma veya şer'î bir hükmü bertaraf etmek mânasına olmayıp, ancak karışık bir durumu

hilkat-i adem / hilkat-i âdem

  • İlk insanın yaratılışı.

hilkat-ı alem / hilkat-ı âlem

  • Âlemin yaratılışı.

hilkat-i alem / hilkat-i âlem

  • Âlemin, kâinatın yaratılışı.

hilkat-ı arz

  • Yeryüzünün yaratılışı.

hilkat-i arz / خِلْقَتِ اَرْضْ

  • Dünyanın yaratılışı.
  • Yeryüzünün yaratılışı.

hilkat-ı beşer

  • İnsanın yaratılışı.

hilkat-i beşer

  • İnsanın yaratılışı.

hilkat-i cesed

  • Cesedin yaratılışı.

hilkat-i dünya

  • Dünyanın yaratılışı.

hilkat-ı eşya

  • Varlıkların yaratılışı.

hilkat-i eşya

  • Varlıkların yaratılışı.

hilkat-i insan

  • İnsanın yaratılışı.

hilkat-ı insaniye

  • İnsanın yaratılışı.

hilkat-i insaniye / خِلْقَتِ اِنْسَانِيَه

  • İnsanın yaratılışı.
  • İnsanın yaratılışı.

hilkat-i kainat / hilkat-i kâinat

  • Evrenin yaratılışı.

hilkat-i mevcudat / خِلْقَتِ مَوْجُودَاتْ

  • Varlıkların yaratılışı.
  • Varlıkların yaratılışı.

hilkat-i semavat ve arz / hilkat-i semâvât ve arz

  • Göklerin ve yerin yaratılışı.

hill

  • Helâl. Yapılması günah olmayan.
  • Harem-i Kâbe ile mikat arası, hac zamanında Mekke-i Mükerreme dışında ihrama girilen yerin haricinde bulunan saha.
  • Hilal.
  • Hac zamanında ihrama girilen yerin dışında kalan saha, haremin dışı.

hıls

  • (Çoğulu: Ahlâs) Yünden veya kıldan yapılan ve palas denilen döşek.
  • Büyük ve kuvvetli olan dişi deve.

hılt

  • Bir şeye karışık, karışmış bulunan.
  • Eski tıbda: Ahlât-ı erbaa (Kan, salya, safra, dalak) dan birisi.
  • Soyu, nesebi karışık kimse.

hilye-i seadet / hilye-i seâdet

  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem görünüşü veya O'nun görünen bütün uzuvlarının şeklini, sıfatlarını, isimlerini ve güzel huylarını anlatan yazılar. Süslü levhalar üzerine yazılan bu yazılara Hilye-i şerîf de denir.

himale

  • (Çoğulu: Hamayil). Kılıç kayışı.

himmet

  • Kalbin bütün kuvveti ile Cenab-ı Hakk'a ve sâir mukaddesata yönelmesi. Kalb isteği ile gösterilen ciddi gayret.
  • Allah indinde makbul ve mübârek bir kimsenin mânevi yardımı ile birisini koruması, yardım etmesi.
  • Tabiî şevk ve meyil ve heves.
  • Lütuf, yardım.
  • Kast, irâde, kuvvetli istek, arzu. Allahü teâlânın velî kullarından bir zâtın, kalbinde yalnız bir işin yapılmasını bulundurup, başka bir şeyi kalbine getirmemesi ve Allahü teâlâdan o işin olmasını dileyerek, bu şekilde mânevî yardımda bulunması. Evliyânın himmeti, yaktı beni kül eyledi Sofi

hımye

  • Tıb: Hastanın, hekim tarafından verilen ilaçlarla kanaat edip ve tavsiyelerine uyup o hududun dışına çıkmaması.

hınas

  • (Tekili: Hünsâ) Kendisinde hem erkeklik ve hem de dişilik özelliği taşıyanlar.

hind

  • Hindistan'ın kısa adı.
  • Bir kadın adı. (Asr-ı saadette Hazret-i Hamza'nın ciğerlerini yiyen kadın, Ebu Süfyan'ın karısı.)
  • Fetva metinlerinde kadını temsil etmek üzere kullanılan umumi isimlerden birisi. Diğerleri: Fatıma, Hatice, Zeyneb.

hindi / hindî

  • Hind'e ait.
  • Hind ahalisinden olan, Hindli.
  • Bugün konuşulan Hind dillerinin en yaygın ve tanınmış olanı.
  • Güzel sanatlarda kullanılan ve Hind'de yapıldığı için de bu ismi alan bir kağıt cinsi.

hindu

  • Satürn (Zühal) gezegeni. (Farsça)
  • Benek, ben. (Farsça)
  • Hind'in Brahman ahalisinden olan. (Farsça)
  • Hindliler gibi pek esmer adam. (Farsça)

hınezkar

  • Kısa boylu kişi.

hınzır

  • (Çoğulu: Hanâzır) Domuz. (Beğenilmeyen birisine hakaret için mecazen söylenir.)
  • Pis ve katı kalbli kimse.

hınzire / hınzîre

  • (Çoğulu: Hınzırât) Hileci ve fitnekâr kadın.
  • Dişi domuz.

hipotenüs

  • Mat: Bir dik üçgende dik açının karşısında bulunan kenar. (Diğer kenarların her birerlerinden büyük, toplamlarından küçüktür.) (Fransızca)

hirabe

  • Şehir dışındaki yerlerde yapılan eşkiyalıklara katılma. Dağlarda yapılan haydutluklarda bulunma.

hırk

  • Törpülemek.
  • Kızgınlıktan dolayı dişini gıcırdatmak.
  • Bir şeyi dürtmek.

hırka-i saadet

  • Cenab-ı Peygamber'in (A.S.M.) İstanbul'da Topkapı Sarayı'nda gümüş sandık içinde muhafaza edilen hırkasıdır. Mısır'ın fethi üzerine Mekke Şerifi tarafından diğer emanat-ı mübareke ile beraber Yavuz Sultan Selim Han'a hediye edilmiştir. Hırka-i Şerif de denir.

hırka-i saadet dairesi

  • İstanbul'da Topkapı Sarayı'nda "mukaddes emanetlerin" bulunduğu yer. Burada yüzyıllardan beri, başta Peygamberimiz Hz.Muhammed'in (A.S.M.) hırkaları olmak üzere İslâmî nitelikte birçok mukaddes eşya saklanmaktadır. Bu eşya Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim tarafından, Mısır'ın fethinden (1517) son

hirre

  • Dişi kedi.

hirsa

  • Azıcık derisi yarılan baş yarığı.

hırşa'

  • Yılan derisi.
  • Yumurtanın üst kabuğu.

hirsıyan

  • Karın derisinin içi.
  • Fil derisinin içi.

hirta

  • (Çoğulu: Hırâ) Zayıf dişi koyun.

hırvat

  • Hırvatistan halkından veya bu halkın neslinden olan kişi.

hırz-ı binefsihi / hırz-ı binefsihî

  • İçerisinde mal ve eşya saklamak için yapılmış, hazırlanmış ve içine izinsiz girilemiyen ev, dükkân, çadır, depo vs. gibi mahaller. (Kasa, sandık, dolap, çuval da bu hükümdedir.)

hısan

  • Mümtaz kimseler, seçkin kişiler.

hisbe

  • Ecir, sevap.
  • İslâm hukukunda, devlet muhasebesi. Muhasebe dairesi.
  • Huk: Hisbe, daha sonraki çağlarda zabıta, çarşı zabıtası, ahlâk zabıtası gibi değişik müesseselerin adı oldu.

hisbet

  • İyiliği emr edip kötülükten alıkoymak husûsunda, hükûmet adamlarının bizzat işe karışıp gerekeni yapmaları. İhtisâb da denir.

hışım / خشم

  • Öfke. (Farsça)
  • Hışımlanmak: Öfkelenmek. (Farsça)

hışır

  • Kavun ve karpuzun kabuk kısmı.
  • Olgunlaşmamış kavun.
  • Kötü bir tabaklama neticesinde, bazı kısımları sert kalan deri.
  • Mc: Kaba, görgüsüz ve salak kimse.

hışm / خشم

  • Öfke, hışım. (Farsça)

hışm-nak / hışm-nâk

  • Kızgın, öfkeli, hiddetli, hışımlı. (Farsça)

hışmgin / hışmgîn / خشمگين

  • Öfkeli, hışımlı. (Farsça)

hısreme

  • Üst dudağın derisinin sarkık olması.

hiss

  • Duymak. Farkına varmak. Duygu.
  • Bir kimsenin haline acıyıp rikkat ve şefkat eylemek.
  • Bir şeyi idrak edip şuur hâsıl eylemek. Bedendeki his uzuvlarından birisini müteessir eden bir şeyin mevcudiyetini idrak eylemek.

hiss-i samia, basıra, zaika / hiss-i sâmia, bâsıra, zâika

  • İşitme, görme, tat alma hisleri, duyguları.

hiss-i zahir / hiss-i zâhir

  • Zâhirde ve varlığın dış yüzünde olanları kavrayan hisler, duyular; görme, işitme, tatma duyuları gibi (Varlığın mânâ boyutu ile ilgili sezgi ve ihtisaslara vesile olan aklî, rûhî, kalbî, vicdanî hislere hiss-i bâtın denir.).

hisse

  • Pay. Nasip. Kısmete düşen kısım. Vârise intikal eden kısım.

hisse-i müfreze

  • Fık: Bir toprağın taksiminde vârislerden her birisinin hissesine isabet eden yer.

hisse-i şayia / hisse-i şâyia

  • Fık: Müşterek bir malın her bir cüz'üne sirayet eden hisse, pay.
  • Ortaklar arasında taksim edilmemiş olan müşterek mal. Meselâ: Bir kitaba, bir kaç kişi ortak ve taksim de mümkün değil ise; her hissedarın kitabın umumuna sahip olması.

hissiyat-ı imaniye

  • İmanî hisler, imanın etkisinde olan duygular.

hissiyatça

  • Duyguları açısından.

hışt-ı puhte

  • Fırında pişirilmiş tuğla.

hışv

  • Geyik buzağısı.

hitab

  • Söz söyleme. Topluluğa veya birisine karşı konuşma.

hitabet

  • Cemaate, topluluğa veya birisine karşı söz söylemek. Güzel ve faideli söz konuşmakla halka dinletmek. Güzel söz söyleme san'atı. Hutbe okuma. Nutuk irâdetmek.
  • Man: Makbul ve zannî mukaddemelerden terekküb eden kıyas.

hitamuhu miskün

  • Onun mühürü (sonu) misktir, meâlinde Mutaffifîn Suresi'nin 26. âyetinden bir kısımdır. Onda Cennet nimetlerinden bahsedildiği gibi, bu kelâm tatbikatta sözün, sohbetin sonunu hoş ve güzel sözle bitirmeğe denilir.

hıyal

  • Hayvanın kısır olması.

hiyal

  • Taraf, yan, cânib. Hizâ.
  • Bir hayvanın kısır olma hâli.

hıyar

  • Hayırlılar.
  • (Çoğulu: Hıyârât) Huk: Bir işi yapıp yapmamada serbestlik. Genel olarak bir anlaşmadan vaz geçme. Hususi bir sözleşmenin fesh veya tasdiki. Muhayyerlik. Kendisinde böyle muhayyerlik bulunan kimse, yaptığı bir akdi diğer tarafın rızasına hâcet kalmaksızın bozabilir.
  • Bir işi yapıp yapmamakta serbestlik, İslâm hukukunda alış-veriş hususunda muhayyerlik.
  • Hayırlılar, iyiler.

hıyat

  • İplik. İbrişim.
  • İğne.

hıyata

  • Terzilik, dikiş dikme işi.
  • Tıb: Ameliyat esnasında kesilip yarılan yerin tekrar kaynaması için dikilmesi.
  • Ameliyatta dikiş için kullanılan bağırsak ve benzeri şeylerden yapılan iplik.

hiyerarşi

  • Mevkilerin, salâhiyeterin ve rütbelerin önem sırası. (Fransızca)
  • Sıra gözetilerek yapılan herhangi bir tasnif. (Fransızca)
  • Huk: Aynı teşkilâta bağlı kişiler arasında yukarıdan aşağıya bir kontrol imkânı veren ve bu suretle astı üste bağlayan alâka. (Fransızca)

hıyere-i nas / hıyere-i nâs

  • Seçkin kimseler, mümtaz kişiler.

hiyeroglif

  • Eski Mısırlılar'ın yazısı. (Fransızca)

hıyre-dest

  • Aldığı işi bozar olan (kimse.). Eli sakar kişi. (Farsça)

hiza

  • Bir şeyin karşısı, mukabili. Bir doğru çizginin devamı ile hâsıl olan cihet, düzlük, sıra.
  • Devenin ve atın ayakları altında yere bastığı yerler.
  • Nalin.
  • Taraf.

hizab

  • Rüzgârın etkisiyle deniz suyunda meydana gelen hareket, dalga. (Farsça)

hizb

  • Cemaat.
  • Takın, kısım, fırka. Parti.
  • Âlim ve sâlih bir zâtın re'yine tâbi olup onunla bir gaye uğrunda beraber çalışanlar.

hizb-hizib

  • Kısım, bölük.
  • Taraftar.
  • Kur'ân cüzünün dörtte biri.

hizb-ül kur'an

  • Kur'an Cemaatı. Kur'an'a ciddi ve samimi olarak bağlanıp, ona hizmet için mücahidane bir surette çalışan ve fenâlıklardan korunan müslümanların topluluğu ve cereyanı.
  • Kur'an'ın bir cüz'ünün dörtte biri.
  • Zikir ve dua için Kur'an'dan alınmış bir kısım âyetler.

hızecr

  • (Çoğulu: Hazâcir) Karnı büyük kişi.

hizlan

  • (Hezlan) Yalnız başına kalıp zelil olmak, yardımcısız kalmak.
  • Muhafaza ve rahmet-i İlâhiyeden mahrumiyet.

hizmet

  • Birinin işini görme. Bir kimsenin hesabına veya menfaatına iş görme, bu suretle yapılan iş, vazife. Memuriyet.
  • Bir insan, hayvan veya nebatın muhtaç olduğu işler ve takayyüdat.
  • Birinin işini görme.

hizmetgüzar

  • Komisyoncu. (Farsça)
  • Şunun bunun işini görüveren. (Farsça)

hoca-i kainat / hoca-i kâinat

  • Kâinatın hocası, efendisi.

hodendiş

  • Yalnız kendini düşünen, kendisi için endişe eden.
  • (Hod-endiş) Kendini düşünen. Kendi için endişe eden. Başkasının işine yaramayan. (Farsça)

hodfuruşane / hodfuruşâne

  • Kendini beğendirmeye çalışır bir şekilde.

hodnüma

  • Gösteriş meraklısı. Gösterişe meraklı olan kimse. (Farsça)

hokkabaz

  • Elçabukluğu ile birtakım şaşırtıcı oyunlar göstermeyi kendine meslek edinmiş kişi.
  • Mc: Başkalarını aldatarak yalan ve hile ile iş çeviren kimse.

hoppa

  • Herşeye girişen hafif mizaçlı çocuk tabiatında olan kimse. Yersiz davranışlarda bulunan, dilediğince davranan kişi. Delişmen, şımarık.

hor

  • Kıymetsiz, ehemmiyetsiz. Adi. (Farsça)
  • Güneş, ışık, aydınlık. (Farsça)
  • Yiyen, yiyici anlamında olup, birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Miras-hor : Miras yiyen. (Farsça)

horanta

  • Aynı çatı altında yaşayan kişiler, ev halkı. (Farsça)

hortlak

  • Bazıların hakikatsız ve batıl inanışına göre mezarda dirilip geceleri çıkarak dolaştığı tevehhüm edilen ölü. Cadı, vampir.

hoşeda

  • Hareket ve davranışı hoş ve güzel olan. (Farsça)

hoşnişin

  • (Çoğulu: Hoş-nişinân) Göçebe. (Farsça)
  • Rahat yerleşmiş. (Farsça)

hoşreftar

  • Gidişi, yürüyüşü güzel. Güzel gidişli. (Farsça)

hubak

  • (Çoğulu: Hubek) Suya ve kuma rüzgârın etkisiyle yol yol görünen yerler.

hubanname

  • Edb: Güzel ve yakışıklı gençler hakkında yazılan kitap. (Güzel kadınlar hakkında yazılanlara ise "zenanname" denilir.)

hubb

  • (Hibâb - Hibb - Mehabbet) Sevgi, muhabbet, bağlılık, dostluk. Bir şeyi birisine sevdirmek.
  • Hulus, lüzum ve sübut.
  • Muhafaza ve imsâk.

hubb-ı dünya / hubb-ı dünyâ

  • Dünyâ sevgisi. Ölümden sonra işe yaramayacak olan şeylere düşkün olmak. Dünyâ; haramlar, mekruhlar ve Allahü teâlâyı unutturan her şeydir.

hubb-i dünya

  • Dünya sevgisi.

hubb-ı riyaset / hubb-ı riyâset

  • Makam ve mevki sevgisi.

hubb-ısiva / hubb-ısivâ

  • Allahü teâlâdan başka şeylerin sevgisi.Olup nâdim elim çektim hevâdan, Pâk ettim kalbimi hubb-ı sivâdan. Yüzüm dergâhına döndüm ilâhî, Kapundan etme red, bu pür günâhı.

hubb-u ahiret / hubb-u âhiret / حُبُّ اَخِرَتْ

  • Âhiret sevgisi.
  • Ahiret sevgisi.

hubb-u ali

  • Hz. Ali sevgisi.

hubb-u cah / hubb-u câh

  • Şöhret düşkünlüğü, makam sevgisi. Rütbe hırsı. (Farsça)
  • Makam ve mansıb sevgisi.
  • Makam, mevki sevgisi.

hubb-u din

  • Din sevgisi.

hubb-u dünya / حُبِّ دُنْيَا

  • Dünya sevgisi.
  • Dünya sevgisi.

hubb-u insaniyet

  • İnsanlık sevgisi.

hubb-u lafz / hubb-u lâfz

  • Lâfız sevgisi; kelimenin söyleyiş şekline meftun olmak.

hubb-u mehasin / hubb-u mehâsin

  • Güzellik sevgisi.

hubb-u vatan

  • Vatan sevgisi.

hubb-ul vatan

  • Vatan sevgisi.

hubbü'l-vatan mine'l-iman / hubbü'l-vatan mine'l-îmân / حب الوطن من الایمان

  • Vatan sevgisi imandan gelir. (Arapça)

hubbucah / hubbucâh

  • Makam sevgisi.

hubeb

  • (Tekili: Habbe) Buğday, mısır, arpa gibi ufak ve yuvarlak nebatatın taneleri.

hubse

  • Tutuk mânâsına bir isim.

hububat / حُبُوبَاتْ

  • Buğday mısır gibi taneli bitkiler.

hüceyre-i kübra / hüceyre-i kübrâ

  • En büyük hücre; maddî yapısı çok küçük olmasına rağmen, değeri çok büyük olan insan.

hücnet

  • Kusur, noksan, ayıp.
  • Bayağılık, karışıklık, soysuzluk.
  • Sözdeki ayıp.

hücre

  • Oda. Odacık.
  • Hüceyre. En küçük canlı varlık. Canlı varlıkların en küçük yapısı.
  • Odacık, canlıların en küçük yapısı.

hücumat-ı sitte / hücumât-ı sitte

  • Altı hücum anlamına gelen ve şeytanın desiselerine karşı yazılan bir eser; Yirmi Dokuzuncu Mektupta Altıncı Risale olan Altıncı Kısım.

hud

  • (Tekili: Hâid) Büyüklük.
  • Çok hürmet.
  • Bir Peygamber ismi. Rıfk, sükun ve vakar ile muttasıf olduğu için bu Peygambere Hud ismi verilmiştir. (A.S.) Yahudilere de bu isim söylenilmiştir. Nuh tufanından sonra Yemen diyarında Hadremud civarında Ahkaf denilen yerde Ad Kavmine gönde

hudadad / hudâdâd / خداداد

  • Allah vergisi. Mevhibe-i İlâhî. (Farsça)
  • Allah verdi. (Farsça)
  • Allah vergisi. (Farsça)

hufale

  • Arpa, buğday ve pirinç kabuğundan saçılan.
  • Her kabuklunun arınıp pâk olanı.
  • Her nesnenin kemi ve yaramazı.
  • Yağ tortusu.
  • Şıra sıkıntısı ve kepeği.

hufas

  • Isırdığı yer acımayıp zarar vermeyen yılan.

huff

  • Abdest alınırken üzerine meshedilebilen mest vs. gibi ayakkabı.
  • Deve tabanı isimli bir nebat.

hufte-gan / hufte-gân

  • (Tekili: Hufte) Yatmış olanlar, yatıp uyumuş olan kişiler. (Farsça)

huh

  • (Çoğulu: Huvhât) Şeftali.
  • Duvardaki ışık girecek delik.

hükake

  • Kazılan şeyin kazıntısı, talaşı veya yongası.

hükl

  • Karınca gibi sesi işitilmeyen hayvan.

hükm

  • Bir dâvâ, bir mes'ele, bir kişi hakkında verilen karar, emir.

hükm-i vicahi / hükm-i vicahî

  • Huk: Tarafların her ikisinin de veya vekillerinin hazır bulundukları hâlde verilen hüküm.

hükmünde

  • Konumunda, yapısı içinde.

hukuk-u şahsiye

  • Şahsın hak ve hukuku, kişi hakları.

hukuk-u umumiye ve hususiye

  • Kişisel ve genel haklar.

hukukçu

  • Hukuk mütehassısı. Hukuku meslek edinen kimse. Avukat, müdde-i umumi "savcı" ve hâkim.

hukukiyyat

  • Hukuk bilgisi.

hukukperver

  • Geçmişi unutmayan, haklara hürmetkâr kimse. Vefalı ve sâdık dost. (Farsça)

hükümdarane

  • Hükümdar gibi, hükümdara yakışır bir surette.

hükumet-i adl / hükûmet-i adl

  • Huk: Miktarı şer'an muayyen olmayıp ehl-i vukufun (bilirkişinin) usulü dairesinde takdir ve tayin edeceği diyettir. Buna hükm-ü adl de denir.

hükumet-i ittihadiye / hükûmet-i ittihadiye

  • İttihad ve Terakkî Partisi hükümeti.

hulak

  • Boğaz ağrısı.

hulle

  • Ağır, pahalı.
  • Belden aşağı ve belden yukarı olan iki parçadan ibâret olan elbise.
  • Cennet elbisesi.
  • Fık: Üç defa kocasının boşadığı bir kadının dördüncü defa eski kocasına nikâh düşebilmesi için başka birine nikâhlanması. Müslim bir erkek karısını üç talak ile boşarsa,

hulul

  • Girme. Dâhil olma. İçine gizlice giriş.
  • Birinin veya birkaç kimsenin sevgi veya itimadını kazanmak, içlerine onlardan görünüp girmek.
  • Halletmek.
  • Vuku' bulmak. Zuhur etmek.
  • Gelip çatmak.
  • Bir menzile inmek.
  • Kim: Bazı akıcı cisimlerin vücud mesâmâ

hulus

  • Hâlislik. Saflık.
  • Samimiyet. Hâlis dostluk. İçden davranmak. Her hayırlı işi ve ameli Allah rızâsını niyet ederek yapmak.

hulvan

  • Bir kimsenin hizmeti karşılığında, ücretinin haricinde verilen şey.
  • Kızın mihrinden, kişinin kendisi için aldığı miktar.
  • Vermek, bahşetmek.
  • Bir belde ismi.

hüma

  • (İki kişiye işaret olan zamir) O ikisi.

hüma kuşu / hümâ kuşu

  • Devlet kuşu. (Hikâyede: Gölgesi kimin başına düşerse o padişah olurmuş, derler. Hümâyun da buradan gelmiştir. Tayr-ı hümâyun, tâlih kuşu, uğur kuşu gibi isimlerle söylenir.)

hümam

  • Himmetli. Bir işe sıkı sıkıya sarılıp o işi bitiren. Sahi ve civanmerd.
  • Aslan.
  • Büyük ve sağlam.

humar / humâr

  • Sarhoşluk veren ve haram olan içkiden sonra gelen baş ağrısı.
  • Sersemlik.
  • Bir şeyin acısı burnundan gelmesi.
  • Sarhoşluğun verdiği sersemlik, başağrısı.

hümeze

  • (Hemz. den) Dürtüştürücü, kırıcı, ısırıcı, sıkıcı.
  • El ve kaş işâretleri ile ayıplama.
  • Bir kişinin ardından ayıplarını söyleyen. Gammaz.

hums

  • Beş bölükten birisi. Beşte bir.

hun-ab

  • Sulu kan, kanlı su, su ile karışık kan. (Farsça)
  • Mc: Kanlı gözyaşı. (Farsça)

hunçegan / hunçegân

  • Kendisinden kan akan. (Farsça)

hunnes-künnes

  • Bir kısım yıldızlar.

hunsa

  • Hem erkek, hem de dişi olan.
  • Erkeklik ve dişilik alâmetlerini birlikte taşıyan bitki.

hünsa / hünsâ / خنثى

  • Erkek veya kadın olduğu belirsiz olan.
  • Aynı çiçekte dişi veya erkeklik uzvunun bulunması.
  • Kendisinde hem erkeklik hem dişilik alâmeti bulunan kimse.
  • Aynı çiçekte erkeklik ve dişiliğin bulunması.
  • Erkek ve dişi organları üstünde bulunduran. (Arapça)
  • Nötr. (Arapça)

hünsaiyyet

  • Aynı kimsede ve aynı zamanda hem erkeklik hem dişilik.

hurc

  • Uzun dişi deve.

hurde tezyinat

  • Tezhibde küçük süsleme motiflerine verilen genel isim.

hürer

  • (Tekili: Hirre) Dişi kediler.

hurma

  • Bir sıcak iklim meyvesi. (Farsça)
  • Hurma şeklinde yapılan hamur tatlısı. (Farsça)

hürmet-i müsahere

  • Sıhriyyet sebebi ile hâsıl olan haramlık. Yâni evlenmek sebebi ile meydana gelen akrabalık dolayısıyle hâsıl olan haramlıktır. Bu sıhriyyetin haramlık meydana getirmesi, ister meşru' nikâhla olsun, ister gayr-ı meşru' olsun "hürmet-i müsahere" meydana gelir.Meselâ: Hanefi mezhebinde, bir kimse kendi

hürmetsiz

  • Saygısız.

hürmetsizlik

  • Saygısızlık.

hürmüz

  • (Hürmüzd) Eski İran takviminde, güneş yılının ilk günü.
  • Zerdüştlerin bâtıl bir inanışları olan hayır tanrısı.
  • Jüpiter (Müşteri) yıldızı.

hürr

  • Kimsenin baskısı, zorlaması olmadan meşru' dairede istediği gibi yaşayabilen.
  • Esir veya köle olmayan. Serbest.

hürriyet

  • Hürlük, serbestlik.
  • Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyup, herkesin hakkını gözetmek.
  • Maddî ve mânevî her türlü şeyin sevgisinden gönlünü kurtararak yalnız Allahü teâlâya kul olmak.

hürriyet-i şahsiye

  • Şahsî hürriyet; kişisel özgürlük.

hürriyet-i şer'i / hürriyet-i şer'î

  • İslâmiyetin uygun gördüğü hürriyet, İslâm'ın hürriyet anlayışı.

hürriyet-i vicdan

  • Vicdan hürriyeti; kişinin, başkasına zarar vermemek şartıyla, inancını özgürce yaşayabilmesi.

hürriyet-şiken

  • Hürriyet kısıtlayıcı.

hurşun

  • (Çoğulu: Harâşın) Ufacık bıtırak. (Davarların tüyüne yapışır.)

huruf

  • (Tekili: Harf) Harfler. İsim ve fiil olmayan kelimeler.

huruf ve hatt-ı kur'an / huruf ve hatt-ı kur'ân

  • Kur'ân'ın harfleri ve yazısı; Arapça harfler.

huruf-ı mukattaa / hurûf-ı mukattaa

  • Kur'ân-ı kerîmde bâzı sûre başlarında bulunan ve mânâsı açık olmayan ikisi üçü bir arada veya tek başına yazılı harfler. Elif lâm mîm, Yâsîn, Elîf lâm râ... gibi.

huruf-u ecnebiye

  • Arap harfleri dışında yabancı harfler, Lâtin harfleri.

huruf-u munfasıla

  • Gr: Kendisinden sonra gelen harflere bitişmeyen (vav, rı, dal, hemze, ze, zel) gibi harfler.

huruf-u muttasıla

  • Gr: Kendisinden sonra gelen harflerle bitişip yazılan harfler.

huruf-u şemsiye

  • Gr: "El" harf-i tarifinin "lâm" harfi ile yan yana geldiğinde, kendisi okunmayıp "Lâm" harfine kalboluyorsa, o harflere "huruf-u şemsiye" harfleri denir. (Te, se, dal, zel, rı, ze, sin, şın, sad, dat, tı, zı, lem, nun harfleri) Meselâ: El-turab yazılıyor, etturab okunuyor. El-şems yazılıyor, eşşems

huruf-ul mukattaa

  • Gr: Kur'an-ı Kerim'de sure başlarında bulunan, kesik kesik, ikisi üçü birleşik veya tek başına yazılı hafler. Elif Lâm Mim, Yâ Sin, Elif Lâm Râ... gibi. Bunlar İlahî birer şifre olup, mânalarını anlayanlar Resul-ü Ekrem (A.S.M.) ve O'nun vârisleridir.

hurufilik / hurûfîlik

  • Acem yahûdisi Fadlullah-ı Hurûfî'nin v.796 (m. 1393) kurduğu bozuk yol. Küfür ve sapık inançları sebebiyle Timur'un oğlu Mîrânşâh tarafından öldürülmüştür.

husare

  • Arpa, buğday ve pirinç gibi hububâtın kabuğundan düşen parçalar.
  • Her kabuklu nesnenin, kabuğundan ayrılıp temizlenmesi.
  • Şirâ sıkıntısı.
  • Her nesnenin fenâsı.

hüsn-ü arazi / hüsn-ü arazî

  • Ber şeyin aslen kendisinde olmayan ve kendisine sonradan gelmiş olan güzellik.

hüsn-ü bilgayr

  • Dolayısı ile, neticeleri ciheti ile güzel olan.
  • Dolayısıyla güzel.

hüsn-ü bizzat

  • Kendisi bizzat güzel olan.

hüsn-ü esma / hüsn-ü esmâ

  • İlâhî isimlerin güzelliği.

hüsn-ü hilkat

  • Yaratılışın güzelliği.

hüsn-ü hilkat-ı insan

  • İnsanın yaratılışının güzelliği.

hüsn-ü teveccüh

  • Sevgi ile karışık medih ve takdir. İyi karşılanmak ve alâka görmek.

hüsran / hüsrân

  • Ümit edilenin elde edilememesinden duyulan elem. Mahrumiyet acısı.
  • Zarar, ziyan, kayıp.
  • Zarar, ziyan.
  • Beklenilenin elde edilememesinden duyulan acı, mahrumiyet acısı.
  • Zarar, umduğunu bulamama acısı.

huşu / huşû

  • Korkuyla karışık sevgiden gelen edepli hal.
  • Sevgiyle karışık korku.

huşu'

  • Alçak gönüllülük. Hayâ etmek ve mütevazi olmak. Korku ile karışık sevgiden gelen edebli bir hâl. Yüksek ve heybetli bir huzurda duyulan alçak gönüllülük. Sükun ve tezellül.

husuf

  • Ay tutulması. Perdelenmek. Dünya gölgesinin ay üzerine gelmesi.
  • Bir şeyin nuru ve ışığı gitmesi.

hususiyet

  • Ahbaplık, tanışıklık, yakınlık.
  • Hususilik.

husyetan

  • Hayalar, çift haya. Erkeklik bezlerinin her ikisi. (Farsça)

hut

  • Balık. Büyük balık.
  • Şubat ayı içinde güneşin girdiği ve semanın cenub yarısındaki burcun ismi.

hutam / hutâm

  • Kuru cisim kırıntısı.
  • Yumurta kabuğu.
  • Çerçöp.

hutame

  • Cehennemin beşinci tabakası. İnatçı münkirlerin yeri olup, Gayya Kuyusunun bulunduğu kısım.

hutbe

  • İlâhi emir ve nehiyleri cemaate beyan ve ihtar etmek. Cuma veya bayram namazlarında müslümanlara hatibin İlâhi ve şer'i emirleri hatırlatan sözleri. (Hatib, bu hutbeyi söylemeye Halife veya İslâm Devlet Reisinden vazife ve salâhiyet almıştır.)

hutut-u şemsiye

  • Işıklı güneş yolu.

hutuvat-ı sitte

  • Altı adım. (Kur'an-ı Kerim'deki "Hutuvat-üş şeytan" tabirinden istifaze ile, şeytanların ve onların insî mümessilleri olan şerir insanların fitnekâr ve dalâlete sevkedici adımları, izleri ve desiseleri gibi mânalarla alâkalı olarak "bir mühim eser"e verilen isim) Şeytanın altı desisesi.

huvase

  • (Çoğulu: Huvâsât) Karışık cemaat.

hüve hüvesine

  • (Türkçe bir tabirdir) Noktası noktasına, hiç değişiklik yapmadan, aynen.

hüve'l-ahir / hüve'l-âhir

  • O Âhirdir; her şeyin sonunu ezelî ilmiyle belirleyen ve sonu gelen varlıkların neslini tohum ve çekirdeklerle tanzim eden ve her şeyden sonra yalnız Kendisi bâkî kalan Allah'tır.

hüviyet

  • Şahsiyet, kişilik.

hüviyet-i şahsiye

  • Kişinin şahsî hüviyeti, kimliği.

hüviyyet

  • Asıl. Mâhiyyet. Birisinin kimliği, kim olduğu, kökü, esası ve ne olduğu.
  • Cenab-ı Hakkın varlık sıfatı.
  • Hamiyyet ve istikametten, ulüvv-ü cenâbdan ibâret olan sıfât-ı hamide.

huz ma safa, da'ma keder / huz mâ safâ, da'mâ keder

  • "Safâ olanı al, keder vereni bırak", "Allahın müsaadesi olan ve neticesi safâ veren şeyi al, sonu keder vereni bırak", "İyisini al, kötüsünü bırak" meâlindedir.

huzafe

  • Sahtiyan kırpıntısı.
  • Bez kırpıntıları.

huzme

  • Işık demeti.
  • Demet. Deste. Bir kucak şey.
  • Fiz: Bir ışık kaynağından çıkan sütun halindeki şua.
  • Işık demeti.

hüzn-amiz

  • Gam, keder ve hüzünle karışık. (Farsça)

huzruf

  • (Çoğulu: Hazârif) Fırıldak.
  • Değirmen çarkının birisi.
  • Pervâne.

hüzün-alud / hüzün-âlûd

  • Hüzünle karışık.

huzur-u ilahi / huzur-u ilâhî

  • Kulun kendisini Allah'ın huzurunda hissetmesi.

huzur-u irfan

  • İrfan ve ilim sahibi olan kişinin yüksek makamı.

huzur-u irfanınıza baş koydum

  • "Üstün ilim ve zekâdan hâsıl olan olgun şahsiyetinizin önüne baş koydum" anlamında karşısındakine karşı bir saygı ve hürmet bildiren ifade.

huzur-u mehabetinde

  • Büyüklük ve ihtişamın karşısında.

huzur-u resul-i ekrem

  • Allah'ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed'in (a.s.m.) bizzat huzuru.

huzur-u tam

  • Kulun kendisini tam olarak Allah'ın huzurunda hissetmesi.

huzurkarane / huzurkârâne

  • Kişinin kendisini Allah'ın huzurunda hissetmesi şeklinde.

huzzak / huzzâk

  • (Tekili: Hâzık) İşinin ehli olanlar, ustalar, mütehassıslar. Hazâkatli kimseler.

hüzzam / حزام

  • Türk musikîsinde bir makam. (Arapça)

hz. hasan

  • Hz. Ali'nin (R.A.) oğludur. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) sevgili torunudur. Cennet'le tebşir olunmuştur. Hz. Peygamber (A.S.M.) kendisi için cennet gençlerinin seyyidi buyurmuştur.

i'cazkar / i'câzkâr

  • Mûcizeli, başka şeyleri kendisine yetişmekten âciz bırakan.

i'la

  • (Ulüv. den) Yükseltmek. Bir şeyin yukarısına çıkmak. Yukarı kaldırmak. Şânını yüceltmek. Şöhretini artırmak.

i'lam

  • Bildirmek. Belli etmek. Anlatmak.
  • Mahkeme hükmünü bildiren resmi karar yazısı.

i'lamat-ı şer'iye mümeyyizi

  • Şeyh-ül İslâm kapısındaki fetvahanenin üç kaleminden biri olan "İlâmat Odası"nın başındaki memurun ünvanı idi. Kadılar tarafından verilen ilâmları tetkik vazifesiyle mükellef olduğu için, bu memuriyete, ulemadan tanınmış olanlar tâyin edilirdi.

i'rab

  • Düzgün konuşmak ve hakikatı açıklamak.
  • Gr: Kelime ve fiillerin sonunda bulunan harf veya harekelerin değişmesi ve bu değişikliği ve sebeblerini öğreten ilim.

i'tab

  • Şikâyeti kendisinden def' ile razı ve hoşnud etmek. Hoşlandırmak.
  • Hışım etmek.

i'tibar

  • (İtibâr) Ehemmiyet vermek. Hürmet, riâyet ve hatır saymak. Kulak asmak. İbret alıp uyanık olmak. Birisini veya sözünü makbul farzetmek.
  • Taaccüb etmek.
  • Şeref, haysiyet.
  • Bir şeyin gerçek değil, kararlaştırılan değeri.
  • Ticarette söz veya imzaya olan itimad.
  • <

i'tikaf / i'tikâf

  • İbâdet niyetiyle câmide bir müddet bulunmak. Îtikâf, nezr (adak) olursa vâcib, Ramazan ayının son on gününde sünnet, bunların dışında herhangi bir zamanda namaz kılmayı beklemek, göz-kulak günâh işlemesin niyetiyle mescidde bulunmak ise müstehâbdır (sevâbdır). Îtikâfa girene mü'tekif denir.

i'tikar

  • Birbirine karışıp sayılamama.

i'timad-ı nefs / i'timâd-ı nefs

  • Nefse güvenmek, bir iş için lâzım olan çalışmaları ve sebeplere yapışmayı bırakarak o işi başarırım diye kendine güvenmek.

i'timadname

  • İtimad yazısı, itimad bildiren yazı. (Farsça)

i'tiraz

  • (İtiraz) Kabul etmediğini bildirmek. Bir fikir veya işin olmasını kabul etmemek.
  • Men' eylemek. Men' olmak.

i'tirazname / i'tirâznâme / اِعْتِرَاضْنَامَه

  • İ'tirâz yazısı.

iade

  • Geri vermek. Eski haline getirme.
  • Mukabilini yapma. Karşılığını yapma.
  • Avdet ettirmek.
  • Edb: Bir mısraın veya beytin son kelimesini, kendisinden sonra gelen mısra veya beytin ilk kelimesi olarak kullanma sanatı.

ibadet

  • Allah'ın (C.C.) emirlerini yerine getirmek ve nehiylerinden kaçmak. Yapılmasında sevab olup, ihlâsla yapılan herhangi bir amel. Şeriatta bildirildiği gibi Allah'a kulluk etmek. Kâinatın ve dolayısıyla insanların hilkatindeki hikmet ve gaye.

ibadette bid'at / ibâdette bid'at

  • Peygamber efendimiz ve Eshâbı zamânında bulunmayıp da dîne sonradan katılan reformlar, değişiklikler.

ibda'

  • (İbzâ') Parça parça etmek.
  • Sorulan şeye güzel cevab vermek.
  • Kandırmak.
  • Birisine, kâr tamamen kendine âit olmak üzere sermaye vermek.

ibdad / ibdâd

  • Ezân-ı Muhammedî okunduğu zaman, her işi terk edip, cemâatle namaz kılmağa gitmek.

ibham

  • Mübhem, kapalı bırakmak. Belirsiz olmak. Muayyen olmayan.
  • Edb: Sözün kolayca anlaşılmayacak şekilde kapalı olması, vâzıh olmayışı.
  • Baş parmak.

ibhirar

  • Gece yarısı olma.

ibkaen ta'yin

  • İşinden ayrılan bir memuru tekrar eski işine getirme.

ibl

  • (İbil) Dişi deve.
  • Deve sürüsü.

iblis / iblîs

  • Şeytanın isimlerinden biri veya şeytanların reisi.

ibn-i cevzi / ibn-i cevzî

  • (Hi: 508-597) El-Muğni isimli Kur'an-ı Kerim tefsiri vardır. Hanbelî fıkhı ve tarihî bilgilerde muhakkik âlimlerdendir. Ebu-l Ferec İbn-i Cevzî diye de meşhurdur.

ibn-i ishak

  • (Ebu Abdullah Muhammed) Medine'de büyümüştür. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) hayatına dair vak'aları derin bir alâka ile toplamağa başladı. Daha sonra Mısır'a, oradan da Irak'a gitti. Hi: 151 veya 152 tarihinde Bağdat'ta vefat etti. Siyere dair iki eser vücuda getirmiştir.1. Kitab-ül Mübtedâ ve Kısâs-ul E

ibn-i mes'ud

  • Ebu Abdurrahman Abdullah Bin Mes'ud da denir. (R.A.)şeref-i İslâm ile müşerref olanların altıncısıdır. Bütün gazvelere iştirak etmiştir. Dâimî surette huzur-u Risalette bulunduğundan Kur'an-ı Kerim'i herkesten iyi öğrendiği gibi, pekçok hadis de işitmiş ve ezberlemişti. Kur'an-ı Kerim'i en evvel Mek

ibn-i vakt

  • Zamanın uyarına giden, vaktin icaplarına göre hareket eden kişi. Zamane adamı.
  • Mizaç ve tabiata göre söz söyleyen kimse.

ibn-il cella / ibn-il cellâ

  • Meşhur kişi. Namlı ve şöhretli adam.

ibra-i has / ibrâ-i hâs

  • Huk: Bir kimsenin zimmetini belirli bir haktan, hususi bir dâvâdan veya bir kısım haklardan beri kılmaktır.

ibra-i istifa / ibrâ-i istifa

  • Bir kimsenin, başka birisindeki hakkını aldığına dair ikrar etmesi.

ibrahim

  • İbrahim kelimesi, İbranicede baba anlamına gelen "eb"; ve cumhur demek olan "reham" kelimelerinden meydana gelmiştir. "Ebu-l cumhur" ise; cumhurun babası demektir. Bu ismi meydana getiren kelimelerin ikisinin de hareke veya telaffuzlarını az bir değişiklik yapmakla yine bu mânalar Arapçada vardır. B
  • Halilullah ve Halil-ür Rahman da denir. Peygamberlerden İshak ve İsmâil'in (A.S.) babasıdır. Yirmi sahifelik kitap kendisine nâzil olmuştur. Süryanice konuşurdu. Peygamberimizin de (A.S.V.) ceddi idi. Urfa'da doğduğu da rivayet edilir. Zamanın kralı Nemrud tarafından ateşe atılmak istendi, mu'cize o

ibrahim hakkı

  • (K.S.) : Hi: 12. asırda yaşamış büyük âlim ve mutasavvıftır. Hasankale'li olup en son Tillo'da yaşamıştır. Marifetname isimli meşhur eseri vardır.

ibret

  • İnsanın karşılaştığı, gördüğü veya işittiği hâdiselerden ders alması, kendi hâlini düşünmesi.

ibrik

  • Su testisi.

ibrişim / ابریشم

  • İpek ipliği, bükülmüş ipek.
  • İbrişimden yapılmış.
  • İpek, ibrişim. (Farsça)

ibtida-i cülus

  • Hükümdarlığın başlangıcı. Tahta çıkışın ilk zamanları.

ibtidad

  • İki kişinin bir şeyi bir tarafından tutup kavraması.

ibtidar / ibtidâr / ابتدار

  • Başlama, girişme. (Arapça)
  • İbtidâr edilmek: Başlanmak, girişilmek. (Arapça)
  • İbtidâr etmek: Başlamak, girişmek. (Arapça)

ibtika'

  • Bir şeyin renginin fıtri olarak değişikliğe uğraması.

  • t. Herşeyin içerisi, dâhil, derun.
  • Bir şeyin ortasındaki kısım, göbek.
  • Karın, mide.
  • Kalb, vicdan, gönül.
  • Harem dairesi.
  • Bir şeyin görünmez ciheti, bâtın.

iç hazine

  • Osmanlı İmparatorluğu zamanında sarayda muhafaza edilen bir kısım paralar. (Türkçe)

icad ve teceddüd fikri

  • Yeni çalışmalar ve eserler vücuda getirme; yenilik arayışında olma düşüncesi.

icad-ı mahlukat / icad-ı mahlûkat

  • Varlıkların yoktan yaratılışı.

icad-ı mevcudat

  • Varlıkların yaratılışı.

icazet-i külli / icazet-i küllî

  • Vaktiyle Osmanlı serdarlarına ve sefirlerine müsâlaha, muahede akdi ve sair işler hakkında verilen mezuniyet. Tam salâhiyet demektir. Bu salâhiyeti alan kumandan veya sefir, üzerine aldığı işi merkezden sormaya ihtiyaç kalmadan maslahatın icabettirdiği ve kendi aklının erdiği vechile yapıp bitirirdi

içgüvey

  • (İçgüveyi, içgüveysi) Kayınpederinin evine alınan dâmat. Karısı tarafının evinde oturan dâmat. (Türkçe)

icl

  • (Çoğulu: İcâl) Boyun ağrısı.
  • Sığır sürüsü.

icle

  • Düve, dişi buzağı.

iclet

  • (Çoğulu: Ucul) Dişi buzağı.
  • Bir cins ot.
  • Kırba.

icra

  • Bir işi yürütmek.
  • Yerine getirmek. Yapma. Tatbik etme.
  • Vekil göndermek.
  • Mahkeme kararını yerine getirmek.
  • Suyu akıtmak.
  • Huk: Borçlunun alacaklıya karşı ödemekle mükellef olduğu bir borcu, adlî bir teşekkül vâsıtasıyla ödetme.

icraat-ı cesime-i rabbaniye / icraat-ı cesîme-i rabbâniye

  • Allah'ın çok büyük ve kapsamlı işi, icraatı.

ictihad / ictihâd / اجتهاد

  • Çalışma, çabalama. (Arapça)
  • Görüş. (Arapça)
  • Dinî kaynaklar ışığında görüş bildirme. (Arapça)

ictihah

  • Kadının veya dişi hayvanların hâmile olması.

içtimaiyat-ı islamiye / içtimaiyat-ı islâmiye

  • İslâmî toplum bilimi, İslâm sosyolojisi; Müslümanların yaşadığı şartlar ve gelişmeler.

ıdad

  • Isırmak.
  • Geçinmekte darlık, maişet zorluğu.

idare kandili

  • Yatak odalarını aydınlatmağa ve elde gezdirmeğe mahsus küçük, ışığı az lâmba.

idare-i kelam / idâre-i kelâm

  • Sözü mümkün mertebe yürütmek, işi idare etmek.

idare-i maslahat

  • Bir işi mümkün mertebe iyi-kötü yürütmek.

idarehane

  • Bir işe bakan hey'etin veya bir işi idare edenlerin toplanarak iş gördükleri yer ve dâire. (Farsça)
  • Dergi, gazete vs. gibi yayınların yazı işlerine bakılan dâire. (Farsça)

idareten

  • İdare için. Kanun ile değil, işin gelişine göre yaparak. İdare yoluyla, işi idare ederek.

idbak

  • Ulaştırmak. Yapıştırmak.
  • Tecvidde: Harf okunduğu zaman dilin üst damağa yapışmasına denir. Bu sıfatın harfleri. Sad, dad, tı, zı'dır. İsimlerine müdbaka denir.

iddianame / iddiânâme

  • İddia yazısı; savcının, yapılan soruşturmalar neticesinde tutuklu hakkındaki suçlamalarını bildirmek üzere mahkemeye sunduğu yazı.

iddifa'

  • Isınma, ısıtma.

iddifa-yı ma' / iddifa-yı mâ'

  • Suyun ısınması.

iddifan

  • Kölenin, efendisinin yanından kaçması.

idfa'

  • Soğuktan sakınıp giyinmek.
  • Isıtmak.

idhal / idhâl / ادخال

  • İçeri alma, sokma. (Arapça)
  • Yurt dışından getirme, dışalım, ithal. (Arapça)
  • İdhâl edilmek: (Arapça)
  • İçeri alınmak, sokulmak. (Arapça)
  • Dışalım yapılmak. (Arapça)
  • İdhâl etmek: (Arapça)
  • İçeri almak, sokmak. (Arapça)
  • Yurt dışın (Arapça)

idiyye / îdiyye / عيدیه

  • Bayramlık, bayram bahşişi. (Arapça)

ıdl

  • Yük dengi, misil, eşit.

ıdric

  • İbrişim kilim.

ıdtıram

  • Ateş yakılmak.
  • Şule vermek, ışıklandırmak.

ifa / îfâ

  • Ödeme, yerine getirme.
  • Bir işi yapma.
  • İş görme.

ifade-i hadisiye / ifade-i hadîsiye

  • Hz. Peygamberden (a.s.m.) nakledilen hadisin açıklaması.

ifave

  • Çorbanın iyisi.
  • Çömlek kaynarken yüzüne çıkan köpük.

ifcac-ı tuyur

  • Kuşların cıvıldayışı.

iffet-i mücessem

  • Cisimleşmiş iffet, namus; edep ve haya timsali.

iffet-i mücesseme

  • Cisimleşmiş iffet, namus; edep ve haya timsali.

ifk

  • Bühtan. Bir suçu birisine yüklemek. İftira.

ifratalud / ifratâlûd

  • Aşırılıkla karışık, aşırılık bulunan.
  • Aşırılıkla karışık.

ifsad / ifsâd

  • Bozmak, fitne, karışıklık çıkarmak, bozgunculuk yapmak.

ifsatçı

  • Karıştıran, karışıklık çıkaran.

iftira / iftirâ

  • Birinin üzerine suç atmak. Bühtan. İfk. Yalan yere birisini suçlu göstermek.
  • Yalan yere birisini suçlama, suç atma.
  • Yapmadığı hâlde kötü bir işi birisine yükleme, yalan yere birisine suç isnat etme gösterme. Birine suç atma, bühtân.

iftiraname

  • İftira yazısı.
  • İftira yazısı.

iftitah tekbiri

  • Namaza başlarken alınan tekbir. Namaz, her nevi dünya meşguliyetinden alâkayı keserek kılındığı için, Allahü Ekber diye iftitah tekbirini alarak namaza başladıktan sonra ibadet esnasında dünya işi haram olup namazı bozar. Bu mâna için bu tekbire, tahrime adı da verilir.

iglak

  • Karıştırmak. Kapamak. Muğlak yapmak. Anlaşılmaz hâle koymak.
  • Zorla iş yaptırmak.
  • Edb: Sözü karışık ve anlaşılmaz surette söyleme.

iglakat

  • (Tekili: İglak) Muğlak yapmalar.
  • Karışık ve anlaşılmaz sözler.

igsas

  • Sıkıştırma, tazyik etme.
  • Bir yer ahalisini sıkıntıya düşürme.

igtişaş

  • Karışıklık. Kargaşalık. Karmakarışık olmak.
  • Birisinin fena telkinini kabul etmek.

iğtişaş / iğtişâş / اغتشاش

  • Karışıklık.
  • Karışıklık, kargaşa, anarşi. (Arapça)

iğtişaşat / iğtişâşât / اغتشاشات

  • (Tekili: İgtişaş) Karışıklıklar, kargaşalıklar, fenâlıklar.
  • Karışıklıklar, anarşiler. (Arapça)

iğtişaşçı

  • Karışıklık çıkaran, hilekâr.

ihale / ihâle

  • Bir işi birisinin üzerine bırakmak. Bir hâlden diğer hâle dönmek.
  • Artırma veya eksiltmeye çıkarılan bir işi en münâsib bulunan bir istekliye vermek.
  • Zayıf addetmek.
  • Muhal söz söylemek.
  • İşi uygun olana verme.

iham-ı kabih

  • Edeb ve terbiye dışı anlamı bilerek kullanma. Sözü edeb ve terbiyeye aykırı bir mecazî mânâya getirme.

ıhaze

  • (Çoğulu: İhâzât-İhâz) Su birikip toplanacak yer.
  • Bir kimsenin kendisi veya sultanı için hıfzedip gözlediği yer.

ihbab

  • Muhabbet etmek. Sevgisini göstermek.

ihbar-ı faruki / ihbar-ı fârukî

  • Hicri ikinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbânî Ahmed el-Fârukî es-Sirhindî'nin (k.s.) bildirdiği, haber verdiği kişi.

ihbari / ihbarî

  • Haberle alâkalı. Haber vermeğe dair.
  • Gr: Bir işin ne zaman olacağını bildiren fiil.

ihbariyye

  • Haber vermek işi.
  • Kaçak veya kayıp eşyayı haber verene mükâfat olarak verilen para.

ihbarname

  • Haber kağıdı, haber yazısı.

ihbat

  • Mahveylemek. Battal ve geçmez hale koymak.
  • Kuyunun suyu çoğalmak veya bitmek.
  • İşin karşılığını vermek.
  • Amelin sevabını giderip, hiçe indirmek.

ihdad

  • (Gövdenin) derisi şişme.

ihdaf

  • Gelip çatmak. Karşısına dikilip durmak. Hedef olmak.

ihfa

  • Saklamak. Gizlemek. Ketmetmek. Gizlenilmek.
  • Tecvidde: Harflerden birisini söylerken gizli ve zayıf söylemek.

ihfik

  • Yer sarsıntısı ve zelzeleler neticesinde meydana gelen yarıklar, çatlaklıklar.

ihhikak

  • Kördüğüm olma.
  • Mc: Sıkışıp kalma. Halledilmeyip çözülmez hale gelme.

ihlas / ihlâs

  • Her işi Allah için yapmak.

ihlas suresi

  • Kur'an-ı Kerim'de şirkin ve küfrün envâını reddedip, tevhidi ilân eden 112. Sure. Bu sureye: Esas, Tevhid, Tefrid, Tecrid, Necat, Velâyet, Marifet, Samed, Muavvize, Mazhar, Berâe, Nur, İman suresi de denilmektedir. Maâni, Müzekkire gibi isimleri de vardır.

ihlas-ı tam / ihlâs-ı tâm

  • Tam ihlâs, yaptığı her işinde Allah'ın emrini ve rızasını gözetme, dünyevî veya uhrevî hiçbir karşılık beklememe.

ihlas-mendane

  • Temiz yürekli kimseye yakışır şekilde, ihlaslı kişiye uygun tarzda. (Farsça)

ihmal

  • Ehemmiyet vermemek. Yapılması lâzım bir işi sonraya bırakma. Dikkatsizlik. Başlayıp bırakmak. Terk etmek.

ihmalkar / ihmalkâr

  • İhmalci, işine dikkat etmeyen. (Farsça)

ihrac / ihrâc / اخراج

  • Çıkartma. (Arapça)
  • Dışsatım, yurt dışına gönderme. (Arapça)
  • İhrâc edilmek: (Arapça)
  • Çıkarılmak. (Arapça)
  • Dışsatım yapılmak, ihraç edilmek. (Arapça)
  • İhrâc etmek: (Arapça)
  • Çıkarmak. (Arapça)
  • Dışsatım yapmak, ihraç etmek. (Arapça)

ihram

  • Hacıların örtündükleri dikişsiz elbise.
  • Yün yaygı. Büyük yün çarşaf.
  • Fık: Hac veya umreyi yada her ikisini eda etmek için mübah olan şeylerden bazılarını nefsine menetmek ve onlardan sakınmak.

ihraz

  • Nail olmak. Erişmek.
  • Kazanmak. Kesbetmek.
  • Birisini güzel bir surette korumak.

ıhrit

  • İsmi işitilmeyen bitki.

ihsan

  • (Hısn. dan) Sağlamlaştırmak. Tahkim etmek.
  • Zevcesini nâmahremden korumak. Kadın kendisini haramdan sakınmak.
  • Ehl-i azamet olmak.

ihsan-ı halık / ihsan-ı hâlık

  • Herşeyin yaratıcısı olan Allah'ın lütuf, ihsan ve ikramı.

ihsan-ı ilahi / ihsan-ı ilâhî

  • Allah'ın ihsanı, ikramı, bağışı.

ihsan-ı ilahiye / ihsan-ı ilâhiye

  • Allah'ın ihsanı, ikramı, bağışı.

ihsan-ı rabbani / ihsan-ı rabbânî

  • Herşeyi terbiye ve idare eden Allah'ın ihsanı, ikramı, bağışı.

ihsan-ı rahmani / ihsan-ı rahmânî

  • Bütün yarattıklarına karşı çok merhametli olan Allah'ın ikramı, bağışı.

ihsan-ı şahane / ihsan-ı şâhâne

  • Padişahın ihsanı, bağışı.

ihsar

  • (Hasr. dan) Birisini işinden alıkoymak.
  • Fık: Hac için ihrama girmiş bir zâtın, Arafat'ta durmakla ziyaret tavafından; ve umre için ihrama girmiş bir kimsenin de tavaftan men edilmesi. Böyle men edilen zâta "muhsar" denir.
  • Kısaltma, kısalma.
  • Sıkıştırma.

ihsasiyye

  • Tecrübeden ve hissedilenden gayrısını kabul etmeyen. Hissiyyun ve maddiyyun fırkasından olanlar. İmansızlık. Dinsizlik.

ihtarname / ihtarnâme

  • Uyarı yazısı.

ihtikan

  • Kan toplanması. Bir uzva kan birikmesi sebebi ile oranın şişip kabarması.
  • Şırınga kullanma.

ihtilaf

  • (Hulf. den) Anlaşmazlık, uyuşmazlık, karışıklık, ikilik.
  • Birisinin halifesi olmak.

ihtilaf-ı dar / ihtilaf-ı dâr

  • Huk: Mirası bırakan ile vâristen her birinin başka başka ülkeler ahâlisinden olması.

ihtilaf-ı metali'

  • Güneş, ay gibi gök cisimlerinin ufukta doğdukları yerin farklı oluşu.

ihtilal / ihtilâl / اِخْتِلَالْ

  • (Çoğulu: İhtilalât) Ayaklanma, devlete isyan. Bozukluk, karışıklık.
  • Şerre çalışmak, düzensizlik.
  • Ayaklanma, karışıklık.
  • Karışıklık, ayaklanma.

ihtilal-i beşer / ihtilâl-i beşer

  • İnsanlıktaki bozukluk, karışıklık.

ihtilal-i dimağiye / ihtilâl-i dimâğiye

  • Akıl karışıklığı.

ihtilal-i ruhiye / ihtilâl-i ruhiye

  • Ruhî karışıklıklar, çalkantılar.

ihtilal-i umur / ihtilal-i umûr

  • İşlerin karışıklığı, işlerin bozukluğu.

ihtilalat / ihtilâlât

  • İhtilâller, karışıklıklar, iç çalkantılar.

ihtilalat-ı beşeriye / ihtilâlât-ı beşeriye

  • İnsanlardaki ihtilaller, karışıklıklar.

ihtilalat-ı dahiliye / ihtilâlât-ı dahiliye

  • İç karışıklıklar, çatışmalar.

ihtilalkarane / ihtilâlkârâne

  • Karışıklık çıkararak.

ihtilat / ihtilât

  • Karışmak, karışıp görüşmek.
  • Karışma, karışıp görüşme komplikasyon.
  • Karışıp görüşmek.

ihtilat-ı mutlak / ihtilât-ı mutlak

  • Tam bir karışıklık.

ihtilatat / ihtilâtat

  • Karışıklıklar.

ihtiramsızlık

  • Saygısızlık, hürmetsizlik.

ihtisab

  • Hesab sorma, mes'uliyet.
  • İhtisab dâiresinin aldığı vergi.
  • Emr-i bilma'ruf nehy-i an-ilmünker vazifesi,
  • Ceza.
  • Eskiden belediye işlerine bakan memurun işi ve dâiresi.

ihtisab resmi

  • Eskiden belediye varidatı olarak damga, tartı, ölçü, panayır ve pazar vergisi adı altında alınan vergiler ile, hile yapan esnaftan alınan para cezalarının umumi adı.

ihtisas

  • (Husus. dan) Kendine mahsus kılmak. Bir kimsenin dünyevi veya uhrevi, Kur'âni, İslâmi, imâni bir mesleğe, fen veya san'ata hasr-ı mesâi etmesi; yalnız onunla meşgul olması.
  • Gr: Mütekellim veya muhatab zamiri olan mübtedanın haberinin hükmünü bir isme âit (mahsus) kılma. Bu isim zamir

ihtiyari / ihtiyârî / اختياری

  • Kişisel seçime bağlı, isteğe bağlı. (Arapça)

ihtiyarkarane / ihtiyarkârâne

  • En iyisini seçerek.

ihtiyarsız

  • İrade dışı, istemeyerek.
  • İstek dışı, istemeden.

ihtiyat / ihtiyât

  • İlerisini düşünerek davranma.
  • Dîne uygun olmayan bir işi yapma şüphesinden kurtulmak için, tedbirli hareket etme.

ihtiyaten

  • İhtiyat ederek, ilerisini düşünerek.
  • İlerisini düşünerek.

ihtiyatkar / ihtiyatkâr

  • İhtiyatlı, ilerisini düşünen. (Farsça)

ihtizan

  • Birisini işinden alıkoyma.
  • Çocuğu besleme.

ihvan-üs-safa / ihvân-üs-safâ

  • On birinci asrın ikinci yarısında Basra'da ortaya çıkan; "İslâmiyete birçok vehimler karışmış, onu bu vehimlerden temizlemek ancak felsefe ile mümkündür. İslâm dînini felsefe vâsıtasıyla saf hâle getirmelidir" diyen sapık ve gizli bir cemiyet, ekol.

ihya-yı fert

  • Bir kişiye hayat verme.

ikale / ikâle

  • İki tarafın isteğiyle alışverişi bozmak.
  • Dememiş iken "dedim" diye iddia etmek.
  • Bozma, yürürlükten kaldırma, feshetme; iki kişinin, aralarında yaptıkları herhangi bir akdi, anlaşmayı bozmaları.

ikam

  • Kısırlar, akamete uğrayanlar.

ikazname / ikaznâme / îkaznâme

  • İkaz yazısı.
  • Uyarma yazısı.

ikdam / ikdâm / اقدام

  • Girişim. (Arapça)

ikfar

  • Birisine kâfir demek, kâfir denilmek.

ikilik

  • t. İki kuruş kıymetindeki eski gümüş para.
  • İki kısımdan meydana gelmiş.
  • Ayrılık, ihtilâf, ikiye bölünme, iki taraf olma.

ıkma'

  • Gelen bir kimseyi geri döndürme.
  • Birisini aşağılama.

ikrah

  • İğrenmek. Tiksinmek. Bir işi istemiyerek yapmak.
  • Birine zorla iş yaptırmak veya muamele yapmak.

ikrah-ı gayr-i mülci / ikrâh-ı gayr-i mülcî

  • Mülcî olmayan ikrâh. Bir kimseyi istemediği bir sözü veya işi yapmaya zorlarken tam şiddet kullanmama.

ikrah-ı mülci / ikrâh-ı mülcî

  • Mülcî ikrâh. Bir kimseyi ölümle veya bir uzvunu (organını) yok etmekle, şiddetli dövmekle veya bütün malını telef etmekle (zarar vermekle) korkutarak rızâsı dışında bir işi zorla yaptırmak.

ikram

  • Ağırlamak. Hürmet etmek. Saygı göstermek.
  • İltifat olarak bir şeyler vermek.
  • Bağış.
  • Hesap dışı verilen şey veya yapılan indirme, tenzilât.
  • Allah'ın lütfu ve ihsanı. (İkramın izharı, yani Allah'ın lütfu ve ihsanı olan ikramın izharı tahdis-i nimettir. İnsanın ne

ikrar / ikrâr

  • Açıktan söylemek. Kabul ve tasdik etmek. Hakkı itiraf etmek. Karar vermek. Mukarrer kılmak.
  • Fık: Bir kimseye diğerinin kendisinde olan hakkını haber vermek.
  • Îmânını açıkça, dil ile söylemek.
  • Bir kimsenin kendisiyle alâkalı olup, başkasına âit bulunan bir şeyi haber vermesi, îtirâf etmesi.

iksa-yi kalb

  • Gönül sıkıntısı, iç darlığı.

iksir

  • Çok te'sirli, her derde devâ sayılan mevhum cisim. Bir şeyin olmasına veya hastanın iyileşmesine sebeb olan ehemmiyetli madde.
  • Tıb: Oldukça şekerli ve kolayca alınabilen bir ilâç.
  • Eski kimyada: (Bazılarının söylediğine göre) kıymetsiz madenleri ve sair şeyleri altuna tebdile

iksir-i ism-i azam / iksir-i ism-i âzam

  • Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olan isminin güçlü tesiri.

iktat

  • Alçak sesle kulağa fısıldama.

iktibas

  • Bir söz veya yazıyı olduğu gibi veya kısaltarak almak. Birisinden ilmen istifade etmek. İstifade suretiyle almak, alınmak.
  • Söz arasında Kur'an-ı Kerimden veya Hadis-i Şeriftden veya başka makbul eserlerden bir cümlenin kâmilen veya kısmen az tasarruf ile veya tasarrufsuz alınması.

iktidab

  • Bir şeyi kendisi için kesmek.
  • Henüz öğretilmemiş deveye binmek.
  • İrticâlen söz söylemek.
  • Edb: Şâir, kasidesinden teşbihi keserek maksadına, yani medhettiğinin medhine geçmek.

iktidar-ı bedi

  • Eşsiz, harika güç, harika bir işi yapabilme kudreti.

iktinah

  • (Künh. den) Bir işin esâsını, künhünü, kökünü ve gerçeğini anlama. İçyüzüne, derinliğine varma.

iktirani kıyas / iktiranî kıyas

  • Man: Neticenin aynı veya nakizı, mukaddemelerinin birisinde bilfiil zikredilmeyen kıyastır. Meselâ: "Her cisim muhdestir". Ve nakizı olan: "Bazı cisimler muhdes değildir" kaziyeleri, ne birinci ve ne de ikinci mukaddemede hey'et-i mecmuası ile zikredilmiş olmadığından iktirânidir.

iktisadiyat

  • İktisad bilgisi. İktisad ve tutumla alâkalı olan işler.

iktisam

  • (Kısım. dan) Bölüşmek, paylaşmak.

ıky

  • Yemek yemezden evvel çocuğun karnından çıkan necisi.

ila / îlâ

  • Kocanın karısına dört ay veya daha çok zaman veya zaman söylemeyerek "Sana yaklaşmayacağım" diye yemîn etmesi.
  • Yemin etmek.
  • Erkeğin, bir müddet karısına yaklaşmaması. için yemin etmesi.
  • Sıkıntı ve derde uğrama.

ila'

  • Sıkıntı ve derde uğramak.
  • Karısına yaklaşmamak için erkeğin yemin etmesi.

ilac na-pezir / ilac nâ-pezir

  • Tedavisi mümkün olmayan, ilâç kabul etmeyen. (Farsça)
  • İmkânsız, çaresiz. (Farsça)

ilah / ilâh

  • Arabçadaki "ilâ âhir" kelimesinin kısaltılmışı. "Sonuna kadar, böylece devam eder" demektir.
  • Her şeyin kendisine ibadet ettiği ve her şeyin kendisine ait olduğu Allah.

ilah-ı şer / ilâh-ı şer

  • Kötülük tanrısı.

ilahi bihakkı esmaikel-hüsna / ilâhî bihakkı esmâikel-hüsnâ

  • Allah'ım güzel isimlerinin hakkı için.

ilahiyyun

  • İlâhiyatçılar.
  • Fls: Sadece Allah'ın varlığından bahseden filozoflar. Sadece akıllarına güvenerek Cenab-ı Hak'tan bahseden bir kısım filozoflar.

ilamname / îlâmnâme

  • Bildirme yazısı.

ilan-ı iflas / ilân-ı iflâs

  • Tüccarın işinde güçsüzlüğünü yani iflâs ettiğini resmî olarak söyleyip açığa vurması.

ilan-ı tekviniye / ilân-ı tekvîniye

  • Varlıkların yaratılışıyla insanlara duyurulan gerçekler.

ilanname / ilânnâme

  • Duyurma yazısı.

ilanname-i ilahi / ilânnâme-i ilâhî

  • İlâhî hakikatleri aktaran duyuru yazısı.

ilave

  • (Çoğulu: İlâvât) Katma, ek yapma, arttırma, zam.
  • Bir kitabın sonuna gerek yazarı ve gerek başkası tarafından sonradan eklenen kısım. Zeyil.
  • Bir gazetenin çıkardığı sayıdan başka ona ek olarak ve ayrıca çıkardığı sayı.
  • İmzadan sonra mektubun altına yazılan şey.

ileyhim

  • Onlara. (Erkek olan çok kişi için söylenir.)

ileyhima

  • Onlara. (Erkek olan iki kişi için söylenir)

ileyhinne

  • Onlara. (Kadın olan çok kişi için söylenir.)

ilh

  • "İlâ âhir" sözünün kısaltılmışı.

ilhab

  • Tutuşturma, alevlendirme.
  • İltihaplandırma, şişirip kızartma.

ilhanlılar

  • İlhanlılar hanedanı ve bu hanedanın idare ettiği XIII. asrın sonu ve XIV. asrın ilk yarısında yaşayan bir yakındoğu imparatorluğu.

ılık

  • Ne sıcak ne soğuk. Az ısınmış veya sıcaklığı kırılmış.

ılk

  • (Çoğulu: Alâk) Kurumak.
  • şarap, hamr.
  • Her nesnenin iyisi.

ılka

  • Kişinin göbeğine dek olan gömlek.

ilka-ı külli / ilka-ı küllî

  • Allah tarafından bir kişinin kalbine geniş mânâların verilmesi.

ille-i gaiye

  • Elde edilmesi için çalışılan gaye, maksad ve netice. Vazifeye terettüb eden maslahat, fayda, semere, iş.

illizyon

  • Lât. Cisimleri yanlış idrak etme. Meselâ su borusunu yılan gibi görme.

illüzyon

  • Cisimleri yanlış idrak etmek.

ilm-i ahlak / ilm-i ahlâk

  • Ahlâk bilgisi.

ilm-i alet / ilm-i âlet

  • Ulûm-i âliyye denilen sekiz yüksek din bilgisini öğrenebilmek için lâzım olan yardımcı ilimlerdir. Bunlara ulûm-i ibtidâiyye, başlangıç ilimleri de denir. Ulûm-i âliyye şunlardır:Tefsîr, usûl-i kelâm, kelâm, usûl-i hadîs, ilm-i hadîs, usûl-i fıkh, fı kh, ilm-i tasavvuf. Böylece din bilgileri yirmi o

ilm-i allamü'l-guyub / ilm-i allâmü'l-guyûb

  • Gayb âlemini ve herşeyi bilen ve kendisinden hiçbir şey gizli kalmayan Allah'ın ilmi.

ilm-i beden

  • (İlm-ül ebdân) Hekimlik bilgisi, tabâbet.

ilm-i beyan

  • Belâğat ilminin, hakikat, teşbih, istiâre, mecaz, kinâye kısımlarından bahseden kısmı.
  • Belâgat ilminin, yâni edebiyatın, hakikat, teşbih, istiâre, mecaz, kinaye kısımlarından bahseden ilim dalıdır.

ilm-i esma / ilm-i esmâ

  • İsimleri bilme, isimlerin bilgisi.

ilm-i hesab

  • Hesap bilgisi, aritmetik, matematik.

ilm-i hikmet

  • Düşünce bilgisi, felsefe.

ilm-i ictimai / ilm-i ictimaî

  • İçtimaî hayat ilmi. Toplu yaşayış ve cemiyet bilgisi. Sosyoloji.

ilm-i kelam / ilm-i kelâm

  • Kelime-i şehâdeti ve buna bağlı olan îmânın altı temel bilgisini öğreten ilim.

ilm-i nahiv

  • Gr. Arapçada cümle yapısını inceleyen ilim dalı.

ilm-i nahiv ve beyan

  • Dilbilgisi ve belâğatın hakikat, mecaz, kinâye, teşbih ve istiâre gibi konularını öğreten ilim dalı.

ilm-i nahv

  • Arabî cümle bilgisi. Kelimelerin cümle içindeki yerlerini ve buna göre sonlarının aldığı durumlardan (harekelerden) bahseden ilim.

ilm-i sarf

  • Kelime bilgisi. Arabîde kelimenin aldığı şekillerden bahseden ilim. Morfoloji.
  • Dilbilgisi, gramer.

ilm-i sarf ve nahv

  • Arapçada kelime ve cümle bilgisi.

ilm-i usul

  • Bir işin nasıl yapılacağının yöntemini gösteren ilim, metodoloji, yöntembilim.

ilm-i usulü'd-din

  • Din metodolojisi, kelâm ilmi.

ilm-ül-yakin / ilm-ül-yakîn

  • Eserden müessire yol bulmak. İşi görüp yapanı tanımak, bilmek. Dumanı görüp, orada ateşin olduğunu anlamak böyledir.

ilmihal / ilmihâl

  • "Hâl ilmi" mânâsında herkese gerekli olan dinî hükümleri bildirmek maksadıyla yazılan kitaplara verilen isim.

ilmiye kıyafeti

  • İlmiye mensublarının giyiniş tarzları. İlmiye kıyafeti; şalvar, cübbe ve sarıktı. Bununla birlikte ilmiye mensublarının kıyafetlerinde bazı değişiklikler de vardı. Orta derecedekiler cübbe ile sokağa çıktıkları halde üst tabakayı teşkil eden ricâl kısmı, lata yahut biniş giyerlerdi. Ayrıca ilmiyenin

ilmiye rütbeleri

  • İlmiye denilen ulema sınıfına mahsus rütbeler. Rütbeler, aşağıdan üste doğru şöyle idi: Müderrislik, kibar-ı müderrisîn, mahreç mevleviyeti, bilâd-ı hamse mevleviyeti, Haremeyn-iş şerifeyn mevleviyeti, İstanbul kadılığı, Anadolu ve Rumeli kazaskerliği.

iltibas

  • Birbirine benzeyen şeyleri şaşırıp birbirine karıştırmak. Yanlışlık. Karışıklık.
  • Tereddüt. Şüphe.

ilticac

  • Karışık olma, karışma.
  • Sığınma. İltica etme.

ilticaname

  • Sığınma yazısı, metni.

iltifat

  • Güzel sözle samimi olarak okşamak. Yüz göstermek. Teveccüh etmek. İyilik etmek. Lütfetmek.
  • Dikkat, itina.
  • Edb: Bir mevzu anlatılırken, o anda kalbe doğan bir ilham coşkunluğu ile -mevzu dışına çıkmadan- sözün ve hitabın yönünü değiştirme san'atıdır. Meselâ: (Asım'ın nesli...

iltifat-ı ravza-i mutahhara

  • Ravza-i Mutahhara'nın iltifatı, lütfu, yakın ilgisi.

iltifatkarane / iltifatkârane

  • İltifat edene yakışır şekilde. (Farsça)

iltifatname / iltifatnâme

  • İltifat yazısı, metni.

iltima'

  • Parıldamak. Işıldamak.
  • Kapıp almak.

iltisak

  • İki uzvun birbirine yapışık olması.
  • Bitişmek. Yapışmak. Kavuşmak. Yapışık olmak.

iltiya'

  • Heyecanlanmak, iç alevlenmesi.
  • İç sıkıntısı çekme, dertlenme.

iltiyah

  • Vücudun güneşten yanması.
  • Susama.
  • Şimşek çakma.
  • Yıldızın parıltısı.

iltizam

  • Kendisi için gerekli sayma.
  • Bilerek, isteyerek taraf tutma.

ilyasin / ilyasîn

  • İlyas demektir. Bazı kıraetlerde "âl yasin" okunduğundan, her iki kıraete de mutabık olmak için imlâsı, "el yasin" suretinde yazılır.Yasin, İlyas Aleyhisselâm'ın babası olmakla Âl-i Yasin, yine İlyas demek olur. Yasin bir de Resul-i Ekrem'in isimlerinden olduğuna göre, bazıları Âl-i Yasin'den murad;

ilzam eden

  • Delil getirerek karşısındakini susturan.

im'an-ı nazar / im'ân-ı nazar

  • Bir işi dikkatle düşünmek; inceden inceye bakmak ve tedkik etmek.
  • Bir işi dikkatle düşünmek; bir şeye inceden inceye bakmak.

ima / îmâ

  • Dolayısıyle anlatma.

imad

  • Direk, kolon.
  • Temel, esas.
  • Kuvvet.
  • Bir kavmin reisi ve başta geleni.
  • Yüksek bina.

imam / imâm

  • Câmi, mescid veya başka yerlerde cemâate namaz kıldıran kimse.
  • Hadîs, fıkıh, kelâm ve tefsîr ilminde ve tasavvuf gibi İslâmî ilimlerden birinde en yüksek mertebeye ulaşan âlim.
  • Müslümanların devlet reîsi.

imam hatip mektebi

  • İmam ve hatip olarak din görevlisi yetiştirmek üzere kurulan okul.

imam-ı ahmed bin hanbel / imâm-ı ahmed bin hanbel

  • Ehl-i sünnetin (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olanların) amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebinin reîsi.

imam-ı ali rıza

  • (Hi: 153 de Medine-i Münevvere'de doğmuştur.) Eimme-i İsnâ Aşer'in yedincisidir. İmam-ı Musa Kâzım'ın oğludur. Tus; yani Meşhed'de medfun olup kabri ziyaretgâhtır. (R.A.)

imam-ı ebu yusuf

  • (Hi: 113-182) İmam-ı A'zam'ın fıkha dair eserlerini te'lif etmiştir. Fıkıh sahasının büyük imamlarındandır. Dedesi Sahabe-i Kiramdan Sa'd'dır. (R.A.) İmam-ı Muhammed'le ikisine Fıkıh kitablarında "İmameyn" denir. (K.S.)

imam-ı malik / imam-ı mâlik / imâm-ı mâlik

  • (Hi: 93-179) Medine-i Münevvere'de doğdu. İmâm Mâlik bin Enes diye anılır. Mâlikî Mezhebinin imamı. El-Muvatta isimli eseri, "Kütüb-ü Sitte"ye dahil olacak kıymettedir. Mezhebinin mensubları, Afrika ve Endülüs'te çok yayılmıştır. Bu mezhepte olana "Malikî" denir.
  • Ehl-i sünnetin ameldeki dört mezhebinden biri olan Mâlikî mezhebinin reîsi.

imam-ı mübin

  • İlim ve emr-i İlâhînin bir nev'ine bir ünvandır ki, âlem-i şehadetten ziyade âlem-i gayba bakıyor. Yani, zaman-ı halden ziyade mazi ve müstakbele nazar eder. Yani, her şeyin vücud-u zahirîsinden ziyade aslına, nesline ve köklerine ve tohumlarına bakar.

imam-ı muhammed bakır / imam-ı muhammed bâkır

  • (Hi: 75-117) Hz. İmam Zeynelâbidin'in oğlu, Hz. İmam-ı Hüseyin'in torundur. Hz. İmam-ı Ca'fer-i Sadık'ın babasıdır. On iki imamın beşincisidir. Büyük bir âlim ve en meşhur velilerdendir (K.S)

imam-ı şafii / imam-ı şâfiî / imâm-ı şâfiî

  • (Hi: 150-204) İmam-ı Abdullah bin Muhammed diye de anılır. Üçüncü ceddi olan Şâfiî, hayatında Resulüllâh'ı (A.S.M.) gördüğü için o isimle anılır. Nesebi, Abd-i Menaf'da Peygamberimiz (A.S.M.) ile birleşir. Gençliğinde çok fakir bir hayat yaşadı. Çok ileri muhaddis ve müfessir-i Kur'andır. Usul-ü Had
  • Ehl-i sünnetin ameldeki dört mezhebinden biri olan Şâfiî mezhebinin reîsi.

imam-ı taberani / imam-ı taberanî

  • (Süleyman bin Ahmed Taberanî) Hadis âlimidir. Şam'da Taberiyye'de doğmuş ve orada vefat etmiştir. (260-360) Kebir, Evsat ve Sagir hadis kitablarını yazmak için 33 sene Irak, Hicaz, Yemen, Mısır ve başka yerleri dolaşmıştır.

imameyn / imâmeyn

  • İki imâm. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin ders ve sohbetlerinde yetişmiş olan İmâm-ı Ebû Yûsuf ile İmâm-ı Muhammed'e verilen lakab. İkisi de mezhebde müctehiddirler.

iman-ı hakiki / îmân-ı hakîkî

  • Kalbe yerleşen, şüphe ve tereddüd karşısında hiç sarsılmayan îmân.

iman-ı taklidi / îmân-ı taklîdî

  • Bir hocadan veya kitaptan okuyup öğrenmeden ana, babasından ve etrâfından görüp işittiği gibi inanmak.

imanın bu sırr-ı hakikati

  • İmanın bu gerçek esprisi, realitesi.

imaret kemeri

  • Eskiden medresenin en güçlü, kuvvetli, kıdemli ve sözü dinlenen talebesi hakkında kullanılır bir tabirdi. Ayrıca bu tabir, medrese talebelerinden iaşe işlerine bakmak üzere bir sene müddetle seçilenler hakkında da kullanılırdı. Bunlar, bellerine kemer taktıkları için bu isim verilmişti.

imdad

  • Yardım. Yardıma yetişmek. "Yetişin, kurtarın" mânasında da kullanılır.
  • Yardıma gönderilen kuvvet.
  • Vâdeyi uzatmak. Mühlet vermek.

imece

  • Köyün umumi işlerinde veya köylünün kendi işlerinde köy halkının müştereken çalışması. Beraberce birçok kimsenin toplanıp elbirliğiyle bir kişinin işini halletmesi ve herkesin işinin sıra ile bitirilmesi.

imkan harici / imkân harici

  • İmkânsız, imkândışı.

imkan-ı adi / imkân-ı âdî

  • Her zaman olabilen, olmasına alışılan şeyler.

imkan-ı zati / imkân-ı zâtî

  • Bir özelliğin bir şeyin bizzat kendisinde olma ihtimali, yani hiçbir yaratıkta ilâhlık ihtimali yoktur.

imla / imlâ / املا

  • Doldurma, doldurulma.
  • Yazı yazma. (Dikte)
  • Bir dildeki kelime ve sözleri doğru yazma bilgisi.
  • Müddeti mühlet vererek uzatma.
  • Doldurma, yazma bilgisi.
  • Doldurma. (Arapça)
  • Yazı bilgisi. (Arapça)
  • Yazı. (Arapça)

imtina-i hakiki

  • Bir şeyin mümkün olmamasının aklen zaruri olması. (Meselâ: Bir kimse kendinden yaş bakımından büyük olan başka bir kimse hakkında: "Bu benim oğlumdur" diye iddia etse, dâvâsı dinlenmez. Çünkü, kendinden yaşça büyük bir adamın, kendisinin neslen oğlu olması aklen muhaldir.)

imtinan

  • Minnet. Kendine minnet etmek. Birisine yaptığı ihsan ve iyiliği başına kakmak.
  • Memnun olmak.
  • Birisinin çok iftiharla sevdiği ve mâlik olduğu şeye nâil olmak.

imtisal / imtisâl / امتثال

  • Boyun eğme. (Arapça)
  • Verilen işi yapma. (Arapça)

imtiyaz

  • Diğerlerinden ayrılmak. Farklı olmak, benzerlerinden ayrılmak.
  • Resmi veya hususi izin.
  • Masraflı veya mes'uliyetli bir işin başkaları yapmamak üzere bir şahıs veya şirket yahut da bir hey'ete tahsis edilmesi.

imtizac-ı kimyevi / imtizâc-ı kimyevî / اِمتِزَاجِ كِمْيَوِي

  • Kimyasal kaynaşma, karışım.

imtizacat-ı kimyeviye / imtizâcât-ı kimyeviye

  • Kimyasal bileşimler, kimyasal karışımlar.

imtizaçkarane / imtizaçkârâne

  • Birbiriyle karışıp, kaynaşacak bir şekilde.

imza

  • Kendi ismini veya kendine ait bir işareti, kendisinin kabullenerek yazması.
  • İcra ve tamam eylemek.

in'ikas

  • Aksetme, tersine çevrilme.
  • Işık veya sesin bir şeye çarpıp geri gelmesi.
  • Aynada parlak şeyde eşyanın temessülü.

in'ira

  • Dişin (etleri çekilip) kökü çıkma.

inare

  • (Nur. dan) Nurlandırma, aydınlatma, ışıklandırma.

inayet-i şahsiye / inâyet-i şahsiye

  • Şahsa ve kişiye yapılan yardım, ikram, lütuf.

inayet-i samedani / inâyet-i samedânî

  • Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmadığı halde herşeyin Kendisine muhtaç olduğu Allah'ın yardımı.

inayetkarane / inayetkârâne

  • İnayet edene yakışır surette. Yardım ve iyilikte bulunan kimseye yakışacak şekilde. (Farsça)

inayetname / inâyetnâme

  • Yardım yazısı.

inbisat

  • Genişleme. Yayılma.
  • Açık yüzlü olma. Şâd, mesrur ve mahzuz olma.
  • Gönül açıklığı. Kalb ferahlığı.
  • Fiz: Sıcaklığın etkisiyle madenî cisimlerin enine, boyuna büyüyüp uzaması. Genleşme.

inbisat-ı alat / inbisat-ı âlât

  • Âletlerin genişlemesi; dış dünyayı algılayıp idrak edebebilmek için ruhun kullandığı âletlerin, yani duyular, duygular ve sairelerin gelişip genişlemesi.

incah

  • İşi tamamlama, işi bitirme.
  • İsteğe erme, arzu edilen şeye ulaşılma.

incil

  • Dört büyük kitabdan birisi. Hristiyanların mukaddes kitabı olup, Hazret-i İsa'ya (A.S.) gelen kitab.
  • Beşaret, müjde.

incil-i yuhanna

  • Yuhanna İncili dört incilden birisi, Hz. İsa'nın (a.s.) havarilerinden Yuhanna tarafından yazılan İncil, Hz. İsa'ya indirilen kitap.

incirar-ı kelam / incirar-ı kelâm

  • Söz gelişi.

incizab-ı muhabbet-i şems-i ezel

  • Ezel Güneşi olan Cenâb-ı Allah'ın sevgisinin çekiciliği, cazibesi.

indi / indî / عندی / عِنْد۪ي

  • Kişisel, kişinin kendi kanısına dayanan. (Arapça)
  • Kişiye göre.

indiyyat

  • (Tekili: İndî) Birinin kendince uydurduğu şeyler. Bir kimsenin kendi görüş ve inanışına göre söylediği sözleri.

infaz

  • Sözünü geçirme. Bir hükmü yerine getirme.
  • Aldığı emre göre birisini öldürme.
  • Öte tarafa geçirme.

infisal / infisâl

  • Ayrılma,
  • Azledilme, işinden uzaklaşma.

infitah

  • Açılma. Boşalma. Tıkanan bir şeyin açılışı.
  • Tecvidde: Harf okunduğu zaman dil ile üst çene birbirinden ayrılıp, aralarından nefes çıkması. İnfitah harfleri ise şunlardır: (Min, Nun, Elif, Hı, Zel, Vav, Cim, Dal, Sin, Ayın, Te, Fe, Ze, Kef, Lem, Ha, Se, Kaf, He, Şın, Ra, Be, Gayın, Ya

infizac

  • Sıcaklık verme, ısı verme.
  • Buharlaşma.
  • Terleme.

inhisaf / inhisâf / انخساف

  • Ay tutulması. (Arapça)
  • Gelişimini yitirmek, parlaklığını kaybetmek. (Arapça)

inhisar

  • Hasr olunma.
  • Tecavüz etmeme.
  • Bir iş veya malın idâresinin bir kişiye, bir ele bırakılması. Bir elden idâre. Bir şeye mahsus olup, başka şeye şümulü olmama. Yalnız bir şeye veya bir şahsa hasrolunma.
  • Bir şeyin sadece bir kişiye verilmesi, tekel.

inhisar zihniyeti

  • Tekelcilik anlayışı (Din sadece bizim tekelimizdedir, her yönüyle bize aittir anlayışı).

inhişaş

  • (Çoğulu: İnhişâşât) Birbirine dokunup hışırdama, hışırtı. Şakırtı, şakırdama.

inhişaş-ı esliha

  • Silâhların şakırtısı.

inhişaş-ı evrak

  • Yaprakların hışırtısı.

inhitat

  • Aşağılanma, aşağı inme.
  • İhtiyarlama, yaşlıyığa yüz tutma.
  • Kuvvetten düşme.
  • Bir şişin inmesi.
  • Düşme, inme.

inkılab / inkılâb / انقلاب

  • Değişim, dönüşüm.
  • Devrim. (Arapça)
  • Değişim, dönüşüm. (Arapça)
  • İnkılâb etmek: Dönüşmek. (Arapça)

inkılab-ı acib-i medeni ve dünyevi / inkılâb-ı acîb-i medenî ve dünyevî

  • Medeniyet sahasında ve dünya hayatıyla ilgili acayip köklü değişim.

inkılab-ı acibe / inkılâb-ı acibe

  • Acayip, hayret verici köklü değişim, dönüşüm.

inkılab-ı acip / inkılâb-ı acip

  • Acayip köklü değişim.

inkılab-ı azim / inkılâb-ı azîm

  • Büyük çaplı değişim.

inkılab-ı azim-i dini / inkılâb-ı azîm-i dinî

  • Dinî sahada meydana gelen büyük çaplı köklü değişim.

inkılab-ı azim-i içtimai / inkılâb-ı azîm-i içtimaî

  • Toplum hayatında meydana gelen büyük değişim.

inkılab-ı azim-i islami / inkılâb-ı azîm-i islâmî

  • İslâmın meydana getirdiği büyük değişim.

inkılab-ı fikri / inkılâb-ı fikrî

  • Fikrî değişim.

inkılab-ı hükumet / inkılâb-ı hükûmet

  • Hükûmet inkılâbı, yönetim değişimi.

inkılab-ı ilahi / inkılâb-ı ilâhî

  • Allah'ın dilemesiyle olan değişim, dönüşüm.

inkılab-ı mes'ud / inkılâb-ı mes'ûd

  • Mutluluk ve huzur veren değişim, Hürriyet inkılâbı.

inkılab-ı sayfi / inkılâb-ı sayfî

  • İlkbaharın bitip, yaz mevsiminin balayışı. Gün dönümü. (21 hazirana rastlar.)

inkılab-ı şitevi / inkılâb-ı şitevî

  • Sonbaharın bitip, kış mevsiminin başlayışı. (Aralık ayının 21'ine rastlar.)

inkılab-ı siyasi / inkılâb-ı siyasî

  • Siyasî değişim, dönüşüm.

inkılab-ı zaman / inkılâb-ı zaman

  • Zamanın değişimi; yönetimdeki değişim süreci.

inkılabat / inkılâbât

  • Değişimler, dönüşümler.

inkılabat-ı acibe / inkılâbât-ı acîbe

  • Şaşırtıcı ve hayret verici değişimler.

inkılabat-ı azime / inkılâbât-ı azîme

  • Büyük köklü değişimler.

inkılabat-ı berzahiye ve uhreviye / inkılâbât-ı berzahiye ve uhreviye

  • Kabir ve âhiret âlemlerinde meydana gelen büyük değişiklikler.

inkılabat-ı beşeriye / inkılâbât-ı beşeriye

  • İnsanlığın köklü değişimleri.

inkılabat-ı dahiliye / inkılâbât-ı dahiliye

  • Dahili inkilâblar, içe ait değişimler ve dönüşümler.

inkılabat-ı zamaniye / inkılâbât-ı zamaniye

  • Zamana bağlı olarak meydana gelen değişimler.

inkılap / inkılâp

  • Değişim, dönüşüm.

inkılapvari / inkılâpvâri

  • İnkılâba benzer değişim, dönüşüm.

inkişaf / inkişâf / انكشاف

  • Ortaya çıkma. (Arapça)
  • Gelişim, gelişme. (Arapça)
  • İnkişaf bulmak: Gelişmek. (Arapça)
  • İnkişaf etmek: Gelişmek. (Arapça)

inkısam / inkısâm / اِنْقِسَامْ

  • Kısımlara ayrılma. Bölünme. Taksim olunma.
  • Bölünme, kısımlara ayrılma.
  • Kısımlara ayrılma.

inkışar

  • Bir şeyin derisinin veya kabuğunun soyulması.

innin

  • Cinsi münâsebete muktedir olamıyan, cinsi iktidarı olmayan. Kısır.

inorganik

  • Mâden cinsinden olan, cansız maddelerden bulunan. Organik olmayan. Hayvan ve insan gibi vücud yapısına ait olmayan. (Fransızca)

insa-yı mazi

  • Geçmişi unutturma.

inşad

  • Edb: Şiir okuma. Şiiri kaidesine uygun ahenk ile okuma. Sesini yükseltme.
  • Arayıp soruşturma.
  • Birisini hicvetme.
  • Kayıp olan bir şeyi haber verme.

inşaiyyat

  • (Tekili: İnşâi) İşitilmemiş ve duyulmamış sözlerden yapılan cümleler.

insan

  • (Bu kelimenin aslı, lugat âlimlerince "ins" den geldiği söylenir. Kamusta da kûfiun'a göre "Nisyan" kelimesinden geldiği zikredilmektedir.)Akıl, şuur ve imân ile diğer canlılardan ayrı, Cenab-ı Hakk'ın en mükerrem yarattığı mahluku olup, Rabbanî ni'metleri unutkanlığı dolayısıyla insan denil

insan-ı mükerrem

  • Şeref ve değeri çok yüksek olan, kendisine paha biçilmez ikram ve ihsanlarda bulunulan insan.

insaniyet

  • İnsanlık, vicdanlılık. İnsana yakışır hâl ve durum.

insaniyetkarane / insaniyetkârâne

  • İnsanlığa yakışırcasına, insanca.

insibab

  • Dökülme. Akıtılma.
  • Cereyan etme.
  • Başka suya karışma.
  • Tıb: Ahlat-ı erbaadan birisinin vücudun bir tarafında nesicler (dokular) arasında toplanması.

insicam

  • Suyun dökülüp devamlı akışı. Düzgünlük. Sağlam ve ıttırad ile ârızasız tertib üzere olmak.
  • Devamlı yağmur yağmak.
  • Edb: Düzgün, tertibli, pürüzsüz söz. Kitabın ifadesi güzelce ve düzgün tertib üzere olmak.

insifa'

  • (Nısıf. dan) Bir şeyin ortası.
  • Bir şeyin yarısını alma.
  • Gündüzün ortası.
  • Hakka hizmet.
  • Adaletle mukabele etmek. Mazluma yardım edip zâlimden hakkını almak.

inşikak-ı asa / inşikak-ı asâ

  • Değneğin kırılması.
  • Mc: İhtilaf, karışıklık, ikilik. Birliğin bozulması.

insilah

  • Soyulma. Derisi yüzülme. Sıyrılıp çıkma.
  • Ayın sonu gelme.

insıraf

  • Çekilip gitme, çekilme, geri dönme.
  • Gr: İsimlerin kaide ve kurallara göre çekilebilmesi.

insiram

  • Dişin kırılması.

intıbah

  • Pişmek, pişirilmek.

intibah-ı beşer

  • İnsanlığın uyanışı.

intibah-ı islam / intibah-ı islâm

  • İslâmın, Müslümanların uyanışı.

intihal

  • Çalma. Başkasının malını kendisinin gibi iddia etme.
  • Edb: Başkasının yazısını kendisinin gibi göstermek. Onu benimsemek. Böyle şiire, sirkatî şiir de denir.

intihar

  • Kendi kendisini öldürmek. İdâm-ı nefs.

intikah

  • İyi bir haber veya söz işitip sevinme.
  • Zayıflama, kuvvetsizleşme.

intişar

  • Dağılmak. Yayılmak. Üremek.
  • Tıb: Yorgunluktan damar şişip kabarmak. Umumileşmek.

intizam-ı ilmi / intizam-ı ilmî

  • İlmî düzen, disiplin.

intizam-ı mahlukat / intizam-ı mahlûkat

  • Varlıklardaki disiplin, düzen.

inzac

  • İyice pişirip kıvamını buldurma.

iptida-i hilkat-i alem / iptida-i hilkat-i âlem

  • Kâinatın yaratılışının başlangıcı.

ir'ad

  • Tehdid etmek, korkutmak. Muztarib etmek.
  • Kılıç parlatmak.
  • Kadın yüzünü kendisi açmak.

irade-i cüz'iyye / irâde-i cüz'iyye

  • Allahü teâlânın, bir işi yapmak ve yapmamak husûsunda insanlara ihsân ettiği dileme ve seçme kuvveti.
  • Allah tarafından insanın yetkisine bırakılan cüz'î irade. İnsan iradesi.

irade-i seniyye

  • Padişahın, bir işin yapılması veya yapılmaması hakkında verdiği emir. İrade eskiden şifahî, yani ağızdan emir vermek, yahut kendi el yazısı ile yazmak suretiyle verilirdi. Sonradan iradeler mabeyn baş kâtibinin imzasını taşıyan yazılı kâğıtla bildirilmeğe başlamıştır.
  • Çok yüksek ve m

ırak-ı arab / ırâk-ı arab

  • Arap Irak. Fırat ve Dicle nehirleri arasında kalan ve Bağdat'ın kuzeyine kadar uzanan topraklara Osmanlı İmparatorluğu zamanında verilen isim.

irca'

  • Geri çevirmek, geri döndürmek.
  • Alışverişi faydalı kılmak.
  • Musibet vaktinde Allah'a sığındığını âyet okuyarak ifade etmek.

irca-i nazar

  • Bakışı gerilere çevirme, mâziye bakma.

irdaf

  • Ardısıra yürütme, yürütülme.

irdafen

  • Ardısıra yürüterek.

irfan-ı saadet / irfân-ı saâdet

  • Saâdet bilgisi, ilmi.

irgan

  • Bir işi kolaylaştırma.

ırgat

  • (Rumca) Rençber, işçi.
  • Yapı işçisi. Amele.
  • Gemilerde demir zincirini toplamak için ve binalarda bazı ağır şeyleri kaldırmak için zincirlerle çevrilmiş, ufki bucurgat.

irha-i imame

  • "Sarığı gevşetme" Kaygısız, endişesiz olma.

irha-i inan

  • Dizginleri salıverme.
  • İşine devam etme.

iris

  • yun. Gözümüzün saydam tabakasının arkasında olup, deliği, ışığın az veya çok miktarda olmasına göre genişleyip büzülen tabaka. Kuzahiye.İRKÂ' : Geciktirme.
  • İftira etme.

ırk

  • Ayrı soyda olan, ayrı dilde konuşan değişik kültüre sâhip, şeklî özellikleri bulunan insan topluluğu, millet.

irs

  • Ölen kişinin mirasçılarına kalan mal veya para.
  • Veraset, soya çekim.

irşad / irşâd

  • Yol gösterme, rehberlik etme. İnsanları, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına ve Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uymaya, her zaman Allahü teâlâyı anmaya, O'nu unutmamaya, kalbde O'ndan başkasının sevgisine yer vermemeye çağırmak, Allahü te âlânın râzı olduğu yolu göstermek.

irtibak

  • Karışık ve çapraşık bir işe girişme.
  • Karaca, geyik gibi hayvanların tuzağa düşmeleri.
  • Bir kazâya uğrama.
  • Çamura batma.
  • Dolanbaçlı konuşma.
  • Karışma.
  • Bir işi aksi veya ters gitme.

irtibas

  • Perişan ve zor durumda kalma.
  • Pek karışık ve sıkışık olma.

irtican

  • Adamın işi gücü bozulma.

irtisa'

  • Dişler sık olma.
  • İki şey, birbirine bitişik olma.
  • Taneleri, iki taş arasında döğüp parçalama.

irva

  • Bolca sulamak. Suya kandırmak.
  • Birisine hadis veya şiir rivayet ettirmek.

iş'a'

  • Güneş, ışığını dağıtma. Şuâlanma.

is'af

  • Birisinin arzusunu, istediğini kabul etmek ve yerine getirmek.

iş'al etmek / iş'âl etmek

  • Nurlandırmak, ışıklandırmak.

iş'ar-ı samedani / iş'âr-ı samedânî

  • Her şeyin Kendisine muhtaç olduğu, fakat Kendisi hiçbirşeye muhtaç olmayan Cenâb-ı Hakkın bildirmesi.

isa

  • Dört büyük peygamberden birisidir. Hakiki Hristiyanlık dininin peygamberidir. Kur'an-ı Kerim'de meziyet ve senası geçmektedir. İncil, mukaddes kitabıdır. Vahiy ile kendine gönderilmiştir. Ancak kendisinden sonra Havarileri tarafından yazılmıştır.

isa aleyhisselam / îsâ aleyhisselâm

  • İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Yeni bir din getiren peygamber olup, kendisine dört büyük kitaptan biri olan İncîl verildi. Annesinin adı Meryem'dir. Allahü teâlâ onu babasız yarattı.

isa ruhullah / isâ ruhullah

  • İsâ Allah'ın ruhudur (Yani, Beytullah ifadesinde olduğu gibi, sebepler perdesini kaldıran bir tabirdir. "İsa (a.s.), babasız olarak doğrudan İlâhî kudretin tecellisiyle yaratılmıştır" demektir).

isabet-i nazar

  • Göz değmesi, bakışın incitmesi.

isaf

  • Eseflendirmek. Esef vermek.
  • Hışım ve gadab etmek. Öfkelenmek.

isar / îsâr

  • Kendisi muhtaç olduğu halde başkasına nimet vermek, cömertlik, ikrâm.
  • İhtiyar etmek.
  • Yumuşatmak.
  • Dökmek, serpmek. Saçmak.
  • Kendisi muhtaç olduğu hâlde başkasına verme ahlâkı.

işarat-ı hadis / işârât-ı hadîs

  • Hadîsin işaretleri.

işba'

  • Doyurmak, açlığı gidermek. Doymak.
  • Fiz: Bir sıvının içinde, belli bir cisimden eriyebilecek en çok miktarın erimiş bulunması.
  • Edb: Arap nazmında, kafiye veya vezin zaruretinden dolayı kelimeye bir harf ilâve etme.

işbaşı

  • t. Bir işte çalışanların başı, reisi.
  • İşe başlama saati.

isfar

  • Sabah namazının ortalık aydınlanırken kılınışı.

isfirar-ı şems vakti / isfirâr-ı şems vakti

  • Güneşin sararması vakti. Tozsuz, dumansız, berrak bir havada güneş ışığının geldiği yerlerin veya kendisinin bakacak kadar sararmaya başlamasından (güneşin alt kenarının görünen ufuktan bir mızrak boyu yükseklikte olduğu vakitten) güneş batıncaya kadar geçen zaman. İslâm astronomi âlimleri, bir mızr

işgal

  • Zabtetme, istilâ etme.
  • Birisini işten alıkoyma, başka şeyle meşgul etme, oyalama, uğraştırıp kendi işine mâni olma.

ishakiyye köşkü

  • Sadrazam İshak Paşa tarafından Sultan İkinci Bayezid için, Topkapı surları dahilinde yaptırılmış olan köşkün adıdır. Bânisinin ismine nisbetle bu adı almıştır.

ishan

  • Isıtma, ısıtılma.
  • Kızdırma veya kızdırılma.

ışık tufanı

  • Şiddetli ışık, aydınlık.

işkal / işkâl

  • Güçleştirme, müşkilleştirme.
  • Zorlaştırma.
  • Şüpheli ve karışık olma.
  • Sözün kendisinde bulunan bir incelik, derinlik sebebiyle veya bir edebi san'attan dolayı mânâsı, düşünülmeden anlaşılamayacak derecede kapalılık.

iskele

  • Binada yüksek yerleri yapabilmek için kurulan geçici sal.
  • Deniz nakil vasıtalarının yanaşabilmeleri için deniz kıyısında yapılan yer.
  • Deniz kenarında ve deniz vasıtalarının yanaşmasına elverişli kasaba.
  • Bir memleketin deniz yolu ile yapılan ticaretine vasıta olan lima

iskelet

  • Vücudun kemik çatısı. (Fransızca)

iskender

  • Sayısız beldeler fethetmiş bir hükümdar.

ıslah-ı zat-ül beyn / ıslah-ı zât-ül beyn

  • Aralarındaki kırgınlığı kaldırarak iki kişiyi barıştırma.

ıslahhane

  • Tar: San'at mekteblerine önceleri verilen isim.
  • Islah evi.

islam-ı mecazi / islâm-ı mecâzî

  • Nefsin, itminâna gelmeden yâni Allahü teâlânın rızâsına uygun hareket etmeye başlamadan önce, kişide bulunan ve Cennet'e girmek için yeterli olan İslâmiyet.

islav

  • Rus, Ukran, Beyaz Rus, Çek, Slovak, Leh, Sloven, Sırp, Hırvat ve Bulgar gibi milletlere, lisanlarındaki yakınlık dolayısıyla verilen ortak isim. (Fransızca)

işlek

  • t. Çok işler, fazlaca işlenen.
  • Tecrübeli, idmanlı, alışık.

ism

  • (İsim) Ad, nâm.
  • Ist: Bilinen veya bilinmeyen, hissedilen veya hissedilmeyen herhangi bir şeyi birbirinden ayırmak, tanımak veyahut zihne getirmek için kullanılan söz veya lâfız.
  • Man: Tam mânalı ve hem mevzu, hem mahmul olabilen lâfızdır.

ism-i a'zam

  • En büyük isim. Allahü teâlânın bütün sıfatlarını kendinde toplayan ism-i şerîfi. Hadîs-i şerîfte İsm-i A'zamın Bekara ve Âl-i İmrân sûrelerinde olduğu bildirilmiştir. Bâzı âlimler, İsm-i A'zamın "Allahu lâ ilâhe illâ huvel hayy-ul-kayyûm" bâzıları "Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minezzâlimî
  • Allah'ın (C.C.) Kur'ân ve Hadis-i Şeriflerde zikredilen yüz isminin mânâca en câmi' olanıdır. İsm-i A'zam, diğer isimlerin de mânâlarını içinde toplar. Her ism-i İlâhiyenin de, her mahlukun da bir a'zamlık mertebesi vardır.

ism-i adl ve hakem

  • Allah'ın haklıyı haksızdan ayırıp her hakkı yerine getirdiğini ve herbir şey hakkında adaletle küllî hüküm verdiğini bildiren isimleri.

ism-i azam / ism-i âzam

  • Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı.

ism-i bedi' ve hakim / ism-i bedî' ve hakîm

  • Allah'ın örneksiz olarak, eşsiz bir şekilde yaratan, ismi ile her işini hikmetle yapan mânâsındaki ismi.

ism-i cami' / ism-i câmi'

  • Bütün isimlerin mânâlarını içinde toplayan isim.

ism-i camid

  • Katı, donuk isim.

ism-i cemal / ism-i cemâl

  • Güzelliği ifade eden isim, Cemal ismi.

ism-i cins

  • Gr: Cins isim. Bir cinsten, bir nev'den olan şeylerin hepsine verilen bir ad. Vilâyet, karpuz, kedi gibi.

ism-i evvel

  • Allah'ın her şeyin aslını ve başlangıcını ezelî ilmiyle tespit eden ve Kendisinden önce hiçbir şeyin olmadığını ifade eden ismi.

ism-i fail / ism-i fâil

  • Gr: Kendisinden fiil, iş çıkan kimsenin sıfatı. Fâil, hâdim, kâtib gibi.

ism-i hakim / ism-i hakîm / اِسْمِ حَكِيمْ

  • Her işi hikmetli olan(Allah)ın ismi.

ism-i has / ism-i hâs

  • Has ve hususî isim.
  • Özel isim.

ism-i hass / ism-i hâss

  • Gr: Yalnız bir kimse, bir hayvan veya bir şeye hâs olan isim. Hz. Muhammed (A.S.M.), Medine-i Münevvere gibi.

ism-i işaret

  • Gr: Kendisiyle muayyen bir şeye işaret olunan kelime. "Bu, şu o" gibi.

ism-i kuddus / ism-i kuddûs

  • Allah'ın her türlü kusur ve çirkinlikten yüce olduğunu ve her işinde sınırsız bir temizlik görüldüğünü ifade eden ismi.

ism-i külli / ism-i küllî

  • Büyük ve kapsamlı isim.

ism-i mef'ul

  • Gr. bir iş, oluş ve hareketin kendisine yapıldığı veya tesir ettiği şeyi gösteren kelimedir, meselâ.

ism-i mensub

  • Gr: Kelimenin sonuna Türkçede "Li", Arabça ve Farsçada kelime sessiz harfle bitiyorsa, bir "î", sesli harfle bitiyorsa; yerine göre sesli harf atılarak veya atılmayarak "î" veya "vî" harfi getirilerek yapılan, nereli ve nereye mensub olduğunu ifade eden isimdir. İstanbullu, İstanbulî; Mekkeli, Mekkî

ism-i merre

  • Def'a, kerre gibi bir hareketin bir defa olduğunu bildiren fiil'den yapılan isim. (Darbe: Bir defa vuruş. Lem'a: Bir parlayış gibi.)

ism-i mübarek

  • Mübarek, hayırlı isim.

ism-i mukaddes

  • Kutsal isim (kutsal olan "şeriat" ismi).

ism-i nurani / ism-i nurânî

  • Nurlu isim.
  • Allah'ın Nûr ismi.

ism-i rahim ve rezzak / ism-i rahîm ve rezzâk

  • Allah'ın sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olduğunu ve bütün canlıların rızıklarını verdiğini ifade eden Rahîm ve Rezzak isimleri.

ism-i şerif

  • Mübârek ve şerefli isim.

ism-i tasgir

  • Küçültme ismi. Küçüklük veya azlığa delâlet eden isimdir. Arapçada ekseri (Fueyl) veya (Fuayil) vezninde, Türkçede kelime sonuna cik, cık, cağız, ceğiz gibi ekler getirerek yapılır. Abd: Kul, Ubeyd: Kulcağız, kulcuk gibi.

ism-i umumi / ism-i umumî

  • Genel isim.

ism-i vedud / ism-i vedûd

  • Allah'ın kullarını çok seven ve şefkat eden, Kendisine çok sevgi beslenildiğini bildiren ismi.

ism-i zahiri

  • Açık, görünen isim.

isma / ismâ

  • Yükseltmek.
  • İsim koymak.
  • İşittirme, sesini duyurma.

isma'

  • İşittirmek, sesini duyurmak, bir sözü istenilen yere ulaştırmak.

ismen

  • Sadece isimle, gerçekten olmayan.
  • İnce isim olarak.

ismet

  • Günahsızlık, mâsumluk. Günahlardan kaçınmak melekesine sâhib olmak. Suçsuzluk.
  • Peygamberlik vasıflarından birisidir. Peygamberler (A.S.), hiç bir zaman gizli, âşikâr herhangi bir ma'siyete yaklaşmazlar; bütün kusur ve hatâlardan ve şâibelerden müberrâdırlar.

ismi / ismî

  • (İsmiyye) İsme mensub, isimle alâkalı. İsmen olup aslen olmayan, varlığı isimden ibâret olan. İsim cinsinden.
  • Arabçadan iki isimden, yani; müsned ile müsned-i ileyhten mürekkep cümle.

ismi ahir / ismi âhir

  • Allah'ın her şeyin sonunu ezelî ilmiyle belirleyen ve her şeyden sonra yalnız Kendisi bâkî olduğunu ifade eden ismi.

ismiazam / ismiâzam

  • En büyük ilâhî isim.

ismifail / ismifâil

  • Kimin iş yaptığını bildiren isim, özne.

ismiyyet

  • İsim olma hâli, isimlilik.

isnad / isnâd

  • Bir söz veya haberi birisine nisbet etmek.
  • Peygamberimiz'in (A.S.M.) sözlerini sırası ile kimlerden nakledildiğini bildirmek.
  • Bir nesneye, bir şeye dayanmak.
  • Birisi için, bir şeyi yaptı demek. İftira etmek.
  • Dayandırma, sened gösterme.
  • Söylediği sözü bir başkasına dayandırmak, bir şeyi, birisi için yaptı demek.
  • Hadîs ilminde hadîs-i şerîf metninin sırasıyla kimler tarafından nakledile geldiğini bildirme.

isnadiyyat

  • İsnad ile ilgili düşünceler.
  • Aslı esası olmadığı halde birisine isnad edilen sözler.

ispanyol hastalığı

  • Grip, nezle. Paçavra hastalığı. (İlk önce İspanya'da farkına varıldığı için bu isimle meşhur olmuştur.)

ısparta müddeiumumisi / ısparta müddeiumumîsi

  • Isparta Cumhuriyet Savcısı.

işpihte

  • Su sızıntısı. (Farsça)
  • Yayılmış, saçılmış. (Farsça)

ispritizmacı

  • Ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün olduğuna inanan ve bu maksatla deneyler yapan kişi.

işrab

  • (Şürb. den) İçirme veya içirilme.
  • Bir maksadı açıktan değil de, dolayısıyla gösterme. Kapalı surette anlatma.

israiliyat

  • İsrailoğullarına ait bilgiler, bir temele dayanmayan gerçek dışı anlatımlar.

işrak / işrâk

  • Güneş doğmak. Işıklandırmak. Parlatmak.
  • Güneşlik yere dahil olmak.
  • Mc: Kalbe mânaların doğması.
  • Işıklandırma, parlatma.
  • "Şark"tan:
  • Güneşin doğması ve etrafı ışıklandırması.
  • Parlama, ışıklandırma.

işsa

  • (Teşsi') Ayakkabısına tasma takma, kayış geçirme.

ıstahar

  • Havuz, küçük göl. Su birikintisi.

istatistik

  • Bir neticeye varmak veya bir hüküm çıkarmak için metodlu olarak mevcud lüzumlu şeyleri toplayıp sayı hâlinde göstermek işi ve bu işle meşgul olan ilim. (Fransızca)

isti'fa

  • Affını, azlini, bağışlanmasını istemek.
  • Kendisinin memuriyetten affını taleb etmek.

isti'kab

  • Birisinin kusurlarını, ayıplarını arraştırmak.

isti'şa

  • Ateş ışığıyla yol yürüme.

isti'sar

  • Bir işin güç olmasını arzulama.

isti'tafkarane / isti'tafkârane

  • Şefkat, merhamet isteyene yakışır halde. (Farsça)

istiarat-ı kesire / istiârât-ı kesire

  • Birçok istiare; kelimelerin kendi mânâsının dışında başka mânâlarda kullanmalar.

istiare-i musarraha

  • (Açık istiare) Teşbihin iki temel unsurundan yalnız kendisine benzetilen ile yapılan istiare.Meselâ: Büyük âlimlere; ayaklı kütüphane veya yaşlı kimselere hayatının son baharında denilmesi gibi.

istib'ad / istib'âd

  • Uzaklaşma, uzaklaştırma, akıl dışı sayma.

iştibah

  • Birbirine benzeme, karışıklık.

iştibak

  • Karışıklık; birbirine geçme.
  • (Şebeke. den) Örülmek. Örgülenmek.
  • Karşılıklı birbirine geçmek.
  • Perişanlık.
  • Zâhir olmak.
  • Koz: Güneş battıktan sonra gökte kum taneleri gibi görünen karışık yıldızlar.

istibdad-ı hükumet / istibdad-ı hükûmet

  • Hükûmetin baskısı, despotluğu.

istibdal / istibdâl

  • Değiştirmek. Hâkimin harâb olmuş vakıf binâsını satıp, semeni (bedeli) ile başkasını alarak mütevellîye (vakfın idârecisine) teslim etmesi.

istibdatkarane / istibdatkârâne

  • Keyfî idareye yakışır şekilde, baskı ve zorbalık yoluyla.

istibham

  • Karışık ve belirsiz olma.
  • Ses çıkarmama, susma.

istid'a

  • Rica ile istemek. Davet etmek.
  • Bir işi için resmî bir daireye verilen ve istek bildiren kâğıt. Dilekçe.

istidad-ı insani / istidad-ı insanî

  • İnsanın yaratılışında var olan bütün özellikleri, konuşma, sevme gibi.

istidad-ı tabii / istidad-ı tabiî

  • Müsait olan doğal gelişim.

istidadat-ı gayr-ı mahdude / istidâdât-ı gayr-ı mahdude

  • Sayısız ve sınırsız yetenekler.

istidadat-ı insaniye / istidâdât-ı insaniye

  • İnsanın yaratılışında var olan kabiliyet.

istidlal / istidlâl / استدلال

  • Delîl getirme. Akıl ile, düşünerek, inceleyerek eseri (yapılan işi) görerek yapanı; yaratılmışları görerek yaratanı anlamak.
  • Delil ile hüküm çıkarma, akıl yürütme, delillerin ışığında yargıda bulunma. (Arapça)

ıstıfa

  • Bir şeyin iyisini seçip ayıklamak.
  • Bir şeyi ıslâh edip sâfileştirmek.
  • Seçmek. Ayıklamak.

istifham-ı inkari / istifham-ı inkârî

  • Gr: Menfî cihetle sual sormak. (İnkâr ettiğini bildirir şekilde "Olmaz" diyen birisine karşı, "Olur mu? diye sormak gibi.)

istignam

  • Ganimet araştırmak, ganimet isteklisi olmak.

istigrak

  • Gark olmak, dalmak.
  • Dalgınlık.
  • Ist: Seraba kapılmak. Manevî bir hal ile hayret ve taaccübden bayılmak derecesine gelmek.
  • Tas: Dalgınlıkla, zihni bütün bütün meşgul olmak. Aşk-ı İlâhî ile dünyayı unutup kendinden geçmek.
  • Gr: "El" harf-i ta'rifinin, isimleri umu

istiğrak / istiğrâk

  • Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin içinde bulunduğu mânevî hallere dalması sebebiyle kendisini ve çevresinde olanları unutması.

istihale / istihâle / استحاله

  • Başkalaşım, değişim. (Arapça)
  • İmkansızlık. (Arapça)

istihare / istihâre / استخاره

  • Tefe'ül. Sual sorup cevap istemek.
  • Hayırlı olmayı istemek.
  • Hayran olmak, şaşmak, taaccüb etmek.
  • Bir işin hayırlı olup olmıyacağı niyetiyle abdest alıp, dua edip rüya görmek üzere uykuya yatma.
  • Bir işin hayırlı olup olmayacağını anlamak niyetiyle abdest alıp, dua edip, rüya görmek üzere uykuyu yatma.
  • Hayır istemek.
  • Bir işin hakkında hayırlı olup olmadığını anlamak için abdest alıp iki rek'at namaz kıldıktan sonra bu husustaki duâyı okuyarak o işle ilgili rüyâ görmek üzere hiç konuşmadan uykuya yatmak.
  • Her gün evden çıkmadan iki rek'at namaz kılıp Allahü teâlâdan o günün ve işinin
  • Bir işin iyi olup olmadığını anlamak için rüya görmek niyetiyle uykuya yatma.
  • Bir işin nasıl sonuçlanacağını anlamak için ibadetten sonra uykuya yatma. (Arapça)

istihaza / istihâza

  • Kadınlarda âdet ve lohusalık dışında gelen ve oruç ile namaza mânî olmayan kan.

istihdaf

  • Hedef edinmek, hedef saymak.
  • Hedef gibi karşıda durmak.
  • Erişilmek istenilen netice ve gaye.

istihfaz

  • Hıfzetmek. Korumak. Muhafaza etmek. Bir şeyin muhafaza olunmasını birisinden rica etmek.

istihkam / istihkâm

  • Sağlamlık. Metin olmak. Kuvvetli ve dayanıklı olmak.
  • Askerlikte: Düşmana karşı, hücumlarını savmak için hazırlanmış bulunan siper, askeri yapılar. İstihkâm işi ile uğraşan asker sınıfı.
  • Kuvvet ve metanet vermek.

istihkamat-ı muttasıla / istihkâmât-ı muttasıla

  • Bir birine bitişik ve bağlı olarak yapılmış olan sığınaklar olup, daha ziyade şehirlerin ve mühim mevkilerin etrafına yapılır.

istihlaf

  • Halef bırakmak. Birisini kendi yerine geçirmek. Kendi yerine başkasını tayin etmek. Kuyudan su çekmek.

istihsan

  • Güzel bulma, güzel görme.
  • Kıyas denilen delîlin iki kısmından birisi olan hafî (gizli, kapalı) kıyas, yâni asl (hakkında açıkça hüküm bulunan şey) ile, fer' (hakkında açıkça hüküm bulunmayan şey) arasında müşterek (ortak) olan ve aslın hükmünün fer'e verilmesine sebeb olan illetin (vasfın, ö

istihza / istihzâ

  • Alay etmek, birisi ile eğlenmek.
  • Birisini gülünç duruma düşürmek, maskara etmek.
  • Söz, yazı, işâret veya çeşitli davranışlarla bir kişinin ayıp ve eksikliklerini ortaya çıkarmak, onunla eğlenmek, alay etmek.

istihza'

  • (İstihdâ') Alçak gönüllülük göstermek, kendisini aşağı tutmak.

istikbalinde

  • Karşısında.

istiktab

  • Söyleyip yazdırma. Dikte ettirme.
  • Yazısını kontrol etmek için bir kimseye bir kaç satır yazı yazdırma.

ıstıla

  • Ateşte ısınma.

istima

  • Birisinin ziyaretine gitmek.

istima'

  • (Sem'. den) Dinlemek. Kulak vermek. Dinleyip kabul etmek. İşitmek.

istimaha

  • Birisinden hayır ummak. İyilik ve şefaat beklemek.

istimla

  • Bir şey yazılmasını istemek. Birisine birşey yazdırmak.

istimzac

  • Uyuşmak. Beraber karışmak.
  • Birisinin mizacını, huyunu öğrenmeğe çalışmak.
  • Yoklamak. Fikrini, re'yini sormak.

istinabe

  • Niyabet istemek.
  • Huk: Başka bir tarafta görülen bir muhakeme için, şahid veya maznunun yazılı ifadesinin alınması. Muhakemenin icab ettirdiği muameleleri yapması için bir mahkeme tarafından başka bir mahkemeye veya kendi âzâsından birisine salâhiyet verilmesi.
  • Duruşmada yasal gerekçelerle bulunamayan zanlının, ilgili mahkemece, yasal prosedürün yerine getirilmesi için zanlıya en yakın bölgedeki bir mahkeme veya kişileri yetkili kılması.

istinaf

  • Baştan başlamak. Yeniden başlamak.
  • Gr: Sözün başlangıcı.
  • Huk: Dâvâ Mahkemesinin verdiği hükmü beğenmeyip bozulmasını daha üst mahkemeden istemek. Dâvâ mahkemeleri ile Temyiz Mahkemesi arasındaki bir derece yüksek mahkemeye verilen isim.

istinas / istinâs

  • Alışma, ısınma.

istinbat / istinbât

  • Bir söz veya işten gizli bir mânâ çıkarma, zımnen, açık olmayarak, dolayısıyla anlama.

istinca

  • Birisinden maksadını istihsal etmek.
  • İlm-i Hâlde: Pislikten temizlenmek. Abdest bozduktan sonra veya abdest almadan evvel; kan, sidik, meni' gibi şeylerin çıktıkları yeri temizlemek.

istincah

  • İşinin olmasını isteme.

istinga

  • İtl. Yelkenlerin yukarı kaldırılıp toplanması ve bu işin yerine getirilmesi için verilen kumanda.

istirhamname / istirhâmnâme

  • Merhamet dilenme yazısı.

istirşa'

  • Bir işi yapmak için bir şey isteme.
  • Rüşvet isteme.

istişare / istişâre

  • Danışma, mühim bir iş için güvenilir birisiyle fikir alış-verişinde bulunma.

istisfa

  • Madeni eritip tasfiye etmek, hâlisini almak.

istişfa'

  • Birisinin yardımını istemek, şefâat dilemek.

istishab

  • Fık: Mazide sabit olup bilâhare zâil olduğu bilinmeyen bir şeyin hâlâ devam ettiği sayılmasıdır. (Birisinin ölümüne dair kat'i haber olmasa sağ sayılması gibi.)

istişhad

  • Birisinin şâhidliğini istemek. Şâhid göstermek. Delil olarak ileri sürmek.
  • Şehid olmak.

istişmam

  • Koklamak. Kokusunu almak.
  • Hissetmek, sezmek, dolayısı ile anlamak.
  • Uzaktan haber almak.

istisna / istisnâ / استثنا

  • Kural dışı olma.
  • Ayırmak. Kaide dışı bırakmak. Müstesna kılmak.
  • Ayrılık, kural dışı.
  • Kural dışı. (Arapça)

istisna' / istisnâ'

  • Ismarlama. Bir san'at sâhibinden belirli bir işin, belirli özelliklerde yapılmasını istemek. Meselâ bir terzi ile kumaşı ve benzeri malzemeleri ondan olmak üzere bir kat elbise dikmesi için sözleşme yapmak.

istisna'i / istisnâ'î / استثنائى

  • Kural dışı. (Arapça)

istisnaat / istisnaât

  • İstisnalar, kural dışı olan şeyler.

istişraf

  • Ellerini güneş ışığına siper etme.

istitafkarane / istîtafkârâne

  • Merhamet isteyene yakışır şekilde.

istitale

  • Uzanmak. Uzantı. Uzayıp gitmek.
  • Birisi üzerine faziletlilik dâvasında bulunmak.
  • Tecvidde: Harf okunduğunda sesin imtidadına, uzamasına denir. Bu harfe müstatıl harfi de denir. Bu sıfat Dad harfine aittir.
  • Tıb: Vücutta bazı organların uzaması.

iştiva'

  • Kızarma, pişip yenecek duruma gelme.

iştiyak-ı uhreviye

  • Âhiret sevgisi, arzusu, coşkusu.

istiza'

  • Işıklanma, aydınlanma.

istizae

  • (Ziya. dan) Işıklanma, aydınlanma, ziyalanma, nurlanma.

ithaf

  • Hediye etmek. Armağan vermek.
  • Edb: Birisinin nâmına eser yazmak.

ithamname / ithâmnâme / اِتْهَامْنَامَه

  • Suçlama metni, yazısı.
  • Suçlama yazısı.
  • Suçlama yazısı.

itibarıyla / itibârıyla

  • Açısından.

itibariyle

  • Açısından.

itilafçılar / itilâfçılar

  • Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devletinin karşısında yer alan düşman ülkeler.

itina

  • Bir işi yaparken gösterilen özel dikkat.

itirazname / îtiraznâme

  • İtiraz yazısı.

itizal / itizâl

  • Mu'tezile, "Kul kendi fiilinin yaratıcısıdır" iddiasında olan ehl-i sünnet dışı bir mezhep.

ıtk-ı muallak

  • Bir şarta talik suretiyle vuku bulan ıtkdır. Bir kimsenin kölesine "şu işi yaparsan hürsün" demesi gibi ki, köle o işi yapınca azad olur.

itnab / itnâb

  • Sözü uzatma; herhangi bir yeni fayda için, maksadı alışılagelmişin dışında uzun bir söz ile ifade etme.

ıtnabe

  • Gölgelik, sâyeban.
  • Keman teli, keman kirişi.

ittiba / ittibâ

  • Tâbi olma, uyma, ardısıra gitme.

ittihab

  • (Hibe. den) Karşılıksız olarak verilen bir bağışı kabul etme.

ittihamname / ittihâmnâme

  • Suçlanma yazısı.

ittisal / ittisâl / اتصال

  • Bağlılık, bitişiklik.
  • Birleşme, kavuşma. (Arapça)
  • Bitişik. (Arapça)

ivad

  • İlk işine dönme.
  • Âdet edinme.

ıyal / ıyâl

  • Bir kimsenin geçindirmek zorunda olduğu kişiler.

iz'an-rüba

  • Anlayışı şaşırtan. Aklı oynatan. Çok hayret ve taaccüb veren. Aklı alan. (Farsça)

iza

  • Arabça kelimelerin başında kullanılırsa; birdenbire, bir de bakılır ki, gibi mânalara gelir. İsim cümlesinin evvelinde bulunur.

izae / izâe

  • (İzâet) (Zû. dan) Işık verme, aydınlatma, ziya verme.
  • Aydınlatma, ışıklandırma.

ızaet

  • Parlatmak. Işıtmak. Işıklı olmak. Aydınlık etmek.

izafat

  • (Tekili: İzâfet) İzafetler, isim takıları, isim tamlamaları.
  • Gr: Zincirleme isim tamlaması.

izafe

  • Bir şeyi bir kimseye veya bir şeye nisbet etmek, yakın etmek. İsnâd etmek. Katmak, katıştırmak.
  • Bir şey üzerine meylettirmek, havale olmak, bağlanmak.
  • Mal etmek.
  • Gr: İki isimden meydana gelen bağlılık tamlaması.

izafet / izâfet

  • Bir şeyi bir kimseye veya bir şeye nisbet etmek, yakın etmek. İsnâd etmek. Katmak, katıştırmak.
  • Bir şey üzerine meylettirmek, havale olmak, bağlanmak.
  • Mal etmek.
  • Gr: İki isimden meydana gelen bağlılık tamlaması.
  • İki şey arasındaki ilgi, bağ.
  • İsim tamlaması, isim takımı.

izafet-i maklub

  • Ters çevrilmiş terkib. Muzaf-un ileyh ile muzafın yer değiştirmesi olup, böylece birleşik isim ve sıfatlar yapılır. Bu terkibler semâidir; işitilmekle öğrenilir, bir kaideye bağlı değildir. Her terkib bu şekle sokulmaz. Meselâ: Tâb-ı meh: Meh-tâb: Ay ışığı. Çeşm-i âhu: Ahu-çeşm: Ceylân gözlü. Nazar-

izn-i amm / izn-i âmm

  • Herkese müsaadeli olan.
  • Ist: Cum'a namazı kılınan cami kapısının kayıtsız şartsız her müslümana açık olması.

izz-üd-din

  • Dilimizde "İzzettin" şeklinde isim olarak kullanılan bu kelime; "Dinin kıymeti, ulviyet ve kudreti" anlamına gelir.

izzet-alud / izzet-âlûd

  • Şeref ve yücelikle karışık.

izzet-i rütebi / izzet-i rütebî

  • Rütbeden gelen izzet; rütbe ve makam açısından çok büyük ve üstün olma.

izzetalud / izzetâlûd

  • İzzetle karışık.

izzetinefis

  • İnsanın kendine saygısı.

j

  • Osmanlı alfabesinin ondördüncü harfi olup, ebced hesabında "" harfi gibi, 7 sayısına tekabül eder.

jaji / jajî

  • Tereyağı ile karışık peynirin tuluma konan şekli. (Farsça)

jandarma

  • Yurt içinde asayişi sağlamak gayesiyle meydana getirilen ve orduya mensup silâhlı kuvvet. Ve bu kuvvette yer alan asker. (Fransızca)

jelatin

  • Tıbda ve fotoğrafçılıkta kullanılan şeffaf, renksiz ve kokusuz bir cisim. Hayvanların kemik ve kıkırdak gibi kısımlarından elde edilir. (Fransızca)
  • Bir cins kâğıt. (Fransızca)

jeoloji

  • Yeryüzünün yapısını inceleyen ilim.

jimnaz

  • Bazı memleketlerde orta tahsil müesseselerine verilen isim. İdadî mektebi.

jiyan

  • Kızgın, kükremiş, hışımlı. (Bu tabir, ekseriyetle arslanlar hakkında kullanılır.) (Farsça)

jön türk

  • Genç Türk. 1868'den sonra, Avrupa'daki gibi, güya yenilik ve terakki isteyen Genç Osmanlılara Avrupalılarca takılan isim. (Fransızca)

jöntürk

  • Osmanlıların son döneminde yaşayan yenilik sevdalısı gençler.

jülide / jülîde / ژوليده

  • Dağınık, perişan, karma karışık. (Farsça)
  • Dağınık, karışık. (Farsça)

ka'b

  • Topuk kemiği, ayak bileği, aşık kemiği.
  • Mc: Şan, şeref, mecd, büyüklük.
  • Geo: Sekiz yüzlü, sekiz köşeli (mükâb) cisim.

ka'be / kâ'be

  • (Kâbe) Dünyanın en kudsi ma'bedi. Beytullah, Beyt-ül Ma'mur, Beyt-ül Atik. Bütün mü'minlerin ibâdet esnâsında yöneldikleri merkez. Dört köşe olduğu için Kâbe denir. Bu mukaddes makamın etrafına Mescid-ül Haram ismi verilir. İçinde bir kısım olarak Makam-ı İbrahim mevcuddur. Burası İbrahim Aleyhissel

ka'beri / ka'berî

  • Ailesine, arkadaşına, yoldaşına, kabilesine ve halkına katılık eden, kötü ahlâklı kişi.

ka'ka'

  • Korkak, zayıf kişi.

ka'kaa

  • Silâh çatırtısı. Kılınç veya süngü gibi silâhların birbirine çarpmasından çıkan ses.

ka'sa

  • Devamlı olarak yerinde sabit olan kadın.
  • Arkası içerisine girdiğinden arkasını yere koyamayan kadın.

kaba kuşluk

  • Oruç müddetinin yarısı, öğleden bir saat evvelki zaman.

kaba necaset / kaba necâset

  • İnsandan çıkınca abdesti veya guslü gerektiren her şey, eti yenmeyen hayvanların, (yarasa hâriç) ve yavrularının yüzülmüş, dabağlanmamış derisi, eti, pisliği ve bevli ile süt çocuğunun pisliği, bevli ve ağız dolusu kusmuğu, insanın ve bütün hayvanlar ın kanı ile şarab, leş, domuz eti ve kümes ve yük

kabakulak

  • Tıb: Daha ziyade tükrük bezlerini şişiren bulaşıcı ve ateşli bir hastalık.

kabid / kâbid

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Ölürken rûhları bedenlerden alan, verdikleri sadakaları zenginlerden kabûl eden.

kabih

  • (Kabiha) Çirkin, fena, kötü, yakışıksız, ayıp.

kabih-kabiha

  • Çirkin, yakışıksız, fena, ayıp.

kabil

  • Gibi, türlü, biraz evvel, az önce. Aşikâr. İleri gelen. Kabul eden.
  • Sınıf, nevi, soy.
  • Kefil.
  • Birbirine muhalif kavimden üç beş kişi.

kabil-i hitab

  • Sözden anlar. Kendisi ile konuşulabilir olan kimse.

kabile

  • Birlikte yaşayan, konup göçen, bir sülâleden türemiş insanlar. Bir reisin idaresi altında bulunan ve ekserisi aynı soydan gelen insanlar.

kabiliyet-i ilim

  • İlim kabiliyeti, becerisi.

kabis

  • Yusuf Aleyhisselâm'ın rüyasında gördüğü yıldızlardan birisi.

kabotaj

  • Bir ülkenin kendi limanları arasında gemi işletme işi. (Fransızca)

kabuk

  • Bir şeyin dışındaki sert örtü, kışır.
  • Bazı hayvanların katı mahfazaları.

kad

  • Gr : İsmiyye veya harfiyye olan bir kelimedir. İsmiyye olduğunda iki vecihle kullanılır. yerine muzari olur. Yetişir, kifayet eder mânasınadır. Yahut kelimesine müradif isim olur. Harfiyye olduğunda dâhil olduğu fiil, tahkik, ümid, rica, intizar, yakınlık, azlık veya çokluk ifade edebilir.

kadastro

  • Bir ülkedeki arazi ve mülklerin alanını, sınırlarını ve yerini belirtip plânlama işi. (Fransızca)

kaddesallahü teala esrarehümül'aziz / kaddesallâhü teâlâ esrârehümül'azîz

  • Daha çok tasavvuf büyüklerinin, evliyâ zâtların isimleri anılınca ve yazılınca söylenen veya yazılan Allahü teâlâ onların kıymetli sırlarını temiz, mübârek eylesin mânâsına duâ ve saygı ifâdesi. Bir kişi için Kaddesallahü sırrehü; iki kişi için Kadde sallahü sırrehümâ denir.

kade

  • Gr: Yardımcı fiillerdendir. Cümlede ifade edilen hükmün yaklaştığını bildirmek için söylenir. Mübtedâ ile haberin başına gelerek, birincisini isim adı ile merfu' kılar, haberini de mansub eder. Bu gibi fiillerin haberi muzâri olur.

kader

  • Cenâb-ı Hakk'ın kâinatta olmuş ve olacak her şeyin evsafını ve havassını ve sâir geleceğini ve geçmişini ezelden bilip, levh-i mahfuzunda takdiri ve yazması. Takdir-i İlâhî.
  • Ezelî kısmet.
  • Tali'. Baht. Şans.
  • Allahü teâlânın ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile, ilerde olacak hâdiseleri ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) bilip takdîr etmesi; alın yazısı.

kadere rıza / kadere rızâ

  • İnsanın, Allahü teâlânın kendisi hakkında takdîr ettiği şeylere rızâ göstermesi, hoşnud olması başına gelen belâ ve musîbetlere sabredip, boyun eğmesi.

kaderiye

  • "Kul fiilin yaratıcısıdır" diyen sapık mezhep.

kadh

  • Zemmetme, çekiştirme. Bir kimsenin ayıb ve kusurlarını söyleyerek gıybet etme.
  • Men'etmek, engel olmak.
  • Çakmak taşını çakmak.
  • Bir kimsenin işine halel vermek.

kadi-l kudat

  • Kadıların kadısı. En büyük kadı. Kazasker veya şeyhül islâm makamında bulunan kimse.

kadir

  • Bir işi yapmaya gücü yeten. Kudret sâhibi ve herşeye kudreti yeten. (Allah C.C.)

kadir-i hakim / kadîr-i hakîm / قَد۪يرِ حَك۪يمْ

  • Nihâyetsiz kudret sâhibi ve her işi hikmetli olan (Allah).

kadr (kadir) gecesi

  • Daha çok Ramazân-ı şerîf ayı içerisinde bulunduğu bildirilen ve Kur'ân-ı kerîmin indirilmeye başladığı mübârek gece.

kadro

  • ing. Bir işin yürütülebilmesi için icab eden bir cinsten şeylerin, bilhassa insanların tamamı veya bütünü.

kafes

  • Tel, ince demir veya ağaç çubuklarından yapılan ve içine kuş ve saire konulan şey.
  • Dışardan içerisi görünmesin diye, ince tahta çubuklarından yapılıp harem pencerelerine takılan siper,
  • Ahşap bir binanın kaplama ve sıvası olmaksızın direklerden ibaret taslağı.

kafile-salar / kafile-sâlâr

  • Kafile reisi. Kafile başı. (Farsça)

kafirane / kâfirane

  • Kâfire yakışır şekilde, kâfir gibi. (Farsça)

kahal

  • Koyunların derisini kurutan bir hastalık.

kahba

  • Kırmızısı çok olan beyaz nesne.

kahban / kâhban

  • Harman bekçisi. (Farsça)

kahhar / kahhâr

  • Ziyadesiyle kahreden, kahredici, yok edici, batırıcı.
  • Allah'ın isimlerinden biri.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Düşmanlarından, cebbâr (kibirli, zorba, zâlim), inâdcı, nîmetlere nânkörlük edenleri öldürüp, onları zelîl (aşağı, hakîr) etmekle dünyâda kahreden, âhirette düşmanları olan kâfirlere ebedî; îmâ nlı ölen mü'minlere, af ve mağfiret etmezse (bağı

kahilane / kâhilane

  • Tembelce, tembelcesine, tembel olana yakışır surette. (Farsça)

kahin / kâhin

  • Karışık ve tahmini sözlerle gaibden haber verdiği söylenen kimse. Haberci. Falcı.
  • Âlim.

kahkaha

  • Yanındakiler işitecek kadar gülmek.

kahr

  • Zorlama. Cebir.
  • Ezme. Mahvetme.
  • Fazlaca üzüntü. Keder içine işleme.
  • Cenâb-ı Hakkın şiddetli ve azab verici vasıflarının tecellisi. (Kahr, lütfun zıddıdır.)
  • Yaşlı, ihtiyar kişi.
  • Yaşlı at.
  • Yaşlı deve.

kahraman

  • (Çoğulu: Kahramanan) Yiğit, cesur, bahadır. (Farsça)
  • Fars mitolojisinde Rüstem'in yendiği kişi. (Farsça)
  • İş buyuran, hüküm sâhibi. (Farsça)
  • Büyük işler başarmış kişi.

kahz

  • İbrişim karışıklı beyaz bez.

kaid / kaîd

  • (Çoğulu: Kavayid) Çekirge.
  • Ulu, yüce kişi.

kaid-ül cebel

  • Dağın çıkıntısı, burnu.

kaide-i külliye

  • Genel, kapsamlı kural; kendisine cüz'î, detay meselelerin tatbik edilebildiği genel kural.

kaide-i nahviye

  • Arapça gramer kaidesi, dilbilgisi kuralı.

kaide-i nahviyece

  • Arapça dilbilgisi kuralı olarak.

kaide-i şahsiye

  • Şahsî, kişisel kural.

kainat sahibi / kâinat sahibi

  • Evrenin ve herşeyin yaratıcısı ve sahibi Allah.

kainat sultanı / kâinat sultanı

  • Evrenin ve herşeyin yaratıcısı ve Sultanı Allah.

kainatın sahibi / kâinatın sahibi

  • Evrenin ve herşeyin yaratıcısı ve sahibi Allah.

kal'

  • Bir şeyi kökünden çekip koparmak.
  • Kendisinden iyi kalay çıkan maden.
  • Azletmek. Bir tarafa ayırmak.

kal'abend

  • Bir kale içerisinde yaşamaya mahkum olmuş; esir.

kalafat

  • Geminin tahtalarının aralıklarını üstüpü vs. ile doldurup üzerine zift sürme işi.
  • Sahte süs, düzen.

kalak / kalâk

  • Can sıkıntısı. Gönül darlığı. Kararsızlık.
  • Zahmet. Meşakkat.
  • Gönül sıkıntısı.

kalar

  • Büyük sel yarıntısı. (Farsça)

kalem

  • Levh-i mahfûz üzerine Allahü teâlânın ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile bilip taktîr ettiği şeyleri yazan, nasıl olduğu insanlar tarafından bilinemeyen kalem.

kalem-i kudret

  • Varlıkların ve olayların düzenli olarak vücuda gelişinde bir kalem gibi eserini gösteren İlâhî güç.

kalem-i kudret ve kader

  • Allah'ın olacak hâdiseleri olmadan önce bilip takdir etmesi ve bu olayların düzenli olarak meydana gelişinde bir kalem gibi eserini gösteren İlâhî güç ve ilim.

kalem-i kudret-i samedaniye / kalem-i kudret-i samedâniye

  • Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olduğu Allah'ın kudret kalemi.

kalemkari / kalemkârî / قلمكاری

  • Nakkaşlık. (Arapça - Farsça)
  • Kalem işi. (Arapça - Farsça)

kalenderane / kalenderâne

  • Kalenderce. Kalender olan bir kimseye yakışır surette. (Farsça)

kalfa

  • Sarayla konaklardaki cariyeler hakkında kullanılan bir tâbir idi. Konaklarda bu tâbir, daha çok bunların eskileri ve yaşlıları hakında kullanılırdı. Gençlerine "kız" denilir ve adlarıyla çağrılırlardı.
  • Eski tarz mekteblerde öğretmen yardımcısı.
  • Bir san'atta usta ile çırak ara

kalh

  • Eşek anırtısı. Aygır kişnemesi.

kalib aleyhisselam / kâlib aleyhisselâm

  • İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Yâkûb aleyhisselâmın on iki oğlundan Şem'ûn'un neslindendir. Babasının ismi Yuknâ'dır. Kendisine Yûşâ aleyhisselâmdan sonra peygamberlik verildi. Mûsâ aleyhisselâma bildirilen dînin emir ve yasaklarını ins anlara tebliğ etti (bildirdi).

kalita

  • ing. Eskiden kalyon cinsinden yük gemisi.

kalmes

  • Ulu kişi, seyyid.

kalori

  • Lat. Bir kilogram suyu bir derece ısıtmak için lâzım olan ısı miktarı.
  • Gıdaların vücuda yarayışlı olması ve hararet vermesi bakımından değeri.
  • Gıdaların vücuda ısı vermesi bakımından değeri.

kalp

  • t. Hileli. Sahte. Taklit.
  • Yalandan cesaret satan korkak adam.
  • Yalancı. Kendisine güvenilmez olan.

kamara

  • Vapurlarda mevki sayılan odalar ve salonlar.
  • Gemide kaptan gibi erkâna mahsus odalar.
  • Buğday ve arpa gibi mahsul demetlerinden harman yerinde yapılan küme.
  • Avrupa devletlerinde millet meclisi.

kamari / kamarî

  • (Tekili: Kumriye) Dişi kumrular.

kamçı-yı teşvik

  • Teşvik kamçısı, unsuru.

kamel

  • Bitli kişi.
  • Karnın büyük olması.

kamer

  • Gökteki ay. Hilâl.
  • Ay ışığında uyumayıp uyanık durmak.

kamer-i marifet

  • Marifet ayı; ışığı.

kamet-i mevzun

  • Düzgün ve yakışıklı boy.

kamil / kâmil

  • (Kemal. den) Bütün, tam, olgun, eksiksiz, kemalde olan, kusursuz. Kemal ve fazilet sâhibi.
  • Resul-i Ekrem'in de (A.S.M.) bir vasfıdır.
  • Yaşını başını almış, terbiyeli ve görgülü kimse.
  • Âlim, bilgin kişi.
  • Bir aruz kalıbı ismi.

kamkarane / kâmkârane

  • Mutlu olan bir kimseye yakışır şekilde, mutlulukla. (Farsça)

kamra

  • Ay ışığı olan gece.

kamt

  • Kuş, dişisine cima etmek.
  • Doğan çocuğu beze sarmak.

kanaatkarane / kanaatkârane

  • Kanaat sâhibi bir kimseye yakışır tarzda. (Farsça)

kanadil-i nuriye / kanâdil-i nuriye

  • Işık veren kandiller.

kanata

  • ing. Bol ağızlı su testisi.
  • Sıvı koymaya mahsus kap.
  • Bazan ölçü gibi de kullanılır.

kanber

  • Hz. Ali'nin (R.A.) sâdık, vefakâr ve sevgili kölesinin adı.
  • Mc: Bir evin gediklisi.
  • Herşeye burnunu sokan, her düğün ve eğlencede bulunan bir adamdan kinâye olarak kullanılır.

kand

  • Şeker, şeker kamışının donmuş suyu.

kanken / kânken

  • Madenci. Maden kazıcısı. (Farsça)

kannur

  • Başı büyük kişi.

kanun-u emir

  • Emir kanunu; Allah'ı Kudret sıfatının bir tecellisi olan kanun.

kanun-u tebeddül ve tagayyür

  • Başkalaşım ve değişim kanunu.

kanunname / kanunnâme

  • Kanun yazısı.

kar / kâr

  • (Çoğulu: Kur-Kirân) Zift, kara boya.
  • Deve. Dağ keçisi.
  • Ses çıkmasın diye ayağın kenarıyla yürümek.
  • Küçük tepe.
  • Kara taşlı yer.
  • Kara büyük taş.
  • (Kelimeye bir ek olup, isimleri sıfat yapar) Eden, edici, yapan mânâlarına gelir ve li, lı, cı, ci gibi eklerin de karşılığıdır. İtaat-kâr, hilekâr, isyan-kâr, hamur-kâr, kanaatkâr...gibi. (Farsça)

kar-daran / kâr-daran

  • (Tekili: Kârdar) İşi elinde tutanlar, iş tutanlar.

kar-ı kadim / kâr-ı kadim / كار قدیم

  • Eski zaman işi.
  • Eski el işi.

karabet / karâbet

  • Soyca yakınlık. Hısımlık. Akrabalık.
  • Soyca yakınlık, hısımlık, akrabalık.

karabet-i nesebiyye

  • Aynı soydan gelmek suretiyle olan asli hısım ve akrabalık.

karabet-i sıhriyye

  • Kız alıp vermekle meydana gelen akrabalık, yakınlık, hısımlık.

karaib

  • (Tekili: Karib) Yakınlar, hısımlar. Akraba.

karanitıs

  • Kişiyi sersem eden dimağ dolgunluğu.

karantina

  • İtl. Bulaşıcı bir hastalığın yaygın olduğu bir ülkeden gelen kişileri, gemileri veya malları geçici olarak tecrit etme şeklinde alınan tedbir.
  • Hastahanede yatması gereken hastaların kayıt ve kabul işlerinin yapıldığı yer.
  • Bir bulaşıcı hastalığın yayılmasını önlemek üzere hast

kararname / kararnâme

  • Kararların yazısı.

karbon

  • Lât. Basit olup kömürleşmiş hâlde bulunan bir temel unsur. Kömür. Billurlaşmış halde kömürleşmiş cisim.

kardar / kârdar

  • İşi elinde tutan. (Farsça)

kare

  • (Çoğulu: Kâr-Kur) Dişi ayı.
  • Meşe.
  • Yüksek yer.
  • Kabile ismi.

kareh

  • Kişinin gövdesi kirli olmak. Vücut kirliliği.

karen

  • (Çoğulu: Akrân) Ok mahfazası.
  • Kılıç.
  • Ok.
  • İki deveyi biribirine çattıkları ip. Başka deveye çatılmış deve.
  • Çatık kaşlı olmak.
  • "Yakınlık" mânâsına mastar.
  • Necid ahâlisinin mikâtı olan mevzi.

karheb

  • Yaşlı, ihtiyar.
  • Yaşlı öküz.
  • Çok kıllı keçi.
  • Ulu ve şerefli kişi.

kari'

  • Ulu kişi, seyyid.

karib

  • Çok yakın. Yerce ve mekânca uzak olmayan.
  • Yakın hısım.

karin / karîn

  • Yakın. Hısım. Akraba.
  • Arkadaş. Yaşı aynı olan arkadaş. Refik. Komşu.
  • Bir şeyi elde eden, nâil olan.
  • Pâdişahın daimi surette yakınında bulunan. Mâbeynci.
  • Yakın.
  • Bir şeye sahip olan, bir şeye nail olan.
  • Hısım, komşu, arkadaş gibi yakın.

karine / karîne

  • Karışık bir iş veya meselenin anlaşılmasına yarayan hal, ipucu.

karine-i münevvire

  • Işıklandıran, aydınlatan ipucu.

kariyer

  • Bir insanın kendisini hasretmiş olduğu meslek. (Fransızca)
  • Bir meslekte alınan merhalelerin bütünü. (Fransızca)

karkar

  • Kilim veya halı ucu.
  • Hışımla gürleyerek çağır demek.

karlayl

  • (Thomas Carlyle) (Hi: 1210-1298) İskoçya'da doğmuş, Londra'da ölmüştür. İskoç tarihçisi ve filozofudur. Babası dindar bir duvarcı ustası idi, oğlunu papaz yapmak istiyordu. Onun dinî şüpheleri papaz olmasına mâni oldu. Yedi sene manevî mücahededen sonra imanî mes'elelerde istikrar elde edebilmiştir.

karn

  • Zaman, devre.
  • Bir insanın ortalama ömrü olan altmış sene.
  • Yüz yıllık zaman. Asır.
  • Boynuz. Hayvanda başın boynuz yerleri, boynuz yerinden sarkan saç. (Karn, iki mânaya gelir. Birisi, zamandan bir müddete mukterin olan ümmet, bir zaman ahalisi olan hey'et-i içtimaiye ki

karname / kârname

  • Usta çıkacak kişilerin ustalıklarını göstermek için yaptıkları iş örneği. (Farsça)

kars

  • İki parmağıyla çimdiklemek.
  • Karıncanın ısırması.

karta'

  • Gözünün birisine sürme çekip diğerini unutan ve gömleğini ters giyen budala kadın.

kartaban

  • Karısı ile nâmahrem kimseyi gördüğü hâlde aldırış etmeyen.

karun

  • İki şeyi bir araya getiren.
  • Tez terleyen hayvan.
  • Arka ayaklarının tırnağı ön ayağının tırnağı yerine vâki olan hayvan.
  • İleride olan memeleri geride olan memelerine pek yakın olan dişi deve.

karv

  • Ağaç kadeh.
  • Köpek yalağı.
  • Hurma ağacının kökü.
  • Uzun havuz.
  • Hayanın derisi inip büyümek.
  • Kast.
  • Etraflıca araştırmak, tetebbu.
  • Bir kimsenin mesleğine girmek, onun yoluna süluk etmek.

karz-ı hasen

  • Ödünç verme, çarşıda benzeri bulunan herşeyi, belirsiz bir zaman sonra, aynısı geri verilmek üzere verme.

kasab / قصب

  • Şeker kamışı. (Arapça)
  • Nefes borusu. (Arapça)
  • İnce keten. (Arapça)

kasab-ı mısri / kasab-ı mısrî

  • Mısırda dokunmuş keten bezi.

kasab-ül faris / kasab-ül fâris

  • Kalem kamışı.

kasab-ül habib

  • Şeker kamışı.

kasaba

  • (Çoğulu: Kasabât) Akciğerdeki nefes borularından herbiri. Bronş.
  • Küçük şehir. Çarşısı olan büyük köy.
  • Ahalisi beş-on bin raddelerinde olan mâmure.

kasame

  • (Kasem. den) Katili bilinmeyen kimsenin bulunduğu, şüphelenildiği mıntıka halkından elli kişiye yemin ettirme.

kasatura

  • Süngü gibi tüfeğin namlusu ucuna takılan veya bel kayışına asılı olarak taşınan bir çeşit bıçak.

kasavet-i mücesseme

  • Tecessüm etmiş kasavet; cisim gibi somut hâle gelmiş kalp katılığı.

kaşbe

  • Hasis kişi.
  • Maymunun dişisi.

kasd

  • Bir işi bile bile yapmak.
  • İsteyerek. Niyet ederek.
  • Niyet. Tasavvur.
  • İstikamet. Yolu doğru olmak.

kasem

  • Yemîn. Bir işi yapmak veya yapmamak için Allahü teâlânın ismini söyleyerek söz verme.

kaşi'

  • Kararı ve sebâtı olmayan kişi.
  • Dağılmış, müteferrik.

kaside-i bürde

  • Hazret-i Peygamber (A.S.M.) önünde meşhur Arab Şâiri Ka'b bin Züheyr'in okuduğu kasidenin adı olup, bu kasideyi Peygamber Aleyhissalâtü vesselâm beğenmiş, mükâfat ve iltifat eseri olarak da kendi hırkasını ona giydirdiğinden bu isimle meşhur olmuştur.

kaside-i gaybiye

  • Hz. Ali'nin (r.a.) Hz. Peygamberden (a.s.m.) ders alarak yazdığı gelecekteki hadiselere ışık tutan, Ercûze ve Celcelutiye isimli kasideler.

kaside-i kader

  • Kader kasidesi; yaratıcısının medhine lâyık, İlâhî takdir ve ölçülerle yaratılmış bir kaside gibi olan varlıklar.

kaşif / kâşif

  • Keşfedici. Keşfeden. Gizli bir şeyi meydana çıkarıp, izah eden. Açıklayan.
  • Mısır'da nâhiye veya kaza idarecilerine verilen ad.

kasır-ül fehm

  • Anlayışı noksan, kısa anlayışlı. Anlayışsız.

kaşire

  • Derisi yarılmış olan baş yarığı.
  • Yerin yüzünü kazıp götürmüş olan yağmur.

kasıru'l-fehim

  • Anlayışı kısa.

kasıtin / kasıtîn

  • (A, uzun okunur) Zulmeden ve haktan sapanlar.
  • Haklı olanlar.
  • Kısımlara bölenler.

kasiyy

  • Soğuk gece.
  • Kas adı verilen mahâlde yapılan ibrişimli bir elbise.

kasma

  • Ufak boynuzlu dişi koyun.

kasr

  • Kısa olmak. Kısa kesmek.
  • Birisini bir hususa, bir işe tahsis etmek.
  • Bir işte tembellik etmek.
  • Akşamlamak.
  • Hapseylemek.
  • Yekpâre taş.
  • Beyazlatmak.
  • Gevşetmek.
  • Noksanlaştırmak.

kassam

  • Hayrı çok olan kimse.
  • Yorulmuş, kendini bırakmış, mahzun kişi.
  • Büyük hurma salkımı.
  • Büyük et parçası.

kastalani / kastalanî

  • (Hi: 851-923) (İmam-ı Ahmed İbn-i Muhammed) Büyük Şafiî âlimlerindendir. Çok eser yazmıştır. En meşhur eseri Mevahib-ül Ledüniyye'dir. Mısır'da vefat etmiştir.

kasten ve bizzat

  • Bilerek ve kendisi isteyerek.

kasti hüküm / kastî hüküm

  • Bir şeyin bizzat kendisi hakkında "bu doğrudur veya yalandır" şeklinde verilen hüküm; bilerek, birinci derecede karar konusu.

kasvet

  • Katılık.
  • Sıkıntı. İç sıkıntısı.
  • Kalb katılığı.

kasvet-efza

  • Kasvet ve iç sıkıntısı veren. (Farsça)

kasvet-engiz

  • Kasvet ve iç sıkıntısı veren. (Farsça)

kat'

  • Kesme, ayırma.
  • Geçme. Yol almak. Yüzerek geçmek.
  • Delil ve bürhan ile ilzam etmek.
  • Edb: Sözün te'sirini arttırmak ve dinleyenin anlayışına bırakmak için söz bitmeden kesivermek."İmtihan geliyor. Çalışın, yoksa..."Görmüyor gittiği yanlış yolu zannım çoğunuz Size rehberl

kat'-ı nazar

  • Bir şeye bakmaktan vazgeçme, ondan ilgisini kesme.

kat-ı sıla-i rahim

  • Hısım-akrabayı ve özellikle anne-babayı terk etme, bağlantıyı kesme.

kataif

  • (Tekili: Katife) Saçaklı, tüylü havlular; ehramlar.
  • Kadayıf tatlısı.

katm

  • Kesmek. Isırmak.
  • Tatmak, zevk.
  • Devenin kükremesi.

katr

  • Damlamak. Damlatmak. Damlayan şey.
  • Develeri katarlamak.
  • Birisini şiddet ve hiddetle yere çalmak.
  • Yağmur.

katred

  • Koyunu ve kuzusu çok olan kişi.

kav'

  • (Çoğulu: Akvâ) Erkek dişiye aşmak.
  • Üstüne hurma ve buğday döktükleri düz yer.

kavaid-i usuliye / kavâid-i usuliye

  • Metod kuralları; ilmî disiplinlerle bağlantılı metod kuralları.

kavanin-i meşiet / kavânin-i meşiet

  • Allah'ın irade ve dilemesinin tecellisi olan kanunlar.

kavda

  • (Çoğulu: Kud) Uzun boyunlu kadın.
  • Alt dişlerin uzun başlısı.

kaviyy

  • Allahü teâlânın Esma-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi tam olarak yaratmakta kuvvet sâhibi olan, her şeyi yaratıp, varlıkta devâm ettiren; dilediğini yapmak kendisine zor gelmeyen.

kavl

  • Müctehid (Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden din bilgilerini elde edebilen) âlimlerin bir işin hükmünü bildiren sözü yâni re'yi, ictihâdı.

kavl-i kadim / kavl-i kadîm

  • İmâm-ı Şâfiî'nin Bağdâd'daki ilk ictihâdlarına (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden çıkardığı hükümlere) verilen ad. Bunlara onun mezheb-i kadîmi de denir. İmâm-ı Şâfiî, kavl-i kâdimini el-Hucce adlı eserinde topladı. Mısır'a yerleşince, muhîtin (y örenin) örf ve âdetlerini de nazar-ı îtibâra (dik

kavm-i mahsur

  • Nüfusu yüz kişiden az olan köy halkı.

kaydahr

  • Halkın her işine karşı gelen.
  • İri gövdeli deve.

kayıf

  • Ferasetle bir kimsenin nesebini bilen kişi.

kaykaban

  • İğde yemişi gibi akça yemişi olan bir ağaç.

kayyım

  • İnsanları birbirine kardeşlikte ve sevgide bir araya toplayıp dünya ve âhirette necat ve iyilikler yolunda cem' edici olduğundan; bütün iyilikleri haseneleri toplayıcı ve muhtaçlara çok ihsan edici mânasında Peygamberimiz Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) verilen bir isim.

kayyum / kayyûm

  • Başlangıç, nihayet ve yeniden oluş gibi hallerden münezzeh ve ezelden ebede kaim, dâim ve var olan Allah (C.C.). Bütün eşyanın ancak kendisi ile kaim olduğu Cenab-ı Hak.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yaratıcı ve mahlûkları yerlerinde ve varlıkta durdurucu.

kaza / kazâ

  • Allah'ın ezeldeki hükmü
  • Kadılık (ilçe) merkezi.
  • Kadılık etme işi, mahkemenin kararı, hükmü.
  • Yapma, yapılma, işleme.
  • İstemeden yapılmış bir kötülük.

kaza orucu / kazâ orucu

  • Oruç tutmamayı mubâh kılan (dînde bildirilen) bir özür sebebiyle vaktinde tutulamayan veya tutarken bir özür sebebiyle yâhut kast (bilerek) olmadan bozulup, Ramazân bayramının birinci, Kurban bayramının birinci, ikinci ve üçüncü günleri dışındaki zam anlarda gününe gün tutması gereken Ramazân-ı şerî

kaza ve kader / kazâ ve kader

  • Allahü teâlânın meydana gelecek hâdiseleri ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) bilip takdîr etmesi ve bu hâdiselerin zamânı gelince, Allahü teâlâ tarafından yaratılması ve meydana çıkması. Allahü teâlânın birşeyin varlığını ezelde bilip, takdîr et

kaza'

  • Çocukların başını traş edip, bazı yerlerinde kısım kısım saç bırakmak.

kazan kaldırmak

  • Yeniçerilerin isyanı münasebetiyle kullanılan bir tabirdi. Yeniçeriler isyan ettikleri zaman yemek pişirilen kazanlarını da, toplandıkları At Meydanı'na getirdikleri için bu tabir meydana gelmiştir. Sonradan da devlete karşı koymağa kalkanlar hakkında kullanılırdı. (Türkçe)

kazasker

  • İlmiye mesleğinin en yüksek mertebelerinden biri. Lügat mânası asker kadısı, ordu kadısı demektir. Osmanlılarda Kazaskerliğin ihdası Sultan I.Murat zamanındadır. İlk Kazasker de "Çandarlı Kara Halil"dir.

kaziye-i ma'dule

  • Man: Selb, ya mevzuundan ya mahmülünden ikisinden cüz' olan, yâni kendinde hem isbat ve hem de nefiy kaziyyelerdir. "Nefs-i nâtıka gayr-i mürekkebdir" gibi.

kaziye-i mahsusa

  • Man: Mevzuu yalnız bir fertten ibaret olup da hüküm onun üzerine olan kaziyyedir. Buna Kaziye-i şahsiyye dahi denir. "İstanbul en büyük şehirlerin birincisidir" gibi.

kaziye-i şartiyye-i muttasıla

  • Man: Mevzu ile mahmulü birer cümle olmakla, birinde bir şeyin üzerine olunan hüküm, diğerinde gösterilen şarta mütevakkıf olan kaziyyedir. (Eğer bir cisim ağır ise, bir yere yerleştirilmedikçe düşer gibi.)

kazm

  • Kuru şeyler yemek.
  • Dişlerin etrafıyla bir şeyi ısırıp yemek.

kazz

  • Bükülmüş ibrişim. Ham ipek.
  • Sıçramak.
  • Irak olmak, uzak olmak.

kebab

  • Ateşte pişirilen et.
  • Ateşte kavrularak veya alazlanarak pişirilen her türlü yiyecek.

kebair

  • (Tekili: Kebire) Büyük şeyler, büyük günahlar. Kebairin sıralanışı:-Allah'ı inkâr etmek.-Allah'a şirk koşmak.-Kat'iyyen sâbit olan dini bir hükme inanmamak.-Allah'ın rahmetinden ümidini kesmek.-Allah'ın cezasından, mekrinden ve azabından emin olmak.-Günah üzerinde ısrar etmek. Yâni, herhangi bir gün

kebas

  • Misvak ağacının yemişi.
  • Bir şeyin kokup bozulması.

kebed

  • Ciğer ağrısı.
  • Kara ciğer.
  • Meşakkat. Şiddet. Mihnet.
  • Karnın şişmesi.

kebir / kebîr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Varlığından önce yokluk geçmemiş olan.

kebkeb

  • Ayak patırtısı. (Farsça)

keçel

  • Başı kel olan kişi. Başında saç olmayan kimse. (Farsça)

kechulk

  • Kötü huylu kimse. Huyu kötü olan kişi.

kecreftar

  • Ters yürüyen. Gidişi eğri. (Farsça)

kede

  • "Mahal, ev, yer" anlamına gelir ve birleşik isimler şeklinde kullanılır. Meselâ: Ateşkede, bütkede, meykede... gibi. (Farsça)

keder

  • Tasa, kaygı, can sıkıntısı. Bulantı. Gam.

kedersiz

  • Sıkıntısız, üzüntüsüz.

kedh

  • Amel, cehd. Sa'y.
  • Isırma veya yırtma ile hasıl olan iz.

kedin

  • Etli ve yağlı kişi.

kedm

  • Isırma.

kedum

  • Adam ısıran eşek.

kefaf

  • Ancak yaşayabilecek kadar olan rızık.
  • Misil, miktar.
  • Berâberlik.

kefalet

  • Kefillik. Bir kimse kendine âid bir işi yapamadığı veya borcunu ödeyemediği takdirde, yerine onun işini göreceğini kabul etmek.
  • Birine kefil olmak. İşini üzerine almak.

keffaret-i yemin / keffâret-i yemîn

  • Bir işi yapmak veya yapmamak husûsunda Allahü teâlânın ismini söyleyerek yemîn eden kimsenin yemînini bozunca cezâ olarak yapması gerekli olan şey.

keffaret-i zıhar / keffâret-i zıhâr

  • Bir erkeğin, hanımını veya onun yüz, baş, ferc gibi bir uzvunu, kendisine nikâhı ebedî haram olan bir kadına veya onun bakılması haram olan yerine benzetmesi yâni "Sen anam gibisin" veya "Senin sırtın anamın sırtı gibidir" demesinin affı ve onunla te krâr münâsebet kurabilmesi için olan çâre.

keffe

  • (Çoğulu: Kifef) Terazi kefesi.
  • Her yuvarlak cisim.
  • (Çoğulu: Ükef) El ayası.

kefi

  • Nazir, misil, benzer, denk, eş.

kefil / kefîl

  • (Kefâlet. den) Birisinin bir borcu ifâsı lâzım gelirken, ifâ etmediği takdirde, o borcu ifâyı kendi üzerine alan kimse. Kefâlet eden kimse.
  • Başkasına âit bir işi veya borcu üzerine alan, sorumluluğunu yüklenen kimse. Kefîle, dâmin de denir.

kehanet / kehânet

  • Kâhinlik. Gaybı, gizli şeyleri bilirim iddiâsında bulunmak. Bu işi yapana kâhin, falcı denir.

kehat

  • Büyük, semiz dişi deve.

kehkeş

  • Samanyolu galaksisi.

kehkeşan

  • Samanyolu. Saman uğrusu. (Gökte sık yıldız ışıklarıyla hasıl olan yol biçimi uzayıp giden ışıklı manzara.) (Farsça)

keib

  • Mahzun, hüzünlü, münkesir ve kötü halli olan kişi. (Müe: Keibe)

kelam-ı nefsi / kelâm-ı nefsî

  • Allahü teâlânın kelâm sıfatının harf ve ses içerisine sokulmadan yâni kelâm-ı lafzî hâlini almadan önceki hâli.

kelb-i akur

  • Salar, azgın, ısırıcı köpek.

kelil

  • Körleşmiş.
  • Az gören, donuk gören göz. Uzağı veya yakını iyi göremiyen göz. Miyop veya hipermetrop göz.
  • Kesmez olan âlet.
  • Çakal.
  • Yorulmuş kişi, yorgun kimse.

kelim / kelîm

  • Kendisine söz söylenen.

kelime

  • Gr: Mânası olan en küçük söz veya cümlenin yapısını teşkil eden unsurlardan birisidir. Kelime, isim, fiil ve harf olmak üzere dilbilgisinde üç kısma ayrılmıştır. "Bir tek söze" kelime denir.

kelime-i menhute

  • Aslı iki kelime olan bir tâbirin bir kelime ile söylenişi: "El Hamdüllilâh" yerine "Hamdele" söylenmesi gibi. "Bismillâh" yerine "Besmele" denmesi gibi.

kelime-i şehadet / kelime-i şehâdet

  • "Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed'in Onun kulu ve elçisi olduğuna şehadet ederim" ifadesi.

kelimullah / kelîmullah

  • "Allahü teâlânın kendisiyle konuştuğu zât" mânâsına Mûsâ aleyhisselâmın lakabı.

kem-bidaa

  • Sermayesi az. (Farsça)
  • Bilgisi zayıf, câhil. Az okumuş. (Farsça)

kem-fehm

  • Anlayışı kıt. İdrâki az.

kem-harf

  • Az söyliyen kimse, az konuşan kişi. (Farsça)

kem-havsala

  • Tahammülü az olan kişi, tahammülsüz kimse. (Farsça)

kema fi's-sabık / kemâ fi's-sâbık

  • Aynen eskisi gibi.

kema fi-s-sabık / kemâ fi-s-sâbık

  • Eskisi gibi.

kema hüve-l-mutad / kemâ hüve-l-mutad

  • Mutad olduğu ve alışıldığı üzere.

kema kane fi-s-sabık / kemâ kâne fi-s-sâbık

  • Eskisi gibi, eskisindeki gibi.

kemal sıfatları / kemâl sıfatları

  • Allahü teâlânın zâtında ve işlerinde hiçbir kusûr, karışıklık, değişiklik ve noksanlık olmadığını gösteren hayât (diri olmak), ilim (bilmek), sem' (işitmek), basar (görmek), kudret (gücü yetmek), irâde (istemek), kelâm (söylemek) ve tekvîn (yaratmak) sıfatları. Bunlara Subûtî, Hakîkî ve Kâmil sıfatl

kemal-i esma / kemâl-i esmâ

  • İsimlerin mükemmelliği.

kemal-i ihtilat / kemâl-i ihtilât

  • Tam bir karışıklık.

kemal-i rububiyet / kemâl-i rububiyet

  • Allah'ın varlıkları terbiye ve idare edişindeki mükemmellik.

kemal-i zati / kemâl-i zâtî / كَمَالِ ذَات۪ي

  • Zâtına âit, kendisinden olup başkasından olmayan mükemmellik.

kemend-i mahbub-i ilahi / kemend-i mahbûb-i ilâhî

  • Allahü teâlânın sevdiklerini kendisine çekmek için gönderdiği sebebler, dert, belâ ve sıkıntılar.

kemerbend / كمربند

  • Bel kayışı. (Farsça)

kemi'

  • Bir yerde ve bir döşekte beraber yatan kişi.
  • Düz yer.

kemiyy

  • Bahadır kişi.
  • Kahraman, şucâ.

kemsere

  • Cem'olmak, toplanmak.
  • Bazısı bazısına girmek.
  • Yab yab yürümek.

kemzeban

  • Az konuşan kimse. Az söyleyen kişi. (Farsça)

kenak

  • Karın ağrısı. Buruntu. (Farsça)

kenar

  • Çevre, kıyı, Sâhil, deniz kıyısı. (Farsça)
  • Köşe, uç. (Farsça)
  • Son, nihâyet. (Farsça)
  • Çember. (Farsça)
  • Etrâfı çevrilen şey. (Farsça)
  • Kucaklama. Kucağa alma. (Farsça)

kendi nefsi

  • Kendi zâtı, kendisi.

kene

  • Hayvanın etine yapışıp kanını emen küçük bir böcek.

kenni / kennî

  • (Çoğulu: Ekniyâ) Lâkabdaş kimse, isimleri aynı olan.

ker

  • Sağır, işitmez. (Farsça)
  • Kudret, kuvvet. (Farsça)
  • Maksad ve meram. (Farsça)

kerahet / kerâhet

  • İğrenme, tiksinme, istememe. Harama yakın olma veya yapılmaması iyi olma. Dinde terk edilmesi iyi olan bir şeyin terk edilmeyip yapılması. Kerâhet, tahrîmiyye ve tenzîhiyye olmak üzere iki kısımdır.

kerahiyyet

  • Mekruh oluş. Kerih ve çirkin olan işin hâli.

keramet / kerâmet / كرامت

  • İkrâm, üstünlük.Hangi peygamberin ümmetinden olursa olsun, velîlerden âdet dışı, yâni fizik, kimyâ ve fizyoloji kânunları dışında meydana gelen şeyler, hâdiseler.
  • Cömertlik, kerem. (Arapça)
  • Velîlerin gösterdikleri olağandışı hal. (Arapça)

keramet-i kevniye

  • Maddî ve kişisel yapısının olağanüstü olması.
  • Kudret-i Rabbaniyenin ihsanı ile letâfet kesbedip havada uçmak, uzun yolu kısa zamanda gitmek, bir mü'minin bir sıkıntısı hâlinde Cenab-ı Hakk'a dua edip ind-i İlâhîde makbul bir zâttan yardım istemekle, o zatın, izn-i İlâhi ile o muztar kimsenin imdadına yetişmesi, kale gibi muhkem bir yerde üzerin

kerempe burnu

  • Batı Karadeniz kıyısında Cide Kazasının sınırları içinde kalan kara çıkıntısı.

keri / kerî

  • Örümcek ağı. (Farsça)
  • Sağırlık, duymazlık, işitmezlik. (Farsça)

kerim / kerîm

  • Her şeyin iyisi, faydalısı. Kerem ile muttasıf olan, ihsan ve inayet sâhibi. Şerefli ve izzetli. Muhterem, cömert, müsamahakâr. (Kur'an-ı Kerim tâbirindeki kerim; muazzez, mükerrem mânâsınadır. Kur'an-ı Kerim'de bu kelime 27 defa geçer ve ancak iki defa Cenab-ı Hak hakkında kullanılmıştır.)
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kudreti (gücü) var iken affeden, vâd ettiğini yapan, vermesi ve ihsânı (lütfu) bol olan, ümîd edilenin üstünde olan, ne kadar verdiğini ve kime verdiğini hesâb etmeyen, kendisine sığınanı ko ruyan ve isteyeni zenginleştiren.
  • Mu

keriyy

  • Kiraya veren veya kiraya alan. (ikisine de ıtlak olunur.)

kerkeç

  • Eskiden muhasara olunan kaleleri tazyik etmek ve top ve tüfekle dövmek için dışarısına yapılan kule ve tabyalar.

kerş

  • Karın.
  • İşkembe.
  • Topluluk, cemaat.
  • Kişinin çoluk çocuğu veya küçük evlâdı.

keryan

  • Uyuyan kişi, nâim.

kes / كس

  • İnsan. Kişi. (Farsça)
  • Kişi, kimse. (Farsça)

keş'

  • Kalb sıkıntısına uğrayıp huzursuz olmak.

kes-i bikesan / kes-i bîkesan

  • Kimsesizlerin yardımcısı.

keşakeş

  • Münâkaşa, çekişme. (Farsça)
  • Keder, hüzün, tasa, gam. (Farsça)
  • Sıkıntı, felâket, ıztırab. (Farsça)
  • Tereddüt, kararsızlık. (Farsça)
  • Pehlivanların birbirleriyle mücâdeleleri. (Farsça)
  • İki kişinin, bir şeyi birer uçlarından tutup, her birinin kendine doğru çekmesi. (Farsça)

kesan

  • Adamlar. İnsanlar. Kişiler. (Farsça)

kesane

  • İnsan gibi. İnsana yakışır şekil ve surette. (Farsça)

kesb-i şer

  • Şerli bir işi işlemek veya o işe âlet olmak yahut da tarafdar olmak.
  • Şerli bir işi işleme.

kesd

  • Davarı üç parmakla sağmak.
  • Bir şeyi dişiyle kesmek.

kesf

  • (Güneş veya Ay) ışığını kesme.
  • Görünmez olma.
  • Kesmek.
  • Yaramaz olmak.

keşf

  • Açmak.
  • Olacak bir şeyi evvelden anlamak. Gizli kalmış bir şeyin Cenab-ı Hak tarafından birisine ilham olunması ile o gizli şeyin meydana çıkarılması.
  • Açma, meydana çıkarma, gizli bir şeyi bulma, bir sırrı öğrenme.
  • Allah tarafından ermişlere ilham edilen gizliyi bilme yetisi.

kesif / kesîf

  • Sığ, yoğun, maddî yapısı olan.

keşişane / keşişâne

  • Keşişe yakışır yolda. Papaza uygun şekil ve surette. (Farsça)

keşmekeş / كَشْمَكَشْ

  • Karışıklık.
  • Karışıklık.
  • Kararsızlık. Karışıklık. Tereddüd. Kavga. Çekişme. (Farsça)
  • Karma karışıklık.

keşmekeş-i ihtilaf / keşmekeş-i ihtilâf

  • Anlaşmazlıktan gelen karışıklık.

keşmekeşlik

  • Karışıklık.

kesre

  • Kur'an-ı Kerim yazısında harfin altına konarak, o harfi "İ" veya "I" diye okutan ve bir adı da "esre" olan işâret.

kesret

  • Çokluk, sıklık.
  • Bir şeyin ekserisi ve muazzamı. Bolluk. (Bunun zıddı kıllettir)

kesret daireleri

  • Çokluk daireleri; sayısız varlıklardan oluşan daireler.

kesret tabakatı

  • Sayısız varlıklardan oluşan âlemler.

kesret-i mutlaka

  • Mutlak, sayısız çokluk.

keşti-i gam / keştî-i gam

  • Gam gemisi.
  • Mc: Bu dünya.

keşti-i nuh-u selamet / keşti-i nuh-u selâmet

  • Esenliğe, güvenliğe ulaştıran Nuh'un gemisi.

ketibe

  • Asker bölüğü. Ordudan ayrılmış toplu alay. Düşmana çapul eden birkaçyüz kişilik süvari kolu.

ketiz

  • Yemeği çok yeyip karnını iyice dolduran kişi.

ketumane

  • Ketum olup ağzı sıkı olan, herşeyi söylemiyen kimseye yakışır surette. (Farsça)

kevar

  • Meyve veya üzüm küfesi. (Farsça)
  • Bal arısı gömeci, petek. (Farsça)
  • Geceleri havada peyda olan bulut. Sis. (Farsça)

kevkeb-i münevver

  • Işık saçan parlak yıldız.

kevma

  • Büyük ökçeli dişi deve.

kevsec

  • Köse kişi.
  • Testere gibi hortumu olan bir balık cinsi.

keyfe mettefak

  • Hangisi olursa. Nasıl rast gelirse.

keyfiyet

  • Nitelik, bir şeyin nasıl olması.
  • Bir olayın geçişi.
  • Madde, iş.

keyfiyet-i hilkat

  • Yaratılışın niteliği, yaratılış özelliği.

keyfiyetçe

  • Özellik, nitelik açısından.

keymus

  • yun. Yiyecek ve içecek maddelerin midede hazmolunup erimesinden hâsıl olan bir sıvıdır ve kana karışır.

keys

  • Yaramaz huylu kişi.

kezm

  • Bir şeyi ağzına alıp ön dişiyle kırmak.
  • Burnun kısa ve yüksek olması.
  • Parmakları kısacık olmak.
  • Atın dudaklarının kaba ve kısa olması.

kıbal

  • Ebelik bilgisi ve işi.

kibarane

  • Büyük adamlara, nâzik ve görgülü kimselere yakışır şekil ve surette. (Farsça)

kıbb

  • Kişinin arkasında yumrulanan kemik.

kibir

  • (Kibr) Kendisini büyük gösteriş. Büyüklük. Kendisini, başkalarından üstün olmadığı hâlde üstün görme ve tutma hastalığı.
  • Şeref ve şan.
  • Bir şeyin muazzamı. Büyük.

kibr / كبر

  • Büyüklük taslama, şişinme. (Arapça)

kibr-i san'at-meal / kibr-i san'at-meâl

  • San'at açısından büyüklük.

kibrit-i ahmer

  • Kırmızı kibrit.
  • Cisimleri altun hâline koyacak derecede te'sirli olduğu söylenen şey. İksir.
  • Tas: Mürşid. Kıymeti çok yüksek olan.

kıbt

  • Mısır'ın eski yerli halkı.

kibt

  • Bal arısı, nahl. (Farsça)

kıbti / kıbtî

  • Mısır'a ilk yerleşen insanlar. Mısır'ın yerli halkına verilen ad.

kıdn

  • Havan.
  • Kadının mahfe içinde kendisi için koyup sakladığı giyim eşyası.

kıdr

  • (Çoğulu: Kudur) Çömlek, tencere ve kazan gibi, yemek pişirmeye mahsus kaplar.

kıdve

  • İlimde ileri olup kendisine uyulan. Kendine itimad edilip ardınca gidilecek olan.

kifaf

  • (Tekili: Aslı: Kefaf) Yetecek kadar olma. İhtiyaca yetecek kadar azık.
  • Bir şeyin güzide ve hayırlısı.
  • (Keffe) Terazi kefeleri.

kifaf-ı nefs

  • (Aslı: kefaf-ı nefs) Yalnız kendisi için yetecek kadar.
  • Ölmeyecek kadar olan rızık, gıda.

kihalet

  • Göz için sürme yapma. Sürmecilik.
  • Göz doktorluğu. Göz hastalıkları bilgisi.

kila / kilâ

  • Her ikisi, her iki (mânalarında olup dâima izâfet olur).

kılavuz

  • Yol gösteren, rehber.
  • Vapurlara yol gösteren.
  • Bazı hayvan katarlarının önüne düşüp, onları sevkeden hayvan.
  • Eskiden evlenme işlerine vasıtalık eden kadınlar.
  • Düşman hakkında mâlumât edinmek için ordu hizmetinde kullanılan kişiler.
  • Okçuluk müsabakaların

kılıbık

  • Karısının sözünden çıkmayan erkek. Karısının baskısı altında olan adam.

kıllet-i nukud

  • Para darlığı. Para sıkıntısı.

kilsi / kilsî

  • Kireçtaşı yapısında olan.

kimya

  • Basit cisimlerin hususiyetlerini, bu cisimlerin birbirlerine olan tesirlerini ve bundan ileri gelen birleşmeyi inceleyen ilim. Basit maddelerdeki değişikliği anlamağa çalışan ilim kolu.
  • Edb: Aşk.
  • İlâç.
  • Tas: Mevcud olana kanaat ve elde edilmesi mümkün olmayana ait arzu

kın'ar

  • Dağ keçisinin semiz ve büyük olanı.

kınaf

  • Büyük burunlu kişi.

kinaye / kinâye

  • Dolayısı ile dokunaklı söz. Maksadı dolayısı ile anlatan söz. Üstü örtülü dokunaklı söz. Açıktan olmayıp hakiki mânâyı başka ifâde ile dokunaklı konuşmak.
  • Mânâyı dolayısıyla anlatan söz, üstü örtülü dokunaklı söz.

kinayet

  • Bir sözü gerçek mânâsına da gelebilecek şekilde, onun dışında başka bir mânâda kullanma san'atı.

kinetik

  • Hareketle alâkalı. Hareket dolayısıyla meydana gelen, hareketli. (Fransızca)

kinin

  • Ateşli hastalıkların ve özellikle sıtmanın tedavisinde kullanılan bir tür bitki.

kıntar

  • (Çoğulu: Kanâtir) Yüzyirmi rıtıl veya yetmiş bin dinar.
  • Çok mal.
  • Bir sığır derisi dolu altın ve gümüş.

kıpti

  • Avrupanın bazı cihetlerine Hintten gelerek yerleşen çingenelere verilmiş isim. Çingene.

kıraet / kırâet

  • Ağız ile okumak. Kendi kulakları işitecek kadar sesli okumağa hafif kırâet, yanındakilerin işiteceği kadar sesli okumağa cehrî (sesli) kırâet denir.
  • Namazın içindeki farzlardan biri.

kiram / kirâm / كرام

  • Yüce kişiler. (Arapça)
  • Cömertler. (Arapça)

kırar

  • Davarın yaşını anlamak için dişine bakmak.

kirfi / kirfî

  • Bazısı bazısının üstüne yağılmış olan yüksek bulutlar.
  • Yumurtanın dış kabuğu.

kırgız

  • Türk Milletlerinden büyük bedevi bir kavim olup Asyanın kuzeybatısında ve Türkistanla Sibirya arasında, başka bir deyimle Türkistanın kuzey taraflarında ve Doğu Türkistanın kuzeyinde olarak Rusya ile Çin hududunda bulunuyorlar. Batı tarafındakilere Kırgız ve Kazak; Çin hududundakilere ise Kara Kırgı

kırkanbar

  • İçinde çok çeşitli şeyler bulunan yer veya kap.
  • Çok şeyler bilen kişi.

kırm

  • (Çoğulu: Kurum) Ulu şerif, şerefli kişi.

kirpik

  • Göz kapağının kenarındaki kıllar.
  • Bir nevi taş.
  • Hayvan ve nebatların beden yapısında bâzı küçük ve ince uzantılar.

kişaf

  • Bir kaç yıl üstüne yük vurulmayan deve yavrusu.
  • Dişi deve hâmile iken erkek devenin ona cimâ etmesi.

kısas / kısâs / قِصَاصْ

  • İşlenen suçun, yapılan kötülüğün aynısını suçluya tatbîk ederek cezâlandırma, öldüreni öldürme, yaralıyanı yaralama, bir uzvu kesenin uzvunu kesme cezâsı.
  • İşlediği suçun aynısıyla cezâlandırma.

kışde

  • Yağın tortusu.
  • Maymunun dişisi.

kisef

  • (Tekili: Kisf) Kıt'alar, parçalar, kısımlar.

kisfe

  • (Çoğulu: Kisef) Kısım, cüz, parça, bölüm.

kısl

  • Zayıf kişi.

kışlak

  • Kışın, otundan ve suyundan istifade edilen arazi.

kıslam

  • Isırıcı hayvan.

kısm / قسم

  • Kısım, bölüm. (Arapça)

kısm-ı ahar / kısm-ı âhar

  • Diğer, geri kalan, sonraki kısım.

kısm-ı ahir / kısm-ı âhir

  • Son kısım.

kısm-ı azam / kısm-ı âzam

  • En büyük kısım.

kısm-ı azim / kısm-ı azîm

  • Büyük bir kısım.

kısm-ı diğer

  • Diğer kısım.

kısm-ı ekser

  • Büyük kısım.

kısm-ı mühim

  • Önemli bir kısım.

kısm-ı sani / kısm-ı sâni

  • İkinci kısım, ikinci taraf.
  • İkinci kısım.

kısmen

  • Bir kısım olarak. Bir parça olarak.

kisra / kisrâ

  • Husrevden muarreb veya galat olan bu isim Sa'sâniler sülâlesinden olan Eski İran padişahlarına ve bilhassa Nevşirvan'den sonrakilere verilmiş olup, Rum imparatorlarına Kayser, Çin hükümdarlarına Fağfur ve Hakan denildiği gibi, bunlara da Kisra denilirdi.
  • Eskiden İran hükümdarlarına verilen isim.

kıss

  • Nasâra tâifesinin ulusu, reisi ve danişmendi.
  • Bir yerin adı.

kıssagüzar / kıssagüzâr

  • Hikâye anlatan kimse, masal söyliyen kişi. (Farsça)

kıssaperdaz / kıssaperdâz

  • Hikâye düzen kişi. Kıssacı, masalcı. (Farsça)

kışşebe

  • Dişi maymun eniği.
  • Cüssesi küçük olan kız.

kıst

  • Pay. Hisse. Nasib. Kısım. Mizan. Rızık. Kısım kısım verilen bir hediyenin, borcun her defada verilen bir parçası. Tartı ve ölçüde doğruluk. Adalet etmek.

kıst-el yevm

  • Bir aylık maaşın bir güne isâbet eden miktârı.
  • Çalışılmayan günler için kesilen para.

kısved

  • Kuvvetli, boynu kalın olan kişi.

kıt'a / قِطْعَه

  • (Çoğulu: Kıtat) Dünyanın kara parçalarından her biri.
  • Memleket. Ülke.
  • Mat: Bir dairenin bir yayı ile onun çapı arasındaki kısım.
  • Tıb: Kesik organın vücudda kalan parçası.
  • Ask: Çok kalabalık olmayan askerî kuvvet.
  • Edb: En az iki beyitten yapılmış manzum
  • Kısım, parça.

kitab-ı hikmet-i samedaniye / kitab-ı hikmet-i samedâniye

  • Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan ancak herşey Kendisine muhtaç olan Allah'ın hikmetlerle dolu kitabı, İlâhî amaç ve hikmetleri gösteren kitap.

kitab-ı ilzam ve iskat / kitab-ı ilzam ve iskât

  • Karşısındakini delillerle mağlup edip susturan kitap.

kitab-ı isbat-ı vahdaniyet

  • Allah'ın birliğini, ortağının ve benzerinin olmayışının ispat eden kitap.

kitab-ı mukaddes / kitâb-ı mukaddes

  • Hıristiyanların mukaddes bilip inandıkları Ahd-i atîk (Eski ahd) ve Ahd-i cedîd (Yeni ahd) kısımlarından meydana gelen kitab. İncîl.

kitab-ı samedani / kitab-ı samedânî

  • Herşey Kendisine muhtaç olduğu halde, Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın bir yazı gibi yarattığı kitap.

kitabe / kitâbe / كتابه

  • Kabartılarak veya oyularak sert levhalar üzerine yazılan yazı. Levha olarak yazılan manzum olmayan nesir halinde levha yazma ilmi.
  • Mezartaşı yazısı.
  • Mezar taşı yazısı. (Arapça)
  • Yazıt. (Arapça)

kitabe-i seng-i mezar

  • Mezar taşı yazısı.

kitabet / kitâbet

  • Yazma işi.

kitabsız kafirler / kitabsız kâfirler

  • Ehl-i kitâbın dışındaki kâfirler, dinsizler.

kıtfir

  • Zeliha'nın kocası olan Mısır azizinin ismi.

kıtl

  • (Çoğulu: Aktâl) Düşman, adüvv.
  • Misil, benzer, eş.

kıtmir / kıtmîr

  • Eshâb-ı Kehfin (Îsâ aleyhisselâmın dîninden olup, din düşmanları her tarafı kapladığı bir zamanda dinlerini korumak için her şeylerini terkedip hicret eden Efsûs (Tarsus)'daki mağarada bulunan yedi kişiden birinin köpeğinin adı.

kitr

  • Nişan oku.
  • İblisin ismi.

kıtta

  • Dişi kedi.

kıvamı / kıvâmı

  • Ayakta tutanı, gelişip yayılmasını sağlayanı.

kıya'

  • Erkek dişiye aşmak.
  • Hurma ve buğday döktükleri düz yer.

kıyam / kıyâm

  • Ayakta durmak. Namazın içindeki farzlardan birisi.

kıyamet-i şahsiye

  • Kişinin kıyameti.

kıyas-ı binnefs / kıyâs-ı binnefs / قِيَاسِ بِالنَّفْسْ

  • Kendisiyle kıyaslama.

kıyas-ı hafi-yi hadsiye / kıyas-ı hafî-yi hadsiye

  • Zihnin birşey hakkında, sezgi ve âni kavramayla yaptığı gizli kıyas. Meselâ "Eğer Ayın ışığı Güneşten gelmeseydi, durumu değiştikçe ışık yapısı değişmezdi" şeklinde zihne doğan gizli bir kıyasla aklın "O halde Ay ışığını Güneşten alır" şeklinde hükmetmesi.

kıyas-ı istisnai / kıyas-ı istisnaî / kıyas-ı istisnâî

  • Bir hükmün neticesinin aynı veya nakzı, mukaddemelerinden birinde bilfiil zikredilirse, ona kıyâs-ı istisnâi denilir. Başka bir tâbirle: Neticesi veya zıddı bizzat kendisinde zikredilen kıyas. "Eğer bu cisim ise, mutlaka bir yer tutar" gibi. Veya "Güneş doğmuş ise, gündüz olmuştur" gibi.
  • Bir kıyasın sonucunun aynı yahut karşıt halinin öncüllerde hem anlam hem de şekil bakımından bulunmasıyla meydana gelen kıyas; meselâ, "mıknatıs bu cismi çekiyor; o halde bu cisim demirdir" cümlesi gibi.

kıymet-i ruhiyece

  • Ruhsal özelliklerin değeri, zenginliği açısından.

kıymet-i zatiye / kıymet-i zâtiye

  • Bir şeyin veya bir kişinin bizzat kendisinde bulunan değer.

kızılbaş

  • Râfizîlere verilen bir isim.
  • Alevilere verilen bir isim.

klasik / klâsik

  • Zamanın değerini yitirmeyen, sanatta kuralcı, alışılmış.

koloni

  • Bir ülkenin, sınırları dışında işgal ettiği ve yönettiği ülkeye sıkı bağlarla bağlı arazi. (Fransızca)
  • Başka bir memlekete yerleşmeğe giden göçmen topluluğu veya bir topluluğun yerleştiği yer. (Fransızca)
  • Bir memlekette bulunan yabancılar topluluğu. (Fransızca)

kompartıman

  • Yolcu trenlerinde vagonların bölümlerle ayrılmış kısımlarından her biri. (Fransızca)

kompetan

  • Bir işi iyi bilen. Bir şey hakkında yerinde kararlar alabilen kimse. (Fransızca)

kompleks

  • Karmaşık, şuur dışı meyillerin tümü.

komplo

  • Bir kişiye karşı toplu olarak alınan karar. Tuzak. Suikast. (Fransızca)

komşu

  • Bitişik evlerde veya yakın çevrede oturan kimse veya kimseler.

komünist

  • Komünizm akımını benimseyen kişi.

konsey

  • İdare vazifesi yüklenmiş kişilerin topluluğu. (Fransızca)
  • Müzakere hâlinde bulunan kimselerin meydana getirdiği kurul. (Fransızca)
  • Bu tarz bir toplantının yapıldığı yer. (Fransızca)

kostantıniyye

  • İslâm dünyasında İstanbul için kullanılmış isimlerden biri.

kritik

  • yun. Tenkid. Sıkışık durum, sıkıntılı.
  • Tıb: Hastalığın en kötü zamanı.
  • Tenkit, sıkışık durum.

kruvazör

  • Daha ziyade toplarla mücehhez açık denizlerde emniyeti te'min etmek ve konvoyları korumakla vazifeli süratli harp gemisi. (Fransızca)

kübbene

  • Bahil kişi.

kubtiyye

  • (Çoğulu: Kubâti) Mısırda yapılır parlak ince keten bezi.

kubu'

  • Kirpinin büzülüp başını derisine çekmesi.
  • Bir kimsenin başını yakasına çekmesi.

küçük sözler

  • Sözler kitabı içerisinden alınmış olan bazı bölümlerden oluşan kitapçık.

kudam

  • Hangisi? Hangileri? (mânasına sorudur) (Farsça)

kuddise sirruh

  • Daha çok Allahü teâlânın sevdiği kullar olan evliyâdan birinin ismi anılınca veya yazılınca, onun sırrı (içi) temiz ve mübârek olsun mânâsına söylenen veya yazılan duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki kişi için "Kuddise Sirruhümâ" ikiden çok için "Kuddi se sirruhüm" denir.

kuddus / kuddûs

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Azamet ve celâline, büyüklüğüne lâyık olmayan, noksanlık ve eksiklik getiren şeylerden, his organlarının anladığı, hayâl gücünün hayâl ettiği, hâtıra gelen ve düşünülebilen her türlü vasıftan ve özellikten münezzeh, pâk ve temiz olan.
  • "Temiz olan ve temizlikleri yaratan" mânâsında ilâhî isim.

kudret-i fatıra / kudret-i fâtıra

  • Herşeyin yaratıcısı olan Allah'ın kudreti.

kudret-i samedaniye / kudret-i samedâniye

  • Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmadığı ve herşeyin Kendisine muhtaç olduğu Allah'ın sonsuz kudreti.

kudsiyetşiken / قدسيت شكن

  • Kutsallığı bozan; kutsal olan şeylere karşı saygısız. (Arapça - Farsça)

kudur

  • (Tekili: Kıdr) Çömlekler, tencereler. Yemek pişirilen kaplar.

küf

  • Yetiştiği satıhta kimyevî değişikliklere sebep olan küçük boylu mantarlara verilen umumi ad.
  • Maddelerin oksitlenme neticesinde dış tarafını kaplayan tabaka. Pas.

küfae

  • Davarın bir yıllık dölü, sütü, yoğurdu, yünü ve yapağısı.

kufe / kûfe

  • Kızıl kum.
  • Kızıl kumlu bir yerin adı ki o sebebten "Kûfe" diye isim verilmiştir.

küfr-i cehli / küfr-i cehlî

  • İşitmediği, düşünmediği için, Allahü teâlâya ve inanılması lâzım olan şeylere inanmamak.

kufuf

  • Kişinin korkudan tüyü ürperip kalkmak.

küfüv

  • Şerik. Nazir, akran, denk, eş, benzer, misil. Hemtâ.

kuhbeden

  • Dağ gibi iri vücutlu kimse. İri yarı kişi. (Farsça)

kühul

  • (Tekili: Kehl) Orta yaşlı kişiler. Olgun kimseler.

kula'

  • Ağız ağrısı.

kulame

  • Tırnak kesintisi. Kesinti.

kulameteyn

  • İki tırnak kesintisi. Parantez. ()

külhan

  • Hamam ocağı. Hamamda su ısıtmak için ateş yakılan yer. (Farsça)

küll-ü nurani / küll-ü nuranî

  • Nurlu bir küll, bütün varlıklarla ilgisi olan bir kapsamlılık.

külliye

  • Bütünlük, ilgili bütün kısımların bir arada bulunduğu yapı.

küllü vahid / küllü vâhid

  • Bir topluluktaki her bir kişi.

kulunç

  • Tıb: Şiddetli bağırsak ağrısı. Omuzlarda ve vücutta bir ağrı.

kumri / kumrî

  • (Çoğulu: Kamâri) Kumru. Dişisine "kumriye", erkeğine "sakhar" derler.

kunais

  • (Çoğulu: Kanâıs) Büyük cüsseli, iri vücutlu kişi.

künd

  • Biçimsiz, yakışıksız, kısa.
  • Kesmez, kör.
  • Yiğit, cesaretli, cesur.
  • Anlayışsız. Fehim ve idraki kısa.

kundak

  • Küçük çocukları sıkı bağlamaya yarıyan bezler takımı.
  • Yangın çıkarmak için bir yere sokulan, tutuşturulmuş yağlı bez çıkısı.
  • Bebek sargısı, yangın çıkaran ateş parçası.

kündguş / kündgûş

  • Sağır, işitmez. (Farsça)

künganlık / küngânlık

  • Su kaynağını bulma işi.

künne

  • Ev kapısı üstüne yapılan sundurma.

kunut duası / kunût duâsı

  • İtâat etme, ibâdet. Hanefî mezhebinde, vitir namazının üçüncü rek'atinde zamm-ı sûre okunduktan sonra; Şafiî mezhebinde, sabah namazının farzının ikinci rek'atinde rükûdan kalktıktan sonra ve Ramazân-ı şerîf ayının yarısından sonra vitir namazının üç üncü rek'atinde rükûdan kalktıktan sonra okunan d

künuz-u esma-i ilahiye / künûz-u esmâ-i ilâhiye

  • İlâhî isimlerin hazineleri.

kunyan

  • Kişinin nefsi için saklayıp elden çıkarmadığı mal.

kunye

  • Kişinin nefsi için saklayıp elden çıkarmadığı mal.

künye

  • Künye, kişinin kimliğinin yazılı olduğu kâğıt veya levha.

kur'a çekmek

  • Müşterek malın ortaklar arasında çekim yoluyla taksîm edilmesine verilen isim.

kur'an hadimi / kur'ân hâdimi

  • Kur'ân'ın hizmetçisi, ilan edicisi.

kur'an-ı azim-i hakim / kur'ân-ı azîm-i hakîm

  • Her âyet ve sûresinde sayısız hikmet, mu'cize ve faydalar bulunan yüce, büyük Kur'ân.

kur'an-ı hakim / kur'ân-ı hakîm

  • Hikmetli Kur'ân; her âyet ve sûresinde sayısız hikmetler bulunan Kur'ân.

kur'an-ı hakim ve kerim / kur'ân-ı hakîm ve kerîm

  • Her âyet ve sûresinde sayısız hikmet, mu'cize ve faydalar bulunan Kur'ân.

kur'an-ı hakim-i mu'cizü'l-beyan / kur'ân-ı hakîm-i mu'cizü'l-beyan

  • İfade ve açıklamalarıyla mu'cize olan ve sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur'ân.

kur'an-ı hakimin nuru / kur'ân-ı hakîmin nuru

  • Her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve mu'cizeler bulunan Kur'ân'ın nuru, aydınlığı.

kur'an-ı samedani / kur'ân-ı samedânî

  • Herşey Kendisine muhtaç olduğu halde, kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın Kur'ân'ı, kâinat kitabı.

küra'

  • (Çoğulu: Ekru-Ekâri) İnsanda boyundan aşağısı; hayvanda topuktan aşağısı.
  • Koyun ve sığır baldırı.

kuraa

  • Kalem kesintisi. Kalem yongası.

kuraz

  • Isırgan otu.

kuraze

  • Altun ve gümüş kırıntısı.
  • Kumaş parçaları.

kurbet

  • Yakınlık, Allah'a yakınlık.
  • Hısımlık, akrabalık.

küre

  • (Kürre yanlıştır) Yuvarlak cisim.
  • Şeklin sathındaki bütün noktalar merkeze aynı uzaklıktadır. Dünya da yuvarlak olduğundan "Küre-i arz" denilmiştir. "Küre-i zemin" de denir.

küreyvat

  • Kandaki küçük yuvarlak cisimler. Küçük küreler.

kurmud

  • Dağ keçisinin erkeği.

kürsi

  • Oturulacak yüksekçe yer. Câmilerde vâizin, medreselerde müderrisin oturduğu yer.
  • Taht, serir. Erike. Koltuk.
  • Kaide.
  • Merkez.
  • Vazife.
  • Saltanat, kudret ve mülk.
  • Başkent, hükümet merkezi.
  • Mânevi makam.
  • Arş'ın altına bir semâ tabakas

kürt

  • Müslüman bir kavim, o kavimden olan kişi.

kürtaj

  • Dölyatağı (rahim) veya kemik apsesi boşlukları içinde bulunan yabancı cisim veya hasta organları özel bir âletle çıkarıp almak işlemi. Rahmin temizlenmesi ameliyesi.

kurum

  • (Tekili: Karm) Değerli insanlar. Kıymetli ve değeri büyük kişiler.

kuşa'rire

  • Titreme.
  • Tavuk derisi gibi ürperip kabarmış deri.

kusasa

  • Tırnak kırpıntısı.
  • Az miktar, az şey.

kuşluk vakti

  • Güneşin doğup bir miktar yükselmesinden başlayıp Günişin gökyüzünün tam ortasına gelmesinden biraz öncesine kadar olan vakit.

küsuf

  • Güneş tutulması. Ay'ın, dünya ile güneş arasına gelerek dünya üzerinde gölge yapması.
  • Mc: Birisinin felâketli hâlinde çok teessür göstermesi hâli.

kusur

  • Noksanlık. Eksiklik. Noksan ve âcizlik. İhmal. Tedbirsizlik.
  • Cem' olmalar.
  • Pahalanmak.
  • Eksilmek.
  • Şiddetli olan şeyin yavaşlayıp sâkin olması.
  • Bereketlenmek.
  • İmtina', âciz olmak.
  • Bir hesabın üstü. Artan kısım.
  • (Tekili: Kasr) Kası

kuşur

  • (Tekili: Kışr) Kabuklar, kışırlar.

küsurat / küsurât

  • (Tekili: Küsur) Artan kısımlar, küsurlar, artıklar.

kusut

  • Haktan sapmakla cevr ve zulmetmek.
  • Birşeyi kısımlara ayırmak, tefrik etmek.

kusva

  • Son derecede bulunan.
  • Son, nihayet.
  • Son sınır. Erişilecek olan en son nokta.

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

kutaa

  • Bir şeyin kesintisi ve kırıntısı.

kutb

  • (Kutub) Dünyanın şimâl veya cenub uçları. (Güney ve kuzey taraflarının son kısımları.)
  • Elektrik cereyânını meydana getiren veya mıknatısın uçlarından her biri.
  • Dini bir meslek veya grubun başı. Bir çok müslümanların kendisine bağlandıkları azim ve büyük evliyaullahtan zamanın
  • İşlerin görülmesine veya insanların doğru yolu bulmasına vâsıta kılınan büyük zât. Dünyâ işleri ve madde âlemindeki olaylarla alâkalı olana medâr kutbu (kutb-ül-aktâb), din ve irşâd işi ile vazîfeli kılınana irşâd kutbu denir.

kutb-i irşad / kutb-i irşâd

  • İnsanların irşâdına (doğru yolu bulmasına) ve hidâyetine (saâdete ve kurtuluşa ermesine) vesîle kılınan zâtların reisi.

kutb-u azam / kutb-u âzam

  • En büyük kutup; birçok Müslüman'ın kendisine bağlandıkları büyük evliyadan zamanın en büyük mürşidi.

kutb-ül-aktab / kutb-ül-aktâb

  • Âlemin nizâmı ile alâkalanan, bolluk, kıtlık, sağlık-hastalık, barış-savaş, rızık, yağmur ve benzeri olaylarla vazîfeli kılınan ricâl-i gayb yâni herkesin tanımadığı zâtların reisi. Emrinde üçler, yediler, kırklar... denilen yine bu işlerle vazîfeli seçilmiş kimseler bulunur.

kutbuazam / kutbuâzam

  • En büyük kutub, zamanın en büyük velîsi.

kütle

  • (Kitle) Bir cismi terkib ve teşkil eden kısımların bütün hey'etine denir. Toplu şey. Deste. Yığın. Külçe.

kütle-i nariye / kütle-i nâriye

  • Yanan ve ışık veren gök cismi.

kutniye

  • Aşure tatlısı.

kutub / قُطُبْ

  • Devrinin en büyük velisi.

kütüb-ü nahiv

  • Gramer kitapları; Arapça cümle yapısını ele alan eserler.

kütüphane-i mesai / kütüphane-i mesâi

  • Çalışma kütüphanesi, içinde çalışılan kütüphane.

kutval / kûtval

  • Kale muhafızı. Dizdar. (Farsça)
  • Belediye reisi. Şehir ağası. (Farsça)

kuvva

  • Güçler, duyular (işitme, koklama güçleri gibi…).

kuvve-i alime / kuvve-i âlime

  • Bilici kuvvet. İnsan rûhuna âit iki kuvvetten birisi, akıl. Buna müdrike de denir.

kuvve-i amile / kuvve-i âmile

  • İş yapan kuvvet. İnsan rûhuna âit iki kuvvetten birisi olan, fâideli ve başarılı işlerin yapılmasını sağlayan bilici kuvvetlerle edinilen bilgilere göre iş yapan kuvvet.

kuvve-i an-il-merkeziye

  • Merkezkaç kuvvet. Cisimlerin kendi mihveri üzerine hareketi zamanında merkezinde hâsıl olan kuvvete denilir. Merkezde dönen bir tekerleğin etrafında yapışık veyahut üstünde taşıdığı cisimlerin etrafa yayılıp dağılmasıyla bu kuvvetin mevcudiyyeti anlaşılır.

kuvve-i kalemiye

  • Kalem gücü, yazma becerisi.

kuvve-i mıknatısiye

  • Mıknatısın çekim gücü.

kuvve-i samia / kuvve-i sâmia

  • İşitme duyusu.

kuvve-i teşriiye

  • Kanun vaz'etme kuvveti. şeriata uyan düsturlar yapma kuvveti.
  • Büyük Millet Meclisi.

kuvvet

  • Sükunette bulunan cisimleri harekete, hareket ettikleri sükunete getirmeğe muktedir olan sebeb. (Kuvvet, te'sir ettiği cisimlerin hâricindedir.)

kuvvet-i şahsiye

  • Kişisel kuvvet.

kuvvet-i zati / kuvvet-i zâtî

  • Zâtında, kendisinde mevcut olan kuvvet.

kuyud ve hey'at / kuyud ve hey'ât

  • Bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi parçalarıyla bunların sarf ve nahiv (dilbilgisi) yönünden özellikleri; meselâ, erkeklik-dişilik, belirlilik-belirsizlik, isim-sıfat gibi.

kuyud-u ihtiraziyye

  • Korunmak için ilerisine âid tedbir kayıtları. Bazı hakları kullanabilme şartı.

kuyudat / kuyûdât

  • Kayıtlar; bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi parçalarıyla bunların sarf ve nahiv (dilbilgisi) yönünden özellikleri; meselâ, erkeklik-dişilik, belirlilik-belirsizlik, isim-sıfat gibi.

kuyudat-ı kelam / kuyûdât-ı kelâm

  • Sözün kayıtları; bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi parçalarıyla bunların sarf ve nahiv (dilbilgisi) yönünden özellikleri; meselâ, erkeklik-dişilik, belirlilik-belirsizlik, isim-sıfat gibi.

kuza'

  • Ağız ağrısı.

kuzazat

  • Ok yeleği kırpıntısı.
  • Altın parçaları.

kuze

  • Su testisi. (Farsça)

küzum

  • Ağzında dişi olmayan yaşlı deve.

la yüad ve la yuhsa / lâ yüad ve lâ yuhsâ

  • Sayısız ve hesapsız.

la'v

  • Ahlâkı yaramaz kişi.
  • Haris adam.

la-dini / lâ-dini

  • Din dışı, dinsizlik.

la-yüad / lâ-yüad

  • Sayısız.

laahlaki / laahlâkî

  • Ahlâk dışı. Terbiye hârici.

laalettayin / lâalettâyin

  • Gelişigüzel. Ayırd etmeksizin. Rastgele.
  • Gelişigüzel.

labirent

  • Bir defa içine girildiğinde çıkış yolu çok güçlükle bulunabilen bina. (Fransızca)
  • Çok karışık ve birbirini kesen yol. (Fransızca)

lacevab

  • Cevapsız. Cevapdışı.

ladini / ladinî / lâdini / lâdinî / lâdînî / لادینى

  • Dinle alâkası olmayan. Dinsiz. Din dışı.
  • Dinle alâkası olmayan, din dışı; lâiklik, sekülerlik.
  • Dinî olmayan, dinle bağlantısı bulunmayan.
  • Din dışı, dinsiz.
  • Laik, din dışı. (Arapça)

laedri / laedrî

  • Bilmiyorum. (Eski zamanda şüpheci olup hiç bir şeye inanamıyan sofestailere Lâ edriye denirdi. Septisizm.

lafz-ı am / lafz-ı âm

  • Gayr-ı mahsur, yani sayısız müsemmaları ihata ve aynı cinsten bir çok fertlere birden delâlet eyliyen lâfızdır. Kavim, cemaat, nisa.. gibi.

lafz-ı mücessem / lâfz-ı mücessem / لَفْظِ مُجَسَّمْ

  • Cisimleşmiş kelime.
  • Cisimleşmiş kelime (varlıkların her biri).

lafz-ı zahir / lafz-ı zâhir

  • İbaresi işitilmekle ancak bilinen, yâni söyleyenin maksadı düşünülmeye muhtaç olmadan derhal mânâsı anlaşılan sözdür. Bunun zıddına hafi denir.

lafzi / lafzî

  • Lafza ait ve müteallik.
  • Gr: Kelimenin söylenişine ve yapısına aid, onlarla alâkalı.

lafziye / lâfziye

  • Kelimenin söylenişine ve yapısına ait.

lagıb

  • Acıkmış ve yorulmuş kişi.

lağım

  • Kaleleri düşürmek için gedik açmak veya düşman ordugâhına zarar yapmak maksadıyla açılan ve barut konulup atılan yerler. Bu işi yapanlara "lâğımcı" denilirdi. Sonradan bu türlü işlere "İstihkâm" denilmiş ve o ad altında askeri teşkilât yapılmıştır.
  • Kazurat ve çirkef sularının akmasın

laglaga

  • (Çoğulu: Laglag) Ördekten küçük bir güzel kuştur, başında az miktar beyaz tüyü vardır. Türk diyârında yavrusunu çıkarıp kış günlerinde Mısır'a gider.

lahavle / lâhavle

  • (Lâhavle ve lâkuvvete illâ billâhil-aliyyil azim" cümlesinin kısaltılmışı ki, "Kuvvet ve kudret ancak Cenab-ı Allah'tadır." meâlinde olup bir belâ ve tehlike esnasında veya sabrın tükendiğini açıklamak için söylenir.

lahik / lâhik

  • Yetişen, vâsıl olan, ulaşan.
  • İlâve olan, eklenen.
  • Sonradan tâyin edilen, yenisi.
  • Namaza imâm ile berâber başladığı hâlde, kendisine uyku, gaflet veya benzeri bir sebebden dolayı abdest bozulması hâli ârız olup da (meydana gelip de) namazın tamâmını veya bir kısmını imâm ile kılamayan kimse.
  • Kavuşan, ulaşan, yetişen.

lahiz / lahîz

  • Benzer, misil, nazir.

lahm

  • Et. Her şeyin içi ve üzeri.
  • Bir işi sağlam kılmak.
  • Kırık şeyi kuyumcunun yapıştırması. Lehimlemek.
  • Bir yerde ilişip kalmak.

laik / lâik

  • Dini olmayan, din dışı.

lakayd / lâkayd

  • Kayıtsız, ilgisiz.
  • Kayıtsız, ilgisiz.

lakaydane / lâkaydane / lâkaydâne

  • Kayıtsızca, ilgisizce.
  • İlgisizce, duyarsızca.

lakaydi / lâkaydî

  • Kayıtsızlık, ilgisizlik, alâkasızlık.

lakayt / lâkayt

  • Kayıtsız, duyarsız, ilgisiz.

lakaytlık / lâkaytlık

  • İlgisizlik, duyarsızlık.

lakit / lakît

  • Geçim sıkıntısı veya nâmus korkusu (zinâ ithamlarından kaçınmak) için terkedilmiş, bir yere bırakılmış çocuk.

lalettayin / lâlettayin / لا على التعيين

  • Gelişigüzel. (Arapça)

lam-ı tarif / lâm-ı tarif

  • İsimlerin başına getirilen belirleme edatı.

las

  • Köpek, kelb. (Farsça)
  • Adi ipek. (Farsça)
  • Dişi hayvan. (Farsça)

laş

  • Hakir ve aşağılık kimse. Adi, zelil, itibarsız ve alçak kişi. (Farsça)
  • Çapul, yağma. (Farsça)

lasani / lâsani

  • Tek, vâhid. İkincisi olmayan.

lasık

  • Yapışık, yapışmış olan. Yapışıcı, yapışkan.

lasiyyemalar / lâsiyyemalar

  • Mesnevî-i Nuriye isimli eserde yer alan bir bölüm.

lask

  • Yapışmak. Yapışık olmak. Ulaşmak.

lat'

  • Yalamak.
  • Ayağıyla bir kimsenin belinden aşağısına vurmak.

lataknetu / lâtaknetu

  • Ayet-i Kerimeden bir kısım olup: Ümidinizi kesmeyiniz (meâlindedir.)

latif

  • Mülâyim. Yumuşak. Nâzik. Mütenasip.
  • Güzel. Şirin. Küçük ve hoşa giden.
  • Cisimle alâkası olmayan. Göze görünmeyen.
  • Çok lutf edici.
  • Derin, gizli.

latife / lâtife

  • Duygu, his; insanın mânevi yapısında bulunan ince duygular.

latife-i insani / lâtife-i insani

  • İnsanda bulunan lâtif duygulardan birisi.

latim / latîm

  • Babası ve annesi olmayan kişi.
  • Yüzünün bir tarafı beyaz olan at.
  • Yarış atlarının dokuzuncusu.

latuhsa / lâtuhsa

  • Sayısız. Sayıya gelmez. Hesaplanmaz.

laubali / lâubali / lâubâlî

  • Saygısız, pervasız.
  • Senli benli, saygısız, ilgisiz, umursamaz.

laübali / lâübâlî

  • Başkalarıyla saygısızlığa varacak şekilde senlibenli; çekinmesi ve sakınması olmayan.

laubalilik / lâubâlilik

  • Laubali olma hali; saygısızlık, seviyesizce davranma.

laubaliyane / lâubaliyane / lâubâlîyâne

  • Lâubalilikle. Kayıtsız, alâkasız, saygısız ve dikkatsiz bir şekilde. Senli benli olarak. (Farsça)
  • Saygısızca, ilgisizce.

layenkatı / lâyenkatı / لاینقطع

  • Kesintisiz.
  • Kesintisiz, sürekli. (Arapça)

layıha-i kanuniye / lâyıha-i kanuniye

  • Huk: Henüz tasdik edilmemiş kanun tasarısı.

layık / lâyık

  • (Liyakat. den) Yakışır ve yaraşır. Uygun, münasib ve muvafık.

layuad / lâyuad

  • Sayısız, sayılamayacak kadar çok.
  • Adedi belli olmayan. Sayısız. Pek çok.
  • Sayısız.

layüad / lâyüad

  • Sayısız.

layuad / lâyuad / لایعد

  • Sayısız. (Arapça)

layüad vela yuhsa / lâyüad velâ yuhsa

  • Sayısız ve hesapsız.

layüadd ve layuhsa / lâyüadd ve lâyuhsâ

  • Sayısız ve sınırsız.

layuhti / lâyuhtî

  • Hatasız, yanlışsız, yanılgısız.

lazık / lâzık

  • Yapışkan, yapışıcı. Yapışmış olan.

lazım-ı beyyin / lâzım-ı beyyin

  • Bu tabirin masdariyet şekli "Lüzum-u beyyin" olup ikisi aynı mânaya gelir. Herhangi bir şey hatıra gelince hiç bir delil ve emareye ihtiyaç olmadan o şeyle beraber düşünülmesi zaruri olan diğer bir şey. Meselâ: İnsan denildiği zaman, kabiliyet-i ilim ve san'at akla gelmesi gibi...

lazım-ı melzum / lâzım-ı melzum

  • Biri birisinden aslâ ayrılmaz, birisi olunca diğerinin de olması şart olan.

lazım-ı zati / lâzım-ı zatî / lâzım-ı zâtî

  • Kendisine ait icab eden hal. Kendisine has vaziyet.
  • Birşeyin bizzat kendisinde zorunlu olarak bulunan ve ondan ayrılması düşünülemeyen şey; meselâ, sıcaklık ateşin lâzım-ı zâtîsidir.

lazıme-i zaruriye-i naşie-i zatiye / lâzıme-i zâruriye-i nâşie-i zâtiye

  • Bizzat kendi zâtında var olan ve zâtından başka hiçbirşeyden kaynaklanmamış olan, bizzat kendisinde zorunlu olarak bulunan ve ondan ayrılması düşünülemeyen şey; meselâ "Sıcaklık, ateşin bizzat kendisinden kaynaklanan ayrılmaz zorunlu bir özelliğidir." denilebilir.

lazuk

  • Yaraya yapışıp onulmayınca kopmayan devâ.

lebbeyk

  • Hac, umre veya her ikisini yapmak üzere niyyet ederken yâni ihrâma girerken başlayıp, Mina'da Cemre-i akabede (büyük cemrede) şeytan taşlanırken atılan ilk taşla söylemesi son bulan mübârek sözler: Lebbeyk Allahümme lebbeyk, lebbeyk lâ şerîke leke lebbeyk innelhamde venni'mete leke vel-mülke

leben

  • Süt.
  • Boyun ağrısı.

lebh

  • Bir büyük ağacın adı. (Bir kimse kabuğunu yarsa filhâl o kişiye uyuşukluk gelir; o ağaçtan tahtalar biçip gemi yaparlar. Rivâyet olunur ki, iki tahtasını birbirine bitiştirip bir yıl su içinde dursa ikisi bir olup yekpâre olur, Mısır'da yetişir. Ahter-i Kebir'den)

lebs

  • Giyecek şey.
  • Giyme. Giyinme.
  • Bir mânayı diğer bir mânâ ile karıştırmak. Sözün karışık ve şüpheli olması. Sözü karıştırıp şüpheye düşmek.

lebve

  • Dişi arslan.

leclac

  • Sözü tutuk söyliyen.
  • Satranç oyununun icatçısı.
  • Bir harfi iki kere söyliyen.

ledünni ilmi / ledünnî ilmi

  • Allahü teâlânın vergisi, ihsânı olan mânevî ilim.

ledünniyat / ledünniyât

  • Allah vergisi olan mânevî ilimler.
  • Allah vergisi olan gizli ilimler.

leff ü neşr

  • Edb: Bir yazı veya şiirde söz simetrisi yapma san'atıdır. Önce iki veya daha fazla kelimeyi sıralamak, sonra da onlarla alâkalı şeyleri söylemek. İki çeşidi vardır;1- Leff ü Neşr-i Müretteb (Düzenli leff ü neşir) : Birinci cümlede sıralanan kelimelerle ikinci cümlede söylenen kelimelerin aynı sırayı

leff-ü neşr

  • Sarıp bağlama ve çözüp yayma. Birkaç isim yazdıktan sonra onların her birine ait özellik veya görevleri ayrıca sıralama. Bu sıralama isimlerin sırasına uygun sırada olursa "mürettep" adını alır. Olmazsa "müşevveş" adını alır.

leffen / لفا

  • Ekli, bitişik.
  • Ekli, bitişik.
  • İlişikte. (Arapça)

legat

  • Sesler kelâmla karışık olmak.

lehas

  • Susuz kişi.

lehban

  • Susuz kişi. (Müe: Lehbâ)

lehüma

  • (Tesniye) O ikisi için. İkisi hakkında.

lek'

  • Isırmak.
  • Yapışmak.
  • Kir.

lemean eden / lemeân eden

  • Parıldayan, ışık saçan.

lemeat / lemeât / لَمَعَاتْ

  • Parıltılar, Lem'alar isimli eser.

lemeat-ı cemal-i esma / lemeât-ı cemâl-i esmâ

  • İsimlerin güzelliğinin parıltıları.

lemeat-ı meşveret / lemeât-ı meşveret

  • Fikir alışverişi yapmanın parıltıları.

lemha

  • Bir göz atmak.
  • Şimşeğin bir defa çakışı.

len

  • Gr: (Muzâri fiilini nasbeden edatlardan birisi). Bir işin aslâ olamıyacağını ifade eder.

lenf

  • (Lenfâ) Tıb: İnce damarların içinde dolaşan beyaz kan. Kanın esasını teşkil eden sıvı.
  • Eski tıbba göre; ahlât-ı erbaa'dan birisi.

letafet

  • Hoşluk, lâtiflik.
  • Cisimden alâkayı kesip bir nevi nurâniyet kesbetmek.
  • Güzellik, nezaket, yumuşaklık, hafiflik.

letaif / letâif

  • Lâtifeler; insanın mânevî yapısındaki ince duygulardan herbiri.

letaif-i beşer / letâif-i beşer

  • İnsanın lâtileferi; insanın yapısındaki duyular ve duygular.

lethan

  • Karnı aç olan kişi.

leüm

  • (Çoğulu: Liâm) Aslı alçak yaramaz kişi.

leus

  • Çok yeyici kişi, obur.

lev'a

  • (Çoğulu: Leveât) Gönül acısı, kalb acısı. Yürek yanıklığı.

lev'a-i kalb

  • İç yanıklığı, gönül acısı.

levazım

  • İhtiyaç maddeleri. Lüzumlu madde.
  • Ask: Silâhlı kuvvetlerin yiyecek ve giyecek maddelerini, silâh ve cephane dışında kalan çeşitli araç ve ihtiyaçlarını ifade etmek üzere kullanılan umumi tabirdir.

levend

  • (Levent) Yeniçeri devrinde deniz erlerine verilen bir isim. Asker. (Farsça)
  • Mc: Boylu boslu, yakışıklı, çevik kimse. (Farsça)

levent

  • Denizci asker, yakışıklı.

levh-i mahv

  • Mahvolma levhası, bir şeyin harab oluşu ve yıkılışını gösteren manzara.

levm

  • Çekiştirmek. Birisinin yüzüne karşı kötü söz söylemek. Zemmetmek. Paylamak. Başa kakmak.

levs-ül katl

  • Birisini katletmekle müttehem olan şahısta, katlin nişânesi veyahut maktul ile aralarında zâhir bir düşmanlık bulunması gibi alâmet ve karineler.

levy

  • Bükmek.
  • Eğmek, meylettirmek.
  • Karın ağrısı.
  • Mide fesadı.

leyle-i akabe

  • Nübüvvetin 11. yılında Mekke dışında Akabe denilen yerde Medine halkından bir topluluğun Hz. Muhammed (s.a.v.) ile konuşup İslâm'ı kabul ettikleri gece.

leyle-i berat / leyle-i berât

  • Berat Gecesi; hicrî ayların sekizincisi olan Şaban ayının on beşinci gecesi.

leyle-i nısf-ı regaib

  • Regaib Gecesinin yarısı.

leyte

  • "Keşke olsa idi. Ne olaydı" meâlinde olan huruf-u müşebbeh bir fiildir. İsimlerini nasbeder, (yâni, üstün okutur), haberini ref'eder (yâni ötre okutur).

lezz

  • Uyku, nevm.
  • Sözü güzel olan, tatlı konuşan kişi.
  • Tatlı, leziz, lezzetli.

li

  • Gr: Lâm harfinin esre ile okunuşu. Bir kelimenin başına geldiğinde, "için, dolayı, ötürü, yüzünden, sebebinden" gibi mânâlara gelir. Kendinden sonraki isimleri cerreder. Yerine göre muhtelif isimler alır. Lâm-üt-tahsis ve temellük gibi.

li-aynihi / li-aynihî

  • Kendisi ile bir. Aynı ile.
  • Allah tarafından emrolunan bir şeydeki güzellik, ya li-aynihi bir hüsündür veya li-gayrihi bir hüsündür. Ya kendi zatındaki bir güzellikten dolayı hasendir veya başkasında sabit bir güzellikten dolayı bir hasendir. Meselâ: Biz iman ile me'muruz. İmandaki hü

li-zatihi / li-zatihî

  • Kendisi. Bizzat. Kendiliğinden.

lian

  • Lânetleşmek. İki kişinin birbirini lânetlemesi.
  • Fık: Zevc ile zevcenin hâkim huzurunda şer'i usulüne uygun olarak dörder defa şahitlikte bulunduktan sonra, nefislerine lânet ve gadab okumak suretiyle olan yeminleri. Buna: Mülâene, telâun, iltiân da denir.
  • Lânetleşmek. İki kişinin birbirini lânetlemesi.

liaynihi / liaynihî

  • Kendisiyle.
  • Aynı, kendisi, bizzat, kendisinden dolayı.

lib'e

  • (Çoğulu: Libâ) Ağuz denilen koyu süt. (Her dişi davar doğurduğunda önce olur.)

liberal

  • Kişi hürriyetine önem veren.

lifafe

  • (Çoğulu: Lefâif) Sargı.
  • Kefen. Ölünün sarıldığı bez katlarının herbiri.
  • Bazı çiçeklerin etrafını çeviren değişik yapraklar.

lihak

  • Yetişip ulaşma. Erişme. Vâsıl olma.

likah

  • (Tekili: Lükuh) Süt veren dişi develer.

lisan-ı nahvi / lisân-ı nahvî / لِسَانِ نَحْو۪ي

  • Sağlam gramer yapısına sâhib dil.

lisan-ı şeriat

  • Şeriat dili, İslâm Hukuku terminolojisi.

lisan-ün-nar / lisan-ün-nâr

  • Ateşin alevi, ateşin parıltısı.

lisans

  • Herhangi bir mevzuda verilen izin. Müsaade belgesi. (Fransızca)
  • Üniversite tahsili tamamlanınca alınan diploma. (Fransızca)
  • Bir sporcunun resmi yarışmalara katılabilmesi için spor federasyonu tarafından kendisine verilen kayıt fişi veya kimlik kartı. (Fransızca)
  • İthal veya ihracı serbest bırakılmayarak (Fransızca)

lita / lîta

  • (Çoğulu: Lit) Kamış kabuğu.
  • Karnın dışarısındaki derisi.

liyakatmendan / liyakatmendân

  • (Tekili: Liyâkatmend) Değerli, liyâkatli kimseler, faziletli kişiler. (Farsça)

lizatihi / lizatihî / lizâtihî

  • Kendisiyle.
  • Bizzat kendisi, kendisinin bir özelliği olarak.
  • Kendisi, bizzat.

lojistik

  • Ask: Askerlik san'atının ve seferi orduların iaşe, muhabere ve sevkiyat şartları, hareket ve harb kabiliyeti bakımından en etkili durumda bulundurulması için lâzım gelen çalışmalara aid kısım.

lokman

  • Kurânda adı geçen tıp bilgisiyle ünlü bir zat.

lokman hakim / lokman hakîm

  • Allahü teâlâ tarafından kendisine ilim ve hikmet; akıl, anlayış, idrâk verilen peygamber veya velî. Kur'ân-ı kerîmde ismi zikr edildi. Dâvûd aleyhisselâm zamânında Arabistan Yarımadası'nın Umman taraflarında yaşadı. Uzun bir ömür yaşadıktan sonra ibâ det hâlindeyken Kudüs ile Remle arasında vefât et

lombar

  • ing. Harp gemisinin topun ağzı önündeki deliği.

lu'muz

  • Çok yiyen kişi, obur.

lüab-alud / lüab-âlud / lüab-âlûd

  • Salya, tükrük karışık.
  • Tükrükle karışık.

lüane

  • Halka çok lânet eden kişi.

lübab

  • Her nesnenin iyisi, güzidesi, seçkini.

lübb

  • İç. Öz. Her şeyin iyisi, hülâsası.
  • Akıl, içli şeyin içi.

lübse

  • Sözün karışıklığı.

lühab

  • Ateş alevlenmek.
  • Işıklanmak, şule vermek.
  • Ateşi yakıp tutuşturmak.

lühme

  • Bez ırgacı.
  • Hısımlık, yakınlık.

luka

  • Meşhur olmuş dört İncil kitabından birisidir. Hz. İsa Aleyhisselâm'dan sonra mühim Hristiyan doktorlarından birisi olan Luka adındaki zatın yazdığı İncil'dir. Bu Zâtın (Mi: 70) yılında vefât ettiği yazılıdır.

lükaa

  • Zahmet, meşakkat.
  • Ahmak, akılsız kişi.

lüks

  • Lât: Aşırı süs.
  • Işık ölçü birimi.
  • Kuvvetli ışık veren bir nevi petrol lâmbası.

lüküs

  • Kuvvetli ışık veren, petrol veya gazla yanan bir tür lamba.

lümey'a

  • Küçük pırıltı. Küçük ışıkcık. Parıltıcık.

lüsuk

  • Yapışma, bitişik olma. Yapışıp tutma.
  • Ulaşma, vâsıl olma, erişme.

lut

  • Hz. İbrahim'in kardeşi Harran oğlu Lut (A.S.) onunla beraber Bâbil diyarında Şam yakasına geçmişti. Sodom nahiyesine peygamber oldu. Bu nâhiyenin ahalisi ehl-i küfr ve fücur idi. Yolsuz giderlerdi ve hiçbir kavmin yapmadığı fuhşiyatı yapalardı. Hz. Lut, onları doğru yola dâvet etti, dinlemediler ve

lutf-u dest-i manevi / lûtf-u dest-i mânevi

  • Mânevî elin bağışı, ihsanı.

lütf-u ihsan

  • Bağışın, ikramın güzelliği.

lütf-u mücessem

  • Cisimleşmiş lütuf.

lütf-u rabbani / lütf-u rabbânî

  • Herbir varlığa muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın ihsanı, bağışı.

lütf-u rahman / lütf-u rahmân

  • Rahmeti sonsuz, yarattıklarını esirgeyip koruyan, şefkat eden ve rızıklandıran Allah'ın iyilik ve bağışı.

lütf-u rububiyet

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah‘ın iyilik ve bağışı.

luti / lûtî

  • Lût kavminin çirkin işini (livâta) yapan.

lütufname / lütufnâme

  • İltifat yazısı.
  • Güzel, hoş risale, yazı.

lüzum-u zati-i tabii / lüzum-u zâti-i tabiî

  • Birşeyin bizzat kendisinde zorunlu olarak doğal bir şekilde bulunan ve ondan ayrılması düşünülemeyen şey; meselâ tam olmasa da "Ateşin lüzum-u zâti-i tabiîsi sıcaklıktır." denilebilir.

ma / mâ

  • Biz mânasınadır. (Farsça)
  • Mim ile elif harfinden ibâret "Mâ". Arabçada muhtelif isimleri vardır. Ve çeşitli mânalara gelir. Cansız şeylere işaret eder. "Şu nesne, o şey ki..." mânâlarına gelerek kelimelerle birleşir. Meselâ: (Mâ-ba'd: Sondaki, alttaki.) (Farsça)

ma'bud / ma'bûd

  • Kendisine ibâdet olunan, tapınılan.

ma'bud-u zişan / ma'bûd-u zîşan

  • Yüce şân sahibi mabut; ancak kendisine ibadet edilen yüce şân sahibi Zât, Allah.

ma'bud-u zülcelal / ma'bûd-u zülcelal / مَعْبُودُ ذُوالْجَلَالْ / ma'bûd-u zülcelâl

  • Kendisine ibâdet edilen haşmet sahibi(Allah).
  • Kendisine ibâdet edilen haşmet sahibi(Allah).

ma'den

  • Maden.
  • Bir haslet veya hususiyetin kaynağı.
  • Herşeyin aslî mekânı, menbâ ve me'hazı olan yer.
  • Toprak, taş, kum gibi maddelerle karışık demir vesairelerin vaziyetlerine de maden denir.

ma'lum

  • Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) bir nâmıdır. Onun geleceği, melekler, resuller ve nebiler tarafından mâlum olduğundan ve dünyaya teşriflerinden evvel kendilerinin ta'zim edilmesi ve ona intisab dileklerinden dolayı bu isim verilmiştir.
  • Bilinen, belli olan.

ma'mulün bih

  • Kendisi ile amel olunan. (Hukuk, nizam, program kaidesi)

ma'na-yı harfi / ma'na-yı harfî

  • Kendisini değil de başkasını veya sahibini, ustasını, kâtibini anlatan, bildiren, tarif eden mânâ.

ma'na-yı ismi / ma'nâ-yı ismi / مَعْنَايِ اِسْمِي / ma'nâ-yı ismî / مَعْنَايِ اِسْم۪ي

  • Kendisini gösteren ve kendisine delil olan ma'na.
  • Kendisini gösteren ve kendisine delil olan ma'na.

ma'na-yı mecazi / ma'nâ-yı mecâzî / مَعْنَايِ مَجَاز۪ي

  • Asıl ma'nânın dışında kullanılan ma'nâ.
  • Sözün gerçek manasının dışında kullanılması.

ma'nay-ı mecazi / ma'nây-ı mecâzî / مَعْنَايِ مَجَاز۪ي

  • Sözün gerçek ma'nasının dışında ifade ettiği ma'na.

ma'rife

  • Gr. başına "el" takısı almış, mânâsı belirlenmiş isim.

ma'rifet

  • Bilme, tanıma, gönülle bilme. Allahü teâlânın sıfatlarını ve isimlerini hakkıyla bilme, tanıma. Ma'rifetullah.

ma'ruz

  • Bir şeyin etkisine uğramak veya uğratmak.
  • Arzolunmuş, arzolunan.
  • Serilmiş, yayılmış.
  • Verilmiş, sunulmuş.
  • Anlatılmış.
  • Bir şeye karşı siper alan.

ma'tufun aleyh

  • Bir rabt edatı ile kendisine bağlı olan kelime (Farsça)

ma'zad

  • Alemi, giyen kişinin pazusuna gelen alemli elbise.

ma'zul

  • (Azl. den) İşinden çıkarılmış, kovulmuş, azledilmiş.

ma'zulen

  • Azledilmiş olarak. İşinden çıkarılmış olarak.

ma'zulin / ma'zulîn

  • (Tekili: Ma'zul) İşinden çıkarılmış olan kimseler. Azledilmişler.

ma-bihi-l-imtiyaz

  • Kendisi ile imtiyaz kazanılan şey.

ma-vera

  • Bir şeyin gerisinde, arkasında veya ötesinde bulunanlar.

maada / mâadâ / ماعدا

  • Dışında, -den başka, başka, öte, yanı sıra. (Arapça)

maal-gayr

  • Başkası ile birlikte. Gayrısı ile.

maarif nazır vekili

  • Millî Eğitim Bakan Yardımcısı.

maarifsiz

  • Bilgisiz.

maazım

  • (Tekili: Mu'zam) Bir şeyde en büyük kısımlar.

mabihi'l-iftihar / mâbihi'l-iftihar

  • Kendisiyle övünülen.

mabihiliftihar / mâbihiliftihar

  • Kendisiyle iftihar olunan.

mabud / mâbud / mâbûd

  • Bütün varlıkların kendisine ibadet ettiği Allah.
  • Kendisine ibadet edilen.
  • Kendisine ibadet edilen Allah.

mabud-u cemil-i zülcelal / mâbûd-u cemîl-i zülcelâl

  • Sonsuz haşmet ve güzellik sahibi, kendisine ibadet edilen Allah.

mabud-u ezeli / mâbûd-u ezelî

  • Varlığının başlangıcı olmayan ve sadece kendisine ibadet edilmesi gereken Allah.

mabud-u zülcelal / mâbud-u zülcelâl / mâbûd-u zülcelâl

  • Sonsuz haşmet ve heybet sahibi ve herşeyin kendisine ibadet ettiği Allah.
  • Sonsuz haşmet ve heybet sahibi ve herşeyin kendisine ibadet ettiği Allah.

mabud-u zülcemal / mâbud-u zülcemâl

  • Herşeyin kendisine ibadet ettiği sonsuz güzellik sahibi Allah.

macera-yı hayat

  • Hayat çizgisi.

maceraperest

  • Maceracı. Macera meraklısı. (Farsça)

maçin

  • Çin'e tâbi, Doğu Türkistan tarafındaki çöllerde ve Târim nehrinin güneybatısındaki dağlarda oturan Türk milletinden bir kavimdir ve simaca Moğol ile Aryâ cinslerinden mürekkeb oldukları anlaşılıyor. İçlerinde sarı saçlı ve mavi gözlü adamlar dahi bulunuyorsa da lisan bakımından Doğu Türkistan'ın aha

macun / mâcun

  • Karışım halinde ilaç.

madde

  • Zahir duygularla hissedilen, ruhâni olmayıp, ağırlığı olan, cismâni bulunan.
  • Asıl, esas, cevher, mâye.
  • Bend, fıkra, kısım.
  • İlm-i Kelâmda: His âzâmız üzerine bir takım muayyen ihtisâsât husule getiren veya getirebilen, her şey.
  • Tıb: Çıbanın içinde hasıl olan ya
  • Madde.
  • Maya, cevher.
  • Cisim.

madde-i aciniye

  • Hamur gibi yoğurulmuş cisim.

madde-i meşhure

  • Herkesçe eşyanın yapı taşı olarak bilinen unsur, madde, cisim.

madde-i musavvire

  • Tıb: Kanın küreciklerinden başka gıda maddesinden olup, azot ve sair maddeleri içine alan sulu cisim. Canlı hücrelerin vücudunu teşkil eden ve içinde çoğunun çekirdek bulunan albüminli madde. Protoplazma.

madde-i nur

  • Işık maddesi.

maddeten

  • Cismen. Madde ve cisim olarak.
  • İş olarak, iş ile.
  • Gözle görülür ve elle tutulur şekilde.

maddi / maddî

  • (Maddiye) Cismâni. Madde ile alâkalı olan. Maddeye ait.
  • Paraca ve malca.
  • Paraya ve mala fazlaca ehemmiyet veren.
  • Dokunma, koklama, görme, işitme, tatma ile hissedilip duyulan şeyler.

maddi terakki / maddî terakki

  • Maddî yönden elde edilen gelişme; ilim ve teknolojide gelişip ilerleme.

made / mâde / ماده

  • Dişi. Erkeğin zıddı. (Farsça)
  • Dişi. (Farsça)

maderane / mâderane

  • Annece. Anaya yakışır surette. (Farsça)

madiyan

  • Dişi at. Kısrak. (Farsça)

madumat-ı hariciye / mâdûmât-ı hariciye

  • Görünürde maddî yapısı olmayan.

mafevk / mâfevk / مافوق

  • Üst, üstü, yukarısı. (Arapça)

magfur

  • (Mağfur) Rahmetlik olmuş. Günahlarının afvı için kendine dua edilmiş olan. Allah'ın, kendisini affı için dua edilen ölmüş kimse.

mağfur

  • Allah'ın mağfiretine kavuşmuş, günahı affolunmuş; vefat eden kişiler için kullanılır.

magiz

  • İçinde ağaç bitmiş olan su birikintisi.

magl

  • Yürek ağrısı, kalp ağrısı.

mağlata-i vehmiye / mağlâta-i vehmiye

  • Vehmin yanlışı doğru göstermesi, olmayan bir şeyi varmış gibi tasvir etmesi.

maglata-i vehmiyye

  • Vehmin, insanı yanıltmak için yanlışı doğru göstermesi.

maglub

  • (Mağlub) Yenilmiş. Kendisine galib gelinmiş. Yenilen kimse.

maglubane

  • Mağlub olana yakışır surette. Yenilmiş bir kimseye uygun şekilde. (Farsça)

maglul

  • Susuz kalmış. Su sıkıntısında bulunan.
  • Eli bağlı. Zincirle bağlanmış kimse.
  • Hapsedilmiş olan.

mags

  • Bağırsak ağrısı.

magşuş

  • Katışık. Karışık. Saf olmayan.

mağşuş

  • Karışık, katışık, saf olmayan.
  • Sikke-i mağşuş: Karışık, hileli madenî para.

magşuşe

  • Gümüş ve bakır karışığı akçe.

magşuşiyyet

  • Halis ve saf olmayış. Karışıklık.

mah

  • (Meh) Senenin onikide birisi. Yirmisekiz, yirmidokuz, otuz veya otuzbir günlük zaman. (Farsça)
  • Gökteki ay. Kamer. (Farsça)

mahaffe

  • Mahfe. Deve veya katır üzerine konan ve içinde iki kişi oturabilecek yeri olan kapalı mahmil.

mahall-i tevarüd

  • Vâsıl olunan yer.
  • Birisine yetişilen mahal.

mahasal-ı ömr / mâhasal-ı ömr

  • Evlât. Çocuk.
  • Hayat boyunca çalışılarak vücuda getirilen eser veya elde edilen şey.

mahaz

  • Su akacak yer.
  • Tıb: Doğum ağrısı. Doğum esnalarında gelen sancı.

mahbub-i huda / mahbûb-i hudâ

  • Allahü teâlânın habîbi, sevgilisi Muhammed aleyhisselâm.

mahbub-u alem / mahbub-u âlem

  • Âlemin sevgilisi.

mahbub-u can

  • Bütün insanların ve derece olarak yüksek makamlarda olan zâtların sevgilisi.

mahbub-u hüda / mahbub-u hüdâ

  • Allah'ın sevgilisi.
  • Allah'ın sevgilisi. Hz. Muhammed Mustafa (A.S.M.)

mahbub-u ins ü can / mahbub-u ins ü cân

  • Cinlerin ve insanların sevgilisi.

mahbub-u kulub / mahbub-u kulûb

  • Kalplerin sevgilisi.

mahbub-u ligayrihi / mahbub-u ligayrihî

  • Faydalarından veya başkası sebebi ile sevilen. Dolayısı ile sevilen.

mahbub-u müstean / mahbûb-u müsteân

  • Kendisinden yardım istenen sevgili.

mahcur / mahcûr

  • Malını kullanmaktan men edilmiş, mal üzerindeki tasarruf yetkisi elinden alınmış kimse.
  • Kısıtlı.

mahdu'

  • Hileye aldanmış olan. Kandırılmış kimse.
  • Boyun damarı kesilmiş kişi.

mahdum

  • Oğul, kendisine hizmet edilen.
  • Oğul. Evlâd.
  • Kendisine hizmet olunan. Efendi.

mahiyet-i beşeriye

  • İnsanların yapısında bulunan temel özellik.

mahiyet-i hayatın / mâhiyet-i hayatın

  • Hayatının mahiyeti, asıl yapısı, içyüzü.

mahiyet-i hayatiye

  • Hayatın yapısı, esası, hakikatı.

mahiyet-i ilmiye / mâhiyet-i ilmiye / مَاهِيَتِ عِلْمِيَه

  • Bir şeyin hârici vücûdu dışındaki ilmî ciheti.

mahiyet-i insaniye / mâhiyet-i insaniye

  • İnsana ait temel özellik, insanın içyapısı.

mahiyet-i şahsiye

  • Şahsî mahiyet ve asıl kişilik.

mahız

  • (Çoğulu: Muhaz) Ağrısı tutmuş hâmile kadın.

mahkianh / mahkîanh

  • Kendisinden bahsedilen.

mahkiyyun anh

  • Kendisinden söz edilen; hikâye kahramanı.
  • Kendisinden bahsedilen, kendisinden anlatılan.

mahkum / mahkûm

  • Aleyhinde hüküm verilmiş olan. Dâvayı kaybedip cezalanan.
  • Birisinin hükmü altında bulunan.
  • Zorunda ve mecburiyetinde olma. Katlanma.

mahkum-u aleyh / mahkûm-u aleyh

  • Bizzat kendisi üzerine hüküm binâ edilen (yani bu kaideyi şöyle açıklayabiliriz.

mahkumun-bih / mahkûmun-bih

  • Kendisi hakkında hüküm verilmiş olan.

mahlas

  • Nâm. Lâkab. Bazı muharrirlerde olduğu gibi, isme ilâve edilen başka bir isim.
  • Halâs olacak, kurtulacak yer.

mahlul

  • Çözülmüş, dağılmış. Hallolmuş, erimiş.
  • Murisi ölen sahipsiz mal. Mirasçısı bulunmayıp hükümete kalan miras.

mahlulat

  • Mirasçısı olmadığı için evkâfa veya hükümete kalan miraslar.

mahlut / mahlût / مخلوط / مَخْلُوطْ

  • (Halt. dan) Karıştırılmış. Katılmış. Karışık.
  • Karıştırılmış, karışık.
  • Karışık. (Arapça)
  • Karışık, karıştırılan.

mahluta

  • Bulgurla karışık mercimek çorbası.

mahmil

  • Harameyne hacı kafilesi ile birlikte gönderilen hediyeler.
  • Deve üzerine konulan sepet. Mahfe. Sürre.
  • Bir ibareye hamledilen mâna ihtimâllerinden her birisi.
  • Bir söze yüklenen muhtemel mânâlardan her birisi.

mahmud / mahmûd

  • Medh olmaya müstehak, medhe lâyık. Öğülmüş, medh ü senâ olunmuş.
  • Peygamberimizin isimlerindendir.
  • Tar: Ebrehe'nin Kâbeyi yıkmak için getirdiği filin adı.
  • Övülmüş, övülen.
  • Peygamber efendimizin güzel isimlerinden biri. Ahmed, Muhammed, Mahmûd, hep över seni Allah Senin isminle biter lâ ilâhe illallah Bundaki ince sırrı anlamaz, bilmez gümrâh, Kendi adıyla yazmış senin adını Rahmân
  • Ebrehe'nin, Kâbe'yi yıkmak üzere ordusunda geti

mahmudiye

  • Sultan 2. Mahmud adına yapılan ve kalyon büyüklüğünde olan eski bir harp gemisi.
  • Sultan 1. Mahmud zamanında basılan 23 ayar altın.
  • Sultan 2. Mahmud zamanında basılan ve yirmibeş gümüş kuruş değerinde olan ince altın sikke.

mahmul

  • Yüklenilmiş. Hamlolunmuş. Bir şey arkasına yüklenmiş olan. Üzerine alınmış.
  • Gr: Bir cümlede fâile yükletilen işi, oluşu veya hâli gösteren fiil.
  • Man: Müsned, haber. "İnsan nâtık" cümlesinde "İnsan" mevzu, "nâtık" mahmuldur.
  • Bir hüküm ve önermede konuyu niteleyen, yani kendisiyle hükmedilen söz, yüklem; Meselâ; 'Mehmed âlimdir' hükmünde 'âlim' mahmuldür.

mahmulat / mahmulât

  • Bir hükümde kendisiyle hükmedilenler; hükmün konusunu niteleyen yüklemler.

mahniye

  • (Çoğulu: Mehâni) Derenin dar ve kısık yeri.

mahrem

  • Gizli.
  • Dince ve şer'an müsaade olunmayan.
  • Birisinin hususi hâllerine ait gizli sır.
  • Nikâh düşmeyen, evlenilmesi haram olan yakın akraba. (Baba, dede, anne, nine, erkek ve kızkardeş, amca, dayı, hala ve teyzeler arasında bir neseb yakınlığı, bir ebedî mahremiyet vardır

mahs

  • Hâlis olmak, saf ve katışıksız olmak.

mahsub

  • Kızamık çıkarmış kişi.

mahsud / mahsûd

  • Kendisine hased edilen, kıskanılan.
  • Kendisine hased edilen, kıskanılan.

mahtid

  • Kişinin durduğu mekân.

mahv ve sekir

  • Allah'ın varlığı karşısında kendini ve herşeyi yok sayma ve Onun karşısında mânevî sarhoşluk hâlinde olma.

mahya

  • Ramazanlarda, kandillerde veya bayramlarda çifte minâreli olan camilerde iki minare arasına gerilen ipe asılmak suretiyle ışıklarla yazılan yazı veya yapılan resim.
  • Dam çatısında iki eğik sathın birleştiği çizgi ve buradaki aralığı kapatmak için kullanılan uzunca, oluk biçiminde kire

mahz

  • Safi ve hâlis. Katıksız. Sırf. Hâs. Hulus ile muhabbet.
  • Tâ kendisi.
  • Sadece.
  • Su katılmamış hâlis süt.

mahz-ı edeb

  • Edebin ta kendisi. Sırf terbiye ve edeb.

mahz-ı edebi / mahz-ı edebî

  • Edebin tâ kendisi.

mahz-ı fazl

  • İyilik ve bağışın ta kendisi.

mahz-ı fazl ve kerem

  • Cömertlik ve ikramın ta kendisi.

mahz-ı hak / مَحْضِ حَقْ

  • Hakkın, doğrunun kendisi.
  • Hakkın ta kendisi.

mahz-ı hakikat

  • Hakikatin, gerçeğin ta kendisi.

mahz-ı hikem

  • Akıllılığın ve filozofluğun ta kendisi. Hikmetlerin ta kendisi.

mahz-ı hikmet

  • Hikmetin ta kendisi.

mahz-ı inayet / mahz-ı inâyet

  • Yardımın ta kendisi, sırf yardım ve koruma.

mahz-ı keramet

  • Tam bir keramet gibi. Kerametin ta kendisi.

mahz-ı lütuf

  • İkram ve iyiliğin tâ kendisi.

mahz-ı nimet

  • Nimetin tâ kendisi.

mahz-ı tahkik

  • Hakikati araştırmanın ta kendisi, sırf araştırarak.

mahz-ı tebşirat

  • Müjdelerin ta kendisi.

mahz-ı tevhid

  • Tevhidin tâ kendisi.

mahz-ı vahy-i rabbani / mahz-ı vahy-i rabbânî / مَحْضِ وَحْيِ رَبَّان۪ي

  • Terbiye edici Allah'a ait vahyin ta kendisi.

makabih

  • (Tekili: Makbaha) Çirkin ve yakışıksız davranışlar.

makadir

  • Mikdarlar. Kısımlar. Ölçüler.
  • Muayyen ve mâlum olan kısımlar.

makale

  • Söylenen söz. Söyleme. Söyleyiş. Kelâm. Nutuk.
  • Bir bahsin kaleme alınışı.
  • Söz, gazete yazısı.

makam-ı ahsen-i takvim

  • Yaratılışın en güzel kıvamında olma derecesi.

makam-ı ebcedi / makam-ı ebcedî

  • Bir cümlenin ebced hesabı açısından konumu, sayısal değeri.

makam-ı mahbubiyet

  • Allah'ın sevgisini kazanma makamı, derecesi.

makam-ı mahmud / makâm-ı mahmûd

  • Mahşer (kıyâmet) günü büyük bir sıkıntı ve ızdırab içerisinde bulunan mahlûkâtın hesaplarının bir an evvel görülmesi için Allahü teâlâ tarafından Muhammed aleyhisselâma verilen şefâat izni. Buna Şefâat-i Kübrâ da denir.

makbaha

  • (Çoğulu: Makabih) Kabih, yakışıksız ve çirkin hareket.

makdud

  • Uzun boylu kişi.

makes-i nurani / mâkes-i nurânî

  • Nurlu ayna, nurun, ışığın yansıdığı yer.

makinist

  • Makine ustası. Makineyi çalıştırmakla vazifeli kişi.

makluv

  • Pişirilmiş kebap.

makrebe

  • Hısımlık, yakınlık. Karâbet.

maksur

  • (Kasr. dan) Kasrolunmuş, kısaltılmış, kasılmış, alıkonulmuş.
  • Mahbus.
  • Kasrolunmuş nesne.
  • Gelinin üzerine tutulan duvak.
  • Gr: Bir kısım arapça kelimelerin sonunda yâ şeklinde yazılan, fakat elif gibi okunan harf. ( : Dâ'vâ) kelimesinde olduğu gibi. Buna, "Elif-i

mal / mâl

  • İnsanın arzuladığı, ihtiyâç, yâni lâzım olunca, kullanmak için saklanabilen ayn, yâni madde, cisim.

mal-i mütekavvim

  • Huk: İki mânada kullanılır: Birisi, intifâı mübah olan şeydir. Diğeri, mâl-i mührez demektir. Meselâ, denizde iken balık gayr-i mütekavvim olup, tutmak ile ihraz olundukta, mâl-i mütekavvim olur. İntifâı mübah olmayan mal veya elde edilmemiş olan mal gayr-ı mütekavvimdir. Şirâ ile intifa' mübah oldu

malayaniyat / mâlâyâniyât

  • Kişiyi ilgilendirmeyen şeyler; boş, anlamsız şeyler.

malik / mâlik

  • Sâhib olan, mülk edinen.
  • Cehennem meleklerinin en büyüğü, âmiri, bekçisi.

malik-ül-mülk / mâlik-ül-mülk

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yaratılmışların ve onlarda bulunan her şeyin sâhibi olan.

maliyat

  • Maliye işleriyle alâkalı. Maliye bilgisi.

mamhuran

  • Adilcevaz, Patnos, Erciş ve bilhassa Beytüşşebab havalisinde meskun olan bir aşiret ismi.

mamul / mamûl / معمول

  • Yapılmış, imal edilmiş. (Arapça)
  • Alışılmış. (Arapça)

mamulün fevkinde / mamûlün fevkinde

  • Alışılmışın ötesinde.

mana-yı harfi / mânâ-yı harfî

  • Harf mânâsı; birşeyin kendisini değil de san'atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mânâsı.

mana-yı ismi / mânâ-yı ismî

  • Bir şeyin sahibine değil de, bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı.
  • İsme dair mânâ. Bir şeyin sadece kendisini bilip tanımak. Bir şey başka şeyleri tanıttığı, bildirdiği veya sevdirdiği için olan mânâya da mânâ-yı harfî denir. Bir ağacı gölgesinden, zahirî görünüşünden, bize verdiği meyvesinden dolayı alâka gösterir ve seversek mânâ-yı ismî ile seviyoruz demektir. A

mana-yı mecazi / mânâ-yı mecâzî

  • Bir ifadede, kendi mânâsının dışında başka bir mânânın kastedilmesi.

mana-yı örfi / mânâ-yı örfî

  • Bilinen, alışılan mânâ.

manay-ı zımni / mânây-ı zımnî

  • Bir lafzın konulduğu mânânın tamâmının içerisindeki cüz'î, husûsî mânâlardan herbiri.

manda

  • Kendini idare edemeyen bir memleket ahalisini başka bir yabancı devletin idare etmesi. (Fransızca)
  • t. Camız denen hayvan. Kömüş. (Fransızca)

manend-i bimisal / manend-i bîmisal

  • Misilsiz, benzersiz olan.

manevi şahsiyet / mânevî şahsiyet

  • Belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişi, topluluk, tüzel kişilik.

manevi tefsir / mânevî tefsir

  • Kur'ân-ı Kerimin işaret ettiği hakikatleri asrın ilmî gelişmeleri ışığında ortaya koyarak, iman hakikatlerini güçlü ve sarsılmaz delillerle açıklayan, yorumlayan eser.

maneviyat adamı / mâneviyat adamı

  • Fazilet ve ahlâk gibi mânevî değerlerin korunması için gayret gösteren ve yaşayan kişi.

manevra

  • Bir makinenin, bir cihazın işleyişini düzenleme veya idare etme işi ve şekli. (Fransızca)
  • Ask: Muharebede düşmanın savaş gücünü yok etmek maksadıyla eldeki askerî kuvvetlerin en te'sirli bir biçimde düzenlenmesini te'min eden bütün hareketler. (Fransızca)
  • Barış zamanında kıt'alara ve kurmay hey'etle (Fransızca)

mani' / mâni'

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Din ve dünyâya âit zararları gideren, men' eden.

manyatizma

  • Birisinin bâzı hareketleri ile başkası üzerinde uyuşukluk verici te'sir.

manzari / manzarî

  • Güzel, gösterişli ve yakışıklı adam.

mar-efsa

  • Yılan tutan, yılan efsuncusu. (Farsça)
  • Yılan sokmuş kimseyi tedâvi eden kişi. (Farsça)

marhuk

  • Kuşkonmaz bitkisi.

marife / mârife

  • Arapça'da genellikle başına belirlilik takısı "elif-lâm"ı alan ve belirli bir şeyi gösteren kelime.

marifetaşina / mârifetâşinâ

  • Marifetin yabancısı olmayan.

marifetname / mârifetnâme

  • Marifet yazısı.

martulos

  • (Martoloz) Osmanlı Devletinin teşekkülü sıralarında ve yeniçeri teşkilâtından önce, Hristiyanlardan, ordunun geri hizmetlerinde çalışmış olan teşekküllerden biridir. Silâhlanmış kişi mânasında Rumca bir kelimedir.
  • Eskiden Tuna gemicileri, korsanı mânasında da kullanılmıştır.

maruz / mâruz

  • Uğrama, tesirinde ve karşısında olma.

maruz kalan / mâruz kalan

  • Birşeyin tesirine uğrayan, etkisinde kalan.

maruz olma / mâruz olma

  • Uğrama, tesirinde ve karşısında olma.

masadak

  • Bir sözü veya hükmü tasdik eden husus. "Söylendiği gibi, denildiği şekilde, doğru, sâdık, olduğu gibi, muvâfıktır, mutâbıktır, tıpkısı" gibi mânâlara gelir. Mânânın fertlerine de mâsadak denilebilir.

masdar-ı ca'li / masdar-ı ca'lî

  • (Mec'ul) yapma olan masdar. Arapçada, bazı isim ve sıfatların sonlarına (-iyyet) ilâve edilerek yapılır. Meselâ: İnsan: İnsaniyyet, Şâir: Şâiriyyet. Câhil: Câhiliyyet. Merbut: Merbutiyyet gibi.Arapça veya Farsça kelimenin sonuna (-îden) eki getirilerek yapılır. Meselâ: Cenk. den, Cengîden: Cenk etme

masdar-ı mimi / masdar-ı mimî

  • Başında mim harfi bulunan masdar. (Ketb: Yazmak) masdarının mimisi (mekteb) olduğu gibi.

masdu'

  • Baş ağrısına tutulmuş olan. Başı ağrıyan.

masdum

  • Çarpılmış. Kendisine vurulmuş.

maşıta / mâşıta / ماشطه

  • Kadın makyajcısı, kadın kuaförü. (Arapça)

masiva / mâsivâ / mâsiva / ماسوی

  • Ondan gayrısı. (Allah'tan) başka her şey hakkında kullanılan tâbirdir) Dünya ile alâkalı şeyler.
  • Allah'ın dışındaki varlıklar.
  • Tanrı'nın dışındaki varlıklar. (Arapça)
  • Dünyaya özgü her şey. (Arapça)

masivaullah / mâsivâullah

  • Cenâb-ı Hakkın dışındaki her şey.

maskara

  • Kendisine gülünen.

maslahat

  • Bir işin hayırlı, iyi olmasına vesîle olan şey. Çoğulu, mesâlih'tir. Maslahatın zıddı mefsedet yâni bozukluktur.

maslahat-ı millet nazarında

  • Milletin faydası açısından.

mason

  • Duvarcı mânasına bir kelimeden alınmış isimdir. Dinsiz, imânsız mânâsına kullanılır. Fermeson veya farmason da denir. (Fransızca)

masruf-u leh

  • Hakkında söz söylenilen kişi.

matabih / matabîh

  • (Tekili: Matbah) Mutfaklar. Yemek pişirilen yerler.
  • (Tekili: Matbuh) (Tabh. dan) Tabholunmuş yani pişirilmiş şeyler.

matbah

  • Mutbah. Yemek pişirilen yer.

matbuh

  • (Çoğulu: Matâbih) (Tabh. dan) Kaynatılmış veya haşlanmış (ilâç).
  • Pişirilmiş yemek.

matbuhat

  • (Tekili: Matbuh) Kaynatılmış veya haşlanmış ilâçlar.
  • Pişirilmiş yemekler.

matemalud / mâtemâlûd

  • Yasla karışık.

materyal

  • Bir işin meydana çıkması için lâzım gelen şeyler. (Fransızca)

mati'

  • Uzun, tavil.
  • Her nesnenin iyisi.

matrud

  • Kovulmuş ve saf dışı bırakılmış.

matta

  • İncil kitaplarından birisinin adı. Tahrif edilmiş dört yüz muhtelif İncil içinden seçilen biri.

matufun-aleyh / mâtufun-aleyh

  • Bir bağlama edâtı (bağlaç) ile kendisine bağlanan kelime, mânâ, maksat.

maun / mâun

  • Malın zekatı.
  • Kendisinden faydalanılacak şey, eve gerekli olan şeyler.

maye / mâye

  • Damızlık.
  • Esas. Temel.
  • Bir şeyin mayalanması ve ekşimesi (tahammürü) için konulan madde.
  • Para, mal. İktidar. Güç.
  • İlim.
  • Dişi deve.
  • Maya, asıl, esas.
  • Para, mal.
  • İktidar, güç,
  • Bilgi.
  • Dişi deve.

mayiat / mâyiât

  • (Tekili: Mâyi') Akıcı cisimler. Su halinde bulunan, akan şeyler.

mayıh

  • (Çoğulu: Mâha) Kova doldurmak için kuyu içine inen kişi.
  • Bahşiş veren, atâ eden.

mazanne-i hayr

  • Kendisinden yalnız iyilik umulan kimse.

mazanne-i su'

  • Kendisinden ancak kötülük beklenen kimse.

mazaz

  • Musibet, felâket ve belâ acısı.
  • Acıma, üzülme, kederlenme.

mazhar buyurulma

  • Erişilme, nail olunma.

mazhar buyurulmak

  • Nail olunmak, erişilmek.

mazhar-ı esma / mazhar-ı esmâ

  • Çok sıfatlara ve isimlere mensub hâller kendinde görünen. İsimlere, isimlerinin üzerinde te'sirlerine mazhar (sâhib) olan.
  • Cenab-ı Hakkın isimlerinin tecellisine mazhar ve âyine olmuş olan.

mazhar-ı etemm / مَظْهَرِ اَتَمّ

  • En tamam şekilde kendisinde gösteren.

mazhar-ı tahavvülat / mazhar-ı tahavvülât

  • Değişikliğe uğramış.

mazhar-ı vahiy

  • Kendisine vahiy gelen.

mazhariyet-i esma / mazhariyet-i esmâ

  • Allah'ın isimlerinin yansıdığı ve göründüğü yeri.

mazhariyet-i esma-i ilahiye / mazhariyet-i esmâ-i ilâhiye

  • İlâhî isimlerin tecellîlerine ayna olma.

mazhariyet-i esma-yı ilahiye / mazhariyet-i esmâ-yı ilâhiye / مَظْهَرِيَتِ اَسْمَايِ اِلٰهِيَه

  • Allah'ın isimlerinin üzerinde görünmesi.

mazi

  • Geçmiş zaman. Geçen, geçmiş olan.
  • Gr: Bir işin geçen zamanda yapıldığını bildiren fiil. Fiil-i mâzi. Mazi sigası.

mazi-i nakli / mazi-i naklî

  • Yalnız işitilen bir şeyi anlatan fiil sigası. "Nuri gelmiş" gibi.

mazif

  • Herkese sofrası açık olan ev. Kapısı açık, misafir sever ev. Misafirperver olan hâne.

maziyan

  • Kendisinden küçük arklara ayrılan büyük su arkı.

maziz / mazîz

  • Musibet ve belâya uğramış. Felâket acısına giriftar olmuş.

maznun

  • (Zann. dan) Zannolunmuş. Zan altında bulunan, kendisinden şüphe edilen.
  • Huk: Bir suç dolayısı ile sorguya çekilen kimse. Sanık.

me'ani ilmi / me'ânî ilmi

  • Sözün yerinde kullanılmasından, hâle, duruma göre uğrayacağı değişikliklerden bahseden ilim.

me'luf / me'lûf

  • Alışılmış, ülfet edilmiş.
  • Alışılmış. Ünsiyyet edilmiş.
  • Alışık. Huy edinmiş.
  • Ülfet edilmiş, alışılmış.

me'lufe / me'lûfe

  • Alışıldık ve yakın olan.

me'lufiyet

  • Alışıklık, ünsiyet.

me'mun

  • Emin. Mahfuz. Korkusuz. Emniyyet verilmiş. Sağlam. Tehlikeden azâde olan.
  • Abbasi halifelerinden Hârun Reşid'in kendisinden ve kardeşi Eminden sonra hükümdar olan oğlunun adı.

me'nus / me'nûs / مَأْنُوسْ

  • Alışılmış. Alışık. Ünsiyet edilmiş.
  • Beğenilmiş. Mergub.
  • Alışılagelen, yabancı olmayan.
  • Alışılmış.

me'nusiyet

  • Alışılmış olma. Alışılma. Ünsiyet edilmiş olma.

me'nut

  • Hased olunmuş kişi, mahsud.

me'zun

  • İzinli, izin almış, bir işi yapmaya izin alan.

meal / meâl

  • Tefsîr âlimlerinin yaptıkları tefsirlerin (açıklamaların) ışığı altında, âyet-i kerîmelere verilen mânâ, açıklama.

mealen / meâlen

  • Mânâca aynısı olmadan eksiği ile anlaşılan neticesi. Mânaya göre.

mearic suresi / meâric sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin yetmişinci sûresi.

meb'us

  • Gönderilen. Ba's edilen.
  • Halk arasından seçilerek Millet Meclisine âzâ edilen.
  • Allah tarafından gönderilmiş olan.
  • Öldükten sonra diriltilen.

meb'uslar heyeti

  • Millet Meclisi.

mebde ve mead

  • Başlangıç ve dönüş, ruhun dünyaya gelişi ve dönüşü, dünya ve ahiret.

mebde'

  • Başlangıç.
  • Kaynak, kök.
  • Bilgilerin ilk kısımları.
  • İlke.
  • Tasavvufta sâlikin ilk başlangıcı.

mebde' ve mead / mebde' ve meâd

  • Gelinen ve gidilecek olan yer; insanın dünyaya gelişi ve dönüşü, dünya ve âhiret.

mebde'-i hilkat / مَبْدَأِ خِلْقَتْ

  • Yaratılışın başlangıcı.

mebde-i cihad

  • Allah yolunda girişilen cihadın başlama zamanı.

mebde-i hilkat

  • Yaratılışın başlangıcı.

mebdeiyet

  • Başlangıç olma işi.

mebhas

  • Kısım. Bahis. Fasıl. Bir mes'eleye âid söz.
  • Arama, araştırma yeri.
  • Bir şeyin arandığı yer.

mebtuş

  • Tutulmuş.
  • Hışım olunmuş.

mecami-i ahlak-ı mütezahime / mecâmi-i ahlâk-ı mütezahime

  • Hepsi de birbiriyle üstünlük yarışında olan ahlâkî vasıf mecmuaları, toplulukları.

mecaz

  • Kendi mânâsı dışında başka bir mânâyı gösteren kelime.

mecaz-ı akli / mecaz-ı aklî

  • Akla uygun olan mecaz, akılla bilinen mecaz, bir şeyi asıl sebebinin dışında başka bir sebebe isnad etmek.

mecaz-ı mürsel

  • Benzetme dışında başka bir ilişki sebebiyle kullanılan mecaz: Meselâ: "O köye sor" demek, "o köyden birine sor" demektir.

mecazen

  • Mecâzî olarak; bir sözü gerçek anlamı dışında başka bir mânâyı anlatacak şekilde kullanma.

mecazi rızık / mecâzî rızık

  • Yaşamı devam ettirmek için zorunlu olmayan ve çalışıp çabalamakla elde edilmesi gereken nimetler.

mecbul

  • (Cibillet. den) Yaratılmış. Yaratılışında bir hâl veya sıfat bulunan.

mecelle

  • Tanzîmât'ın îlânından sonra, Ahmed Cevded Paşa'nın başkanlığında bir komisyon tarafından hazırlanan; İslâm hukûkunun muâmelâta (alışveriş, şirketler, hibe v.b.) âit hükümlerinin Hanefî mezhebine göre maddeler hâlinde tertibinden meydana gelen kânunlar veya bu kânunları içerisine alan mecmûa.
  • Dergi, kanun dergisi.

mechel

  • (Çoğulu: Mecâhil) Belirtisiz, işaretsiz, nişansız.
  • Yolu ve izi olmayan çöl.

mechul-ün neseb

  • Kimin çocuğu olduğu bilinmeyen kişi.

mecid / mecîd

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Büyüklüğü, yüceliği ve işlerinin güzelliği ile tanınan, övülen.

meclis-ara / meclis-ârâ

  • Meclisi süsleyen. (Farsça)
  • Meclisi süsleyen.

meclis-efruz

  • Meclisi parlatan. Meclisi aydınlatan. (Farsça)

meclis-füruz

  • Meclisi parlatan. Meclisi aydınlatan. (Farsça)

meclis-i a'yan / meclis-i a'yân

  • Osmanlı İmparatorluğu zamanında hükümet tarafından seçilmiş olan meclis. (Bunun karşılığı, zamanımızda, senato meclisidir.)

meclis-i ali-i islam / meclis-i âli-i islâm

  • Yüksek İslâm Meclisi.

meclis-i halvet / مَجْلِسِ خَلْوَتْ

  • Zikir meclisi.
  • Yalnızlık meclisi.

meclis-i ihvan / meclis-i ihvân / مَجْلِسِ اِخْوَانْ

  • Kardeşler meclisi.
  • Kardeşler meclisi.

meclis-i ilmi

  • İlim meclisi, topluluğu.

meclis-i ilmiye

  • İlim meclisi.

meclis-i imtihan

  • İmtihan meclisi, dünya.

meclis-i meb'usan

  • Millet Meclisi.

meclis-i meb'usan-ı mukaddese

  • Kutsal vekiller meclisi.

meclis-i mebusan / meclis-i mebusân

  • Halk tarafından seçilen meb'usların meclisi. Millet Meclisi.
  • Millet Meclisi.

meclis-i mebusan-ı ilmiye / meclis-i mebusân-ı ilmiye

  • Âlimlerden meydana gelen ilim meclisi.

meclis-i meşveret

  • Danışma meclisi.

meclis-i ruhani / meclis-i ruhanî

  • Ruhanîler meclisi, meleklerin ve ruhların toplanma yer ve zamanı.

meclis-i şura / meclis-i şûrâ

  • Şûrâ meclisi, danışma meclisi.

meclis-i ülfet

  • Konuşma meclisi.

meclis-i vükela / meclis-i vükelâ

  • Kabine toplantısı. Bakanlar kurulu toplantısı.

meclisefruz / meclisefrûz / مجلس افروز

  • Meclisi aydınlatan, meclisi şenlendiren. (Arapça - Farsça)

meclisin ehli

  • Meclisin bireyleri.

mecmece

  • Yazının karışık olması.
  • Kalbinde olanı demek isteyip, yine demeyip gizlemek.

mecnub

  • Güney rüzgârı yetişen kişi.
  • Akciğer zarı iltihabı olan kişi.

mecnunane

  • Delice, divanece. Mecnunlara ve delilere yakışır surette. (Farsça)

mecrur

  • çekilmiş, sürüklenmiş, sonu kesre olan isim.

mecus

  • Kulakları küçük olan adam.
  • Ateşe tapan kişi.

mecusi

  • Çok eskiden yaşamış, kulağı küçük olan birisinin adıdır. Ateşperestlik âyinine sebeb olduğundan "Ateşperestlere" bu isim verilmiştir.
  • Eski İran dini olan Mecusilikten olan kimse.

mecved

  • Doymaya yakın olmak.
  • Yağmur taneleri değmiş cisim.

meczub / meczûb / مجذوب

  • Allahü teâlânın sevgisi ile kendinden geçmiş olan.
  • Cezbeye tutulmuş, çekilmiş tasavvuf yolcusu.
  • Cezbeli, kendini kaptırmış, başkasının etkisiyle davranan.
  • Cezbedilmiş. (Arapça)
  • Tanrı sevgisiyle cezbeye kapılan. (Arapça)
  • Deli. (Arapça)

meczur

  • Cezr olunmuş, kare kökü alınmış sayı. (On sayısı yüz sayısının meczurudur, yani kare köküdür.)

medar

  • Sebeb, vesile.
  • Bir şeyin etrafında döneceği nokta. Bir şeyin devredeceği, üzerinde hareket edeceği yer.
  • Gezegenlerin gezerken hareket noktalarının çizdiği dâire. (Dünya, güneş etrafında seyrederken medar-ı senevîsi bir dâireyi andırır.)

medar-ı fahr-i cihan / medâr-ı fahr-i cihan

  • Bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m.).

medayih-i bahire / medayih-i bâhire

  • Çok açıktan birisini veya bir şeyi övmek, medhetmek.

medde

  • Uzatma; çekim harfleri; yazıldığı halde okunmayan, kendisi harekesiz olup, kendinden önceki harfi uzatan elif, vav, ye harfleri.

medh

  • Birisinin iyiliğini, iyi vasıflarını söylemek. Övmek.

medhiye / مَدْحِيَه

  • Övgü yazısı.
  • Övgü yazısı.

medhul

  • (Dahl. den) Ayıplanacak kusuru olan.
  • Dile düşmüş.
  • Kendisine birşey girmiş olan.

medlul / medlûl

  • Kendisine delil getirilen, mânâ, anlatılan.

medluliyet / medlûliyet

  • Kendisine delil getirilme.

medluliyyet / medlûliyyet

  • Kendisine delil getirilme.

medrese-i yusufiye

  • Hz. Yusuf'un (A.S.) iftira, haksızlık ve zulüm ile hapiste kalmasından kinâye olarak, İmân ve Kur'an hizmetinden dolayı tevkif edilenlerin hapsedildiği yere verilen isim.

mef'em

  • Karnı geniş olan kişi.

mef'ul / mef'ûl

  • Dilbillgisinde tümleç; özne tarafından yapılan iş, öznenin fiilinin sonucu.

mef'ul-ü mukadder

  • Lâfız olarak metinde yer almayan, ancak sözün gelişiyle belirlenen nesne, tümleç.

mefarik

  • (Tekili: Mefrak ve Mefrik) Başın tepe kısımları. Başta saçın ikiye ayrıldığı noktalar.

mefdere

  • Dağ keçisinin durağı.

mefhar-ı kainat / mefhar-ı kâinat

  • (Mefhar-i Mevcudat) Kâinatın, kendisi ile iftihar ettiği zat mânâsına Hz. Muhammed'e (A.S.M.) alem olmuş bir tâbirdir.

mefrugün leh

  • Kendisine bir şeyin mülkiyeti ve tasarruf hakkı bırakılmış olan kimse.

meftuh

  • Fethedilmiş, açılmış, açık.
  • Zaptedilmiş, ele geçirilmiş. Sonu üstün ile harekeli isim.

meh-şid

  • Ay, kamer. (Farsça)
  • Ay ışığı, mehtâb. (Farsça)

mehabet / mehâbet

  • Heybet.
  • Hürmetle karışık korku.
  • İhtiram. Azamet. Büyüklük.
  • Saygı ve sevgiyle karışık korku.

mehammşinas / mehammşinâs

  • İşinin ehli. İşden anlıyan. (Farsça)

mehaz

  • Su akacak yer, su mecrası.
  • Gebe kadının ağrısının tutması.
  • Gebe deve.

mehdi

  • Hidâyete eren veya hidayete vesile olan. Sâhib-üz-zaman. "Hususi ve şahsi bir tarzda Allah'ın hidayetine mazhar olan, kendisine Cenâb-ı Hak tarafından yol gösterilen" mânasınadır. Bu kelime ihtida etmiş olanlar için de kullanılmıştır. Mehdi-yi Resul, Mehdi-yi muntazır da denir. Ahir zamanda gelip bü

mehdi-i al-i resul / mehdî-i âl-i resul

  • Resulullah'ın neslinden gelen, âhir zamanın en büyük mürşidi, hidâyete sevk edicisi.

mehdi-i resul / mehdî-i resul

  • Resulullah'ın neslinden gelen, âhirzamanın en büyük mürşidi, hidâyet edicisi.

mehib / mehîb

  • İnsanın kendisinden korktuğu. Heybetli, azametli, korkunç kimse.
  • Arslan, esed, gazanfer.

mehl

  • Vakit verme. Vâde. Mühlet. Bir işi belli bir zamana kadar te'hir etme.

mehmed

  • Muhammed isminin Türkçede meşhur olmuş değişik şeklidir. Resul-i Ekrem Efendimize verilen ve sadece ona lâyık bulunan Muhammed (A.S.M.) ismine hürmeten bu değişiklik âdet olmuştur.

mehmed akif

  • (1873-1936) Şiir ve manzumeyi sırf İslâmiyete hizmet için yazdı. İlk Türkiye Büyük Millet Meclisinde İstiklâl Marşı manzumesi kabul edilerek milletin mâneviyatına büyük faydalar sağladı. Çanakkale Şehidlerine hitaben yazdığı manzumesi de aynı mahiyettedir. Bu İslâm mücahidinin şiirleri Safahât isiml

mehmuse / mehmûse

  • Gizli. Gizlenmiş eşya.
  • Örtülmüş.
  • Tecvidde: Gizli okunan harfler. Fısıltı ile okunan harfler. Bunun zıddı "Huruf-u mechure" dir.
  • Fısıltıyla okunan harfler.

mehru'

  • Sar'alı kimse. Sar'a hastalığı olan kişi.

mehtab / mehtâb / مهتاب

  • Mâhtâb. Ay ışığı. (Farsça)
  • Mehtap, ay ışığı.
  • Mehtap, ay ışığı. (Farsça)

mehtap

  • Ay ışığı.

meık

  • Gayretli kişi.
  • Hiddeti galip kimse.

mekanik

  • Lât. Cisimlerin hareketleriyle alâkalı hâdiseleri inceleyen ilim. Mihanikiyetten bahseden kitap.
  • Makina. Makina aksamının hey'et-i mecmuası.
  • Kafa yormaksızın el veya makina ile yapılan.

mekbut

  • Mahzun kişi. Hüzünlü, üzüntülü kimse.

mekful-ün anh

  • Kendisine kefillik edilen kimse.

mekir

  • (Mekr) Hile. Aldatma. Oyun. Düzen. (Birisinin kötü veya iyi hâllerini öğrenmek veya kötülüğe sevketmek ya da gayesinden alıkoymak için yapılır.)

mekke-i mükerreme

  • İlk ismi Mekke olan bu şehire, Hz. Peygamber'in (A.S.M.) gelmesi ve Mukaddes Kâbe'nin putlardan temizlenmesi ile Mükerrem Mekke mânâsında bu isim verilmiştir.

mekki sureler / mekkî sûreler

  • İçerisindeki âyet-i kerîmelerin çoğunun Mekkî (hicretten önce inmiş) yâhut, baş kısmı Mekkî âyet-i kerîmeler olan sûreler.

mekteb-i harbiye

  • Harp okulu; Harp Akademisi.

mel'anet-piş

  • Mel'unluktan başka işi olmayan. İşi gücü mel'unluktan ibaret olan. (Farsça)

melal / melâl

  • Can sıkıntısı. Usanç. Gamlılık. Zaaf ve fütur.
  • Can sıkıntısı.

meldug

  • (Ledg. den) Zehirli bir hayvan tarafından ısırılarak sokulmuş.

melekat / melekât

  • (Tekili: Meleke) Melekeler. Tecrübe neticesi elde edilen alışılmış bilgiler. İsti'datlar.

meleke-i san'at

  • San'at kabiliyeti, becerisi.

melekut / melekût

  • Melekler âlemi, varlıkların ilâhî isimlere bakan iç yüzü.

melez

  • Irkı karışık.

melfufat

  • İlişik yazılar; kağıt, mektup ve sair evrak.
  • (Tekili: Melfuf) Zarf içinde veya tezkereye ilişik yazılar.

melfufen / melfûfen / ملفوفا

  • İlişikte. (Arapça)

melik

  • Mülk ve melekut sâhibi. Padişah. Mutasarrıf.
  • Bir kavmin başı. Mâlik. (İsimdir)
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Zâtında, sıfatlarında, hiçbir şeye muhtaç olmayan, her şey varlığında ve varlıkta kalmasında O'na muhtaç olan, her şeyin sâhibi, yaratıcısı.
  • Pâdişâh, hükümdar.

melike / melîke

  • Kadın hükümdar. Hükümdar karısı. Kraliçe.

melil / melîl

  • Kül içinde pişirilen ekmek.
  • Hararet, sıcaklık.
  • Üzgün, kederli. Melul.

melis / melîs

  • Şişman ve tenbel olan kişi.

melkut

  • Yerden kaldırılıp alınan şey.
  • Sokağa, virâneliğe, câmi veya kilise kapısına bırakılmış çocuk.

mell

  • Küsmek, darılmak.
  • Yorgunluk.
  • Kakma, dürtmek.
  • Mahzun olmak, kederli olmak.
  • Hamuru külün içinde pişirmek.

melsuk / melsûk / ملصوق

  • Yapışık. (Arapça)

meluf / melûf

  • Alışılan, ülfet edilen.
  • Alışılmış.

mêluf / mêlûf

  • Alışılmış.

meluf / melûf / مألوف

  • Alışık. (Arapça)

melzum

  • Birbirinden ayrılmayan iki şeyden ikinci derecede birisi geleni, ayrılmaya engel olunanı; meselâ, oğul melzumdur, babası lâzımdır (mevlûd-vâlid). Tefsir melzumdur, Kur'ân ise lâzımdır.

memkure / memkûre

  • Uysal, yakışıklı.

memlukane / memlukâne

  • Köleye yakışır hâlde. Kölece. (Farsça)
  • Eskiden çok defa bir büyüğe sunulan yazılarda, kendinden bahsederken kullanılırdı. (Farsça)

memzuc / memzûc / ممزوج

  • Bitişik. Karışık. Karışmış. Birlik olmuş. Birbirine mezc olmuş.
  • Şakalaşmak.
  • Oynamak.
  • Karışık.
  • Karışık, karışmış, mezc olmuş.
  • Karışık. (Arapça)

men dakka dukka

  • "Kapı çalanın kapısı çalınır." Yâni, kim birisine bir kötülük yahut iyilik yaparsa ona o şey yapılır. Meselâ: "Su-i zan eden su-i zanna mâruz olur."

men talebe ve cedde, vecede

  • Kim birşeyi ister ve elde etmek için ciddî çalışırsa istediği şeye ulaşır.

menab

  • Birinin yerini tutmak, nâib olmak. Birisine vekil olmak. Vekillik yeri.

menar / menâr

  • Fener, aydınlatıcı ışık.
  • Nur, ışık yeri.
  • Yol işaretleri.
  • Fener kulesi.
  • Işık tutucu.

menası'

  • (Tekili: Minsa') Medine-i Münevvere'nin dışında meşhur bir yer.

menat

  • Dönecek yer, merci'.
  • İlişip asacak yer.

menba-ı envar

  • Nur, ışık kaynağı.

menfaat-i cüz'iye-i gururiye / menfaat-i cüz'iye-i gurûriye

  • Gurura dayanan küçük ve kişisel menfaat.

menfaat-i millet

  • Kişinin mensup olduğu milletin menfaati, yarar ve çıkarı.

menfaat-i nefs

  • Kişisel çıkar.

menfaat-i şahsiye

  • Kişisel çıkar.

menfaatperest

  • Yaptığı işin sadece faydasını düşünen. Sadece nefsine ait kârları, faydaları düşünerek çalışan. Allah rızasını esas gaye yapmayan kimse. (Farsça)

menfi siyasetçilerin fetvaları / menfi siyasetçilerin fetvâları

  • Siyaseti kötüye kullanan veya rakiplerini yok etmeye yönelik siyaset yapan kişilerin ortaya attıkları hükümler, görüşler.

menfur / menfûr

  • Kendisinden nefret edilen, sevilmeyen. İğrenç.
  • Mebguz.
  • Kendisinden nefret edilen, sevilmeyen.

menhum

  • Nasıl yerse yesin karnı doymaz kimse.
  • Bir şeye çok hırs gösteren kişi.

meni

  • Erkek veya dişinin bel suyu. Döl suyu. Nutfe. Sperma.

menin

  • Toz.
  • Zayıf kişi.
  • Zayıf ip.

menkabe / منقبه

  • Ünlü kişilerin yaşamlarına ilişkin ve çoğu gerçekle bağdaşmaz öyküler. (Arapça)

mennan / mennân

  • "Çok ihsân eden" mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden).

mennane

  • Malı, mülkü, serveti için kendisiyle evlenilen kadın.

mensaf

  • (Çoğulu: Menâsıf) Her şeyin yarısı.

menşe'

  • Bir şeyin çıktığı yer, esas, kök.
  • Yetişilen yer, bitirilen mektep.
  • (Neş'et. den) Esas. Kök. Bir şeyin çıktığı, neş'et ettiği yer. Beslenip yetişilen yer.

mensur

  • (Nasr. dan) Yardım görmüş.
  • Muzaffer. Zafer bulmuş.
  • Cenab-ı Hak tarafından her işinde nusrete mazhar olduğundan Hz. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bir ismi de Mensur'dur.

mênus / mênûs

  • Alışılmış.

menus / مأنوس

  • Alışılmış. (Arapça)
  • Alışkın. (Arapça)

mer

  • Elli (Sayısı). Hamsin. (50) (Farsça)

mera

  • (Çoğulu: Merâyâ) Sütü çok olan dişi deve.

merak

  • Bir şeyi öğrenmek istemek. Çok şiddetli arzu. Heves. Düşkünlük.
  • Dalgınlık. Kara sevdâ.
  • Kuruntu, telâş. İç sıkıntısı. İç darlığı.

merakım

  • (Tekili: Mirkam) Kalemler. Yazma işinde kullanılan âletler.

meral

  • (Aslı, marâl'dır) Ceylan, karaca, dişi geyik.

meramir

  • Çok etli, şişman kişi.

meratib-i esma / merâtib-i esmâ

  • İsimlerin mertebeleri.

meratib-i külliye-i esmaiye / merâtib-i külliye-i esmâiye

  • Allah'ın isimlerinin büyük ve geniş mertebeleri.

meraya-yı esma-i ilahiye / merâyâ-yı esmâ-i ilâhiye

  • İlâhî isimlerin aynaları.

meraya-yı mevcudat / merâyâ-yı mevcudat

  • Allah'ın isim ve sıfatlarına ayna olan varlıklar.

merbut

  • Bağlı. Rabtedilmiş. Mensub. Ekli. Ulaşmış, bitişmiş, bitişik.

merci'-i rü'yet

  • Bir işin görülmesi için başvurulan yer.

mercuh

  • Kendisine tercih edilen şey, ikinci derecede kalan şey.
  • Başka bir şeyin kendisine üstün tutulduğu şey.
  • Hasmından önce iddiasını ispata selahiyeti olmayan kişi.

merd

  • Adam. Kişi. İnsan. Erkek. Sözünün eri. (Farsça)
  • Misvak ağacının yemişi.
  • Emmek.
  • Silmek. Mesh etmek.

merd-i garib

  • Yabancı yerlere, gurbete düşmüş kişi.

merdane / merdâne

  • Erkekçesine. Merdcesine. Er'e yakışır surette. (Farsça)
  • Matbaada baskı, baskı makinelerinde ve ofset makinelerinde ise plâteye değerek mürekkeb vermek; ve toprağı bastırmak gibi çeşitli işlerde kullanılan silindir. (Farsça)
  • Yufka açmağa yarıyan oklava. (Farsça)
  • Erkek ayakkabısı. (Farsça)
  • Mert kişiye yakışır şekilde.

merdüman

  • (Tekili: Merdüm) İnsanlar, kişiler, adamlar. (Farsça)

merhub

  • Korkulan ve kendisinden kaçılan şey.
  • Aslan.

meric / merîc

  • Muzdarip, sıkıntılı.
  • Çeşitli nesne, muhtelif. Karışık, muhtelit.

merşa'

  • Her hayvanın yavuzu ve yırtıcısı.
  • Otu çok olan yer.

merşe

  • Yuvarlak cisim.

mersiye

  • Birisinin ölümü hakkında yazılan, teessürü anlatan manzume.
  • Birisinin ölümü hakkında yazılan, üzüntüyü dile getiren manzume, ağıt.

mertum

  • Zor bir işi yapmağa memur edilmiş olan.

mervi / mervî

  • Rivayet olunan, birinden işiterek söylenen.

merzuban

  • (Çoğulu: Merazibe) Mecusiler reisi.

merzuf

  • Ateş ile kızmış taş üzerinde pişirdikleri et.

meş'ale-i hidayet

  • Hak ve doğru yolu gösteren meş'ale, ışık.

meş'ale-i ilahiye / meş'ale-i ilâhiye

  • İlâhî ışık, nur.

mes'elede müctehid

  • Mezheb reîsinin bildirmediği mes'eleler için, mezhebin usûl ve kâidelerine bağlı kalarak, dînî delillerden hüküm çıkaran âlimler.

mes'udane

  • İman ehline, bahtiyar olana yakışır halde. Saadetlice. Cenab-ı Hakk'ın emrine, rızasına uygun şekilde. Sevinçli ve ferahlıkla. (Farsça)

mes'ul

  • Yaptığı iş ve hareketlerden hesap vermeğe mecbur olan. Mes'uliyetli. Bir işin idâresi kendisine âit olan.
  • Ceza verilmiş olan.

mesa'lebe

  • Tilkisi çok olan yer.

meşahir-i insaniye / meşâhir-i insaniye

  • İnsanların meşhurları, ünlü kişiler.

mesail-i müteferrika / mesâil-i müteferrika

  • Farklı meseleler, değişik konular.

mesail-i nahviye / mesâil-i nahviye

  • Arapça dilbilgisi konuları.

meşaki

  • (Tekili: Mişkât) İçerisine lâmba, kandil gibi şeyler koymak üzere duvarda yapılan küçük hücreler, oyuklar.

meşale

  • Aydınlatan ışık.

mesami'

  • (Tekili: Misma') Kulaklar.
  • İşitme âletleri.

mesanid / mesânîd

  • Meşhûr ve çok kıymetli hadîs kitablarından; İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'in "Müsned'i", Ebû Ya'lâ'nın "Müsned'i", Abdullah Dârimî'nin "Müsned'i" ve Ahmed Bezzâr'ın "Müsned'i"nin hepsine birden verilen isim.

mescud

  • Secde edilmiş. Kendisine secde edilmiş olan. Allah (C.C.)

meşden

  • (Çoğulu: Meşâdin) Buzağısı büyük olup anasından müstağni olan dişi geyik.

mesel

  • Bir umumi kaideye delâlet eden meşhur söz. Ata sözü. İbretli ve küçük hikâye.
  • Dokunaklı ve mânalı söz.
  • Benzer. Misil.
  • Delil. Hüccet.

mesela

  • Misal olarak, söz gelişi, şunun gibi, örnek tarzında.

meselen

  • Misâl ve örnek olarak. Söz gelişi. Meselâ.

mesen

  • Kişinin bevlini tutmaya âciz olması. Bir kimsenin, idrarını tutamaması.

meşere

  • Dış kısım.

mesfiyy

  • Üç kez karısı ölmüş adam. (Üç kez kocası ölmüş kadına "mesfiye" derler.)

mesgur

  • Dişi düşmüş kimse.

mesha'

  • İnişi ve yokuşu olmayan düz yer. Düzlük.
  • Ufak taşlı, otsuz düz yer.
  • Yürüdüğünde iki uyluğu birbirine sürüşen zayıf kadın.
  • Uylukları ince ve zayıf olan kadın.

meşher-i azam-ı kainat / meşher-i âzam-ı kâinat

  • Büyük kâinat sergisi.

meşher-i kainat / meşher-i kâinat

  • Kâinatın en büyük sergisi.

meşher-i rabbani / meşher-i rabbânî

  • Cenâb-ı Hakkın sergisi.

meşhergah-ı arz / meşhergâh-ı arz

  • Yeryüzü sergisi.

meşhergah-ı enam / meşhergâh-ı enam

  • Mahlûklar sergisi.

meşhud

  • Görünen. Şehadet edilen.
  • Resul-u Ekrem'in (A.S.M.) dünyaya teşrifinden ve risaletinden önce meleklerce ve enbiya hazerâtının dilinde nübüvvet ve risaletlerine şehâdet edilmiş olduğundan kendilerine verilen bir isim.
  • Suç üstü yakalanan.
  • Göz ile görülmüş.
  • Cuma g

meshun

  • Isıtılmış.

meşhur hadis / meşhûr hadîs

  • İslâm'ın ilk asrında bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan, yâni bir kimsenin Resûl-i ekremden, o kimseden de, çok kimselerin ve bunlardan dahî, başka kimselerin işittiği hadîs-i şerîfler.

meşiet-i rabbaniye / meşiet-i rabbâniye

  • Allah'ın kendisine özel istek, arzu ve muradı.

mesih / mesîh

  • Îsâ aleyhisselâmın isimlerinden.
  • Kıyâmete yakın yeryüzünde çıkacağı bildirilen, son derece kıvırcık saçlı, gözü dışarı fırlamış kâfir bir genç olan Deccâl'e verilen isim.

mesih-üd deccal

  • Deccal'a da bu isim verilmesinin bir sırrı şudur ki: Bir gözü silik, yani kör ve ayıplı olmasındandır. Sadece bu dünyayı görüp, âhireti görecek gözünün kör olmasındandır.

meşihat-ı islamiyye / meşîhat-ı islâmiyye

  • Bâb-ı fetvâ (fetvâ kapısı). Şeyhülislâmın bulunduğu yer.

mesil / mesîl

  • Benzer. Misil. Gibi. Şibih. Eş. Nazir.
  • Misil, benzer, eş.

meşkul

  • Ön ayaklarıyla arka ayağının birisi bileklerine varana kadar beyaz olan at.

meşkur / meşkûr

  • Kendisine şükredilen.

meslek ve meşrep erbabı / meslek ve meşrep erbâbı

  • İslâma hizmet yolunda kendilerine göre bir metod ve yöntem takip eden ehil kişiler ve önderler.

mesluh

  • Derisi yüzülmüş. Teslih edilmiş.

mesmese

  • Karışık ve mültebis olmak.

mesmu / mesmû / مسموع

  • İşitilmiş haber.
  • İşitilen.
  • Duyulan, işitilen. (Arapça)

mesmu'

  • Dinlenilen. İşitilen.
  • Duyulmuş. İşitilmiş.

mesmua

  • İşitilen ve duyulan.

mesmuat / mesmuât / mesmûat / mesmûât / مسموعات

  • İşitilenler, duyulanlar.
  • İşitilenler. Duyulanlar.
  • İşitilenler.
  • İşitilenler, duyulanlar.
  • Duyulanlar, işitilenler. (Arapça)

mesmuat alemi / mesmuat âlemi

  • İşitilen ve duyulan varlıklar âlemi.

mesnevi sahibi / mesnevî sahibi

  • Mesnevî isimli edebî eserin müellifi olan Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî.

meşrık

  • Güneş doğacak cihet. Gündoğusu. Doğu. Şark ciheti.
  • Şems-âbâd, güneşi bol yer. Kış vakti ısınmak için güneşe karşı oturacak yer.
  • Tövbe kapısının adı.

meşrık-ı tulu'

  • Işığın, nurun geldiği şark ciheti.

meşrut / meşrût / مَشْرُوطْ

  • Kendisine şart koşulan.

meşruti / meşrutî

  • Bir şahıs veya millet meclisi ile idare edilen devlet sistemi.

meşrutiyet / meşrûtiyet

  • Başında hükümdar bulunmakla birlikte seçimle belirlenmiş bir yasama meclisine dayanan, yürütmesi denetime açık anayasal idare şekli; Osmanlılarda 1876 anayasasıyla başlayan, 1908 değişikliğiyle devam eden hukukî ve siyasi döneme verilen ad.
  • Devletin bir hükümdarın başkanlığı altındaki millet meclisi tarafından idare edildiği yönetim biçimi.

meşrutiyyet

  • Bir hükümdarın başkanlığı altında millet meclisi ile idare edilen devlet sistemi.

meşş

  • Elini bez ile silmek.
  • Bir şeyi aldıktan sonra yine almak.
  • Davarın sütünü sağıp bazısını koymak.

meşşaiyyun

  • Yürüyenler; Aristo'nun derslerini yürüyerek vermesine atfen İslâm dünyasında Aristocu felsefeye verilen isim.

mest-i elest

  • Elest meclisinde hitab-ı İlahî ile mest olan.

mestane

  • Sarhoşcasına. Sarhoş bir kimseye yakışır surette.

meşveret

  • Danışma. Konuşup anlaşma. Fikir edinmek için konuşup görüşme. Görüşme meclisi.
  • Aklı, fikri kuvvetli, ileriyi gören kimse ile bir konu üzerinde fikir alış-verişinde bulunma; danışma.
  • Danışma, fikir alışverişi yapma.

meşveret etmek

  • Danışıp görüşmek, fikir alış venişinde bulunmak.

meşveret-i şer'iye

  • Şeriattaki istişare, işlerin istişare (danışıp görüşme) yoluyla halledilmesi, İslâmın öngördüğü meşveret.

metal

  • Lât: Mâden.
  • Matbaacılıkta harfleri teşkil için eritilen kurşun, karışık madde.

metbu / metbû

  • Kendisine tabi olunan, uyulan.
  • Hükümdar.
  • Kendisine uyulan.

metbu' / metbû'

  • Kendisine tâbî olunan, uyulan.

metbuiyet / metbûiyet

  • Diğer unsurların kendisine tabi olma özelliği.
  • Başkalarının kendisine uyması, tâbi olunan kimse.

metbuiyyet

  • Kendine uyulmaklık. Başkasının kendisine tâbi olması. Birisine tâbi oluş.

metin / metîn

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kudretli, kâmil (kusursuz, noksansız) olan, hiçbir sûrette za'fiyet, âcizlik, güçsüzlük meydana gelmeyen.
  • Hadîs-i şerîfi rivâyet eden (nakleden) râvîlerin (zâtların) sıra ile isimleri demek olan sened kısmından sonra gelen hadî

metn-i hadis

  • Hadisin metni, sözel kısım.

meunet

  • Birisinin ölmeyecek kadar yiyip içeceği.
  • Külfet.
  • Masraf. Bir şeyin toplamak, devşirmek, nakil ve boşaltmak ve saymak gibi levazımının teslim yerine kadar olan masraflarına denir.

mevadd

  • (Tekili: Madde) Fezâda, boşlukta yer kaplayan varlıklar. Maddeler. Cisimler.
  • Kısımlar.
  • Kanunlar. Kaideler. İşler. Hususlar.
  • Söz ve beyana sebeb olan mevcudat. Her şeyin aslı, mayası.

mevadd-ı ihtilaf / mevadd-ı ihtilâf

  • İhtilâfa sebep olan maddeler; parçalanma, değişim, başkalaşım ve uyuşmazlık gibi sonuçlara sebep olan maddeler.

mevbed

  • Mecusiler reisinin ulusu.

mevcub

  • Kendisine bir şey vâcib kılınmış.

mevcudat-ı cismaniye / mevcûdât-ı cismâniye / مَوْجُودَاتِ جِسْمَانِيَه

  • Cisim sahibi varlıklar.

mevcuden

  • Kendisi berâber olarak. Mevcud olarak.

mevdud

  • Sevilmiş, kendisine muhabbet edilmiş. Sevgi gösterilmiş.

mevhibe

  • Allah vergisi, ihsan, bağış, hediyesi.

mevhibe-i mutlaka

  • Mutlak Allah vergisi; Allah'ın sınırsız ihsan ve ikramı.

mevhin

  • Gece yarısına yakın vakit.

mevhube

  • Verilmiş. İhsan edilmiş. Karşılıksız olarak birisine verilmiş mal.

mevkıf

  • Kısım, bölüm.

mevkuf satış / mevkûf satış

  • Sözleşme, alıcı ve verici açısından İslâmiyet'e uygun olduğu hâlde; başkasının hakkı karışmış olan alış-veriş.

mevkulün ileyh / mevkûlün ileyh

  • Kendisine bir iş bırakılan adam. Vekil.

mevla / mevlâ

  • Yardımcı ve koruyucu olan Allahü teâlâ.
  • Sevgili, sevilen.
  • Âzâd edilmemiş, serbest bırakılmamış köle ve câriyenin sâhibi, efendisi.
  • Âzâd edilmiş köle.
  • Kölesini âzâd etmiş olan kimse.

mevlana celaleddin-i rumi

  • Hi: 672 de Belh'de doğdu. Konya'ya geldi ve yerleşti. Mühim eseri Farsça ve manzum yazdığı Mesnevi'sidir. İkişer mısralı kafiyeli şekilde olduğundan bu isim verilmiştir. Mevlevi Tarikatının piri ve serefrâzıdır.

mevlid

  • Dünyâya gelme; doğum yeri ve zamânı. Peygamber efendimizin dünyâya gelişini, mi'râcını ve mübârek hayâtını anlatan eser.

mevlud

  • Çocuk. Yeni doğmuş çocuk.
  • Birisinin doğması.
  • Mevâlid-i selâseden herbiri.

mevludün leh

  • Çocuk kendisinin olduğu tebeyyün eden, bilinen baba.

mevsuf

  • Vasıflanan. Bir sıfatla tavsif edilen.
  • Kendisinde bir sıfat mevcud olan, kendisine bir sıfat isnad edilmiş olan.

mevsuk

  • Kendisine inanılır olan. Şâyân-ı itimad olan.
  • Sağlam.
  • Vesikalı. Delile dayanan hakikat.

mevsum

  • (Vesm. den) İşaretlenmiş, damgalanmış, nişanlanmış.
  • Ad verilmiş, isimlendirilmiş.

mevtalud / mevtâlûd

  • Ölümle karışık.

mevzu-u bahs

  • Kendisinden bahsedilen. Bahis konusu.

mevzun

  • Vezinli. Ölçülü. Tartılı. Düzgün.
  • Yakışıklı.
  • Her bir vasfı ölçülü ve i'tidal üzere bulunup, sırf iyi ve güzel şeylere nâil olan.

meyelan-ı teçhil / meyelân-ı teçhil

  • Başkalarını cehaletle itham etmeye, bilgisiz görmeye yönelik eğilim.

meyezd

  • Düğün veya işret meclisi. (Farsça)

meyl

  • Ortadan bir tarafa eğik olmak.
  • İstek. Yönelme. Arzu.
  • Sevme, tutulma, âşık olma.
  • Gönül akışı.
  • Eğilme, eğiklik, akıntı.
  • Sevme, tutulma, gönül akışı.

meyl-i cinsiyet

  • Tür ve cins yakınlığı açısından meyletme.

meyl-i incizab

  • Kendisi gibi olanlara yaklaşma eğilimi, çekici olma.

meyl-i tabi'i / meyl-i tabî'î

  • İç güdü. İnsanın irâdesi dışında, yaratılıştan olan meyl, bedenin istemesi.

meyletmek

  • Bir tarafa doğru eğilmek. Bir tarafa yönelmek.
  • Sevgisini vermek, eğilmek. Gönül vermek.

mez'

  • Haberin bazısını söyleyip bazısını gizlemek.

mezarre

  • Isırmak.

mezd

  • Misvak ağacının yemişi.

mezebbe

  • Sinekli yer.
  • Dizin aşağısındaki kaba etlerin etrafı.

mezheb imamı / mezheb imâmı

  • Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan din bilgilerini, Eshâb-ı kirâmdan işiterek veya nakl ile toplayan, açıkça bildirilmemiş olanları da, kendi koydukları usûllere (metod) göre açıkça bildirilmiş olanlara benzeterek çıkaran derin âlim, mutlak müctehîd.

mezheb taklidi

  • Amelde yapılacak işlerde bir müctehidin ictihâdlarına, fetvâlarına tâbi olma. Mevcût dört hak mezhebden birini öğrenip, kabûllenip, onunla amel etme.
  • Dört mezhebden birine uyan kimsenin bir işi yapmada ihtiyâç veya zarûret (başka hiçbir çâre bulunmama) veya meşakkat (güçlük) bulundu

mezhebsiz

  • Müctehid (dînî delîllerden hüküm çıkarabilen büyük âlim) olmadığı hâlde, dört hak mezhebden birine tâbi olmayan, mezhebleri kabûl etmeyen ve dînî delillerden kendi anlayışına göre hüküm çıkarıp, buna göre amel eden veya böyle birine uyan kimse.

mezi

  • İlm-i Halde: Kadınla oynamak veya şehvetle yanına gelmek gibi hâllerde erkeğin tenasül cihazında zuhur eden yapışkan renksiz akıcı cisim. (Bu hâl abdesti bozar, gusül icab ettirmez)

mezik / mezîk

  • Su ile karışık süt.

meziyet-i zatiye / meziyet-i zâtiye

  • Bir şeyin veya bir kişinin bizzat kendisinde bulunan meziyet ve değerli özellik.

mezrevan

  • Dizin aşağısındaki kaba etlerin etrafı.

mezza'

  • (Çoğulu: Mezâyi) Koğucu.
  • Yalan.
  • Sırrını gizlemeyen kişi.

mı'lak

  • (Çoğulu: Meâlik) Üzengi kayışı.
  • Üzüm hevneği.
  • Et ve üzüm asılan çengel.

mi'rac

  • Merdiven, süllem.
  • Yükselecek yer.
  • En yüksek makam.
  • Huzur-u İlâhî. Peygamberimiz Hz. Muhammed (A.S.M.) Efendimizin, Receb ayının 27. gecesinde Cenab-ı Hakk'ın huzuruna ruhen, cismen, hâlen çıkması mu'cizesi ki; en büyük mu'cizelerinden birisidir.

mı'ta

  • (Çoğulu: Mıât-Mıâtâ) Bahşişi ve hediyesi çok olan kişi.

mi'yar / mi'yâr

  • Ölçü âleti.
  • Kendisinde yalnız bir vâcibin (farzın) edâ edildiği, başka bir vâcibin edâ edilemediği vakit.

mibtan

  • Çok yemekten karnı şişen etli ve yağlı kişi.

micerr

  • Gem çenberi.
  • Matkap kayışı.

micsed

  • Cesede yapışık olan elbise.

midaka

  • Kendisiyle bir şey dövülüp ezilen şey. Havan.

mie

  • Yüz. Yüz sayısı.

mihaffe

  • Mahfe. Katır veya develerin sırtına konulan ve iki kişinin oturabileceği büyüklükte olan sepet.

mıhdame

  • Hizmeti çok olan kişi.

mihrab

  • Camide imamın namaz kılarken cemaatin önünde durduğu yer.
  • Şiddetli harbeden cengâver. Bahadır.
  • Evin şerefli yüksek yeri, çardak.
  • Meclisin sadrı ve ekrem mevzii.
  • Mc: Harb âleti.
  • Orman.
  • Melikin hususi makamı.
  • Mc: Şeytan ve hevâ ile muhare

mihrak

  • Fiz: Küre içi biçiminde (içbükey) bir aynaya müvâzi (paralel) gelen ışıkların, aksettikten sonra toplandıkları nokta. Yakıcı nokta.
  • Hareket merkezi.

mihrat

  • (Çoğulu: Mehârit) Her yıl derisi kavlayıp soyulmak âdeti olan yılan.

mihrimah

  • Güneş ile ayın beraber olması anlamına gelen isimdir.

mik'ab

  • Geo: Küb.
  • Mat: İki defa kendisi ile çarpılan sayı.

mikail / mikâil

  • Rezzakıyyet arşının hamelesi olan büyük Melek. Dört Büyük Melekten birisi.

mıkatta

  • Üzerinde kamış kalemlerin uçları kesilen sedef, kemik, ağaç, fil dişi veya mâdenden yapılan âlet.

mikdar

  • Parça. Kısım. Bölük.
  • Kıymet. Değer. Derece.

mikroskop

  • Gözle görülmeyecek kadar küçük cisimleri, çok defa büyük göstermeye yarayan âlet. (Fransızca)

miksefe

  • (Kesâfet. den) İçine elektrik enerjisi yığılan âlet. (Kondansatör)

mikyas-ı zelazil

  • Yer sarsıntısının şiddet ve yönünü gösteren âletler.

mil

  • İnce metal, sel birikintisi.

milahat

  • Gemicilik. Gemicilik bilgisi.

milk

  • Mal cinsinden olan yer. Birisinin tasarrufu altında bulunan yer. Mülk.

mim

  • Kur'ân-ı Kerim alfabesindeki yirmidördüncü harf olup, ebced hesabında kırk sayısının karşılığıdır.
  • Tarih yazarken bazan Muharrem ayına bir işaret olabilir.
  • Bir kitap veya ibarenin sonuna veya altına temme (bitti) yerine ve "mâlum oldu, görüldü" makamında konulan bir harftir.<

mimar / mîmar

  • Bina tasarımcısı.

min gayr-ı haddin

  • Had harici, edeb dışı olarak.
  • Haddim olmayarak.

mina-renk

  • Gök mavisi. (Farsça)

minafam

  • Cam mavisi, sırça renkli. (Farsça)

minnet

  • İyiliğe karşı duyulan şükür hissi.
  • Birisine iyilik etmek.
  • Yapılan iyilikleri sayarak başa kakmak.
  • İyilik karşısında kendini borçlu hissetmek.

minnet etmek

  • İyilik karşısında kendini borçlu hissetmek.

minnetdar

  • Şükran duyan, iyilik karşısında kendini borçlu hisseden.
  • Bir iyiliğe karşı minnet duyan. Yük altında kalır gibi birisinin iyiliğine karşı mahcubiyet. (Farsça)

minnetsiz

  • İyilik karşısında kendini borçlu hissetmeme.

minnettar / minnettâr

  • İyilik yapan birisine karşı duyulan teşekkür hissi.

mıntaka

  • (Mıntıka) Muayyen bir yer. Havali. Taraf. Kısım. Kuşak. Kenar. Yeryüzünde bir kısım. Bölge.

minyatür

  • Eski el yazısı kitapları süslemek için sulu boya ile yapılan ince resimler hakkında kullanılır bir tâbirdir. İtalyanca "minyatura" kelimesinden alınmadır. Buna vaktiyle küçük nakış demek olan "hurde nakış" denilirdi.
  • İnce bir san'atla yapılmış küçük resimler.

mir'at-ı muhammed / mir'ât-ı muhammed

  • Allah'ın isimlerine bir ayna olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

mir'at-ı muhammediye / mir'ât-ı muhammediye

  • Allah'ın isimlerine ayna olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

mir'at-ı vacibü'l-vücud ve'l-mennan / mir'ât-ı vâcibü'l-vücud ve'l-mennân

  • Varlığı zorunlu olup var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan ve yarattıklarına herşeyi karşılıksız veren Allah'ın isim ve sıfatlarını yansıtan ayna.

mir-ab

  • Bir kentin su işlerine bakan kişi. (Farsça)

mirac / mirâc

  • Peygamberimizin (a.s.m.) Allah'ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk.

mirac-ı ahmedi / mirac-ı ahmedî

  • Peygamberimizin (a.s.m.) Allah'ın huzuruna yükselişi ve bütün mânevî âlemleri gezdiği yolculuk.

mirac-ı ahmediye

  • Peygamberimizin (a.s.m.) Allah'ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk.

mirac-ı azam / mirac-ı azâm

  • Peygamberimizin (a.s.m.) Allah'ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği büyük yolculuk.

mirac-ı azim / mirac-ı azîm

  • Peygamberimizin (a.s.m.) Allah'ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği büyük yolculuk.

mirac-ı marifet / mirac-ı mârifet

  • Allah'ı isim ve sıfatlarıyla tanıyıp bilme gibi yüce bir makama çıkmaya vasıta olan mânevî merdiven.

mirac-ı mü'min / mirâc-ı mü'min

  • Mü'minin miracı; mü'minin Allah'ın huzuruna yükselişi.

mirac-ı nebeviye

  • Peygamberimizin (a.s.m.) Allah'ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk.

miran aşireti

  • Cizre havalisinde Bühti ismi ile de anılan bir aşiret adı.

mirtac

  • Yarış atlarının beşincisi.

mirza

  • Reis. Bey.
  • Büyük kimselerin çocuğu. Beyzâde.
  • Bazı İslâm topluluğunda iyi sülâleden olanlara, şehzâdelere, seyyidlere verilen ünvân olmakla beraber, bugün bir isim olarak çokca kullanılmaktadır.

misane

  • Dizgin kayışı.

mısbah

  • Kandil. Çıra. Meş'ale. Lâmba. (Aya, güneşe, yıldızlara ve mecâzen de Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) bu isim verilmiştir.)Sabah ve sabahat maddesinden ism-i âlettir ki; sabah gibi lâtif ve kuvvetli aydınlık veren lâmba demektir.

misbah-ı nübüvvet / misbâh-ı nübüvvet

  • Peygamberlik lambası, ışığı, kandili.

misil

  • (Misl) Benzer. Eş. Nâzır. Tıpkısı.

misilli

  • (Misillü) Benzeri. Gibi. Aynısı.

misk

  • Bir cins güzel koku ismi. (Asya'nın büyük dağlarında yaşayan bir cins erkek ceylanın karınderisi altındaki bir bezden çıkarılır.)

mıska'

  • (Çoğulu: Mesâki) Fasih dilli, güzel sesli kişi.

mişkat

  • İçine lâmba konan küçük hücre. Duvarda içine ışık konulan yer.
  • Kandil.

mişkat-ı misbah / mişkât-ı misbah

  • Işık veren lâmba, kandil.

miskinlik

  • Âcizlik, uyuşukluk, beceriksizlik, güçsüz ve tepkisiz kalma.

misl

  • Benzer.
  • Misilleme.
  • Miktar.
  • Kat.
  • (Bak: Misil)

mislat

  • (Çoğulu: Mesâlit) Anahtarın bir dişi.

misleyn

  • Birbirine benzeyen iki şey, birbirinin aynısı olan iki şey.

mışmış

  • Zerdali, erik veya kayısı.

mişmiş

  • Zerdali yemişi.

mısri / mısrî

  • (Mısriyye) Mısırlı.
  • Mısır ülkesiyle alâkalı.
  • Mısırlı, Mısır ülkesiyle ilgili.

mistik

  • Mistisizm ile âlâkalı. (Fransızca)
  • Fls: Bâtıni. Kalben çok dindar. Sofi. (Fransızca)

misyonerlik

  • Propaganda yaparak belirli bir fikir ve inancı yayma işi. Dar anlamda, henüz hıristiyanlığı kabûl etmemiş ülkelerde veya hıristiyan ülkelerde çeşitli isimler altında hıristiyanlığı yayma ve hıristiyanlık propagandası yapma faâliyeti. Bu çalışmaları yürüten râhib, papaz ve din adamlarına misyoner, bu

mitoloji

  • Efsane bilgisi. (Fransızca)

miyanser

  • Yarısı kıymetli taşlarla süslü bir cins taç. (Farsça)

mizac-ı akl

  • Akıl yapısı, normal akıl.

mizac-ı i'caz / mizac-ı i'câz

  • Mu'cizelik yapısı.

mizac-ı mutedile-i adalet / mizâc-ı mutedile-i adalet

  • Adaletin ölçülü karışımı, adil ve dengeli yapı.

mizac-ı ruh / mîzac-ı ruh

  • Ruhun durumu, yaratılışı.

mizan-ı a'zam-ı adalet / mîzân-ı a'zam-ı adâlet / م۪يزَانِ اَعْظَمِ عَدَالَتْ

  • En büyük adâlet terazisi.

mizan-ı adalet / mizan-ı adâlet

  • Adâlet terâzisi.

mizan-ı adalet-i ilahiye / mizan-ı adalet-i ilâhiye

  • İlâhî adâlet terazisi.

mizan-ı adl

  • Adalet terazisi.

mizan-ı azam-ı adalet / mizan-ı âzam-ı adalet

  • Büyük adalet terazisi.

mizan-ı haşir

  • Haşir terazisi, büyük hesap günü olan haşir meydanında amelleri tartan terazi.

mizan-ı hikmet / mîzan-ı hikmet

  • Hikmet terazisi.

mizan-ı idrak

  • İdrak terazisi, kavrayış terazisi.

mizan-ı kaza ve kader / mizan-ı kazâ ve kader

  • Kazâ ve kader terazisi.

mizan-ı nizam

  • Düzen ölçüsü, terazisi.

mizan-ı şeriat

  • Şeriat terazisi; Allah tarafından bildirilen hükümlerin teraizisi, ölçüsü.

mizan-ı siyaset

  • Siyaset terazisi; siyasi denge.

mizan-ı zemin

  • Zemin ve yeryüzü terazisi.

mizanü'l-vücut

  • Varlık terazisi.

mizanü't-ta'dil

  • Dengeleme ölçüsü; adâlet terazisi.

mizkar / mizkâr

  • Dâima erkek doğuran dişi.

mizlaka

  • Uzun burunlu ışık fitili makası.

model

  • Biçim, örnek, şekil. (Fransızca)
  • Resim yâhut heykel yapılırken bakarak benzetilmeğe çalışılan şey veyâ şahıs. (Fransızca)

molla

  • Eskiden büyük âlimlere verilen isim.
  • Büyük kadı.
  • Efendi, hoca, Medrese talebesi.
  • Eskiden büyük âlimlere verilen isim.

mollayane

  • Mollaya yakışır şekilde. Mollaca.

mu'avvizeteyn / mu'âvvizeteyn

  • Felak ve Nâs sûrelerinin ikisine berâber verilen isim.

mu'cem

  • İ'câm edilmiş, noktalanmış, noktalı.
  • Hadis şeyhlerinin herbirisi.
  • Harf-ı heca sırasına konularak, her birisinin tarikından müellife kadar gelen rivayetleri toplayan kitaba denir.

mu'ciz

  • İnsanı âciz bırakan iş. Aynısını yapmakta başkalarını acze düşüren, kudretsiz kılan, kimsenin yapamıyacağı yolda olan.

mu'cizat / mu'cizât

  • Mûcizeler. Allahü teâlânın peygamberlerine, peygamberliklerini isbât etmeleri için ihsân etmiş olduğu hârikulâde yâni âdet dışı (olağan üstü) hâller. Mûcize kelimesinin çokluk şeklidir.

mu'cizat-ı katıa

  • Meydana gelişi kesin olan mu'cizeler.

mu'cizat-ı mahsusa

  • Peygamber Efendimizin (a.s.m.) hergangi bir şeyle ilgili gösterdiği mu'cizeler, kendisine mahsus mu'cizeler.

mu'cize-i kudret-i samedaniye / mu'cize-i kudret-i samedâniye

  • Herşey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın kudret mu'cizesi.

mu'cize-i mensucat

  • Mu'cize dokumalar; nakış nakış dokunmuş olan ve her birisi Allah'ın mu'cizesi olan varlıklar.

mu'cize-i mirac

  • Mirac mu'cizesi, Peygamberimizin (a.s.m.) Allah'ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk mu'cizesi.

mü'minane / mü'minâne

  • Mü'min olan kimseye yakışır şekilde.

mü'sade

  • (İsad. dan ism-i mef'uldür) "Asadet-ül bab" denir ki; kapıyı kapadım, sımsıkı kilitledim demektir. Üzerlerine ateşin yakılıp fırın gibi kapısının kapanması ateşin şiddetini icab edeceğinden, Cehennemde azabların şiddet ve ebediyetinden kinayedir.

mu'tad / mu'tâd / معتاد

  • Âdet olunmuş, alışılmış.
  • Âdet. Âdet edilen iş. İtiyad edilen. Alışılmış olan.
  • Alışılmış. (Arapça)

mu'tade / mu'tâde / معتاده

  • Alışılmış. (Arapça)

mu'taden

  • Mu'tâd olduğu gibi. Alışıldığı üzere.

mu'tadi / mu'tadî

  • (Mu'tâdiye) Alışılmış. Her zamanki.

mü'telif

  • (Ülfet. den) Alışan, ülfet eden, alışık.
  • Uygun, muvafık, denk.

mu'temedün-aleyh

  • Kendisine itimad edilen ve güvenilen kimse.

mu'tezile

  • Aklı ön plâna alan ve "kul kendi fiillerinin yaratıcısıdır" diyerek, ehl-i sünnetten ayrılan fırka. Bunlara kaderiyeciler de denir, önderleri Vâsıl b. Ata'dır.
  • Aklına güvenerek ve "kul, fiilinin hâlikıdır" demekle hak mezheblerden ayrılan bir fırka. Bunlar dalâlet fırkalarının birincisidir. Vâsıl İbn-i Atâ nâmında birisi buna sebeb olmuştur. Bu kişi Hasan Basri Hazretlerinin talebesi iken, günah-ı kebireyi işleyen bir kimsenin ne mü'min ve ne de kâfir olma

muaccele

  • Beylik ve evkaf kiralarından peşin alınan kısım.

muafir

  • Yavaş yürüyen kişi.

muafiyet / muâfiyet / معافيت

  • Muaf tutulma. (Arapça)
  • Bağışıklık. (Arapça)

muaheze

  • Azarlama. Çıkışma. Darılma. Alay eder tarzda karşısındakini küçümseme. Tenkid.

muahhir

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Peygamberlerini, evliyâsını, sevdiklerini kendine yaklaştırıp, kâfirleri (inanmayanları), fâcirleri, düşmanlarını, sevmediklerini kendisinden uzaklaştıran, hor ve hakîr edip alçaltan.

mualebe

  • Erkeğin, karısı ile oynaması.

mualece / muâlece

  • Bir hususa çalışıp devam etmek.
  • Hastaya bakmak. İlâç kullanmak, ilâç vermek.
  • Bir işe teşebbüs, bir işe girişmek.
  • Bir işin üzerinde durarak teşebbüs etme, bir işe girişme; maddeten elleme, ilişme.

mualecesiz / muâlecesiz

  • Zahmetsiz, sıkıntısız.

muallem

  • Öğrenim görmüş, eğitimli kişi.

mualli / muallî

  • Yücelten, yükselten.
  • Sağılır davarın sağ tarafından sağmaya varan kişi.

muamele-i zevciye

  • Karı koca ilişkisi.

muamma

  • (Amâ. dan) Anlaşılmaz iş. Karışık şey. Bilinmeyen hâl.
  • Bilmece, anlaşılmaz ve karışık iş.

muamma-alud / muammâ-âlûd

  • Anlaşılması zor ve karışık.

muamma-yı hilkat / muammâ-yı hilkat / مُعَمَّايِ خِلْقَتْ

  • Yaratılışın anlaşılması zor olan sırrı.

muan'an

  • An'aneli; bir haberin veya hadisin ilk kaynağına ulaşıncaya kadar "filandan, o da filandan" şeklinde isim listesiyle birlikte nakledilmesi.
  • An'aneli. Senedli. Kimden kime haber verildiği şâhid ve râvilerin isimleri ile bildirilmiş olarak.

muanven

  • İsim sahibi. Ünvanlı. Ünvan verilen. Meşhur. Tantanalı.

muaraza-i bil-huruf

  • Söz, yazı veya fikir ile birisine karşı gelmek. Sözlü mücâdele.

muavvezetan / muavvezetân

  • (Muavvezeteyn) Kur'ân-ı Kerim'in son iki suresi. (Dâima okunacak gâyet lüzumlu dersleri verdiği ve her çeşit şerli işlerden Allah'a sığınmayı tavsiye ve emrettiği için bu isim verilmiştir.)

mübaadet

  • (Bu'd. dan) Birbirini sevmeyip uzak ve soğuk durma. Nefret etme.
  • İki kişi birbirinden uzaklaşma.

mübahese / مباحثه

  • Tartışma. (Arapça)
  • Mübahese olunmak: Tartışılmak. (Arapça)

mübahis

  • (Çoğulu: Mübahisîn) (Bahs. dan) Bir mes'ele hususunda konuşanlar.

mübalağasız / mübalâğasız

  • Abartısız.

mübarat

  • Bir kimsenin iş ortağından veya karısından, anlaşarak ayrılması.

mübarek

  • İlâhi hayrın bulunduğu şey. Bereketlenmiş, çoğalmış. Bereketli, uğurlu. Hayırlı. Mes'ud.
  • Beğenilen, kendisine kızılan ve şaşılan kimse veya şey.

mübareze / مبارزه

  • Uğraşı, mücadele. (Arapça)
  • Savaş. (Arapça)
  • Mübareze etmek: Mücadele etmek. (Arapça)
  • Mübaşeret olunmak: Girişilmek, işe başlanmak. (Arapça)

mubasara

  • Görme yarışına çıkma. İki kişinin, "hangimiz evvel görüyor" diye bir yere bakması.

mübaşeret

  • Bir işe girişmek. Bir işe başlamak.
  • Karşılaşmak.
  • Başlamak ve devam etmek.
  • Temas etmek, dokunmak.
  • İnsanın derisinin, başkasının derisine dokunması.

mübaşeret-i hususiye

  • Özel temas, girişim.

mübaşir

  • Müjdeleyen.
  • Mahkemede kapıcılık edip şâhid ve maznunların ismini çağırarak mahkemeye yardım eden kişi.
  • Geçici bir vazife alarak merkezden bazı emirleri götüren, icrâ salâhiyeti olan.
  • Müfettiş. Kontrolör.

mubataşa

  • İki kişi elleriyle birbirlerini kucaklamağa çalışma.

mübeşşer

  • (Beşâret. den) Tebşir olunmuş. Kendisine müjde verilmiş. İyi haberle sevindirilmiş.

mübeşşir

  • Kabirde, mü'minlere suâl soran melek.
  • Müjdeleyici mânâsına Peygamber efendimizin isimlerinden.

mübşer

  • Kendisine müjde verilmiş, müjdelenmiş.

mübteda / mübtedâ

  • Baş taraf, başlangıç. Baş.
  • Gr: Cümlenin birinci kısmı. Arabçada isim cümlesinde fâilin bulunduğu kısım. Bu, isimden veya isim yerine geçen fiilden de olabilir.
  • Arapça isim cümlelerinde özne.
  • İsim cümlesinde özne.
  • Başlangıç, isim cümlesinde özne.

mübteda-bih

  • Kendisiyle başlanılan.

mübtedi'

  • Bid'at sâhibi. Dinde değişiklik meydana getiren, dinde olmayan bir şeyi varmış gibi gösteren, dinde eksiklik ve fazlalık olduğunu söyleyerek değişiklik yapan. Ehl-i bid'at.

mübzi'

  • Kârı ve kazancı tamamen kendisine kalmak üzere birine sermaye veren.

mücadele / mücâdele

  • (Cedel. den) İki kişinin bir şey üzerine çekişmesi. Uğraşma. Savaşma.
  • Karşısındakinin câhilliğini veya haksızlığını ortaya koymak ve kendisinin akıl, fazîlet ve şeref bakımından üstün olduğunu isbât etmek için iki kişinin bir şey üzerinde tartışması.

mücahidane / mücâhidane

  • Mücahid bir kimseye yakışır suret ve şekilde. (Farsça)
  • Mücahide yakışır şekilde.

mücalih

  • Kışın da sağılan ve süt veren deve.

mücarre

  • Bir kimsenin hakkını süründürme. İşini sürüncemede bırakma.

mücaz

  • (Cevaz. dan) Câiz görülmüş, yapılabilir, uygun ve muvafık görülmüş.
  • Diplomalı. İcazet almış. Kendisine icazet verilmiş.

mücazefe / mücâzefe

  • Söz ile karşısındakinin hakkını örtmek, aldatmak.
  • Fık: Tartıp ölçmeden göz kararı ile yapılan tahmini satış. Götürü almak. Toptan satmak.
  • Söz ile karşısındakinin hakkını örtme, aldatma.
  • Söz ile karşısındakinin hakkını örtme, aldatma.

muceb

  • İcâb etmiş, lâzım gelmiş. Bir söz veya emrin icâb ettiği şey, netice.
  • Büyük bir memurun, kendisine sunulan evrakı tasdik için ettiği işaret.

müceddid

  • Yenileyen. Yenileyici. Hadis-i sahihle bildirilen, her yüz yıl başında dini hakikatleri devrin ihtiyacına göre ders vermek üzere gönderilen büyük âlim ve Peygamberin (A.S.M.) vârisi olan zât.
  • Yenileyen, yenileyici; Hadîs-i Sahihle bildirilen, her yüzyılda bir dinî hakikatleri devrin ihtiyacına göre ders vermek üzere gönderilen büyük âlim ve Hz. Peygamber'in (a.s.m.) vârisi olan zât.
  • Yenileyici, hadîste her asırda geleceği müjdelenen ve îman hakikatlarını asrın anlayışına uygun olarak anlatmakla görevlendirilen nurlu âlim.

müceddid-i din

  • Yenileyici; sahih hadisle her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini, asrın ihtiyacına göre ders veren peygamber vârisi olan âlim zât.

müceddid-i elf-i sani / müceddid-i elf-i sâni / müceddîd-i elf-i sânî

  • Hicrî ikinci bin yılının müceddidi, yenileyicisi olan İmam-ı Rabbânî (r.a.).
  • Hicrî ikinci bin yılının yenileyicisi mânâsına İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin lakabı.

müceddidane

  • Müceddide yakışır surette. Yenilik yapana yakışır şekilde. (Farsça)

mücenneb

  • Devesi doğurmayan kişi.

mücennibe

  • Her nesnenin iki tarafından birisi.

mücerred

  • (Çoğulu: Mücerredât) Yalnız, tek.
  • Hâlis, saf, katışıksız, karışık olmayan. Tek başına.
  • Çıplak, soyulmuş.
  • Tek başına yaşayan, evlenmemiş, bekâr.
  • Edb: Kur'ân yazısında noktasız harflerle yazılı mensur veya manzume. Bu şekil yazıya mahzuf veya mühmel de denir.

mücerredat-ı sırfa

  • Esas mücerred olan, soyut kavramların ta kendisi.

mücerredat-ı sırfe / mücerredât-ı sırfe

  • Mücerredin ta kendisi, en mücerred olan.

mücerreme

  • Tamam manasına gelir bir isimdir. Meselâ: Sene-i mücerreme, sene-i tâmme demektir.

mücessem / مُجَسَّمْ

  • Cismi olan. Dış duygularımızla bilinip varlığından haberdar olduğumuz şey. Varlığı görünen. Cisimlenmiş olan. Bir şekli gösteren. Uzunluğu, genişliği ve kalınlığı olan cisim. Şekillenmiş.
  • Cisimleşmiş, maddî şekle bürünmüş.
  • Cisimlenmiş, cisimli.
  • Cisimleşmiş.

mücessem lafz-ı manidar / mücessem lâfz-ı mânidâr

  • Cisimleşmiş, bir kimlik kazanmış anlamlı lâfız.

mücessemat

  • (Tekili: Mücesseme) (Cisim. den) Katı nesneler, cisimler.
  • Geometrik cisimler. Üç boyutlu geometri cisimleri.

mücessime

  • Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih (mânâsı kapalı) âyetleri, zâhir (görünen)mânâsına göre açıklayıp, Allahü teâlânın el ve yüz gibi organlarının bulunduğunu, dolayısıyla madde ve cisim olduğunu iddiâ ederek doğru yoldan ayrılan bozuk fırka. Bu fırkaya müşe bbihe de denir.
  • Allahı bir cisim gibi tasavvur eden sapkın.

mücevherat dükkanı / mücevherat dükkânı

  • İçerisinde kıymetli taşların, sanat eserlerinin satıldığı dükkân.

mucib / mucîb

  • (Cevab. dan) İcabet eden, uyan. Kendisinden istenilen iş ve suali cevaplandıran.

mucib-i bizzat

  • İster istemez kendisi işi yapmaya mecbur olan. Serbest ve istediği gibi hareket edemeyen. (Meselâ: Güneş ışığının, güneşin kendi zâtının zaruri neticesi olması gibi.)

mucib-i ihtilal / mûcib-i ihtilâl

  • İhtilâl sebebi, karışıklık nedeni.

mucid / mûcid

  • Îcâd eden, yoktan vâr eden, yaratan mânâsına Allahü teâlânın isimlerinden.
  • Yeni bir şey yapan, "yoktan var eden" mânâsında ilâhî isim.

muciddane / muciddâne

  • Büyük bir çalışkanlıkla. Gayret sahibi bir kimseye yakışır suret ve şekilde. (Farsça)

mücrihe

  • Yürümesi ve gitmesi tez olan kişi. Hızlı yürüyen kimse.

mücteba / müctebâ

  • Seçilmiş mânâsına, Resûlullah efendimizin mübârek sıfatlarından. Eğer ümmet isen, ol müctebâya, Uymalısın sünnet-i Mustafâ-yı safâya.

müctehid fil-mes'ele

  • Mezheb reîsinin (imâmının) bildirmediği mes'eleler için mezhebin usûl ve kâidelerine göre hüküm çıkaran İslâm âlimi.

müctehid fil-mezheb

  • Mezhebde müctehid; mezheb reisinin (imâmının) koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, dört delîlden (Kitâb, yâni Kur'ân-ı kerîm, sünnet, icmâ', kıyâs,hüküm çıkaran İslâm âlimi. Buna, müctehid-i mukayyed ve müctehid-i müntesib de den ir.

müctehid-i müntesib

  • Mezheb reîsinin (imâmının) koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, edille-i şer'iyyeden (dört ana delîlden) hüküm çıkaran İslâm âlimi. Buna, müctehid fil-mezheb (mezhebde müctehid) de denir.

müçtehidin-i muhakkikin / müçtehidîn-i muhakkikîn

  • Muhakkik müçtehidler; bir meseleyi derinlemesine bilen Kur'ân ve Sünnet ışığında hüküm ortaya koyan büyük İslâm âlimleri.

müdabere

  • (Dübr. den) İki kişi birbirine arkalarını dönme.

müdafaaname / müdafaanâme / müdâfaanâme / مُدَافَعَه نَامَه

  • Savunma yazısı.
  • Savunma yazısı.
  • Savunma yazısı.

müdahale

  • İşlere ve lüzumlu hallere, icabettiği için karışmak. Zararlı bir hal var ise, işe karışıp zararın def'ine çalışmak.
  • Araya girme. Sokulma.

müdahin

  • Dalkavuk. Yüze gülen. Birisini yalandan yüzüne karşı medheden. Menfaat koparmak için dostluk eden.

müdavele-i efkar / müdavele-i efkâr

  • Birbirinin fikirlerinden istifade ile karşılıklı konuşmak ve fikir alış-verişi yapmak. (Müdavele-i efkârdan bârika-i hakikat çıkar. N.Kemal)
  • Fikir alışverişi.

müdavele-i hissiyat

  • Duyguların karşılıklı alışverişi.

müddeiumumi muavini / müddeiumumî muavini

  • Başsavcı yardımcısı.

müde'as

  • Kırda Arabların ekmek pişirdikleri tennur.
  • Sıcak kül döküp üstünde et pişirilen yer.

müdebber

  • (Dübur. dan) Azat olması efendisinin ölümüne bağlı bulunan köle.
  • Düşünce ile hareket edilmiş.,
  • Âzâd olması yâni serbest bırakılıp, hürriyetine kavuşması, efendisinin vefâtına (ölümüne) bağlı kılınan köle. Böyle olan kadına müdebbere denir.

müdebbir

  • İşinin sonunu gözeterek iş yapan.

müdebbir-i hakim / müdebbir-i hakîm

  • Hikmetle tedbir eden. Her işini çok hikmet ve tedbirle yapan. Cenab-ı Hak.

müdebbirane / müdebbirâne

  • Müdebbir olana yakışır şekilde. Tedbirlice. Her işi önceden ayarlayarak, dikkatlice geleceği düşünerek. (Farsça)

müdebbire

  • Azat olması, efendisinin ölümüne bağlı olan câriye.

müdelles hadis / müdelles hadîs

  • Resûlullah efendimizin hadîs-i şerîflerini toplama işinde, baştan yalnız birinci râvisi (rivâyet edeni, nakledeni) bildirilmeyen hadîs.

müderreb

  • Mutad olunmuş, alışılmış.

müdgam

  • (Dagm. dan) Peş peşe gelen iki kelimeden birincisinin son, ikincisinin ilk harflerinin aynı olması.

mudhak

  • Kendisine gülünen. Soytarı. Gülünç hâle düşen.

müdhamme

  • Ağaçlarının ve nebatlarının çok ve taze olmaları dolayısıyla uzaktan koyu yeşil renkte görünen bahçe.

müdhün

  • İçerisine güzel kokulu yağ, ıtır gibi şeyler konulan şişe, kap.

mudi / mudî

  • Işık verici, parlak ve ruşen olan.

mudıll

  • Dalâlete düşüren, doğru yoldan çıkarıp, eğri yola saptıran mânâsına, Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından, güzel isimlerinden.

müdrec

  • (Derc. den) İçerisine konulmuş. İdrac olunmuş.

müdrenfık

  • Sür'atle yürüyen kişi, hızlı giden kimse.

müekkil

  • Vekil tayin eden. İşine vekilini ikame eden. İşleri için başkasını yerine bırakan.

müellefe-i kulub / müellefe-i kulûb

  • Kalbleri İslâm'a ısındırılmak istenenler. Kalblerine îmân yerleştirilmesi istenilen veya yeni îmân etmiş müslümanlar ve kötülükleri önlemek istenilen bâzı kâfirler olup, zekât verilen sekiz sınıftan biri iken hazret-i Ebû Bekr zamânında kendilerine zekât verilmesinin nesh yâni hükmünün kaldırıldığı

müellefe-i kulüb

  • Peygamberimiz zamanında kalpleri İslâm'a ısındırılmak için iltifat görmüş olanlar.

müellefet-ül kulub

  • Asr-ı Saadette kalbleri te'lif için mübâşeret edilenler. İslâmiyete ısındırmak için kıymet vererek farklı ve lütufla muamele edilenler.

müemmel

  • Yarış atlarının sekizincisi veya yedincisi.

müennes / مُؤَنَّثْ

  • Dişi. Müzekkerin mukabili.
  • Gr: Hakiki, itibarî veya söylenişi cihetiyle "dişi" olan kelime.Müennes-i hakikî : Müzekker kelimenin sonuna bir "e-a" ilâve ederek yapılan kelime. Meselâ: (Kâtib: ): Erkek yazıcı. (Kâtibe: ): Kadın yazıcı.Sonu "e" ile biten kelimeler ekseriyetle müennestir
  • (Ar. gr.) Dişi kip.
  • Dişi.
  • Hakiki itibarıyla ve söyleniş itibarıyla dişi olan kelime.
  • Dişil.
  • Dişi.

müennes-i semai / müennes-i semaî

  • Gr: Kelimenin kendisinde müenneslik edatı olmadığı halde, müennes sayılan ve öyle kullanılagelen kelime. Yed, şems... gibi.

müerneb

  • İpliği tavşan yünüyle karışık nesne.

müesser

  • Tesir edilmiş, kendisine bir şey tesir etmiş olan.

müfahere

  • Üstünlük yarışı.

müfarakat-ı hususiye

  • Özel göç, kişisel ayrılıklar.

mufassal

  • Tafsilli, tafsilâtlı, izahlı. Geniş mâlumatlı, kısımlara ayrılıp anlatılmış.

mufassalan

  • Geniş, izahlı olarak. Tafsilâtlıca. Kısımlara ayrılıp anlatılmış olan.

mufassıl

  • Kısımlara ayrılan, fasıl fasıl ayıran, adalet eden.

müfehhimane

  • Anlatarak. Anlatana yakışır şekilde. (Farsça)

müflisin / müflisîn

  • (Tekili: Müflis) Müflisler, iflas edip parasız kalmış olan kişiler.

müfsid

  • Başlanılan ibâdeti bozan şeyler.
  • Karışıklık çıkaran ve bozgunculuk yapan.

müfsir

  • Nur ve ziya veren. Işıklandıran.

müftabih / müftâbih

  • Fık: Hakkında fetva verilmiş olan. Kendisiyle amel olunması icab eden hüküm.
  • Müctehid âlimlerin ictihadlarının (kavillerinden, sözlerinden) kendisiyle fetvâ verilen.

müftera-aleyh

  • Kendisine iftira edilen.

müfti-yi macin / müftî-yi mâcin

  • Din bilgilerini fıkıh kitablarından öğrenmeyip, kendi düşüncelerini din bilgisi olarak söyleyen, müslümanları mezhebsiz yapan câhil din adamı.

mugalaka

  • Diğerleri karışmayarak iki kişinin atlarıyla yarışması.

mugalata / mugâlata

  • (Galat. dan) Karşısındakini yanıltmak için söz söylemek. Doğruya benzer yanlış sözler. Safsata. Hatalı ve yanlış söz. Demagoji.
  • Man: Vehimlerden terekküb eden kıyastır.
  • Hatâlı ve yanlış söz, karşısındakini yanıltmak için söz söylemek veya bu sûretle söylenen söz.

mugalebe

  • Üstün olmağa, galib gelmeyeğe çalışmak. Birisine galib gelmek.

mugalleb

  • Defâlarca mağlup olan kişi.

mugamir

  • Nefsini tehlikeye koyan kişi.

mugayeret

  • Farklılık, değişiklik.

mugişş

  • Birisini fenalığa bırakan, aldatan.

muğni / muğnî

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hikmeti îcâbı, her şeyin ihtiyâcını giderici, tamamlayıcı ve lütfuyla doyurucu.

muhab

  • Kendisinden ürkülüp korkulan.

muhabbet

  • Sevgi, sevme.
  • Sohbet. Ruhun, kendisinden lezzet duyduğu şeye meyletmesi. (Zıddı: Buğzetme ve adavettir.)

muhabbet-i din

  • Din sevgisi.

muhabbet-i evliya

  • Evliya sevgisi.

muhabbet-i ilahiye / muhabbet-i ilâhiye

  • Allah sevgisi.

muhabbet-i imaniye / muhabbet-i îmaniye

  • İman sevgisi.

muhabbet-i insaniye

  • İnsanlık sevgisi.

muhabbet-i insaniyet

  • İnsanlık sevgisi.

muhabbet-i mecazi / muhabbet-i mecâzî

  • Allah'ın dışındaki dünyevî varlıklara yönelik sevgi.

muhabbet-i nebevi / muhabbet-i nebevî

  • Peygamber (a.s.m.) sevgisi.

muhabbet-i nebeviye

  • Peygamber sevgisi.

muhabbet-i resulillah / muhabbet-i resûlillâh

  • Peygamber efendimizin sevgisi.

muhabbet-i vataniye

  • Vatan sevgisi.

muhabbet-i vücud

  • Var olma sevgisi.

muhabbet-i vücut

  • Var olma sevgisi.

muhabbetdarane

  • Muhabbete yakışır şekilde.

muhabbetname

  • Sevgisini bildiren yazılı mektup.
  • Sevgisini bildiren yazılı kâğıt. Aşkını bildiren yazı. (Farsça)

muhabbetullah

  • Allah sevgisi; Cenâb-ı Hakka duyulan sevgi.
  • Allah sevgisi.
  • Allahü teâlânın sevgisi.
  • Allah sevgisi.

muhacat

  • Bilmece hususunda birbiriyle zekâ yarışına çıkma.

muhaceze

  • Fısıldamak.

muhaddir

  • Şişiren, kabartan.

muhaddis

  • Hadis ilminin bir çok usul ve füruunu bilen zât. Peygamber Efendimizin (A.S.M.) hâl ve sözlerini bize nakleden ve hadis ilminin mütehassısı.
  • Hadîs âlimi. Çok sayıda hadîs toplayıp, senet ve metinleriyle ezberleyen, râvilerin cerh ve ta'dîl (güvenilir olup olmadıkları) noktasından durumlarını bilen, bu ilimde ihtisas kazanıp kitaplar yazmış olan âlim. Muhaddisin çoğulu muhaddisîn'dir.

muhaddisin / muhaddisîn

  • Hadis ilmiyle uğraşan eskiden gelmiş büyük ve kâmil zâtlar. Peygamberimizin (A.S.M.) sözünü işiterek bildirenler.

muhafaza-i nefis

  • Kişinin kendisini ve canını koruması.

muhafazakar / muhafazakâr

  • Koruyucu. (Farsça)
  • Dinî amel ve işlere muhabbet eden. Dinî inanışında sağlam olan ve değiştirmeden muhafaza eden yüksek ve sâdık insan. (Farsça)

muhakeme-i gıyabiye

  • Dâvâcılardan biri veya her ikisi de bulunmadıkları hâlde mahkemece verilen karar.

muhakkikane

  • Gerçeği ve hakikatı araştıran bir kimseye yakışır surette. Muhakkik olan bir insana yakışacak şekilde. (Farsça)

muhakkıkin-i asfiya / muhakkıkîn-i asfiyâ

  • Hz. Peygamberin çizgisinde yaşayan ve hakikatleri delilleriyle bilen ilim ve takvâ sahibi büyük zatlar.

muhalleb

  • Nakışı ve güzelliği çok olan elbise.
  • Cam.
  • Aldanmış.

muhallefe

  • Ölen bir adamın dul kalan karısı.

muhallim

  • Halim selim eden. Yavaş kılan. (Öfkeli birisini) yumuşatan.

muhalün leh

  • "Lehine gönderilen" Alacaklı olan kişi.

muhamese

  • Fısıldaşma.

muhammed

  • Pek çok tekrar tekrar övülmüş, medhedilmiş meâlinde bir isim olup ilk olarak Peygamberimize (A.S.M.) verilmiştir.

muhammıs

  • Mısır, kahve gibi şeyleri kavuran veya kavurarak satan kimse.
  • Tava.

muhanneslik

  • Kadınlaşma işi.

müharese

  • Yırtışıp dalaşmak.

muharrem

  • Arabi ayların başı, birincisi.
  • Haram edilmiş olan.
  • Bu muharrem ayında Müslümanlıktan evvel Arablar arasında muharebe yasaktı. Bundan dolayı bu isim verilmiştir.
  • Haram kılınmış, tahrim olunmuş.

muhasara

  • Bir kişinin, diğer kimsenin elini tutup yürümesi veya ellerini birbirinin kuşağına sokup yürümeleri.

muhasebe

  • Hesablaşmak. Hesab görmek. Hesab işi ile uğraşmak. Hesab işini gören resmi makam.

muhasib

  • Hesab eden. Hesap işi ile uğraşan. Muhasib.

muhaşşim

  • Keskinliği dolayısıyla sarhoş edici şey.

muhassır

  • Hasrette bırakan.
  • Mina ile Arafat arasında Muhassir vadisi. Ebrehe'yi mağlub eden Ebabil kuşlarının taş yağdırdıkları mevki.

muhat

  • Burundan akan sümük.
  • Sümük gibi ve yapışkan cisim.

muhatab / muhâtab

  • Söyleyeni dinleyen. Kendisine hitab edilen.
  • Gr: İkinci şahıs.
  • Kendisine söz söylenilen.

muhatab ittihaz etmek

  • Karşısındakilerini dinleyen.
  • Dinleyici kabul edip, sözünü dinliyor bilmek.
  • Konuşmaya lâyık görmek.

muhatab-ı samedaniye / muhatab-ı samedâniye

  • Her şeyin Kendine muhtaç olduğu, fakat Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın muhatabı.

muhatabane / muhatabâne / muhâtabâne

  • Doğrudan kendisine hitap olunurcasına.
  • Kendisine söz söylenilen kimse gibi.

muhatabin / muhâtabîn

  • Kendisine söz söylenenler.

muhazi / muhazî

  • (Hiza. dan) Birbirinin karşısında ve bir hizada bulunan. Paralel.

muhbir

  • Haber veren. Haberci. Haber toplayan.
  • Birisinin fenâlığını alâkadar makama haber veren. Jurnalcı.

mühda-ileyh

  • Kendisine hediye verilen kimse.

müheymin

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden); her mahlûkun (yaratılmışın) ömrünü, amelini, rızkını, ecelini, nefeslerini, sözlerini bilen, gören, onların bütün hallerinden haberdâr olan.

muhh

  • Yumurtanın sarısı.
  • Eskiyip köhne olmak.

muhibbane

  • Severek. Dostça. Dosta yakışır surette. (Farsça)

muhill-i asayiş / muhill-i âsâyiş

  • Asâyişi ihlâl eden. Güvenliği bozan.

mühimmi

  • Önemlisi.

muhit / muhît

  • İhata eden, kuşatan.
  • Çevre.
  • Okyanus.
  • Allah'ın isimlerinden.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). İhâta eden, çeviren, ilmi her şeyi kuşatan.

muhit-i maarif

  • İlim okyanusu, bilgi denizi, ilim ansiklopedisi.

muhitü'l-maarif

  • İlim okyanusu, ilim ansiklopedisi.

muhkemat-ı şeriat / muhkemât-ı şeriat

  • Kur'ân ve Hadisin yoruma ihtiyaç bırakmayacak şekilde açık hükümleri, ifadeleri.

muhled

  • Saçı ve sakalı geç ağaran kişi.

mühlet

  • Vakit. Bir işi bir zaman için geri bırakmak.
  • Rıfk ve teenni ile meydan vererek tutmak.

muhlis

  • Halis, katkısız, dosdoğru, her hali içten ve gönülden olan, ihlâs sahipleri, samimi ve doğru olanlar.
  • İhlaslı, samimi, işini sadece Allah için yapan.

mühr-ü samediyet

  • Allah'ın hiçbir şeye muhtaç olmadığını, fakat her şeyin Kendisine muhtaç olduğunu gösteren mühür.

mühr-ü vahdaniyet / mühr-ü vahdâniyet

  • Allah'ın bir oluşu, ortağının bulunmayışını gösteren mühür.

mühre

  • Cilâ için kullanılan küçük yuvarlak cisim. Deniz böceği kabuğu. (Farsça)
  • Her nevi yuvarlak cisim. (Farsça)
  • Billurdan yapılı küçük kap. (Farsça)
  • Çekiç. (Farsça)
  • Cam boncuk. (Farsça)
  • Omurga kemiği. (Farsça)

muhrenşim

  • Azametli, kibirli kimse.
  • Zayıf ve rengi değişmiş kişi.

muhrenzim

  • Gadaplı, hışımlı, kızgın.

muhrib

  • Harp gemisi. Torpidoları avlayan ve hızla giden bir nevi harp gemisi.

muhsi / muhsî

  • Herşeyin sayısını bilen Allah.

muhsin

  • "İhsan eden, güzel davranan" mânâsında ilâhî isim.
  • Yaptığı işi en güzel yapan, Allahı görür gibi ibadet eden.

muhsinin / muhsinîn

  • İşini güzel yapanlar, Allahı görür gibi ibadet edenler.

muhtac-ı müteşekkir

  • Kendisine verilen nimetlere şükreden, pek çok şeye muhtaç olan.

muhtan

  • Kendisine hıyanet edilen kimse.
  • Hâin. Hıyanet eden.

muhtar

  • Seçilmiş, seçkin.
  • Hareketinde serbest olan, istediği gibi davranan.
  • Peygamberimizin isimlerinden.

muhtariyet

  • Hareket serbestisi olan.

muhtazırane

  • Can çekişiyormuşcasına.

muhtel

  • Bozuk, karışık.

muhtelifül'ecnas

  • Değişik cinsler, türler.

muhtelit / مختلط

  • Karışmış. Karışık. Karma.
  • Karışık. (Arapça)

muhyiddin-i arabi / muhyiddin-i arabî

  • (Hi: 560 - 638) İspanya'da doğmuş, Anadolu ve Arabistan'ı gezmiştir. Mutasavvıf ve büyük âlim idi. Birçok ilmi eserler yazmıştır. Kendisine Şeyh-i Ekber de denir. Fütuhat-ı Mekkiye, Füsus-ül Hikem adlı eserleri meşhurdur. Şam'da vefat etmiştir. (K.S.)

muhzır

  • (Huzur. dan) Eskiden şeriat mahkemelerinde mübâşir hizmetini gören kimse. Alâkalı kimseleri mahkemeye çağırmaya memur kişi.

muid / muîd

  • Yardımcı. Mubassır.
  • Dersi iade eden, tekrar ettiren. Muallim yardımcısı.
  • Geri çevirtici.
  • Bir şeyi âdet edinmiş olan.
  • Tecrübeli. Hâzık.
  • Güçlü. Kuvvetli.
  • Arslan.
  • Gazâ ve cihad eden kimse.

muin-i zalim / muîn-i zâlim / مُع۪ينِ ظَالِمْ

  • Zalimin yardımcısı.

muin-i zalimin / muîn-i zâlimîn

  • Zâlimlerin yardımcısı.

muinsiz

  • Yardımcısız.

mujik

  • (Rusça) Rus köylüsüne verilen isim.

mukabele-i bilmisil

  • Karşılaştığı aynı muameleyi sahibine iade etmek, o kimseye aynı muameleyi yapmak. Mukabil hareketi karşısındakine icra etmek.
  • Misilleme yaparak karşılık verme.

mükabere / mükâbere

  • (Kibr. den) Kendi sözünün haksızlığını ve karşısındakinin doğruluğunu bildiği hâlde kabul etmemek ve nizâ çıkarmak, kavga etmek. Kendini büyük görmek.
  • Hakkı, doğruyu işitince, kabûl etmemek, inâd etmek, kendini büyük görmek.
  • Münakaşada ağız kalabalığı ile karşısındakini yenmeye çalışma, yanlışta direnme, büyüklenme.

mukabildir

  • Karşı karşıyadır, karşısındadır.

mükabir / mükâbir

  • Kendini büyük gören, karşısındakini küçümsüyerek, doğru sözünü kabul etmeyen. Haksız olduğu hâlde hak iddiasında bulunan.

mukaddemat-ı isna aşer / mukaddemat-ı isnâ aşer

  • Muhakemat isimli eserin ilk bölümünde yer alan ve on iki mukaddemenin bulunduğu "Birinci Makale" bölümü.

mukadder

  • Tâyin olunmuş.
  • Kısmet. Kader. Miktarı tâyin ve takdir olunmuş olan.
  • Kazâ.
  • Kıymeti biçilmiş.
  • Beğenilmiş.
  • Yazılmış olan.
  • Edb: Yazılı olmayıp da sözün gelişinden anlaşılan. Lafzan zikredilmeyip, mânen murad edildiği anlaşılan. Meselâ: Kur'an-ı Ker
  • Kıymeti biçilmiş, kadri, değeri bilinmiş.
  • Alın yazısı.

mukadderat / mukadderât

  • (Tekili: Mukadder) Kader. Ölçü ve miktarı tâyin olunan şeyler. Alın yazısı.
  • Allahü teâlânın olacak şeyleri ezelde (sonsuz öncelerde) bilip takdîr ettiği şeyler, kader, alın yazısı.

mukaddim

  • Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden: Mahlûklardan (yaratılmışlardan) bâzısını bâzısından önce var ve yok eden; dilediğini kendine yakınlaştıran, dilediğini uzaklaştıran, kendisine yakın kıldığı meleklerini, peygamberlerini aleyhimüsselâm ve âlimlerini üstün kılan.

mukaddir

  • "Takdir eden, kıymet biçen" mânâsında ilâhî isim.

mukaddirane / mukaddirâne

  • Takdir edercesine, kıymetini bilircesine, kıymetine göre sıralarcasına. Mukaddire yakışır hâlde. (Farsça)

mukallidane / mukallidâne

  • Benzetmeğe, taklide özenircesine. Taklid edercesine. Benzemeğe çalışırcasına. (Farsça)

mukannit

  • Yer altından kanalla su akıtan kişi.
  • Muti kimse, itaat eden, emre boyun eğen kişi.

mukarenet

  • Bitişiklik, yaklaşma, kavuşma, uygunluk, cinsel yaklaşma.
  • Bitişiklik, yakınlık.

mukarin

  • Bitişik, yakın.

mukarreb

  • Yakınlaştırılmış.
  • Cennette dereceleri en yüksek olan.
  • Tasavvufta, nefslerinin sevgisinden kurtulmuş, kalbinde Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmayan, yalnız Allahü teâlâyı isteyen.

mukarrün-bih

  • Başka birisine âit olduğu, birisi tarafından haber verilen hak. İkrâr olunan hak.

mükateb / mükâteb

  • Efendisi ile anlaşıp belli bir ücret ödeyince hür olacak köle.

mukattaa

  • (Kat'. dan) Bitişik olmayan. Kesik, ayrı.

mukavver

  • Ziftle karışık veya ziftle kaplı.
  • Yuvarlak kesilmiş.

mükayele / mükâyele

  • (Mükâyelet) Bir kimsenin davranışına aynıyla karşılık verme.
  • Ölçülmek.

mukayyed

  • Kayıtlı. Serbest olmayan. Sınırlı. Bağlı.
  • Deftere geçmiş, kaydedilmiş olan. Bağlanmış. El veya ayağında zincir, kelepçe bulunan. Mevkuf olan.
  • Bir işe ehemmiyet veren. İşine önem verip bakan.

mukdim

  • İşine düşkün, gayret ve fedakârlıkla çalışan. Cüretli ve cesaretli olan.

mükedderane / mükedderâne

  • Mükedder olan bir kimseye yakışır surette. (Farsça)

mükeddi / mükeddî

  • Israr ile alıp israf ile yiyen kişi.

mükeffer

  • İyilikleri inkâr edilip kendisine teşekkür edilmeyen adam.

mükellefiyet

  • Mecburiyyet. Bir işi yapmağa vazifeli oluş. Bir işi terk edememek hâli. Mükellef oluş.

mükerrem

  • Kerîm olan, kendisine değer verilen, saygıdeğer.

mükerrer

  • Tekrarlı. Tekrar olunmuş. İki veya daha fazla aynısı yapılmış.

mukır / mûkır

  • Yemişinin çokluğundan dolayı dalları sarkmış olan ağaç.

mukırr

  • (Karâr. dan) Doğruyu ve gerçek olanı söyliyen. Kabahat veya ayıbını gizlemeden söyliyen.
  • Fık: Birinin, kendisinde hakkı olduğunu haber veren kimse.

mukız-ı vicdan / mûkız-ı vicdan

  • Vicdanın uyarıcısı, vicdanı uyandıran ikaz eden.

mukmah

  • Başını kaldırıp gözünü bir yere dikip duran kişi.

mukmir

  • (Kamer. den) Mehtaplı. Ay ışığıyla aydınlanmış.

mukşa

  • Kabuğu çıkarılmış.
  • Derisi soyulmuş.

muktebis

  • (Çoğulu: Muktebisîn) (Kabs. dan) İktibas eden. Faydalanmak üzere aktaran. Birinin bilgisinden faydalanan.

mukteda / muktedâ

  • Kendisine uyulan. Önde giden.
  • Müçtehid. Pişivâ. Peşivâ.
  • Namazda kendine uyulan imam.
  • Örnek alınan, kendisine uyulan.
  • Kendisine uyulan.

mukteda-bih / muktedâ-bih

  • Kendisine tebaiyyet edilen. Kendisine uyulan.

mukteda-yı küll / muktedâ-yı küll

  • Herkesin her konuda uyduğu, örnek aldığı kişi, Hz. Muhammed (a.s.m.).

muktedabih / muktedâbih

  • Kendisine uyulan kimse.
  • Kendisine uyulan, örnek alınan imam, önder.

muktef

  • "Kendine uyulmuş, kendisi tâkib edilmiş" meâlinde olup, Hz. Resul-i Ekreme (A.S.M.) verilen isimlerden biridir.

mukteza-i hilkat

  • Yaradılışın gerektirdiği şey. Yaradılış itibariyle olan hal ve netice.

mukteza-yı fıtrat / muktezâ-yı fıtrat

  • Yaratılışın gereği.

mukteza-yı fıtri / muktezâ-yı fıtrî / مُقْتَضَايِ فِطْر۪ي

  • Hususî yaratılışın gereği.

mukteza-yı seciye

  • Karakter ve yaratılışın gereği.

mukteziyat / mukteziyât

  • Bir şeyi gerekli kılan sebepler.
  • Allah'ın güzel isimlerinin gerektirdiği durumlar.

mülahaza

  • Mütâlaa. Dikkatle bakmak. İyice düşünüp bir işin hakikatını tetkik etmek. Tefekkür, düşünce.

mülahık

  • (Lahk. dan) Yapışık, bitişik.

mülakkab

  • Lâkablanmış. Lâkablı. Başka isim verilmiş.

mülasık

  • (Lüsuk. dan) İltisaklı. Bitişik. Yapışık. Yanyana bulunan.

mülayele

  • Gece işi için verilen ücret.

mülce'

  • Mecbur olan kişi.

mülebbed

  • Keçeden kaftan giymiş kişi.

mülebbes

  • (Lebs. den) İltibaslı, karışık.
  • Giyilmiş.

mülemle

  • Bâzısı bâzısına yapışıp toplanmış şeyler.
  • Sağlam ve sert yuvarlak taş.

mülemma'

  • (Lem'. den) Parlak. Revnekdar.
  • Bulaşmış, sıvanmış.
  • Karışık dilde söylenmiş manzume.
  • Renk renk olan.

mülevves

  • Kirli. Pis. Bulaşık. Bulaştırılmış.
  • Alıkoyulup sonraya bırakılmış veya durdurulmuş olan.
  • Tazelenmek için suda ıslatılmış şey.
  • Karışık, intizamsız.

mülha

  • (Çoğulu: Mülâh) Siyah ile karışık olan beyaz.
  • Lâtif ve güzel olan söz.

mülhidane / mülhidâne

  • Dinsizce, imansızca. Mülhid olan bir kimseye yakışır şekil ve surette. (Farsça)

mülhim

  • İbrişimden olan elbise.

mulif

  • (Ülfet. den) Alışık, alışmış. Ülfet etmiş.

mülim / mülîm

  • Kendini levm etmek. Melâmette olmak. Kusurunu anlayıp kendisini kötülemek.

mülızz

  • Lüzumlu, gerekli.
  • Cür'et ve ısrar eden kişi.

mülk suresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 67. suresidir. Tebâreke, Münciye, Mücâdele, Mânia, Vakiye, Mennea Suresi gibi isimleri de vardır. Mekkîdir.

mülkiyet

  • İnsanın bir şeyi başkasının rızâsını, iznini almadan kullanabilme yetkisi gücü.

mülsak

  • Yapışık, bitişik.

mültebis

  • İltibas etmiş, birini öteki zannetmiş, karıştırmış olan.
  • Karışık, şüpheli ve benzer olan.

mültefet

  • (Left. den) Kendisine iltifat edilmiş olan. Güler yüz gösterilmiş ve hoş davranılmış.
  • Ehemmiyet verilmiş.

mültemis

  • (Çoğulu: Mültemisin) (Lems. den) Kayıran, iltimas eden.

mültemisin / mültemisîn

  • (Tekili: Mültemis) İltimas edenler, kayıranlar. Biri için aracılık edip işinin görülmesini dileyenler.

mültesik

  • (Lüsuk. dan) Birbirine bağlanmış. Yapışık, bitişik.

mültez

  • Kendisiyle rahatlama ve lezzet alma.

mültezem

  • Kâbe-i muazzamanın kapısı ile Hacer-ül-esved denilen mübârek siyah taş arasında kalan Kâbe duvarı.
  • Lüzumlu görülen, lüzumuna inanılarak yapılmasına çalışılan.

mültezim

  • Bir şeyi kendi üzerine lâzım eden; iltizam eden, üzerine alan, deruhte eden. Devlet hazinesine maktu, muayyen vergi verip bir kısım memleketlerin aşar gibi varidatının tahsilini üzerine alan.

mülukane / mülûkâne

  • Padişahlara yakışır bir surette. (Farsça)

mülul

  • Dişi örümcek.

muma-ileyh

  • (Mumâileyhâ) Kendisine işâret edilen. İsmi evvelce geçen.

mumaileyh / mumâileyh / mûmâileyh

  • Kendisine işaret edilen, ismi evvelce geçen, ima edilen.
  • Kendisine işaret edilen, ismi önce geçen.

mümaileyh

  • Kendisinden söz edilen.

mümanaatsız / mümânaatsız

  • Manisiz, engelsiz.

mümaresat

  • Mümâreseler. Alıştırmalar, bir işi devamlı yapmakla alıştırmalar. Ustalıklar. Melekeler.

mümarese

  • Alışma, alışıklık, yatkınlık, meleke.

mümaselet

  • Misil olma, benzerlik.

mumdar

  • Mum tutan. Işık veren. Işık tutan. (Farsça)
  • Işık verici.

mümellek-ün leh

  • Kendisine mülk olarak bir şey verilen kimse.

mümessel-i leh

  • Kendisi için misal getirilen.

mümessil / ممثل

  • Temsilci. (Arapça)
  • Sınıf temsilcisi. (Arapça)

mümessil-i leh

  • Kendisi hakkında, lehinde mümessillik yapılmış, vekâlet edilmiş. Lehinde temsil edilmiş.

mümeyyiz

  • Temyiz eden, ayıran, iyiyi kötüyü farkeden.
  • İmtihandaki talebenin bilgisini imtihan ederek yoklayan kimse.
  • Gr: Tırnak işareti.

mümhat

  • İnce sütlü dişi deve.

müminane

  • Mümine yakışır şekilde, inanarak.

mümit / mümît

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Ölümü yaratan, ruh bulunan cisimden rûhu alan, öldüren.

mümkut

  • Hışım ve gadap olunmuş, kızılmış kişi.

mümsik / ممسك

  • Elisıkı. (Arapça)

mümtehine suresi / mümtehine sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin altmışıncı sûresi.

mümtezic

  • İmtizac eden. Birleşmiş olan, birleşik.
  • Birbirine tamamen uygun olarak karışmış olan.
  • Aralık bırakmayan, birbirine karışık, tamamen kapanan.
  • Birbiriyle iyi geçinen.

mümteziç

  • Birleşik, karışık.

mün'im-i hakim / mün'im-i hakîm

  • Gerçek nimet verici ve her işini hikmetle ve belli bir sebeple yapan Allah.

mün'imane / mün'imâne

  • Nimet verene, ihsan edene yakışır bir şekilde.

münacat-ı esmaiye / münâcât-ı esmâiye

  • Cenab-ı Hakkın isimleriyle yapılan dualar.

münacat-ı museviye / münâcât-ı mûseviye

  • Hz. Mûsâ'nın dua ve yakarışı.

münadale

  • Müsabaka yarışına girmek. Atışma. Atış müsabakası.

münafi-i edeb

  • Edebe aykırı, edep ve terbiye dışı.

münafık

  • Nifak sokan, iki yüzlü.
  • Kâfir olduğu halde kendisini müslüman gösteren.

münakade

  • Bir şeyin iyisini kötüsünden seçip ayırmak.

münakale

  • Karşılıklı iletişim, etkileşim, alış-veriş.

münasebat

  • (Tekili: Münasebet) Münasebetler, ilgiler. İki kişi veya hey'et arasındaki bağlar, ilişkiler. Alâkalar.

münasebat-ı nahviye ve sarfiye / münasebât-ı nahviye ve sarfiye

  • Dilbilgisi kurallarına ait münasebetler; fiil çekimi ve cümle yapısı ile ilgili kurallara ait bağlar.

münasebat-ı vaz'iye / münasebât-ı vaz'iye

  • Eşyaya verilen isimlerin, veriliş münasebetleri, alâkaları.

münasebet geldi

  • İlgisi, alâkası geldi; gerekçe oluştu.

münasebet-i siyak-ı kelam / münasebet-i siyâk-ı kelâm

  • Sözün gidiş münasebeti, öncesiyle ve sonrasıyla olan ilişkisi.

münasebetle

  • Dolayısıyla.

münaseha

  • Bir şeyi diğerine nakletmek.
  • Döndürmek.
  • Tebdil etmek, değiştirmek.
  • Huk: Bir vârisin, kendine bırakılan mirası alamadan ölmesi.

münasib / münâsib

  • Benzer, uygun, lâyık, yakışır, yaraşır.
  • Uygun, yakışır.

münazara / münâzara

  • Karşılıklı fikir alışverişi, ilmi tartışma.

münazara-i nefsiye

  • Kişinin kendisiyle tartışması.

münazaun fih / münâzaun fîh

  • Hakkında tartışılan.

münazır

  • Münazara eden, münakaşa eden.
  • Misil, denk, eş.

münci

  • İncâ eden. Kurtaran, necat veren.Resul-i Ekremin (A.S.M.) insanların azabtan kurtulmasına ve dünyâ ve âhiret saadetlerine sebeb olmasından mübarek isimlerinden birisi de münci olmuştur.

müneccemen

  • Parça parça yapılmış olarak. Kısım kısım.
  • Parça parça, kısım kısım.

münekkit

  • Tenkitçi; hadisin tahlil ve kritiğinde uzman olan hadis âlimi.

münevver

  • (Nur. dan) Mc: Kur'anî ve imanî eser okumakla ve ibadet ve taatla nurlanmış. Nurlandırılmış, ışıklı.
  • Uyanık. İntibaha gelmiş. Akıllı âlim. İmanî ve İslâmî tahsil ve terbiye görmüş.
  • Parlatılmış.

münevvir

  • Herşeyi nurlandıran, aydınlatan, ışıklandıran, Allah.

münevviru'n-nur

  • Bütün nurlar ve nurlu varlıklar Kendisinden feyiz alan Nurların Nurlandırıcısı, Allah.

münezzehiyet-i kudret

  • Kudret ve güç açısından eksiği, noksanı ve kusuru olmama hâli.

munfasıl

  • İnfisal etmiş. Birbirinden ayrılmış. Yerinden ayrılmış, fasl olmuş. İşinden ayrılmış.

munfasıl zamir

  • Gr: Başka kelimeye bitişik olmayan zamir. Ene, Ente: Ben, sen.. gibi.

münferid

  • (Münferit) Tek başına, tek, yalnız, kendi başına.
  • Hapishânede tek kişilik hücre.

münhamenna

  • Muhammed (A.S.M.) manâsına, Tevratta geçen İbrânice isimdir.

münhani / münhanî

  • Eğri, kamburlu, eğilen, eğrilen. Beli bükülmüş yaşlı kişi.

münhemik

  • (Hemk. den) Bir işin üzerine çok düşen. Bir işte çok uğraşan.

münir

  • Nurlandıran, nur veren, ziya veren, ışık veren, parlak.

munis / mûnis / مونس / مُونِسْ

  • Alışılmış. Ehlileşmiş. Cana yakın. Sevimli. Ünsiyyet edilmiş.
  • Alışılmış, evcil, sevimli.
  • Cana yakın, alışılmış. (Arapça)
  • Alışılmış.

münkasım

  • (Kısım. dan) Bölünen, kısım kısım ayrılan, taksim edilen.
  • Kısımlara ayrılmış, bölünmüş.

münkasim

  • Bölünmüş olan, kısımlara ayrılmış.

münkasım / مُنْقَسِمْ

  • Kısımlara ayrılmış.

münkatı'

  • (Kat'. dan) İnkıta eden, kesilmiş, kesilen. Aralıklı ve son bulan.
  • Arada bağ kalmıyan, ayrılmış.
  • Herkesten ayrılıp bir kişiye bağlı kalan.

münkemiş

  • Acele eden, işini çabuk gören.
  • Buruşan, büzüşen.

münker

  • Allah'ın (C.C.) râzı olmadığı şey.
  • İnkâr edilmiş olan.
  • Şeriatın kabâhat ve haram diye bildirdiği şey. Makbul ve müstehab olmayıp, günah ve kabahat olan.
  • Mezardaki suâl meleklerinden birisinin ismi. Diğerinin ise "Nekir" dir.

münkis

  • Tekrar eden hastalık, tekrar etkisini gösteren hastalık.

münşaib

  • (Şa'b. dan) Şubelenen, dallanan, çatallanan, kollara ayrılan, ayrılmış. Bölük bölük, kol kol, kısım kısım olan.

munsarif

  • (Sarf. dan) Geri dönen, çekilip giden.
  • Gr: Esre ve tenvin kabul eden isim.

münselih

  • (Selh. den) Soyulmuş, derisi yüzülmüş.
  • Sıyrılıp çıkan, soyunan.
  • Son güne yetişmiş.

münşi

  • (Neş'et. den) İnşâ eden, yapan. Yapısı, üslubu güzel olan.
  • Edb: Maksadı kâğıt üzerinde tasvir ve tesvid eden. İyi nesir yazı yazan, kâtib.

münşiyane

  • İyi kâtiplere yakışır surette. (Farsça)

müntakil

  • (Nakl. den) intikal eden, geçen. Bir yerden bir yere göç etmiş, taşınmış olan.
  • Miras kalmış.
  • Karine ile sözün gelişinden anlayan.

muntasıf-ı sene

  • Yılın ortası. Senenin yarısı.

muntazam inkılabat / muntazam inkılâbât

  • Düzenli köklü değişimler, dönüşümler.

muntazır

  • Bekleyen. Gözleyen. Birisinin gelmesini bekleyen.

müntebiz

  • Safın arkasında yalnız duran kişi.

müntefaun bih

  • Kendisinden istifade edilen.

müntekıb

  • Yüzü perdeli kişi.

müntemi

  • (İntimâ. dan) İlgisi ve ilişiği olan. Yakınlık peydâ eden.
  • Birinin adamı olan.

münzel

  • (Nüzul. den) İndirilmiş, yukardan aşağıya kısım kısım inmiş olan.

münzel-i aleyh

  • Kendisine Allah tarafından indirilmiş.

münzevi / münzevî

  • Bir köşeye çekilip ibadetle uğraşan, dünyadan çok âhiret için çalışan kişi.

müpteda / müptedâ

  • (Ar. gr.) İsim cümlesinde haberin (yüklemin) anlattığı iş, hareket veya oluşu taşıyan ve onlara konu teşkil eden isimdir.

müptezel

  • çokluğu dolayısıyla değerini yitiren, değersiz.

murabba

  • Terbiye görmüş.
  • Kaynatıp kıvama geldikten sonra dondurulmuş.
  • Meyve suyu tatlısı. Reçel. Ezme.

murafaa

  • Karşılıklı hak iddia ederek konuşmak.
  • Bir dâvâ için birisini hâkim huzuruna celb ettirmek. Yüzleşerek muhakeme olunmak.

murahhas

  • Devlet veya bir teşekkül adına yetkili olarak bir yere gönderilen kişi.

mürahik

  • Büluğ yaşına yaklaşmış erkek çocuk. Büluğ yaşına, yani oniki yaşına girip de baliğ olmayan erkek çocuğa denir. On beş yaşına kadar baliğ olmasa yine bu isim verilir. Kız çocuğuna ise: Mürâhika denir.

mürai / mürâî

  • Gösterişçi, gösteriş meraklısı.
  • İki yüzlü, olduğunun aksine kendisini iyi gösteren, gösteriş yapan, riyâkâr.

müraiyane / müraiyâne

  • İki yüzlülüğe yakışır surette, münafıkçasına. (Farsça)

murakabe

  • Kontrol etmek. İnceleyip vaziyeti anlamak. Teftiş etmek.
  • Kendini kontrol etmek. İç âlemine bakmak. Gözetmek.
  • Hıfz etmek.
  • Beklemek. İntizar.
  • Dalarak kendinden geçmek.
  • Tas: Kendisini tamamen nâfile ibâdet ve itaate vermek için mâbede kapanmak.

mürcif

  • (Recefe. den) Fitne ve fesad için iftiralar ve yalan haberler neşrederek ortalığı karıştıran. Yalancı.
  • Mutlak bir şey ile meşgul olan.
  • Yer sarsıntısı. Zelzele.

mürde

  • Ölmüş kişi.

mürebbi-i ervah / mürebbî-i ervah

  • Ruhların terbiyecisi.

mürebbi-i nüfus

  • Nefislerin terbiyecisi.

mürekkebat / mürekkebât

  • Mürekkepler. Bir kaç cisimden, elemandan yapılmış olan.

mürgane

  • Kuşlara yakışır şekilde. Kuşlar gibi. (Farsça)
  • Kuş yumurtası. (Farsça)

mürha

  • İyi huylu kişi.

mürid / مرید

  • Buyuran. (Arapça)
  • Şeyhe bağlı kişi, mürit. (Arapça)

müridd

  • Cima hırsı ve iştihası galip kişi.
  • Suyu çok olan deniz.

mürkab

  • Baş ve boyun derisi. Baş ve boyundan soyulan deri.

mürselün ileyh

  • Fık: Kendisine bir şey gönderilmiş olan. Söz kendisine tebliğ olunan kimse.

mürşid

  • (Rüşd. den) İrşad eden, doğru yolu gösteren, gafletten uyandıran. Peygamber vârisi olan, kılavuz. Tarikat piri, şeyhi.

mürşid-i alem / mürşid-i âlem

  • Dünyanın, kâinatın yol göstericisi.

mürşidane / mürşidâne

  • Mürşid olan kimseye yakışır şekilde.

murtabit

  • Bağlı. İrtibatlı. Birbirine bitişik. Ekli.

mürtebit

  • (Murtabıt) Bağlı, birbirine bitişik, bağlantılı, beraber.

mürteci / mürtecî

  • İslâmiyet'in pâk ve temiz yolunu bırakarak, câhiliyet devri yoluna ve yaşayışına dönen; gerici, irticâ eden.

mürtecilane / mürtecilâne

  • Düşünmeden hemen şiir veya söz söyliyene yakışır surette. (Farsça)

mürtekibin / mürtekibîn

  • (Tekili: Mürtekib) İrtikâb edenler. Kötü iş yapan kimseler.
  • Rüşvet alan ve yiyen kişiler.

mürtekış

  • Birbirine giren. Karmakarışık olan.

mürtes

  • Muharebede yaralanıp, savaş meydanı dışına nakledildikten hemen sonra vefat eden İslâm mücâhidi.

mürtess

  • Duyulmuş, işitilmiş.

murteza

  • Kendisinden razı olunan.

mürur-i zaman / mürûr-i zaman / مرور زمان

  • Zamanın akışı.

musa

  • Beni İsrâil peygamberlerinden Hz. Musa'nın (A.S.) ismi. Dört büyük kitaptan birisi olan Tevrat, vahiy yoluyla kendisine gelmiştir. Yahudilerin en büyük peygamberidir. Şeriatı, İsa'ya (A.S.) kadar devam etti. Yusuf'un (A.S.) soyundan Yuşa nâmındaki peygamberi yerine tâyin ederek vefat etmiştir. Mısır

müşa'şa

  • (Şa'şaa. dan) Parlayan, parıldayan.
  • Dedbedeli, gürültülü, patırtılı.
  • Karışmış, karışık.

musaara

  • Büyüklük taslayarak birisinin yüzüne bakmayıp başını çevirmek.

müşaare

  • (Şiir. den) Karşılıklı olarak birbirine şiir söylemek. Şiir yarışı.

müsabaka

  • Karşılıklı yarışma. Hangisinin ileride olduğunu anlamak için yapılan tecrübe, imtihan. Bir şeyde derece anlama için iki veya daha çok şahıslar arasında bazı şartlarla yapılan tecrübe.

müsademe-i efkar / müsademe-i efkâr

  • Fikirlerin çarpışması, muhtelif fikirlerin birbirine karşı söylenişi.

musafaha

  • El sıkışmak. Tokalaşmak.
  • Muhabbetini, arkadaşlığını, sevgisini izhar etmek.

müsafir / müsâfir

  • Yolcu. Senenin kısa günlerinde, insan veya deve yürüyüşü ile üç günde gidilecek yere gitmeyi niyet ederek, bulunduğu yerin kenar evlerinin dışına çıkan kimse.

müşagare

  • Mehir alıp vermemek için, iki kişi birbirlerinin yakınlarından birer kadınla evlenme.

müşahedetullah

  • Varlıklar üzerinde Allah'ın isim ve sıfatlarının yansımalarını gözlemleme.

müsahele

  • İşi sıkı tutmayıp gevşeklik göstermek. Kolaylaştırarak, kıymet vermiyerek tutmak.

müsahhan

  • (Suhunet. den) Isıtılmış, teshin edilmiş, kızdırılmış.

müsahhar

  • (Sihr. den) Büyülenmiş, büyü ile aldatılmış, kendisine sihir yapılmış.

musahhihin / musahhihîn

  • (Tekili: Musahhih) Musahhihler, tashih işi ile uğraşanlar.

musahhin

  • (Sahn. den) Isıtan, ısıtıcı. Teshin eden.

musahi / musahî

  • Bir şeyin hâlisi. Seçilip ayrılmışı.

müsahil

  • Müsâhele eden. İşi sıkı tutmayıp gevşeklik gösteren.

müşakehe

  • Benzemek.
  • Hısımlık, akrabalık.

musalahakarane / musâlâhakârâne

  • Barışarak, barışırcasına.

müsalemet / müsâlemet

  • İki taraf arasında barışıklık, barış içinde olmak, sulh.
  • Barışıklık.

müsamid

  • Oyun âleti yapan kimse.
  • Bahçesine ters ve pislik döken kişi.

musamıs

  • Her nesnenin hâlisi ve aslı.

musammat

  • Edb: Beyitleri kafiyeli ve dört kısımdan ibaret olan manzume.

müşarünileyh / müşârünileyh

  • İşaret edilen, kendisinden söz edilen.

müşateme

  • (Şetm. den) Atışma, birbirine sövme. İki kişinin birbirine sövmesi.

müşavir / müşâvir

  • İstişare olunacak kimse, kendisine danışılan kişi.
  • İdare işlerinde yakın yardımcı memur.
  • Kovanlık üstünde yapılan örtünün direkleri.
  • Danışılan, danışman.

müşavirin / müşavirîn

  • (Tekili: Müşavir) Müşavirler. Kendisine danışılan kişiler. İstişare edilen kimseler.

müşebbehühbih

  • Kendisine benzetilen.

müşebbehün bin / müşebbehün bîn

  • Kendisine benzetilen.

müşebbehün-bih

  • Kendisine benzetilen.

müşebbehünbih

  • Kendisine benzetilen.

müsebbibü'l-esbab

  • Sebeplerin yaratıcısı olan Allah.

müşebbihe

  • Allahü teâlâyı cisim ve varlıklara benzeten, Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih (mânâsı kapalı) âyetleri görünen lugat mânâsına göre açıklayıp, Allahü teâlânın el ve yüz gibi organlarının olduğunu iddiâ eden bozuk fırka.

müsedded

  • (Sedad. dan) Uzunlamasına doğrultulmuş.
  • İstikametle amel eden kişi.

müseddes

  • Altı kısımdan meydana gelmiş.
  • Altılı. Altıgen.

müselles

  • Tâze iken yâni gaz kabarcıkları çıkmadan, köpürmeden önce ısıtılıp, üçte ikisi uçup üçte biri kalan üzüm suyu.

müsellim

  • (Selm. den) Teslim eden, veren.
  • Tar: Eyalet valileriyle sancak mutasarrıflarının uhdelerinde bulunan yerlerin idaresine memuR edilen kimseler. Vali ve mutasarrıflardan uhdesine tevcih olunan iki yerden mühim olanında kendisi oturur, diğerini gönderdiği adam idare ederdi. Yine bunlar

müsemma / müsemmâ / مُسَمَّا

  • İsimlendirilen, ad verilmiş olan, bir ismi olan.
  • Muayyen zaman. Belirli vakit.
  • İsimlendirilen.
  • İsim sahibi, isimlendirilen.
  • İsimlendirilen.

müsemma-i meşrutiyet / müsemmâ-i meşrutiyet

  • Meşrutiyetle isimlendirilen yönetim, devlet.

müsemma-i vahid-i ehad / müsemmâ-i vâhid-i ehad

  • Zât ve sıfatlarıyla bir olan ve birliği her bir şeyde tecelli eden şeklinde isimlendirilen Cenâb-ı Hak.

müsemma-i zülcelal / müsemmâ-i zülcelâl

  • Güzel isimlerin sahibi ve sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi olan Allah.

müsemma-i zülcemal / müsemmâ-i zülcemâl

  • Sonsuz güzellik sahibi ve en güzel isimlerle isimlendirilen Allah.

müsemma-yı akdes / müsemmâ-yı akdes / مُسَمَّايِ اَقْدَسْ

  • En kudsî isimlerin sahibi olan Cenab-ı Hak.
  • En kudsî isimlerle isimlenmiş, en kudsî isimlerin sahibi Cenâb-ı Hak.
  • En mukaddes isimlerle isimlendirilen.

müsemma-yı meşrutiyet / müsemmâ-yı meşrutiyet

  • Meşrutiyet diye isimlendirilen.
  • Meşrutiyetin "meşrutiyet" olarak isimlendirilmesi, mânâsı, özü, gerçeği.

müsemma-yı zülcelal / müsemmâ-yı zülcelâl / مُسَمَّايِ ذُوالْجَلَالْ

  • Haşmet sâhibi olarak isimlendirilen (Allah).

müsemmeat / müsemmeât

  • İsimlendirilenler.

müsemmeyat

  • İsim verilenler. Ad konulanlar.
  • İsimlendirilenler.

müsenna / müsennâ

  • İkili olan; meselâ sevginin ikili olanı vatan sevgisi, din sevgisi gibi.

müsennem

  • Kabartma. Kabartmalı olarak hakkedilmiş olan.
  • Ev çatısı veya dam şeklinde olan.

müşevveş / مشوش / مُشَوَّشْ

  • Karmakarışık, anlaşılmaz, düzensiz.
  • Düzensiz, karma karışık.
  • Düzensiz, karışık.
  • Karışık. (Arapça)
  • Karışık.

müşevveşiyet / مُشَوَّشِيَتْ

  • Karışıklık.
  • Karışıklık, karmakarışık vaziyet.
  • Karışıklık, dağınıklık.
  • Karışıklık.

müşevveşiyet-i hal

  • Hal, durum karışıklığı.

müsevvif

  • Hayırlı işleri sonraya bırakan, sonra yaparım diyen, iyi işleri geciktiren, bugünün işini yarına bırakan kimse.

müseytır

  • Galip.
  • Havâle.
  • Musallat kişi.

musfac

  • Yassı başlı.
  • Ellerini birbirine vurup sesini işittirdikleri kişi.

müsfah

  • Erkeğinin kendinden başka iki karısı daha olan kadın.

müsfir

  • Ziyâ verici. Işıklandıran, nurlandıran.

müsgar

  • Dişi çıkmış çocuk.

musi / musî

  • Vasiyet eden. Birisini vâsi gösteren. Tavsiye eden.

musib / musîb

  • İsâbetli, yanılmayan, doğru.
  • Resul-i Ekremin (A.S.M.) isimlerinden birisi.

musika-i zikriye

  • Zikir musikîsi.

müşirane

  • Müşire yakışır surette. Mareşala has bir tavırla. (Farsça)

müşkil istiare

  • Kapalı istiare; içinde "kendisine benzetilen"in bizzat yer almadığı ancak ona işaret edilen bir istiare.

müslim

  • Mûteber ve güvenilir olduğu bütün İslâm âlimleri tarafından kabul edilen, Kütüb-i sitte denilen altı hadîs kitâbının ikincisi.
  • Allahü teâlânın, peygamberi Muhammed aleyhisselâm vâsıtasıyla gönderdiklerine îmân edip, O'nun emirlerini yerine getiren, yasaklarından kaçan kimse.

müsmegıdd

  • Şişirici, şişiren.

müsmi / müsmî

  • İşittiren.

müsmi'

  • İşittiren, sesi duyuran.

müsned

  • İsnad edilmiş, senede bağlanmış. "Müsned Hadis" senedi kesintisiz olarak Hz. Peygamber'e ulaşan hadistir.

mustafa

  • Seçilmiş, seçkin; Hz. Muhammed'in (a.s.m.) isimlerinden biri.
  • Seçilmiş mânâsına, Resûlullah efendimizin mübârek isimlerinden biri. Mü'min olanların çoktur cefâsı, Âhirette vardır zevk ü sefâsı, On sekiz bin âlemin Mustafâsı, Adı güzel kendi güzel Muhammed.

müstagniyane

  • Müstağni olanlara yakışır surette. (Farsça)

müstahak

  • Hak eden, hak etmiş.
  • Kendisi kazanmış.

müstahber

  • (Çoğulu: Müstahberât) (Haber. den) Haber alınmış, işitilmiş, duyulmuş.

müstahbir

  • (Haber. den) Duyan, işiten, haber alan.

müstaiddan / müstaiddân

  • (Tekili: Müstaid) İstidatlı kimseler, müstaid kişiler.

müştak ayinedar / müştak âyinedar

  • Allah'ın güzel isimlerini bir ayna gibi üzerinde aksettiren ve Onun sonsuz güzelliğine düşkün olan insan.

müştakkun minh

  • (Şakk. dan) Kendisinden diğer bir kelime türemiş olan asıl kelime.

müstaksim

  • (Kısım. dan) Bölüşen, pay eden, taksim eden.
  • (Kasem. den) Yemin isteyen.

mustalık gazası

  • Benî Mustalık gazasına Müreysî gazası da denilir. Benî Mustalık, Huzaa'nın bir şubesidir. Müreysî de bunların bir kuyusudur. Benî Mustalık, Resul-i Ekrem'le harb etmek üzere bu kuyu başında toplandıkları için bu sefer bu isimle anılır. Çeşitli râviler, bu gazanın hicrî dört veya beş veya altıncı sen

müstasfi

  • (Safâ. dan) Hâlisini ve safını alan.

mustazi

  • (Ziya. dan) Ziya alan, ışıklanan.

müstazi / müstazî

  • (Ziya. dan) Işık ve ziya alan. Işıklanan.
  • Alâ, makbul, iyi.

müste'men

  • (Emn. den). Ecnebi tebaasından olan, yabancı.
  • Kendisine aman verilmiş olan..

müste'nis

  • Ünsiyet peyda etmiş olan, alışık. Alışılmak istenen.

müstean / müsteân

  • (Avn. dan) Kendisinden yardım beklenen, yardım istenen.
  • Kendisinden yardım istenen, Allah.
  • Kendisinden yardım istenen, yardım beklenen Allah.

müstear

  • (Ariyet. den) Kendi malı olmayan, iğreti alınmış, emâneten alınmış olan.
  • Kendini belli etmemek için kullanılan takma bir isim.

müstear-ün minh

  • Kendisinden eğreti olarak birşey alınmış olan kimse.

müstebdı'

  • Kazancı, kârı kendine yani veren kişiye âit olmak üzere sermaye verilen kimse.

müştebeh

  • Zor, karışık.

müştebik

  • (Şebeke. den) Kafes gibi örülü olan.
  • Karışık, düğümlü olan.

müsted'a-aleyh / müsted'â-aleyh

  • (Da'va. dan) Kendisinden şikâyet edilen kimse.

müstefad

  • İsifade olunan.

müstegas

  • (Gıyas. dan) Kendisinden yardım istenen.
  • Allah (C.C.)

müstegis

  • (Çoğulu: Müstegîsîn) (Gıyas. dan) Yardım dileyen, istigase eden.

müstehab

  • Sevilmiş şey. Yapılması sevaplı olan.
  • Fık: Peygamber efendimizin (A.S.M.) bazen yapıp bazen terkeylediği şeydir. Farz ve vacibin dışındaki sevaplı iş, sevap olduğu bilinen iş. Nafile, mendub, fazilet, tatavvu, edeb namları da verilir.

müstehap

  • Farz ve vacip dışında kalan sevaplı işler.

müşteka / müştekâ

  • Şikâyet olunan, kendisinden şikâyet edilen.

müşteka-anh / müştekâ-anh

  • Kendisinden şikâyet olunan kimse.

müstel'im

  • Zırhlı, zırh giymiş kişi.

müstemedd

  • Kendisine yardım edilmiş olan, yardım edilen.

müstemi'

  • İstima eden, dinleyici, işiten.
  • Bir okula dinleyici olarak devam eden.

müstemian

  • (Semi'. den) İşiterek, duyarak. Dinleyici olarak.

müstemirrü't-tecelli / müstemirrü't-tecellî

  • Yasıması devamlı, kesintisiz.

müstenir

  • (Nur. dan) Işık ve nur alan, parlak.

müstênis

  • Alışık.

müstenşid

  • (Neşide. den) Birisinin şiir okumasını isteyen.

müşterekün fih / müşterekün fîh

  • Kendisi üzerinde birleşilmiş olan.

müsterhimane / müsterhimâne

  • İstirham edene, yalvarana, merhamet dileyene yakışır şekilde, yakışır halde. (Farsça)

müsterşidane / müsterşidâne

  • Doğru yolun gösterilmesini isteyene yakışır surette. (Farsça)

müsteşar

  • (Meşveret. den) Kendine iş danışılan. Hükümetin vekilinden sonra en yüksek idare me'muru.
  • Kendisiyle istişare edilen.

müsteşfi / müsteşfî

  • Şifa isteyen, hastalığının iyi olmasını isteyen.
  • Kendisine baktıran.
  • Hastahane.

müsteşhedat / müsteşhedât

  • (Tekili: Müsteşhed) şâhid olarak gösterilen kimseler. şâhid tutulan kişiler.

müsteskal

  • (Sıklet. den) İstiskal edilen. Soğuk muamelede bulunulan. Kendisine kovarcasına muamele yapılan.

müsteskılane / müsteskılâne

  • İstiskal eden kimseye yakışır şekilde. (Farsça)

müstesna / müstesnâ / مستثنى

  • İstisna edilen. Ayrı tutulan, ayrı muameleye tabi olan. Kaide dışı bırakılmış olan.
  • Kural dışı, ayrı, sıra dışı.
  • Apayrı. (Arapça)
  • Dışında haricinde. (Arapça)

müstesna etme

  • Dışında tutma.

müstesna olma

  • Birşeyin dışında, hariç olma.

müstetbeat / müstetbeât

  • Söze tabi olan mânâlar; telvih ve telmih yoluyla işaret edilen mânâlar gibi çağrışımlar.

müstetbeü't-terakip / müstetbeü't-terâkip

  • İşaret, telmih, remiz gibi asıl sözün etrafında bulunan birbirine bağlı ikinci derecedeki mânâlar; çağrışımlar.

müstetbi'

  • Kendisine tâbi olunmasını isteyen.

müstevfa

  • (Müstevfi) (Vefa. dan) Yeter, yetişir, kâfi derecede, yeteri kadar.
  • Tam, mükemmel.

müstevi

  • Düz. Her tarafı bir, doğru. Tesviye görmüş.
  • Düzlem.
  • Gr: Müennes ve müzekkeri bir olan isim. Sıfat.

müstmendan / müstmendân

  • (Tekili: Müstmend) Hüzünlü, kederli ve mahzun kimseler, üzgün kişiler. Zavallılar, miskinler, biçareler. (Farsça)

muta / mûtâ

  • Verilmiş, kendisine bir şey verilen.

mutaassıbane

  • (Asab. dan) Mutaassıbca. Mutaassıba yakışır şekilde. Körükörüne.

mutad / mûtad

  • Âdet olunmuş, alışılmış.
  • Alışılmış, adet.

mütalaa

  • Bir işi etraflıca düşünmek, okumak, tetkik etmek.

mutarassıdane / mutarassıdâne

  • Tarassud edene yakışır şekilde. (Farsça)

mutasallibane

  • Salâbetli gibi, kuvvet sâhibi olana yakışır surette. (Farsça)

mutasarrıf

  • Tasarruf hakkı ve salâhiyyeti olan. Tasarruf eden. Bir işi kendi isteğine göre idâre eden. Bir malın sahibi.
  • Eskiden, vilâyetten küçük olan Sancağın en büyük idâre âmiri.

mutasarrıf-ı hakiki / mutasarrıf-ı hakikî

  • Gerçek tasarruf sahibi olan, her işi kendi istek ve kurallarına göre idare eden Allah.

mütasarrıfa

  • İnsandaki görünmeyen his organlarının beşincisi; his organları vâsıtası ile elde edilen duyuları ve mânâları karşılaştırıp, yeni mânâlar elde etmeye yarayan kuvvet.

mutasavvıf

  • Tasavvuf ehli olan, kalbi dünyanın gelip geçici işlerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlayan tarikat ehli kimse.

mutasavvıfa-i mütefelsife

  • Felsefeyle ilgilenen ve etkisinde kalan tasavvufçular.

mutasavvıfane / mutasavvıfâne

  • Sofuca. Mutasavvıflara yakışır tarzda. (Farsça)

mutavassıt nev'

  • Evrim teorisindeki ara geçiş türü, iki ayrı türden doğan melez.

mutavele

  • (Tul. dan) İşi uzatma, sürüncemede bırakma.

mutazallim

  • (Çoğulu: Mutazallimîn) (Zulm. den) Kendisine yapılan haksızlık ve zulümden şikâyet eden, sızlanan.

mutazallimane / mutazallimâne

  • (Zulm. den) Kendine yapılan zulüm ve haksızlıkdan dolayı sızlanan kimseye yakışır şekilde.

mutbein

  • Çukur yer.
  • Kalbi karar etmiş kişi, mutmain.

mute harbi

  • Mute, Şam'a bağlı, Kudüs'e iki konak mesafede bir yerdi. Mute harbi müslümanlarla Rumlar arasında vuku bulan muharebelerin başlangıcıdır. Sebebi de Peygamber'in elçisinin öldürülmesidir. Resul-ü Ekrem Busrâ emiri Şürahbil bin Amr'e, ashâbından Hâris bin Umeyr ile bir mektub göndererek İslâma dâvet e

müteahhid

  • İşi üzerine alan.
  • Taahhüd eden. Bir işi üzerine alan.

müteahhidin / müteahhidîn

  • (Tekili: Müteahhid) (Ahd. dan) Taahhüd edenler. İşi üzerine alan kimseler.

müteakıd

  • (Akd. dan) Anlaşma yapan iki kişiden her biri.

müteakkıd

  • (Akd. dan) Düğümlenen, karışık olan.

müteakkılane / müteakkılâne

  • Anlayana yakışır şekilde. (Farsça)

müteallik

  • Asılı, bağlı.
  • Taalluk eden, ilgili, ilişiği olan.

müteanni

  • Zahmetli ve zor olan bir işi üzerine alan. Zahmet çeken.

müteannit

  • Yanlış arayan. Başkalarının yanlışını bulmak için uğraşan.

müteannitane / müteannitâne

  • Yanlış arayana, yanlışlıklar çıkarmaya uğraşana yakışır surette. (Farsça)

mütearris

  • Karısına sevgisini bildiren.

müteatıf

  • (Atf. dan) Kendisine atfolunan.
  • Birbirini seven.

müteavvid

  • Alışılmış, âdet edinen.

müteayyin

  • (Ayn. dan) Karar verilmiş.
  • İleri gelen kimse. Eşraftan olan kişi.
  • Belli, âşikâr ve meydanda olan. Taayyün eden.

müteazzibane / müteazzibâne

  • Bekâr kalana evlenmeyene yakışır surette. (Farsça)

müteazzil

  • (Azl. den) Azledilip işinden çıkarılmış.

mütebaki / mütebâki / mütebâkî

  • Geri kalan kısım.
  • Geri kalan kısım.

mütebassır

  • (Basar. dan) Dikkatle bakan, ilerisini gören, iyice düşünen. Basiretli.

mütecavizane / mütecavizâne

  • Tecavüz eder şekilde. Tecavüz edene yakışır halde. (Farsça)

mütecessim

  • Şekillenen, cisimlenerek görünen, gözle görünen.
  • Cisimlenen.

mütedafiane / mütedafiâne

  • Düşmanı defedercesine. İtişir kakışırcasına. (Farsça)

mütedarik

  • (Derk. den) Tedârik eden, hazırlıyan.
  • Yetişip ulaşan.

mütedebbirane / mütedebbirâne

  • İlerisini görerek. Tedbirli ve ölçülü olarak. (Farsça)

mütedemdim

  • Sinek vızıltısı gibi sesler çıkaran.

müteeddibane / müteeddibâne

  • Edeblenerek, utanç duyarak, haya ederek. Terbiyeli ve edebli bir kimseye yakışır surette. (Farsça)

müteemmilane / müteemmilâne

  • Derin düşünene yakışır surette. Düşünceli olarak. (Farsça)
  • Dalgın şekilde. (Farsça)

müteemmir

  • Âmirlik yapan kişi. Emreden kimse.

mütefazzıl

  • (Çoğulu: Mütefazzılîn) (Fazl. dan) Meziyet, fazilet ve bilgi yarışına çıkan.

mütefekkirane / mütefekkirâne

  • Derin ve dikkatli düşünerek, mütefekkire yakışır surette. (Farsça)

mütefenninane / mütefenninâne

  • Mütefennin olan kimseye yakışır surette. (Farsça)

müteferrik

  • (Fark. dan) Çeşitli. Kısım kısım. Başka başka. Dağınık.
  • Kısım kısım, farklı farklı, dağınık.

mütefeyyiz

  • Feyizlenen, feyiz alan, ilim ışığıyla aydınlanan.

mütegallibane / mütegallibâne

  • Zorbacasına, zâlimlere yakışır surette. (Farsça)

mütegayir

  • Değişik, birbirine zıt.

mütehabbisane / mütehabbisâne

  • Bir yere kapanıp kendini hapsedene yakışır surette. (Farsça)

mütehaddi

  • Çekişen, çekişip kavga eden. Tahaddi eden.
  • Dikkatle bakan.

mütehallit

  • Karışan, karışık olan, tahallüt eden.

mütehamik

  • (Humk. dan) Kendisini ahmak gibi gösteren.

müteharriyane

  • Taharri edip araştırana yakışır şekilde. (Farsça)

mütehassıs

  • Bir işin hakikatını, içyüzünü çok iyi bilen. Bir meslekte mahir olan.
  • Has ve mahsus olan.
  • İhtisas sâhibi, uzman. Bir işin hakîkatini, iç yüzünü çok iyi bilen, bir ilim dalında veya meslekte mâhir olan.
  • Uzman, işin ustası.

mütehavin

  • (Hevn. den) İşinde gevşek ve kayıtsız olan. Bir işe ehemmiyet vermiyen, mühimsemiyen.

mütehavvil

  • Bir halde durmayan, başka şekle girip değişen.
  • Bir yerden diğer yere nakleden, değişip tebdil olan.

mütehemmik

  • İşinin üzerine düşen, ehemmiyet veren. İşine sıkı sarılan.

mütekabil

  • Karşılıklı, bir diğerinin karşısında.

mütekallid

  • Kuşanan. Kılıç takan, takınan. Kılıç kuşanmış.
  • Bir işi üzerine alan. Bir vazifeyi deruhte eden.

mütekebbir / متكبر

  • Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden. Yaratılanların sıfatlarından uzak, vehim ve aklın anlamasından yüksek, azamet ve kibriyâ (büyüklük) sıfatıyla her şeyden ayrılmış olup, her şeyden yüce ve yüksek olan.
  • Kibirlenen, kendisini başkalarından üstün gören, kendini beğenen.
  • Kendini beğenmiş, şişinen, büyüklenen. (Arapça)

mütekeffil

  • Kefil olan, tekeffül eden. Başkasının işini üzerine alan.

mütekellim

  • Söyleyici mânâsına Allahü teâlânın isimlerinden.
  • Kelâm âlimi.

mütekellim-i maalgayr

  • Konuşan kimsenin kendisinin de içinde bulunduğu bir cemaata ait fiili ifade eden kelimelerin sigasıdır. Okuduk, yazıyoruz, gideceğiz, çalışmışız... gibi.

mütekellim-i vahde

  • Konuşan kimsenin yalnız kendine ait fiili gösteren kelimelerin sigasıdır. Baktım, görüyorum, gezmişim, oturacağım gibi.

mütekeyyis

  • (Çoğulu: Mütekeyyisîn) Zeki ve akıllı gibi görünen.

mütelali

  • (Mütelal) Parlayan, parıldayan, ışıldayan. Şimşek gibi çakan.

mütelaşi

  • Telaş eden. Izdırab ile karışık acele eden. Telaşlı.

mütelasık

  • (Lüsuk. dan) Birbiriyle birleşmiş olan. Bitişik.

mütelebbis

  • Giyinmiş, elbiseli.
  • Karışık, başkasına bulaşmış, karışmış olan.

müteleffik

  • Bitişik ve yapışık olan.

mütemahhız

  • Fitne çıkaran.
  • Doğum sancısı çeken.

mutemed / mûtemed

  • Kendisine güvenilen.
  • Kendisine güvenilen.

mütemehhirin / mütemehhirîn

  • (Tekili: Mütemehhir) Mâhir olan kimseler. Temehhür eden kişiler.

mütemessik

  • Temessük eden. Sıkı sıkı yapışıp tutan.
  • Bir delil ve şahide dayanan, delile istinad eden.

mütemessil

  • Bir şeye benzeyen, bir şeyin suretine giren, cisimlenip görülen.
  • Kıssa, hikâye anlatan.

mütemeyyizin / mütemeyyizîn

  • (Tekili: Mütemeyyiz) Seçkin kişiler, seçilen kimseler, mütemeyyizler.

mütenaci

  • Fısıldayan, fısıltı ile konuşan. Tenâci eden.

mütenaciyane / mütenaciyâne

  • Fısıldaşanlar gibi, fısıldaşana yakışır surette.

mütenahiz

  • Erişip ulaşan.

mütenattı'

  • Boğaz içinden konuşan kişi.
  • İşlerinde mübâlağa eden.

mütenazır

  • (Nazar. dan) Tenazür eden, birbirinin karşısında bulunan. Simetrik olan.

mütenazıran

  • Bakışık olarak, simetrik tarzda.

müteneffizan / müteneffizân / متنفذان

  • (Tekili: Müteneffiz) Nüfuzlu ve hatırı sayılır kimseler. Sözü dinlenir kişiler. (Farsça)
  • Etkili kişiler, nüfuz sahipleri, sözü geçenler. (Arapça - Farsça)

mütenemmıs

  • Yüzden kıl yolan kişi.

müteneşşib

  • Bir şeye ilişip tutulan.

mütenevvi'

  • Çeşit çeşit, muhtelif, çeşitli, değişik, türlü türlü.

müteradif

  • Birbirine bağlı, tâbi olan. Birbirinin ardınca giden.
  • Gr: Yazılışı ayrı, fakat mânası aynı olan kelime.

müterafık

  • Arkadaşlık eden, refekat eden, beraber bulunan.
  • Bir arada, karışık, karışmış.

müterafik / مترافق

  • Refakat eden. (Arapça)
  • Karışık, bir arada. (Arapça)

müterakkiyane / müterakkiyâne

  • İlerleyene, terakki edene yakışır şekilde. (Farsça)

mütereddidin / mütereddidîn

  • (Tekili: Mütereddid) Karar veremeyenler, tereddüt edenler, kararsız kişiler.
  • Bir yere gidip gelenler.

müteşa'ab

  • Şube ve kısımlara ayrılmış olan.

mütesabık

  • Müsabaka eden. Birinden üstün gelmek için çalışan.
  • İleri geçmek için yarışmak, birisinden ileri geçmek.

müteşabik

  • Beraber ve karışık olanlar, birbirine karışanlar. Birbirine karışmış ve girmiş vaziyette olan. Girift.

müteşabike / müteşâbike

  • Birbirine girmiş, örgülenmiş, karışık.

mütesahhin

  • Isınan, kızan.

müteşahhıs / مُتَشَخِّصْ

  • Şahıs haline gelen, cisimlenen.

müteşebbis / متشبث

  • Girişimci.
  • Girişen, teşebbüs eden. (Arapça)
  • Girişimci. (Arapça)

mütesellihin / mütesellihîn

  • (Tekili: Mütesellih) Silâhlananlar, silâh kuşanan kişiler.

mütesemmi

  • Bir isim ile isimlenen, müsemma olan.

müteşerriane / müteşerriâne

  • Müteşerri gibi, ona yakışır yolda. (Farsça)

müteşetti

  • Kışı geçiren, bir yerde kışlıyan.

müteşettit / متشتت

  • (Müteşettite) Dağılan, dağınık olan. Karışan, karışık bulunan. Perişan olan.
  • Karışık, dağınık. (Arapça)

müteşevvikane

  • Çok istekli olan bir kimseye yakışır şekil ve surette. Şevkli bir tarzda. (Farsça)

müteşevviş

  • (Teşevvüş. den) Karışık, karmakarışık, anlaşılmaz, içinden çıkılmaz.

mütetarik

  • Bir işi bırakmakta olan.

mütevatir

  • Çok kimselerin naklettikleri haber. Yaygın haber. Herkesin veya alâkadarların işitip doğruluğunu kabul ettikleri kat'i, şüphesiz, sağlam haber. Yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir cemaatın bir hâdise hakkında verdikleri haber.

mütevatir hadis / mütevâtir hadîs

  • Birçok sahâbînin Resûl-i ekremden ve başka birçok kimsenin de bunlardan işittiği ve kitaba yazılıncaya kadar, böyle hep, çok kimselerin haber verdiği hadîs-i şerîfler.

mütevaziane / mütevaziâne

  • Tevazu ile. Mütevazi kimseye yakışır surette. (Farsça)

mütevaziin / mütevaziîn

  • (Tekili: Mütevazi) Alçakgönüllü kimseler, mütevazi insanlar, tevazu ehli olan kişiler.

müteveccih

  • Yönelmiş, dönmüş. Bir yere doğru yola çıkan.
  • Birisine karşı iyi düşünce ve sevgisi olmak. İhsan ve iltifat üzere olmak.
  • Pir-i fâni olmak.
  • Bir tarafa yönelen, bir tarafa gitmeye kalkan.
  • Birine karşı sevgisi ve iyi düşünceleri olan.

mütevekkil / متوكل

  • Kendi yapamıyacağı işde aczini bilip başka birisini vekil kabul etmek.
  • Tevekkül eden.
  • Allah'a (C.C.) güvenen ve işlerini O'na güvenerek tanzim eden.
  • Tevekkül eden her işini Tanrı'nın iradesine bırakan. (Arapça)

mütevelli / mütevellî / متولى

  • Vakıf idarecisi.
  • Bir vakfın üst yöneticisi. (Arapça)

mütevelvil

  • İşi velveleye boğan. Gürültü ve şamata yapan.

müteverrim

  • (Çoğulu: Müteverrimin) (Verem. den) Kabarık, şiş. Şişiren.
  • Verem olmuş, veremli. Verem illetine giriftar olan.

mütevessik

  • Bir işe sımsıkı sarılan.
  • Bir işi sebat ve devam üzere tutan.

mütevessikane

  • Bir işe sımsıkı sarılarak. Bir işi sebat ve devam üzere tutarak. (Farsça)

mütevessim

  • Bir şeyi çözmeğe çalışan.
  • Nişanlı, alâmetli ve bezenmiş kişi.

mütezahhir

  • (Zahr. dan) Bir kimse tarafından yardım edilen, yardım gören.
  • Karısına, nikâhı bozacak bir söz söyleyen.

mütezellilane / mütezellilâne

  • Zelil olarak, alçaklara yakışır surette, alçakçasına. Kendi hiçliğini bilir surette, kusur ve aczini anlamakla. (Farsça)

mutezile / mûtezile

  • "Kul kendi fiilinin yaratıcısıdır" iddiasında olan ehl-i sünnet dışı bâtıl bir mezhep.
  • Kendi akıllarını temel unsur kabul edip, Kur'ân ve sünneti ona uydurmaya çalışan Ehl-i Sünnet dışı bâtıl bir mezhep.

mutfil

  • (Çoğulu: Metâfil) Yanında genç buzağısı olan geyik.
  • Yavrulu deve.

mutlak fena / mutlak fenâ

  • Allahü teâlâdan başka her şeyin kalbden çıkıp, isimlerinin bile unutulması.

mutlakıyyet-i idare

  • Bir kişinin arzu ve isteklerine bağlı olan idare sistemi.

müttaki

  • Ehl-i takva. İttika eden. Haramdan ve günahtan çekinen, kendisini Allah'ın (C.C.) sevmediği fena şeylerdan koruyan.

muttali'

  • Haberli. Bilgisi olan. Bir yüksek yerden bakarak görüp anlayan. Vâkıf. Derk eden.

muttasıf

  • Vasıflanan, kendisinde bir hal, bir sıfat, bir vasıf bulunan.

muttasıl / مُتَّصِلْ

  • Yapışık, bitişik.
  • Bitişik, istisna-i muttasıl, aynı cinsten alanlar arasında yapılan istisnadır. Ayrı cinsten olursa "munkatı" denilir.
  • Bitişik, aralıksız, sürekli.
  • Bitişik.

muttasılan

  • Bitişik olarak.
  • Bir düziye.

müttefik

  • Birleşmiş, kendisiyle birleşilen kimse.

müttehid-i bizzat

  • Bizzat müttehid, birleşik, tek vücut (ikisinin tek vücut olması dışarıdan bir vasıtaya bağlı değil).

müttehim

  • Birisine zan ile kabahat isnad eden.

müvacehe

  • Mânen yüz yüze bulunma, karşısında olma.

muvacehesinde

  • Karşısında, önünde, çerçevesinde.

muvafakat-ı cifri / muvafakat-ı cifrî

  • Cifir ilmi açısından ortaya çıkan uyum.

muvaffakiyetsizlik

  • Başarısızlık.

muvahhidane / muvahhidâne

  • Muvahhide yakışır surette. (Farsça)

müvakil

  • Yapmadığı bir işi, başka bir kimseye yaptıran.

muvaneset

  • (Üns. den) Birbirine alışıp berâber yaşama. Ünsiyet peydâ etme.
  • İnsana alışma, insandan kaçmayış.

muvanis

  • (Üns. den) İnsana alışık, insandan kaçmayan.
  • Ünsiyet peydâ eden, birbirine alışıp birlikte yaşıyan.

muvasala

  • İletişim, irtibat.

müvasat / müvâsât

  • Tanıdıklarını ve arkadaşlarını, kendisinde bulunan nîmetlere ortak etmek, onlarla iyi geçinmek.

muvazaa / muvâzaa

  • Bir mes'elede bahse girişmek.
  • Mc: Danışıklı döğüş.
  • Hakikatte olmayan bir durumu varmış gibi göstermek için yapılan bir anlaşma.
  • Danışıklılık, bahse girişme.

muvazaaten

  • Danışıklı dövüşle.
  • Muvâzaa olarak.

muvazene-i adalet

  • Adaletin denge, ölçü ve terazisi.

müvekkel

  • Vekil tâyin olunmuş olan, vekil edilmiş olan. Bir kimse tarafından işlerini görmek veya kendisini müdafaa ettirmek için vekil edilmiş kimse.

müvekkil

  • İşini başkasına tevkil edip o işte o kimseyi kendi yerine ikame eyleyen. Vekil tâyin eden.

müvella

  • Muayyen bir dâvâyı veya ihtilafı hall için veyahut hakem, bilirkişi olmak üzere kadılar tarafından tayin eden salahiyetli kimse.

müyesser

  • Fariside "nevâle" denilen yemek.

müz

  • Gr: Harf-i cer oldukları zaman (Fi: ) vazifesini görürler. Zarf veya isim olduklarında ismin başına gelirlerse kendileri mübteda, sonra gelen haber olur. Fiilin başına gelirlerse kendilerinden önceki bir fiilin mef'ulünfihi olarak mahallen mensub bulunurlar.

müz'ıc

  • (Çoğulu: Müzacât) Gece haramisi.

müz'ım

  • Kendisine itikat olunmayan kimse.

muzaaf fiil

  • Gr: Fiilin kökündeki iki harfin aynısı beraber olan fiil. Medde - Şedde gibi. Başka tâbirle: Fiilin orta harfi ile son harfi (harf-i lâm'ı) aynı harfin tekerrüründen ibaret olan kelime.

muzaf

  • (Zayf. dan) Bağlı. Katılmış. İzâfe olmuş. Bağlanmış.
  • Gr: Başka bir isme katılmış ve onu tamamlamış olan isim.
  • "Evin kapısı" dediğimiz zaman; "kapı", "ev"i tamamlıyor. Bu muzâfdır.

muzafferane

  • Muzaffer olan bir kimseye yakışır surette. (Farsça)

muzafun ileyh

  • Arapça gramerine göre kendisine bir sıfatın izafe edildiği kelime.
  • İsim tamlamasında (izâfet terkibinde) muzâfın (belirtenin) bağlı bulunduğu ismin hâli.Türkçede muzâf sonra gelir. "Evin kapısı" dediğimiz zaman, ev; muzâfun ileyh; kapı; muzâfdır.

muzafün ileyh

  • Muzafın bağlı bulunduğu isim.

müzafünileyh

  • Belirtili isim tamlamasında belirtilen isme denir.

müzaheme / müzâheme

  • Sıkışıklık.

müzahref

  • Süprüntü, dışı süs içi pis şey.

müzahrefat / müzahrefât

  • Süprüntüler, dışı süs içi pis şeyler.

müzahrefiyet

  • Dışı süs içi pis olma, fıtri olmama, yapmacık.

müzakere

  • Karşılıklı fikir alışverişi, görüşme.
  • Bir iş hakkında konuşmak, bir iş için önceden danışıp görüşmek.
  • Talebenin derse çalışması.

muzam / mûzam

  • En büyük kısım, büyütülmüş.

müzamene

  • Zamanla çalışıp ücret almak.

muzari'

  • Ortak. Arkadaş.Benzer, müşabih.
  • Gr: Geniş zamanı ifade eden fiil hali. "Yazar, okur, görür, gelir" gibi.
  • Edb: Aruz kalıplarından birisinin ismi.

muzbat

  • Kül içinde pişirilen ekmek.

müzca

  • Sürücü, süren.
  • Kâmil olmayan kişi. Olgunlaşmamış insan.

müzdehim

  • (Zahm. dan) Kalabalık, izdihamlı, pek sıkışık.

müzebzeb

  • Karmakarışık.
  • Elinden iş gelmez, bir şeye karar veremeyen. Beceriksiz.

müzebzib

  • Karıştıran. Karmakarışık eden.

müzekker

  • Erkek, er.
  • Gr: Müennesin zıddı. Kelimeyi erkek gösteren. (İsim, zamir, sıfat, fiil).

müzekki

  • (Zekâ. dan) Temizleyen, ıslâh eden, tezkiye eden.
  • Huk: Şâhitleri gizli olarak tezkiye eden kimse. Eskiden hâkimler, şâhit olarak gösterilen kişilerin iyi kimse olup olmadıklarını, şehadetlerinin kabul olunabilip olunamıyacağını icab eden kimselerden sorarlar, haklarında; "İyidir" den

müzekkir

  • Andıran, hatıra getiren, yâd ettiren, zikrettiren, hatırda tutturan.
  • Zikreden, ibâdet eden.
  • Resul-i Ekrem (A.S.M.) mü'minleri ve bütün beşeriyeti tehlikeli şeylerden halâs edip iki cihan saadetine nâil olma yolunu tâlim ettiğinden, Kur'an-ı Kerim'de müzekkir diye isimlendiril

müzemmele

  • Soğuk su testisi.

müzeyyel

  • (Zeyl. den) Zeyli, ilâvesi olan.
  • Altına cevabı yazılıp geri gönderilen tezkere.
  • Eklentisi olan. Ekleme parçası olan.

muzi / muzî

  • Aydınlatan, ışık veren, parlak.
  • Işık veren, aydınlatan.

muzi' / muzî'

  • Aydınlatan. Işık veren.

muzie / muzîe

  • Işık verici, aydınlatıcı.

müzill

  • Bâzı kullarını aşağı ve zelîl eden mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden).

muzmer-i hakaik

  • Saklı, gizli kalmış, meydana çıkarılmamış hakikatler. Hakikatlerin gizlisi.

muzmir

  • Gazâ veya yarış için atını hazırlayıp terbiye eden kişi.

muztabi'

  • Ridâsını sağ koltuğu altından çıkarıp sol omuzuna atan kişi.

muztar

  • Sıkışık, zor durumda olan, çâresiz.

müzy

  • Şam ahalisinin kullandığı bir ölçüdür ve onbeş kile alır.

müzzemmil

  • Tezmil eden, sarınan. Elbise içine sarınan.
  • Bazıları, "Yükü yüklenen" şeklinde mânalandırmışlardır.
  • Mc: Gizlemek. Zayıf davranmak, işe pek kıymet vermemek.
  • Büyük bir hâdise karşısında başını içeri çekmek, kaçınmak, rahata meyletmek.
  • Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) Ce

na

  • Arabçada "Biz" mânasına gelen zamirdir. Meselâ: Kitabünâ : "Kitabımız" misalinde olduğu gibi, kelimenin veya fiilin sonuna eklenen bitişik zamirdir.

na'ab

  • Aceleci. Hızlı yürüyen, tez giden kişi.

na'cat

  • (Tekili: Na'ce) Dişi koyunlar.

na'ce

  • (Çoğulu: Niâc-Na'cât) Dişi koyun.
  • Dişi sülün.
  • Kadına da istiare ile söylenir.

na'l

  • Nal. Ayağa giyilen tahta ayakkabı veya hayvanların ayağına çakılan demir.
  • Oturulacak yerlerin en aşağısı.

na'ye

  • Birisinin öldüğünü bildiren söz.
  • Bir adamın zünub ve kabahatini izhar ve işaa eden söz.

na-behre

  • Azim, ulu. (Farsça)
  • Karışık. (Farsça)
  • Soysuz. (Farsça)

na-çespan

  • Uygun ve yakışık olmıyan. (Farsça)

na-kesan

  • (Tekili: Nâ-kes) Alçaklar, âdi insanlar, insaniyetsiz kimseler.
  • Cimriler, tamahkârlar, pintiler, hasis kişiler.

na-ma'dud

  • Sayılmaz, çok. Sayısız. (Farsça)

na-mahrem / nâ-mahrem

  • Yabancı, kendisiyle evlenilmesi haram olmayan kimse.

na-mesmu'

  • İşitilmeğe değmez. (Farsça)
  • İşitilmemiş, duyulmamış. (Farsça)

na-mevzun

  • Ahenksiz, ölçüsüz, vezinsiz, orantısız. (Farsça)
  • Edb: Vezni bozuk veya hiç olmayan manzume. (Farsça)

na-meysur

  • Ele geçirememiş. Elde edememiş. (Farsça)
  • İşi kolaylaştırılmış. (Farsça)

na-mihr-ban

  • Vefasız, sevgisiz, muhabbetsiz. (Farsça)

na-mihr-bani / na-mihr-banî

  • Vefasızlık, sevgisizlik, muhabbetsizlik. (Farsça)

na-münasib

  • Münâsebetsiz, yakışıksız, uygunsuz, uygun olmayan. (Farsça)

na-reva

  • Yakışıksız, reva olmayan. Münâsib ve lâyık olmayan.

na-saf

  • Saf ve hâlis olmayan. Saf olmayıp karışık olan. (Farsça)

na-sazkar / na-sazkâr

  • Uygun görmeyen, muhâlif. (Farsça)
  • Beklenmemiş, işitilmemiş. (Farsça)
  • Münâsebetsiz işle uğraşan. (Farsça)

na-şinide

  • Duyulmamış, işitilmemiş. (Farsça)

nab / nâb / ناب

  • (Çoğulu: Enyâb) Azı dişi.
  • Yaşlı deve.
  • Saf, halis, katışıksız. (Farsça)

nabız-aşna / nabız-âşnâ

  • Nabızdan anlayan. Mizaç bilen. Karşısındakinin zayıf taraflarını bilen. (Farsça)

naciz

  • Azı dişi.

naehil / nâehil

  • İşin adamı olmayan.

naf-ı şeb / nâf-ı şeb

  • Gece yarısı.

nafaka-i iddet

  • Fık: Kadının iddeti içinde muhtaç olduğu nafaka. Koca, boşadığı karısını iddeti bitinceye kadar infakla mükellef olduğu için bu müddet zarfındaki nafaka hakkında bu tâbir meydana gelmiştir.

nafe

  • Derisi kürk yapımında kullanılan hayvanların postlarının karnı altındaki deri kısmı. (Farsça)

nafi'

  • Menfaatli. Faydalı. Yarar. Şifalı.
  • Esma-i Hüsnâdan bir isim.

nafi' ve darr / nâfi' ve dârr

  • "Fayda ve zarar, iyilik ve kötülük kendisinden olan" mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden).

nafile / nâfile / نافله

  • Farz ve vacip ibadetinin dışında kalan ibadetler.
  • Boşuna. (Arapça)
  • Nafile namazı, farz dışında kılınan namaz. (Arapça)

nafiz-ül emr

  • Emri geçip sözü dinlenilen.
  • Kendisine itaat edip boyun eğilen.

nağme-i لاَتَقْنَطُوا

  • "Ümidinizi kesmeyin" nağmesi, melodisi.

nahabe

  • (Çoğulu: Nuhab) Geçit ağzı.
  • Çokluk asker.
  • Her nesnenin iyisi.

naharir

  • (Tekili: Nihrir) Bilgili, akıllı ve âlim kimseler. Fâzıl ve mâhir kişiler.

nahçir

  • Av hayvanı. Sayd. (Farsça)
  • Av yeri. (Farsça)
  • Yaban keçisi. (Farsça)

nahhas

  • Esirci, esir ticareti yapan kimse.
  • Hayvan alıp satan kişi.

nahhat

  • Marangoz. Doğramacı. Ağaç oymacısı. Taş yontucusu.

nahise

  • Koyun sütüyle karışık keçi sütü.

nahiv / نَحِوْ

  • Dilbilgisi, gramer.
  • Dilbilgisinin konusu cümle olan kısmı.
  • Cümle bilgisi.

nahiv ilmi

  • Arapça dilbigisinde cümle yapısını inceleyen ilim.

nahl / نحل

  • Bal arısı.
  • Bedelsiz bir şey vermek veya bedelsiz verilen şey.
  • Sövmek, iftira etmek.
  • Balarısı.
  • Bal arısı. (Arapça)

nahl-bend

  • Ağaçları budayıp tanzim eden kişi. (Farsça)
  • Balmumundan taklid süs ağacı yapan, balmumcu. (Farsça)

nahun-be-dendan / nâhun-be-dendân

  • Hayretten veya kederden dolayı parmağını ısırmış olan. (Farsça)

nahun-büray / nâhun-bürây

  • Tırnak makası, tırnak çakısı. (Farsça)

nahun-tıraş / nâhun-tıraş

  • Tırnak makası, tırnak çakısı. (Farsça)

nahv

  • Arapça'da cümle yapısını ele alan 'nahiv ilmi'.
  • Dilbilgisinin konusu cümle olan kısmı.

nahv ilmi

  • Cümle bilgisi. Kelimelerin cümle içinde fiil, fâil (özne), mef'ûl (nesne, tümleç) olma gibi durumlarından ve buna göre sonlarının aldıkları i'râbdan (harekelerden) bahseden ilim.

naib-ül am / naib-ül âm

  • Cumhuriyet müddei-i umumisi. Cumhuriyet savcısı.

naim cenneti / naîm cenneti

  • Sekiz Cennet'ten beşincisi.

naip / nâip

  • Başkasının yerine geçip onun işini yürüten, yerine getiren.

naka / nâka / ناقه

  • Dişi deve.
  • Bir yıldızın ismi.
  • Sivilce.
  • Dişi deve.
  • Dişi deve. (Arapça)

nakaka

  • Kurbağaların çağrışıp ötmeleri.
  • Tavuğun yumurtladığında ötüp gıdaklaması.

nakib / nakîb / نقيب

  • Vekil. Bir kavim veya kabilenin reisi veya vekili. Halkın hayırlısı.
  • En eski derviş veya dede.
  • Müfettiş.
  • Vekil, bir kavim veya kabilenin başkanı veya vekili.
  • Halkın hayırlısı.
  • Müfettiş.
  • Şeyh yardımcısı. (Arapça)
  • Reis vekili. (Arapça)

nakıbe

  • (Çoğulu: Nukab) Kişinin yan tarafında çıkan çıban.

nakıd

  • Bir şeyin iyisini kötüsünden veya bozuğundan ayıran.
  • Tenkidci, ayarcı. Paranın kalbını anlayan.
  • Dinar, dirhem.

nakıl

  • İleten, taşıyan, aktaran, nakleden.
  • Tercüme eden.
  • İşittiğini anlatan.

nakil

  • Nakleden, işittiğini anlatan.

nakiş

  • Parça parça ve dağınık olan eşyaların bir yerde veya bir çuval içinde toplanması.
  • Benzer, misil.

nakit

  • Dişi keklik.

nakkad

  • (Bak: Nekkad) Nakd eden. Paranın kalbını, sağlamını ayıran.
  • Tenkidci, bir şeyin iyisini kötüsünü ayıran.
  • İmam, hatib.
  • Tenkitçi; hadîsin tahlil ve kritiğinde uzman olan hadîs âlimleri.

nakkad-ı muhaddisin / nakkad-ı muhaddisîn

  • Hadîsin tahlil ve kritiğinde uzman olan hadîs âlimleri.

nakkaf

  • Temkinli kimse, iyi niyet sâhibi olan kişi.

nakliye

  • (Çoğulu: Nakliyat) Eşya taşıma işi.
  • Taşıma parası.

nakş-ı i'caz / nakş-ı i'câz

  • Mu'cizelik nakışı.

nakş-ı kader

  • Kader yazısı, nakşı.

nakş-ı nazmi-i i'cazi / nakş-ı nazmî-i i'câzî

  • Bir mu'cize olan tertip ve dizilişindeki örgü.

nakşibendiyye

  • Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Allahü teâlânın sevgisini kalblere nekşettiği için Behâeddîn-i Buhârî hazretlerine Nakşibend lakabı verilmiştir. Bu yolda olanlara Nakşibendî denilirdi.

nakur

  • Sur gibi ağızla üflenerek çalınan boruya denir. Nakr; vurmak ve didiklemek mânalarına geldiği gibi, boru çalmak mânasına da gelir. Çünkü boru çalındığı zaman, içinden hava tazyiki ile didiklenmiş olacağı gibi, dışından da o ses, çarptığı kulakları didikleyeceği cihetle boruya "minkar" mânasıyla alâk

nal

  • İnilti, figân. (Farsça)
  • Kamış kalem. (Farsça)
  • Kamış düdük. (Farsça)
  • Şeker kamışı. (Farsça)

nam / nâm

  • İsim, ad. Lâkab. Ün. Şan. (Farsça)
  • Vekillik. (Farsça)
  • Adres. (Farsça)
  • Ad, isim.

nam-averan / nam-âverân

  • (Tekili: Nam-âver) Namlı kişiler, ad salmış kimseler, ünlüler, meşhurlar.

nam-ı ali / nâm-ı âli

  • Yüce isim.

nam-ı müstear

  • Takma isim.

nam-ı şerif

  • Mübarek isim, şerefli ad.

nam-mahal / nâm-mahal

  • İsimli yer.

namadud / nâmâdud

  • Sayısız.

namahrem / nâmahrem / نامحرم

  • Mahrem olmayan; kendisi ile evlenilmesi haram olmayan.
  • Mahrem olmayan. (Farsça - Arapça)
  • Nikah düşmeyen kişi. (Farsça - Arapça)
  • Yabancı. (Farsça - Arapça)

naman

  • (Tekili: Nam) İsimler, adlar. (Farsça)

namaz

  • İslâmın beş şartından birisidir. (Farsça)
  • Duâ. (Farsça)
  • Zikir. (Farsça)
  • Kur'an. (Farsça)
  • Kunut. (Farsça)
  • Rüku. (Farsça)
  • Salât. (Farsça)
  • Şükür. (Farsça)
  • Tesbih. (Farsça)
  • Secde. (Farsça)
  • Hamd. (Farsça)

namazgah / namazgâh

  • Namaz kılınan yer. İbadetgâh. Eskiden şehir dışında, kırda ve sed üzerinde mihrab konulmak suretiyle namaz kılınmak için yapılan yere verilen addır.
  • Bir kasabanın bütün halkını bir arada bulunduran geniş sahaya da bu ad verilirdi. Bayramlarda ve fevkalâde günlerde kasaba ve civar köy

namus

  • Irz, iffet, edeb, hayâ.
  • Şeriat.
  • Melâike.
  • İrade-i İlâhiyenin tecellisi.
  • Nizam.
  • Emniyet ve istikamet gibi faziletlerin muhassalası olan pek kıymetli haslet.
  • Bir kimsenin mahrem, gizli esrarı olup işleri ve hallerinin iç yüzüne vakıf ve muttali ki

namuskarane / nâmuskârane / namuskârane / ناموسكارانه

  • Namusluca, namuslu insanlara yakışır şekilde.
  • Namusluca, namuslulara yakışır. (Arapça - Farsça)

namzed

  • (Nâm-zed) İsteyen veya istenilen kimse. (Farsça)
  • Sözlü. Nişanlı. (Farsça)
  • Bir vazifeye tayin edilmesini isteyen veya istenilen kişi. Aday. (Farsça)

nanpüz

  • Ekmekçi, ekmek pişiren. (Farsça)

nar-ı hayat / nâr-ı hayat / نَارِ حَيَاتْ

  • Hayat ateşi (vücûd ısısı).

nareva / nârevâ / ناروا

  • Yakışık almaz. (Farsça)

nasfet

  • (Nasafet) İnsaf. Haklılık. Bir şeyin yarısını almak. Hakkaniyet. İnsanları, kanunların şümulüne girmeyen hakları te'min ve ifasına zorlayan fotri adâlet hissi.

nası'

  • Her nesnenin hâlisi.
  • şiddetli beyaz olan.

nasihatname

  • Nasihat yazısı.

nasiye

  • Çehrenin gösterişi, alın, yüz.

naşiz

  • Karısına karşı çok zâlim olan koca.
  • (Kalb) heyecanla coşma.
  • Kalkmış, kabarmış, atan (damar).

naşize / nâşize

  • Kocasının hanesinden, izni olmaksızın çıkıp kendisini kocasından haksız yere men'eden kadın. Bu çıkış hakikaten olabileceği gibi, hükmen de olabilir.
  • Kabarmış, şişmiş.
  • Kocasının izni olmaksızın evinden kaçan ve kendisini beyinden haksız yere men eden kadın.

nass

  • Kesin, tartışılmaz olan, âyet ve hadîs.

nass-ı hadis / nass-ı hadîs

  • Hadisin açık, gerçek ifadesi. Muhtemeli olmayan sağlam mânaya delâlet eden lâfız. Delil mânâsına olan "Nass-ül fukaha" bundan alınmıştır.
  • Hadisin hükmü.

nasur

  • Göz pınarında, mak'at havâlisinde ve diş etlerinde olur bir hastalık.

nasye

  • Her nesnenin iyisi.

natakte

  • Söyledin. (mânasına karşısındakine hitabdır)

natır

  • (Nâtur) Bekçi. Bağ ve bostan bekçisi.

natşan

  • Susuz kalmış kişi.

natul

  • İlaçlarla kaynatıp mâlül kişinin az az başına dökülen su.

natüralizm

  • (Osm: Tabiiye) Fls: Kâinatta hâdiselerin ve varlıkların meydana gelişinde tabiat kuvvetleri dışında hiçbir sebep ve müessir kuvvet ve yaratıcı kabul etmeyen inkârcı, maddeci görüş.

nazar / نظر

  • Bakış. (Arapça)
  • İlgi gösterme, iltifat etme. (Arapça)
  • bakış açısı. (Arapça)

nazar ber kadem

  • Nakşibendiyye yolunun temel bilgilerinden birisi olup, tasavvuf yolculuğunda adımdan ileriye bakmak ve adımını baktığı yere atmak.

nazar-ı acizi / nazar-ı âcizî

  • Âcizin nazarı; benim bakışım anlamında, tevazu ifadesi olarak kullanılan söz.

nazar-ı adalet

  • Allah'ın sınırsız adaletiyle her varlığa adaletle muamele etmesi; zerre kadar da olsa her şeyin hakkını vermesi, haksızı cezalandırması açısından.

nazar-ı ahmedi / nazar-ı ahmedî

  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'in bakışı.

nazar-ı akli / nazar-ı aklî

  • Aklî bakış, akıl gözü, aklın anlayışı.

nazar-ı amme / nazar-ı âmme

  • Umumun bakışı, genel bakış.

nazar-ı beşer / نَظَرِ بَشَرْ

  • İnsanın bakışı.

nazar-ı dalalet / nazar-ı dalâlet / نَظَرِ ضَلَالَتْ

  • Hak yoldan sapmış, inançsızlık bakışı.
  • Haktan sapma bakışı.

nazar-ı ehl-i dikkat

  • Dikkatli olan kimselerin gözü, bakışı, ilgisi.

nazar-ı fikir

  • Fikrin gözü, düşünce bakışı.

nazar-ı gaflet ve dalalet / nazar-ı gaflet ve dalâlet

  • İman hakikatlerine karşı duyarsız davranan ve hak yoldan sapanların bakışı.

nazar-ı hikmet / نَظَرِ حِكْمَتْ

  • Hikmet bakışı.

nazar-ı ibret / نَظَرِ عِبْرَتْ

  • İbret bakışı.

nazar-ı inayet / nazar-ı inâyet / نَظَرِ عِنَايَتْ

  • Yardım bakışı.

nazar-ı insaf

  • İnsaf bakışı.

nazar-ı insan

  • İnsanın dikkati, bakışı.

nazar-ı kudret

  • Kudretin nazarı; İlâhî kudretin bütün varlıklara bakışı, nazarı.

nazar-ı kur'ani / nazar-ı kur'ânî

  • Kur'ân'ın bakış açısı.

nazar-ı millet

  • Milletin bakışı, düşüncesi.

nazar-ı muhabbet

  • Sevgi bakışı.

nazar-ı muhammedi / nazar-ı muhammedî

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) bakışı.

nazar-ı nübüvvet / نَظَرِ نُبُوَّتْ

  • Peygamberlik bakışı.
  • Peygamberlik bakışı.

nazar-ı peygamber

  • Peygamberin bakışı.

nazar-ı rabbani / nazar-ı rabbanî / نَظَرِ رَبَّانِي

  • Terbiye edici olan (Allahın) bakışı.

nazar-ı rabbaniye / nazar-ı rabbâniye

  • Her bir varlığı terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın bakışı.

nazar-ı rağbet / نَظَرِ رَغْبَتْ

  • Rağbet bakışı.

nazar-ı şari / nazar-ı şâri

  • İlâhî bakış; İslâmî hükümleri bildiren Allah'ın bakış açısı.

nazar-ı şer'i / nazar-ı şer'î

  • Şeriata, dinin bakışına göre.

nazar-ı şeriat

  • Şeriata, dinin bakışına göre.

nazar-ı takdir

  • Kıymet biçme bakışı, takdir bakışı.

nazar-ı takdir ve hürmet

  • Takdir ve hürmet bakışı.

nazar-ı teftiş

  • Denetleme bakışı.

nazar-ı umum

  • Genelin bakışı.

nazar-ı umumi / nazar-ı umumî / nazar-ı umûmî / نَظَرِ عُمُوم۪ي

  • Genelin bakışı, görüşü.
  • Umumun bakışı.

nazar-ı velayet / nazar-ı velâyet

  • Velîlik bakışı, velâyet gözü.

nazarı amm / nazarı âmm

  • Bakışı geniş ve kuşatıcı.

nazariyat / nazariyât / نَظَرِيَاتْ / nazarîyat

  • Ayet ve hadislerle kesin olarak sınırları belirlenmemiş dinin ictihada açık olan kısımları.
  • Ayet ve hadislerle kesin olarak sınırları belirlenmemiş dinin ictihada açık olan kısımları.

nazariyat-ı diniye / nazariyât-ı diniye / nazariyât-ı dîniye / نَظَرِيَاتِ دِينِيَه

  • Dinin teorik kısımları.
  • Ayet ve hadislerle kesin olarak sınırları belirlenmemiş dinin ictihada açık olan kısımları.

nazarıyla

  • Gözüyle, bakışıyla.

nazik-hulk / nâzik-hulk

  • Yaradılışı ve tabiatı nâzik olan.

nazikane / nâzikâne

  • Nazik kimseye yakışır şekilde, kibarlıkla, terbiyelice. (Farsça)

nazımane / nazımâne

  • Nazım olana yakışır surette. (Farsça)

nazır

  • (Çoğulu: Nüzzâr) Nazar eden, bakan.
  • Bir idarenin veya dairenin umur ve işlerine bakan en büyük memur. Bir işin idaresine memur reis.
  • Kabine azalarından herbiri. Nâzır. Vekil. Bakan.
  • Vâsinin yapacağı tasarruflara nezarette bulunmak üzere musi veya hâkim tarafından tayi

nazırsız / nâzırsız

  • Gözlemcisiz.

nazm

  • Kur'ân-ı Kerim'in yazısı. Manzume, ölçü ve kâfiyeli yazı.

nazm-ı celil

  • Yüce diziliş; âyetteki harf ve kelimelerin yüce dizilişi, İlâhî tertibi.

nazm-ı kelam / nazm-ı kelâm

  • Söz ve ifadenin tertip ve dizilişi.

nazur

  • (Çoğulu: Nevâzır) Gece bekçisi.

nazzam-ı vahid / nazzâm-ı vâhid

  • Bütün varlık âlemini yaratılış gayelerine uygun olarak en güzel şekilde düzenleyen Kendisi bir olan Allah.

ne'b

  • (Çoğulu: Niyeb) Sâfi nesne.
  • Yaşlı dişi deve.

nebah

  • (Nibâh-Nübâh) Köpek havlaması.
  • Yılan seslenişi.
  • Keçi ve geyik inleyişi.

nebean

  • Kaynayıp yerden çıkmak. Pınar suyunun çıkışı. Fışkırmak.

nebi / nebî

  • Peygamber, kendisinden önce gelmiş olan resulün şeriatı üzerine amel eden Peygamber.

nebik

  • (Çoğulu: Nebâyık) Sedir ağacının yemişi.

nebiy-yi ahirzaman / nebiy-yi âhirzaman

  • Âhirzaman nebisi, peygamberi, Hz. Muhammed (a.s.m.).

nebiyy-i ahirüzzaman / nebiyy-i âhirüzzaman

  • Dünya hayatının kıyamete yakın son devrenin Nebisi; son Peygamber.

nebiyy-i ekrem

  • İnsanlığın en şereflisi olan peygamber; Hz. Peygamber (a.s.m.).

nebiyyü'l-haram

  • Mescid-i Haram Peygamberi, Hz. Muhammed'in (a.s.m.) isimlerinden biri.

nebiyyü-l haram

  • Mescid-i Haram Nebisi meâlinde. Resül-i Ekremin (A.S.M.) bir ismi.

nebiyyü-r rahmet

  • Bütün âlemler için Rahmete vesile olduğundan peygamber Efendimiz için söylenmiş bir isimdir.

nebiyyü-t tevbe

  • Resül-i Ekremin (A.S.M.) bir ismi. (Ümmetinin tevbelerinin kabul edileceğine işâreten bu isim verilmiştir.)

nebiyyullah

  • Allah'ın nebisi, peygamberi.

nebiz

  • Hurma veya kuru üzümü soğuk suda bırakıp, şekeri suya geçince, kaynayıncaya kadar ısıtıldıktan sonra soğuyunca süzülerek elde edilen sıvı.

nebta

  • Yanları beyaz olan dişi koyun.

necaset / necâset

  • Aslı îtibâriyle veya sonradan meydana gelen bir sebeble pis olan şeyler. Namaza mâni olup olmama yönünden; hafif necâset ve kaba necâset, görülüp görülmeme yönünden; mer'î (görülen) ve gayr-i mer'î (görülmeyen) ve akıcı olup olmama yönünden; mâî (akı cı) ve câmid (katı) olmak üzere kısımlara ayrılır

necaşi / necâşî

  • Habeş Meliki olan "Eshame" nin lâkabıdır. Kamus Şârihinin dediğine göre, mutlaka bu isim, Habeş Meliklerinin has isimleridir.
  • Habeş hükümdârı. Habeş krallarına verilen isim.

necib / necîb / نجيب

  • Cömert, kerim kişi.
  • Soylu, asil, kişizade. (Arapça)

necim

  • Kısım, parça.

necis-ül ayn

  • Pisliğin ta kendisi.

necisü'l-ayn

  • Bir şeyin bizzat kendisinin pis olması.

necisülayn

  • Pisliğin ta kendisi.

necm

  • (Necim) Yıldız, ahter, kevkeb. Ülker yıldızına da denir. Ülker, onbir yıldızdır. Altısı görünür, gözü kuvvetli olan yedinciyi de görebilir.
  • Belirli olan vakit. (Araplar, vakti yıldızlarla tahdit ederlerdi)
  • Kabak ve hıyar gibi yayvan nebat.
  • Belirli vakitte yapılan vazi
  • Kısım, durak; yıldız.

necmeddin-i kübra

  • (Mi: 540 - 618) İran Mutasavvıflarının en mühim şahsiyetlerindendir. Kübreviyye veya Zehebiyye ismi ile anılan tarikatın kurucusu sayılır. İsmi: Ahmed bin Ömer Eb-ul Cenab Necmeddin Kübra el-Hivakî el-Harzemî.Münazara ve mübaheseyi çok sevdiği ve her münazarada hasımlarını yendiği için kendisine "Et

necv

  • (Çoğulu: Nicâ) Yüzmek.
  • İki kişi arasında olan sır.
  • Karından çıkan necis.

necva

  • Gizli fısıltı. İki kişi arasında fısıldamak.
  • Ağız koklamak.
  • İki kişi arasındaki sır.

nedim

  • (Çoğulu: Nedmân - Nüdemâ) Sohbet arkadaşı, meclis arkadaşı.
  • Tatlı konuşan. Güzel hikâye anlatan.
  • Büyük kişileri hikâye ve fıkralarıyla eğlendiren.

nedis

  • Akıllı kişi.

nedve

  • Yaşlık, nemlilik.
  • Meşveret etmek. Bir işi hakkında görüşmek.
  • Konuşmak.

nefer / نفر

  • Bir kişi, tek kişi.
  • Asker, er. (Bazılarınca insan cemaati. Ona kadar olan adam topluluğuna denir. Üçten ona kadar olan kişilere "Reht" denir.)
  • Kişi. (Arapça)
  • Asker. (Arapça)

nefes-i rahman / nefes-i rahmân

  • Sonsuz merhamet sahibi Cenab-ı Hakkın varlıklar üzerindeki rahmet esintisi.

nefha

  • Koku. Rüzgârın hafif esişi. Azıcık koku.

nefis / نَفِسْ

  • Pek beğenilen, pek güzel, pek iyi.
  • Can, kişi, kendi, öz varlık.
  • Bir şeyin zatı olan kendisi.
  • Bir kimsenin kendisi.
  • Bir şeyin kendisi, zât.

nefl

  • Sevab için yapılan ibâdet. Emredilmemiş, farz veya vâcib olmadan yapılan ibadet. Nâfile.
  • Birisine ganimet malı veya atiyye, ihsan vermek.
  • Yemin etmek.

nefret

  • Tiksinmek, ürküp kaçmak.
  • Birisinin yakını ve akrabası.

nefs

  • (Nefis) Can, kişi, kendi, öz varlık. Bir şeyin zatı olan, kendisi.
  • Göz.
  • Şehvet ve gadabın mebdei olan kuvve-i nefsaniye. Fıtri meyil, bedenin hissi istekleri.
  • Ruh, hayat, asıl.
  • Maya.
  • Hamiyet.
  • Üfürmek, üflemek.
  • Can, kişi, kendi, özvarlık.
  • Bir şeyin zatı olan kendisi.
  • Can.
  • İnsanın kendisi, kişi, beden.
  • Hakîkat, cevher, asıl, öz. İnsanda ve cinde şer, kötülük kuvveti. Şerîate yâni dîne uymayan isteklerin kaynağı. Buna nefs-i emmâre de denir.

nefs u cism

  • Kişinin kendisi ve cismi.

nefs-i amel / نَفْسِ عَمَلْ

  • Amelin kendisi.
  • Amelin ta kendisi.
  • Amelin kendisi.

nefs-i azap

  • Azabın tâ kendisi.

nefs-i beşer

  • İnsanın kendisi.

nefs-i cismani / nefs-i cismanî / nefs-i cismânî / نَفْسِ جِسْمَانِي

  • Cisimleşmiş nefis, beden.
  • Cismin kendisi, beden.

nefs-i faaliyet

  • Faaliyetin kendisi.

nefs-i hak

  • Hak ve hakikatin bizzat kendisi.

nefs-i hakikat / nefs-i hakîkat / نَفْسِ حَق۪يقَتْ

  • Gerçeğin kendisi.
  • Hakîkatin kendisi.

nefs-i hidayet

  • Hidayetin kendisi; doğru ve hak yola erişmenin kendisi.

nefs-i hizmet / نَفْسِ خِدْمَتْ

  • Hizmetin bizzat kendisi.
  • Hizmetin kendisi.

nefs-i ibadet

  • İbâdetin kendisi.

nefs-i ihbar / nefs-i ihbâr / نَفْسِ اِخْبَارْ

  • Verilen haberin kendisi.
  • Haber vermenin kendisi.

nefs-i ilim

  • İlmin hakikati, ilmin kendisi.

nefs-i islamiyet / nefs-i islâmiyet

  • İslâmiyetin kendisi.

nefs-i kafir / nefs-i kâfir

  • İnanmayan kişinin kendisi.

nefs-i kur'an / nefs-i kur'ân

  • Kur'ân'ı Kerimin kendisi.

nefs-i maksad

  • Maksadın kendisi, aynısı.

nefs-i mardiye

  • Kusurlarını bilen, kendisinden râzı olunan nefis. Rabbinin indinde makbul olan nefis.

nefs-i mardiyye

  • Kusurlarını bilen, kendisinden râzı olunan nefs. Rabbinin indinde, makbûl olan nefs.

nefs-i mülheme

  • Tas: Lüzumu hâlinde Cenab-ı Hak tarafından kendisine hakikatlar ilham edilen, tasaffi ve tekâmül etmiş nefis.

nefs-i mülhime

  • Gerektiği zaman Allahü teâlâ tarafından kendisine hakîkatler ilhâm edilen, kötülüklerden arınmış nefs.

nefs-i mutmainne

  • Îmân etmiş nefs. Allahü teâlâyı anmakla huzûra eren, İslâmiyet'in emirlerini yapmak kendisine zor, ağır gelmeyen nefs.

nefs-i natıka / nefs-i nâtıka

  • Konuşan öz, insan; doğru ile yanlışı birbirinden ayıran insan mahiyetinde bulunan nur, aklî ve naklî meselelerin alâkalarını hissetmeye ve anlamaya kabiliyeti olan insan ruhu, insan.

nefs-i rububiyet

  • Rububiyetin kendisi.

nefs-i vahide

  • Bir şey, bir kişi.

nefs-i zeval / nefs-i zevâl

  • Sona ermenin kendisi.

nefs-ül emir

  • Hakikatın kendisi. İşin hakikatı.

nefs-ül-emr

  • Hayâl, düşünce olmayan, zihnin hâricinde kendisi var olan, hakîkat.

nefsi / nefsî

  • Nefis ile, kendisi ile alâkalı. Şahsa ait, nefse dair.

nefsi nefsi / nefsî nefsî

  • "Benim nefsim", "nefsim nefsim" mânâsına yalnız kendini düşünmeyi ve kendisiyle olan alâkayı ifâde eden bir tâbir.

nefsi tefekkür / nefsî tefekkür

  • Kişinin kendisi ve kendi varlığı üzerinde etraflıca derinlemesine düşünmesi.

nefsü'l-emir

  • İşin hakikati, aslı.

nefsü'l-emr

  • İşin temeli, esası.

nefsülemir

  • Birşeyin gerçek hâli ve konumu; işin aslı esası.
  • İşin kendisi, hakikatı.

nefy

  • Sürgün etmek. Birisini kendi rızası olmadan, bir yerden başka bir yere nakletmek, sürmek.
  • Gr: Bir şeyin olmadığını ifade eden (olumsuzluk) edatı. Müsbetin zıddı, menfi olan. Bir şeyin yokluğunu veya olmadığını iddia.

negatif

  • Mat: Sıfırdan küçük, önünde eksi işareti bulunan sayı. Menfi. (Fransızca)
  • Gerçekteki karanlık ve aydınlık kısımları tersine gösteren fotoğraf camı veya filmi. ( Bak: Menfi) (Fransızca)

nehak

  • Eşek anırtısı.

nehar

  • (Çoğulu: Enhür) Fecrin doğuşundan güneşin batışına kadar olan aydınlık.
  • Toy kuşunun yavrusu.
  • Altın.

nehar-ı örfi / nehar-ı örfî

  • Güneşin tuluundan gurubuna - doğuşundan batışına - kadar olan zaman.

nehar-ı şer'i / nehar-ı şer'î

  • Fecr-i sadıktan güneşin batışına kadar olan müddet.

nehb

  • Yağma, yağmacılık, çapul.
  • At oynatmak, koşturmak.
  • Kahr ile bir kişinin malını elinden almak.

nehhas

  • Nehs'in mübalağası.
  • Bir kişinin lakabı.

nehhat

  • Yüce avazlı, gür sesli kişi.
  • Çalıştırılan sığır.
  • İnce.
  • Hımar, eşek.
  • Sadaka toplamaya memur olan kişinin işini bitirdikten sonra ücretini alması.

nehik

  • Anırtı, eşek anırtısı.

nehit

  • Eşek anırtısı. Hımar avazı.

nehk

  • Eşek bağırışı.

nehs

  • Kabzetmek, almak.
  • Yılan sokması.
  • Eti ön dişiyle almak.

nehş

  • Yılan sokmak.
  • Almak, kabzetmek.
  • Ön dişiyle bir nesneyi ısırır gibi tutmak.
  • Et almak.

nekavet

  • Her şeyin iyisi, seçkini.
  • Temizlik, paklık.

nekel

  • Kuvvetli kişi.

nekes / نكس

  • Hayırsız. (Farsça)
  • Elisıkı. (Farsça)

nekib

  • (Çoğulu: Nukabâ) Halkın iyisi.
  • Kâhya.
  • Kefil.
  • Müfettiş, kontrolcü.

nekir

  • Bilinmemiş olan. Muayyen olmayan.
  • Mezarda iki sual meleğinden birisinin adı. (Diğerininki; münkerdir)

nekkad

  • Bir şeyin iyisini kötüsünü seçen kimse.
  • Paranın sağlamını kalpından ayıran.
  • İmam, hatib ve kayyum gibi hizmet sahiblerinin, vazifelerine devam edip etmediklerini murakabe ve devam etmiyenlere tenbihat, icra ve devamsızlıkları tesbit eden vazifeli kişi.

nekre

  • Belirsiz olan.
  • Çıban ve yaradan çıkan kan ve irin.
  • Garip ve gülünç fıkralar.
  • Hoş sohbet ve hazır cevap kimse.
  • Gr: Belirtilmemiş isim, neye delâlet ettiği belli olmayan (harf-i tarifsiz) isim.
  • Gr. başına "el" takısı almamış, mânâsı kapalı, belirsiz isim.

nemime / nemîme

  • Söz götürme. Lâf taşıma. Bir kimse aleyhindeki sözleri ifsad maksadıyla kendisine eriştirme.
  • Söz götürme, taşıma, kişi aleyhindeki sözleri ona eriştirme, koğuculuk etme.

nemin

  • Fısıltı.
  • Koğucu.

nemire

  • Dişi kaplan.
  • Yün kaftan.

nemm

  • Birinin sözünü başkasına götürüp ikisinin arasını bozma. Koğuculuk.

nerbdan

  • Merdiven. (Neverdi bâm'dan alınmıştır. Neverd; kıvrım, büküm; neverdiden; tayyetmek, dürmek; bam, ban; tavan mânalarına gelirler. Üst kata merdivenle çıkıldığından, neverdibâm yerine hafifletilmişi olan nerdbân denilmiştir.) (Farsça)

nergis

  • (Nerges - Nercis) İri papatya biçiminde ortası yeşil veya sarı, yaprakları gri ve sarı bir çiçek. Suyu, uyuşturucudur. Mahmur bakışı andırır.

nergis-dan / nergis-dân

  • Nergis saksısı. (Farsça)

nergisi / nergisî

  • Nergis biçiminde kesilip yapılan bir çeşit hamur işi. (Farsça)

neş'e-i şit-i hüviyet / neş'e-i şît-i hüviyet

  • Cenâb-ı Hakkın Hz. Adem'e, ölen oğlu Hâbil'e mukabil "Allah'ın vergisi, ihsanı" anlamına gelen Şit'i (a.s.) vermesi sevinci.

nesai

  • (Bak: Kütüb-ü sitte-i hadisiyye)

nesais

  • (Tekili: Nesise) Fesatlık için yapılan fısıltılar.

nesc

  • (Nesic) Dokunuş, dokuma.
  • Canlı mahluklardaki hücrelerin, Allah'ın (C.C.) kudretiyle ve kanunu dâiresinde yanyana gelip birleşerek uzuvların yapılışı. (Meselâ: Hayvanlarda deri, kemik, et vesâir kısımların yapılışı gibi)

neseb

  • Sülâle, hısımlık, karabet, soy. Baba soyu, atalar zinciri.
  • Vuslat.
  • Sülâle, hısımlık, karabet, soy, baba soyu, atalar zinciri.

nesif

  • İki kişi arasındaki sır.

nesise

  • (Çoğulu: Nesâis) Fesatlık için yapılan fısıltı.

nesnas

  • Koğuculuk eden kişi.
  • Maymun.

neşneşe

  • Koyun derisini yüzmek.
  • Zırh sesi.
  • Su kaynarken ötüp ses çıkmak.

nesr

  • Hamele-i Arş'tan olan bir melek.
  • Akbaba, kartal.
  • Nuh kavminin putlarından birisinin ismi.
  • Yarayı deşmek.
  • Kuşun, eti didiklemesi.
  • Birinin aleyhinde konuşmak.
  • Güneyde bir parlak yıldız. Buna Nesr-ül vâki' denir. Batıdaki yıldıza ise: Nesr-üt-Tair

neşş

  • Kaynamak, galeyan.
  • Her nesnenin yarısı.
  • Davarın tezce derisini yüzüp etinden ayırıp çıkarmak.
  • Yirmi dirhem.
  • Karıştırmak.

neşt

  • Yılan sokmak ve ısırmak.
  • Bir yerden bir yere gitmek.
  • Çözmek.
  • Çıkarmak.
  • İpi bağlamak.

neşv ü nema / neşv ü nemâ

  • Yetişip, büyüme, gelişme.

neşvar

  • Davar gevişi.

netaic-i amel / netâic-i amel

  • İşin neticeleri.

netice-i amel

  • Yapılan işin neticesi.

netice-i fıtrat

  • Yaratılışın gaye ve neticesi.

netice-i hilkat / netîce-i hilkat / نَتِيجَۀِ خِلْقَتْ

  • Yaratılışın sonu, gayesi. Yaratılmanın neticesi.
  • Yaratılışın sonucu.
  • Yaratılışın neticesi, gāyesi.

netice-i hilkat-i kainat / netice-i hilkat-i kâinat

  • Kâinatın yaratılışının neticesi.

neva / nevâ

  • Ses, sadâ, makam, âhenk.
  • Refah.
  • Levazım, kuvvet, zenginlik.
  • Nasip.
  • Türk musikisinde eski makamlardan biri.

nevabig

  • (Tekili: Nâbiga) Şerefli ve ulu kimseler.
  • Sonradan şâir olan kişiler.

nevatır

  • Kirişi kesik olan yay.

nevfel

  • Deniz, derya, bahr.
  • Atâsı çok olan kişi. Çok bahşiş dağıtan.

nevmalud / nevmâlûd

  • Uyku ile karışık.

nevres

  • Su kuşlarından mavi renkli bir kuştur; başının yarısı siyah yarısı beyaz olur; güvercin büyüklüğündedir. Su üstüne yakın uçar ve balık gördüğü gibi kapar.

nevruz

  • Yeni gün. İlkbahar. Baharın ilk günü sayılan ve güneşin Hamel (Kuzu) burcuna girdiği 22 Marta rastlayan gün. Bu tarihte gece ve gündüz müsâvi olur. İranlıların yılbaşısıdır. (Farsça)

nevür

  • Çivit.
  • Damga için kullanılan içyağı isi.

neyb

  • Dişle ısırmak.

neyfak

  • Tilki derisinden olan kürk.

neyşeker

  • Şeker kamışı. (Farsça)

neyyir

  • (Nur. dan) Nurlu, parlak, ışıklı cisim.
  • Yıldız. Cisim halindeki nur.
  • Güneş, şems.

neyyir-i hürriyet

  • Hürriyetin ışığı, aydınlığı.

neyyir-i saadet

  • Saadet, mutluluk ışığı, aydınlığı.

neyyireyn

  • Cisimlenmiş iki nur, yâni: Güneş ile Ay.

nezr

  • Adak adamak.
  • Fık: Cenab-ı Hakka ta'zim için mübah bir fiilin yapılmasını deruhde etmek, öyle bir işin yapılmasını kendi nefsine vacib kılmaktır.
  • Adak yâni bir isteğin yerine gelmesi ve bir korkunun giderilmesi için, farz veya vâcib olan bir ibâdete benzeyen ve başlı başına ibâdet olan bir işi yapacağına dâir Allahü teâlâya söz verme. Mutlak ve muayyen olmak üzere iki kısımdır.

nezzam-ı hakiki / nezzam-ı hakikî

  • Kâinatın ve bütün varlık âleminin gerçek düzenleyicisi ve düzen koyucusu olan Allah.

ni'met-şinas

  • Kendisine yapılan iyiliği bilip unutmayan. (Farsça)

niac

  • (Tekili: Na'ce) Dişi koyunlar.

nida-i umumi-i alevi / nidâ-i umumi-i alevî

  • Hz. Ali'nin (r.a.) umumi çağrısı.

nida-yı hak / nidâ-yı hak

  • Hakkın nidası, hakkın seslenişi.

nidd

  • Eş, misil, aynı.

nifak / nifâk

  • İçi dışı başka olma, inanır görünüp inanmama.
  • Münâfıklık; kalbiyle, îmân etmediği hâlde inanmış görünmek; için dışa uymaması, kâfir.
  • Dışı içine uymayan, iki yüzlü.

nigah-ı gazab / nigâh-ı gazab

  • Öfkeli bakış, kızgınlık bakışı.

nigah-ı hayret / nigâh-ı hayret

  • Hayret bakışı.

nigah-ı tedkik / nigâh-ı tedkik

  • Araştırma bakışı, tedkik etme nazarı.

nigarhane / nigârhane

  • Resim ve heykeller bulunan yer. Resim ve heykel sergisi. (Farsça)
  • Ressamların çalıştıkları atölye. (Farsça)
  • Puthâne. (Farsça)
  • Güzelleri çok olan yer. (Farsça)

nigaristan / nigâristan

  • Resim ve heykel sergisi. (Farsça)
  • Güzelleri çok olan yer. (Farsça)
  • Puthane. (Farsça)

nihayet-ül emr

  • İşin nihayetinde, işin sonunda. Netice.

nikbinlik

  • İyimserlik; güzel görme, işin iyi tarafını görme.

nıkris

  • (Nıkrîs) (Çoğulu: Nekaris) Ayak ağrısı.

nikz

  • (Çoğulu: Enkaz) Bina yıkıntısı.

nil

  • Mısır'ın bir nevi hayat menbaı olan en büyük nehrinin ismi.
  • Mısırda bulunan büyük bir nehir.

nilüfer

  • Beyaz, mavi ve sarı çiçekler açan bir cins su bitkisi. (Farsça)
  • Bursa yakınlarında akan bir akarsu. (Farsça)

nimre

  • Dişi kaplan.

nimşeb

  • Geceyarısı. (Farsça)

nişangah / nişangâh

  • Hedef yeri. Nişan tahtası. (Farsça)
  • Silâh namlusunun üstünde bulunan, nişan almağa yarayan kısım. (Farsça)

nisar

  • "Saçan, saçıcı" mânasına gelir ve kelimeleri sıfatlandırır. Meselâ: Pertev-nisar : Işık saçan.

nisbet-i kayyumiyet / nisbet-i kayyûmiyet

  • Varlıkların her zaman var olan Allah ile bağlantısı.

nısf-ı ahir / nısf-ı ahîr / نصف اخير

  • Son yarısı.

nısf-ı arz / نِصْفِ اَرْضْ

  • Yeryüzünün yarısı.
  • Dünyanın yarısı.

nısf-ı kutr

  • Dairenin merkezinden geçen ve onu iki eşit kısma ayıran doğru çizginin yarısı. Yarı çap.

nısf-ül leyl

  • Gece yarısı.

nısf-ül-leyl

  • Gece yarısı yâni Akşam namazının girişi ile, sabah namazının girişi arasındaki vaktin ortası.

nısfı

  • Yarısı.

nısfıarz

  • Yeryüzünün yarısı.

niyazi-i mısri / niyazi-i mısrî

  • (Mi: 1618 - 1694) Malatya'nın Soğanlı köyünde doğdu. Şâir ve tasavvufçu olup Halvetî tarikatının Niyaziye veya Mısriye şubesini kurmuştur. Mısır'da Câmi-ül-Ezher'de tahsil gördü. 1646'da İstanbul'a döndü ve Sokollu Mehmed Paşa Medresesinde irşada başladı. Eserlerinden bazıları şunlardır: Risale-i Ha

nizam

  • Sıra, dizi, düzen. Dizilmiş olan şey, sıralanmış.
  • İcaba göre yapılan kanun. Bir kaideye binaen tertib olunmak ve ona binaen tertib olundukları kaide.
  • Bir işin sebat ve kıyamına medar, sebep olan şey ve hâlet.

nizam-ı esbab / nizâm-ı esbâb

  • Sebeplerin düzeni, bir netice için uyulması gereken sebepler dizisi.

nizam-ı fıtrat / نِظَامِ فِطْرَتْ

  • Kişiye hâs yaratılış düzeni.

nizam-ı hilkat-i alem / nizam-ı hilkat-i âlem

  • Kâinatın yaratılışındaki düzen.

nizamname / nizamnâme

  • Düzen yazısı, düzenleme ile ilgili belge.

nokta-i istinad

  • Dayanma ve güvenme noktası. Kâinatta cereyan eden ve insana dehşet verip âciz bırakan hâdiseler karşısında insanın çok kuvvetli bir yere dayanmaya ve güvenmeye olan fıtri ihtiyacı.

nokta-i mihrakiye

  • Odak noktası (yanma noktası); ışığın toplandığı merkez nokta.
  • Yanma noktası. Odak noktası.
  • Çok Esmâ-i İlâhiyyenin tecellisinin toplandığı nokta.

nokta-i nazar / نقطهء نظر / نُقْطَۀِ نَظَرْ

  • Bakış açısı.
  • Görüş açısı, bakım.
  • Bakış açısı.

noktainazar

  • Bakış açısı, görüş.

nota / نُوطَه

  • Emir ve istek bildiren yazı, kısa hatırlatma yazısı.

nübüvvet yolu

  • Tasavvufta insanları Allahü teâlânın sevgisine, rızâsına kavuşturan iki yoldan birincisi ve en üstünü. Velî bir zâtın sohbetinde yetiştikten sonra arada sebeb ve vâsıta olmadan feyzin, kalb bilgilerinin asıl'dan yâni Resûlullah efendimizden alındığı yol. Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan ikinci yo

nübüvvet-penah

  • Peygamber, nebi. Nübüvvet kendisine istinad eden zât.

nübüvvettarane / nübüvvettârâne

  • Peygamberlik şeklinde, peygambere yakışır bir şekilde.

nüceba

  • (Tekili: Necib) Necib kimseler. Nesli, soyu sopu temiz ve pâk olan kişiler.

nüceym

  • Yıldızcık. Küçük parıltısı olan. Küçük yıldız.

nücum-u sakıbe / nücum-u sâkıbe

  • Işığıyla karanlığı delip geçen yıldızlar.
  • Işığıyla karanlığı delip geçen yıldızlar.

nüfuz-u hükumet / nüfuz-u hükûmet

  • Hükûmetin etkisi.

nugz

  • Kürek ucuna bitişik olan kıkırdak.

nuh aleyhisselam / nûh aleyhisselâm

  • Kur'ân-ı kerîmde adı geçen peygamberlerden. Peygamberlerin büyükleri olan ve kendilerine Ülü'l-azm denilen altı peygamberin ikincisi. İdrîs aleyhisselâmdan sonra peygamber olarak gönderildi.

nühak

  • Eşek anırtısı.

nuhbe

  • Herşeyin seçkini, iyisi.
  • Seçkin, seçilmiş, müntehab, güzide.
  • Korkak.

nühbe

  • (Çoğulu: Nuheb) Her nesnenin iyisi.

nuk

  • (Tekili: Naka) Dişi develer.

nukave

  • Temizlik, paklık.
  • Her şeyin iyisi, seçkini.

nukaye

  • Her nesnenin iyisi.

nükr

  • Anlayışı, fikri, ferâseti iyi olmak.
  • Zorluk.
  • İnkâr.

nükte

  • Dolayısıyla anlaşılan ince mânâ, bir söz ve ibareden anlaşılan şey.
  • İyi düşünülmüş, ince anlamlı zarif söz.

nukuş-u esma / nukuş-u esmâ

  • İsimlerin nakışları.

nukuş-u esma-i ilahiye / nukuş-u esmâ-i ilâhiye

  • Allah'ın güzel isimlerinin nakışları, işlemeleri.

nukuş-u esma-i rabbaniye / nukuş-u esmâ-i rabbâniye

  • Allah'ın güzel isimlerinin nakışları.

nukz

  • (Çoğulu: Enkâz) Binâ yıkıntısı.

nülk

  • Alıç adı verilen dağ yemişi.

nur / nûr / نور

  • Aydınlık. Parıltı. Parlaklık. Her çeşit zulmetin zıddı. Işık.
  • Kur'ân-ı Kerim. İman. İslâmiyet. Peygamber.
  • Zulmeti def eden, şule, ışık.
  • Işık, aydınlık.
  • Aydınlık, ışık.
  • Aydınlık, ışık, feyz, bereket ihsân.
  • Kur'ân-ı kerîm.
  • Îmân.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından. Tam ve kusursuz olarak zâhir olup her şeyi ortaya çıkarıcı, yaratıcı veya göktekileri ve yerdekileri nûru ile hidâyet edici, doğru yolu gösterici, gökleri; güneş, ay ve yıld
  • Işık. (Arapça)

nur-i kasd

  • Kasd ve irâdenin nuru. Kasd ve iradeden gelen parlaklık. Bir istek ve kasıtla yapıldığına âit alâmet ışığı.

nur-u asli / nur-u aslî

  • Asıl nur, gerçek aydınlatıcı nur ve ışık.

nur-u asümani / nur-u âsümânî

  • Semâvî nur, göksel ışık.

nur-u azam / nur-u âzam

  • Çok büyük nur, ışık.

nur-u belagat / nur-u belâgat

  • Belâgat nuru, ışığı.

nur-u ehadiyet / nûr-u ehadiyet

  • Allah'ın herşeyde görülen kendine ait birlik tecellisi, nuru.

nur-u fikir

  • Düşünce ışığı, aydınlığı.

nur-u hak

  • Hakkın ta kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah'ın nuru.

nur-u hidayet / nur-u hidâyet

  • Doğru ve hak yolu gösteren nur, ışık.

nur-u hikmet

  • İlim ve hikmet ışığı, aydınlığı.

nur-u ilm-i ezeli / nur-u ilm-i ezelî

  • Allah'ın ezelî ilminin nuru, ışığı.

nur-u ilyas-ı riyazet

  • İlyas'ın (a.s.) nefis terbiyesinin nuru, ışığı.

nur-u iman / nûr-u iman

  • İman ışığı, aydınlığı.

nur-u imani / nur-u imanî

  • İman nuru, ışığı.

nur-u irfan

  • İlim, irfan ışığı.

nur-u islamiyet / nur-u islâmiyet

  • İslâmiyet nuru, ışığı.

nur-u kabir

  • Kabri mânevî olarak aydınlatan ışık.

nur-u kast

  • Amaç ve hedef nuru, ışığı.

nur-u kur'ani / nur-u kur'ânî

  • Kur'ân'ın nuru, ışığı.

nur-u mahz-ı kur'an / nur-u mahz-ı kur'ân

  • Sadece Kur'ân nuru, ışığı.

nur-u muhammedi / nur-u muhammedî

  • Bütün varlıkların yaratılışının mayası, aslı, esası olan Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (a.s.m.) nuru.

nur-u mütecessim

  • Cisimleşmiş, maddî yapıya bürünmüş nur.

nur-u samedani / nur-u samedânî

  • Hiçbir şeye muhtaç olmayan ve her şey Kendisine muhtaç olan Allah'ın nuru.

nur-u semavi / nur-u semavî

  • Semavî nur, vahiy ile gelen aydınlık, ışık.

nur-u şeriat

  • Şeriatın nuru, İslâmiyet ışığı.

nur-u şerif

  • Şerefli nur, ışık.

nur-u vahiy

  • Vahiy nuru, ışığı.

nur-u velayet / nur-u velâyet

  • Velilik ışığı.

nur-u vicdan

  • Vicdan ışığı.

nurani / nuranî / nurânî / nûrânî / نورانى

  • Nurlu, ışıklı, nura yakışır, parlak, münevver.
  • Nurlu, ışıklı.
  • Nûrlu, ışıklı, parlak, münevver.
  • Nurlu, ışıklı. (Arapça)

nurbahş

  • Işık saçan, aydınlatan, parlatan. (Farsça)

nurefşan

  • Etrafı aydınlatan, nur saçan, ışık veren. (Farsça)

nurlandırmak

  • Aydınlatmak, ışıklandırmak.

nurşin-i süfla / nurşin-i süflâ

  • Muş ili sınırları içerisinde yer alan bir köy.

nüsha / نسخه

  • Yazılı belge. (Arapça)
  • Muska. (Arapça)
  • Süreli yayın sayısı. (Arapça)

nussa

  • Saç kırpıntısı.

nüşuz / nüşûz

  • Kadının kocasına kafa tutup isyan edici bir durum almasıdır. Güya kendisini yüksek sayıp itaatını kaldırmış olur.

nutfe

  • Duru ve sâfi su.
  • Meni. Rahimde iki yarım ve ayrı cinsten hücrelerin birleşmişi.
  • Taşmış, dökülmüş su.
  • Deniz.

nutuk

  • Nutk.
  • Söz.
  • Söyleyiş, söyleme yetkisi.

nüüti / nüütî

  • (Çoğulu: Nevat) Gemi reisi, kaptan.

nüvb

  • Bir siyahi kabile adı.
  • Bal arısı sürüsü.

nuzar

  • Altın.
  • Her nesnenin hâlisi ve iyisi.
  • Necid diyârında yetişen bir ağacın adıdır, ondan tas ve kâse yaparlar.

nuzc

  • Yemişin tam olarak yetişmesi, olgunlaşması.
  • Etin kemikten dökülür derece pişmesi.

nüzhet

  • İç açıklığı, safa, eğlenme, gönül ferahlığı. (Farsça)
  • Temizlik, paklık. (Farsça)
  • Karışık, bulaşık ve kalabalık yerlerden uzak olmak. Buud. (Farsça)

nüzul

  • Aşağı inme.
  • Konaklama. Kur'ân sûrelerinin inişi, vahyin gelişi.

nüzul-i sefine

  • Geminin denize inişi.

nüzul-ü isa / nüzûl-ü isa

  • Hz İsa'nın (a.s.) gökten dünyaya gelişi.

nüzul-ü kur'an / nüzul-ü kur'ân

  • Kur'ân'ın inişi, gönderilişi.

nüzul-ü rahmet

  • Rahmetin inişi.

okiyye

  • (Veya hemzenin hazfı ile "Vekiyye") Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Yerlere ve muhitlere göre değişir. Dörtyüz dirhem ağırlık. Yedi miskal veya kırk dirhem ağırlık. Şer'an kırk dirhem kabul edilmiş. En tanınmışı dörtyüz dirhemdir.

oligarşi

  • Yun. Siyasi iktidarın, bir zümreden olan kişilerin elinde bulunması.

orijinal

  • Bir şeyin aslı. Tuhaf, garib hâli olan. (Fransızca)
  • Değişik. (Fransızca)
  • Nev'i şahsına mahsus, kendine mahsus. (Fransızca)
  • Vasıf ve keyfiyetleri cihetinden benzerlerinden ayrı ve üstün. (Fransızca)
  • Bir nümuneye göre olan. (Fransızca)

osman

  • Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın en yakın sahabelerinden, Aşere-i Mübeşşere'den ve İslâmiyet için en çok fedakârlık gösterenlerdendir. Hz. Talha ve Zübeyr'den evvel imana geldi, iman edenlerin beşincisi oldu. Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın üçüncü halifesi ve damadıd

osmanlı

  • Osmanlı Devleti teb'asından olan.
  • Anadolu Selçuklu Devleti'nin Bizans sınırındaki Beyliğin reisi olan Ertuğrul Bey'in vefatından sonra, Mi: 1288'de yerine geçen Osman Beyin kurduğu devlete mensup olan.

öşr / عشر

  • Onda bir. (Arapça)
  • Öşür vergisi. (Arapça)

özr sahibi / özr sâhibi

  • Bir namaz vakti içinde yâni namaz vaktinin başından sonuna kadar, abdest alıp yalnız farzı kılacak kadar bir zaman, abdestli kalamayan yâni idrâr ve başka akıntılar gibi abdesti bozan şeylerden biri kendisinde devamlı mevcûd olup durduramayan kimse. İstihâzalı olan.

p

  • Osmanlı alfabesinin üçüncü harfi olup, ebced hesâbında "b" harfi gibi iki sayısına tekabül eder.

pa-sebük

  • İşine sarılmış, ayağına çabuk. (Farsça)

pa-yab

  • Kuvvet, kudret, tâkat. (Farsça)
  • Su birikintisi. (Farsça)
  • Havuzun dibi. (Farsça)
  • Kuyu basamağı. (Farsça)
  • Son, nihayet. (Farsça)

pak-meşreb

  • Gidişi, yaratılışı temiz. İyi huylu olan.

palamar

  • Büyük gemileri karaya bağlamak yahut demir gomneye bedel lengere rabtetmek için kullanılan halat.
  • Büyük halat.
  • Vaktiyle muharebelerde silâh olarak kullanılan ve yük kaldırmak için kullanılan sırıklar. (Sanat Ansiklopedisi)

paluş

  • Karışık. (Farsça)

pandomima

  • Yun. Vahşi ve gürültülü karışıklık, anarşi.
  • Sessiz tiyatro oyunu.

pandomima kopmak

  • Karışıklık çıkmak.
  • Seyircileri eğlendiren kavga çıkmak.

papa

  • Roma Katolik kilisesinin ruhânî reisi.
  • İtl. (Baba kelimesinden) Roma Katolik kilisesinin ruhâni reisi.

papez

  • İnişi ve yokuşu olan yer. (Farsça)

parantez

  • Yun. Cümle içinde geçen bir sözü, metin dışı tutmak için o sözün başına ve sonuna konulan işaret.

paravan

  • İtl. Eskiden haremle selâmlığı ayıran ve şimdi de ilk bakışta görülmesi caiz olmıyan yerleri örten perdeler.
  • Daha ziyade kapıların dışına veya içine konan, katlanır, taşınır tenteneli perde.
  • Gizleme vasıtası.

parlamento

  • İng. Millet meclisi. Milletvekillerinden meydana gelen meclis ve senatonun tamamı.

partizan

  • Kendi partisine aşırı düşkün olup başkasına hak tanımak istemeyen kimse. (Fransızca)

parule

  • Şakacı, lâtifeci. (Farsça)
  • Yonga. (Farsça)
  • Hayırsız ve işe yaramaz kişi. (Farsça)

pas

  • Gecenin sekizde biri. (Farsça)
  • Gözetleme, bekleme. (Farsça)
  • Keder, hüzün, gam. (Farsça)
  • İç sıkıntısı. (Farsça)

paşa

  • Sivillerle askerlerin ileri gelenlerinin bir kısmına verilen resmi ünvandı. Osmanlıların ilk devirlerinde bu ünvan, hânedân mensublarıyla yalnız bir kısım idare adamlarına verilirken sonradan askeriden "mir-i liva" ve daha yüksek rütbede olanlarla; mülkiyeden vezir, beylerbeyi, mir-i miran ve mir-ül

pasban / pâsban / پاسبان

  • Nöbetçi, gece bekçisi, bekçi. (Farsça)
  • Bekçi, gece bekçisi. (Farsça)

pasdar

  • Gece bekçisi. (Farsça)

pasvan

  • Gece bekçisi. (Farsça)

patrik

  • Yun. Rum ve Ermeni kiliselerinin ruhâni reislerine verilen isim.

pay-endaz

  • Ayak atan, ayak atmış. (Farsça)
  • Büyük kişilerin geçecek olduğu yerlere serilen halı gibi şeyler. (Farsça)
  • Duvar ve möbleleri kaplamada kullanılan bir cins kumaş. (Farsça)

pazarlık etmek

  • Alış-verişte satan ile alan arasında malın fiyâtı veya bir işin ücreti husûsunda yapılan anlaşma.

peçe

  • (Çoğulu: Peçegân) İnsan veya hayvan yavrusu.
  • Oğlan, çocuk.
  • Sarmaşık bitkisi.

pedagog

  • Yun. Çocuk terbiyecisi, mürebbi.

pederane / pederâne

  • Babaya yakışır şekilde.
  • Babaya yakışır tarzda, pedercesine. (Farsça)

perde-i cümud

  • Donmuş, katı perde.
  • Mc: Alem, tabiat.
  • Akıl ve hissiyatı kendisi ile meşgul edip, dini ve ulvi hakikatlardan ayıran, gaflet veren perde.

perdedar / پرده دار

  • Kapı görevlisi. (Farsça)

perdedar-ı dest-i kudret / perdedâr-ı dest-i kudret / پَرْدَه دَارِ دَسْتِ قُدْرَتْ

  • Kudret elinin perdecisi; hikmetli olduğu hâlde ilk bakışta çirkin gibi görünen hâdiselerde İlâhî kudreti gizleyen perde.
  • Allahın kudret elinin perdecisi (sebebler).

pergaze

  • Kuş kanadının vücuda yapışık olan kısmı. (Farsça)

pergune

  • Yakışıksız, çirkin. (Farsça)

peri

  • Cisimleri çok lâtif ve görünmez olan hoş mahluk. (Farsça)
  • İnsana muhabbet eden, muvahhid ve müslim lâtif mahluk. (Farsça)
  • Mc: Güzel insan. Güzel kimse. (Farsça)

peri-i melahat / peri-i melâhat

  • Güzellik perisi.

perişan

  • Dağınık, karışık. (Farsça)
  • Bozuk, tertibsiz, düzensiz. (Farsça)
  • Kederli, hüzünlü, kaygılı. (Farsça)
  • Dağınıklık, karışıklık.

perize

  • Ateşte pişirilen ekmek. (Farsça)
  • Kırmızı altun. (Farsça)

pertev / پرتو

  • (Pertav) Ziya, ışık. (Farsça)
  • Atılma, sıçrama, hız. (Farsça)
  • Işık. (Farsça)

pertev-endaz / pertev-endâz

  • Işıklandıran, ziyâ veren, nurlandıran.

pertev-feşan

  • Işık saçan, ziya saçan.

pertev-i mihr

  • Güneş ışığı. Güneşin parlaklığı.

pertev-suz

  • Yakan ışık. Güneşe karşı tutulduğu zaman, ışıkları bir noktaya toplayan ve bu suretle ışığın değdiği yeri yakan mercek.

pertevefşan

  • Işık saçan.

pervane / pervâne

  • Fırıldak çark. (Farsça)
  • Geceleri ışığın etrafında dönen küçük kelebek. (Farsça)
  • Haberci, kılavuz. (Farsça)
  • Işık etrafında dönen küçük kelebek.

pervaze

  • Kır gezisi için hazırlanan yemek. (Farsça)
  • Altun ve gümüş yaprakların kırıntısı. (Farsça)

peşşe / پشه

  • Sivrisinek. (Farsça)
  • Sivrisinek. (Farsça)

pey-ender-pey

  • Ardısıra, arka arkaya, durmadan. Azar azar. (Farsça)

peyapey

  • Peyderpey, kısım kısım.

peyveste

  • Her zaman, dâima. (Farsça)
  • Ulaşmış, ermiş. (Farsça)
  • Bitişik, muttasıl. (Farsça)

peyvestegi / peyvestegî

  • Bitişme, ulaşma, bitişiklik. (Farsça)

pileste

  • Fildişi. (Farsça)

pineduz

  • Yamacı.
  • Ayakkabı tamircisi, eskici.

pir / pîr / پ۪يرْ

  • Yaşlı, ihtiyar. (Farsça)
  • Reis. (Farsça)
  • Bir tarikatın kurucusu. (Farsça)
  • Herhangi bir meslek ve san'atın başlatıcısı, te'sis edicisi. (Farsça)
  • Reis; herhangi bir meslek veya sanatın kurucusu, başlatıcısı.
  • Bir işin en mâhir ustası, reis.

pişanidar / pişanîdâr

  • Yüzsüzlük yaparak işini beceren. (Farsça)

pişbin

  • İlerisini gören. Basiretli, ihtiyatlı. (Farsça)

pişini / pişinî

  • (Çoğulu: Pişiniyan) Evvel zaman adamı. (Farsça)

pişmanlık

  • Kişinin işlediği bir iş veya günâh sebebiyle vicdânen üzüntü duyması; tövbeye gelme; nedâmet.

post / پست

  • Tüylü hayvan derisi.
  • Tüylü hayvan derisi. (Farsça)
  • Mc: Makam, mevki. (Farsça)
  • Hayvan derisi. (Farsça)
  • Post. (Farsça)
  • Makam. (Farsça)

pot

  • t. Irmakları geçmek için kullanılan sal.
  • Dikişin bir tarafında görülen kumaş kabarığı.

pot kırmak

  • Farkında olmıyarak karşısındakine dokunacak söz söylemek.

prens bismark

  • (1815 - 1898) Meşhur Alman siyasilerinden ve Alman birliği için çalışanlardan birisidir. İslamiyeti ve Hz. Peygamber'i (A.S.M.) medh ü sena ederek hayranlığını bildiren bir mütefekkirdir.

prensip

  • Umde. İlk unsur. Temel kanaat, temel düşünce. Temel bilgi (Fransızca)
  • Man: Her çeşit münakaşanın dışında olan. (Fransızca)

projeksiyon

  • Kuvvetli ışık âleti. (Fransızca)

puhtegan / puhtegân

  • (Tekili: Puhte) Olgun kimseler, pişkin kişiler.

pul

  • Altın ve gümüş dışındaki mâdenî paralar.

pür-çin

  • Çok buruşuk, çok bükülmüş ve karışık. (Farsça)

put

  • Allah'tan başka tapılan herşey.
  • Heykel. Sanem. Kendisinden medet beklenen veya lâyık olmadığı hürmet kendine yapılan maddi mânevi resim, heykel ve her çeşit cisim.

ra

  • Kur'an alfabesinde onikinci harftir. Ebced hesabında 200 sayısına işaret eder. Bu harfe "Rı" denildiği gibi, "Ra-i mühmele" de denilir. Bazı tarih kayıtlarında" Rebi-ül Evvel" ayına işaret olarak geçer.
  • İsim veya zamirin sonuna ilâve edilirse, Türkçedeki i, im, in, a, e eklerinin yerine kullanılır. Meselâ:Hâne: Ev. Hâne-râ: Evi, evin, eve.Tû: Sen. Tû-râ: Seni, senin, sana. (Farsça)

ra'la'

  • (Çoğulu: Rual) Akılsız kadın.
  • Kulağının ucu kesilip ilişik duran dişi koyun.

ra'sa'

  • Kulakları küpe gibi uzunca sarkık olan yahut ucunu kesmekten ilişik kalıp sallanıp duran kulakları asılı olan dişi koyun.

rabbani / rabbânî

  • Allahü teâlâdan gelen.
  • Kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden derin âlim.

rabbaniyyun

  • (Rabbaniyyîn) Kendisini tamamen Cenab-ı Hakk'a vermiş olanlar. Putperestlikle alâkası olmayanlar.

rabıta-i telebbüsiyye / râbıta-i telebbüsiyye

  • Râbıta yaparken kendisini, velînin şeklinde, kıyâfetinde görmek ve düşünmek.

raci / râci

  • Geri dönen.
  • Dokunan, ilgisi bulunan.

racibe

  • (Çoğulu: Revâcib) Parmağın el ayasına bitişik olan boğumu.

racilen

  • Yaya. Piyade.
  • Mc: Cahil, bilgisiz.

radif

  • Binicinin ardına binen kişi.
  • Kızmış taşla ısıtılan süt.
  • Kızmış taş üzerine pişirilen et. (Merzuf da derler.)

radıyallahü anh

  • Daha çok Eshâb-ı kirâmdan birinin ismi anıldığı veya yazıldığı zaman söylenen ve yazılan "Allahü teâlâ ondan râzı olsun" mânâsına duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki kişi için Radıyallahü anhümâ, ikiden fazlası için Radıyallahü anhüm denir.

radıyallahü anhüma / radıyallahü anhümâ

  • Allah onların ikisinden razı olsun.
  • Allah onların ikisinden de razı olsun.

radıyellahu anhüma

  • Allah o ikisinden razı olsun.

radyasyon

  • (Radiation) Bir enerjinin ışık demeti halinde yayılması. (Fransızca)

radyumvari / radyumvârî

  • Işık saçan radyum elementi gibi.

rafızi / râfızî

  • Şiî gruplarından aşırı bir gruba dahil olan kişi.

ragıye

  • Dişi deve.

rağm

  • (Ragm) Bir şeyden hoşlanmayıp kerih görmek. Bir işi birisine zor ile tutturmak. Züll ve hakaret. Kahretmek.

rahat

  • Dinlenme, sıkıntısızlık, dinçlik.
  • Sıkıntısız, üzüntüsüzlük.

rahib

  • Kendisinden korkulan şey. Korkulu.
  • Bol, geniş.
  • Obur, çok yiyen kişi.

rahil

  • (Çoğulu: Ruhal-Rihâl) Dişi olan koyun kuzusu. (Erkeğine "hamel" derler.)

rahim

  • (Rahmet. den) Rahmet edici, merhamet eyleyen. Rahmedici. Muhafaza eden, bağışlayan. Rahmet ve merhamet sahibi, şefkat eden, gufran sahibi. (Kur'an-ı Kerim'de bu isim 220 defa zikredilir.)
  • (Rehm) Döl yatağı. Çocuğun, içinde yetiştiği ve dişi canlılara mahsus organ.
  • Karabet, akrabalık.

rahimane

  • Şefkat ederek, acıyarak. Merhamet ve rahmet ile Cenab-ı Hakk'a yakışır tarzda.

rahimehullah

  • Daha çok Eshâb-ı kirâmdan başka İslâm büyüklerinden birisinin ismi anıldığı veya yazıldığında, söylenen ve yazılan, Allahü teâlâ ona rahmet eylesin mânâsına, duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki kişi için rahimehumallah daha çok kimse için, rahimehumullah denir.

rahimehumallah

  • "Onların ikisine de Allah rahmet eylesin" meâlinde duâdır.

rahiye

  • (Çoğulu: Revâhi) Bal arısı.

rahla' / rahlâ'

  • Arkası beyaz, diğer yerleri siyah olan dişi koyun.
  • Yalnız arkası kara olan deve.

rahm

  • Acıma, koruma, esirgeme, şefkat etmek.
  • Hısımlık, karabet, akrabalık.

rahma'

  • Başı beyaz olan dişi koyun.

rahman / rahmân

  • Bütün yaratıklara rızıklarını veren, her an bütün mahlukat hakkında hayır ve rahmet irade buyuran, bütün mahlukatına sayısız nimetler veren. Nizam ve adâlet sâhibi. (Allah)
  • "Dünyâda dost olsun düşman olsun, lâyık olsun olmasın, mü'min olsun kâfir olsun bütün yaratıklara rızık ve sayısız nîmetler veren" mânâsında Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden).

rahmaniyyet

  • Cenab-ı Hakk'ın Rahman oluşu. (Yâni: Gözümüzle görüyoruz, birisi var ki, bize zemin yüzünü rahmetin binlerle hediyeleri ile doldurmuş, bir ziyafetgâh yapmış ve Rahmâniyetin yüz binlerle ayrı ayrı lezzetli taamları içinde dizilmiş bir sofra etmiş ve zemin içini rahimiyyet ve hakîmiyetin binlerle kıym

rahmanü'r-rahim / rahmânü'r-rahîm

  • Bütün varlıklara rahmet ve şefkat gösteren ve herbir varlığa özel rahmet tecellîsi olan Allah.

rahmet

  • Acıma, merhamet.
  • Sevgili Peygamberimiz hazret-i Muhammed'in isimlerinden.
  • Kur'ân-ı kerîm.
  • Yağmur.

rahmet kapısı

  • Duâların kabûl edildiği, ihsân ve bereket kapısı. Duâların geri çevrilmediği lütuf kapısı.

rahmet-i mücesseme

  • Allah'ın sonsuz rahmetinin maddî cisim haline gelmiş hali olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

rahmeten lil alemin / rahmeten lil âlemîn

  • "Âlemlere rahmet" mânâsına Peygamber efendimizin mübârek isimlerinden.

rahmetullahi aleyh

  • Daha çok Eshâb-ı kirâmdan (Peygamber efendimizin arkadaşlarından) başka din büyüklerinden birinin ismi anıldığı veya yazıldığında, söylenen veya yazılan "Allahü teâlâ ona rahmet eylesin" mânâsına duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki kişi için rahmetulla hi aleyhimâ, daha çok kimse için rahmetullahi ale

rai

  • Çoban.
  • Gözetleyici ve koruyan kimse.
  • Vâli.
  • Güvercin kuşundan bir kısım.

raide

  • (Çoğulu: Revâid) Gürleyen bulut.
  • Sözü çok olan kişi.

raik

  • Hâlis, sâfi, sâde, katışıksız.

rakib / rakîb

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi hakkıyla gören, gözeten, koruyan, bir an onlardan habersiz olmayan, murâkabesi (gözetmesi) devamlı olan.

rakim

  • Yazılmış nesne. Yazı yazılacak levha.
  • Ashab-ı Kehf'in mağarasının bulunduğu dağ; veya bazılarınca mağaranın bulunduğu dere; veya Ashab-ı Kehf'in başka bir ismi.
  • Ashab-ı Kehf'in isim ve kıssalarının yazılı bulunduğu kitabe.

rakraka

  • Nâzik ve derisi yumuşak olan kadın.

ramazan

  • Mübarek ayların en mühimmi ve mübarek üç ayların sonuncusu. Kur'an-ı Kerim'in nâzil olmağa başladığı oruç ayı. Arabî ve Kamerî olan takvime göre 9. ay. Oruç tutanın günahlarını yaktığı, mahveylediği için bu isim verildiği rivayet edilir.

rampacı

  • Eski deniz muharebelerinde yakından dövüşerek zabtedilmek istenilen bir düşman gemisine hücumla borda bordaya gelindiği sırada düşman gemisindeki askerlerin vuku bulacak hücumunu menetmek için güverteye yayılan silâhendazlar.

rasaa

  • (Çoğulu: Rusâ) Bal arısının yavrusu.

rasadhane / rasadhâne

  • Havanın değişen şekillerini, sıcaklık ve soğukluğu tesbit etmek için veya yıldızların hareketlerini tesbit ve takib maksadiyle çalışılan yer. (Farsça)

rasathane

  • Gök cisimlerinin hareket ve yerlerini tespit ve takip için kurulan gözlem evi.

rasih / râsih / راسخ

  • (Çoğulu: Râsihîn-Râsihûn) (Rüsuh. dan) Temeli kuvvetli, sağlam.
  • Bilgisi, bilhassa dinî bilgileri çok geniş olan.
  • İyice oturmuş, dem ve damarlarına yerleşmiş, temeli sağlam ve kuvvetli olan.
  • Derin din bilgisi olan. (Arapça)
  • Temeli sağlam olan. (Arapça)

rasihun

  • (Tekili: Rasihîn) (Râsih) Âlimler, din bilgisi çok sağlam ve derin olan büyük zatlar.
  • Temeli kuvvetli ve sağlam olanlar.

rass

  • Binayı sağlamlaştırmak.
  • Birbirine darlık getirmek.
  • Bazısını bazısına ulaştırmak.

ratık

  • Bitişik etmek, bitiştirmek, beraber etmek, karıştırmak.
  • Yırtık bir şeyin parçalarını bitiştirmek.

ratit

  • Avaz, ses.
  • Ahmak, akılsız kişi.

rauf / raûf

  • Pek esirgeyici, çok acıyıcı Allah'ın isimlerinden.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarına karşı merhâmeti çok olan ve yaptıkları iyilikleri zâyî etmeyen.
  • "Ümmetine karşı çok merhâmet eden, acıyan" mânâsına Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin isimlerinden.

raufe

  • Kuyuyu temizleyen kişinin üzerine oturması için kuyunun dibine konan taş.
  • Davarlarını sulayan veya su içen kimselerin oturması için kuyunun kenarına konan taş.

raus

  • İhtiyarlıktan dolayı başını titreten kişi.

ravi / râvî

  • Hadisi kendisinden sonrakilere aktaran kimse.
  • Rivâyet eden, nakleden; duyduğu veya gördüğü bir sözü, bir işi, bir olayı başkasına haber veren; Resûlullah efendimizin hadîs-i şerîflerini, metin (hadîs-i şerîfin kendisini) ve senedi (nakledenleri) ile birlikte nakleden hadîs âlimi.

ravi-i hadis / râvi-i hadîs

  • Hadis râvisi; hadis rivayet eden, aktaran.

rayi'

  • Acib nesne.
  • Cömert kişi.

raz

  • Gizli sır, saklı şey. (Farsça)
  • Mimar. (Farsça)
  • Marangozların işini tanzim eden. (Farsça)

razık / râzık

  • Rızk veren. Yiyecek, içecek gibi kendisi ile faydalanılan şeyi veren.

razık-ı hakiki

  • Hakiki rızık veren. Hiç bir vasıtaya ihtiyacı olmadan en güzel nimetleri yaratan ve bütün rızıkları ancak kendisi veren Allah (C.C.)

re'y yolu

  • Kıyas yolu. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş bir işin hükmünü buna benziyen ve açıkça bildirilen başka bir işin hükmüne benzeterek bulma yolu.

realite

  • Gerçekten olan şey. Olduğunun tıpkısı. Gözümüzle gördüğümüz gibi. (Fransızca)

rebabe

  • (Çoğulu: Ribâb) Bazısı bazısına binmiş olan beyaz bulut.

rebaz

  • Şehrin yarısı ve etrafı.
  • Her nesnenin eğlenecek ve duracak yeri.
  • Koyun ağılı.
  • "Göden bağırsak" denilen büyük bağırsak.

rebbi

  • İlmiyle amel eden kişi.

rebie

  • (Çoğulu: Rabâyâ) Gözcülük eden kişi.

recca'

  • Hörgücü büyük dişi deve.

receb

  • Azametli, heybetli. Ta'zim etmek.
  • Cennet'te bir nehir ismi.
  • Mübarek üç ayların birincisi ve Kamerî aylardan yedincisi.
  • Erkek ismi.
  • Arabî ayların yedincisi.

receb ayı

  • Hicrî ayların yedincisi ve mübârek üç ayların birincisi.

receb-i şerif

  • Şerefli olan ve mübarek aylardan birincisi olan Recep ayı; hicrî ayların yedincisi.

recla'

  • Katı, sağlam, sert.
  • Bir ayağı beyaz olan dişi koyun. (Müz: Ercel)

recül

  • Yetişkin erkek. Bir işin ehli. Er kişi. Adam.

redif

  • Arkadan gelen, birisinin ardından giden.
  • Birbiri ardınca zuhur etmek.
  • Terhis olup ihtiyata geçen asker.
  • Edb: Beytin sonunda kafiyeden sonra tekrarlanan kelime.

refref

  • İnce, yumuşak kumaş, bir çeşit döşek; Peygamber efendimizin mîrâc esnâsında (bilinmeyen yerlere götürüldüğü, Cennet'i ve Cehennem'i gördüğü gece) bindikleri Cennet yaygısı.

rehaset

  • Tazelik, yumuşaklık, incelik.
  • Ucuzluk.
  • Bir işi gevşek tutma.

rehk

  • Aradan yetişip yaklaşma.
  • Yürüme.
  • şaşa kalma, taaccüb etme, hayrette kalma.
  • Kötü şeylere düşkünlük.

rehl

  • Sülpük olmak. Kendini salıvermek.
  • Acı çekmek, muztarib olmak.
  • Çok uyumaktan yüzü şişip uyuşuk olmak.

rehvac

  • Kebabı iyi pişirmek.

reis-i alem / reis-i âlem

  • Bütün dünyanın reisi.
  • Âlemin reisi. Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi.

reis-i kabile

  • Kabile reisi.

reis-i ulema

  • Âlimlerin reisi, başkanı.

reis-ül küttab

  • Eskiden Hâriciye Nâzırı, Dışişleri Bakanı.

reisialem / reisiâlem

  • Âlemin reisi, Peygamberimiz.

rejim

  • Bir devletin sevk ve idare usulü, yolu. (Fransızca)
  • Tıb: Hastanın tedavisinde tatbik edilen gıdalandırma yolu. Perhiz. (Fransızca)

rekabet

  • Başkalarını geçmeye çalışmak, benzerleriyle üstünlük yarışına çıkmak.
  • Gözleme, gözetleme.
  • Kendi işini yürütmeye çalışma.
  • Benzerleriyle yarışa çıkma.
  • Kıskanmak.
  • Hıfzetmek.
  • Gözetmek.
  • Terakkub üzere olmak, başkalarından ileri geçmeğe çalışmak, benzerleriyle üstünlük yarışına çıkmak.
  • Kendi işini yürütmeğe çalışmak.

rekabetkarane / rekabetkârâne

  • Yarışırcasına.

remla'

  • Ayakları siyah, diğer tarafları beyaz olan dişi koyun.

remz-i hikmet-i kainat / remz-i hikmet-i kâinât / رَمْزِ حِكْمَتِ كَائِنَاتْ

  • Kâinatın yaratılışındaki gayenin ince işareti.

renc

  • Sıkıntı, zahmet, eziyet. (Farsça)
  • Ağrı, sızı. (Farsça)
  • Öfke, gazab, hışım. (Farsça)

rençber

  • Tarım işi yapan kimse.

reşadet-penah / reşâdet-penâh

  • Kendisine sığınanları koruyan ve doğru hedefe ulaştıran; Sultan Reşat.

reşahat-ı ihtiyar / reşahât-ı ihtiyar

  • İşin en iyi seçimle yapıldığını gösteren sızıntılar.
  • İrade ve dileme sızıntıları.

reşahat-i ihtiyar

  • İstekle yapılma alâmetleri. İhtiyar sızıntısı, yâni bir irade ve tercih ile yapıldığını gösteren alâmetler.

reşahat-i kalem

  • Kalem sızıntısı, kalemden dökülen fikirler, yazılar.

reşaşet

  • Su serpintisi.
  • Emmek, emerek içmek.

reşhalar

  • Mesnevî-i Nuriye isimli eserde yer alan bir bölüm.

reşid / reşîd

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Mahlûkâta (yarattıklarına) doğru yolu gösterip, dilediğini bu yolda bulunduran.
  • Rüşd sâhibi yâni, dînî vazîfelerini yerine getiren ve malını tasarruf edebilen, âkıl bâliğ olan, aklını ve malını yerinde kullanan.

resm-i geçit

  • Askerî bir kıt'anın yahut bir mektebin talebelerinin gösteri mahiyetinde geçişi. Geçit resmi.

resm-i gümrük

  • Gümrük vergisi.

resm-i küşad

  • Yeni yapılan mekteb, fabrika, kışla, hükümet konağı, demiryolu vs. gibi şeylerin umuma açılışı yerinde kullanılan bir tâbirdir. Yeni tabirde " Açılış töreni" demektir.

reşş

  • Serpmek, püskürtmek.
  • Serpinti, serpintili yağmur, çisilti.

resul / resûl

  • Allah'ın elçisi.
  • Elçi, haberci.
  • Kendisine kitap ve şeriat verilen peygamber.
  • Yaratılışı, huyu, ilmi, aklı ve her bakımdan zamânında bulunan bütün insanlardan üstün olan ve yeni bir din ile gönderilen peygamber.
  • Elçi, haberci.

resul-i ekrem / resûl-i ekrem

  • Allah'ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.).
  • Allah'ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.).
  • Peygamberlerin en üstünü, en kıymetlisi olan Muhammed aleyhisselâm.

resul-i kerim / resul-i kerîm

  • Allah'ın çok şerefli ve değerli elçisi Hz. Muhammed (a.s.m.).

resul-i rahman / resul-i rahmân

  • Rahmet ve şefkati bütün varlıkları kaplayan Allah'ın elçisi, Hz. Muhammed (a.s.m.).

resul-i sadık

  • Her haliyle doğru olan, sözleri ve hareketlerinde en küçük yalan olmayan Allah'ın elçisi Hz. Muhammed (a.s.m.).

resul-u ekrem

  • Allah'ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

resul-ü ekrem

  • Allah'ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

resul-ü ekrem (a.s.m.)

  • Allah'ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

resül-ül melahim / resül-ül melâhim

  • Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) bir ismidir. Cenk ve muharebe ile de vazifeli olduğundan ümmeti ve kendisi din için, dinin ihyası uğrunda büyük muharebelere mükellef olduğundan bu isim ile de yâd edilmiştir.

resül-ür rahat

  • Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) bir ismidir. Kendisine tâbi olup onun getirdiği hakikatları tasdik ve iman ile insanlar büyük nimetlere ve rahatlara mazhar olduklarından kendisine bu isim verilmiştir. Ve kendisi buyurmuştur ki: "Ben dinin doğruluğu ve kolaylığı için peygamber gönderildim." ... İnsanlara e

resül-ür rahmet

  • Peygamberimize (A.S.M.) verilen bir isim. Çünkü bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Rahmeten lil-âlemîn'dir.

retküfetk / رتق و فتق

  • Bir işi iyi idare etme. (Arapça)

rev'a

  • Korkak kadın.
  • Kendisini görenleri şaşırtacak derecede güzel olan kadın veya kız. (Müz: Ervâ)REVA' : Tatlı.

revani

  • Değerli, rağbetli revaçlı. (Farsça)
  • Tepside pişirilen irmik veya undan bir tatlı çeşidi. (Farsça)

revc

  • (Revac) Geçmek.
  • Rüzgârın karışık esmesiyle ne taraftan geldiği belli olmaması.

revgani

  • Revani tatlısı. (Farsça)

reviyyet

  • (Çoğulu: Reviyyât) Bir işin her cihetini iyice düşünme.

reyk

  • Her nesnenin evveli ve efdali, iyisi.

rezban

  • Bağ bekçisi, bağcı. (Farsça)

rezzak / rezzâk

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her yarattığı ve rızık vereceği mahlûkunun rızkını yaratıcı ve ulaştırıcı ve o rızık ile faydalanma sebeblerini hazırlayan ve rızık gönderen Allahü teâlâ.

rezzakane

  • Rızık verene, rezzaka yakışır surette. (Farsça)

riba

  • Tartısı ve ölçüsü belli olan bir malı aynı cinsten daha fazla olan bir mal ile, bir karşılığı olmaksızın, peşin olarak veya veresiye değiştirmektir.
  • Faiz.
  • Muamelede meşru miktardan tecavüz.
  • Bir şeyin artması, çoğalması.
  • Verilen borç para veya mal karşılığında

ribac

  • Kanatlarının ortasında küçük kapısı bulunan büyük kapı.

rical

  • (Tekili: Recül) Erkekler, er kişiler.
  • Mevki sahibi kimseler, devlet adamları.
  • Yaya olanlar.

ricaname / ricânâme

  • Rica yazısı, ümit ifade eden yazı.

rıdvan / rıdvân / رضوان

  • Memnunluk, razılık, hoşnudluk.
  • Cennet'in kapıcısı olan büyük melek.
  • Cennet kapıcısı olan melek.
  • Razılık, hoşnutluk.
  • Allahü teâlânın râzı olması, beğenmesi.
  • Cennet meleklerinin büyüğü, başı, reisi.
  • Cennet. (Arapça)
  • Cennetin kapıcısı. (Arapça)

rıdvanullahi teala aleyhim ecmain / rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn

  • Daha çok Eshâb-ı kirâmın isimleri anılınca söylenen; "Allahü teâlânın rızâsı onlar üzerine olsun" mânâsına, duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. Bir kişi için rıdvânullahi teâlâ aleyh, iki kişi için rıdvânullahi teâlâ aleyhimâ denir.

rihme

  • (Çoğulu: Ruhum-Rihâm) Yağmur çisintisi.

rikabdar / rikâbdar

  • Padişahların atla bir yere gidişleri sırasında özengiyi tutmak suretiyle ata binip inmelerine yardım eden kişi.

rikk

  • (Çoğulu: Rikâk-Rekâik) Yağmur çisintisi.

risale

  • Mektup.
  • Bir ilme dair yazılmış küçük kitap.
  • Haber göndermek.
  • Elçinin götürdüğü mektup, name.
  • Fık: Bir kimsenin sözünü veya emrini başka birisine tebliğ etmek.

risalet

  • Birisini bir vazife ile bir yere göndermek.
  • Peygamberlik. Büyük kitapla gelen peygamberlik.
  • Elçilik.

risaletpenahi

  • Peygamberlik kendisinde noktalanan Peygamberimiz.

rişvet

  • Bir işi yapmak veya bitirmek için haksız yere alınan mal veya para.

ritm

  • (Reythme) Mısra ve cümlelerdeki ses uygunluğundan gelen iç âhengi. Duygunun ses hâline gelişi. (Fransızca)
  • Müvazeneli ve tenasüblü hareket. (Fransızca)

rivayet

  • Hikâye edilen hâdise veya söz.
  • Bir hâdisenin başkalarına anlatılması.
  • Peygamberimiz'den (A.S.M.) işittiklerini veya sahabeden duyduklarını birisinin başkasına anlatması.
  • Kuyudan halk için su çekmek.

riyakar / riyâkâr

  • İkiyüzlü, gösteriş meraklısı.

riyaset

  • Reislik. Bir işi idarede başta bulunmak. Başkanlık.

riyazetçi

  • Fâni şeylerden uzaklaşarak, bir köşeye çekilip kendi halinde az gıda ile yaşayan kişi.

riyaziye

  • Hesap ilmi. Matematik bilgisi. Hesapla alâkalı.
  • Bir yazı çeşidi.

riyaziyyat

  • Matematik bilgisi.

rıza-yı samedani / rızâ-yı samedânî

  • Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşey Kendisine muhtaç olan Allah'ın rızası.

rıza-yı samedaniye / rızâ-yı samedanîye

  • Herşey Kendisine muhtaç olduğu halde, Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın rızası, razı olması.

rızıksızlık

  • Rızkın olmayışı, nimetin olmama hâli.

rol

  • Oyun. Sahnede gösterilen oyun hareketlerinden her bir oyuncuya düşen kısım. (Fransızca)

röntgen

  • Işın, ışın aleti.
  • Röntgen adında bir Alman âliminin 1896' da keşfettiği ışıklar. Bunlar gözle görülmediği halde fotoğraf camına tesir eder, vücuddan, tahta, kâğıt gibi maddelerden bu ışık geçebilir. Bazı hastalıkların teşhis ve tedavisinde de kullanılır.
  • Vücuddaki iç uzuvların filmini çekmek.

röportaj

  • Bir gazete muharririnin gördüklerini anlatan yazısı. (Fransızca)

ru'bub

  • Zayıf, korkak kişi.

rü'yet-i hüsn-ü amel

  • Yaptığı ameli, işi güzel görme.

rub'-u nev-i beşer

  • İnsanlığın dörtte birisi.

rubai-i mezid / rubaî-i mezid

  • Kendisine harf ilâve edilmiş olan aslı dört harfli mastar.

rububiyet-i sermediye

  • Allah'ın bütün varlıklar üzerindeki kesintisiz mâlikiyet ve egemenliği ve her varlığı yaratılış amacına hikmetle ulaştıran kesintisiz terbiyesi.

rubz

  • Her nesnenin ortası.
  • Bazısı bazısının üzerine sağılmış süt.

rud

  • Irmak, çay. (Farsça)
  • Saz teli, saz kirişi. (Farsça)
  • Kemençe. (Farsça)

ruda'

  • Hastalığın insana yine dönmesi.
  • Gövde ve beden ağrısının her birisi.

ruh-u mütecessit

  • Cisimleşmiş ruh, ceset giymiş ruh.

ruh-u nurani / ruh-u nuranî

  • Maddî yapısı olmayıp nurdan yaratılmış aydınlık ruh.

ruh-u revan

  • Ruhun zuhuru. Ruhun ferahlığı. Ruhun akışı.

ruhani / ruhanî / ruhânî

  • Cisim olmayıp gözle görülmeyen cin ve melâike gibi bir mahluk. Ruha ait. Ruhtan meydana gelmiş, melek.
  • Madde ile alâkalı olmayan, mânevi, ruh âlemine mensub olan.
  • Maddî yapısı olmayan ruh âlemine ait varlık.

ruhaniler / ruhanîler

  • Maddî yapısı olmayan ve gözle görülemeyen ruh âlemine ait varlıklar.

ruhaniyan / rûhâniyân

  • Rahmet meleklerine verilen isim.

ruhaniyat / ruhâniyât

  • Maddî yapısı olmayan ve gözle görülemeyen ruh âleminin varlıkları.

ruhsat

  • (Çoğulu: Ruhas-Ruhsat) İzin, müsaade.
  • Genişlik.
  • Kolaylık.
  • Fık: Kulların özürlerine mebni, kendilerine bir suhulet ve müsaade olmak üzere, ikinci derecede meşru' kılınan şeydir. Sefer halinde Ramazan-ı Şerif orucunun tutulmaması gibi. Vuku' bulan ikraha mebni, birisini

ruhullah / rûhullah

  • Îsâ aleyhisselâmın lakablarından (isimlerinden).

rukbi / rukbî

  • İki kişinin karşılıklı olarak, öldükten sonra sâhib olmaları şartıyla birinin malını diğerine bağışlaması yâni sen ölürsen evin benim olsun, ben ölürsem evim senin olsun şeklindeki hibe.

rükn

  • Bir şeyin bir parçasını veya bütününü meydana getiren şey.
  • Namazın içindeki farz.
  • Kâbe'nin dört köşesinden her birine verilen isim.

ruman / rûmân

  • Ölü, kabre konduğu zaman, kendisine gelen melek.

rümis

  • Sözüne güvenilmeyen kimse. Verdiği söze itimad edilmeyen kişi.

rumuzat-ı neşriye / rumuzât-ı neşriye

  • Âhiretteki dirilişin ince delilleri.

rüşd

  • Doğru yol bulup bağlanmak. Hak yolunda salabet, metanet ve kemal-i isabetle dosdoğru gitmek.
  • Hayra isabet etmek.
  • Büluğa ermek.
  • İstikamette olmak. Dinine ve malına zarar gelecek şeyi bilmek, doğru düşünmek.
  • Kişinin akıl ve idraki kavi ve tedbiri metin olmak.

rüsum / rüsûm

  • Resimler, şekiller. Âdetler. Vergiler, gümrükler, gümrük vergisi.
  • Merasim, usûl.
  • Resmler, âdetler. Bir cemâatin veya bir milletin müşterek düşüncesinden doğan âdetler, alışılagelen, yapılagelen şeyler.

rüşvet

  • Bir işin yapılması için haksız alınan veya verilen haram para.

rütbeten

  • Rütbe ve değer açısından.

sa

  • Benzetme edâtı olan "âsâ" nın hafifletilmişidir. Meselâ: Anber-sâ : Anber gibi. (Farsça)

şa'ban

  • (Şâbân) Arabi ayların sekizincisi. Mübârek Şuhur-u selâsenin (Üç ayların) ikincisi.

şa'ban ayı / şa'bân ayı

  • Arabî ayların sekizincisi, üç aylardan ikincisi.

şa'ban-ı muazzam / şa'bân-ı muazzam / شَعْبَانِ مُعَظَّمْ

  • Üç aylardan ikincisi, kıymeti çok büyük olan şa'bân ayı.

şa'ban-ı şerif / şa'bân-ı şerîf / شَعْبَانِ شَر۪يفْ

  • Üç ayların ikincisi olan şerefli ay.

sa'd bin ebi vakkas

  • Aşere-i Mübeşşere'den ve ilk İslâm olanların yedincisidir. Peygamberimiz (A.S.M.) ile beraber bütün gazalarda bulundu. Müslüman olduğunda 17 yaşlarında idi. Hz. Ömer zamanında İran'a gönderilen ordunun başkumandanı oldu. Medayin şehrinin fethinde ve Kadsiye meydan muharebesinde muvaffak oldu. Kufe ş

sa'de

  • Dişi eşek.
  • Süngü ağacı.

sa'id / sa'îd

  • Allahü teâlânın, kendisinden râzı olduğu kimse. Cennetlik.

sa'le

  • Eğri hurma ağacı.
  • Küçük başlı dişi devekuşu.

sa'neb

  • Başı küçük olan kimse. Küçük başlı kişi.

sa'v

  • Duymak. İşitmek.
  • Zayıf adam.
  • Serçeden küçük bir kuş.

sa'y

  • Çalışma, Çalışıp çabalama. Gayret sarfetme. Bir maksadın meydana gelmesi için elden geleni yapma.
  • Hızlı yürüme.
  • Cür'et etme.
  • Ziyaret etme.
  • Gammazlık yapma.
  • Ist: Hac veya Umre'de Safâ ile Merve arasında usulüne göre yedi defa gelip gitmektir.

şaban / şâbân

  • Arabî ayların sekizincisi.

şaban-ı muazzam / şâbân-ı muazzam

  • Mübarek aylardan ikincisi olan Şaban ayı; hicrî ayların sekizincisi.

şaban-ı şerif / şâbân-ı şerif

  • Hicri ayların sekizincisi ve mübarek üç ayların ikincisi olan değerli ve şerefli Şâban ayı.

sabi'an / sâbi'an / سابعا

  • Yedincisi, yedinci olarak. (Arapça)

sabian / sâbian

  • Yedincisi.
  • Yedincisi.

şabih

  • Misil olan, nazir, benzeyen.

sabit-kadem

  • Mizacı oynak olmayıp işine ve sözünde kararlı olan, yerinde direnen. Sözünde duran.

sabur / sabûr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi vakti gelince ve belli miktarı ile yaratan, bu hususta acele etmeyen, kendisine şirk (ortak) koşan ve başka günâhları işleyerek isyân edenleri cezâlandırmaya kâdir (gücü yetici) iken, cezâ vermekte acele etmeyen.

sad

  • Yüz sayısı. (Farsça)
  • Göz hastalığı, göz ağrısı.
  • Yüz sayısı.

sada'

  • Baş ağrısı. ("Suda"' diye de okunur)

sadaka

  • Allah rızası için ihtiyaç sahibi kişilere yapılan yardım.

sadaka-i fıtr

  • Ramazan bayramından evvel fıtra olarak verilen sadaka. Zengin (nisaba mâlik) her müslümanın (ihtiyar, genç, çocuk ve hattâ bunak da olsa) fakirlere vermeye mükellef olduğu sadakadır, vâcibdir. Nisaba mâlik olan bir müslüman, hem kendi nefsi için, hem de çocukları, hizmetçisi için sadaka-i fıtır veri

sadakat / sadâkat

  • Dostluk; bir kimseye Allahü teâlâ için kalbden bağlılık; doğruluk. İnsana sadâkat yaraşır görse de ikrâh, Doğruların yardımcısıdır hazret-i Allah.

sadakatçe

  • Bağlılık açısından.

sadakte

  • "Doğru söyledin, sâdıksın" mânasına karşısındakine söylenilen söz.

sadaret

  • Vezirlik, başvezirlik. Osmanlı Devleti zamanında Başvekillik makamına verilen isim.
  • Öne geçme, başta bulunma.

sade / sâde

  • Basit, karışık olmayan, katıksız. (Farsça)
  • Saf, gösterişsiz, lüzumsuz bulunmayan. (Farsça)
  • Tek katlı. (Farsça)
  • Ancak, yalnız. (Farsça)
  • Süssüz. (Farsça)
  • Derin düşünemiyen, saf adam. (Farsça)
  • Yalın, süssüz, katkısız.

sadet harici

  • Asıl konunun dışında.

sadha

  • Şarabın iyisi. Kendine nisbet olunan bir yerin adı.

sadi / sâdî

  • Gülistan isimli ünlü eserin de yazarı olan hakîm bir zat.

sadic

  • Nakışı olmayan, nakışsız.
  • Çıplak.
  • Temiz, pak.

sadıkane

  • Sâdık kimseye yakışır şekilde. Sadakatle. (Farsça)

sadin

  • (Çoğulu: Sedene) Kapıcı. Perdedar.
  • Kâbe hizmetçisi.

sadisen / sâdisen / سادسا

  • Altıncısı.
  • Altıncısı, altıncı olarak. (Arapça)

sadr

  • Her şeyin öncesi ve başlangıcının en iyisi. Kalp, göğüs, ön.Başkan... Baş. Oturulacak yerlerin en iyisi.
  • Her şeyin evveli ve başlangıcının en iyisi.
  • Kalb, göğüs, ön.
  • Meclisin önü ve en muteber yeri. Reisin oturduğu yer.
  • Rücu.
  • Bir aruz kalıbı.
  • Baş, reis, başkan.
  • Oturulacak yerlerin en iyisi.

saf / sâf

  • Katışıksız, berrâk, temiz.
  • Zeki olmayan, derin düşünmeyen, dikkatsiz.
  • Katkısız, duru, temiz, bön.

saf'an

  • (Çoğulu: Safâıne) Sille vurulmuş kişi.

safa-yı sadr

  • Gönül şenliği, kalbin itmi'nan ve sevinç içerisinde olması, meserret üzere olmak. (Farsça)

safa-yı sermedi ve cavidani / safâ-yı sermedî ve câvidânî

  • Kesintisiz ve pek güzel bir huzur, rahat.

safderunane

  • Kalbi safi olanlara ve kolay aldananlara yakışır surette. (Farsça)

safen

  • (Çoğulu: Esfan) Haya derisi.

safer

  • (Çoğulu: Esfâr) Boş ve hâli olmak.
  • Arabi aylardan ikincisi.
  • Karın içinde durabilen bir yılanın adı.

safha

  • Aynı şey üzerinde görülen değişik hâllerden her biri.
  • Bir şeyin gözle görülen yüzlerinden her biri.
  • Kısım.
  • Bir şeyin düz yüzü.
  • El ayası.
  • Bir hâdisede birbiri ardınca görülen hâllerin beheri.
  • Yazılmış ve yazılabilir sahife.

safi / sâfî

  • Katışıksız. Temiz, süzülmüş ve temiz.
  • Bozuk olmayan. Hâlis.
  • Temiz, katışıksız, duru.

şafi-i hakim / şâfî-i hakîm / شَاف۪ئِ حَك۪يمْ

  • Her işi hikmetli olan, her şifâyı veren (Allah).

safiha

  • (Çoğulu: Safayih) Yüzün derisi.
  • Kapı tahtası.
  • Kâğıdın bir tarafı.
  • Yassı ve düz nesne.
  • Enli kılıç. (Bu mânâya C: Sıfâh)

safile

  • Dip, alt taraf. Bir şeyin aşağısı.

şafin

  • Göz ucuyla bakan kişi.

safiye

  • Temiz, katışıksız, bozuk olmayan.
  • İçinde yapmacık ve uydurma bir şey, fazladan kelime ve kafiye bulunmayan söz.

safk

  • Sesi işitilen vuruş.
  • Sarfetmek.
  • Reddetmek.
  • Kanatlarını hareket ettirmek. Deprenmek.
  • Kullanmak.

safvet-i ihlas / safvet-i ihlâs

  • İhlâsı zedeleyecek hiçbir yönün olmayışı.

sagat

  • Aslı "sagavet" olup, bir cihete meyil demek olan "sagav" masdarından fiil-i mâzi müfred müennesdir. Muzarisi : "tasgi" gelir. " Velitasgi ileyh"; söz dinlemek veya dikkat edip kulak vermek, imâle-i guş etmek demek olan ısga da, bundan müştaktır.

sagsaga

  • Dişi çıkmamış küçük oğlan.
  • Bir şeyi ısırmak.

sagsega

  • Toprak içine bir şey gömmek.
  • Yemeği yağlı ve iyi pişirmek.
  • Dişi depretmek.

şah / şâh

  • Padişah.
  • Bazı tasavvuf büyüklerine verilen ünvan, isim.

şah-ı evliya / şâh-ı evliya

  • Allah'ın sevgili kulu olan velîlerin reisi, lideri.

şahab

  • Gökteki ışıklı cisim.

sahabe / sahâbe / صَحَابَه

  • Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem sağlığında bir an gören, eğer âmâ ise (gözü görmüyorsa), bir an konuşan, îmân etmiş büyük-küçük mü'minlerin birkaç tânesine veya daha fazlasına verilen isim. Sâhib kelimesinin çokluk şeklidir. Hürmet ve saygı için, "Resûlullah'ın kıymetli ve mübârek a
  • Peygamberimiz (asm)ı müslüman olarak görmekle şereflenen kişi.

sahabi / sahâbî

  • Peygamber efendimizi sağlığında ve peygamber iken bir ân gören, eğer âmâ (gözü görmüyor) ise bir ân konuşan büyük ve küçük müslümanlardan bir tânesine verilen isim.

şahadetname

  • Bir işin yapılmasına müsaade veren resmî izin kâğıdı. Vesika. Diploma. (Farsça)

şahane / şâhâne / شاهانه

  • Şah gibi, şaha yakışır bir surette.
  • Şaha yakışır şekilde.
  • Şahlara yakışır. (Farsça)
  • Şahlarla ilgili. (Farsça)

sahfe

  • Arka derisine yapışan yağ.

sahib-i kainat / sahib-i kâinat

  • Evrenin ve herşeyin yaratıcısı ve sahibi Allah.

sahib-i medine-i münevvere

  • Medine-i Münevvere'nin sahibi, efendisi; Hz. Peygamber efendimiz (a.s.m.).

sahib-i unvan-ı muhteşem

  • İhtişamlı isim sahibi.

şahid / şâhid

  • Şâhidlik eden, görüp bilen. Birinin başkasında hakkının bulunduğunu isbat için şehâdet (şâhidlik) ederim demek sûretiyle hâkimin huzûrunda ve hasmın karşısında haber veren.

sahife-i vech

  • Yüz sayfası; Cenâb-ı Hakkın isimlerini tecellî edip yazıldığı insan yüzü.

şahih

  • (Çoğulu: Şihah) Bahil kişi.

sahih hadis / sahîh hadîs

  • Âdil yâni yalancılıktan uzak, büyük günah işlemeyen ve hadîs ilmini bilen kimselerden işitilen, Resûlullah efendimize kadar, rivâyet edenlerden hiçbiri noksan olmayan ve mütevâtir yâni birçok Sahâbînin Resûl-i ekremden ve başka birçok kimselerin onla rdan naklettikleri hadîsler ve meşhûr, yâni ilk z

sahih-i buhari / sahîh-i buhârî

  • Kur'ân-ı kerîmden sonra, doğru oldukları, bütün İslâm âlimleri tarafından tasdîk edilmiş olan meşhur altı hadîs kitâbından birincisi.

sahih-i müslim

  • (Bak: Kütüb-ü sitte-i hadisiyye)

sahihayn / sahîhayn

  • Kur'ân-ı kerîmden sonra, doğru oldukları, bütün İslâm âlimleri tarafından tasdîk edilmiş olan altı hadîs kitâbından Sahîh-i Buhârî ile Sahîh-i Müslim'in ikisine birden verilen isim.

sahik

  • Uzak.
  • Müretteb olan söz.
  • Hemen anlaşılmaz derece.
  • Çok karışık ve anlaşılmaz söz.

şahik-ul-cebel / şâhik-ul-cebel

  • Dağda, çölde veya baskı ve zulüm rejimleri altında yaşayıp da peygamberleri ve onların getirdikleri dinleri işitmemiş kimseler.

sahime

  • Zayıf dişi deve.

sahin

  • (Suhunet. den) Sıcak, kızgın, ısınmış.

şahıs

  • (Çoğulu: Eşhâs) Kişi, kimse. İnsanın cismanî hey'eti.
  • İnsanın uzaktan görülen karaltısı.
  • Kişi, kimse.

şahıs zamiri

  • İsim yerine kullanılan ve insanlara işaret eden kelimeler. Farsçada: (Men: ben), (Tu: sen), (U: o), (Mâ: biz), (Şümâ: siz), (İşân: onlar). Bunlar gayr-ı muttasıl (bitişik olmayan) zamirlerdir.Arapçada; gayr-ı muttasıl zamirler: (Ene: ben), (Ente-sen), (Entümâ: ikiniz), (Hu: O), (Entüm: siz), (Entünn

sahl

  • Ses kısıklığı. Ses bozukluğu.
  • Boğazını boğup şiddetle çağırmak.

şahm-pare

  • İç yağın bir parçası. Bir kısım iç yağı. (Farsça)

şahne / شحنه

  • Güvenlik görevlisi, polis. (Arapça)

sahra

  • (Çoğulu: Sahârâ-Sahravât) Kır, ova, çöl.
  • Yazı.
  • Kızıl dişi eşek. (Müz-Eshar)

şahs / شخص

  • Şahıs, kişi, kimse.
  • Kişi, şahıs. (Arapça)

şahs-ı farazi / şahs-ı farazî

  • Olmadığı halde var sayılmış kişi.

şahs-ı hazır

  • O anda orada bulunan kişi.

şahs-ı külli / şahs-ı küllî

  • Ferdlerde bulunan bütün özellikleri kendinde toplayan şahıs, ferd, kişi.

şahs-ı ma'nevi / şahs-ı ma'nevî / شَخْصِ مَعْنَو۪ي

  • Bir topluluğun ifade ettiği manevî kişilik.

şahs-ı manevi / şahs-ı manevî / şahs-ı mânevî

  • Bir şahıs olmayıp kendisine bir şahıs gibi muamele yapılan şirket, cemaat, cemiyet gibi ortaklıklar. Belli bir kişi olmayıp bir cemaatten meydana gelen manevî şahıs.
  • Bir topluluğun taşıdığı manevî kuvvet ve meziyetler.
  • Mânevî şahıs, tüzel kişilik; belli bir ideal ve gaye etrafında bir araya gelen topluluğun oluşturduğu mânevî şahsiyet ve ortak kimlik.

şahs-ı manevi-i dalalet / şahs-ı mânevî-i dalâlet

  • İnkârcılığı yaymaya çalışan kişilerden oluşan manevî kişilik.

şahs-ı manevi-i hükumet / şahs-ı mânevî-i hükûmet

  • Hükûmetin mânevî şahsiyeti, tüzel kişiliği.

şahs-ı muhteris

  • İhtiraslı, hırs sahibi olan kişi.

şahs-ı müstebit

  • Despot kişi; baskı yapan şahıs, baskıcı kimse.

şahs-ı said

  • Said'in şahsı, kendisi.

şahs-ı vahid / şahs-ı vâhid

  • Bir tek şahıs, kişi.

şahsen / شخصا

  • Bizzet, kendisi. (Arapça)

şahsi / şahsî / شخصى

  • Kişisel.
  • Şahsa mahsus, şahsa ait, dair. Kişi ile, şahıs ile alâkalı.
  • Kişiyle ilgili.
  • Kişisel. (Arapça)

şahsi hayat / şahsî hayat

  • Kişisel hayat, ferdin hayatı, yaşamı.

şahsi nüfuz / şahsî nüfuz

  • Kişisel etki, tesir.

şahsımanevi / şahsımânevî

  • İnsanların bir araya gelip oluşturdukları mânevî kişilik.

şahsiyat

  • Kişilikler.

şahsiyet / شخصيت

  • Kişilik.
  • Bir kimsenin kendisine mahsus ahvâli. Şahıs olma. Karakter sâhibi ve makbul bir insan olma.
  • Kişilik.
  • Kişilik. (Arapça)

şahsiyet devrinin yadigarı / şahsiyet devrinin yadigârı

  • Asil kişilerin yaşadığı dönemin hatırası.

şahsiyet-i ademiyet / şahsiyet-i âdemiyet / شَخْصِيَتِ آدَمِيَتْ

  • İnsanoğlunun şahsiyeti, kişiliği.
  • İnsanlığın şahsiyeti ve kişiliği.

şahsiyet-i alelade / şahsiyet-i alelâde

  • Sıradan şahsiyet, kişilik.

şahsiyet-i beşeriyet

  • İnsanlık şahsiyeti, beşeri kişiliği.

şahsiyet-i manevi / şahsiyet-i mânevî

  • Tüzel kişilik; belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik.

şahsiyet-i maneviye / şahsiyet-i mâneviye

  • Belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik; Sahabe mânâsını oluşturan ortak kimlik, ortak mânâ.

şahsiyet-i muhammediye

  • Hz. Muhemmed'in (a.s.m.) kişiliği.

şahsiyet-i zahiri / şahsiyet-i zahirî

  • Görünürdeki, dışa yansıyan yönündeki şahsiyet, kişilik.

şahsiyyat

  • Kişinin şahsına, kendine ait sözler.
  • Birinin kendine ait münasebetsiz sözleri.

saht

  • Hışım, hiddet, kızgınlık, gadap.

sahte

  • Düzme, yapmacık, yalandan, taklit. (Farsça)
  • Kalp, karışık. (Farsça)

sai / sâî

  • Emvâl-i zâhirenin zekâtını toplayan me'mûr; sâime (senenin ekserisini çayırda otlayan) hayvanların ve toprak mahsûllerinin zekâtlarını toplamakla vazîfeli kimse, zekât me'muru.

saib

  • Bir yerle veya bir şeyle ilişiği ve alâkası olmayan.

said

  • (Sa'd. dan) Saadetli. Allah (C.C.) kendisini sevmiş. O'nun rızasına ermiş olan. Ahireti için çalışan kimse. Mes'ud. Mübarek. Bahtiyar.

saik-i hakim / sâik-i hakîm / سَائِقِ حَكِيمْ

  • Her işi hikmetli olan sevk edici (Allah).

sail-i meçhul / sâil-i meçhul

  • Soru soran meçhul kişi, kendisi bilinmeyen soru soran kişi.

sail-i misali / sâil-i misâlî

  • Rüyada soru soran kişi.

saime / sâime

  • Senenin yarısından fazla, meralarda, kırlarda sırf sütleri alınmak veya üreme ve beslenmeleri için otlatılan (koyun, keçi, sığır, manda, at ve deve cinsinden olan), ehlî hayvanlar.

saka

  • Ordunun gerisi, ordunun gerisinde bulunan asker takımı.
  • Üzengi kayışı.

sakalan / sakalân

  • İnsanlar ve cinler.
  • Kıymetlerini bildirmek için, Kur'ân-ı kerîm ve Ehl-i beyte (yâni Peygamber efendimizin akrabâlarına) verilen isim.

saki / sâki

  • İçecek servisi yapan, sunan kişi.

şaki / şakî

  • Cehennemlik. Bedbaht; şirk (Allahü teâlâya eş, ortak koşması) veya isyân etmesi sebebiyle kâfir veya fâsık olan kişi. Zıddı saîd'dir.

şakik

  • İkiye bölünmüş bir şeyin yarısı.
  • Öz kardeş.
  • İkiye bölünmüş bir şeyin yarısı.
  • Ana baba bir erkek kardeş.

şakika

  • (Çoğulu: Şakayık) Yarım baş ağrısı.
  • Ana - baba bir olan kız kardeş. Öz kız kardeş.
  • Çatlak, yarık.
  • Ana baba bir kız kardeş.
  • Yarım başağrısı.

şakile

  • Yol. Tarik. Meslek.
  • Yaradılış. Tıynet. Seciye. Mizac. Bir kimsenin yaratılışının temel hususiyeti.

sakinane / sakinâne

  • Sâkin olana yakışır şekilde. Sessizce. (Farsça)

şakirane / şâkirâne

  • Şükredene yakışır şekilde, şükrederek.

şakız

  • Gözü değen kişi.
  • Gözüne uyku gelmeyen.
  • Daima güneş tarafına yönelen bir nevi büyük kertenkele.

şakk

  • Silahlı kişi.
  • Şek ve şüphe eden.

şakk-ı kamer

  • Ayın iki parça olması mu'cizesi. (Kur'ân-ı Kerimin nass-ı kat'isi ile de sâbit olan ve mütevâtir olarak da bilinen Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın parmağının işâreti ile ayın iki parçaya ayrıldığı hadisesi ki, büyük mu'cizelerindendir.)

sakn

  • Timsah derisi gibi katı ve sert olan deri.

sakre

  • Güneşin çok olan tesiri.
  • Çakır kuşunun dişisi.

sala-han / salâ-han

  • Minarede cuma veya cenaze namazına davet için salâvat okuyan kimse. (Farsça)
  • Meydan okuyan kişi. (Farsça)

salaet

  • (Çoğulu: Salâât) Ezme işindeki kullanılan yassı düz taş.

salahiyet

  • Bir işe karışmağa veya o işi yapmağa hakkı olmak, vazifeli olmak, bir iş için emir almış olmak.
  • Bir dâvaya bakabilmek.

salar / sâlâr

  • Kafile veya kabile reisi. Baş. Başkan. Reis. En büyük âmir. Başkumandan. (Farsça)

salar-ı beyt-ül haram / sâlâr-ı beyt-ül haram

  • Beyt-ül Haram'ın reisi ve başkumandanı olan Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm.

salar-ı rusül / sâlâr-ı rusül

  • Resüller kafilesinin reisi, kumandanı. Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm.

salat / salât

  • Allahü teâlâdan rahmet, meleklerden istiğfâr, mü'minlerden duâ.
  • İslâm'ın beş esâsından (temelinden) birisi olan namaz.
  • Peygamber efendimizin ism-i şerîfleri anıldığında, işitildiğinde veya yazıldığında söylenen ve yazılan "sallallahü aleyhi ve sellem". sözü ve benzerleri. Çoğ

salat u selam / salât u selâm

  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem ism-i şerîfleri anılınca, işitilince veya yazılınca söylenen veya yazılan hayır duâlardan ibâret olan sözler yâni sallallahü aleyhi ve sellem, Allahümme salli ve sellim alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed, Essalâtü ves-selâmü aleyk

salibe-i külliye

  • Man: Bir şeyin nefyine delâlet eden kaziye. Bir şeyin bütün bütün olmadığını veya mevcudattan hiç birisine hâkim ve müessir olmadığını iddia ve isbat eden hüküm.

salih / sâlih

  • Büyük peygamberlerden olup Hicaz ile Şam arasında oturmuş olan Semud kavmine gönderilmişti. Semud kavmi Âd kavminden sonra Arap yarımadasında kuvvet ve ma'muriyet bulup küfür ve dalâlete meyl ile putlara ibadet ediyorlardı. Salih (A.S.) kendilerini hak dine davet etmiş ise de, inanmayıp kendisinden
  • İyi insan. Dünyâya kıymet vermeyen, îtikâdı doğru olup, Allahü teâlânın rızâsını, sevgisini kazanmak için çalışan müslüman.

salk

  • Şiddetli ses.
  • Vurmak.
  • Hâmile kadının ağrısı tutup bağırması.

sallallahü aleyhi ve sellem

  • Peygamber efendimizin ism-i şerîfi anıldığı, işitildiği ve yazıldığında söylenen ve yazılan, Allahü teâlâdan, O'nun dünyâda ve âhirette her türlü iyiliğe ve üstünlüğe kavuşmasını istemekten ibâret olan hayır duâ, hürmet, saygı ve bağlılık ifâdesi. Bu na salât u selâm da denir.

salsal

  • Kuru balçık. Kumla karışıp kurumuş olan balçık.
  • Çok anırgan eşek.

salt

  • Bileyi taşı.
  • Kişinin kendi öz kızı.
  • Erkek ismi.
  • Geniş alın.
  • Vurmak mânâsına mastar.

saltanat-ı daime

  • Devamlı, kesintisiz bir egemenlik, hâkimiyet.

saltanat-ı zatiye / saltanat-ı zâtiye

  • Bizzat Kendisinin hükmettiği saltanat, egemenlik.

saly

  • Pişirmek.
  • Yakmak.

samed / صَمَدْ

  • Her şeyin kendine muhtaç olup, kendisi hiç kimseye ve hiç bir şeye muhtaç olmayan. (Allah)
  • Pek yüksek, dâim.
  • Refi' ve âli ve içi dolu şey.
  • Kavmin ulusu.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hiçbir kimseye, hiçbir şeye ihtiyâcı olmayan, bütün mahlûkâtın (yaratılmışların) kendisine muhtaç olduğu yüce Allah.
  • Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan, ama herşey Ona muhtaç olan Allah.
  • Allahın, "herşey kendisine muhtaç olduğu hâlde kendisi hiçbir şeye muhtaç değil," mânâsındaki ismi.
  • Hiçbir şeye muhtaç olmadığı halde, her şey kendisine muhtaç olan (Allah).

samedani / samedânî

  • Hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin kendisine muhtaç olduğu Allah'a ait olan.

samedaniyet / samedâniyet

  • Herşey Kendisine muhtaç olduğu halde, Allah'ın hiçbir şeye muhtaç olmaması.

samediyet / صَمَدِيَتْ

  • Allah'ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması.
  • Allahın hiçbir şeye ihtiyacı bulunmaması ve bütün varlıkların kendisine muhtaç olması hakikatı.
  • (Allahın) hiçbir şeye muhtaç olmadığı hâlde, her şeyin kendisine muhtaç olması.

sameyan

  • Sıçramak.
  • Kalkmak.
  • Yürekli, cesaretli, kahraman, bahadır kişi.

sami / sâmi

  • İşiten, dinleyici.

sami' / sâmi'

  • İşiten, duyan, dinleyen.
  • İşiten, duyan.

samia / sâmia / sâmiâ / سامعه / سَامِعَه

  • Duyma, işitme duygusu, işitme kuvveti.
  • İşitme duyusu.
  • İşitme duyusu.
  • İşitme duyusu. (Arapça)
  • İşitme duyusu.

samice / sâmice

  • İşitence.

samiin / sâmiîn

  • İşitenler, dinleyenler.

saminen / sâminen / ثامنا

  • Sekizincisi.
  • Sekizincisi, sekizinci olarak. (Arapça)

samite-i meyyite

  • Ses çıkarmayan ölü.
  • Hareketsiz.
  • Haksızlıklar karşısında gayrete gelmeyen, ölü gibi sükût eden.

saml

  • Katılık, sertlik.
  • Dimdik olmak.
  • Pekişip kaskatı olmak.

san'atkarane / san'atkârane

  • San'atlı olarak, özenip meharetle yapılmak suretiyle, sanatkâra yakışır şekilde. (Farsça)

sanbur

  • Yalnız olan hurma ağacı.
  • Oğlu, kızı, kavmi ve kabilesi olmayan kişi.

sancak beyi

  • Eyalet teşkilâtıyla timar usulünün cari olduğu zamanlarda beş on kazalık yerin mutasarrıfı ile sipahisinin kumandanına verilen addır. Osmanlıların ilk zamanlarında beylere yahut hükümdar evlâtlarına has olarak verilen mıntıkalara "Sancak" denilir, bu sancaklara tasarruf edenlere de "Sancak Beyi" adı

sani / sâni

  • San'atkâr, her işini san'atla yapan.

sani-i hakiki / sâni-i hakikî

  • Her şeyin gerçek anlamda san'atkârı ve yaratıcısı olan Allah.

sani-i rahim / sâni-i rahîm

  • Özel şefkat ve merhamet tecellîsi olan, herşeyi san'atla yaratan Allah.

sani-i semi ve basir / sâni-i semî ve basîr

  • Her şeyi işiten ve gören ve her şeyi sonsuz mükemmellikteki san'atlarla yaratan Allah.

saniye

  • Dakikanın altmışta birisi. Çok kısa bir zaman.

saniyen / sâniyen / ثانيا

  • İkincisi.
  • İkincisi, ikinci olarak. (Arapça)

sansür / سَانْسُورْ

  • Neşr olacak şeylerin (kitap, film veya mektubların) hükümetçe kontrol edilmesi işi. (Fransızca)
  • Yayına uygulanan kısıtlama.

santit

  • Ulu, kerim kişi.

şap

  • (Şep) Kim: Antiseptik bir cisim olup alüminyum ve potasyum sulfatından mürekkep, tadı buruk ve suda tuz gibi erir bir cisim.
  • Hayvanların ağız ve ayaklarında görülen ateşli, salgın bir hastalık ismi.

sapık

  • Doğru yoldan ayrılan, îtikâdında (îmân bilgilerinde) ve ibâdetleri yapmasında veya yaşayışında Ehl-i sünnet vel-cemâat mezhebinden (Peygamber efendimizin ve Eshâbının yolundan) ayrılan, yanlış yollara sapan kimse.

şarab

  • Şarap, içki, bu isim helâl içkileri de kapsar.

sarah

  • Her şeyin hâlis ve safisi.

şarapnel

  • Ask: Bir çeşit top mermisi. (Fransızca)
  • Top mermisinden dağılan herbir parça. (Fransızca)

saray-ı samedani / saray-ı samedânî

  • Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan fakat her şeyin Kendisine muhtaç olduğu Cenâb-ı Hakkın sarayı; kâinat.

sarf / صَرْفْ

  • (Çoğulu: Süruf) Harcama, masraf, gider.
  • Fazl.
  • Hile.
  • Men etme. Bir kimseyi yolundan ve işinden ayırıp başka tarafa yöneltme.
  • Farz.
  • Gr: Bir lisanı meydana getiren kelimelerin değişmesinden, birbirinden türemesinden bahseden ilim şubesi. Kelime bilgisi. K
  • Dilbilgisinin konusu kelimeler olan bölümü.
  • Kelime bilgisi.

sarf nahiv

  • Dil bilgisi; dilin şekil ve cümle yapılarını inceleyen bölümleri.

sarf u nahiv

  • Dilbilgisi. Gramer.

sarf ve nahiv / صَرْفْ وَ نَحِوْ

  • Arapça kelime ve cümle bilgisi.

sarf ve nahv ilmi

  • Arabî dilbilgisi. Sarf; kelime bilgisi; kelimelerde meydana gelen değişikliklerden ve birbirlerinden türemelerinden bahseden ilim. Nahv; cümle bilgisi; kelimelerin cümle içinde fiil, fâil (özne), mef'ûl (nesne, tümleç) olma gibi durumlarından ve buna göre sonlarının aldıkları i'râbdan (harekelerden)

sarf-ı kuva / sarf-ı kuvâ

  • Kuvvetlerin geri çevrilmesi, karşı tarafın gücünü etkisiz bırakma.

sarf-ı nazar / صَرْفِ نَظَرْ

  • Bakışını çevirme, vazgeçme.

sarf-ı nazar etme

  • Bakışı başka bir yöne çevirme, bakmama.

sarfi / sarfî

  • (Sarfiye) Masrafa, sarfa ait, gidere dair.
  • Gr: Sarf kaidesine dair, gramere ait, dilbilgisiyle ilgili.

sarif

  • Kapı gıcırtısı.
  • Diş gıcırtısı.
  • Makara sesi.

sarife

  • (Çoğulu: Savârif) Değişiklik. Değişme.

sarih / sarîh

  • Kurtaran, maded veren. İmdad eden.
  • Çağırılan, kendisinden meded beklenen.
  • Meded isteyen.
  • Belli, açık, meydanda olan. Kendisinden kasd edilen mânânın açıkça anlaşıldığı lafız (söz).

şarik

  • (Çoğulu: Şevârık) Güneş.
  • Parlak cisim.

şarıka

  • (Çoğulu: Şevârık) Aydınlık, nur, ziya, ışık.

sarir-i hame / sarir-i hâme

  • Kalem cızırtısı.

şark

  • Doğu. Güneşin doğduğu taraf.
  • Güneş ve güneşin aydınlığı.
  • Yarmak.
  • Parıldamak.
  • Avrupa kültürünün dışında kalan müslüman ülkeleri.

şarlatan

  • Yalancı. Yüksekten atarak karşısındakini aldatan. Hayasız. (Fransızca)

sarram

  • Ham deri satıcısı.

şart

  • Bir işin veya hükmün yapılmasını îcâbettirmeyen, fakat yapılmaması ile de o iş veyâ hükmün meydana geldiği şey.
  • Bir kısım muamelelerde lüzumlu olan hüküm. Bir şeyin olması ona bağlı olan şey.
  • Kayıt. Bir iş için mutlaka lüzumlu olan husus.
  • Yemin.
  • Hal, vaziyet.
  • Gr: Biri diğerine bağlı olan iki cümle hakkında delâlet edilen; yâni mütevakkıf aleyhe delâlet eden diğer cümley

şart edatı

  • Arapça'da, Türkçe'deki "eğer, şayet, …se, …sa" kelimelerinin karşılığı olarak kullanılan, kendi başına bir mânâsı olmadığı halde isim ve fiillerle birlikte mânâ kazanan edatlar, in, lev, emma gibi.

şart edatları

  • (Huruf-u şartiye) Bunlara "Şart isimleri" de denir. Arapçada şart mânâsını ifade eden edatlar: İn, Men, Ma, Mehmâ, Eyyü, Metâ, Eynemâ, Eyyâne, Ennâ, Haysümâ, Keyfemâ. Bu edatlar iki fiili (şart ve ceza fiillerini) cezmederler. Şart mânâsını ifade eden edatlardan sonra gelen ilk fiil, şart; ikincisi

sary

  • Kalem ve kapı cızıltısı.

şaryo

  • Araba. Yazı makinelerinde, daktilolarda kâğıdın takıldığı kısım. (Fransızca)

şaşaa-i medeni / şâşaa-i medenî

  • Medeniyetin şâşaası, gösterişi.

şat-ı ibni mes'ud / şât-ı ibni mes'ud

  • İbni Mes'ud'un keçisi.

satranç

  • 32 taşla, 64 haneli bir tahta üzerinde, iki kişi arasında muhakemeye dayanılarak oynanan ve meşru olmayan bir oyundur.

satvet

  • Ezici kuvvet. Hışım ve şiddetle kavrayıp almak. Birisinin üzerine şiddetle sıçramak ve hamle etmek.
  • Zorluluk.

savarif

  • (Tekili: Sârife) Değişmeler. Değişiklikler.

savarif-i dehr

  • Dünya değişiklikleri.

savh

  • Yarmak.
  • Ayırmak.
  • İşitmek, duymak.

şavk

  • Işık, parıltı.
  • Şevk.
  • Işık, parıltı.
  • Işık, parıltı.

savlet-i a'da / savlet-i a'dâ

  • Düşman saldırısı.

şavt

  • (Çoğulu: Eşvât) Atın yelmesi ve sıçraması.
  • Bir tur.
  • İşin bir kısmı.
  • Sesin gidebileceği mesafe.

şayan / şâyân / شایان

  • Layık, yaraşır, yakışık alır. (Farsça)

sayarif

  • (Tekili: Sayrefî) Sarraflar.
  • Kurnaz ve işini bilir kimseler.

şaygan / şâygân / شایگان

  • Yaraşır, yakışık alır. (Farsça)

sayha-i gurab / sayha-i gurâb

  • Karga bağırışı.

şayi'

  • (Şüyu'. dan) Duyulmuş, işitilmiş, şüyu' bulmuş, herkesçe bilinmiş.
  • Ortaklar arasında taksim olunmamış müşterek hisse.

sayibe

  • (Çoğulu: Siyeb) Adak için ayrılıp üstüne binilmeyen ve sütü içilmeyen dişi deve.
  • "Ümm-ül bahire" adı verilen ve peşpeşe üç dişi deve doğuran deve. Bu deveye de binilmez, sütü sağılmaz. Yabana salarlar, ölünceye kadar gezer.

sayil

  • Alında olan beyazlık.
  • Burun kamışı.

sayref

  • (Çoğulu: Seyârif) Sarraf.
  • İşini, çıkarını, hesabını bilir, kurnaz kimse.

sayyur

  • Bir işin âkibeti, sonu, neticesi, serencâmı.
  • Akıl, fikir.

saz

  • Kamış. (Farsça)
  • Bir çalgı âleti. (Farsça)
  • Takım, silâh, edevat. (Farsça)
  • Ustalık. (Farsça)
  • At takımı. (Farsça)
  • Düzen, tertip, sıra. (Farsça)
  • Öğrenme. (Farsça)
  • Kuvvet, kudret. (Farsça)
  • Menfaat. (Farsça)
  • Benzer, misil, eş. (Farsça)
  • Hile. (Farsça)

şaz / şâz / شاذ

  • Kural dışı, kurala uymayan, genel düzenden ayrılmış olan.
  • Kaide dışı, istisna.
  • Kural dışı.
  • Kural dışı. (Arapça)

se

  • Kur'an alfabesinin dördüncü harfidir. Ebced hesabında 500 sayısının karşılığıdır.

se'ir / se'îr

  • Cehennem'i meydana getiren tabakaların ikincisi. Burada Tevrât'ı değiştirenler yanacaktır.

seaf

  • Devenin ağzında olan bir hastalıktır ve burnunun ve gözlerinin kılları dökülür. O devenin erkeğine esaf, dişisine nâfâ denir.
  • Tırnağın çevresinin kopup ayrılması.

seb'iyye

  • Bozuk fırkalardan biri olan İsmâiliyye fırkasının diğer bir adı. Bu fırka, şerîat (din) sâhibi peygamberlerin sâdece yedi tâne ve yedincisinin Mehdî olduğunu, ayrıca her asırda yedi imâmın bulunduğunu iddiâ ettikleri için bu isimle anılmışlardır.

şebah

  • (Çoğulu: Eşbâh) Cüsse, cisim, ceset. Şahıs. Karaltı.

sebbabegeza / sebbabegezâ

  • Şaşarak parmağını ısıran. (Farsça)

sebeb

  • Vâsıta. Bir işte te'siri olmayan fakat o işin yapılmasını, vücûdunu, var olmasını îcâb ettiren şey.

sebeb-i tesmiye

  • İsimlendirme sebebi.

şebefruz

  • (Şeb-efruz) Gece vakti ışık veren. Geceyi aydınlatan. (Farsça)

sebic

  • Yatık veya sekik adı verilen, ağzı dar şarap testisi.
  • Gecelik.

sebr ve taksim

  • Mantıkta kullanılan bir ispatlama yöntemi; bir şeyi kısımlara bölmek, sonra bütün bu kısımları sırayla çürüterek son kalan kısmın doğruluğunu ispat etmek.

şebzindedar

  • (Şeb-zindedâr) Geceleri çalışan, gece vakti işle meşgul olan. (Farsça)
  • Gece bekçisi. (Farsça)
  • Geceleri uyumayıp ibadet eden. (Farsça)

sec'a

  • Kuşların cıvıltısı gibi olan ses.
  • Edb: Nesir hâlindeki kafiyeli yazı.

secde ayetleri / secde âyetleri

  • Okunduklarında veya işitildiğinde secde yapılan, Kur'ân-ı kerîmdeki on dört secde âyet-i kerîmesi. Bunlar: A'râf: 206, Ra'd: 15, Nahl: 50, İsrâ: 109, Meryem: 58, Hac: 18, Furkân: 60, Neml: 25, Secde: 15, Sa'd: 24, Fussilet: 37, Necm: 62, İnşikâk: 21, Alak: 19. âyet-i kerîmeleridir.

şeceat-ı haydarane

  • Hz. Ali'ye yakışır bir cesaret.

sech

  • Tırmalama.
  • Bir şeyin kabuğunu veya derisini soyup sıyırma.

seciye-i avra

  • Bir gözü kör olan seciye; olaylara sadece şahsî çıkar açısından veya sadece dünyevî açıdan bakan seciye, huy.

secla'

  • Emziği uzun dişi deve.
  • Karnı büyük kadın. (Müz: Escel)
  • Her büyük cisim.

şefaat / şefâat

  • Şefaat etmek. Af için vesile olmak.
  • Fık: Âhiret günü bir kısım günahkâr mü'minlerin affedilmeleri ve itaatli mü'minlerin de yüksek mertebelere ermeleri için Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm ve sâir büyük zâtların Allah Teâlâ'dan (C.C.) niyaz ve istirhamda bulunmalarıdır.
  • Günahların bağışlanması için, peygamberlerin ve Allah katında makbul kişilerin, Allah'ın izniyle aracılık yapması.

sefer

  • (Safer) Arabi ayların ikincisinin ismi.

seferi / seferî

  • Seferde olan, misâfir, yolcu. Bulunduğu şehirden veya köyden gideceği yolun iki veya bir kenârındaki evlerin dışına çıkarken, senenin kısa günlerinde, insan veya deve yürüyüşü ile, son evden îtibâren üç günde gidilecek yere (Hanefî mezhebinde 104 kil ometre) gitmeye niyyet eden kimse.

seferilik / seferîlik

  • Senenin kısa günlerinde insan veya deve yürüyüşü ile üç günde gidilecek yere gitmeye niyet ederek bulunduğu yerin kenar evlerinin dışına çıkmak.

şeffaf

  • Işığa mâni olmayan, ışık geçiren parlak cisim. Saydam.
  • Saydam, bakıldığı zaman arkasındaki cisim görülen.

seffud

  • (Çoğulu: Sefafid) Kebap pişirilen demir.

şefi'-ül müznibin / şefi'-ül müznibîn

  • Günahkârların şefaatçısı Hazret-i Muhammed. (A.S.M.)

şefi'-ül ümem

  • Ümmetlerin şefaatçısı Hz. Muhammed (A.S.M.)

şefi-i ruz-i ceza / şefî-i rûz-i cezâ

  • "Cezâ gününün yâni kıyâmet gününün şefâat edicisi" mânâsına Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm.

sefine-i arz

  • Dünya gemisi; uzayda yüzen yerküre.

sefine-i hayat

  • Hayat gemisi.

sefine-i necat

  • Kurtuluş gemisi.

sefine-i nuh / sefîne-i nûh

  • Nuh'un gemisi.
  • Hz. Nuh'un (A.S.) gemisi.
  • Nûh'un (aleyhisselâm) tûfân sırasında bindiği gemisi.

sefine-i sa'y

  • Çalışma gemisi (çalışmak, gemiye benzetilmiş).

sefine-i sultaniye

  • Hükümdarlık gemisi.

sefine-i tüccariye

  • Ticaret gemisi.

sefine-i vücud

  • Vücut gemisi.

şefiü'l-müznibinin varisi / şefiü'l-müznibînin vârisi

  • Âhiret âleminde günahkârların bağışlanması için şefaatte bulunacak olan Hz. Muhammed'in (a.s.m.) mirasçısı.

şefiülmüznibin

  • Günah işleyenlerin şefaatçısı.

şefkat-i ferzendane / şefkat-i ferzendâne

  • Evlâda yakışır sûrette şefkat gösterme.

şefkaten

  • Şefkat açısından.

sefn

  • Keser.
  • Timsah derisi gibi olan sert deri.
  • Yutmak.
  • Kazık.

şefn

  • Akıllı ve zeyrek kişi.

sehab

  • Çağırgan, gürültücü kişi.

şehadet / şehâdet

  • Birinin başkasında hakkı bulunduğunu bildirmek için, hâkim karşısında ve iki hasmın yanında, şehâdet ederim diyerek haber vermek.
  • Şehîdlik, şehîd olmak.

şehadet kelimesi / şehâdet kelimesi

  • Kelime-i şehâdet, İslâm'ın beş şartından birincisi. "Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh" mübârek sözü.

şehd-amiz

  • Bal gibi tatlı. Balla karışık. (Farsça)

şehdanec

  • İncinin irisi ve iyisi.
  • Kendir otunun tohumu.

sehf

  • Maktulün can çekişirken olan ıztırabı, acısı.

şehid / şehîd

  • Allah yolunda harb ederken, Allahü teâlânın ism-i şerîfini yüceltmeye (İslâmı yaymaya) çalışırken veya düşman saldırdığında vatan, din ve milletini, ırz ve nâmûsunu müdâfâ ederken ölen müslüman.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Bütün mahlûkâtın (yaratılmışları

şehid-i dünya / şehîd-i dünyâ

  • Allah rızâsı için cihâd etmeye, savaşmaya niyet etmeyip, dünyâ kazancı için harb eden kişi. Dünyâ şehîdi.

şehik / şehîk

  • Hıçkırıkla karışık iç çekme.

sehl-i mümteni'

  • Edb: "Hem kolay, hem güç" mânasına bir tâbirdir. Yazılışı veya söylenişi kolay göründüğü hâlde taklidine kalkışınca, taklidi imkânsız eser demektir.

sehm

  • Ok.
  • Hisse. nasib
  • Kısım.
  • Hazine geliri.
  • Korku, dehşet.
  • Hazz.
  • Yay.
  • Ok, hisse, pay, nasib, kısım, hazine geliri, korku, dehşet.

şehnaz / şehnâz

  • Işıldayan, parlayan.

şehnişin

  • Binanın dışarı çıkıntısı. Balkon. (Farsça)

sehv-i kalem

  • Yanlış yazılış, kalem yanlışı.

sehv-i tertib

  • Tertib yanlışı, dizme yanlışı.

seka'

  • Kulağı olmayan dişi hayvan.

sekban

  • Köpek besleyicisi. (Farsça)
  • Padişahın köpeklerini av yerine götüren seyman. (Farsça)
  • Vaktiyle Yeniçeri Ordusunda bir asker sınıfının ismi. (Farsça)
  • Köy düğününde silâhlı ve oyun yapan gençler kafilesi. (Türkçede seğmen denir.) (Farsça)

seken

  • Ev ahâlisi.
  • Mesken, ev.
  • Kalbin teskin olduğu nesne.

şekeristan

  • Şeker kamışı tarlası. (Farsça)

şekerpare

  • Çok tatlı ve şekerli olan bir kayısı cinsi. (Farsça)
  • Bir nakış çeşiti. (Farsça)
  • Bir cins tatlı. (Farsça)

şekil

  • (Şekl) Biçim, dış görünüş. Çehre. Tarz. Formül.
  • Şebih ve misil.
  • Hey'et.
  • Suret. Surette benzerlik.
  • Bir adamın tab' ve hevasına muvafık olan şey.
  • Muhtelif, müşkil işlerin her biri.
  • Birşeyin gerek hissedilen ve gerek mevhum sureti.
  • Geo: Bi

sekine / sekîne

  • Sükûn ve itmi'nan, temkin. Nefisteki telâşın kesilmesi ile hâsıl olan kalb huzuru ve sükûneti.
  • Telâş ve hafifliğin zıddıdır.
  • Kalb rahatlığı, kalb kuvveti veren çok mühim bir duânın ismi. (Bu, Sekine isimli duâ, Hazret-i Ali Radıyallâhü Anh gibi evliyânın bildiği ve içerisinde
  • İçerisinde on dokuz harfli on dokuz âyet bulunan çok mühim, sükûnet ve emniyet veren bir dua.

sekinet

  • Sükûn ve itmi'nan, temkin. Nefisteki telâşın kesilmesi ile hâsıl olan kalb huzuru ve sükûneti.
  • Telâş ve hafifliğin zıddıdır.
  • Kalb rahatlığı, kalb kuvveti veren çok mühim bir duânın ismi. (Bu, Sekine isimli duâ, Hazret-i Ali Radıyallâhü Anh gibi evliyânın bildiği ve içerisinde

sekkar

  • Lânet eden kişi.

şekla'

  • Beyaz dişi koyun.
  • Hâcet, ihtiyaç.

sekte

  • Durma, kısılma.
  • Kanın birdenbire durması.
  • Bir işin görülmesinde kesiklik, durgunluk hâsıl olmak.
  • Tecvidde: Kıraat esnasında nefes almadan sesi kesmeğe denir.

sekub

  • (Sekabe) Ateşin alevlenmesi.
  • Yıldızın parlaması.
  • Işıklı, ışık veren.
  • Parlamak.

şekur / şekûr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kendisi için yapılan az tâate yüksek dereceler ihsân eden, sayılı günlerde yapılan ibâdete, sayısız mükâfât veren.
  • Çok şükreden, kendisine ihsân edilen nîmetlerin kıymetini bilip, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyetle O'

şekvaname / şekvâname / şekvânâme

  • Şikâyet yazısı.
  • Şikâyet mektubu, yazısı.

şekve

  • Şikâyet etmek.
  • Siyahça oğlak derisi.

sela'

  • Pişirmek.
  • Eritmek.

şela'la'

  • Uzun boylu kişi.

selak

  • (Çoğulu: Selekân) Yüksek, düz yer. Deve yanırının onulmuş ve yeri ağarmış olan izi.
  • Çuval kulpunun birisini birisine koymak.

selam / selâm

  • Esmâ-i hüsnâdan (Allahü teâlânın güzel isimlerinden). Zâtı ayıplardan (kusurlardan), sıfatları noksanlıklardan ve işleri kötülüklerden uzak, temiz olan.
  • İki müslüman karşılaşınca veya ayrılırken birinin diğerine; "Es-selâmü aleyküm" veya "Selâmün aleyküm" yâni dünyâda ve âhirette sel

selamet-i millet fedaileri / selâmet-i millet fedâileri

  • Milletin kurtuluşu ve esenliği için fedakârlıkta bulunan ve kendini feda eden kişiler.

seleb

  • Yemen vilâyetinde yetişen bir ağacın kabuğudur. Ondan ipler ve urganlar yaparlar.
  • Kişinin malı mülkü ve metâı.

selef

  • Önce gelenler. Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn (Eshâb-ı kirâmı gören büyükler) ve Tebe-i tâbiîne (Tâbiîn'i gören büyüklere) verilen isim.

selika

  • Üstüne binen kişinin, ayaklarını sallamasından dolalyı, devenin yanlarında meydana gelen ayak izleri.
  • Tabiat.

selim akıl / selîm akıl

  • Yanılmayan, pişman olacak bir işi yapmayan ve peygamberlere, âlim ve evliyâlara mahsus, ileriyi gören akıl.

selk

  • Bir yerden haber getirmek.
  • Yumurtayı rafadan pişirmek. Bir kimseyi başı üstüne bırakmak.
  • Katı ve sert söylemek.
  • Çağırmak.

sellemehüsselam / sellemehüsselâm

  • Gelişi-güzel. Rastgele.
  • Gelişi güzel, rastgele.

sellemetüsselam / sellemetüsselâm

  • Gelişigüzel.

selman-ı farisi / selman-ı farisî

  • İran'ın İsfahan şehrinde doğmuş olan büyük bir sahâbe. Evvelce ateşperestti, sonra Hristiyan oldu. Daha sonra papazların nasihatiyle İslâmiyetin geleceğini anlamıştı ve arıyordu. Yeni Peygamber'e (A.S.M.) kavuşmak için Şam'dan Hicaz'a geldi ve orada kendisini köle yaptılar. Peygamber Aleyhissalâtü V

sem

  • İşitme.

şem

  • Mum, ışık.

sem u basar

  • Göz ve kulak; görme ve işitme.

sem'

  • İşitme duyusu.
  • İşitme, işitici olma. Allahü teâlânın subûtî sıfatlarından.
  • İşitmek. Kulak ile dinlemek.
  • Kurdun sırtlandan olan eniği.

şem'

  • Mum, ışık.
  • Mum, ışık.

sem' / سمع / سَمْعْ

  • İşitme. (Arapça)
  • Kulak. (Arapça)
  • İşitme.

sem'-i hikmet

  • Hikmetli sözleri dinlemek. Hikmetten ibret ve ders almak. En hayırlısına tabi olmak.

şem'-i ilahi / şem'-i ilâhî

  • İlâhî ışık, İlâhî nur. Kur'an hakikatları.

şem'a

  • Işık, çıra. Nur.
  • Muma batmış fitil.

şem'a-i feyz-i ilahi / şem'a-i feyz-i ilâhî

  • Allah'ın feyzinden gelen ışık kaynağı.

sem'an

  • Dinliyerek.
  • İşiterek, duyarak.

sem'an ve taaten / sem'an ve tâaten

  • İşiterek ve itaat ederek.

şem-i ilahi / şem-i ilâhî

  • İlâhî ışık, nur.

sema

  • İşitme.
  • Mevlevî âyin dönüşü.

şema / şemâ

  • Işık, çıra.

sema' / semâ'

  • İşitmek, kulakla dinlemek.
  • Mevlevilerin zikir esnasındaki dönüşleri.
  • Duyuş, duyma, işitme.
  • Bir veya birkaç kişinin çalgısız, âletsiz okudukları, dîni, îmânı kuvvetlendiren ve ahlâkı güzelleştiren ilâhî, mevlid, kasîde ve şiirleri dinlemek.

şema'

  • (Çoğulu: şümu') Mum. Meclise zevk veren, meclisi süsliyen mum.
  • Oyun.
  • Mizaç, huy.

şema'ma'

  • Küçük başlı.
  • Aceleci kişi.

semaan

  • (Semaen) İşiterek, dinleyerek, dinlemek suretiyle.

semaen

  • İşiterek, duyarak.

semai / semaî

  • İşitmekle öğrenilen. İşitmeğe dair ve müteallik.
  • Gr: Bir kaideye bağlı olmayan, işitilmekle öğrenilen.

semai müennes / semaî müennes

  • Bir kaideye bağlı olarak müennes işareti olmayıp kelimenin aslında müenneslik var gibi kabul edilen ve işitilmekle öğrenilen müennes kelime.

semame

  • (Çoğulu: Semâm) Bir nevi kuş.
  • Sür'atle yürüyen dişi deve.

şematetkarane / şemâtetkârâne

  • Başkalarının üzüntüsüne, acısına hayasızca gülerek sevinmek.

semavat ve arzın halıkı / semâvât ve arzın hâlıkı

  • Yer ve göklerin yaratıcısı olan Allah.

şemc

  • Şey mânasına gelen bir isim.
  • Bir nesneyi seyrek dikmek.

semi / semî / سميع

  • Her şeyi işiten Allah.
  • İşitici.
  • İşiten, duyan.
  • Çok iyi işiten. (Arapça)

semi' / semî' / سَم۪يعْ

  • İşiten, duyan.
  • Fık: Allah'ın (C.C.) insanlar gibi zamana, âlete muhtaç olmayarak her şeyi işitmesi ve duyması. (O'nun işitip duyamıyacağı hiç bir şey yoktur.)
  • Herşeyi duyan ve işiten Allah.
  • İşitilecek şeyleri ne kadar gizli olsa da işiten, hamd ve senâda bulunanların, hamdini işitip mükâfat veren, kullarının duâlarını işiten ve icâbet eden, münâfık ve yalancıların kalbden söyledikleri sözleri işiten mânâsında Allahü teâlânın Esma-i hüsn âsından (güzel isimlerinden).
  • Her şeyi işiten (Allah).

semi'allahü limen hamideh

  • "Allahü teâlâ, hamd ve senâ eden kimsenin hamd, şükür ve senâsını (övgüsünü) işitir" mânâsına rükûdan kalkarken (doğrulurken) söylenen söz (tesbih).

semi'na ve ata'na

  • " İşittik ve kabul ettik, itaat ederiz, baş üstüne" meâlindedir.

semi'na ve eta'na / semi'nâ ve eta'nâ

  • "İşittik ve itaat ettik!".

semi-i basir / semî-i basîr

  • İşiten ve gören.

semi-i mutlak / semî-i mutlak

  • Her şeyi şeksiz, şüphesiz, mutlak surette işiten Allah (C.C.).
  • Herşeyi kayıtsız şartsız işiten Allah.

semi-üd dua

  • Duayı işiten Allah (C.C.).

semiane / semîane / semîâne

  • İşitircesine.
  • İşiterek.

semit

  • Temiz pişirilmiş olan kebap.
  • Arınmış, temizlenmiş ve pâk olmuş.
  • Doldurulmuş bağırsak.
  • Birbiri üstüne yığılmış kiremit.
  • Bir kat sahtiyan.

şemit

  • Karışık.

semiy

  • Aynı isimde olmak. Adaş, hemnâm.

semman

  • Süzme yağ yapan. Hâlis yağ yapan veya satan kişi.

semsam

  • (Çoğulu: Semâsim) Hafif edepsiz kişi.
  • Aceleci kimse.

şemşelik

  • Derisi ve âzâsı sarkık ve sülpük olan kadın.
  • Seri yürüyüşlü kadın.

semüvv

  • Ad koymak, isim vermek.

sena

  • Şimşek parıltısı.
  • Ulviyet. Yükseklik.
  • Aydınlık.
  • Bir ot ismi.

sena-i kur'aniye / senâ-i kur'âniye

  • Kur'ân'ın methedişi.

senakarane / senakârane

  • Senakârlıkla. Övercesine. Medheden birine yakışır şekilde. (Farsça)

senan

  • Parlak, ziyâdar, ışıklı.

senaveri / senaverî

  • Birisini medhedene, övene ait. Senakârane. (Farsça)

sened

  • Kuvvetli olabilecek söz.
  • Tapu.
  • Üzerine dayanılacak ve itimad edilecek şey. Mutemed. Melce'.
  • İki kişi veya çok kimseler arasındaki anlaşmayı tesbit eden ve karşılıklı imzalanan kâğıt, vesika.

sener

  • (Çoğulu: Senânir) Kedi.
  • Ulu kişi.
  • Boğaz kemiği.
  • Kuyruk sokumu.

senet

  • Hadis naklinde Hz. Peygambere varıncaya kadar uzanan isimler zinciri.

seniy

  • (Çoğulu: Sinâ-Seniyyât) Ön dişini burkan hayvan.

seniyye

  • (Çoğulu: Senâyâ) Ön dişlerin birisi.
  • Sarp ve yokuş yerde olan yol.

sepidedem / sepîdedem / سپيده دم

  • Tan ağartısı. (Farsça)

ser-kerde

  • Bir güruhun, bir takımın başı, reisi. (Farsça)
  • Şaki, haydut. (Farsça)

serab / serâb / سَرَابْ

  • Çölde, sıcak ve ışığın tesiriyle ilerde veya ufukta su ve yeşillik var gibi görünme olayı. Şaşkın hale gelme.
  • Şaşkın hâle gelme. Çorak yerlerde, çölde sıcak ve ışığın te'siriyle ileride, yakında yahut ufukta su veya yeşillik var gibi görünme hâdisesi.
  • Çölde uzaktan su gibi görünen ve ışığın kırılmasından ileri gelen parlaklık.

şerait-i sulhiye / şerâit-i sulhiye

  • Barışı ve barış ortamını meydana getiren şartlar.

şerarat-ı neyyirane / şerârât-ı neyyirâne

  • Parlak kıvılcımlar, ışık saçan şerareler. (Farsça)
  • Mc: İslâmiyetin kuvvet ve hakkaniyetinden gelen parlaklık. (Farsça)
  • Aydınlatıcı parlak kıvılcımlar, ışık saçan kıvılcımlar.

şerare

  • (Şerâr) Kıvılcım. Elektrik kıvılcımı. Müsbet ve menfi (+ ve -) elektrik kutuplarının birbirine çok yakın olmasından veya dokunmasından hâsıl olan kıvılcımların parlayışı.

şerat

  • (Çoğulu: Eşrât) Alâmet, iz, işâret, nişân.
  • Bir şeyin en bayağı ve âdisi.

şerda

  • Benzemek. Misil.

sereka

  • İpeğin gayet iyisi.
  • Beyaz ipek.
  • (Tekili: Sârik) Hırsızlar.

serem

  • Dişin, ağızda kökünden kırılması.

serencam

  • Başa gelen, baştan geçen ibretli hadise. (Farsça)
  • Bir işin sonu. (Farsça)
  • Vak'a. (Farsça)

şeriat

  • Doğru yol. Hak din yolu.
  • Büyük ve geniş cadde.
  • Nur, aydınlık, ışık.
  • Kur'an-ı Kerim ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın târif ettiği ve bildirdiği yol. Allah (C.C.) tarafından Peygamber Aleyhisselâm vâsıtasiyle vaz' ve tebliğ olunan hükümleri hâvi İlâhî kan

serih

  • (Çoğulu: Serâyih) Nâlin kayışı.

sermeşk

  • Temrin yazısı; alıştırma için hazırlanmış yazı örneği.

sermest-i vahşet

  • Vahşilik. İslâmiyet ve insaniyet dışı zevkle kendinden geçme hali.

sernüvişt / سرنوشت

  • Yazı başlığı. (Farsça)
  • Başa yazılan, alın yazısı. Kader, mukadderat. (Farsça)
  • Yazgı, alın yazısı. (Farsça)

şerr-ün nas / şerr-ün nâs

  • İnsanların en kötüsü, en zararlısı.

serseri

  • Ötede beride gezen, başı boş. İşi gücü olmayıp boşta dolaşan, haylaz, derbeder, avare. (Farsça)
  • Boş söz. (Farsça)

sertem

  • Uzun, tavil.
  • Yumuşak sözlü kişi.
  • Hışmını ve gadabını süratle yenen kimse.

serupay

  • Tas: Dervişin, tarikat ve mevlevihâne ile bağını kesmek. (Farsça)

server-i alem / server-i âlem

  • Âlemin efendisi, en üstünü Muhammed aleyhisselâm.

server-i kainat / server-i kâinât

  • Kâinâtın efendisi, en kıymetlisi Muhammed aleyhisselâm.

server-i kainat efendimiz hazretleri / server-i kâinat efendimiz hazretleri

  • Kâinatın reisi olan Peygamber Efendimiz.

şesar

  • (Şâsır) Geyik buzağısı. (Müe: Şesara)

şesu'

  • Uzak.
  • Ayakkabısının tasması parçalanmış olan.

şetut

  • Büyük hörgüçlü dişi deve.

şetva

  • Mısır'da bir köy.

sevaid

  • (Tekili: Sâid) Dirsekten bileğe kadar olan kısımlar.

şevat

  • (Çoğulu: şivâ) Baş derisi.

sevda / sevdâ / سودا

  • Kara, siyah. (Arapça)
  • İnsan yapısında bulunan dört maddeden biri. (Arapça)

sevik

  • (Çoğulu: Esvika-Sevik) Kavut adı verilen kavrulmuş un. Kavut satıcısına "sevvâk" denir.

şevk ve cezbe

  • İlâhî hakikat ve tecellîler karşısında duyulan sevinç ve coşku.

sevk-i tabii / sevk-i tabiî

  • İstek dışı hareket. İç güdü. Canlıların hayâtiyetini ve nesillerini devâm ettirmek için, Hak teâlâ tarafından kendilerine verilen kuvvet.

sevk-ül ceyş

  • Askerî birliklerin lüzumlu yere sevkini ve geri çekilme işini idare etme.

sevl

  • Bal arısı.

sevr

  • Öküz, boğa.
  • Koz: Boğa burcu.
  • Dünyaya müekkel melâikeden birisinin ismi.

şevşat

  • Tez yürüyüşlü dişi deve.

şeyh / شَيْخْ

  • Yaşlı adam.
  • Bir kabilenin ileri geleni. Kabile reisi.
  • Tarikatta müridlerin reisi.
  • Tarîkat reisi.

şeyh-ül islam

  • Osmanlı Devleti zamanında din işlerine bakan ve sadrazamdan sonra gelen en yüksek vazifeli şahıs. Âlimlerin reisi.

şeyhan

  • (şeyheyn) Esasen iki şeyh demek olup; bazı eserlerde, Buharî ve Müslim yerinde kullanılır. Her ikisinin Hadis Kitablarına birden Sahihan denir.
  • Hazret-i Ebubekir ile Hazret-i Ömer'in (R.A.) beraberce bâzı mühim kitaplarda geçen isimleri.
  • Bazı fıkıh kitablarında, İmam-ı A'zam

şeyhayn

  • Dört büyük halîfeden ilk ikisi. Hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer için kullanılan lakab.
  • Fıkıh ilminde, İmâm-ı a'zam ile İmâm-ı Ebû Yûsuf'a verilen lakab.
  • Hadîs ilminde İmâm-ı Buhârî ile İmâm-ı Müslim'e verilen lakab.

şeyhülislam / şeyhülislâm

  • Osmanlılarda en büyük din görevlisi.

seyl-i kainat / seyl-i kâinat

  • Kâinatın akışı, sürekli değişmesi.

seyl-i mevcudat

  • Varlıkların akışı.

seyl-i şuunat / seyl-i şuunât / seyl-i şuûnât

  • İcraat-ı Rabbaniyenin dâima görünmesi ve hakiki müessir olan Allah'ın (C.C.) iradesiyle devamlı olan, cereyan eden her çeşit hâdiseler. Hâdiseler akıntısı, seli.
  • Olayların, oluşumların akışı, seli.

seyl-i zaman

  • Zamanın akışı.

seyr-i afaki / seyr-i âfâkî

  • Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin; ilminin, bilgisinin ve kendi ihtiyârı (dilemesi, istemesi) olmaksızın dış âlemde ilerlemesi.

seyr-i enfüsi ve afaki / seyr-i enfüsî ve âfâkî

  • Kişinin kendi iç âleminde ve dış dünyada yaptığı tefekkür ve mânevî yolculuk.

seyr-i fillah

  • Allahü teâlânın isimlerinde ve sıfatlarında ilerleme. Allahü teâlânın beğendiği ve râzı olduğu şeylerde fânî olma (yâni O'nun sevdiklerini sevmek ve O'nun sevdikleri kendine sevgili olmak).

seyr-i şuunat / seyr-i şuunât

  • Kâinattaki hâdiseleri seyredip, görüp hakikatını anlamağa çalışmak.
  • Hâdiselerin bir halde kalmayıp akışı, değişmesi.

seyyale-i berkiye-i tarihiye

  • Tarihe ait elektrik akıntısı, telgraf.

seyyiatalud / seyyiatâlûd

  • Çirkinliklerle karışık.

seyyid

  • Efendi.
  • Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) soyundan olan, onun izinden giden.
  • Temiz ve fazilet sâhibi Müslüman zât.
  • Resül-i Ekrem (A.S.M.) herkesin imamı, büyüğü, önderi olduğundan kendisine bu isim de verilmiştir.

seyyid-i arap

  • Arapların Efendisi.

seyyid-i kainat / seyyid-i kâinat

  • Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (a.s.m.).

seyyid-ül beşer

  • İnsanların seyyidi, efendisi olan Hz. Muhammed (A.S.M.)

seyyid-ül enam

  • Bütün mahlukatın efendisi. Muhammed (A.S.M.)

seyyid-ül kevneyn

  • İki âlemin efendisi, seyyidi. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir nâmı.

seyyid-ül-enam / seyyid-ül-enâm

  • Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın lakablarından biri. Beşerin yâni insanların efendisi, en yükseği.

seyyid-ül-istiğfar / seyyid-ül-istiğfâr

  • Duâ ve istiğfârların başı. İstiğfâr duâlarının büyüğü. Allahü teâlâdan günâhın bağışlanmasını istemek için yapılacak duâların en üstünü, en kıymetlisi.

seyyid-ül-mürselin / seyyid-ül-mürselîn

  • Muhammed aleyhisselâmın lakablarından. Gönderilmiş olan peygamberlerin önderi, efendisi.

seyyid-üs-sakaleyn

  • Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın lakablarından. İnsanların ve cinlerin efendisi, iki cihânın seyyidi Muhammed aleyhisselâm.

seyyidü'l-alemin / seyyidü'l-âlemîn

  • Âlemlerin seyyidi, efendisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

seyyidü'l-beşer

  • Bütün insanlığın büyüğü, efendisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.).
  • İnsanların efendisi, Hz. Muhammed.

seyyidü'l-beşer muhammed

  • İnsanlığın efendisi Hz. Muhammed (a.s.m.).

seyyidü'l-enam / seyyidü'l-enâm

  • Bütün varlıkların efendisi.

seyyidü'l-enbiya

  • Peygamberlerin Efendisi, Hz. Muhammed.

seyyidü'l-enbiya ve'l-mürselin / seyyidü'l-enbiyâ ve'l-mürselîn

  • Nebî ve resûllerin reisi olan Peygamberimiz.

seyyidü'l-kevneyn

  • İki cihanın seyyidi, efendisi.

seyyidü'l-mürselin / seyyidü'l-mürselîn

  • Allah tarafından gönderilen Peygamberlerin Efendisi, Hz. Muhammed (a.s.m.).

seyyidü'r-rusül

  • Bütün peygamberlerin efendisi, Hz Muhammed (a.s.m.).

seyyidül-mürselin / seyyidül-mürselîn

  • Peygamberlerin efendisi.

şezre

  • Bir kimseye yüz yüze bakmayıp şiddet ve öfke ile yandan bakış. Hasmâne bakış. Dargın bakışı gibi bakma. Göz değdirme.
  • İpi soluna bükme.
  • Tersine bükülmüş ip, urgan.
  • El değirmenini sola doğru çevirme.
  • Şiddet, suubet, zorluk.

şia

  • Şiiler, Hazreti Ali sevgisini meslek kabul edenler.

sibak

  • (Sebk. den) Bir şeyin öncelik hali. Birisinden ileri geçmek. Bir şeyin geçmişi.
  • Bağ, bağlantı.
  • Bir şeyin üst tarafı, geçmişi.
  • Bağ, bağlantı, sözün gelişi.

sibak u siyak

  • Sözün gelişi. Sözün (öncesinin sonraya olan) uygunluğu.

sibak-ul kelam / sibak-ul kelâm

  • Sözün ilk halindeki bağlantısı, sözün evvelinde geçenden çıkan mânâ.

sibt

  • (Çoğulu: Esbât) Kişinin oğlundan ve kızından olan evladı.
  • Torun.
  • Palamutla dibağat olunmuş sığır derisi.

şiddet-i tehalüf

  • Büyük farklılık, aşırı değişiklik.

sıddik / sıddîk

  • Pek doğru, hiçbir zaman yalan söylemeyen, işinde ve sözünde doğru olan.
  • Hazret-i Ebû Bekr'in lakabı.
  • Çok samimi, dâimâ doğruluk üzere ve Allah'a ve Peygamberine çok sâdık olan erkek. Sözü ile işi bir olan.

sıddika / sıddîka

  • Doğruluk ve samimiyette çok sâdık olan kadın.
  • Allah yolunda çok sâdık olan Hazret-i Aişe (R.A.) vâlidemiz ve Hazret-i Meryemin vasıf ve isimlerdir.

sıddikiyet / sıddîkiyet

  • Sadâkat ve doğrulukta en ileri oluş. Çok sâdık olma hâli. Velilik mertebesinin nihâyeti. Peygamberlik mertebesinin bidâyeti olan makam.
  • Aşere-i Mübeşşere'nin birincisi ve ilk halife olan Hz. Ebubekir'in (R.A.) nâmı ve sıfatıdır.
  • Çok doğru olup, hiç yalan söylememek.

sıdk

  • Doğru söz. Hakikata muvâfık olan. Bir şeyin her hususu tam ve kâmil olması.
  • Ahdinde sâbit olmak.
  • Peygamberlere mahsus en mühim beş hasletten birisi.
  • Kalb temizliği.

sidret-ül münteha

  • Mahlukat ilminin ve amelinin kendisinde nihayet bulup kevn âlemini hududlandıran bir işaret. Yedinci kat gökte olduğu rivayet edilen ve Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ulaştığı en son makam.

sidret-ül-münteha / sidret-ül-müntehâ

  • Yedinci kat semâda (gökte) Arş'ın sağında bulunan ağaç. Bu hususta değişik rivâyetler vardır.

sıfat ve esma-i ilahiye / sıfât ve esmâ-i ilâhiye

  • Allah'ın isimleri ve sıfatları.

sıfat-ı ilahiye / sıfât-ı ilâhiye

  • Allah'a aid sıfatlar. Kendisini ve mânasının zıddını Cenab-ı Hakk'a nisbet caiz olan vasıflar. (Rıza, Rahmet, Gazab... gibi)

sıfat-ı samedaniye / sıfât-ı samedâniye

  • Her şey Kendisine muhtaç iken Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın sıfatları.

sıfat-ı semaiye / sıfat-ı semâiye

  • Gr: Kelimeye ait, kaideye, gramere uygun olmaksızın işitilmekle öğrenilen sıfat.

sıfat-ı sübutiyye / sıfat-ı sübûtiyye

  • Allahü teâlânın zâtında (kendisinde) bulunmakla birlikte başka varlıklarda da sınırlı olarak bulunan sıfatları. Bu sıfatlara sıfat-ı hakîkiyye de denir.

sıfat-ı zatiyye / sıfat-ı zâtiyye

  • Allahü teâlânın zâtında (kendisinde) bulunup diğer varlıklarda bulunmayan, yalnız Allahü teâlâya mahsûs sıfatları. Bu sıfatların sonradan yaratılan varlıklarla hiçbir sûrette bağlantıları yoktur. Bu sıfatlara sıfat-ı Vücûdiyye ve sıfat-ı Ulûhiyyet de denir.

sıffin / sıffîn

  • Hazret-i Ali (R.A.) ile Hazret-i Muaviye (R.A.) arasında vuku bulan muharebelere meydan olmakla şöhret bulmuştur. Sıffîn muharebesinde Hazret-i Ali'nin maiyyetinde 120.000 Hazret-i Muaviye'nin maiyyetinde 90.000 kişi vardı. Hazret-i Ömer'in (R.A.) oğlu Hz. Abdullah da şehid olanların arasında idi. S

siflekam / siflekâm

  • Adi kişilerin işine yarayan. (Farsça)

sıga-i mübalağa / sıga-i mübalâğa

  • Arapça dilbilgisinde bir şeyin çokluğunu ve fazlalığını ifade için kullanılan kalıp, kip.

sih

  • Demir şiş. (Farsça)
  • Kebap şişi. (Farsça)

sıhna'

  • (Sıhnat) Balık yahnisi.

şıhne / شحنه

  • Güvenlik görevlisi, inzibat görevlisi. (Arapça)

sıhr

  • Damat yahut enişte.
  • Huk: Karı-kocadan biri ile diğerinin kan hısımları arasındaki akrabalık.

sihr

  • Tabiat kuvvetleri, fizik, kimyâ ve biyoloji kânunları dışında gizli sebebler kullanarak, garip şeyleri yapmayı sağlayan iş, büyü.

sika / ثقه

  • Güvenilir kişi. (Arapça)

şikemderd / شكم درد

  • Karın ağrısı.
  • Karın ağrısı. (Farsça)

şikemperver

  • Yemek tiryakisi, boğazına düşkün. (Farsça)

şıkk

  • (Şikk) İslâmiyetin zuhurundan biraz önce yaşamış iki kâhinin adıdır. Bunlardan eskisi Arablarda ilk kâhindir. Acaib bir mahluk olup, alnının ortasında yalnız bir gözü (veya alnını ikiye ayıran bir alev) vardı. El Yaşkarî adındaki ikinci Şıkk, Satih ile birlikte devrinin en meşhur kâhiniydi. Satih'te
  • İkiye bölünmüş bir şeyin bir parçası.
  • Bir işin iki yönünden her biri.

şıkkayn

  • Bir işin iki ciheti. Bir şeyin iki şıkkı.

şikke

  • (Çoğulu: Şikek) Balta cinsinden olan silâhların sapı.
  • Girecek deliğe sıkışıp tutmak için sokulan çivi.

sikke-i ehadiyet / سِكَّۀِ اَحَدِيَتْ

  • Allahın isimlerinin ve birliğinin, her bir şeyde, o şeyi de benzersiz kılarak görünmesi mührü.

sikke-i samediyet / سِكَّۀِ صَمَدِيَتْ

  • Allah'ın hiç birşeye muhtaç olmadığını, fakat herşeyin Kendisine muhtaç olduğunu gösteren mühür.
  • (Allahın) Hiçbir şeye muhtaç olmadığı halde, her şeyin kendisine muhtaç olması mührü.

sıla

  • Kavuşmak, ulaşmak, vuslat.
  • Âşıkın mâşukuna kavuşması.
  • Doğduğu yeri, hısım akrabayı gidip görme.
  • Bahşiş, hediye.
  • Gr: Cümlenin içinde ism-i mensub bulunmasıyla, dahil olduğu cümlenin evvelce mâlum olması iktiza eder. İçinde bulunduğu cümleyi sonradan gelen cümle
  • Gr. sıla cümlesi; Arapça'da "ellezî=öyleki" gibi müphem isimlerle bir önceki cümleye bağlanan ve o cümleyi açıklayıcı olarak gelen cümle.
  • İsimden sonra gelip ismi açıklayan cümle.
  • Ulaşma.
  • Yurdu, hısım akrabayı gidip görme.

sıla'

  • Kebap.
  • Isınmak için yakılan ateş.

sıla-i rahim

  • Hısım akrabayı ve mü'minleri ziyaret etme, onlarla görüşme ve mektuplaşma; alâkayı devam ettirme.
  • Akrabanın kusurlarını affetme.

silhem

  • Bir kimsenin cisminde değişiklik olması.

silm

  • Barışmak, sulh, barışıklık.
  • İtaat. İslâm, müslim olmak.

silsile

  • Birbirine bağlanan, bir sıra meydana getiren şey. Zincir. Zincir gibi birbirine ekli ve bitişik olan.
  • Soy, sop.
  • Sıradağ.
  • Seri. Dizi.
  • Ard arda gelen şeylerin meydana getirdiği sıra.

silsile-i acibe

  • Hayret verici haller ve durumlar zinciri, dizisi.

silsile-i aliyye

  • Yüksek silsile. Peygamber efendimizden hazret-i Ebû Bekr yoluyla ilim ve feyz alarak gelen büyük âlimler silsilesi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Ebû Bekr-i Sıddîk, Selmân-ı Fârisî, Kâsım bin Muhammed, Ca'fer-i Sâdık, Bâyezîd-i Bistâmî, Ebü l-Hasen Harkânî, Ebû Ali Farmedî, Yûsuf-i Hemedân

sima / sîmâ / سيما

  • Yüz. (Farsça)
  • Kişi. (Farsça)

sima' / simâ'

  • Dinlemek, kulak vermek. İşitmek.
  • Çalgı dinlemek.
  • Herkesin işitmesi istenilen güzel zikir ve sözler.
  • Mevlevilerin ve sair dervişlerin "ney" veya "def" ile berâber ilâhi okuyarak raksları ve nağme terennüm etmeleri, dönmeleri.
  • Bir kişinin veya birkaç kişinin çalgısız, âletsiz ve müzik perdelerine uydurmadan okudukları dîni, îmânı kuvvetlendiren ve ahlâkı güzelleştiren şiirleri, kasîdeleri, ilâhileri ve mevlidleri dinlemek.

sima-yı veçhiye-i şahsiye

  • Her bir insanın kendisine has yüzü, çehresi.

simak

  • (Tekili: Semek) Balıklar.
  • Parlak yıldız.
  • İki parlak yıldızdan birisi.
  • Bir şeyi yükseltip kaldıracak âlet.

simal

  • Medet etmek.
  • Medetçi, yardımcı ve mutemed kişi.

sımame

  • Kan damarlarında tıkanıklık yapan kan pıhtısı.

simmi / simmî

  • (Çoğulu: Esmiyâ) Adaş, isimleri aynı olan kişilerin herbiri.

şimrac

  • (Çoğulu: Şemâric) Seyrek seyrek dikmek.
  • Yalan karışık söz.

sinad

  • Muhkem, dayanıklı, kuvvetli dişi deve.
  • Yüce.
  • Yüce yer, yüksek yer.

sınai / sınaî

  • (Sınâiyye) San'atla ve sanayi ile alâkalı.
  • İnsan yapısı.

sınaiyyat

  • (Tekili: Sınâi) Sanatla ilgili olan şeyler.
  • İnsan yapısı şeyler.

şinev

  • İşiten, dinleyen. (Farsça)

şinid

  • İşitme. Duyma.

şinide

  • İşitilmiş. Duyulmuş. (Farsça)

sınıf

  • Kısım, bölüm, tabaka.
  • Kısım, bölüm, tabaka.

sınıfi / sınıfî

  • Sınıfla alâkalı, kısıma ait.

şinik

  • On litre su alabilen teneke kutu kadar olan mahsul ölçüsü. Yarım gaz tenekesi. (Isparta havalisine mahsus hububat ölçüsü)

sınv

  • Dal, budak. Bir kökten çatallanan dallar.
  • İki kardeş.
  • Misil. Şebih, benzer.
  • Amca.
  • Oğul.

şinvay

  • Kulağın işitmesi.

siny

  • (Çoğulu: Esnâ) Her nesnenin büklümü.
  • Dağın kısıkdar yeri.
  • Orta, vasat.

sir

  • Yarık. Delik.
  • Balık yahnisi.

sirac

  • Işık. Lâmba. Fener. Mum. Kandil.
  • Şevk veren şey.
  • Güneş ve ay mânâsına veya Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) "Nur saçan" meâlinde verilen bir isimdir.

siraç

  • Işık, lamba.

sirac-ı hakikat / sirâc-ı hakikat

  • Hakikatın ışığı.

sirac-ı rah-ı hidayet / sirac-ı râh-ı hidâyet

  • Hidayet yolunun ışığı.

sirac-ı vehhac / sirâc-ı vehhac

  • Etrafını aydınlatan, ışık saçan lamba; getirdiği dinle tüm karanlıkları iman nuruyla aydınlatan Hz. Muhammed (a.s.m.).

sirac-üs sürc

  • Lâmbaların lâmbası. En parlak nur. En parlak ışıklı eser.

sıracü'l-gafilin

  • Gaflete düşenlerin meşalesi anlamına gelen ve Gençlik Rehberi için kullanılan bir isim.

şirak

  • (Çoğulu: Şürük) Nalbant kayışı.

şiraze

  • Kitap ciltlerinin iki ucuna konulan ve yaprakları muntazam tutan, ibrişimden örülmüş ince şerit. (Farsça)
  • Pehlivan kispetinin paçası. (Farsça)
  • Mc: Düzen, nizam, esas. (Farsça)

sireten / sîreten

  • İç yapısı, ahlâk ve sıfat itibarıyla.

sırf

  • Sadece, yalnızca.
  • Sâfi ve hâlis şey. Karışık olmayan.

şirhar

  • Tar: Acemiliğe alınmayan veya sayısı beşten az olan esirlerden bir kısmı. Pencik kanuni hükümlerine göre esirler: Şirhâr, beççe, gulamçe, gulâm, sakallı ve pir olmak üzere sınıflara ayrılır ve bu tertibe göre vergiye tâbi tutulurdu. Üç yaşına kadar olan çocuklara, süt emen mânâsına gelen şirhâr; üç (Farsça)

şirk-alud / şirk-âlud

  • Şirk karışık, sapıtmış. Şirk bulaşmış. Cenâb-ı Hak'tan gaflet edip başkasından meded bekler surette. (Farsça)

sirke-furuş

  • Sirkeci, sirke satan kimse. (Farsça)
  • Mc: Ekşimiş yüzlü kişi. (Farsça)

sırp

  • Yugoslavya'da yaşayan bir kavim adı. Veya o kavimden birisi.

sırr-ı adalet

  • Adalet esprisi.

sırr-ı akrebiyet

  • Cenâb-ı Hakkın varlıklara olan yakınlığının özü, esprisi.

sırr-ı al-i aba / sırr-ı âl-i abâ

  • Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendisiyle beraber kızı Hz. Fatıma, damadı Hz. Ali ve torunları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in üzerini mübarek abâsıyla örttüğünden bu isimle anılmalarının sırrı.

sırr-ı ehadiyet / سِرِّ اَحَدِيَتْ

  • Allahın isimlerinin ve birliğinin, herbir şeyde, o şeyi de benzersiz kılarak görünmesi sırrı.

sırr-ı hakikati

  • Gerçek gücü, hikmet ve esprisi.

sırr-ı hikmet-i ilahiye / sırr-ı hikmet-i ilâhiye

  • Allah'ın koyduğu hikmet, yarar, sebep ve faydanın sırrı, esprisi.

sırr-ı hikmet-i kainat / sırr-ı hikmet-i kâinat

  • Kâinatın maksat, fayda ve san'atının sırrı, esprisi.

sırr-ı hikmeti

  • Hikmetinin sırrı, esprisi; ilmî açıklaması.

sırr-ı i'caz-ı kur'an / sırr-ı i'câz-ı kur'ân

  • Kur'ân'ın mu'cize oluşunun sırrı, espirisi.

sırr-ı ihlas-ı hakiki / sırr-ı ihlâs-ı hakikî

  • Gerçek ihlâs sırrı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetme esprisi, mânevî gücü.

sırr-ı inayet / sırr-ı inâyet

  • Yardım sırrı, esprisi.

sırr-ı tefevvuk

  • Üstünlük sırrı, esprisi.

sırr-ı temsil

  • Kıyaslama tarzında benzetme sırrı, esprisi.

sırr-ı tenasülat / sırr-ı tenasülât

  • Çoğalma, üreme sırrı, esprisi.

sırr-ı tesanüd

  • Dayanışma sırrı, esprisi.

sırr-ı tevhid

  • Birleme esprisi; herşeyin bir olan Allah'a ait olmasının sırrı, Ona ait kılma sırrı.

sırr-ı tezad

  • Birbirine zıt olma esprisi; zıtlık sırrı.

sırr-ı uhuvvet-i hakiki

  • Gerçek kardeşlik esprisi.

şisı'

  • Büyük ve çok mal.
  • Dar yer. Bir yerin uç tarafı.
  • Nalın kayışı.
  • Bir malı dikkatle bekleyip koruyan.

şit

  • Hz. Âdem'in (A.S.) oğullarından ve ondan sonra peygamber olan zât olup kendisine 50 sayfalık kitab nâzil olmuştur. Kâbe-i Mükerreme'yi ilk önce taştan bina eden zât olduğu Kısas-ı Enbiya'da mezkûrdur.

şit (şis) aleyhisselam / şit (şîs) aleyhisselâm

  • Âdem aleyhisselâmdan sonra gönderilen peygamber. Âdem aleyhisselâmın oğludur. Babası vefât edince peygamber oldu. Kendisine elli suhuf kitâb verildi. Şit ismi İbrânice olup Arapça'da Allah'ın hibesi (hediyesi) mânâsındadır. Şit yerine Şîs de denilmiştir.

sivak

  • (Çoğulu: Süvük) Misvak.
  • Dişini yıkamak.

şiya'

  • Zahir olmak, görünmek.
  • Çobanın kavalından çıkan ses.
  • Odun takıltısı.

siyak

  • Söz gelişi, ifade tarzı.
  • Üslub, tarz, yol.
  • Sürmek, sevk.
  • Ruhun çıkması.
  • Söz gelişi, bir sözün hemen öncesinde geçen sözler.
  • Sözün gelişi.
  • Tarz, üslup.

siyak u sibak / siyâk u sibak / سياق و سباق

  • Sözün gelişi. (Arapça)

siyak ve sibak-ı kelam / siyak ve sibak-ı kelâm

  • Sözün başıyla sonu; sözün akışı.

siyak-ı kelam / siyak-ı kelâm

  • Sözün gelişi, sevkediliş.

siyaset-i şer'i / siyaset-i şer'î

  • İslâm'ın öngördüğü siyaset ve yönetim anlayışı.

siyer-i nebi

  • Mevzuu Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) hayatı, ahlâkı ve yaşayışı olan, O'nun gaye ve cihanı irşad eden mesleğinden bahseden kitap.

siyera'

  • İbrişimle karışık alaca bez.

siyy

  • Arz-ı Arabdan bir yer.
  • Çöl, sahra.
  • Benzer, misil.

siz misiniz şu şanlı ecdadımızla bizi rapt eden rabıtamızın hadd-i evsatı?

  • Siz misiniz şu şanlı dedelerimizle bizim aramızdaki ortak bağ ve ortak nitelik.

skolastik

  • Orta Çağda Hıristiyan âleminde, papazların dinî görüşüne ve onların baskısı altındaki dinî fikirlerine göre verilen felsefî fikirler.
  • Lât. Kurun-u vustâda (Orta çağlarda) Hristiyan âleminde, papazların dinî görüşüne ve onların baskısı altındaki dinî fikirlerine göre yapılan tedrisat usulü.

sofestai / sofestaî / sofestâî

  • Septisizme mensup, şüpheci, inkârcı.
  • (Sevfestâi) Kâinatın yaratıcısını, Cenab-ı Hakkı kabul etmemek için herşeyi inkâr eden. Müsbet veya menfi hiç bir hükme varmayan, daima şüphe içinde kalmayı esas alan felsefi bir doktrinin (Septisizm) mensubu. Septik. Alemde hakikat namına hiç bir şey tanımayan ve hakikatı araştırmaktan sarf-ı nazar
  • Şüpheci; herşeyi, hattâ kendisini dahi inkâr eden, olumlu veya olumsuz hiçbir hükme varmayan daima şüphe içinde kalmayı esas alan bir felsefi zihniyet ve tutum sahibi, septik.

sofestaicesine

  • Sofistler gibi, safsata ve kelime oyunlarıyla kabul ettirmeye çalışırcasına.

sofestailer / sofestâîler

  • Kâinatın yaratıcısını kabul etmemek için herşeyi, hatta kendilerini dahi inkâr edenler.

sokrat

  • Eski bir Yunan Feylesofu. (M.Ö. 470-400) Vahdaniyete ve ruhun bakiliğine inanmış ve bu fikrini yaymağa çalışmış. "Dünyada yalnız bir şey öğrenebildim, o da hiç bir şey bilmediğimdir." sözü meşhurdur. Devrinin inanışına zıd fikirlerinden dolayı mahkemece kendisine idam kararı verilmiş, baldıran otunu

son peygamber

  • Kendisinden sonra başka peygamber gelmeyecek olan Muhammed aleyhisselâm.

sosyalist / صُوسُيَالِستْ

  • Şahsî mülkiyeti kaldırıp her şeyi topluma mal eden sistemi savunan kişi.

sosyoloğ

  • İçtimaî bilgilerle uğraşan, toplu insan yaşayışı ve onların idare işlerinde bilgi sahibi olmaya çalışan. İçtimaiyatçı. (Fransızca)

spiker

  • ing. Konuşmacı. Radyo programlarını takdim eden, haber bültenlerini okuyan kişi.

staj

  • Mesleki bilgisini artırmak maksadıyla başka birinin nezareti altında yapılan çalışma. (Fransızca)

su'-i edeb / sû'-i edeb

  • Edebsizlik, edeb dışı hareket, insanlara iyi muâmele etmemek, haddini bilmemek.

su'ban

  • (Çoğulu: Saâbin) Büyük yılan. Ejderha.
  • Koz: Semanın kuzey yarım küresinde bulunan Tinnîn Burcu'nun çevirdiği büyük kavisin ortasında ve küçük ayı dörtgeninin tam karşısında bulunan en parlak yıldız. (Alpha Draco)

su'l

  • (Çoğulu: Süul) Devede sonradan çıkan küçük meme.
  • Koyunda küçük meme.
  • Asıl dişin yanında çıkan fazlalık diş.

şu'le

  • Mesnevî-i Nuriye isimli eserde yer alan bir bölüm.

şu'le-i berkıyye

  • Yıldırım ışığı. Şimşek parıltısı.

şu'le-i cevval

  • Daim hareket ederek etrafına ışık saçan parıltı.

şu'le-i hud-u hidayet / şû'le-i hûd-u hidâyet

  • Doğru ve hak yola ulaştıran Hz. Hud'un bir parıltısı.

şu'lebar / şu'lebâr

  • Işıklı. (Farsça)

şu'ledar / şu'ledâr

  • Alevlenmiş, alevli. Işıklı. (Farsça)

şu'lefeşan / şu'lefeşân

  • Işık saçan, parlatan. (Farsça)

şu'lepaş / şu'lepâş

  • Işık saçan. (Farsça)

şu'leperver

  • Işıklandıran. Alevlendirici. (Farsça)

şu'leriz

  • Işıldayan, alev saçan. (Farsça)

su'n

  • (Çoğulu: Seâne) Yarısı kesilmiş kırba.

şua / şuâ / şûa / شعاع

  • Güneşten veya bir ışık kaynağından uzanan ışık telleri, ışın.
  • Işın, ışık teli.
  • Işın; bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri.
  • Işın. (Arapça)

şua' / şuâ' / شُعَاعْ

  • Bir ışık kaynağından uzanan ışık telleri.
  • Işın.

şua-ı hakikat / şuâ-ı hakikat

  • Hakikat ışığı, parıltısı.

şua-yı hakikat / şuâ-yı hakikat

  • Hakikat ışığı, ışını.

şuaat / şuâât / شعاعات

  • Işıklar, parıltılar, nurlar.
  • Işınlar, ışık hüzmeleri; Hz. Muhammed'in (a.s.m.) peygamberliğinin isbatına dair bir eser olup, 1921 yılında Üstad Said Nursî tarafından telif edilmiştir.
  • Işınlar.
  • Işınlar. (Arapça)

şuaat-ı ayniye / şuâât-ı ayniye

  • Gözdeki ışık hüzmeleri, göz feri.

şuaat-ı istişhad / şuâât-ı istişhad

  • İstişhad ışınları; şahit ve delil gösterme ışığının hüzmeleri, ışınları.

şuaat-ı rahmet / şuâât-ı rahmet

  • Rahmet ışınları.

şuab

  • (Tekili: şu'be) şubeler. Kollar, bir cisimden ayrılan çatallar.

şuabat

  • (Tekili: Şu'be) Şubeler, kısımlar, takımlar, bölükler. Dallar.

sual-i mukadder / suâl-i mukadder / سُؤَالِ مُقَدَّرْ

  • Sözün gelişinden anlaşılan soru.

şuayb

  • Ashab-ı Eyke ile Medyen ahâlisine gönderilen bir peygamberdir. Çok hakikatlı ve güzel sözlerle bu iki kavmi Hakka davet ettiği halde kendisini dinlemediler. Cenab-ı Hak Eykeliler üzerine şiddetli sıcaklık ve Medyen ahalisine de şiddetli sayha ile azab verdi ve onları mahveyledi. Şuayb Aleyhisselâm k

şuayb aleyhisselam / şuayb aleyhisselâm

  • Medyen ve Eyke ahâlisine gönderilen peygamber. İbrâhim aleyhisselâmın, dînini insanlara tebliğ etti. İbrâhim aleyhisselâmın veya Sâlih aleyhisselâmın neslinden olduğu rivâyet edilir. İsminin Arabça Şuayb, Süryânicede Yesrûb olduğu bildirilmiştir. Mûsâ aleyhisselâmın kayınpederidir.

sübe

  • On kişiden fazla olan erkek cemaatı.
  • Havuzun ortası.

şube / şûbe

  • Bölüm, kısım.
  • Bölüm, kısım.
  • Bölüm, kısım.

şübehat-alud / şübehat-âlûd

  • Şüphelerle karma karışık olmuş, şüphelerle dolu.

sübha

  • Uyku, nevm.
  • Fâriğ olmak, vazgeçmek, çekilmek. İşi bitirmek.

sübhanallah

  • Cenab-ı Hakk'ın mahlukatı ve eserleri karşısında duyulan hayret ve taaccübü ifade etmek için söylenir. Cenab-ı Hakkın zâtında, sıfâtında ve ef'alinde bütün kusurlardan münezzehiyetini ifade eder.

sübjektif

  • Objektif olmayan, kişisel, duygusal; eşyanın hakikatine değil de ferdin düşünce ve duygularına dayanan.

şübke

  • (Çoğulu: Şübük) Yakınlık. Akrabalık, hısımlık.

suda' / sudâ' / صداع

  • Baş ağrısı.
  • Rahatsız etme, sıkıntı verme, sıkma.
  • Baş ağrısı. (Arapça)

süds

  • (Südüs) Altı kısımda bir kısım.

süeda / süedâ / سؤدا

  • Kutlu kişiler. (Arapça)

suf

  • (Çoğulu: Evsâf) Yün dokuma. Yünden yapılmış dokuma.
  • Yün, yapağı, ibrişim.

şüf'a

  • Bir malı müşteriye, mal olduğu fiata satmak.
  • Huk: Satılmakta olan bir yerde hissesi bulunan veya oraya bitişik komşu olanın satılan şeyi almakta birinci derecede hakkı olması. Şüf'a sahibi kendinden habersiz satılan şeyi, dava ederse, bedelini ödeyerek müşteriden geri alabilir.
  • <

suffe

  • Peygamberimizin Mescidine bitişik olarak inşa edilen ve içinde bazı sahabelerin Peygamber Efendimizden Kur'ân ve Hadis ilimlerini öğrendiği ve barındığı yer.
  • Peygamberimizin mescidine bitişik yer, bekâr sahabelerin kaldığı mekân.

sufimeşrep / sufîmeşrep

  • Tasavvuf metoduyla hareket eden kişi.

süftece

  • (Çoğulu: Süfâtic) İçi kovuk boş cisim.
  • Bir yerden bir yere armağan olarak gönderilen şey.
  • Yol korkusundan emin olmak için tâcirlere borç olarak verilen para.

süfyan

  • Âhirzamanda gelen ve kendisi gibi münafıklara "ulu önder"lik ederek dini yıkmaya çalışan dehşetli bir dinsiz, islâm deccalı.

suğra / suğrâ

  • Küçük önerme; kıyası oluşturan önermelerden birisidir. Kıyasın sonuç önermesinin öznesi olan küçük terim bu küçük önermede bulunur.

şuha

  • Karın ağrısı.

süham

  • Yabanda biten ot.
  • Yaz ısısı.
  • Sıcak yel.
  • Tegayyür, değişme.
  • Ziyan, zarar.

sühme

  • Nasip.
  • Hısımlık, akrabalık, karâbet.

suhuf

  • Dört büyük ilâhî kitab dışında gönderilen kitapçıklar, formalar. Peygamberlere (aleyhimüsselâm) Allahü teâlâ tarafından gelen yüz dört kitaptan ilk yüz tânesi.
  • Amel defteri. İnsanların dünyâda iken yaptıkları iyilik ve kötülüklerinin yazıldığı ve kıyâmet günü herkesin eline verilecek ola

sühumet

  • Akrabalık, hısımlık.

suiistimalat / suiistimalât

  • Kötü kullanımlar, vücut enerjisini israf etmeler.

şükr secdesi

  • Kendisine nîmet gelen veya bir dertten ve sıkıntıdan kurtulan kimsenin, Allahü teâlâ için yaptığı secde.

sükut-u ecram / sükût-u ecram

  • Gök cisimlerinin sessiz hali.

sukut-u insaniyet

  • İnsanlığın alçalışı.

sülale

  • Sıkınca parmakların arasından dışarı çıkan safi balçık.
  • Meni akıntısı.

sülasi / sülasî

  • Üçlü. Üçe mensub.
  • Gr: Harf-i aslîsi üç harf olan kelime.

sulbiyet

  • Katılık, sertlik. Taş gibi olmak.
  • Cisimlerin katı hâli.
  • Mc: Duygusuzluk.

şule / şûle

  • Işık.
  • Alev, ışıltı.
  • Işık.

şule-feşan / şûle-feşan

  • Işık saçan.
  • Işık saçan, nur saçan.

şule-i cevvale

  • Sürekli hareket ederek etrafına ışık saçan parıltı.

şule-i hikmet

  • Hikmet ışıltısı.

şule-i i'caz / şule-i i'câz / şûle-i i'caz

  • Mu'cizelik parıltısı, ışığı.
  • Mu'cizelik parıltısı.

şule-i i'caz-ı kur'ani / şûle-i i'câz-ı kur'ânî

  • Kur'ân'ın mu'cizesinin bir parıltısı.

şule-i keramet / şûle-i keramet

  • Keramet ışığı, parıltısı.

şule-i rahmet-i alem / şule-i rahmet-i âlem

  • Kâinatı kuşatan İlâhî rahmetin bir parıltısı.

şuledar / şûledâr

  • Alevli, ışıklı.
  • Alevli, ışıltılı.

şulefeşan / şûlefeşân

  • Işık saçan.
  • Işık saçan.
  • Işık saçan.

suleha / sulehâ / صلحا

  • Salih kişiler, iyi amelli kullar. (Arapça)

suleha-yı ümmet / sulehâ-yı ümmet

  • Ümmetin salih kişileri.

süleyman

  • Beni İsrail Peygamberlerindendir. Davud (A.S.) ın oğludur. Babasının vasiyyeti üzerine Beyt-ül Makdisi yedi senede inşa ettirdi. Kudüste büyük bir hükümet sarayı yaptırdı. Şark ve garb melikleri kendisine itaate geldiler. Kırk sene hem peygamberlik, hem padişahlık yaptı. Beni İsrailden Yahuda ve Bün

sulfato-misal / sulfato-misâl

  • Sulfato gibi; kınadan elde edilen ve sıtmanın tedavisinde kullanılan beyaz alkaloit (kinin) gibi.

sülfe

  • Kişinin aceleyle hazırladığı yemek.

sulh-u hudeybiye

  • Hudeybiye Barışı.

sulh-u umumi / sulh-u umumî

  • Genel barış, dünya barışı.

sulh-ü umumi / sulh-ü umumî

  • Genel barış, dünya barışı.

sulhkarane / sulhkârâne

  • Barışık, barış içinde.

sultan

  • "Saltanatıyle kâinatı idare eden" mânâsında ilâhî isim.

sultan süleyman han

  • (Hi: 900-974) Osmanlı Padişahlarının onuncusu, İslâm Halifelerinin yetmişbeşincisidir. Yavuz Sultan Selim Han'ın oğludur. Avrupa-vari bir kısım kanunlar yapılmasına vesile olduğundan Kanuni nâmı ile de tanınır. Padişahlık yılları Osmanlı Devletinin en haşmetli devri olup, Avrupa, Asya Osmanlıların e

sultan-ı adil / sultan-ı âdil

  • Her işini sınırsız bir adaletle ve yerli yerinde yapan Sultan; Allah.

sultan-ı evliya

  • Velilerin sultanı, reisi.

sultan-ı levlak / sultan-ı levlâk

  • Bütün herşeyin onun sevgisi ve getirdiği nur sebebiyle yaratılan Sultan; Peygamber Efendimiz (a.s.m.).

sultan-ül-ulema / sultân-ül-ulemâ

  • İzzeddîn bin Abdüsselâm ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin babası gibi birçok İslâm âlimine, derin ve geniş ilimleri ve İslâm'a hizmetleri sebebiyle verilen lakab (isim).

süluk yolu / sülûk yolu

  • İnsanı Allahü teâlânın sevgisine kavuşturan yollardan biri.

sülüsan / sülüsân

  • Üçte iki. Üç kısımdan iki kısım.
  • Üçte iki, üçte iki kısım.

sülüseyn

  • Üç parçada iki parça, üç kısımda iki kısım. Üçte iki.

şum

  • Hayırsız kişi.

sum'a

  • İhlâssızlıktan çıkan, işitilsin ve bilinsin için yapılan iş, gizli riyakârlık.

summ

  • İşitmez olanlar, sağır olanlar. Duymayanlar.

şümus-u kur'an / şümus-u kur'ân

  • Kur'ân-ı Kerimin içinde bulunan ve her birisi güneş gibi iman hakikatlerini açıkça gösteren temel özellikleri.

sun'i / sun'î

  • İnsan yapısı, uydurma, takma, sahte, yaradılıştan olmayan.

sunafir

  • Her nesnenin hâlisi. Her şeyin iyisi ve doğrusu.

sünen

  • Sünnetler.
  • Hüküm bildiren hadîs-i şerîfleri toplayan hadîs kitablarına verilen isim.

sünen-i ebu davud / sünen-i ebu dâvud

  • (Bak: Kütüb-ü sitte-i hadisiyye)

sünen-i muhammediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) sünnetleri, ahlâk ve yaşayışı.

sünnet olmak

  • Çocuğun sünnet derisinin çepeçevre kesilmesi. Hitân.

sünnet-i kifaye / sünnet-i kifâye

  • Başkalarının meselâ beş-on kişiden birinin işlemesiyle, diğerlerinden sâkıt olan (düşen) sünnet.

sünusi / sünusî

  • (Seyyid Muhammed bin Ali) (Hi: 1206 - 1276) Şâzelî (Şazilî) Tarikatının sonradan teşekkül eden kollarından birisinin kurucusudur. Cezayir'in büyük velilerindendir. Memleketinin bir çok yerlerini ve Mekke-i Mükerreme'yi ziyaret etmiş; Mısır'da, Bingazi'de tederrüsle iştigal etmiştir. Bingazi'de zaviy

sünya

  • İstisnadan bir isim.

şur-efgen

  • Karma karışık yapan, kargaşalık çıkaran. (Farsça)

şura / şûra / şûrâ / شُورٰي

  • Konuşma yeri, istişare meclisi. Büyüklerin istişare için toplanma yeri.
  • Meşveret için toplantı.
  • Meşveret etme.
  • Danışıp konuşmak için toplanılan yer.
  • İstişâre meclisi.

sürb

  • Kurşun, kalay. Kurşun ve kalay karışımı. (Farsça)

sürdah

  • (Çoğulu: Serâdih) Semiz etli dişi deve.
  • Ufak otlar yetişen yumuşak yer.

suret-i mesele

  • Bir meselenin sûreti, genel yapısı; asıl yapısı.

suri / surî

  • Surete ait, görünüşe ait. gerçek dışı, ciddi ve samimi olmayan.

şuride

  • Perişan, karışık. (Farsça)
  • Tutkun, âşık, meftun. (Farsça)

şuridegi / şuridegî

  • Karışıklık, perişanlık. (Farsça)
  • Tutkunluk, düşkünlük. (Farsça)

şuridehatır / şûrîdehâtır / شوریده خاطر

  • Gönlü perişan, aklı karışık. (Farsça - Arapça)

şuriş

  • Karışıklık, kargaşalık. (Farsça)

sürm

  • (Çoğulu: Esrem) Necisin çıktığı yer.

sürmüle

  • Tilkinin dişisi.
  • Sırtlanın dişisi.
  • Bir erkek ismi.

sürsur

  • Âlim ve akıllı kişi.

sürü

  • Tar: Devşirme suretiyle alınan Hristiyan çocuklarının yüzer, yüzellişer, ikiyüzer veya daha fazla kişilik kafileler halinde sevkedilmeleri. Sürü adı verilen bu kafileler, sürücülerle muhafızların nezareti altında hükümet merkezine sevkedilirlerdi.

suruf

  • (Tekili: Sarf) Dilbilgisi kitapları, gramerler.

şusy

  • Ölünün şişip el ve ayağının sertleşmesi.

sütahi / sütahî

  • Oturak yeri büyük olan kişi.

sütun

  • Direk, amud, rükün. Silindir biçiminde destek. (Farsça)
  • Gazete veya kitap sahifelerinde yukarıdan aşağıya olan bölünmüş kısımlardan herbiri. Kolon. (Farsça)

şutur

  • Irak, uzak, baid.
  • Bir memesi birisinden uzun olan koyun.
  • İki emziği kurumuş olan deve.

şütür gürbe

  • "Deve ile kedi" : İyilik fenalık; münasebetsiz, karışık; iyi ile kötü. (Farsça)

sutur-u hadisat / sutûr-u hâdisât

  • Sayısız olaylar satırları.

şuubat

  • (Tekili: şu'be) Şubeler, kısımlar, bölümler.

şüunat / şüûnât

  • Şanlar, haller, keyfiyetler, hâdiseler, vak'alar. İsimlerin zât-ı ilâhîye nisbetleri ve mertebeleri.

şuunat-ı esma-i ilahiye / şuûnât-ı esmâ-i ilâhiye

  • Allah'ın isimlerinin eserleri.

şuunat-ı kesireye malik / şuûnât-ı kesireye mâlik

  • Pek çok halleri, özellikleri, etkinlikleri bulunan; pek çok işi yapabilen.

şuuru külli / şuuru küllî

  • Bilgi ve kavrayışı kapsamlı.

süveyda-ül kalb

  • (Sevâd-ül kalb, Sevdâ-ül kalb) Kalbin ortasında varlığı kabul edilen siyah nokta. Kalbdeki gizli günah. Buna Habbet-ül kalb, Esved-ül kalb de denir. Kalbdeki basiret mahalli diye bilinir. Eskiden bir kısım muhakkikler, kalbin mezkur mahalline; Mahall-i ulum-u diniyye demişler. Ekseriyyetle mahall-i

süvre

  • (Çoğulu: Sivere-Sire) Dişi sığır.

şüzuz / şüzûz

  • (Şâzz. dan) Kaide ve kanun dışı kalmak. Yalnız kalmak.
  • Karşı olmak, muhalif olmak.
  • Kural dışı olma.
  • İstisna, kural dışı.

şüzuz etme / şüzûz etme

  • Kural dışı kalma.

şüzuz etmemek / şüzûz etmemek

  • Kural dışında, saf dışında kalmamak, istisna olmamak.

şüzuzat / şüzuzât / şüzûzât

  • Kural dışı olaylar ve varlıklar.
  • İstisnalar, kural dışı olanlar.

şuzuzat-ı kanuniye / şuzûzât-ı kanuniye

  • Kanun dışılıklar.

ta

  • Kat. Kıvrım. Büklüm. Misil, mânend. Nihayet. Gayet. Kadar, beri, dek. (mânalarına gelir) Meselâ : (Farsça)

ta'did

  • Mübâlağa ile ısırmak.

ta'dilat / ta'dîlat / تعدیلات

  • Değişiklikler, doğrultmalar, değiştirmeler, tebdil etmeler.
  • Değiştirmeler, değişiklik. (Arapça)
  • Ta'dilât yapmak: Değişiklik yapmak. (Arapça)

ta'dilen / ta'dîlen / تعدیلا

  • Değiştirilerek, değişiklik yapılarak. (Arapça)

ta'kim

  • (Akm. dan) Kısırlaştırma. Neticesiz bırakma.

ta'lik

  • Asmak.
  • Geciktirmek.
  • Bağlanmak.
  • Bir cümlenin mazmununun husulünü diğer bir cümlenin mazmununun husulüne edat-ı şart ile rabt etmektir. Şu işi görürsen, şuna vâris olacaksın denilse, vâris olma, işin görülmesine bağlanmış olur. Buna ta'liki şart denir.
  • Muallak k
  • Asmak, geciktirmek, bağlamak, bir zamana bırakmak, Arap yazısının bir çeşidi.

ta'lim-i esma / ta'lim-i esmâ

  • İsimleri öğretmek.
  • Cenab-ı Hak tarafından Hz. Âdem'e (A.S.) Esmâ-i hüsnânın öğretilmesi.

ta'n

  • Hoş görmemek. Kötülemek. Birisinin ayıp ve kusurlarını beyan etmek.
  • Küfretmek.
  • Muhalifin iddialarını çürütmek.
  • Vurmak.
  • Duhul etmek, dâhil olmak, girmek.
  • Hoş görmemek, kötülemek.
  • Birisinin ayıp ve kusurlarını söylemek.
  • Küfretmek.
  • Muhalifin iddialarını çürütmek.

ta'vik

  • İlerlemesine mâni olmak. Geciktirmek.
  • İşinden alıkoymak.

ta'zil

  • Azletme. İşinden çıkarma.

ta'ziye

  • Yeni ölen birisinin yakınlarının acısını paylaşır söz söylemek, teselli etmek. Baş sağlığı dilemek. "Allah sabr-ı cemil ihsan etsin" diye söylemek.

taabbüs

  • Sayıklama.
  • Havadaki bir şeyi tutmağa çalışır gibi ellerini sallıyarak hareket ettirme.

taaffüf

  • İffetli olma. İffetli görünme.
  • Tekellüfle salihlik yapma. Ahlâk dışı şeylerden kaçınma.
  • İstemekten uzak durma.

taahhüd

  • (Ahd. den) Bir işin veya bir şeyin yapılması için söz verme, üzerine almak. İltizam etme. Resmi söz verme. Yüklenme.
  • Postaya verilen bir şeyin, yerine varmasını sağlama.

taahhüd-ü rabbani / taahhüd-ü rabbânî

  • Herşeyin Rabbi olan Allah'ın garantisi.

taalluk / taallûk

  • Bağlanmak, ilişme, ilişik olma.

taalluku olma / taallûku olma

  • Bağlantısı olma, ilişkisi bulunma.

taammüm

  • Umumileşme. Umumi olma.
  • (İmame. den) Sarık sarma.
  • (Amm. den) Amca olma. Birisini "amca" diye çağırma.

taannüt

  • Herkesin yanlışını arama.

taarrus

  • (Çoğulu: Taarrusât) Kocanın, karısına karşı sevgisini göstermesi.

tab

  • "Parıldayan, parlayan, parlatan, aydınlatan" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Âlem-tab : Dünyayı aydınlatan, âlemi ışıklandıran. (Farsça)

tabahat

  • Aşçılık. Yemek pişirme san'atı.

tabaka'

  • Kelâmdan âciz kimse, konuşamayan kişi.
  • Cimaı yerince yapamayan kimse.

tabakat-ı hükumet / tabakat-ı hükûmet

  • Yönetim katmanları, hiyerarşisi.

tabakat-ı kesret

  • Çokluk tabakaları; sayısız varlıklardan oluşan tabakalar.

tabakatın musalahası / tabakatın musalâhası

  • Toplumsal sınıfların barışı, barış içinde olması.

taban / tâbân

  • Işıklı. Parlak. (Farsça)
  • Parlayan güneş. (Farsça)
  • Işıklı.

tabdar

  • Işıklı, parlak. Büklümlü, kıvrımlı. (Farsça)

tabdih

  • Işık veren. (Farsça)
  • İplik bükücü. (Farsça)

tabende / tâbende / تابنده

  • Işık veren, parlayan. (Farsça)
  • Parlak, ışık veren. (Farsça)

taberi / taberî

  • (Ebu Cafer Muhammed bin Cerir İbn-i Yezid) (Hi: 224 - 310) İslâm tarihçisi ve müfessiri olup Taberistan'da doğmuş, 7 yaşında Kur'anı hıfz edip bütün ömrünü ilme vakf etmiştir. Babasının adına izafetle Ceririye adlı bir fıkıh mektebi kurmuştur. İbn-i Cerir-et Taberî adı meşhurdur. Kur'an-ı Kerimin bü

tabh / طبخ

  • Pişirme. Pişirilme.
  • İlâç kaynatma.
  • Pişirme. (Arapça)

tabhi / tabhî

  • Pişirmekle veya pişirilmekle ilgili.

tabiat bataklığı

  • Materyalist düşünce; tabiat için, "insan faaliyetlerinin dışında kendi kendini sürekli olarak yeniden yaratan ve değiştiren güç" düşüncesi.

tabiat dalaleti / tabiat dalâleti

  • Materyalist düşünce; tabiat için, "insan faaliyetlerinin dışında kendi kendini sürekli olarak yeniden yaratan ve değiştiren güç" düşüncesi.

tabiat fikri

  • Materyalist düşünce; tabiat için söylenen, "insan faaliyetlerinin dışında kendi kendini sürekli olarak yeniden yaratan ve değiştiren güç" düşüncesi.

tabiat-ı alem-i islam / tabiat-ı âlem-i islâm

  • İslâm dünyasının karakter ve yapısı.

tabiat-ı arap

  • Arap milletinin kendine özel yapısı, mizacı, karakteri.

tabiat-ı beşer

  • İnsan yapısı, fıtratı.

tabiat-ı hayal

  • Hayâlin tabiatı, yapısı.

tabiat-ı masiyet / tabiat-ı mâsiyet

  • Günahın tabiatı, doğası; Allah'a karşı yapılan isyankârlığın ve günahın temel özellikleri, yapısı.

tabiat-ı sani / tabiat-ı sâni

  • İkincisinin yapısı.

tabib-i hazık / tabib-i hâzık / tabîb-i hâzık / طَب۪يبِ حَاذِقْ

  • İşinin ehli olan doktor.
  • İşinin ehli doktor.

tabih

  • (Tabh. dan) Pişiren, aşçı.
  • Suda pişmiş et yahnisi.

tabii lüzum-u zati / tabiî lüzum-u zâtî

  • Birşeyin bizzat kendisinde zorunlu olarak doğal bir şekilde bulunan ve ondan ayrılması düşünülemeyen şey; meselâ "Ateşin tabiî lüzum-u zâtîsi sıcaklıktır." denilebilir. Ancak gerçek lüzum-u zâtî Cenâb-ı Hakkın sıfatlarında vardır.

tabiiyyun

  • Tabiatçılar. Naturalistler. "Her şeyi tabiat yapıyor" diyen, maddeye dalmış, Allah'tan (C.C.) mânen uzaklaşmış kişiler.

tabir-i samedani / tabir-i samedânî

  • Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan, ama herşey Kendisine muhtaç olan Allah'ın yüce ifadesi, tabiri.

tabnak

  • Parlak, ışıklı, ziyadar, münevver. (Farsça)

tabtaba

  • Su çağıltısı.
  • Tıpırtı.

tadavvüc

  • Derenin dar ve kısık yerleri çok olmak.

tadilat / tâdilât

  • Değişiklikler, doğrultmalar, değiştirmeler, tebdil etmeler.
  • Değişiklik.

tadlil etme / tadlîl etme

  • Bir kişiyi dinden çıkmakla itham etme.

tadrib

  • Kebabı iyi pişirmek.
  • Avazı güzelce çekip nağmelendirmek. (Buna "tadrib-i fi-s-savt" denir).

tafdil

  • Bir şeyi üstün kılmak. Birisini ötekisinden mühim görmek.
  • Gr: Bir şeyi "en üstün, daha üstün daha çok, en iyi, daha iyi" gibi mânâ ifâde etmesi için mukayese ve üstünlük gösteren ismini söylemek ki, buna "ism-i tafdil" denir. Ef'al () vezninde; efdal (daha faziletli), ekber; (en büyü

taganni

  • (Gınâ. dan) Muhtaç olmamak.
  • Kâfi bulmak.
  • Zengin olmak.
  • Şarkı söylemek. Bir ibareyi makamla okumak.
  • Bir şâirin birisini medih veya hicvetmesi.

tağayyür

  • Başkalaşma, değişikliğe uğrama.

tagayyürat-ı suriye / tagayyürat-ı sûriye

  • Şekil ve suret değişiklikleri.

taglis

  • Fık: Kurban bayramının ilk gününde Müzdelife'de bulunanlar için o günün Sabah Namazını fecri müteakib daha ortalık karanlık iken kılmak. (Bu çok efdaldir)
  • Bir işi üzerine almak.
  • Sabah karanlığında sefer etmek.

taglit

  • (Galat. dan) Yanlışını çıkarma. Yanıltma.
  • Karıştırma.

tağut / tâğut

  • Kendisine ibadet edilen bâtıl şeyler, putlar.

tağyirat / tağyîrât / تغييرات

  • Değişiklikler. (Arapça)

tagzin

  • Hışım etmek, kızmak.
  • Buruşturmak.

tahabbüb-ü ilahi / tahabbüb-ü ilâhî

  • Allah'ın kendisini sevdirmesi.

tahaddüs

  • Bilmediği ve duymadığı ihbar ve havadisi idrak eylemek. Zan ve tahmin etmek.
  • Sür'atle idrak etmek.

tahaffuzkar / tahaffuzkâr

  • Korunan, sakınan. Kendisini muhafaza eden. (Farsça)

tahallut

  • (Halt. dan) Karışma. Karışık olma.

tahaşhuş

  • Kâğıt hışırtısı.
  • Yeni kaftan avazı. Silâhların sürtünmelerinden çıkan ses.

tahavvül / تحول

  • Değişim. (Arapça)
  • Tahavvül etmek: Değişmek. (Arapça)

tahavvül-ü azim / tahavvül-ü azîm

  • Büyük değişim.

tahavvülat / tahavvülât / تحولات

  • Hal, evre vs. değişimler.
  • Değişimler. (Arapça)

tahavvülat-ı külliye / tahavvülât-ı külliye

  • Büyük değişiklikler.

tahavvülat-ı muntazam / tahavvülât-ı muntazam

  • Düzgün ve muntazam değişiklikler, değişmeler, gelişmeler.

tahavvülat-ı zerrat / tahavvülât-ı zerrât

  • Atomların değişim, dönüşüm ve hareketleri.

tahcil

  • Atın dört veya üç ayağında veya ikisinde bileklerinden yukarı olan beyazlık.

tahdidat / tahdîdât / تحدیدات

  • Sınırlamalar, kısıtlamalar.
  • Sınırlandırmalar, kısıtlamalar. (Arapça)

tahıne

  • (Çoğulu: Tavâhın) Azı dişlerinden birisi.

tahine

  • (Çoğulu: Tavâhin) Öğütücü diş, azı dişi.

tahir

  • Temiz. Pâk. Abdesti bozacak veya guslü icab ettirecek şeylerden birisiyle özürlü olmayan.
  • Zâhir ve bâtında bütün ayıp ve kirlerden temiz, pâk olduğu için Hz. Peygamberimize de (A.S.) bu isim verilmiştir.
  • Müzikte: Makam ismi.

tahkim

  • Hakem tayin etmek. Hâkim nasbeylemek.
  • Kuvvetlendirme. Sağlamlaştırmak, kavileştirmek.
  • Birisini fesattan men'eylemek.
  • Mahkemede hasmın dâvalarının açıkça belli olması için hâkimi değiştirmek.

tahkir etmek / tahkîr etmek

  • Hor görmek, kötülemek, aşağılamak, birine veya bir şeye söz ve hareketle hakâret etmek, saygı ve hürmet gösterilmesi, üstün tutulması lâzım olan şeyleri aşağı tutmak, saygısızlık etmek.

tahkir-amiz / tahkir-âmiz

  • Hakaretle karışık söz. (Farsça)
  • Tahkir edici. (Farsça)

tahl

  • Dalak ağrısından incinmek.
  • Bozulmak, değişmek.

tahlil

  • Müşkül meseleyi halletmek.
  • Bir şeyi kolaylıkla tutmak.
  • Eritmek.
  • Bir şeyi helâl kılmak.
  • Yemine kefaret etmek.
  • Man: Terkibin zıddıdır. Bir kıyas neticesinin mantık şekillerinin hangisinden olduğunu bilmek için delilin tahlili, araştırılması.
  • Fiz:

tahmidname / tahmidnâme

  • Hamd ve teşekkür yazısı.
  • Medih ve şükür yazısı.

tahmil

  • Yüklemek. Taşıtmak. Bir kimse üzerine bir işi bırakmak.

tahmil-i zahmet

  • Zor bir işi birine yükletme.

tahric / tahrîc

  • Çıkarma, meydana koyma; hadîs-i şerîflerin kaynağını, nasıl geldiklerini, kimlerin naklettiklerini, sahih ve zayıflık gibi derecelerini bulup gösterme, bildirme işi.

tahriç

  • Hadisin asıl kaynağına ulaşma.

tahric-i hadis / tahric-i hadîs

  • Hadisin asıl kaynağına ulaşma.

tahsildar

  • Tahsil eden; alacakları toplayan kişi.

taht-el bahir

  • Denizaltı. Denizaltı gemisi.

taht-ı revan

  • Dört kişi veya iki katırla taşınan nakil vasıtası.

taht-ı temellük

  • Mülkü altında, sahipliği altında, kendisine ait.

tahtaha

  • Bir şeyi doğrultmak.
  • Beraber etmek.
  • Bazısını bazısına katmak.

tahve

  • Eti pişirmek.

tahvilat / tahvilât

  • Değişimler.

tahvin

  • (Çoğulu: Tahvinât) Birisine hâin deme. Hıyânet nisbet etme.

tahyir

  • (Hayır. dan) İki şeyden birisini seçme durumunda bırakma. İstediğini seçmesini teklif etme.

taka

  • İki-üç kişi ile idare edilen küçük yelkenli.

takallüd

  • (Çoğulu: Takallüdât) (Kald. dan) Bir işi üstüne almak.
  • Takınma, kuşanma. Gerdanlık veya muska gibi boyuna geçirme.
  • (Kılıç) kuşanma.

takasur

  • (Kasr. dan) Bir işi mümkün iken yapmama. Esirgeme.

takdime

  • (Çoğulu: Tekadim) Kendisinden üstün kişiye sunulan armağan, hediye.
  • Takdim.

takdir / takdîr

  • Ölçme, değer biçme, değer verme, tâyin etme. Allahü teâlânın, olacak hâdiseleri ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilmi) ile bilip tâyin etmesi.

takdir-i ilahi / takdîr-i ilâhî

  • Allahü teâlânın, olacak hâdiseleri ezelde ilm-i ezelîsi ile bilip tâyin etmesi.

takdir-i kelam / takdir-i kelâm

  • Sözün gelişi; sözde zikredilmeyen bir lafzı sözün gelişinden anlayıp belirtmek.

takdirname

  • Bir işin beğenildiğine ve istihsan edildiğine dâir alâkadarların imzasını taşıyan yazı. Beğenildiğine dair yazılı kâğıt. (Farsça)

taklid / taklîd

  • İnanılacak şeylerde düşünmeden, anlamadan, yalnız başkasından işiterek, görerek inanma, îmân etme.
  • Amelde yâni yapılacak işlerde delîlini araştırmadan bir müctehidin ictihâdlarına (mezhebine) uyma, bağlanma.
  • Kendi mezhebine göre yapmasında harâc (meşakkat) veya zarûret buluna

taklid-i tufeylane / taklid-i tufeylâne

  • Küçük çocuklara yakışır şekildeki taklid.

taklidi iman / taklîdî îmân

  • İnanılacak şeylerde düşünmeden anlamadan, yalnız başkasından işiterek inanma, îmân etme.

taklih

  • Dişin sarılığını gidermek.

taklil / taklîl / تقليل

  • Azaltma, kısma. (Arapça)
  • Azaltılma, kısılma. (Arapça)

takriz / takrîz / تقریض

  • Bir eserin medih yazısı.
  • Borç verme. (Arapça)
  • Kitaba beğeni yazısı yazma. (Arapça)

takrizname / takriznâme

  • Bir eser hakkında yazılan övgü ve beğeni yazısı.

taksim

  • (Kısım. dan) Bölme. Parçalara ayırma.

taksim-i akli / taksîm-i aklî / تَقْس۪يمِ عَقْل۪ي

  • Aklen kısımlara ayırma.

taksimat / taksimât

  • Kısımlara ayırma.

taksir

  • (Kasr. dan) Kısaltma, kısma.
  • Kusur, hata, kabahat, suç. Günah.
  • Bir işi eksik yapma.
  • Bir şeyi yapabilir iken yapmama.
  • Zayıflatmak, süstlük etmek.
  • Geri kalmak.

taktik

  • Asker kuvvetlerini harb meydanlarında düşmanı şaşırtarak kullanma. Bu işi tedkik eden ilim. (Fransızca)
  • Mc: Bir işte muvaffakiyet için lüzum eden yolları kullanma. (Fransızca)

taktir / taktîr

  • Nafakada (yeme-içme, giyme ve meskende) ihtiyaçlarından kısıp, çok mal ve para biriktirmek.

takvim

  • Düzeltme. Doğrultma. Kıvamına koyma. Eğriyi doğru tutma.
  • Ta'dil etme.
  • Bir şeye kıymet tâyin eylemek.
  • Her gün güneşin doğuşu, batışı, ay ahkâmı ve süresi kaydedilmiş olan defter.
  • Günlük olaylardan bahseden gazete.

takvim-i zişan / takvim-i zîşan

  • Yaratılışın tam kıvamında olan şan ve şeref sahibi bir varlık.

tala'

  • (Çoğulu: Etlâ) Geyik buzağısı.
  • Çatal tırnaklı hayvanların yavrusu.
  • Buzağının ayağını bağladıkları ip.
  • Şahıs.

talak / talâk

  • Nikâh bağını çözmek; nikâh akdini (sözleşmesini), belli sözlerle derhal veya geleceğe bağlı olarak sona erdirmek. Şer'î (dînî) nikâhta, boşama hakkı olanın, nikâhlı olduğu kişiyi boşaması.
  • Boşamak. Boşanmak.
  • Bağlı olan bir şeyi çözmek, ayırmak.
  • Nikâhlı karısını bırakmak.
  • Boşamak, boşanmak.
  • Bağlı olan bir şeyi çözmek, ayırmak.
  • Nikâhlı karısını bırakmak.

talak-ı bayin / talâk-ı bâyin

  • Yeniden evleniyorlarmış gibi kadının rızası ile tekrar nikâh edilmedikçe geri alınamayacağı talâk. Kadın istemiyorsa erkek zorla alamaz. İddet sırasında kadın, erkeğin evinde kalmaz. Erkek üçüncü defa verdiği bâin talaktan sonra, üzerinden hulle geçmeden karısını bir daha (kadın istese de) alamaz.

talak-ı ric'i / talâk-ı ric'î

  • Erkeğin karısını boşadıktan sonra tekrar karısına dönmesini mümkün kılan boşanma şekli.

talan

  • Çapul, yağma. (Farsça)
  • Birisinin malının, herkes tarafından kapışılması. (Farsça)

talha bin ubeydullah

  • (R.A.) : Aşere-i mübeşşeredendir. Çok muharebelere iştirak etti, fedakârlığı büyüktü. Peygamberimiz (A.S.M.) ile muharebede iken kılıç darbesine karşı kolunu gerer ve onu muhafazaya çalışırdı, kendisinden ziyade Hz. Peygamber'i (A.S.M.) muhafazaya azmederdi. Kolu bu yüzden sakatlandı. Hz. Ali (R.A.)

tali

  • Tilavet eden, okuyan.
  • İkinci derecede. Sonradan gelen.
  • Man: Birbirine bağlı iki kaziyeden ikincisi. Meselâ: "Duman çıkıyorsa ateş vardır" sözünde "Ateş vardır" sözü tâli'dir.

talim-i esma / tâlim-i esmâ

  • Hz. Âdem'e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi.

talimiesma / tâlimiesma

  • İsimleri öğretme.

talk

  • Doğum ağrısı.

tall

  • Çiğ, kırağı. İnce yağan yağmur, çisinti. Şebnem.
  • Helâk etmek, iptal.
  • Güzel, lâtif şey.
  • Şiddet.

tallase

  • Kendisiyle levha silinen paçavra.

talmud / talmûd

  • Yahûdîlerin Tevrât'tan sonra mukaddes kabûl ettikleri, sözlü emirlerin toplandığı Mişnâ ve Gamâra olmak üzere iki kısımdan meydana gelen kitap.

tamir

  • Hurması olan kişi.

tandır

  • Ufak fırın.
  • Elleri ve ayakları ısıtmak için üstü kapalı küçük mangal.
  • Ufak fırın, ekmek pişirilen yer.

tango / طانْغُو

  • Züppe kadın giysisi.

tanin

  • Sinek vızıltısı.
  • Kaz sesi.
  • Avaz ve gürültü.
  • Çınlamak. Tınlamak.

tansif

  • (Nısıf. dan) Yarı yarıya bölmek. Ayırmak.
  • Yarılama, yarısını alma.

tanzic

  • Çok pişirmek.
  • Yakmak.

tanzimat-ı hayriye

  • Osmanlı Devletinde Sultan Abdülmecid zamanında başlayan ve (1839-1876) tarihleri arasındaki devreye Tanzimat-ı Hayriye denir. Sözde ıslahat için çalışılan devirdir. Bu, Gülhane Hatt-ı Hümayunu namında padişah fermanı ile başlatıldı. Bu devirde her şey yeniden tanzim edilecekti, yeni müesseseler kuru

tar ü mar

  • Dağınık, karmakarışık, perişan. (Farsça)

taraf / طرف

  • Yan, yön.
  • Yer, memleket, ülke. Kıt'a.
  • Taraftarlık, sahip çıkmak, korumak.
  • Aralarında anlaşmazlık bulunan iki kişiden veya iki topluluktan her biri.
  • Yön. (Arapça)
  • Ülke. (Arapça)
  • Muhatap iki kişiden her biri. (Arapça)
  • Yer. (Arapça)

tarafeyn

  • İki taraf; İmâm-ı a'zam ile talebelerinden İmâm-ı Muhammed'in bir mes'elede reylerinin (ictihâdlarının) aynı olması sebebiyle ikisine birden verilen isim.

tarak

  • Bulutların bir yere toplanması.
  • Aynı cinsten olan şeylerden bazısı bazısının üstünde olması.

taratun

  • Fârisî dilince söyleşmek. Farsça konuşmak.

tarf

  • Göz, bakış, nazar. Göz ucu.
  • Soyu temiz kimse.
  • Her şeyin nihayeti, sonu.
  • Göz kapaklarını yummak veya oynatmak.
  • Göze bir şey dokundurmakla yaşartmak.
  • Koz: Menazil-i Kamer'den bir menzil adı. (Kamer menzillerinden birisinde aslanın alnını teşkil eden dört

tarfetü'l-ayn

  • Göz kapağının açılıp kapanışı kadar geçen kısa zaman.

tarif / târif

  • (Ar. gr.) Marife yapma; tanımlama; bir amaca binaen bir ismi belirlilik anlamı katan eliflâm takısı ile birlikte zikretmek.

tarife

  • Tanıtma yazısı.

tarifename

  • Tanıtma yazısı.

tarifiyle / târifiyle

  • Arapça belirlik takısı olan "el" ile birlikte gelmesiyle.

tarifname / târifname

  • Tanım yazısı.
  • Bir şeyin yapılışını, kullanılışını anlatan yazı.

tarih-i hayat-ı hürriyet

  • Hürriyet hayatının tarihi, tarihi geçmişi.

tariz / târiz

  • Dokundurma, iğneleme; sözde bir yönü göstererek başka bir yönü kastetme sanatı, meselâ; insanlara zarar veren kimseye "İnsanların en hayırlısı onlara faydalı olandır." diyerek o kimsenin hayırlı biri olmadığını söylemek gibi.

tarüpud / târüpûd / تار و پود

  • Kumaşın çözgü ve atkısı. (Farsça)
  • Doku. (Farsça)

tas'ir

  • Kibirlenmekten dolayı karşısındakinin yüzüne bakmayıp, yüzünü çevirmek.

tasarruf

  • İdare ile kullanmak. Sarfetmek. Tutum. Sâhib olmak. İdare etmek. Sâhiblik. Kullanma hakkı.
  • (Para veya mal) artırma.
  • Bir şeye karışıp müdahale etme.

tasarruf etme

  • Bir şeyde değişiklik yapma vs. gibi dilediği gibi hareket etme.

tasavvuf

  • Kalbi dünyanın fâni işlerinden ayırıp Allah (C.C.) sevgisi ile bağlamak. Tarikat ehli olmak.

tasdikname / tasdîknâme / تَصْدِيقْنَامَه

  • Doğrulama yazısı.

tashih

  • Daha iyi ve daha doğru hale getirmek. Düzeltmek.
  • Hastanın ağrı ve acısını ilâçla gidermek.

tashih layihası / tashih lâyihası

  • Düzeltme yazısı, kararnamesi.

tasig

  • Gayretsiz kişi.

taşra

  • İstanbul dışındaki yerler.

tasrif

  • İstediği şekilde idare etmek. Maslahatta tasarrufa izin vererek mutasarrıf kılmak.
  • Bir şeyi bozup değiştirerek türlü şekillere koymak, evirip çevirmek.
  • Gr: Bir kelimenin veya fiilin çeşitli zamanlara göre sıra ile söylenişi. Sarf kaidesi üzere kelimenin şeklini başka kelimele

taşş

  • Yağmur çisintisi.

tatar

  • (Tetar) (Arapçada: Teter) Bu isim, asıl itibariyle Moğol milletlerinden bir kavmin adıdır. Bu kavmin efrâdı, Cengiz Han askerlerinin pişdarları hükmünde olduğundan eski zamanlarda Moğollar mânasında kullanılmıştır.Arap ve Fars tarihlerinde de yukardaki mânada kullanılmıştır. Sonra bu isim bü

tatbik-i amel / tatbîk-i amel / تَطْبِيقِ عَمَلْ

  • İşin uygulanması, şeriat ve sünnete uyarlanması.
  • Amel ve işini uygulama.

tatilieşgal

  • İşi bir yana bırakma, dinlenme.

tatlik

  • Boşamak. Karısını terk edip nikâhını feshetmek.

tavla

  • Hayvan bağlanan ahır. (San'at Ansiklopedisinde "Tavla" maddesi: "Hayvanların tavlanması yani istirahat edip çalışacak kıvama gelmesi, kuvvet ve tâkat kazanması için beslendiği yer." şeklinde tarif edilmiştir.)

tavme

  • Tosbağanın dişisi.

tavr-ı ubudiyetkarane / tavr-ı ubûdiyetkârâne

  • Kulluğa yakışır tavır, hareket.

tavsiye

  • Vasiyet bırakma.
  • Ismarlama, sipariş etme.
  • Birini iyi tanıtma, işinin olmasını dileme.

tavvaf

  • Kâbe'yi ziyaret ve tavaf eden.
  • Resmî dairelerde gece bekçisi.
  • Çok tavaf eden.

tayi'

  • İtaat eden, boyun eğen kimse.
  • Bir işi kendi isteğiyle yapan.

tayy-i zeman / tayy-i zemân

  • Zamânın dürülmesi. Allahü teâlânın izniyle uzun zamanda yapılacak bir işi çok az zamanda yapma.

tayyib

  • İyi, hoş. İyi davranış. Temiz.
  • Hz. Peygamber'e (A.S.M.) Cenab-ı Allah (C.C.) en güzel kokular vermiştir. Bu yüzden kendisine Tayyib denilmiştir.
  • Fık: Helâlin her türlü şüphelerden uzak, saf ve temiz kısmına denir.

taziyane-i ta'zib

  • Azab vermek, azablandırmak kamçısı.

taziyane-i teşvik / tâziyâne-i teşvik

  • Teşvik kamçısı.

taziyename / tâziyename

  • Yeni ölmüş birisinin yakınlarını teselli eden ve acılarını hafifleten mektup.

tazyik

  • Daraltmak, sıkıştırmak.
  • İcbar etmek.
  • Sıkıntı ve ızdırab vermek.
  • Zorlama, baskı.
  • Fiz: Bir kuvvet harcayarak yapılan basma veya itme işi. Basınç. Katı cisimler, üzerine konuldukları satıhlara; sıvılar, içinde bulundukları kabın hem dibine ve hem de yanlarına; ga

te'kid-i manevi / te'kid-i manevî

  • Söylenişi başka, manası müşterek olan.

te'nis-i ezhan

  • Zihinleri alıştırmak, anlayışı kolaylaştırmak.

te'ziyane-i tazip / te'ziyâne-i tâzip

  • Ceza ve azap kamçısı.

teala ve tekaddes / teâlâ ve tekaddes

  • Allahü teâlânın ism-i şerîfi anıldığında, işitildiğinde veya yazıldığında: "Yüce ve noksan sıfatlardan münezzeh (uzak, temiz)" mânâsına hürmet, saygı ifâdesi.

teamül / teâmül / تعامل

  • Alışılmış biçim.
  • Alışılagelmiş uygulama. (Arapça)
  • İş. (Arapça)
  • Tepkime. (Arapça)

teamülat / teâmülât / تعاملات

  • Alışılagelmiş uygulamalar. (Arapça)

tearuz / teâruz

  • Muâraza. İki kişi arasında zıddiyet, mümânaat etmek.
  • İki kişi arasındaki zıddıyet. Karşıtlık.
  • Çatışma.

tearuzan / teâruzan

  • Birbirine zıt, her biri diğeriyle çelişiyor olarak.

teati

  • Karşılıklı alıp vermek.
  • Bir şeye el uzatıp almak. Hakkı olmayan şeye el uzatmak.
  • Fık: Pazarlıksız ve konuşmadan fiilen vâki olan mal alış verişi.

teayyün-i imkani / teayyün-i imkânî

  • İnsanın hakîkati olan teayyün-i vücûbîsinin zılli yâni görüntüsü. Ehlullah (evliyâ) kendi yaratılışlarına, güçlerine göre tasavvuf mertebelerine kavuşmakta birbirlerinden çok ayrıdırlar. Evliyâ arasında Allahü teâlânın ismine kavuşanlar pek azdır. Ço ğu bu ismin teayyün-i imkânîsine kavuşmuştur. (İm

teb'iz / teb'îz

  • Tamamını değil de bazısını, bir kısmını gösterme.

teba'uz

  • Parçalanma. Kısım kısım ayrılma.

tebaa

  • Tâbi olanlar. Birisinin veya bir devletin emri altında olanlar.

tebadül-ü efkar / tebadül-ü efkâr

  • Fikir ve düşünce alışverişinde bulunma.

tebai / tebaî

  • Hakiki maksat olmayıp dolayısıyla olan.
  • Başkasına uyarak.
  • Cüz'î olarak.

tebarüz-ü uluhiyet / tebarüz-ü ulûhiyet

  • Allah'ın yaratıcılık ve herşeye hâkimiyetinin kendisini göstermesi.

tebattun

  • Bir şeyin içini dışını iyice anlamak için çalışma.

tebcil

  • Ağırlamak. Yüceltmek. Birisine ta'zim etmek. Hürmetle hareket etmek.

tebdil / tebdîl / تبدیل

  • Değiştirme, dönüştürme, değişiklik. (Arapça)
  • Tebdîl edilmek: Değiştirilmek, dönüştürülmek. (Arapça)
  • Tebdîl etmek: Değiştirmek, dönüştürmek. (Arapça)
  • Tebdîl olmak: Dönüşmek. (Arapça)

tebdil-i hava / tebdîl-i hava / تَبْد۪يلِ هَوَا

  • Hava değişimi.
  • Hava değişikliği, hava değişimi.

tebdil-i heva / tebdil-i hevâ

  • Hava tebdili. Hava değişikliği.

tebdil-i kıyafet

  • Kıyafet değişikliği.

tebe-i tabiin / tebe-i tabiîn

  • Tabiînden olan birisinden (yâni ikinci derecede olarak) hadis nakletmiş olan. Veya Tabiîn olanlardan ders almış, onlara uymuş müslümanlar.

tebeddül / تبدل

  • Değişme, değişim.
  • Değişme, değişim.
  • Değişim. (Arapça)
  • Tebeddül etmek: Değişmek. (Arapça)

tebeddül-ü esma / tebeddül-ü esmâ

  • İsimlerin değişmesi.

tebeddülat / tebeddülât / تبدلات

  • Değişimler.
  • (Tekili: Tebeddül) (Bedel. den) Tebeddüller, değişiklikler, tagayyürler, tahavvülât.
  • Değişimler, değişiklikler. (Arapça)

tebeddülat-ı cesime / tebeddülât-ı cesime

  • Büyük değişiklikler.

tebelbül

  • Lisanların muhtelif ve muhtelit olması. Bazısı Arapça, bazısı Farsça ve Türkçe olmak gibi.
  • Karışıklık.

tebelbül-ü akvam

  • Muhtelif kavimlerden ibaret bir cemaatin kısım kısım olmaları, muhtelif dil konuşmaları.

tebelbül-ü elsine

  • Dillerin karmakarışık olup anlaşılmaz hale gelmesi.

tebelleş

  • Birbirine geçmiş, karmakarışık, karışmış.

teberru'

  • Bir kimsenin, mecbur ve mükellef (yükümlü) olmadan, herhangi bir şeyi kendi rızâsı ile karşılıksız olarak birisine onun mülkü olacak şekilde vermesi.
  • Bağış. Bir malın karşılıksız olarak verilmesi. Mecburiyet olmadığı hâlde birisine bir malı vermek. Hayırlı işlerde yardım ve ihsanda bulunmak.

tebessüm

  • Gülümseme, kendinin işitmeyeceği şekilde sessiz gülme.

tebeyyüt

  • Geceleyin yağma etme.
  • Bir işi gece yapmak.

tebhal

  • (Tebhâle) Dudak kabartısı.

tebliğ-i şeriat

  • Peygamberlere mahsus beş vasıftan birisi olan, Allah'tan (C.C.) aldıkları emir ve kanunları insanlara aynen bildirmeleri.

tebliğname / tebliğnâme

  • Tebliğ yazısı.

tebrikname / tebriknâme / tebrîkname / تبریك نامه

  • Kutlama yazısı.
  • Kutlama yazısı. (Arapça - Farsça)

tebvib

  • (Bâb. dan) Kısım kısım ayırma. Bablara ayırma.

tecbin

  • Birisine "korkaksın" deme, korkak sayma.

tecdid-i iman / tecdîd-i îmân

  • Bilerek veya bilmeyerek küfrü gerektiren (îmânı gideren) bir sözü söylemek veya bir işi yapmak yâhut böyle bir şeyi yapmış olma ihtimâli üzerine, Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah sözünü; mânâsını bilerek ve inanarak söyleyip, îmânını yenileme, tâzeleme.

tecelli / tecellî

  • Görünme. Kalbde Allahü teâlânın zâtının ve isimlerinin zuhûru.

tecelli-i amme / tecellî-i âmme

  • Umumî tecellî; Cenâb-ı Hakkın bütün mahlukatı kuşatan isimlerine ait büyük tecelliler, yansımalar.

tecelli-i azamet-i kudret / tecellî-i azamet-i kudret

  • Allah'ın kudretinin büyüklüğünün tecellîsi, yansıması.

tecelli-i esma ve sıfat / tecellî-i esmâ ve sıfât

  • Allah'ın isim ve sıfatlarının tecellîsi, yansıması.

tecelli-i hakimiyet / tecellî-i hâkimiyet

  • Hakimiyetin tecellisi, yansıması.

tecelli-i icad / tecellî-i icad

  • Yaratma, var etme tecellîsi.

tecelli-i iktidar / tecellî-i iktidar

  • Allah'ın kudretinin tecellîsi, yansıması.

tecelli-i kübra-yı adl ve hikmet / tecellî-i kübrâ-yı adl ve hikmet

  • Adaletin ve hikmetin büyük tecellîsi, yansıması.

tecelli-i kudret / tecellî-i kudret

  • Allah'ın sonsuz kudretinin tecellîsi, yansıması.

tecelli-i kudret ve irade / tecellî-i kudret ve irade

  • Allah'ın irade ve kudretinin tecellîsi, yansıması.

tecelli-i merhamet / tecellî-i merhamet

  • Merhametin tecellîsi, yansıması.

tecelli-i sıfat / tecellî-i sıfat

  • Allahü teâlânın sıfatlarının tecellîsi.

tecelli-i sıfat ve ef'al / tecellî-i sıfât ve ef'âl

  • Allah'ın sıfat ve fiillerinin tecellisi, görünmesi.

tecelli-i sırr-ı ehadiyet / tecellî-i sırr-ı ehadiyet / تَجَلِّئِ سِرِّاَحَدِيَتْ

  • Allahın isimlerinin ve birliğinin, her bir şeyde, o şeyi de benzersiz kılarak görünmesinin sırrı.

tecelli-i suri / tecellî-i sûrî

  • Zât-ı ilâhînin veya isimlerinin kendilerinin değil, sûretlerinin, görüntülerinin tecellîsi.

tecelli-i timsal

  • Suretlerin tecellisi.

tecelli-i vahdet / tecellî-i vahdet

  • Allah'ın birliğinin tecellîsi, yansıması.

tecelli-i zat / tecellî-i zât

  • İsim ve sıfatlar araya girmeden sâdece zât-ı ilâhînin tecellî etmesi.

tecelli-i ziya / tecellî-i ziya

  • Işığın yansıması.

tecelliyat-ı esma / tecelliyât-ı esmâ

  • Allah'ın isimlerinin tecellileri, yansımaları.

tecelliyat-ı esma-i ilahiye / tecelliyât-ı esmâ-i ilâhiye

  • Allah'ın isimlerinin tecellileri, yansımaları.

tecelliyat-ı ilahiye / tecelliyât-ı ilâhiye

  • İlâhi tecelliler, İlâhî isimlerin varlıklarda eserini göstermesi.

tecelliyat-ı rububiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiye edişinin tecellileri, yansımaları.

tecelliyat-ı samedaniye / tecelliyât-ı samedâniye

  • Allah'ın herşeyin Kendisine muhtaç olduğu halde, Kendisinin hiçbir şeye muhtaç olmadığını gösteren yansımaları.

tecelliyat-ı uluhiyet / tecelliyat-ı ulûhiyet

  • İbadete ve itaat edilmeye lâyık olan Cenâb-ı Hakkın isimlerinin varlıklarda eserini göstermesi.

tecenni

  • Meyve devşirme.
  • Bir kişiye işlemediği günahı işledi diye isnad etmek.

tecessüd

  • Cisimleşme; batıl dinlerde, Allah'ın herhangi bir maddi varlık şekline bürünmesi, yaratıklarından birinin bedenine girmesi şeklinde inanılan batıl bir Allah inancı.

tecessüdiyet

  • Cisimleşmiş olma.

tecessüm / تجسم / تَجَسُّمْ

  • Cisimleşme.
  • Cisim şekline girmek. Maddeleşmek. Göz önüne gelmek. Mücessem olup görünmek. Cisimleşmek.
  • Cisimleşme, cisim hâlinde görünme.
  • Cisimleşme, şekillenme. (Arapça)
  • Tecessüm etmek: Cisim halinde ortaya çıkmak. (Arapça)
  • Cisimlenme.

tecessüm-ü maani / tecessüm-ü maânî

  • Mânâların cisimleşmesi, somutlaşması.

tecezzüv

  • (Cüz. den) Kısım kısım bölünme. Doğranma, ufalanma.

techil / techîl / تجهيل

  • Bilgisizliğini çıkarma. (Arapça)

teclid

  • Ciltleme.
  • (Celd. den) Hayvanın derisini yüzme.

tecrid koğuşu

  • Tek kişilik hücre.

tecrid-i münferit

  • Tek kişilik hücre hapsi.

tecridhane / tecrîdhâne

  • Tek kişilik yer.

tecsim

  • (Cisim. den) Vücudlu gösterilme. Cisimlendirme. Vücud gösterme.
  • Cisimlendirme, vücud verme.
  • Cisimlendirme.

tecsimat / tecsimât

  • (Tekili: Tecsim) Vücutlu göstermeler, cisimlendirmeler.

teczie

  • (Cüz'. den) Kısım kısım ayırma, doğrama, ufaltma, bölme.

tedafü' / tedâfü'

  • İtişip kakışma.

tedai / tedaî / tedâi / tedâî / تداعى

  • Birbirini bir iş için davet etmek.
  • Yıkılıp harap olmak.
  • Bir şeyi hatıra getirmek. Bir şeyin başka bir şeyi hatıra getirmesi. Çağrışım.
  • Çağrışım.
  • Çağrışım.
  • Çağrışım. (Arapça)

tedai-i efkar / tedai-i efkâr

  • Fikirlerin çağrışımı.

tedai-yi hayalat / tedâi-yi hayalât

  • Hayallerin çağrışımı.

tedai-yi hayali / tedâi-yi hayalî

  • Hayalî çağrışım, hayale geliş.

tedarük

  • (Tedârik) Ele geçirmek. Edinmek. Hazırlamak.
  • Araştırıp bulmak.
  • Ardı ardına erişip katılmak ve tevâli etmek.

tedbir / tedbîr

  • Bir şeyi elde edecek veya önliyecek yol, çâre; bir işin sonunu düşünerek hareket etmek.

tedessür

  • Elbise giyme. Elbiseye bürünme.
  • Erkek hayvanın dişisine binmesi.
  • Kişinin sıçrayıp atına binmesi.

tedlis

  • Sattığı şeyin ayıbını müşteriden gizlemek.
  • Fık: Hadisi ilk nakledenin ismini gizlemek. Hadisi başkasına isnâd eylemek.

tedric

  • Azar azar, derece derece ilerlemek. Birisini bir şeye yavaş yavaş vardırmak.
  • Sıkıştırmak suretiyle çok güçsüz hâle koymak.
  • Edb: İfadenin derece derece yükselmesi veya alçalması.

tedviye

  • (Devâ. dan) İlâç verme.
  • Kuş kanadının fısıltısı.

teellüb

  • Cem'olmak, toplanmak.
  • Dağ keçisinin erkeği.

teellüm-ü firak

  • Ayrılık acısı.

teenni / teennî

  • İlerisini düşünerek acele etmeden yavaş ve ihtiyatlı hareket etme.

teennuk

  • Nazarında ve fikrinde dikkatli olmak. İttikan. Eşyanın hikmetli, kusursuz ve pürüzsüz yapılışı.

tefahhur / تفخر

  • Şişinme, övünme. (Arapça)

tefani / tefanî

  • Birbirinde fâni olma; fikren arkadaşının meziyet ve hissiyatı ile yaşama, onun üstün özelliklerini kendisinin gibi kabul edip onunla iftihar etme.

tefarık / tefârık

  • Parçalar, kısımlar, bölümler.

tefazul

  • (Çoğulu: Tefâzulât) Mikdar fazlası, fark.
  • Meziyet ve fazilet yarışına çıkma.

tefcir

  • Yerden su kaynatıp akıtma.
  • Drenaj, oluk vs. gibi su yolları yaparak, bir yerde birikmiş olan suları akıtma işi.
  • Yarmak.

tefe'ülname / tefe'ülnâme

  • Hayra yorma yazısı.

tefekkürname / tefekkürnâme

  • Tefekkür yazısı.

tefer'un

  • Firavunlaşma, kendisini Firavun gibi ilâh seviyesinde görme.

teferrug

  • (Ferâg. dan) Vaz geçme, fârig olma.
  • Bir işi bitirip kurtulma.
  • Satın alınan bir mülkün tapusunu kendi üzerine çevirme.

tefevvüz

  • Bir işi üzerine alma.

tefri / tefrî

  • Kısım kısım ayırma.

tefri'

  • Asıldan, kökten şubelere ayrılma, kısım kısım olma. Ayrılma. Fer'lendirme.

tefrigat

  • Kısım kısım boşaltıp yer açma.

tefsik

  • (Fısk. dan) Fısk ve fücura sürükleme. Birisine fâsık, kabahatli, günahkâr demek.
  • Birisini günahkârlık ile suçlama.

tefsir / tefsîr

  • Örtülü, kapalı olan şeyi ortaya çıkarmak, açmak, beyân etmek, beşerî kudret dâhilinde, Kur'ân-ı kerîm âyetlerindeki murâd-ı ilâhîyi (Allahü teâlânın murâdını) anlamak. Bu işi yapabilen âlime müfessir denir.

tefvik

  • Tar: Okçulukta, yayın sol el ile yukarıya kaldırılması.
  • Okun gezini yayın kirişine koymak.

tefvim

  • Ekmek pişirmek.

tefviz / tefvîz / تَفْوِيضْ

  • Birisine bırakma.
  • İşini Allah'a (C.C.) havâle etme.
  • Sipariş ve ihâle etme.
  • İşi birine bırakma.
  • Ismarlama, havâle etme.
  • Bir işi sebeblere yapıştıktan sonra Allahü teâlâya havâle etmek, helâl ve faydalı şeyleri kazanmaya çalışıp da, bunlara kavuşmayı Allahü teâlâdan beklemek.
  • Kadına kendini boşama hakkı vermek. Yâni kendini sen boşa demek. Buna Temlîk de denir.
  • İşi başkasına bırakma.

tegabbi

  • Birisini geri zekâlı sayma.

tegafül

  • Bilmez görünmek, anlamazlıktan gelmek. Kasden kendisini gafil göstermek.

tegalgul

  • Bir işin içine girme, ilmî bir meseleye dalma, onda derinleşme.

teganni / tegannî

  • Sesi mûsikî perdelerine uydurmak için, hareke, harf ve med (uzatma) ilâve etme ve çıkarma yapmak sûretiyle, kelimelerin asıllarını dolayısıyle mânâyı bozarak okuma.

tegannüm

  • Koyunlaşma. Koyun postuna bürünüp kendisini koyun gibi gösterme.

tegayüb

  • Birkaç kişinin topluca kaybolması.

tegayüz

  • (Çoğulu: Tegayüzât) Karşılıklı olarak kızışıp öfkelenme.

tegayyür

  • Dönüşüm, değişim.

tehacüm-ü ıztırap / tehâcüm-ü ıztırap

  • Istırabın hücumu, saldırısı.

teharüc

  • Çıkışmak.
  • Tevzi etmek, dağıtmak.
  • Fık: Ortakların bir kısmı akar (para getiren mülk), bir kısmı arazi, bazısı da para üzerine yaptıkları anlaşma.

tehcin

  • Dedikodu yapma.
  • Müstehcen ve edeb dışı sayma.

tehdid

  • Göz dağı verme, birisini korkutma. Korkutulma.

tehdid-amiz / tehdid-âmiz

  • Tehditle karışık, tehdit eder surette. (Farsça)

tehdidkarane / tehdidkârâne

  • Tehdid edenlere yakışır şekilde. Tehdid edercesine. (Farsça)

teheccüd

  • Gece uyanıp namaz kılmak. Gece namazı. (Bu namaz, nâfile namazların en çok sevablısıdır.)

teheccüd namazı

  • Gecenin üçte ikisi geçtikten sonra ve imsak vaktinden önce iki ile on iki rek'at arasında kılınan namaz.

tehevvül

  • Korkunç hâle gelme.
  • Birisinin malına göz koyma.

tehevvür

  • Çok kızmak, çok öfkelenmek, sertlik; hilmin (yumuşaklığın) zıddı. Gadabın, kızmanın aşırısı. Atılganlık.

tehviş

  • Karma karışık etme.
  • Bir yere toplama.

tekabül

  • Birbirine karşılık olma, bir ayna gibi karşısında olma.

tekasülat / tekâsülât

  • (Tekili: Tekâsül) Tembellikler, üşenmeler. İlgisizlikler.

tekavvül

  • Kendisinde olmayanı söylemeğe çalışma. Yalan söyleme.

tekdim

  • Çok ısırmak.

tekemmül-ü vesait-i nakliye

  • İletişim araçlarının ve taşımacılığın gelişmesi, ilerlemesi.

tekerrür-ü nuzul / tekerrür-ü nuzûl

  • İnişin tekrarlanması.

tekfir

  • Bir kişiyi küfürle itham etmek.
  • Birisine "kâfir" deme, kâfirliğine hükmetme.
  • Ortadan kaldırma, yok etme.
  • Setretme, örtme.
  • Keffaret verme.
  • Elini göğsüne koyup tevazu yapma.

teklif-i malayutak / teklif-i mâlâyutak

  • Kişinin yapmayacağı, gücünün yetmeyeceği bir şeyi ona yükleme.

teknisyen

  • Bir işin, ilim tarafından daha çok tatbikatiyle uğraşan. Tatbikatla uğraşan kimse. (Fransızca)

telakkuf

  • Ağızdan söz kapmak.
  • İşitmek.
  • Yutmak.
  • Sür'atle almak.

telakkuh

  • Kendisini gebe, hâmile gösterme. Gebe kalabilme.

telasuk

  • (Lüsuk. dan) Bitişme, yapışma. Birbirine bitişik olma.

telazum

  • Biri diğerine lâzım olmak. Karışık olmak. Bir şey diğerine yapışmak.

telbib

  • (Çoğulu: Telâbib) Bir kimsenin yakasına yapışıp çekmek.
  • Boyun.

tele'lu / تلألؤ

  • Işıldama. (Arapça)

telehvüc

  • Biri işi gevşek yapmak.

telemmu / telemmû

  • Işıldama.

telemmu eden

  • Parıldayan, ışıldayan.

telemmu'

  • Parıldama. Işıldama.

telemmüz

  • Tatmak.
  • Yemek.
  • Dili ağızda döndürüp yemek kırıntısı aramak.

teleskop

  • Gök cisimlerini görmek için kuvvetli dürbün. (Fransızca)

telhin

  • (Çoğulu: Telhinât) Okurken kelime veya harf değiştirme.
  • Yanlışını çıkarma.

telid

  • (Telide) (Veled. den) Yabancı memlekette doğduğu halde küçük yaşta İslâm diyârına getirilerek orada büyütülmüş ve oranın tâbiiyetini kabul etmiş olan kişi.

telif-i müşevveş

  • Karışık ve anlaşılması zor olan bir kitap.

telkib

  • Lâkab vermek, isim takmak.

telmiz

  • Dili ağızda yemek kırıntısı için gezdirmek.
  • Tattırmak.
  • Yedirmek.

telvin / telvîn

  • Tasavvuf yolundaki talebenin kalbinde meydana gelen değişik haller.

temahhuz

  • (Temahhud) Doğum sancısı çekmek.
  • Hayvanın gebe oluşu.
  • Süt yayıkta yayılarak yağı alınıp safileştirilmesi.
  • Fitne çıkarma.

temasül / temâsül

  • Birbirinin aynısı olma, karşılıklı benzeyiş.
  • Misil olma, benzeyiş.

temayül-ü infirad

  • Tek başına hareket etme, sadece kendisini düşünerek hareket etme eğilimi.

temehhül

  • Takdim etmek. Hayırda takaddüm etmek. İşinde acele etmemek. Teenni.

temellül

  • (Millet. den) Bir milletin ferdi olma, milletlenme.
  • Bir dine bağlı olma.
  • (Melel ve Melâl. den) Hastalığın etkisiyle yatakta rahat yatamayıp, kımıldanıp durma.

temessül

  • Benzeşmek. Cisimlenmek.
  • Bir şeyin bir yerde suret ve mahiyetinin aksetmesi. Bir şekil ve surete girmek.
  • Bir kıssa veya atasözü söylemek.
  • Temessül etmek:
  • Cisimlenmek.
  • Benzeşmek.
  • Özümlemek.

temhiz

  • Doğum ağrısı çekmek.

temren

  • Okların ucuna demir veya sarıdan takılan parçaya verilen addır. Menzil oklarına maden yerine kemik takılır ve ona da "soya" adı verilirdi. Temren ile soyanın takılışında fark vardı. Temren oka; ok ise soyaya takılırdı.

temsil / temsîl / تمثيل

  • Bir şeyin aynısını veya mislini yapmak. Benzetmek. Teşbih etmek. Örnek, nümune söz.
  • Tiyatro oyunu. (Arapça)
  • Sözgelişi. (Arapça)
  • Özümseme. (Arapça)

temsir

  • (Mısır. dan) Bir yeri şehir haline getirme.
  • Taklil. Azaltma.

temyiz evrakı

  • Yargıtay'ın kaleme aldığı cevap yazısı.

tenaci

  • Fısıltı ile birbirine gizli söylemek.

tenasi

  • Birbirinin nâsıyesine yapışmak.
  • Birbiri karşısına düşmek.

tenaşir

  • Acemi yazısı, çocuk yazısı.

tenasüh

  • İslâmdan hariç olan batıl bir fırkaya göre, ruhun bir bedenden başka birinin bedenine intikâl eder diye olan batıl inanışları.
  • Miras sahibinin ölümü ile malının vârisine geçmesi.

tenavür

  • İri vücutlu kişi, iri yarı kimse.

tenazur / tenâzur / تناظر

  • Bakışma, bıkışım, simetri. (Arapça)

tenazuri / tenâzurî / تناظری

  • Bakışık, simetrik. (Arapça)

tenbih

  • (Çoğulu: Tenbihât) Göz açtırmak.
  • Gafletten ikaz etmek. Faaliyetini arttırmak.
  • Sıkı emir vermek.
  • Bir işin yapılacağı hakkında yapılan nasihat.

tenebbüh

  • Uyanış; filizlenip hayat belirtisi kazanma.

teneffüs / تنفس

  • Soluk alma. (Arapça)
  • Teneffüs edilmek: Soluk alınmak. (Arapça)
  • Teneffüs etmek: Soluk almak. (Arapça)
  • Tenemmüv etmek: Serpilmek, gelişip büyümek. (Arapça)

tenemmür

  • Birisini korkutmak için gürültü yapmak, gürültülü ses çıkarmak.
  • Uzun uzun bağırmak.
  • Kaplan huylu olmak. Kaplanlaşmak.

tenemmüv

  • (Nümüvv. den) Gelişip büyüme.

teneşşüb

  • Bir şeye ilişip tutulma.

tenevvü-ü esma / tenevvü-ü esmâ

  • İsimlerin çeşitliliği.

tenevvür

  • Parlama, ışıldama.
  • Bir şey hakkında bilgi sahibi olma.
  • Münir ve münevver olmak. Aydın olmak. Nurlanmak.

tenezzül

  • (Çoğulu: Tenezzülât) İnme, düşme. Aşağılama.
  • Gönül alçaklığı. Karşısındakinin seviyesine göre tevâzu ile konuşmak.
  • Yavaş yavaş inmek. Mekânını yukarıdan aşağıya nakletmek.

tenezzül-ü emtar

  • Yağmur yağması. Yağmur katrelerinin inişi.

tenfih

  • (Çoğulu: Tenfihât) (Nefh. den) Üfleyip şişirme.
  • Çok üfleme.

tenfir

  • (Nefret. den) Ürkütme, korkutma.
  • Nefret ettirme.
  • Mekruh ve müstehcen isim takma.
  • Galibiyetle hükmetme.
  • (Nefir. den) Asker toplama.

tênis

  • Isındırma, okşama.

tenkid

  • Bir kimse veya şeyin iyi veya kötü taraflarını bulup meydana çıkarmak.Tenkid yapıcı veya yıkıcı olabilir. Tenkitten maksat, doğrunun ve yanlışın iyi niyetle ortaya konulması, hakikate ulaştıracak yolun ve imkânların gösterilmesidir. Sadece yanlışı söylemek, doğruyu göstermemek yıkıcı bir tenkiddir.

tenkih

  • Araştırıp, dikkat edip bir şeyin sonuna hakikatına ermek.
  • Bir şeyin fazla ve gereksiz kısımlarını çıkarıp kısaltarak düzeltmek.
  • Temizlemek.
  • Bütçe tanzimi için maaşları azaltmak.

tenkihü'l-menat

  • Menatın (illetin) ayıklanması; kıyasın dört esasından biri olan illetin, hükümle ilgisi olmayan yabancı unsurlardan ayıklanması.

tennure / tennûre / تنوره

  • Mevlevî dervişlerinin sema giysisi. (Arapça)

tenvim

  • Uyutmak. Hipnotize etmek. Birisini uyur bulmak.

tenvin-i tenkiri / tenvin-i tenkirî

  • Kelimenin belirsizliğini gösteren tenvin işareti; harf-i tarifsiz ("el" takısız) olduğu için tenvinli olan ve nekra denen kelime.

tenvir / tenvîr / تنویر

  • Aydınlatma, ışıklandırma. (Arapça)
  • Düşünce yoluyla aydınlatma. (Arapça)
  • Tenvîr etmek: Aydınlatmak. (Arapça)

tenvirat / tenvirât

  • (Tekili: Tenvir) Aydınlatmalar, ışıklandırmalar. Tenvir etmeler.

teoloji

  • Fls: Cenab-ı Hakk'ın varlığı, birliği, sıfat ve isimleri ve hususiyetleri hakkındaki ilim. İlâhiyat. (Fransızca)

terakkiperver / terakkîperver / ترقى پرور

  • İlerleme yanlısı. (Arapça - Farsça)

terakruk

  • Parlama. Işıklı olma.

terbi' / terbî'

  • Dörtleme, yâni cenâzenin omuz üzerinde tabutun tahta kolundan el ile tutarak dört kişinin taşıması.
  • Mezârı düz yapmak.

terbiye

  • Kişiyi yavaş yavaş rûhen ve bedenen yetiştirmek, olgunlaştırmak.
  • Edeblendirme, cezâlarını verme.

terbiye-i furkaniye

  • Doğru ile yanlışı birbirinden ayıran Kur'ân'ın verdiği eğitim.

terbiyename

  • Terbiye yazısı.

terceman

  • (Tercüman) Terceme eden. Bir dilden başka bir dile çeviren.
  • Birisinin veya bir şeyin maksadını anlatmaya, bir şeyi tasvir ve ifadeye vasıta olan.

terci'-i bend

  • Gazel şeklinde aynı vezinde yazılı manzumelerin "vâsıta" denilen bir beyti ile birbirine bağlanmış şekli. Vâsıta beyti tekerrür ederse terci-i bend; tebeddül ederse (değişirse) terkib-i bend olur. Bendlerin her birisine, terci-i bendlerde "terci'hâne"; terkib-i bendlerde "terkibhâne" denir. (Edb. L. (Farsça)

tercih bila müreccih / tercih bilâ müreccih

  • Hiç bir üstünlük sebebi yok iken birbirine eşit iki şeyden birisini diğerine üstün tutmak.

tercüme-i hal

  • Biyografi, bir kişinin hayatını anlatan eser.

terdid

  • Geri çevirmek, geriletmek.
  • Edb: Karşısındakini merakta bırakacak ve neticeyi sezdirmeyecek şekilde söz etmek.
  • İki ihtimâlle fikir anlatmak. Muhatabın beklemediği bir surette sözü bitirerek söze kuvvet vermek.

tereke

  • Ölen kişinin bıraktıkları.

terettüb-ü esbab

  • Sebeplerin sıralanışı.

terfie

  • Dirlik düzenlik temennisinde bulunma.
  • Sevindirme.

terhis edilmek

  • Salıverilmek, görevi bitince işine son verilmek.

teri'

  • Garip kişi.

terk-i edeb

  • Saygısızlık, edebsizlik, hürmetsizlik.

terk-i masiva / terk-i mâsivâ

  • Allah'tan gayrısını terk etmek. Allah rızası olmayan işlerden, fâni ve fena dünya işlerinden vazgeçip Allah rızasına yönelmek. Kalbinde Allah sevgisi ve muhabbetinden daha ileri bir sevgi bırakmamak.

terk-i menafi-i şahsi / terk-i menafi-i şahsî

  • Kişisel çıkarları terk etme.

terk-i menafi-i şahsiye / terk-i menâfi-i şahsiye

  • Kişisel yararları terk etme.

terkib-i izafi / terkîb-i izafî

  • İsim tamlaması.

terkib-i mezci / terkib-i mezcî

  • İki veya daha fazla kelimeden meydana gelen ve bir isme delâlet eden isim. " Baalbek, Kırıkkale, Tahtakurusu" kelimelerinde olduğu gibi.

terkibat-ı mevcudat / terkibât-ı mevcudat

  • Varlıkların değişik elementlerin birleşmesiyle meydana gelişleri.

terkih

  • İşi salâha getirmek.

tersil

  • Secisiz nesir yapmak.

tertib-i mebadi / tertib-i mebâdi

  • Bir işin gerçekleştirilmesi için gerekli ön şartların yerine getirilmesi.

tesa'su

  • Çok yaşlanmak.
  • Artık gün geçirmek.
  • Bir nesnenin ekserisinin geçmesi.

teşa'şu' / تشعشع

  • Işıma. (Arapça)

teşa'u'

  • Fiz: Işığın merkezden etrafa doğru dalgalanması.

teşa'ub

  • Kısım ve bölümlere ayrılma.

teşa'ub-u akvam

  • Kavimlerin kısım kısım, şube şube olması.

teşa'ubat / teşa'ubât

  • (Tekili: Teşa'ub) Şubeler. Bölük bölük, kısım kısım olmalar.

teşabük

  • Şebekelenme. Karışık, dolaşık hâl alma.

tesahhun

  • (Çoğulu: Tesahhunât) Isınma, kızma.

teşahhus vermek

  • Şahsiyet, kişilik vermek.

tesamu'

  • İşitmek. Bir sözü birbirinden duymak.

teşaub

  • Şubelenme. Ayrılıp kol kol olma. Çatallaşma. Kısımlara ayrılma.

tesavi

  • İki şeyin birbirine denk olması. Birbirine müsavi ve misil olmak. İki taraf da aynı ve bir derecede bulunmak (Tesâvi-i tarafeyn de denir.)

teşbit

  • Bir kimseyi işinden geciktirme, mani olma.

tescih

  • (Eşek) dişiyle bir yerini tutup ısırmak.

teşebbüs / تشبث

  • Bir işe girişmek. Bir işi ilk olarak teklif etmek.
  • Sağlam bir niyetle bir şeye başlamak.
  • El ile yapışıp bırakmamak.
  • Girişme, girişimde bulunma.
  • Girişim. (Arapça)
  • Teşebbüs etmek: Girişmek, girişimde bulunmak. (Arapça)

teşebbüs-ü şahsiye

  • Bireysel girişimcilik.

teşebbüsat / teşebbüsât / تشبثات

  • Girişimler.
  • Girişimler. (Arapça)

teşebbüsat-ı azime / teşebbüsat-ı azîme

  • Büyük çaplı girişimler.

teşebbüskarane / teşebbüskârâne

  • İşe girişircesine.

teşekkülat-ı arziye / teşekkülât-ı arziye

  • Dünyanın ilk yaratılışı.

teşekkür

  • Yapılan iyilikten memnun kalındığını bildirmek için söylenen şükür ifadesi.
  • Şükür etmek.
  • Birisine karşı "Sağ ol, var ol, ömrüne bereket" gibi söylenen minnet sözleri.

teşekkürname / teşekkürnâme

  • Teşekkür yazısı.
  • Teşekkür yazısı.

teselli etmek

  • Acısını dindirmek.

teselli vermek

  • Avutmak, acısını dindirmek.

teselli-i kalp

  • Kalbin tesellisi, rahatı.

teselli-i selamet

  • Kurtuluş tesellisi, güvencesi.

teselsül

  • Zincirleme. Zincir gibi birbirine bitişik kısımlar olma. Silsile peyda etme.
  • Ulaştırma.
  • Man:

tesemmi

  • Bir şahsa veya kabileye müntesib olma.
  • Bir isimle isimlenme.

teşennün

  • Adamın ihtiyarlıktan dolayı derisinin buruşup kuruması.
  • Eskimek.

teşetti

  • (Şitâ. dan) Kışlama. Kış mevsimi boyunca bir yerde oturma. Kışı geçirme.

tesettür

  • Kapanıp gizlenme. Örtünme.
  • Fık: Kadınların ve erkeklerin başkasına, nâmahremlere vücutlarının haram kısımlarını örtüp göstermemeleri.

teşevvüş / تشوش

  • Karma karışık olma.
  • Bulanıklık, karışıklık.
  • Karışıklık, bulanıklık.
  • Karışıklık. (Arapça)

teşevvüş-ü fikri / teşevvüş-ü fikrî / تَشَوُّشُ فِكْر۪ي

  • Fikir açısından karışıklığa düşme.
  • Fikrin karmakarışık olması.

teşevvüşat-ı akliye

  • Akılın karmakarışık olması, bulanması.

teshin

  • Isıtmak, soğukluğunu gidermek.

teshinat / teshinât

  • (Tekili: Teshin) Isıtmalar, kızdırmalar.

teshirci

  • Etkisi altına alan.

teşhirgah-ı arz / teşhirgâh-ı arz

  • Yeryüzü sergisi.

teşhirgah-ı dünya / teşhirgâh-ı dünya

  • Dünya sergisi.

teşhis / teşhîs / تشخيص

  • Ayırt etme. (Arapça)
  • Kişilik kazandırma. (Arapça)
  • Tanı. (Arapça)
  • Teşhîs edilmek: (Arapça)
  • Ayırt edilmek. (Arapça)
  • Tanı konulmak. (Arapça)
  • Teşhîs etmek: (Arapça)
  • Ayırt etmek. (Arapça)
  • Tanı koymak. (Arapça)

teşhis-i illet

  • Hastalığın teşhisi.

teşhis-i maraz

  • Hastalığın teşhisi.

tesir-i kudret

  • Güç ve iktidarın etkisi.

tesir-i üslup / tesir-i üslûp

  • Üslûbun etkisi.

tesir-i zaman ve mekan / tesir-i zaman ve mekân

  • Yer ve zamanın tesiri, etkisi.

tesirsiz

  • Etkisiz.

tesis-i ahkam-ı risalet / tesis-i ahkâm-ı risalet

  • Peygamberlik makâmının hükümlerinin tesisi, uygulamaya konulması.

tesis-i islamiyet / tesis-i islâmiyet

  • İslamiyetin tesisi, kuruluşu.

teşkil

  • Vücud vermek. Suretlendirmek. Şekil vermek. Meydana getirmek.
  • Atın iki önayağı ve art ayağının birisinin beyaz olması.

teşkilat-ı esasiye / teşkilât-ı esasiye

  • Anayasa. Kanun-u esasî. Devletin temel kuruluş şeklini tayin eden ve teşrinin yani meclisin, hükümetin ve mahkemelerin salâhiyetleri nasıl kullanılacağını; vatandaşların umumi hak ve hürriyetlerini gösteren temel kanunlardır.

teşkilatça / teşkilâtça

  • Yapı ve şekillendirme açısından.

teşkilce

  • Meydana gelişiyle, oluşuyla.

teslih

  • (Selh. den) Derisini yüzüp çıkarma.

teslim

  • Bir emâneti verme.
  • Kabul etme.
  • Doğru ve haklı bulma.
  • Selâmetle dua etme.
  • Karşısındakinin hükmü altına girme.
  • Kendini Allah'ın takdirine terketme, emri altına girme.
  • Belâ ve âfetten korunur olma.
  • Bir şeyi, yeni sâhibine verme.
  • Da

teslim-i nefis

  • Bir kişinin kendisini bir şeye teslim etmesi.

tesmi'

  • (Çoğulu: Tesmiât) (Sem'. den) İşittirme, duyurma.

tesmia

  • Halka ibadetini ve amelini işittirme, duyurma.

tesmiat

  • (Tekili: Tesmi) İşittirmeler, duyurmalar.

tesmiye / تَسْمِيَه

  • İsimlendirme. Ad verme.
  • Besmele çekme.
  • İsimlendirme.
  • İsimlendirme, adlandırma.
  • İsimlendirme.

tesmiye etmek

  • İsimlendirmek.

tesmiye olunan

  • İsimlendirilen.

teşni'

  • Başa kakmak.
  • Davara binmek.
  • Silâh takınmak.
  • Kötülük yapmak. Kötü göstermek. Ayıplamak.
  • Birisinin çok şeni' olduğunu söylemek.

teşrid

  • Ayırma, dağıtma. Dilim yapıp kesmek.
  • Nefyetme, kovalama.
  • Belâya atma. Ürkütüp kaçırma. Sevketme.
  • Birisinin ayıbını teşhir eylemek.

teşrif-i nebevi / teşrif-i nebevî

  • Peygamberin gelişi, şereflendirmesi.

teşrifatçı / teşrîfatçı

  • Protokol görevlisi. (Arapça - Türkçe)

teşrik-i mesai / teşrik-i mesaî

  • Birlikte çalışmak. İşbirliği etmek. Bir işi beraber yapmak.

teşrin

  • Eskiden yılın on ve onbirinci aylarına verilen ortak isim.
  • Rumi takvime göre yılın on ve on birinci aylarına verilen isim.

teştiye

  • Kışın uyuyan hayvanların uykusu.

teşviş

  • Karıştırma. Karma karışık etme. Bulandırma.

teşvişiyyet

  • Karışıklık, bozukluk.

teşyi / teşyî

  • Uğurlama, vefat eden kişinin defnedilmesi.

tetabu-u izafat

  • Bir çok kelimenin birbirine muzaf ve muzafün ileyh olması. Zincirleme isim takımı. (İhtizazat-ı esvat-ı beşeriye misalinde olduğu gibi.)

tetimme-i tarif

  • Tanımın tamamlayıcısı, devamı.

tevabi'

  • (Tekili: Tabi') Maiyyet. Bir kimseye tâbi olanlar. İman ve İslâmiyet veya herhangi bir hususta birisine bağlı bulunanlar.
  • Uşaklar.
  • Bir merkeze bağlı olan yerler.
  • Gr: Evvelki kelimeye göre hareke alan kelimeler.

tevacüd

  • Kişinin kendini vecd suretinde göstermesi.

tevafuk-u hatır / tevafuk-u hâtır

  • Bir fikir tevafuğu, bir düşünce rastlantısı.

tevafukat-ı adediye

  • Sayısal denklikler sayısı.

tevafukat-ı gaybiye

  • Göze görünmeyen ve bizim için gaybi olan tevafuklar. Kur'an veya kıymetli dinî eserlerde, bir kısım kudsi kelimelerin, yazılışlarında İlâhî bir takdir ile, altalta ve yanyana dizilişleri.

tevafukat-ı harfiye

  • Harflerin sıralanışındaki tevafuklar, münasebetler, uygunluklar.

tevafuklu

  • İçerisinde tevafuk bulunan; düzgün bir biçimde birbirine denk gelen.

tevaggul

  • Çok uğraşma, meşgul olma. Bir işin çok ilerisine varmak.

tevali / tevâlî / توالى

  • Kesintisiz sürme, birbirini izleme. (Arapça)
  • Tevâlî etmek: Kesintisiz sürmek, birbirini izlemek. (Arapça)

tevarüs

  • Mirasa konmak, birisine diğerinden irsen geçmek. Miras yemek.

tevassul

  • Ulaşma, kavuşma, bitişme.
  • Nikâh yolu ile hısımlık, münasebet peydâ etme.

tevazu' / tevâzu'

  • Alçak gönüllülük; kendisini başkaları ile bir görmek, başkalarından daha üstün ve daha aşağı görmemek.

tevcih

  • Döndürmek, yöneltmek.
  • Tefsir etmek.
  • Birisini bir tarafa göndermek.
  • Rütbe vermek.
  • Bir kimseye söz atmak.
  • Edb: İki zıd mânaya gelebilen ve birbirinin zıddı mânada söz kullanmak.

tevdi

  • Birisine bırakmak, emanet etmek.

teveccüh-ü amme / teveccüh-ü âmme

  • Kamuoyunun teveccühü, halkın ilgisi.

teveccüh-ü ehadiyet / تَوَجُّهُ اَحَدِيَتْ

  • Allahın isimlerinin ve birliğinin, her bir şeyde, o şeyi de benzersiz kılıp görünerek yönelmesi.

teveddüd

  • Tedricen kendini sevdirmek. Dostluk etmek.
  • Cenab-ı Hakk'ın çeşitli ve lezzetli nimetler vererek insanlara kendisini sevdirmesi.

teveddüdat

  • Allah'ın kullarına kendisini sevdirmek için sunduğu nimetler.

tevekkül / توكل

  • İşi başkasına ısmarlamak.
  • Sebeblere tevessül ettikten sonra neticesini Allah'a bırakmak. Allah'tan gelene razı olmak. Kendine ait vazifeyi yaptıktan sonra neticelerini Allah'dan istemek. Kadere razı olmak. Hakka güvenmek.
  • Yeis ve kederden uzak olmak.
  • Âcizlik göstermek
  • Allah'a güvenmek, kadere razı olmak, işi Allah'a bırakmak.
  • İşi Allah'a bırakma.

tevekkül-i imani / tevekkül-i imanî

  • İman edenlere yakışır tevekkül. İman kuvvetinin ve hakikatının neticesi olan tevekkül.

tevella

  • (Tevelli) Birisini dost edinme.
  • Bir işi üzerine alma.
  • Dönme, yönelme, i'raz etme.
  • Ehl-i Beyt'e tam sevgi.
  • Akrabalık. Karabet. Yakınlık beslemek.

tevelli / tevellî

  • Dostluk, birisini Allah rızâsı için sevme, dost edinme.

tevfik / tevfîk

  • Allahü teâlânın kullarının işini, rızâsına muvâfık (uygun) kılması, şer (kötülük) yolunu kapayıp, hayır (iyilik) yolunu kolaylaştırması.

tevfikat-ı samedani / tevfikat-ı samedanî

  • Hiçbir şeye muhtaç olmayan, ama herşey Kendisine muhtaç olan Allah'ın yardımları, muvaffakiyet bahşetmesi.

tevfikat-ı samedaniye

  • Hiçbir şeye muhtaç olmayan ve her şey Kendisine muhtaç olan Allah'ın başarılı kılması.

tevfiksizlik

  • Başarısızlık.

tevfiz

  • İşi başkasına bırakma.

tevhid suresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 112. Suresidir. İhlâs Suresi gibi çok isimleri de vardır.

tevhid-i cami / tevhid-i câmi

  • Çok kapsamlı ve herşeyi içine alan tevhid anlayışı.

tevhid-i uluhiyet ve mabudiyet / tevhid-i ulûhiyet ve mâbudiyet

  • İlâhlığın ve kendisine ibadet edilecek olan varlığın birlenmesi ve yalnız bir olan Allah'ın kabul edilmesi.

tevhid-i zahiri / tevhid-i zâhirî

  • Yüzeysel bir bakış açısıyla "Allah'ın ortağı yok ve bu kâinat Onun mülküdür" şeklindeki îmânî tasdik.

tevkifname

  • Tutuklama metni, yazısı.
  • Tutuklama yazısı.

tevkil / tevkîl

  • Kendine birisini vekil etmek. Vekil tâyin etmek.
  • Vekîl tâyin etme. Kadına, kendini boşamak için seni vekil ettim demek.
  • Bir ibâdetin, bir işin yapılması husûsunda birini kendine vekîl tâyin etme.

tevkir

  • Bina için yemek pişirip yedirmek. Ziyafet vermek.

tevrat

  • Hz. Musâ Aleyhisselâm'a nâzil olan kitab-ı mukaddesin nâm-ı celili. (Hakiki Tevrat, Kur'an-ı Kerim ile barışıktır. Şimdiki ise, çok yerleri değiştirilmiş, tahrif edilmiştir. Bu kitabın aslından az bir şey kalmıştır. Aklı başında ve İslâmiyeti, Kur'an-ı Kerim'i tetkik eden Yahudiler de hidayeti seçmi

tevrim

  • Gazaba getirme, öfkelendirme.
  • Verem etme, verem edilme.
  • Bedenin azâsını şişirip kabartmak.

tevris

  • Vâris kılmak, mirâs bırakmak. Malının faydasını birisine âid kılmak.
  • Ateşi yakmak, alevlendirmek için tahrik etmek.

tevsim

  • Hacıların hac zamanı toplanmaları.
  • Dağlamak sureti ile ten üzerine işaret koyma, döğme yapma.
  • İsimlendirme, ad verme.

tevvab / tevvâb

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarına tövbe etme sebeblerini kolaylaştıran, şartlarına uygun tövbe edenlerin tövbesini kabûl eden.

teyakkuz-ı arifane / teyakkuz-ı ârifâne

  • Bilen birine yakışır bir şekilde bir uyanıklılık.

teyemmüm

  • Kast.
  • Su bulunmadığı veya bulunup ta kullanılması mümkün olmadığı takdirde temiz toprak cinsinden bir şeyle abdestsizliği veya gusülsüzlüğü giderme işi.

teykan

  • Çok sıçrayan kişi. Çok sıçrayan kimse.

teyyas

  • Teke besleyen ve teke tutan kişi.

tezallüm

  • Birisinin zulmünden şikâyet etme.

tezebbu'

  • Kişinin hulku yaramaz olmak, kötü huylu olmak.

tezebzüb

  • Karışıklık. Mütereddit olmak. Kararsızlık.

tezekkür

  • Unuttuktan sonra hatıra getirmek. Zikretmek.
  • Bir şeyi ders gibi tekrar ile ezbere almak.
  • Birkaç kişi toplanıp iş üzerine görüşmek.
  • Akla getirme, hatırlama, anımsama.
  • Birkaç kişinin toplanarak bir işi konuşması, görüşme, müzakere etme.

tezellül etme

  • Alçalma, kendisini küçük düşürme.

tezemmüm

  • Kişi kendi üzerine hak lâzım kılmak.
  • Ahd ü eman etmek.
  • Arlanmak. Utanıp çekinmek.

tezhib

  • (Zeheb. den) (Çoğulu: Tezhibât) Yaldızlama işi, yaldızlama sanatı.
  • Süsleme.
  • Altın sürme.
  • Dişlere altın dolgu yapma, çürümüş dişleri altınla doldurma.

tezkik

  • Davarın derisini hilâf-ı âdet üzerine başı tarafından yüzmek.

tezkire

  • Hatırlatma yazısı, not.
  • Hatırlatmaya yarayan yazı, hatırlatma yazısı.

tezkiye

  • Doğruluğuna şehadet etmek.
  • Zekât vermek.
  • Zekât almak.
  • Pak ve temiz etmek.
  • Övmek, medhetmek.
  • Birisinin durumu hakkında soruşturmak.

tezlil

  • Birisini tahkir etme, aşağılatma. Zelil ve hakir bulma.

tezyif

  • Çürütmek. Küçük düşürmek. Eğlenmek, alaya almak.
  • Bir şeyin dışını tezyin ve tanzim edip, içini fena yapmak. Kötü ayar etmek.
  • Tahkir etmek.

tıbaat

  • Kitap ve saire basma işi.
  • Kılıç yapma san'atı.

tıbk

  • Aynısı, tıpkısı, tam aslı, tam kendisi.

tibn

  • Kuru ekin sapı. Saman.
  • Yirmi kişiyi doyuran büyük kap.

ticaret / ticâret

  • Alım satım işi.

tıflane / tıflâne

  • Çocukçasına, çocuk gibi. Çocuğa yakışır surette. (Farsça)

til'

  • Etrafına çok iltifat eden kişi. Etrafdakilerle şakalaşan kimse.

tıla'

  • Tâze üzüm şırasının, ateşte veya güneşte ısıtılarak üçte birinden fazlasının uçmasıyla elde edilen içki.

tilavet secdesi / tilâvet secdesi

  • Kur'ân-ı kerîmdeki on dört secde âyetinden herhangi birini okuyan veya işiten bir mükellefin yâni akıllı ve ergenlik çağına erişmiş bir müslümanın yapması vâcib (lâzım gelen) secde. Secde âyetleri, Kur'ân-ı kerîmin; A'râf, Ra'd, Nahl, İsrâ, Meryem, Hac, Furkân, Neml, Secde, Sâd, Necm, İnşikâk ve Ala

tilmiz-i avrupa

  • Avrupa öğrencisi; Batı felsefesinden ders alan, hayata bu gözle bakan öğrenci.

tilmizane / tilmizâne

  • Talebe gibi. Tilmize yakışır surette. (Farsça)

tıls

  • (Çoğulu: Atlâs) Sahife.
  • Mahvolmuş nesne.
  • Tüyü dökülmüş olan deve uyluğunun derisi.
  • Elbisenin eskimesi.

tiltile

  • Sabırsız olmak.
  • İşi güç olmak.
  • Hurma çöpünden yapılan bardak.

timar / timâr

  • Osmanlı Devleti'nin geçimlerine ve hizmetlerine âit masrafları karşılamak üzere bir kısım asker ve memurlara, muayyen bölgelerde kendi nâm ve hesaplarına tahsîl selâhiyeti ile birlikte tahsîs etmiş olduğu vergi kaynaklarına verilen isim. Dirlik.

timsal-i mücessem / timsâl-i mücessem

  • Cisimleşmiş, maddî yapıya bürünmüş örnek, nümune.

timsal-i şahsiyet

  • Şahsiyetin heykeli; kişiliğin yansıması, görüntüsü.

tırf

  • Atın iyisi.

tiryaki

  • Afyon kullanmağa alışmış, afyonkeş.
  • Keyif verici şeyler kullanmağa alışık olan.
  • Mc: Huysuz, aksi, titiz.

tivele

  • Bir kadına kocası buğzedip (gizli düşmanlık edip) kendisinden soğuduktan sonra, kadının, kocasının sevgisini tekrar celbetmek (çekmek) için mutlak te'sir edeceğine inanarak sihir yapması.

tıynet

  • Huy, tabiat, kişinin yapısı.

tıysar

  • Sivrisinek.
  • Arslan.

töhmet

  • Birisine isnad edilen, fakat kat'iyyetle işleyip işlemediği belirsiz olan suç, kabahat.
  • İtham altında olma.

traj

  • Basılan gazete veya mecmuanın baskı sayısı. (Fransızca)
  • Baskı sayısı, tiraj.

Troçkizm / Troçkist

  • Troçkizm, Marksizm'in Troçki'nin bakış açısıyla yorumlanmasıdır. Aynı zamanda 1917 Ekim Devrimi'nden sonra ortaya çıkmış bir ayrımı ifade eder. Sovyetler Birliği'nde "sol muhalefet" olarak örgütlenmiş, Troçki'nin kurduğu 4. Enternasyonal'le başlayarak günümüze kadar gelmiştir. Troçkizm'in en önemli unsurları; özgürlüğü ortadan kaldıracak bir sistem olarak görülen "tek ülkede sosyalizmi" fikrinin reddi, dünya devrimi fikri, enternasyonalin gerekliliği, sürekli devrim ve Doğu Bloku ülkelerinin gerçek sosyalizm olmadığı fikirleridir.

    Kaynak: Wikipedia: https://tr.wikipedia.org/wiki/Troçkizm


tuba

  • Ne hoş. Ne iyi. Her şeyin iyisi ve efdali.
  • İyilik, güzellik. Baht.
  • Cennette bulunan ve kökü göklerde dalları aşağıda olan ağaç ismi.
  • Çok berrak ve saf olan.
  • Saâdet. Hayır. Devlet.

tubale

  • (Çoğulu: Tubâlât) Dişi koyun.

tufeyli / tufeylî

  • (Davetsiz ziyafete giden Tufeyl adında birisinin ismindendir) Sahte.
  • Dalkavuk. Çanak yalayıcı.
  • Başkasının sırtından geçinen. Asalak. Parazit. Fazladan.

tugmus

  • Şeytanın ve cinnin gayet habisi.

tuhal

  • Dalak ağrısı.

tükle

  • İtimat etmek, güvenmek.
  • İşinde âciz olan kimse.

tulatıle

  • (Talâtıla) (Çoğulu: Talâtıl) Hayvanları içeri koymak. Bel ağrısı.
  • Zahmet.

tumturak

  • Söylenişi ahenkli ve parlak olan ibare.
  • Gösteriş, debdebe.

tünte

  • Eşek arısı. (Farsça)

turan

  • Eski İranlılar tarafından Türkistan ve Tataristan taraflarına verilen isimdir. Turan, eskidenberi Türklerin oturduğu yerlere denirdi. "Türk" ile "Tur" kelimeleri arasındaki benzerlik de bu iki ismin bir asıldan ibaret olduğunu gösteriyor.

türbedar-ı nebevi / türbedâr-ı nebevî

  • Peygamberimizin türbesinde nöbet tutan, hizmet eden kişi.

turfe

  • (Çoğulu: Etrâf) Nâziklik, yumuşaklık.
  • Nimet.
  • Güzel yemek.
  • Zarif, iyi nesne.
  • Üst dudağın ortasında fazlalık olarak yumru et olması. (O kişiye "etref" derler.

türkü

  • (Aslı: Türkî) Türk halk musikîsi.

turra-i ehadiyet / طُرَّۀِ اَحَدِيَتْ

  • Allahın isimlerinin ve birliğinin, her bir şeyde, o şeyi de benzersiz kılarak görünmesi mührü.

tuti

  • Dudu kuşu. Papağan. İşittiği sözleri ezberleyip, insan sesi taklidini yapan ve söyleyen bir kuş.

übatir

  • Akrabasını arayıp sormayan kişi.

ubeyde bin cerrah

  • Aşere-i Mübeşşere'den olup, asıl ismi Amir bin Abdullah'tır. Her din muharebesinde bulunup çok büyük şecaat ve metanet göstermiştir. Adaleti ile de meşhurdu. Şam'ın fethinde kendisi kumandandı. Hicri 18 senesinde 58 yaşında iken taundan vefat etmiştir.

ubudiyyet / ubûdiyyet

  • Allahü teâlânın emirlerine teslîmiyet ve boyun eğmek. Allahü teâlânın işinden râzı olmak. Her an Allahü teâlâyı hatırlamak, anmak.

ubur

  • Geçmek. Atlamak.
  • Zorlamak.
  • Suyun öte kıyısına geçmek.

ucacet

  • (Çoğulu: İcâc) Dişi deve sürüsü.
  • Toz.
  • Yüce avazlı, yüksek sesli.

ucave

  • Tırnağa bitişik olan sinir.

ucm

  • Araptan gayrisi. Arap milletinden olmayanlar.
  • (Tekili: Acmâ) Dilinde tutukluk olanlar.

ücret

  • İşin karşılığı.

ücret-i kemal / ücret-i kemâl

  • Varlıkların değişip mükemmelleşerek bir tür ücret kazanması.

udi / ûdî / عودی

  • Ud sanatçısı. (Arapça)

udtumme

  • Kişinin aslı.

uhde

  • Bir işi üzerine alma. Söz verme.
  • Ahidnâme. Bir kimsenin üstünde olan iş veya şey.
  • Mes'uliyet hududu.
  • Ric'at ve taalluk dâiresi.
  • Becerme, yapma.
  • Mes'uliyet, sorumluluk.

uhrun

  • Doğurmayan, kısır kadın veya hayvan. (Farsça)

uhuz

  • Göz ağrısı.

ukama'

  • (Tekili: Akîm) Kısırlar. Zürriyeti olmayanlar.

ukbe bin amir bin kays el-cüheni / ukbe bin amir bin kays el-cühenî

  • Ashab-ı Kiramın mümtaz fakihlerinden ve Kur'an-ı Kerim'i ezberleyip yazanlardandır. 55 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir. Mısır Valiliğinde bulunmuş ve orada Hicri 58 tarihinde vefat etmiştir.

ukde

  • Düğüm, bağ.
  • Karışık ve müşkil iş. Zorluk, zor iş. Vâlilik ve halifelik için akdolunan biat.
  • Ağaçlık yer.
  • Pelteklik, kekemelik.
  • Arzu edip de ulaşamadığından dolayı içe dert olan şey.

ukm

  • Kısırlık.
  • Verimsizlik.

ukr

  • Kısırlık.
  • Kısır olan kadının veya dişi hayvanın hali.
  • Mc: Netice alamama.

ukre

  • Kısır. Doğurmayan kadın veya hayvan.

ukuk

  • Anne-babaya itaatsizlik ve saygısızlık.

ukul-ü aşere

  • Bazı eski felsefecilere göre kâinatı idare eden on akıl; birincisi Allah'ın yarattığı akıl, diğerleri de ondan türemiş akıllar.

ukul-ü nuraniye erbabı

  • Nuranî akıl sahipleri; akıl yoluyla manevî hakikatlerin nuruna ulaşan kişiler.

ulcum

  • (Çoğulu: Alâcim) Erkek kurbağa.
  • Dağ keçisinin erkeği.
  • Deve kuşu.
  • Sağlam ve dayanıklı deve.
  • Çok su.
  • Gece karanlığı.

ulema-i amilin / ulema-i âmilîn

  • İlmine ve bilgisine göre amel eden, ilmini tatbik eden âlimler.

ulema-i rasihin / ulemâ-i râsihîn

  • Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin derin ve ince mânâlarını, işâretlerini anlayan yüksek din âlimlerine verilen isim. Bunlar; Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn, Tebe-i tâbiîn ve her bakımdan onlara tâbi olan müctehidler, tefsîr ve hadîs âlimleri ve tasavvuf büyükleridir.

ulemaü's-su / ulemâü's-sû

  • Kötü âlimler; geçici menfaatlar veya baskılar karşısında hakikatları gizleyen ve gerçekleri çarpıtan âlimler.

ülfet

  • Alışma, alışkanlık. Birisiyle münasebette bulunmak. Ünsiyet. Ahbablık, dostluk. Huy etme. Görüşme, konuşma.

ülü'l-azm

  • Şerîat sâhibi, yeni din getiren peygamberlerden altı tânesine ve en büyüklerine verilen ad. Bunlar; Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed aleyhimüsselâmdır. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara anlatırken çok sıkıntı çektikleri ve bu sık ıntılara sabr ettikleri için kendilerine bu isim

ulü'l-azmane / ulü'l-azmâne

  • Büyük sabır ve metanet sahibi olan büyük insanlara yakışır şekilde.

ulü-l emr

  • Müslümanları şeriat nâmına idare eden (Halife, kadı, İslâm reisi, pâdişah, sultan, reis-i cumhur, reis, müdür gibi) zâtlar.

uluhiyet

  • İlâhlık.
  • Allah'ın kâinattaki tasarruf ve hâkimiyeti ile herşeyi kendisine ibadet ve itaat ettirmesi.

ulülemr

  • Müslümanların idarecisi.

ulum-u hafiye / ulûm-u hafiye

  • Gizli ilimler. Ancak veraset-i Nübüvvet muhakkiklerince veya bir kısım hakikatların esrarına vakıf âlimlerce bilinen ilimler.
  • Gizli ilimler, ancak peygambere ve bir kısım hakikatlerin sırlarını bilen alimlerce bilinen ilimler.

ulüvv

  • Büyüklük, yükseklik.
  • Bir şeyin yukarısına çıkma.
  • Şan, şeref ve kadr sahibi olma.

uluvv-ü cenab / uluvv-ü cenâb

  • Yüksek makam ve kişilik sahibi.

ulüvv-ü cenap

  • Yüce kişilik.

umale

  • Bir işçinin, işi karşılığında aldığı ücret.

ümena / ümenâ / امنا

  • Güvenilir kişiler. (Arapça)

ümluc

  • Yaprak.
  • Selvi yaprağına benzer uzun, karışık bir ot.

ümm-i veled

  • Efendisinden (sâhibinden) çocuğu olan câriye, köle kadın.

ümm-üd dem

  • Kırmızı kan damarlarında görülen kabarma. Bu nabız damarlarından birisine açılan kan kesesi.

ümm-üd dünya

  • Dünyanın anası. Mısır.

ümm-ül veled

  • Huk: Çocuğunun kendi efendisinden olduğunu söyleyen çocuk doğurmuş cariye.

ümm-ül-mü'minin / ümm-ül-mü'minîn

  • "Mü'minlerin anası" mânâsına Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek zevcelerinden her birine verilen lakab (isim).

ümman

  • Emin kimse. Emniyetli kişi.

ümmiyane

  • Bir şey bilmiyormuşçasına. Ümmilere yakışır halde. Okur yazar olmadan. (Farsça)

umre

  • Hac günleri dışında yapılan Kâbe ve diğer mukaddes yerlerin ziyareti.
  • Ziyâret. Hac mevsimi dışında Kâbe'yi ve Mekke ve Medine'deki mukaddes yerleri ziyaret etmek. Ist: Kâbe-i Muazzama'yı tavaftan ve Safâ ile Merve denilen iki mukaddes mevki arasında sa'yetmekten ibarettir. Farz olan hacca Hacc-ı Ekber denildiği gibi, Umreye de Hacc-ı Asgar denilir. Cuma gününe tevafuk
  • Ziyâret etmek. Hac zamânı olan beş günü yâni Arefe ve Kurban bayramının dört günü dışında, istenildiği zaman ihrâma girip Kâbe-i muazzamayı tavâf etmek ve Safâ ile Merve arasında sa'y etmek (yürümek), saçı kazımak veya kesmekten ibâret olan ibâdet. Umreye Hacc-ı asgar (küçük hac) da denir.

umur-i izafiye

  • Biri birisiz olmayan ve birbirine nisbet ve kıyaslamayla anlaşılan nitelikler; karanlık-aydınlık, acı-tatlı gibi.

umur-u izafiye / umur-u izâfiye

  • Birbirisiz olmayan ve birbirine nisbet ve mukayese ile anlaşılan vasıflar. (Meselâ: Karanlık olmasa, aydınlığın bilinmemesi gibi)

umur-u mermuze-i gayr-ı mesmua

  • Daha önceden işitilmeyen ve çeşitli işaretler yoluyla aktarılan işler, durumlar.

ünbub

  • (Ünbube) Kamıştaki boğum arası kısım.
  • Parmak uçları.
  • Tüp. İnce boru.

ünsa

  • Dişi. Kadın, kız.

ünsiyet / اُنْسِيَتْ

  • Alışıklık.

unsur

  • Kimyevî maddeden her biri. Mürekkeb cisimlerde bulunan basit maddelerin her birisi.
  • Umumdan ayrılan kısım.
  • Tam olan şeyin her bir parçaları.
  • Madde, esas, kök. Element.

ünuset / ünûset / انوثت

  • Dişilik. Müennes oluş.
  • Dişilik.
  • Dişilik.
  • Dişilik. (Arapça)

unvan

  • İsim.

ünvan

  • İsim. Lâkab. Adres.
  • Önsöz, mukaddeme.
  • İsim, nam.

ünvan-ı haşmet / ünvân-ı haşmet

  • Görkem ve heybetli oluşu ifade eden isim.

ünvan-ı mahsus

  • Özel ifade, bir kişiye özel olarak kullanılan ünvan.

ünvan-ı manidar / ünvan-ı mânidâr

  • Önemli makam ve isim.

ünvan-ı mülahaza / ünvan-ı mülâhaza

  • Bir şeyin hakikatini bir derece düşünebilmek için konulan isim veya ünvan.
  • Bir şeyin hakikatını bir derece düşünebilmek için olan isim, tabir ve vasıta.

ünvan-ı sıfat

  • Sıfat ünvanı, sıfat isim.

unzuvane

  • Dişi çekirge.

ura'ır

  • (Çoğulu: Arâır) Semiz etli deve.
  • Şerefli adam.
  • Kavmin reisi.

urefa / urefâ

  • Ârifler, Allah'ı isim ve sıfatlarıyla hakkıyla tanıyanlar.

urş

  • Boğazın iki tarafında olan iki uzun etin birisi.

uruk-u insaniyetkarane / uruk-u insaniyetkârane

  • İnsanlığa yakışır damar, kök veya huylar. (Farsça)

ürümek

  • Havlamak. (İt ürür, kervan yürür)Ürüyen köpek ısırmaz: Tehdit savuran, işi gürültüye boğan kimselerden yılmamak lâzım geldiğini anlatır. (Farsça)

urvet-ül-vüska / urvet-ül-vüskâ

  • Tutunulacak en sağlam kulp.
  • İslâmiyet veya Kur'ân-ı kerîm.
  • Dinde güvenilir, kendisine uyulacak büyük âlim mânâsına, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin üçüncü oğlu olan Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî'nin lakabı.

ürviyye

  • (Çoğulu: Ervâ-Erâvi) Dağ keçisinin dişisi.

uşabe

  • (Çoğulu: Eşâyib) Karışık olan.
  • Nesebi karışık kişi.

üşabe

  • Irkı, nesebi karışık adam.
  • Karışık cemaat.
  • Rüşvet ve hırsızlık gibi yollarla elde edilen kazanç.

üsame bin zeyd

  • Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın azadlısı olan Zeyd bin Harise'nin oğludur. Meşhur sahabedendir. 128 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir. 75 yaşında iken 54 yılında vefat etmiştir. (R.A.)

usare-i mideviye

  • Mide suyu, mide salgısı.

useybe

  • (Çoğulu: Useybât) Yaprağı bir takım kısımlara ayıran liflerden herbiri. Damar.

üsfiyye

  • (Çoğulu: Esâfi) Üzerine tencere koyup yemek pişirilen ocak taşı.

üskuf

  • (Çoğulu: Esâkıf) Kâfirlerin kadısı ve ruhbanları.

üslupşiken / üslûpşiken

  • İfade ve anlatımı bozuk, karışık.

üstad-ı a'zam

  • En büyük üstad. Muallimlerin en üstünü ve reisi olan.

üstad-ı ezeli / üstad-ı ezelî / üstâd-ı ezelî

  • Cenab-ı Hak. Bütün ilim ve bilgilerin, marifetlerin öğreticisi. Alîm-i Mutlak ve Hakîm-i Ezelî.
  • Varlığının başlangıcı olmayan ve bütün ilimlerin öğreticisi olan Allah.

üstad-ı küll / üstâd-ı küll

  • Herkesin üstadı. Her çeşit ilimde çok ileri bilgisi olan.
  • Her çeşit ilimde çok bilgisi olan.

üstadane

  • Üstâda yakışır surette. Ustaca. (Farsça)

usul bilgileri / usûl bilgileri

  • İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe ile İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed'in kavillerini (ictihâdlarını, re'ylerini, sözlerini) içerisinde bulunduran El-Mebsût, Ez-Ziyâdât, El-Câmi-us-Sagîr, Es-Siyer-us-Sagîr, El-Câmi-ül-Kebîr, Es-Siyer-ül-Kebîr kitablarındaki fıkıh (din) bilgileri. Bu altı kitabı İmâm-ı Muha

usul-i şeriat / usûl-i şeriat

  • Fıkıh usûlü, İslâm hukuku metodolojisi.

usul-ü kelamiye / usul-ü kelâmiye

  • Kelâm ilmi metodolojisi.

usul-ü vahşiyane / usul-ü vahşiyâne

  • Vahşilere yakışır bir tarzda, ilkelce.

usulü'd-din

  • Din metodolojisi, kelâm ilmi.

usulü'l-fıkh

  • Fıkıh metodolojisi.

üveysi / üveysî

  • (Üveysî tarzı) Veysel Karanî Hazretleri gibi sevdiği ve kendisine bağlı olduğu zatı görmeden ve gaybî olarak olan muhabbet ve bağlılık; ve bu muhabbetle bağlı olduğu zattan manevî feyz almak tarzı.
  • Veysel Karânî Hazretleri gibi sevdiği ve kendisine bağlı olduğu zâtı görmeden, gıyaben bağlanma, ders alma.

üyel

  • (Çoğulu: Eyâyil) Dağ keçisi.

uzima

  • Vücutta bir organın ateşsiz ve ağrısız olarak şişmesi.

üzn

  • Kulak. İşitme organı.

uzuv

  • (Uzv) Bir canlının vücud yapısının kısımlarından herbiri. Azâ. Organ.

uzza

  • İslâmiyetten evvel câhiliyet devrinde büyük putlardan birisinin ismi.

va'd

  • Söz verme, söz verilen şey.
  • Allahü teâlânın; emirlerini yerine getirenleri çeşitli nîmetlerle mükâfâtlandıracağını, karşı gelenleri ise, azâb ile cezâlandıracağını bildirmesi, söz vermesi. Buna va'd-ı ilâhî de denir.
  • Bir kimsenin, başka birisine bir husûsta söz vermesi.

va'de

  • Bir iş için önceden belli edilen zaman. Bir işi te'hir etmek, sonraya bırakmak için olan belli vakit.
  • Ecel.

va'k

  • Yaramaz huylu kişi.

vacid / vâcid

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Ma'bûd, Rab, ilâh olan, zâtında bulunması lâzım ve lâyık olan bütün sıfatları kendisinde bulunan, hiçbir şeye muhtaç olmayan, kendisinden hiçbir şey gizli kalmayan.

vadi-i hüsran / vâdi-i hüsran

  • Hüsran, kaybediş vadisi.

vafi / vâfî

  • Vefalı, kendini seveni unutmayan, ilgisini kesmeyen.

vahdaniyet / vahdâniyet

  • Allah'ın bir ve benzersiz oluşu ve ortağının bulunmayışı.

vahdeddin

  • (Aslı: Vahîdüddin, fakat Türkçede Vahdeddin şeklinde telâffuz edilir.) Osmanlı Padişahlarının sonuncusu ve otuzaltıncısının adıdır. (Mi: 1861-1926) Zeki, dirayetli ve dindardı. Osmanlılar ve İslâm âlemi için bir felâket işareti olan Sevr Muahedesini imzalamadı. Osmanlı ordusu olarak emrine bırakılan

vahdet-i vücud

  • Varlıkların tek asıldan çıkma inanışı.. Tasavvufî bir görüş. Varoluşun tek kaynağa bağlılığı.

vahdet-ül vücud

  • (Vahdet-üş şuhud) Her yerde ve herşeyde kalbini yalnız Allah ile meşgul etme hali ve yaşayışıdır.

vahdetü'ş-şühud

  • İlâhi tecellilerin karşısında Allah'tan başka bir şeyin görülmemesi ve Allah'tan başka herşeyin unutkanlık perdesiyle örtülmesi.

vahid / vâhid

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Zâtında benzeri olmamakta tek olan.

vahid-i fert

  • Bir, tek kişi.

vahid-i kıyasi / vâhid-i kıyasî

  • Bir şeyin miktarını ve sair hususiyetlerini ölçmek için kendi cinsinden değişmez olarak tayin edilen parça veya miktar. Meselâ: Uzunluğun "vâhid-i kıyasîsi" metredir. Hava tazyiklerinin ve sıcaklıklarınınki de derecedir.

vahidiyyet / vâhidiyyet

  • Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) umum eşyada birden birlik tecellisi.

vahşet-amiz / vahşet-âmiz

  • Vahşetle karışık. (Farsça)

vahşi

  • Medeni olmayan. İnsanlardan kaçan. Alışık ve ehlî olmayan.
  • Merhametsiz, duygusuz.
  • Ürkek, korkak.

vahşiyane / vahşiyâne

  • Vahşice. Vahşiye yakışır şekilde.

vahy katibi / vahy kâtibi

  • Peygamber efendimize gelen vahyi, O'nun emri ile yazan sahâbîlere verilen isim.

vahy-i zımni / vahy-i zımnî

  • Kur'ân-ı Kerim ve bazı kutsî hadisler dışındaki vahye ve ilhâma dayanan hadisler.

vahz

  • Sivri bir şey batırarak acıtma.
  • Çimdikleme.
  • Isırma.
  • Sokma.

vaif

  • Davar yürüdüğünde karnından işitilen ses.

vak'a-nüvis

  • Osmanlı İmparatorluğu devrinde, zamanın hâdiselerini kaydetmekle vazifeli olan resmi devlet tarihçisi. (Farsça)

vakf

  • Bir kimseyi veya bir şeyi alıkoymak, durdurmak. Kımıldatmamak.
  • Hareketten fariğ olmak, imsak etmek. Hapsetmek. Aslâ satılmamak, başka şeye tebdil olunmamak şartı ile bir mülkü Allah yoluna vermek. Menfaatı hayır nevilerinden birisine âit olmak üzere bir mülkü ilelebed vermek.

vakfe

  • Bir hareketin geçici olarak durdurulması.
  • Durak. Durulacak yer.
  • Hacıların Hac esnasında Arafat'taki tevakkufları olup, eda etmeğe mecbur oldukları şartlardan birisidir.

vaki-i hal / vâki-i hâl

  • Hâlin hakikatı, o işin hakikatı.

vakib / vakîb / vâkib

  • At yürürken karnı içinden işitilen ses.
  • Ayak üstüne duran kişi.

vakıfane / vâkıfane

  • Bilen kimseye yakışır surette, bilerek. Vâkıf şekilde. Anlamak ve bilmek suretiyle. (Farsça)

vakr

  • Az işitmek. Sağırlık.

vakt

  • Namazın dışındaki farzlardan birisi.
  • Zaman

vakt-i tefrih

  • Tıb: Çiçek hastalığı aşısının yapılmasından te'sirini gösterinceye kadar geçen zaman.

vakvak

  • Korkak kişi.
  • Hindistan'da Vakvak beldesinde yetişen bir ağaçtır. Yüz zira' miktarı boyu olur, kalkan gibi yassı yaprağı olur.

vali / vâlî

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyin mâliki (sâhibi), yaratıcısı, bütün işler tasarrufunda olan, her şey O'nun irâdesi, hükmü ile olan.

vallahi / vallâhî

  • Allahü teâlâya yemin ederim mânâsına, bir sözün, niyyetin, bir işi yapmak veya yapmamak arzûsunun kuvvetli olduğunu gösteren, söylendiği şeye aykırı hareket edildiğinde, yemin keffâreti lâzım gelen sözlerden birisi.

vallahu a'lem

  • En iyisini Allah bilir.

varaka

  • Tek yaprak hâlindeki kâğıt.
  • Nebât yaprağı. Maden yaprağı. Kitap yaprağı.
  • Hasis kimse.
  • Peygamberimize (A.S.M.) ilk vahyin geldiği sırada Hz. Hatice vâlidemizin (R.A.) hâdiseyi kendisine bildirdiği ve o zamanın meşhur bir âlimi olan Varaka İbn-i Nevfel'in adı.

varestegi / varestegî

  • Kurtulma, halâs bulma. (Farsça)
  • Rahatlık, serbestlik. (Farsça)
  • İlişiksizlik. (Farsça)

varis / vâris

  • Cenab-ı Hakk'ın bir ismi.
  • Mirasçı. Kendisine miras düşen. Mirasa konan. Vefat eden birisinin maddî veya manevî mal ve mülkünde kullanmaya, tasarrufa salâhiyetli olan.

varis-i istidad / vâris-i istidad

  • Kabiliyetin mirasçısı.

varis-i muhammedi / vâris-i muhammedî

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) vârisi, mirasçısı.

vaşak

  • Derisinden kürk yapılan bir hayvan ve bunun postu.

vasati / vasatî

  • İkisi ortası. Ortalama. Orta halde.

vasati saat / vasatî saat

  • Hakiki güneşe tâbi olmak üzere, muntazam hareket ettiği tasavvur olunan mevhum bir güneşin, o yerin nısfun nehârından (meridyeninden) arka arkaya iki defa geçişi arasındaki zamanın yirmi dörtte biri.

vasi' / vâsi'

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Rahmeti, ilmi, kudreti, ihsânı ve nîmetleri her şeyi kuşatan ve her şeye kâfi olan, kudretinin ve ilminin nihâyeti olmayan.
  • (Vasia) Geniş, enli. Bol. Engin. Meydanlı.
  • Her ihtiyacı olana vergisi kâfi ve bol bol ihsan eden. İlmi cümle eşyayı muhit, rızkı bütün mahlukata şâmil ve rahmeti bütün şeyleri kaplamış olan Allah (C.C.)

vasıt / vâsıt

  • Ortada bulunan.
  • İkisinin ortası.

vasıtasız

  • Aracısız.

vasiyet

  • Bir işi birisine havale etmek.
  • Emir.
  • Fık: Bir malı veya menfaatı, ölümden sonrası için bir şahsa veya bir hayır cihetine teberru yolu ile (yani, meccanen) temlik etmek.
  • Kişinin öldükten sonra yapılmasını istediği şey.

vasiyetname

  • Vasiyet yazısı.

vasiyle / vasîyle

  • Cahiliye döneminde bir koyun dişi doğurursa yavru sahibinin, erkek doğurursa ilâhlarının olurdu. Koyun dişi ve erkek yavru doğurduğu takdirde dişi yüzünden erkek yavru da kurban edilmezdi. Buna vasîyle denirdi.

vasıyyet

  • Bir işi birisine havale etmek, emir, bir malı veya menfaati ölümden sonrası için bir kişiye veya hayır cihetine teberru yolu ile temlik etmek.

vasiyyet

  • Bir kimsenin vefâtından sonra yapılmasını istediği şey veya sonraya bağlı olmak üzere bir malı veya menfeatini (faydayı) bir şahsa veya bir hayır işine teberrû' (bağış) yoluyla temlik etmek (sâhib ve mâlik kılmak). Vasiyet edene mûsî, vasiyet edilen şeye mûsâbih, kendisine vasiyet yapılan şahsa mûsâ

vasl

  • Kavuşma. Allahü teâlâya kavuşma; velî olma. Vasl olanlar reisidir, o hocasının pîridir. Mektûbât ki eseridir, câna can katar efendim.
  • Birleştirme. İlm ile, irfân ile, sâhib olan Sıla'ya İki temel bilgiyi vasl eden bir araya Dalıp uçsuz bucaksız, o muazzam deryâya Ve bu zikr deryâsınd

vatan-ı asli / vatan-ı aslî

  • Bir insanın doğup büyüdüğü veya içinde barınmak kasdedip, başka yere gitmek istemediği yerdir. Yalnız en az 15 gün kalmak istediği yer de kendisi için vatan-ı ikamettir.
  • Cennet.

vatandaş

  • Bir devlet ahalisinden ve teb'asından olan.

vatanperverane / vatanperverâne

  • Vatanını seven kimseye yakışır şekilde. (Farsça)

vath

  • Kuşların burnuna ve ayağına necasetten veya balçıktan yapışıp kalan nesne.

vav

  • Kur'an alfabesinde sondan üçüncü harftir. Ebced hesabında 6 sayısının karşılığıdır.

vav-ı haliye / vav-ı hâliye / vâv-ı hâliye

  • Haller cümle olabilir. Eğer isim cümlesi olursa, başında bir "vav" bulunur. Ona Vav-ı hâliye denir. Bu vav, hâl'i zi-l-hâle bağlar. (Reeytuhu ve biyedihi kitâbün: Elinde bir kitap olduğu halde onu gördüm) cümlesindeki gibi.
  • Cümlede öznenin, tümlecin veya her ikisinin durumunu bildiren sözün başında bulunan "vav" harfi.

vazife

  • Bir kimsenin yapmaya mecbur olduğu iş. Yapılması birisine havale edilen şey. Kıymet verilen iş.
  • Ücret.

vazife-i rububiyet

  • Rablık işi; her bir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri verme ve onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurma işi.

vazife-i şahsiye

  • Şahsî vazife, kişisel görev.

vazifeperver

  • Vazifesini seven, işine düşkün.

vazifeşinas / vazifeşinâs

  • Vazifesini, işini dikkatli yapan, işine bağlı kimse.
  • İşini dikkatle yapan. Vazifesini özenerek, severek yapan. (Farsça)

vazifeşinaslık

  • Vazifesini, işini dikkatli yapma.

vaziyet-i ferzendane / vaziyet-i ferzendâne

  • Evlâda yakışır vaziyet, hal.

vaziyet-i semaviye / vaziyet-i semâviye

  • Gökyüzünün değişik hâl ve vaziyetlere girmesi.

veba-yı ağraz-ı şahsiye / vebâ-yı âğraz-ı şahsiye

  • Şahsî kinlerin vebası; kişisel kin mikrobu.

vech

  • (Vecih) Yüz, çehre, surat.
  • Tarz, üslub.
  • Her şeyin karşısına gelen ve karşısında olan. Satıh. Ön. Alın. Cephe.
  • Tarih.
  • Suret.
  • Sebeb.
  • Bir şeyin nefsi ve zatı.
  • Semt. Cihet.
  • Münasebet.

vech-i tatbik

  • Uygulama yönü, açısı.

veci

  • Güzel, hoş, lâtif. Uygun, münasib.
  • Bir kavmin büyüğü, reisi.
  • Hürmetli insan.
  • Sultan huzuruna girenler.
  • Makam ve şeref sâhibi.

veda haccı / vedâ haccı

  • Hicretin onuncu senesinde Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem yüz bin kişiden fazla sahâbinin katılmasıyla yaptığı son haccı.

vedaname / vedânâme

  • Vedâ yazısı.
  • Veda yazısı.

vedid

  • Sevgisi çok olan.

vedk

  • Yağmur. Yağmurun damlaması.
  • Alışıp üns ve ülfet etmek. Yakın olmak.

vedud / vedûd

  • Çok şefkatli. Kendisine çok sevgi beslenen. Cenâb-ı Hak. (Vedud ismine mazhar olan muhakkıkin-i evliya: "Bütün kâinatın mâyesi, muhabbettir. Bütün mevcudatın harekâtı muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizab ve cezbe ve câzibe kanunları, muhabbettendir." demişler.)
  • Kullarını çok seven ve şefkat eden, Kendisine çok sevgi beslenen Allah.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Bütün yarattıklarına ihsân eden, onlara iyilik ve ihsân etmeyi seven, beğenen Allahü teâlâ.
  • Çok şefkatli, kendisine çok sevgi beslenen. Esmâ-i hüsnâdan.

vefk

  • Uygun gelme. Uyma. Mutabakat. Muvafık olma. İşi iyi gitme.
  • Tesirli dua.

vefr

  • Bir kimsenin ihsanını kabul ettikten sonra rızasıyla reddeylemek.
  • Bolluk.
  • Medh ü sena ile birisinin namusunu muhafaza etmek.

vegir

  • Kızmış taş üstüne koyarak pişirilen et.

vegire

  • Kızmış taş ile sıcaklık verilerek pişirilen süt.

vehbi / vehbî / وهبى / وَهْب۪ي

  • Doğuştan. Allah vergisi. Çalışmakla kazanılmayıp Allah'ın (C.C.) lütfu ile olan.
  • Allah vergisi, ikramı.
  • Allah vergisi.
  • Doğuştan, Allah vergisi, çalışmakla kazanılmayıp Allah'ın lütfu ile olan.
  • Tanrı vergisi. (Arapça)
  • Allah vergisi.

vehecan

  • Ateşin alevlenmesi.
  • Işıklandırmak, ziya vermek.

vehelümmecerra / vehelümmecerrâ / و هلم جری

  • Var gerisini kıyas et. (Arapça)

vehhab / vehhâb

  • Çok fazla bağışlayan, ihsan eden, Allah'ın isimlerinden biri.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden), mahlûkâtına (yarattıklarına) ihsân hazînelerinden karşılıksız veren Allahü teâlâ.

vehhabi / vehhabî / vehhâbî

  • Muhammed İbn-i Abdulvehhab nâmında birisinin sebeb olduğu İslâmî bazı mes'elelerde ifrat gösteren ve dört hak mezheb hâricinde bir mezhepten olan. Fıkıhta Hanbelî, itikadda İbn-i Teymiye'ye bağlıdırlar. Tarikatlarına Muhammediye ismi verirler.
  • Vehhabilik anlayışından olan.

vehise

  • Pişirilip kurutulduktan sonra dövülen çekirge.

vehm-alud / vehm-âlud

  • Vehimli. Vehim dolu. Vehim karışık. (Farsça)

vehn

  • Gevşeklik, kuvvetsizlik.
  • Zayıf.
  • Gövdesi kalın ve kısa adam.
  • Gece yarısı. Gece yarısından bir saat sonraki zaman.

vehs

  • Bir işe girişip ısrar ile devamlı uğraşmak.

vehub

  • Verimi fazla, vergisi çok.

vehvah

  • Yaban eşeğinin anırtısı.

vekalet / vekâlet

  • Vekillik. Birisinin nâmına iş görme. Kendi nâmına hareket etme salâhiyetini başkasına verme. Nezâret, bakanlık.
  • Vekilin vazife gördüğü bina.
  • Bir kimsenin, bir veya birçok işi yapmak için, başkasını kendi yerine koyması yâni başkasına iş havâlesi. Vekil edene sâhib veya müvekkil, vekâlet verilip yerine geçirilene vekîl denir.

vekaleten / vekâleten

  • Birisine vekil olarak. Başkası adına.

vekaletname / vekâletnâme

  • Birisine vekillik verildiğini isbat eden ve ekseriya noterlikçe tanzim edilmiş bulunan yazılı kâğıt. (Farsça)
  • Vekil etme yazısı.

vekil / vekîl

  • Başkasının işini gören. Bir adamın yerine hareket etme selâhiyeti olan kimse.
  • Nâzır. Bakan.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Mahlûkâtın dünyâda ve âhirette işlerini hakkıyla yerine getiren, rızkları veren, tevekkül etmeye (kendisine güvenilmeye) lâyık olan.
  • Bir kimsenin, bir işi yapmak için kendi yerine koyduğu, işini havâle ettiği kimse.

vekkad

  • Aydınlık, ışıklı, parlak.

veladet-i nebevi / velâdet-i nebevî

  • Peygamber Efendimizin (a.s.m.) doğuşu, dünyaya gelişi.

veladet-i peygamberiye / velâdet-i peygamberiye

  • Peygamberimizin doğuşu, dünyaya gelişi.

veled-i nameşru / veled-i nâmeşru

  • Evlilik dışı ilişki sebebiyle doğan çocuk.

veled-i zina / veled-i zinâ

  • Meşru olmayan birleşmeden doğan çocuk, nikah dışı birleşmeden doğan çocuk.

velediyet

  • Birisinin evlâdı olma hâli. Çocuk oluş.

veleh

  • Kahr, gazab, şiddet, hışım. (Farsça)

veli / velî

  • Sahib, mâlik.
  • Evliya.
  • Muin. Muhafaza eden.
  • Küçük çocukların hâlinden mes'ul kimse.
  • Sıddık.
  • Baba. Babanın babası, cedde de denir.
  • Fık: Hayatını mücadelelerle ve azimet ve fevkalâde bir zühd ve takva ile ibadet ve taata sarfederek kendisinden All
  • Sahip, malik, evliya, koruyucu, muhafaza eden, küçük çocukların durumundan sorumlu kişi, baba, ata.
  • Velâkin, fakat, amma.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Mü'minleri seven, onlara yardım eden, işlerini bitiren, sevdiklerini sevmediklerine gâlib, üstün kılan, kâfirleri sevmeyen.
  • Bir çocuğun veya kadının babası yoksa baba tarafından dedesi, yoksa kâdı veya bunların vasî tâyin ettik

velice

  • (Çoğulu: Velyüc) Büyük çuval.
  • Kişinin sırdaşı.

veliyyullah

  • Allah'ın velisi, dostu.

velvele

  • Gürültü, patırtı. Birbirine karışık bağrışmalar. Şamata.

velvele-i gına / velvele-i gınâ

  • Şarkı bağırtısı.

velvele-i hayret

  • Hayret ve şaşkınlık bağırtısı, sesi.

vemiz

  • Bulut arasından görünen ışık.

vera-i perde / verâ-i perde

  • Perde arkası, perdenin gerisi.

veri'

  • Haramdan kaçınan kişi.

verş

  • Yürek ağrısı.
  • Çok beyaz olan.

vesail-i irtibat / vesâil-i irtibat

  • İletişim araçları.

vesait-i muhabere ve müdavele

  • İletişim ve basım-yayın araçları.

veşelan

  • Suyun akışı.

vesen

  • Put. Müşriklerin taptıkları suret. Karşısında ibadet edilen heykel.

vesile / vesîle

  • (Vâsile) Bahane, sebeb.
  • Fırsat.
  • Elverişli durum.
  • Vasıta. Yol.
  • Pâye, rütbe.
  • Baba.
  • Kurbiyet.
  • Kendisi ile başkasına yaklaşılan şey.
  • Cennet'te bir menzil adı. (El-Vesiletü menziletün fi-l Cenneti hadis-i şerifi bunu te'yid ediyor.)<
  • Kişiyi Allahü teâlâya yaklaştıran, Allahü teâlânın nezdinde (katında) yakınlığa ve hâcetlerin yâni ihtiyâçların giderilmesine sebeb olan her şey.

vesilesiyle

  • Dolayısıyla.

vesn

  • Hafif.
  • Uyku.
  • Uyku anında aklın gitmesi.
  • Uykudan dolayı kişiye ârız olan zayıflık.

vest

  • Ev içerisinde olan her bir kapalı mekân.

veter

  • Yay kirişi.

veyl

  • Vay hâline, yazık, felâket, hüzün ve hüsran.
  • Cehennem'de bir çukur ismi veya Cehennem'in bir kapısına bu isim verilmiştir.
  • Vaid, tehdid makamında kullanılan azab kelimesidir.

vezaif-i ubudiyetkarane / vezâif-i ubûdiyetkârâne

  • Kulluğa yakışır şekilde yapılan vazifeler.

vezir / vezîr / وزیر

  • Padişah yardımcısı.
  • Eskiden bakanlık görevini üstlenen kişi. (Arapça)

vezirsiz

  • Yardımcısız.

veznedar / veznedâr / وزنه دار

  • Gişe görevlisi. (Arapça - Farsça)

vezr

  • Nurlu etmek, ışıklandırmak.
  • Kaftan eteğine birşey koyup götürmek.

vicdan-ı şahsiye

  • Kişisel vicdan.

vila'

  • Birbirinin ardı sıra gelmek.
  • Abdest esnasında uzuvları yıkarken birisi kurumadan diğerini yıkamağa başlamak.
  • Ahbablık, yakınlık, dostluk.

vilayet

  • Bir şeyi kudretle elde etme.
  • İl.
  • Birisine kefil olmak.
  • Dostluk. Muhabbet.

vilayet-i muhammediyye / vilâyet-i muhammediyye

  • Peygamber efendimizin kendine mahsûs vilâyetle birlikte bütün peygamberlerin vilâyetlerini (evliyâlık derecelerini) kendisinde toplamış olması. Vilâyet-i Mustafaviyye de denilir.

vird

  • Sık sık ve devamlı okunan dua.
  • Kur'an-ı Kerim'den her gün okunması vazife bilinen kısım, bir cüz.

visl

  • (Çoğulu: Evsâl) Benzer. Misil.
  • Uzuv, âzâ, organ.

vücub mertebesi

  • Hiç değişikliğe uğramayan, varlığı zorunlu olan ve vasıflarının zıddı düşünülemeyen İlâhlık derecesi.

vücub-u teşebbüs

  • Girişimin gerekliliği.

vücub-u vücud / vücûb-u vücud

  • Varlığının zorunlu oluşu ve var olmak için bir sebebe ihtiyacının olmayışı.

vücud / vücûd

  • Varlık. Var olmak. Bulunmak.
  • Cesed, cisim, ten, gövde.
  • Varlık, var olmak, bulunmak, cesed, cisim, ten, gövde.

vücud-i vehmi / vücûd-i vehmî

  • Tasavvuf ehlinin, eşyânın gördüğümüz varlığına verdikleri isim.

vücud-u ebter

  • Kesik, sona ermiş varlık; kendisiyle Rabbi arasındaki bağı kesen varlık.

vücud-u hissi olmayan / vücud-u hissî olmayan

  • Beş duyuyla hissedilemeyen; görülüp işitilemeyen.

vücud-u münevver

  • Nurlanmış varlık; kendisiyle Rabbi arasında bağ kuran varlık.

vücud-u vücubi / vücud-u vücubî

  • Varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir şeye ve sebebe ihtiyacı olmayan ve diğer varlıkların var olması Kendisine bağlı olan, yokluğu düşünülemeyen varlık, Allah.

vukuat / vukûât / وقوعات

  • (Tekili: Vak'a) Vak'alar, hâdiseler.
  • Kavga. Yaralama gibi polisi alâkalandıran hâdise.
  • Normal dışında olan hâdiseler.
  • Olaylar. (Arapça)
  • Polisiye olaylar. (Arapça)

vukufsuz

  • Bir konu hakkında hiçbir bilgisi olmayan.
  • Bilgisiz. (Arapça - Türkçe)

vülat-ı emr / vülât-ı emr

  • Vâliler. İşin başındakiler, idareciler. İdareye memur zâbitler.

ya erhame'r-rahimin / ya erhame'r-râhimîn

  • Ey merhamet edenlerin en merhametlisi.

ya erhamerrahimin / yâ erhamerrâhimîn

  • Ey merhametlilerin en merhametlisi olan Allah.

ya vedud / yâ vedûd

  • Ey kullarını çok seven ve şefkat eden, kendisine çok sevgi beslenen Allah.

ya'mele

  • İşe dayanıklı cins dişi deve.

ya-i nidai / yâ-i nidâî

  • Arapçada birisine seslenmeyi ifade eden ve "Ey" anlamına gelen iki harfli kalıp.

yahte

  • Benzer, misil, eş, nazir. (Farsça)
  • Oda. (Farsça)
  • Küçük küp. (Farsça)

yahud

  • İsterseniz, veyâ. İyisi. (Farsça)

yahudiler / yahûdîler

  • Ehl-i kitabdan birisi olan kavim, topluluk. Yâkûb aleyhisselâmın on iki oğlundan gelenler. Bunlara daha önce Benî İsrâil yâni İsrâiloğulları denildi.

yahya

  • Zekeriya'nın (A.S.) oğludur. Benî İsrail Peygamberlerinden ve İsa Aleyhisselâm'ın şeriatı ile amel edenlerden olmuştu. Hz. İsa'dan (A.S.) önce Tevrat'a göre hareket ederdi. Kudüs'ün o zamanki reisi, Hz. Yahya'nın, Hz. Musa şeriatı üzere amel etmediğini ileri sürdüklerinden şehid ettiler.

yakub aleyhisselam / yâkûb aleyhisselâm

  • Ken'an diyârındaki (Fenike denilen Sayda, Sur ve Beyrut ile Filistin ve Sûriye'nin bir kısmından ibâret olan eski bir memleket) insanlara gönderilmiş olan peygamber. İshâk aleyhisselâmın oğlu, Yûsuf aleyhisselâmın babasıdır. Yâkûb, İbrânice bir isim olup, "Allahü teâlânın saf ve temiz kıldığı kul" m

yalmend

  • Aile reisi. Aile başkanı. (Farsça)

yasin

  • Yâ Seyyid yâ insan gibi muhtelif manalar rivayet edilir. Şifredir Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) fıtraten, hilkaten, edeben ve ahlâken en yüksek olduğu herkesçe bilindiğinden bu isim kendisine verilmiştir.

yaversiz / yâversiz

  • Yardımcısız.

yed-i beyza / yed-i beyzâ

  • Beyaz, parlak el; burada mecaz olarak Kur'ân'ın mu'cizeli yapısı kastedilmiştir.

yed-i emin / yed-i emîn

  • Kanunen güvenilir kimse olarak seçilen şahıs.
  • Mahkemece kendisine bir şey emanet olunan kimse.
  • Emniyetli, tehlikesiz ve korkusuz yer.
  • Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir lâkabı.
  • Kânûnen güvenilir kimse olarak seçilen şahıs.Mahkemece kendisine bir şey emânet olunan kimse; güvenilir, emin el.

yeftenc

  • Sevgililerin zülüfü kendisine benzetilen siyah renkli büyük bir yılan.

yehmum

  • Kömür gibi simsiyah olan şey.
  • Zifir ve kara duman.
  • Cehennem ahalisini ihata eden perde.

yehmur

  • Çok sözlü, çok konuşan adam.
  • Çok çalışkan ve işe cür'etli olan kişi.
  • Yeri götüren balık.

yekvücud

  • Tek kişi gibi. Hep birden.

yelem

  • Aslâ yemişi olmayan sert ve katı ağaç.

yemin / yemîn

  • Kuvvet. Bir haberi yâhut bir işi yapma veya yapmama husûsundaki azmi, iddiâyı (sözü); vallahi, tallahi şeklinde, Allahü teâlânın ism-i şerîfini anarak veya dînin izin verdiği sözlerle kuvvetlendirmek.

yen'

  • Yemişin olgunlaşması.

yera'

  • Sığır buzağısı.

yeşk

  • Köpek dişi adı verilen sivri diş. (Farsça)

yesteur

  • Medine yakınında bir yer.
  • Deve sağrısına yapılan palas.
  • Belâ.
  • Bâtıl.
  • Misvak ağacı.

yevm-i ahir / yevm-i âhir

  • Âhiret günü. Îmân edilmesi lâzım olan altı şeyden beşincisi. Arkasından gece gelmeyen gün. Bu zamânın başlangıcı insanın öldüğü gündür.

yevm-i fasl

  • İyi insanların kötülerden kısım kısım ayrıldığı ve dâvâların halledildiği kıyâmet günü.
  • İnsanların kısım kısım ayrıldığı ve davalarının halledildiği kıyamet günü. Bundan başka kıyamet gününe aşağıdaki isimler de verilir: Yevm-ül cem', yevm-ül cevab, yevm-ül cezâ, yevm-üd din, yevm-ül ahd, yevm-ül feza-ul ekber, yevm-ül haşr, yevm-ül hisâb, yevm-ül ivaz, yevm-ül karar, yevm-ül karia, ye

yezdan / yezdân

  • Mecusî dininde iyilik tanrısı olarak kabul edilen ilâh.
  • Allah (c.c.).
  • Mecûsilere göre hayırları yaratan hayır tanrısı.

yezek

  • Bekçi, gece bekçisi. (Farsça)

yezid bin ebi süfyan

  • Ebu Süfyan'ın oğlu. Hz. Muaviye'nin büyük kardeşi idi. Ashab-ı kiramdan ve çok sâlih bir zât olup, Mekke-i Mükerreme'nin fethinde müslüman oldu. Hazret-i Ebu Bekir-is Sıddık Radıyallâhü anh'ın Şam'a gönderdiği orduda bir birliğin kumandanı idi. Hz. Ömer zamanında Filistin valisi olmuştu. Taundan vef

yogi

  • Hindistan'da çilecilere (yogalara) verilen isim.

yörük

  • Eskiden göçebe olarak yaşayan Türk oymaklarından her birisi.

yuda / yûda

  • Hz. İsâ'yı (a.s.) 30 tane gümüş madeni karşılığında ele veren kişidir.

yuh

  • (Yuhâ) Güneşin isimlerindendir.
  • Türkçede, birisine karşı hakaret için söylenen kelimedir. Kalabalıkla haykırılan hakaret kelimesidir. Buna "yuha çekmek" denir.

yuhanna

  • Hz. İsa'nın (A.S.) havarilerinden birisidir. İncillerden birisini yazmıştır. İbranicede Yahya mânasına gelir. Yuhannes, Ohannes, Con (Fr.: Jan) denir.
  • Îsâ aleyhisselâma îmân eden on iki havârîden biri. İbrânî dilinde Yahyâ demektir.Rumca'da Yohannes, İngilizce'de Can, Fransızca'da Jan denir. Dört İncîl'i yazanlardan biridir. Îsâ aleyhisselâmın teyzesinin oğlu idi. Yüz senesinde Efes'te öldü. Hır istiyanlar, on ikinci ayın yirmi yedisinde y

yuhanna incili

  • Dört incilden birisi, Hz. İsa'nın (a.s.) havarilerinden Yuhanna tarafından yazılan İncil Hz. İsa'ya indirilen kitap.

yunus

  • Benî İsrail peygamberlerinden ve Kur'an-ı Kerim'de bahsi geçenlerdendir. Elyesa (A.S.) dan sonra Ninova şehrine gönderildi. Şehir ahalisi kendisine itaat etmediği için müteessir olarak bir gemiye binmiş ve oradan denize atılmış. Cenab-ı Haktan emir almadan şehri terk ettiğinden bu hâl başına gelmişt

yunus aleyhisselam / yûnus aleyhisselâm

  • Musul yakınındaki Nineve (Ninova) ahâlisine gönderilen peygamber. Babasının ismi Metâ'dır. Yûnus aleyhisselâm Âsûr Devleti'nin başşehri ve önemli bir ticâret merkezi olan Nineve şehrinde doğdu.

yüsr-ü vahdet

  • Birliğin kolaylığı; bir işin birinin idaresinde ve bir merkezde yapılmasının kolaylığı.

yusuf

  • Hz. Yakub'un (A.S.) oniki oğlundan en küçüğü idi. Babası kendisini çok severdi. Gördüğü bir rüyayı babası tabir ederek peygamber olacağını ve bütün kardeşlerinin kendisine itaat edeceklerini söyledi. Kardeşleri kendisini kıskandıkları için bir hile ile izini kaybetmek istediler ve bir kuyuya attılar

yusuf aleyhisselam / yûsuf aleyhisselâm

  • Kur'ân-ı kerîmde adı geçen peygamberlerden. Mısır ahâlisine gönderilen peygamber. Yâkûb aleyhisselâmın oğludur. Yâkûb aleyhisselâmın neslinden gelen ilk peygamberdir. Allahü teâlâ ona rüyâ tâbiri ilmini öğretti.

za

  • Zı harfinin bir adı. "Zâ-yı mu'ceme" de denir. Noktalı olduğundan dolayı " : tı" harfinden ayırdetmek için bu isim verilmiştir.

za'f-ı te'lif

  • Edb: İbarenin, anlamayı güçleştirecek kadar karışık olması.

za-i mu'ceme

  • "Rı" harfinden ayırd etmek için "ze" harfine verilen bir isim.

zaaf-ı ittisal

  • Bir hadis veya haberi Peygamber Efendimizden (a.s.m.) aktaranların isim listesi demek olan seneddeki bağlantı zayıflığı.

zaarre

  • Kişinin ahlâk ve huyunun kötü olması.

zabıt

  • Mahkeme, meclis gibi yerlerde söylenenlerin olduğu gibi yazılmışı.
  • Alâkalılarca yazılarak karşılıklı imzalanan, karşılıklı anlaşmayı bildiren yazı.
  • Yazı varakası.
  • Birçok kimselerce imzalanan rapor.

zabıt katibi / zabıt kâtibi

  • Mahkemede söylenenleri yazan kişi.

zabıta / zâbıta / ضابطه / ضَابِطَه

  • Emniyet görevlisi.
  • Güvenlik görevlisi. (Arapça)
  • Emniyet görevlisi.

zabıta-i ahlakiye / zâbıta-i ahlâkiye

  • Ahlâk zabıtası, ahlâk polisi.

zabt u rabt

  • Disiplin, âsâyiş, düzen.
  • Hüsn-ü tedbir ve basiret ile muhâfaza.

zabtname / zabtnâme / ضبط نامه

  • Tutanak, zabıt yazısı. (Arapça - Farsça)

zabturabt

  • Tutma ve bağlama, disiplin.

zabtürabt / ضبط و ربط

  • Disiplin. (Arapça)

zagak

  • Kızılcık yemişinin çekirdeği.

zahar

  • Arka ağrısı.

zahh

  • Hışım ve gadap etmek, öfkelenmek, kızmak.
  • Kovmak, def'etmek.

zahidane / zahidâne

  • Zahide yakışır surette. Ehl-i takva gibi. (Farsça)

zahir / zâhir

  • Yüksek şeref.
  • Neşv ü nemâ bulup, gelişip, etrafa sarılıp sarmaşmış bitki.
  • "Bütün varlıkların dış yüzünü yaratan ve dışına da hükmeden" mânâsında ilâhî isim.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Varlığında şek ve şübhe olmayan, her eserinde varlığına deliller, işâretler bulunan yüce Allah.
  • Açık, görünen, dış görünüş, insanın dış görünüşü.
  • Fıkıh usûlü ilminde; sevk edilmediği, kendisi için buyrulmadığı mânâ, açı

zahir hamiyetperverlik / zâhir hamiyetperverlik

  • Sözde hamiyetperverlik; sadece sözde kalan vatan ve milleti koruma sevigisi.

zahir-i hadis / zâhir-i hadîs

  • Hadîsin yalnızca görünen, açık mânâsı.

zahire / zahîre

  • Dışarı fırlamış olan göz.
  • Günün yarısında devenin otlamaktan gelmesi.
  • İlerisi için saklanan yiyecek. Azık.

zahk

  • Hastalıktan dolayı tilkinin tüyü dökülüp derisi açılması.

zahme

  • Vurma, darbe. (Farsça)
  • Yara, ceriha. (Farsça)
  • Üzengi kayışı. (Farsça)

zahr-ı gayb

  • Gıyabında, kendisi hâzır olmadan.

zaki

  • (Zâkiyye) Saf ve temiz kimse. Hareket ve davranışları düzgün olan kişi.

zakkum

  • Cehennem'de bir ağacın ismi, cehennemliklerin yiyeceği.
  • Gösterişi güzel, çiçekli ve zehirli meyvesi olan yâsemine benzeyen bir bitki ismi.

zalifen

  • Birisinin izine uyup gitmek.
  • İzini gizlemek, belirsiz etmek.

zalimane / zâlimâne

  • Zâlim olana yakışır şekilde. Zulmeder surette. Zâlimce. (Farsça)

zamair

  • (Tekili: Zamir) Zamirler. Bir şeyin iç yüzleri.
  • İsim yerine kullanılan kelimeler.

zamair-i şahsiyye

  • Şahıs zamirleri. " Ben, sen, o" gibi isim yerine geçen kelimeler.

zamanın abdülkadiri

  • Yaşadığı dönemin Abdülkadir-i Geylânîsi olan.

zamin / zâmin

  • Kefil, birisinden belli bir veya birkaç kimsenin istedikleri bir şeyi, kendisinin de ödeyeceğine söz veren kimse. Dâmin.

zamir-i nisbi / zamir-i nisbî

  • Gr: İsimlerin sonuna gelen, -im, -sin, -dir, -iz, -siniz, -dirler gibi eklerdir.

zamya

  • Yufka dudaklı.
  • Yufka kapaklı.
  • Dişinin etleri boz olup kanı az olan kimse.

zar

  • Kelimenin sonuna gelerek birleşik kelimeler olur. İsimlere eklenerek yer adı bildirilir. Meselâ: Lâle-zar : Lâle bahçesi. (Farsça)

zarar-ı mahz

  • Fık: Kendisinin faydası yerine zararı olan.

zarf-ı ziya

  • Işığın kılıfı.

zarifane

  • Zariflikle, incelikle, zarif olana yakışır surette. (Farsça)

zarure-i naşie / zarure-i nâşie

  • Kendisinde bulunması zorunlu olan, ondan ayrılması mümkün olmayan zorunlu özellik.

zaruret / zarûret

  • Haram olan, yasaklanan bir işin yapılmasını mübâh (dînen serbest) kılan sebeb, özür.

zaruret-i maişet

  • Geçim sıkıntısı, zorluğu.

zaruriyet-i naşie / zaruriyet-i nâşie

  • Bir şeyin kendisinde bulunması zaruri olan ve ondan ayrılması mümkün olmayan.

zaruriyyat-ı naşie / zaruriyyat-ı nâşie

  • Bir şeyin kendisinde bulunması zaruri olan ve ondan ayrılması mümkün olmayan ve zâti hassadan meydana gelen zaruretler.

zat / zât / ذات / ذَاتْ

  • Kendi, asıl, öz, cevher, saygıdeğer kişi.
  • Kişi.
  • Kendi.
  • Kişi, şahıs.
  • Kişi. (Arapça)
  • Kendi. (Arapça)
  • Bir şeyin kendisi.

zat ve sıfat ve esma-i ilahiye / zât ve sıfât ve esmâ-i ilâhiye

  • Cenab-ı Allah'ın Zâtı, sıfatı ve isimleri.

zat-ı ahmedi / zât-ı ahmedî

  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'in zâtı, kişiliği.

zat-ı ali-kadr / zât-ı âli-kadr

  • Kıymetli, yüce şahsiyet, kişi.

zat-ı cismaniye / zât-ı cismaniye

  • Cisimden ibaret varlık, zât.

zat-ı ehad ve samed / zât-ı ehad ve samed

  • Birliği her bir varlıkta kendisini gösteren ve herşey Kendisine muhtaç olduğu hâlde Kendisi hiçbirşeye muhtaç olmayan Zât, Allah.

zat-ı ehad-i samed / zât-ı ehad-i samed / ذَاتِ اَحَدِ صَمَدْ

  • Herşey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan ve birliği herbir şeyde görünen Allah.
  • Her şey kendisine muhtaç olduğu halde, hiç bir şeye muhtaç olmayan, tek olan zat (Allah).

zat-ı fahr-i alem / zât-ı fahr-i âlem

  • Bütün âlemin kendisiyle övündüğü Zât, Peygamberimiz.

zat-ı fazılane / zât-ı fâzılâne

  • Fazilet ve yüksek meziyet sahibi kişi.

zat-ı ferd-i ehad-i samed / zât-ı ferd-i ehad-i samed

  • Herşey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan, bir ve benzersiz olup ortağı olmayan Zât, Allah.

zat-ı hakimane / zât-ı hâkimâne

  • Her şeyde bir gaye ve maksadı düşünerek hikmetle davranan şahsiyet, kişilik.

zat-ı keremkar / zat-ı keremkâr

  • Yüksek şeref sahibi olan kişi.

zat-ı kerimü's-sıfat / zât-ı kerîmü's-sıfat

  • Kendisine, sınırsız üstün sıfat ve meziyetler ikram edilen zât.

zat-ı muhterem / zât-ı muhterem

  • Hürmete lâyık, saygıdeğer kişi.

zat-ı mürşidane / zât-ı mürşidane

  • Yol gösteren kişi.

zat-ı müşahhas / zât-ı müşahhas

  • Somut ve gerçek varlığa sahip birisi.

zat-ı peygamberi / zât-ı peygamberî

  • Peygamberlik görevini ifa eden zât; Hz. Peygamber efendimizin (a.s.m.) kendisi.

zat-ı risalet / zât-ı risalet

  • Kendisine kitap gönderilmiş olan Zât; Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.).

zat-ı ruşen-zamir / zât-ı rûşen-zamir

  • Hakikatleri bilen, gönlü aydın kişi.

zat-ı üstadane / zât-ı üstadâne

  • Üstadın kendisi.

zat-ül beyn / zât-ül beyn

  • İki kişi arasındaki düşmanlık.

zat-ul hareke / zât-ul hareke

  • Kendi kendine hareket eden cisim. Aslında hareketli olan cisim. Otomatik.

zatı / zâtı

  • Kendisi.

zati / zâtî / ذاتى / ذَات۪ي

  • (Zâtiyye) Zâta mensub. Kendisine âit, ile alâkalı, hususi. Özel.
  • Kişisel. (Arapça)
  • Zatına âit, kendisinden olup başkasından olmayan.

zati hassa / zâtî hassa

  • Bir varlığın kendisinde olan ve onsuz olması imkânsız olan özellik.

zatına has / zâtına has

  • Kendisine özel.

zatında / zâtında

  • Bizzat kendisinde.

zatiye / zâtîye / zâtiye / ذَاتِيَه

  • Kendisiyle ilgili.
  • Zata âit, kendisinden olup başkasından olmayan.

zatülbeyn / zâtülbeyn

  • (Zât-ül beyn) İki kişinin arasında olan düşmanlık.

zav' / ضوء

  • Aydınlık. Işık.
  • Işık. (Arapça)

zav'-uş şems

  • Güneş ışığı.

zayven

  • (Çoğulu: Zayâvin) Yaban kedisi.
  • Erkek kedi.
  • Hırçın ve vahşi adam.

zebanzed

  • Ata sözü, darb-ı mesel. (Farsça)
  • Alışılmış, her zaman söylenen söz. (Farsça)

zeff

  • Kişinin nikâhlısını kocasına teslim etmek.

zefir

  • Çok şiddetli ses.
  • Hıçkırıkla nefes vermek. Göğüs geçirmek.
  • Ağlatmak.
  • İnlemek.
  • Ateş gürültüsü.
  • Eşek anırtısının evveli.
  • Belâ.

zehralud / zehrâlûd

  • Zehirle karışık.

zehravan

  • (Zehrâveyn) İki parlak şey.
  • Kur'an-ı Kerim'de Sure-i Bakara ile Âl-i İmran Surelerine birlikte verilen isim.

zekeriyya

  • Benî İsrail peygamberlerinden ve Hz. Süleyman Aleyhisselâm'ın neslindendir. Beytül-Makdis'de Tevrat yazan ve kurban kesen reis idi. Zevcesi, Hz. Meryem'in teyzesi idi. Benî İsrail'in büyüklerinden olan İmran namındaki zatın karısı Hanne, Zekeriyya (A.S.) ın karısının kardeşidir. Hz. Meryem İmran kız

zekik

  • Yazının satırlarının sık olması.
  • Yürürken kişinin adımlarının bibirine yakın olması.

zelef

  • Burnun küçük ve ucunun, gerisine eşit olması. (O burun sahibine "ezlef" derler) (Müe: Zülefâ)

zelefe

  • (Çoğulu: Zulef) Pâk ve ruşen nesne, parlak ve temiz cisim.
  • Kaypak, düz yer.

zelilane / zelilâne

  • Alçakça. Hakir ve aşağılık kimselere yakışır şekilde. (Farsça)

zelzele / زَلْزَلَه

  • Yer sarsıntısı.
  • Sarsma.
  • Yer sarsıntısı, deprem.
  • Yer sarsıntısı.

zelzele-i firak / زَلْزَلَۀِ فِرَاقْ

  • Ayrılık sarsıntısı.
  • Ayrılık sarsıntısı.

zelzele-i hercümerc

  • Karma karışıklığın sarsıntısı.

zelzele-i zeval ve firak / zelzele-i zevâl ve firak / zelzele-i zevâl ve firâk / زَلْزَلَۀِ زَوَالْ و فِرَاقْ / زَلْزَلَۀِ زَوَالْ و فِرِاقْ

  • Gelip geçicilik ve ayrılık sarsıntısı.
  • Son bulma ve ayrılığın sarsıntısı.
  • Son bulma ve ayrılık sarsıntısı.

zelzele-i zeval-i dünya / زَلْزَلَۀِ زَوَالِ دُنْيَا / zelzele-i zevâl-i dünya

  • Dünyanın son bulma sarsıntısı.
  • Dünyanın son bulma sarsıntısı.

zelzelet-üs saa / zelzelet-üs sâa

  • Kıyamet sarsıntısı. Kıyamet kopması ânında meydana gelecek olan çok müthiş zelzele.

zemahşeri / zemahşerî

  • Keşşaf isimli ünlü tefsiri yazan islâm âlimi.

zemm

  • Birisinin ayıplarını söylemek, çekiştirmek. Kötülemek, yermek. Ayıplamak.

zemzem

  • Kâbe-i muazzamanın Hacer-ül-esved köşesi karşısındaki kuyudan çıkan mübârek su.

zemzem kuyusu

  • Kâbe-i muazzamanın Hacer-i esved köşesi karşısında bulunan, mübârek suyun çıktığı kuyu.

zena'

  • Kısa boylu ve dar nesne.
  • Sidiğini tutup işemeyen kişi.

zenane / zenâne / زنانه

  • Kadınla alâkalı, kadına mahsus. Kadın işi. (Farsça)
  • Kadınca, kadınsı. (Farsça)
  • Kadın işi. (Farsça)

zengin

  • İhtiyaç eşyâsının ve borçlarının dışında nisâb miktârı malı, parası olan kimse.

zenme

  • Keçinin kulağı ucunda küpe gibi sarkan kıllar.
  • Devenin kulağından kesip ilişik koydukları parça.

zer-tar

  • Altın tel, sırma. (Farsça)
  • Güneş ışını. (Farsça)

zera'

  • Vahşi sığırın buzağısı.
  • Tamâ, hırs, aç gözlülük.

zerde

  • Safranla pişirilen bir çeşit pirinç tatlısı. Safran, sarı renge boyadığı için bu ad verilmiştir. Eskiden düğünlerde pişirilirdi. (Farsça)
  • Safran. (Farsça)
  • Yumurta sarısı. (Farsça)

zerk-alud / zerk-âlûd

  • Riyalı, riya karışık. (Farsça)

zerneb

  • Turunç kokusu gibi güzel kokan bir ot.
  • Fercin dışarısında olan et.

zerre

  • (Çoğulu: Zerrat) Pek ufak parça.
  • Atom.
  • Çok küçük karınca.
  • Güneş ışığında görünen ufacık tozlar.
  • Küçük boylu adam.

zevalalud / zevâlâlûd

  • Zevalle karışık.

zevat / zevât / ذوات

  • Zâtlar, kişiler.
  • Kişiler. (Arapça)

zevat-ı muhterem / zevât-ı muhterem

  • Saygıdeğer zâtlar, kişiler.

zevil erham / zevil erhâm

  • İslâm mîrâs hukûkunda, Eshâb-ı ferâiz (farz hisse sâhibi) ve asabe denilen kimseler dışındaki yakın akrabâ.

zevk-alud / zevk-âlud

  • Zevkli, zevk karışık. (Farsça)

zevk-i i'caz / zevk-i i'câz

  • Mu'cizeliğin zevki; mu'cize özelliklerle muhatap olan kişinin aldığı mânevî zevk.

zevkalud / zevkâlûd

  • Zevkle karışık.

zey'

  • Güzelce pişip erimek.

zeybek

  • Hafif silâhlarla donanmış ve asâyişi muhafazaya memur olan eski bir sınıf asker.

zeyd

  • Eski fetva metinlerinde erkeği temsil etmek için kullanılan isimlerdendir. (Diğer isimler: Amr, Bekir, Beşir, Hâlid)

zeyd bin sabit

  • Sahabe-i Güzinden ve Aşere-i Mübeşşeredendir. Henüz on bir yaşında iken isteği ile İslâmiyet'i kabul etmiştir. Kur'ân-ı Kerim'i kemiklerde yazılı ve hâfızların ezberinde iken bugünkü şeklinde ilk olarak yazan, bu hizmette en büyük hizmet kendisine nasib olandır. Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) kâtipliğini

zeyneb

  • Eski fetva metinlerinde kadını temsil eden isimlerden biri.
  • Gül.

zıhar / zıhâr

  • İki şey arasında münasebet ve mutabakat meydana getirmek. İki şeyi birbirine mutabık eylemek. Arka arkaya, mukabil kılmak.
  • Karşılıklı yardımlaşmak.
  • Fık: Bir kocanın, karısını müebbeden mahremi olan birisinin bakması câiz olmayan bir yerine teşbih etmesi.Meselâ, bir adam karıs
  • Bir kişinin, kendi hanımını, annesi gibi evlenmesi kendisine haram olan birine benzetmesi.
  • Kocanın karısına "sen anam gibisin" demesi.
  • Erkeğin, hanımını veya onun yüz, baş, ferc gibi bir uzvunu, kendisine nikâhı ebedî haram olan bir kadına veya onun bakılması harâm yerine; "Sen anam gibisin" veya "Senin sırtın anamın sırtı gibidir" gibi sözlerle benzetmesi.

zımn

  • İç taraf.
  • Maksad, gaye.
  • Açıktan söylenmeyip dolayısıyle anlatılan.

zımnen / ضمنا

  • Dolayısıyle.
  • Açıktan olmayarak, dolayısıyla, ima yolu ile. İçinden olarak.
  • Bu arada, dolayısıyla. (Arapça)

zımnında

  • Açıkça olmayıp, dolayısıyla üstü kapalı olarak içinde var olan.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın