REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te çÂk ifadesini içeren 1678 kelime bulundu...

a'sel

  • “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır Ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” Gazi Mustafa Kemal Atatürk
  • “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır Ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” Gazi Mustafa Kemal Atatürk
  • Eğri olan şey. Eğri dişli veya bacaklı kimse.

ab-hane

  • Abdest bozacak yer. Helâ, tuvalet. (Farsça)

abdest-hane

  • Ayak yolu, helâ. (Farsça)
  • Abdest alacak yer. (Farsça)

abes

  • Oyuncak kabilinden faydasız ve boş amel. Lüzumsuz ve gayesiz iş. Tesadüfi.

acaib

  • (Tekili: Acib) Şaşırtacak ve hayret verici şeyler.

acaib-i seb'a-i alem / acâib-i seb'a-i âlem

  • Dünyanın yedi tane şaşılacak, acaib şeyi. (Çin seddi bunlardan biridir.)

acaiz

  • (Tekili: Acuze) Kocakarılar. İhtiyar kadınlar.

acib / acîb

  • Hayret veren. Şaşılacak şey.
  • Şaşılacak ve hayret edilecek şey.

acibe / acîbe / عجيبه

  • Alışılmış surette olmayan. Çok hârika. Acib ve garip, hayret verici, şaşılacak şey.
  • Şaşılacak şey. (Arapça)

acibü'ş-şekil / acîbü'ş-şekil

  • Hayret edilecek şekil, şaşılacak şekil.

acizane / âcizâne / عاجزانه

  • Âciz olarak. Beceriksizce. Tevâzu ile. (Alçak gönüllülük ifâdesi için söylenir) "Allah'a karşı kusurlarını bilen bir mü'min âcizâne ancak Allah'tan rahmet diler." (Farsça)
  • Acizce. (Arapça - Farsça)
  • Alçakgönüllüce. (Arapça - Farsça)

acube / acûbe

  • Şaşılacak şey.

acuz / acûz / عجوز

  • Çok yaşlı kadın. Kocakarı.
  • Kılıç.
  • Şarap.
  • Sırtlan.
  • Kocakarı. (Arapça)
  • Cadı. (Arapça)

acuze / acûze / عجوزه

  • Güçsüz kocakarı.
  • Kocakarı. (Arapça)
  • Cadı. (Arapça)

acuze-i şemta

  • Saçı ağarmış kocakarı.

acz-i zati / acz-i zâtî

  • Varlığın öz niteliği olan âcizlik (ateşin öz niteliği olan sıcaklık gibi).

agarr

  • Çok sıcak gün.
  • Kendini beğenmiş.
  • Asil, âlicenâb.
  • Beyaz.

agarr-ül eyyam / agarr-ül eyyâm

  • En sıcak gün.

agende-guş

  • Söz dinlemeyen, aldırmayan, alçak ve hayırsız kimse. (Farsça)

agmad

  • (Tekili: Gımd) Bıçak ve kılıç kınları.

agreb-ül garaib / agreb-ül garâib

  • Şaşılacak şeylerin en garibi.

aguş

  • Kucak. (Farsça)
  • Sığınılan yer. (Farsça)

ağuş / âğûş

  • Kucak.
  • Kucak, sığınılacak yer.

aguş / âgûş / آغوش

  • Kucak. (Arapça)

aguş-u nazdarane / âguş-u nazdârâne

  • Nazlı bir şekilde sarmalayan kucak.

ağuş-u nazendarane / âğuş-u nazendârâne

  • Şefkatli ve merhametli kucak.

ağuş-u şefkat / âğuş-u şefkat

  • Şefkatli kucak.

ahal

  • Birşeye yaramıyarak atılacak olan şey, çerçöp. (Farsça)

aharr

  • Daha sıcak, en sıcak.

ahbar / ahbâr

  • Haberler. Haberin çokluk şekli.
  • Bir kavim, kabîle, şahıs, ülke, bölge, şehir veya bir hâdise hakkında nakledilen bilgiler.
  • Allahü teâlânın, Kur'ân-ı kerîmde, geçmişte olanlara, gelecekte ve âhirette olacaklara dâir bildirdiği şeyler.

ahda'

  • Çok alçakgönüllü, halim, mütevazi. İtaatli.

ahen-be

  • Dokunacak bezin veya çulhanın iki yanına konan demirli ağaç. Bu demirli ağaç bezin buruşukluğunu da açar. (Farsça)

ahfaz

  • (Ahfad) Alçak ve çukur yer.
  • Mc: Çok alçak gönüllü. Mütevâzi.

ahiret / âhiret

  • Bu dünyadan sonra gideceğimiz ebedi âlem. Âhiret, kıyamet koptuktan sonra, bütün varlıkların ve insanların devamlı kalacakları yerdir. Orada ölüm yoktur, hayat sonsuzdur; dinin emirlerine bağlı olanlar için cennet; dine bağlı olmıyanlar için de cehennem vardır. Âhirete inanmayan insan müslüman olama

ahna'

  • Çok alçak gönüllülük, mütevazilik.

ahtapot

  • Çok ayaklı, kafadan bacaklı bir nevi deniz hayvanıdır ve yakaladığı canlı hayvanı kıstırıp kanını emer. (Fransızca)
  • Canlı yengece benzeyen bir çıban. (Fransızca)

ahte

  • Dışarı çıkarılmış, dışarı çekilmiş. (kılıç, bıçak gibi..) (Farsça)
  • Husyesi çıkarılmış hayvan. (Farsça)

ahval-i ahirin / ahvâl-i âhirîn

  • Gelecekte yaşayacak olanların halleri.

ahza

  • Çok alçak, menfur kişi. Nefret edilmiş olan kimse.

akaid / akâid

  • Akîdeler. Akîde kelimesinin çoğulu. İslâm dîninde inanılacak şeyler, îmân bilgileri.

akak

  • Sıcak çok olmak.

akide / akîde

  • İnanılacak şey.

akik

  • Bunaltıcı sıcaklık.

akl

  • (Akıl) Men'etmek.
  • Sığınacak yer.
  • Kırmızı mihfe örtüsü.
  • Diyet.
  • İnsanın; hayrı, şerri ve ilimleri anlayan, sebeblerden neticeleri çıkaran ve eserden eser sahibine intikal eden hassası. Düşünme ve anlama kabiliyeti. Zihin, zekâ, tefehhüm, fehim, irade, anlayış, k

akont

  • Sonradan hesaplaşmak üzere bir borç veya kazanç hissesinden alacaklıya yapılan ödeme. (Fransızca)

akrostiş

  • yun. Edb: Mısraların ilk harfleri yukarıdan aşağıya doğru okununca manalı bir kelime veya has isim çıkacak şekilde düzenlenmiş manzume.

al / âl

  • Sülâle, soy, hânedan. Akrabâ ve taallukat.
  • Yaz sıcaklarında su gibi görünen serap.
  • Hile, tuzak.

ale-l-acaib

  • Tuhaf şey, şaşılacak şey.

alem / علم

  • Bayrak, sancak, nişan.
  • Sancak. (Arapça)
  • Alem. (Arapça)
  • Nişan, alamet. (Arapça)

alem-i berzah / âlem-i berzah

  • Öldükten sonra ruhların kıyamete kadar kalacakları mânevî âlem, kabir âlemi.

alem-i hararet / âlem-i hararet

  • Sıcaklık âlemi.

alem-i mahşer / âlem-i mahşer

  • Mahşer âlemi; kıyametten sonra insanların tekrar diriltilip toplanacakları yer.

alem-i mümkinat / âlem-i mümkinat

  • Mümkin varlıklar âlemi; varlığı ile yokluğu eşit olup varlığı ancak Allah'ın var etmesine bağlı olanlar, yaratılanların tamamının oluşturduğu âlem.

alem-i süfli / âlem-i süflî

  • Aşağı, alçak âlem.

alemdar / alemdâr / علمدار

  • Bayrağı veya sancağı taşıyan. Bayraktar, sancaktar.
  • Bayraktar, sancaktar.
  • Sancaktar. (Arapça - Farsça)

alet-i lehv / âlet-i lehv

  • Oyun âleti. Oyuncak. Çalgı âleti.

alika

  • İçine birşey koyacak torba.
  • Yem.

allahu a'lemu bimuradihi / allahu â'lemu bimuradihi

  • Asıl maksadını en iyi bilen ancak Allah'tır.

amile / âmile

  • (Çoğulu: Avâmil) (Amel. den) Bacak, ayak.

amiletan / âmiletân

  • İki ayak, çift bacak.

ani

  • (Çoğulu: Anat-Unât) Mütevazi, alçak gönüllü.
  • Köle
  • Meşgul.
  • Iztırab çeken. Muztarib.
  • İşçi.
  • Müfettiş.
  • Tahsildar. (Müennesi: Aniye)

anik

  • Çok nesne.
  • Devenin ancak dizini çekip yürüyebildiği kumlu yer.

aniye

  • (Tekili: İnâ) Yemek kapları, tabaklar, kap-kacaklar.

apulet

  • Askerlerin, sınıf ve rütbelerine göre sırma, ipek veya yünden omuzlarına taktıkları saçak. (Fransızca)

ar / âr

  • Utanma, mahcubiyet. Utanılacak şey. Ayıp. Şiyb. Şerm. Haya.

arasat meydanı / arasât meydanı

  • Öldükten sonra insanların ve diğer canlıların diriltilip toplanacakları meydan. Buraya mevkıf ve mahşer de denir.

arazi-i mürfaka / arâzi-i mürfaka

  • Huk: Sokaklarda oturulacak yerler ve caddelerde boş bırakılan kısımlar. Yolculara ait terkedilmiş konak yerleri, kervansaraylar.

arifane / ârifâne / عَارِفَانَه

  • Allahı tanıyana yakışacak sûrette.

arras

  • Gürleyen, şimşek çakan.
  • şimşekli.

arsa

  • (Çoğulu: Arasât) Bina yapılacak boş arazi parçası. Üzerindeki binası yıkılmış veya yapıya tahsis olunmuş yer.

arsat

  • Semer ağaçlarına çakılan ağaç mıh.

arz

  • (Erz) Yeryüzü, toprak, zemin, dünya.
  • Aşağı ve alçak.
  • Memleket, ülke.
  • Küre.
  • İklim.
  • Davarın ayağının altı.

asayiş-perverane / asâyiş-perverâne

  • Rahat, huzur ve asâyiş taraftarına yakışacak şekilde. (Farsça)

ashab-ı matlub / ashâb-ı matlub

  • Huk : İflâs hâlinde bulunan şahsın, kanuni alacaklılarının yekûnü.

ashab-ı meş'eme / ashâb-ı meş'eme

  • Uğursuz, kötü, dine muhalif olanlar.
  • Solak, sol tarafta, alçak mevkide bulunanlar.

ashab-ı yemin / ashâb-ı yemin

  • Ahid ve yeminlerinde sebât edenler. Kendi kazançlarından ziyâde Cenab-ı Hakk'ın lütuf ve ikrâmına kavuşacakları ümid edilenler. Allah'a itâatleri ve amelleri iyi olup ahirette amel defterleri sağ taraftan verilecek olanlar. Sağcılar. Mukaddesatçılar. Kur'an ve İmân yolunda Allah (C.C.) için çalışanl

asib

  • Dolmuş bağırsak.
  • Katı nesne, şedid.
  • Şiddetli sıcak, çok sıcaklık.
  • Talihsizlik.

aslad / aslâd

  • Sert, katı ve düz. (Çakmak taşı hakkında). Ateşsiz.
  • Cimri, hasis, pinti.

asma

  • Elleri veya bacakları eğri olan.

aşti-perverane / aştî-perverane

  • Barış taraftarına yakışacak şekilde. (Farsça)

ataim

  • (Tekili: Atime) Ocaklar.

atan

  • (Çoğulu: Atân) Kovası el ile çekilen kuyu.
  • Kuyunun ve havuzun etrafında deve çekip duracak yer.
  • Su kenarı.
  • Kokmak.
  • Dibâgat etmek.

ateş-dan / ateş-dân

  • Mangal, ocak. (Farsça)

ateş-suhan

  • Dokunaklı, kalb kıracak şekilde ağır söz söyliyen. (Farsça)

ateş-zen

  • Ateş yakmak için kullanılan alet, çakmak. (Farsça)

ateşdan / âteşdân / آتشدان

  • Mangal. (Farsça)
  • Ocak. (Farsça)

atime

  • (Çoğulu: Atâim) Ateş yakılan ocak; mangal.

atiyülbeyan / âtiyülbeyân / آتى البيان

  • Aşağıda açıklanacak olan. (Arapça)

ava'

  • Alçak kimse.
  • Menazil-i kamerden bir menzildir ve beş yıldızlıdır.

avani

  • Kapkacak, yemek takımları.
  • "Beni koru, hıfzeyle" meâlinde dua.

avend

  • Sicim, ip. (Farsça)
  • Senet, delil. (Farsça)
  • Kapkacak. (Farsça)
  • Taht, yüksek mertebe. (Farsça)
  • Satranç oyunu. (Farsça)
  • Evvel, önce, ilk. (Farsça)

avl

  • İslâm mîrâs hukûkunda belirli hisse (pay) sâhiplerinin (Eshâb-ı ferâizin) mîrâstan alacakları payların toplamının ortak paydadan fazla olma hâli.

avret

  • Eksik. Gedik. Gizlenmesi lâzım gelen şey. Dinen örtülmesi vâcib olan âzâ, ud yeri. Utanılacak ve hayâ edilecek şey. Erkeklerde göbek ile diz kapağı arasındaki kısım.
  • Kadın. Zevce. Nikâhlı.
  • Gece uykuya yatacağı vakit ve seherden evvel uykudan kalkılacak saate de şeriat örfünde

avz

  • (Avez) (İyâz, meaz, meâze) Sığınma. Sığınak. Melce. Sığınacak yer.

ayasofya

  • İstanbul'daki bu ilk kilisenin açılış resmi Mi : 325 tarihinde yapılmıştır. 513 senesi Ocak ayının 13-14. gecesi bir yangın esnası bina kâmilen yanmış. O zaman İmparator Justinyanus yeniden yaptırmış. 573 de binanın resm-i küşâdı yapılmıştır.Osmanlılarca 29 Mayıs 1453'de İstanbul fethedilince Fatih

ayb

  • Kusur ve utanılacak şey.
  • Kusur. Leke. Utandıracak hal.
  • Ayıp, utanılacak kusur.

ayet-i müdayene / âyet-i müdâyene

  • Kur'ân'daki (Bakara, 281) borçlu ve alacaklı hakkındaki âyet.
  • Kur'an-ı Kerim'de (Sure-i Bakara, 281. âyet) borçlu ve alacaklı hakkındaki âyet. (Bu âyet vasatî olarak bir sahife uzunluğundadır.)

ayin / âyin

  • Merâsim. Usûl. Görenek. Dinî âdâb. Âdet, örf ve kanun.
  • Ziynet, süs.İslâm'da fıkıh lisânı âyin kelimesini kabul etmemiştir. Bazı vakıflar, filân câmide herhangi bir tarikat âyini icra için te'sis yapacakları zaman vaki olan müracaatlarında fetvahâne tarafından verilen müsaadelerde âyi

aynelhak

  • Yaşayarak, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme.

bab / bâb

  • Kapı.
  • Kısım.
  • Mevzu.
  • Fasıl. Bölüm. Parça. Kitab.
  • Hususi madde.
  • Sığınacak yer.
  • İş.
  • Şekil.
  • Tövbe.

bad-ı semum / bâd-ı semûm

  • Çölde, sıcakta gündüz esen sıcak yel. Sam yeli. Zehirli rüzgâr.

bagel

  • Ilık su. Sıcak ve soğuk olmayan, harareti ikisinin arasındaki bir ısıda olan su. (Farsça)

bahariyye

  • Edb: Birini övmek için yazılan ve bahar tasviriyle başlayan kaside.
  • Tar : Yeniçeri ağasından itibaren padişah tarafından Yeniçeri kâtibiyle ocak ağalarına verilen baharlık.

bahhal

  • (Buhl. dan) Çok bahil, çok tamahkâr, pek cimri. Çok alçak adam.

bahr-i bikeran / bahr-i bîkerân

  • Okyanus misâli uçsuz bucaksız olan deniz.

bahr-ı bikeran-i zaman / bahr-ı bîkeran-i zaman

  • Uçsuz bucaksız olan zaman denizi.

bahtiyarane

  • Bahtiyarcasına, mutlucasına, mesut olana yakışacak şekilde. (Farsça)

bahur / bahûr / bâhûr / باخور

  • Çok sıcak. Çok sıcaklık.
  • Sıcakta yerden yükselen buhar.
  • Tütsü. Yakılarak güzel kokular elde edilen ot ve sâir şey.
  • Aşırı sıcak. (Arapça)

balkar

  • Kafkasya Türkleri'nin Kıpçak kolundan olan bir boy.

balon

  • Hava veya hafif gazlarla doldurulan küre. Bugünkü uçaklar balonculuğun geliştirilmesiyle elde edilmiştir. Zeplin adı verilen güdümlü balonlar hava ulaşımında ve savaşta kullanılmıştır. (Fransızca)

balyoz

  • Vaktiyle Avrupa devletlerinin büyükelçi ve büyük konsoloslarıyla, general ve amiral gibi kişilerine verilen bir ünvandır. (Fransızca)
  • (Yunancadan) Kazık çakmak, büyük taşları kırmak için kullanılan uzun saplı, iri ve ağır çekiç. (Fransızca)

banbu

  • (Malezya dilinden) Sıcak ve yağışlı bölgelerde yaşıyan bir bitki cinsi. Buğday ailesinden olup ikiyüzden fazla çeşiti vardır.

banket

  • Bir otomobili uçtan uca kaplayan ve tek parçadan ibaret olan oturacak yer.
  • Karayollarında asfaltın her iki yanındaki balastlı kısım.

banuc / banûc

  • Salıncak. (Farsça)

bar-hane

  • Yük yeri, yüklük. (Farsça)
  • Yolcu eşyası indirilecek ve saklanacak yer. (Farsça)

barani / bârânî

  • Çivit mavisi renginde, Osmanlılar zamanında Selânik'te dokunan bir cins çuha. Yeniçeri ve Acemi oğlanlarına aralık ve ocak (erbain) aylarında verilen yağmurluk bârâniden yapılırdı. Yağmurluk, yağmurdan muhafaza eden şey. (Farsça)
  • Yağmurla ilgili. (Farsça)

barih

  • (Çoğulu: Bevârih) Samyeli adı verilen sıcak ve şiddetli bir çeşit rüzgâr.

basiret

  • Hakikatı kalbiyle hissedip anlama. Kalbde eşyanın hakikatlarını bilen kuvve-i kudsiyye. Ferâset. İm'ân-ı dikkat.
  • İbret alınacak hidâyet sebepleri. Beyyine. Hüccet.
  • Bir evin iki tarafının arası.
  • Yer üstündeki kan.

baskı

  • t. Basıp sıkacak, tazyik edecek şey. Sıkı tazyik.
  • Basan, ağırlık veren şey.
  • Kalıp, damga.
  • Bir eserin yeni basılışlarının her seferi.
  • Bir basmanın bir def'ada basılan miktarının tamamı. Meselâ: Bu lügatın baskısı 25.000 dir.

bath

  • (Çoğulu: Bitah) İçinde kum ve çakıl taşları olan geniş su akıntısı.
  • Yüz üzeri düşme.
  • Serilip yatan adamın boyu.
  • Bırakma.

batha

  • Çakıllı, taşlı büyük dere.
  • Dağ arasındaki dere.
  • Mekke-i Mükerreme'nin eski bir ismi.
  • Kamışlık ve sazlık yer.

batıl satış / bâtıl satış

  • Sahîh olmayan, yâni dînen bulunması lâzım gelen şartların hepsi veya bir kısmı bulunmayan satış, alış-veriş. Satılacak malın mütekavvim olması (kullanılmasına dînen izin verilmesi, kıymetli ve kullanılabilir olması) bu şartlardandır. Buna göre; domuz, içki ve denizdeki balık mütekavvim değildir.

bayrak

  • Devletin belirli alâmetlerini hâvi ve belirli renklerde kare veya dikdörtgen şeklinde yapılmış olan bez. Sancak, alem.

bayrakdar / bayrakdâr / بيدقدار

  • Bayraktar, sancaktar. (Arapça - Farsça)

baziçe / bâziçe / bâzîçe / بازیچه

  • Oyuncak, eğlence. Mel'abe. (Farsça)
  • Oyuncak, eğlence.
  • Oyuncak. (Farsça)

bedad / bedâd

  • Gözükme, zahir olmak.
  • Sayış, sayma.
  • Fırka.
  • Savaşacak akran.
  • Nasib, hisse, pay.

bedel-i nüzul / bedel-i nüzûl

  • Tar: Osmanlı İmparatorluğu devrinde askerlerin bir yere konaklamasında yapılacak olan masraflar için alınan vergi.

beden

  • (Çoğulu: Ebdân) Gövde, vücut, ten.
  • Vücudun kol, bacak ve baş gibi ayrıca kısımlarından başka diğer merkezi kısmı.
  • Ağacın dal ve budaktan başka olan kısmı, kütük.
  • Kale bedeni.

bedergah

  • Kapıya çıkma. (Farsça)
  • Tar: Çeşitli hizmetlerde kullanılmak üzere, acemi ocağına ve ocak dışına verilen acemilerin, Yeniçeri Ocağı'na kayıt edilmeleri. (Farsça)

bedihi / bedihî

  • Aşikâr, belli ve açık olma.
  • Ansızın zuhur eden.
  • Delil ve isbata muhtaç olmayacak derecede açıklık.

bel

  • t. Geminin orta kısmı.
  • Bedenin ortası. Göğüs ile karnın arası.
  • Yüksek dağın iki zirvesi arasındaki kavisli kısmı veya alçakça olan geçit ve boğazı.

belemun

  • Çakır dikeni.

belka'

  • Alaca. Alaca bacaklı olan at.

beraat satışı / berâât satışı

  • Zekât toplayan âmillerin (memurların), köylüden alacakları zekât ve uşrun cins ve miktârını gösteren ve berâât adı verilen senedlerin satışı.

berd-ül acuz / berd-ül acûz

  • Kocakarı soğuğu. (Rûmi şubatın 26'sında başlar ve 7 gün şiddetle devâm eder.)

berdülacuz / بردالعجوز

  • Kocakarı soğuğu. (Arapça)

bericen

  • İçerisinde ekmek pişirilen ocak veya fırın. (Farsça)

berk

  • Şimşek çakması. Parlama.
  • Yıldırım.
  • Zinetlenme, süslenme.
  • Tas: Tecelli-i İlâhiye ile kurbiyyete mazhariyyet.
  • Ahmak olmak.

berk-i basar

  • Gözün şimşek çakması.
  • Birdenbire tepesinde çakan şimşekten mâruz olduğu dehşet ve şiddet hâlinden mecaz olarak, ansızın başına gelen mühlik hâdisenin şiddetli âlâm ve ıztırabıyla dehşet ve hayret içinde duyulan keskin intibahı ifade eder.

berk-i zail / berk-i zâil / بَرْقِ زَائِلْ

  • Çakıp sönen şimşek.

berrade

  • Suyu soğutmaya ait kap, buzdolabı, karlık.
  • Bardak asacak yer.

berrüste

  • Karpuz, kavun, kabak, çimen gibi dalbudak salıp da yükselmiyen nebat. (Farsça)
  • Mc: Alçak, edepsiz, rezil kimse. (Farsça)

berzah

  • İki şey arasındaki mesafe, aralık.
  • Can sıkıcı.
  • İnce uzun kara parçası.
  • Dünya.
  • Ruhların kıyamete kadar bulunacakları yer.

berzah alemi / berzah âlemi

  • Öldükten sonra ruhların kıyamete kadar kalacakları mânevî âlem, kabir âlemi.

besniyye

  • Alçak ve yumuşak yerde biten buğday.
  • Şam diyarında belli bir yerde yetişen buğdaya da derler.

betkiş

  • Atılacak okların içine konulup omuza asılan mahfaza. Ok mahfazası, okluk. (Farsça)

bevahe

  • (Tekili: Bûhe) Dişi baykuşlar.
  • Çakır doğan kuşları.
  • Ahmak, ebleh adamlar.

bevarih

  • (Tekili: Bârih) Şiddetli sıcaklar ve şiddetli rüzgârlar ki, adına Samyeli denir.

beylerbeyi

  • Tar: Sancak beylerinin başı. Osmanlı eyalet umumi valisi.

beyus / beyûs

  • Arzu, istek, taleb. (Farsça)
  • Ümit. (Farsça)
  • Tamah. (Farsça)
  • Alçak gönüllülük. Mütevazilik. (Farsça)

beyzat-ül harr

  • Şiddetli sıcaklık.

bilanço

  • ing. Ticarî bir müessesenin muayyen bir devre sonunda alacak verecek durumunu göstermek üzere meydana getirdiği cetvel.
  • Mc: Herhangi bir işte belirli bir müddet sonundaki iyi ve kötü neticelerin karşılıklı durumu.

bilfarzımuhal

  • Olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme, varsayım.

bolis çukuru

  • Kendini beğenenlerin, kibirlilerin, büyüklük taslayanların, Cehennem'de şiddetli azâba uğrayacakları yer.

Bolşevik

  • Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça "çoğunluk" anlamına gelen Bolşevik olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılacaktır.

    Kongreden sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği’ni kuracaklardır. Lenin ve Martov yandaşları kongredeki durumlarına göre Rusça “bolshinstvo” (çoğunluk) ve “menshinstvo” (azınlık) olarak adlandırılırlar. Kongredeki delegeler sürekli olarak saf değiştirdikleri için birleşim başarısız olacak ve parti fiilen ikiye bölünecektir.
  • Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça "çoğunluk" anlamına gelen Bolşevik olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılacaktır.

    Kongreden sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği’ni kuracaklardır. Lenin ve Martov yandaşları kongredeki durumlarına göre Rusça “bolshinstvo” (çoğunluk) ve “menshinstvo” (azınlık) olarak adlandırılırlar. Kongredeki delegeler sürekli olarak saf değiştirdikleri için birleşim başarısız olacak ve parti fiilen ikiye bölünecektir.

bolşeviklik

  • Bolşevik, çoğunluktan yana anlamına gelen Rusça kelime, 1903 yılında düzenlenen Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin İkinci Kongresi'nde Vladimir Lenin ve Julius Martov arasında yeni kurulmakta olan partinin üyelik tanımı üzerine başlayan görüş ayrılığı sonucu yaşanan ayrışmadaki taraflardan Lenin yanlısı grup. Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça çoğunluk anlamına gelen Bolşevik olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılacaktır.

    Kongreden sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği'ni kuracaklardır.


bu'

  • Bir şeyi kucaklayıp çekmek.

bu're

  • Çukur.
  • Çölde çukur tarzında yapılan ocak.

bücr

  • Şaşılacak, taaccüb edilecek şey.
  • Şer, kötü, iyi olmayan.

bug

  • Elde omuzda, kucakta taşınmak üzere hazırlanmış eşya çıkını. (Farsça)

buh

  • Erkek baykuş.
  • Çakır doğan.

bülaceb / بوالعجب

  • Şaşılacak şey. (Arapça)

bünud

  • (Tekili: Bend) Büyük bayraklar, sancaklar.

büreyde bin el-husayb el-eslemi / büreyde bin el-husayb el-eslemî

  • Horasan diyarında en son hicri 62 veya 63 yılında vefat eden sahabedir. (R.A.). Müslümanların ilk sancaktarıdır. 177 Hadis-i Şerif nakletmiştir. 14 tanesi Buharî ve Müslim'de mezkûrdur.

burhanü't-temanü / burhanü't-temânü

  • Kâinatta iki ilâh kabul edildiği takdirde, bunların birbirlerine engel olacakları ve dolayısıyla düzenin bozulacağından hareketle tevhide dair elde edilen delil.

büruc

  • (Tekili: Burc) Burç, aslında âşikar şey mânasına gelir. Her bakanın gözüne çarpacak şeklide zâhir olan yüksek köşk mânasına da kullanılmıştır.
  • Bunlara teşbihen veya zuhur mânâsıyla semâdaki bir kısım yıldızlara veya bazı yıldızların toplanmasından meydana gelen şekillere ve farazi su

butun

  • (Tekili: Batn) Batınlar, karınlar, kucaklar.
  • Nesiller, soylar.

bütun

  • (Tekili: Batn) Batınlar, karınlar, kucaklar.
  • Soylar, nesiller.

büzürgane / büzürgâne

  • Büyük, ulu bir kimseye yakışacak sûrette. (Farsça)

ca-yi penah / câ-yi penah

  • Sığınılacak yer.

ca-yı taaccüp / câ-yı taaccüp

  • Şaşılacak ve hayret edilecek şey.

cadu

  • Büyücü, cadı. (Farsça)
  • Hortlak, gulyabani. (Farsça)
  • Acuze, çirkin kocakarı. (Farsça)
  • Çok güzel söz. (Farsça)

cahim

  • Çok sıcak yer.

çak / çâk / چاک

  • Yarık, çatlak, yırtmaç. (Farsça)
  • Kılıç, bıçak gibi şeylerin sesleri. (Farsça)
  • Sabah vakti beyazlığı. (Farsça)
  • Küçük pencere. (Farsça)
  • Hazır. Amâde. (Farsça)
  • Yırtık. (Farsça)
  • Yırtmaç. (Farsça)
  • Çâk etmek: Yırtmak. (Farsça)
  • Çâk olmak: Yırtılmak. (Farsça)

caka

  • (Argo) Gösteriş, çalım. Caka, mal mülk, giyim, kuşam, yahut hareket davranış yoluyla olabilir. İslâm'da gösterişin her şekli haram ve günahtır. Bugün bazı kimseler ve aileler gösteriş belâsı yüzünden maddî sıkıntılara düşmekte, israfa sürüklenmektedir. İşledikleri günahın cezasını bu dünyada da çeki

çakaloz

  • Çakıltaşı atan bir nevi küçük top.

çakmaklı

  • Ağızdan dolan ve tetik yerinde bir cins çakmakla ateş alan eski tüfek çeşitlerinden biri.

camekan / camekân

  • Elbise soyunulacak yer. (Farsça)
  • Camlık. (Farsça)

camekıyye / câmekıyye

  • Hizmet karşılığı olarak alınacak ücretin veya maaşın çeki, bonosu.

can-fersa

  • Can dayanamıyacak derecede. (Farsça)

canhıraş

  • Dayanamıyacak derecede acı ve keder veren. (Farsça)
  • Dayanılmayacak derecede acı ve keder veren.

çarh

  • Çark, tekerlek.
  • Felek, gök, sema.
  • Ok yayı.
  • Elbisede yaka.
  • Tef.
  • Devreden, dönen.
  • Çakır doğan.
  • Talih.

cebanet

  • Korkaklık, ürkeklik. Korkulmayacak şeylerden bile korkmak.

cebban

  • Sahrâ. Bayram namazını kılacak yer.
  • Mezarlık.

cebbarane

  • Cebbarcasına. Cebbar olana yakışacak tarzda.

cefn

  • Göz kapağı.
  • Asma çubuğu.
  • Bıçak ve kılıç kını.

çeh

  • Kılıç, bıçak ve hançer gibi âletlerin kını, kılıfı. (Farsça)

cehennem

  • Allah yerine, tabiat, madde, sebepler vb. yaratılmış şeyleri ilâh kabul eden; Allah'a kul olacaklarına, arzularına ve heveslerine, başka insanlara ve mahlukata kul olanların işledikleri cürüm ve suçtan dolayı İlâhi adaletle ceza görecekleri yer. Cehennem'in varlığını bütün geçmiş peygamberler ve onl

cehennem-i cismani / cehennem-i cismanî

  • Cismen, bedenen yaşanacak olan cehennem azabı.

cehennem-i daime / cehennem-i dâime

  • Kâfirlerin devamlı olarak kalacakları Cehennem.

cehennemi / cehennemî / جهنمى

  • Cehennemlik. (Arapça - Farsça)
  • Cehennem gibi sıcak. (Arapça - Farsça)

celal

  • (Celâlet) Nihâyet derecede büyüklük. Azamet. Hiddetlilik, hışım.
  • İlm-i Kelâm'da: Cenâb-ı Hakk'ın kahrının ve azametinin tecellisi, Cenâb-ı Hakk'ın nev'deki tecellisi. Cenâb-ı Hak, vahdaniyyetine delil olacak çok şeyler yarattığından veyâ ihâtadan âli ve celil olduğu veya hislerle idr

cem'iyyetgah / cem'iyyetgâh

  • Toplantı yeri, toplanılacak yer. (Farsça)

cemaat-ı naciye / cemaat-ı nâciye

  • Cehennemden kurtulacak ehl-i sünnet cemaatı.
  • Selâmete, kurtuluşa erecek cemaat.

cemal / cemâl

  • Güzellik.
  • Allahü teâlânın lütuf ve rızâ sıfatı.
  • Zât, yüz.
  • Çirkinliği gidermek, vakar sâhibi olmak ve şükr etmek için nîmeti göstermek. Çirkinliğe, başkalarının iğrenmelerine, hakâret etmelerine sebeb olacak şeyleri yapmamak, bunları gidermek.

cemder

  • Bir cins bıçak veya kama. (Farsça)

cemerat

  • (Tekili: Cemre) Cemreler. Şubat ayında azar azar artan sıcaklıklar.

cemre

  • (Çoğulu: Cimâr) Şiddetli karanlık.
  • Ateşli kömür parçası, kor.
  • İlkbaharda suya, yere, havaya düştüğü söylenen sıcaklık.
  • Hacıların Mina Vâdisinde şeytan taşlamaları.

cennet

  • Bahçe. Âhirette müslümanların nîmet ve mutluluk içerisinde sonsuz olarak yaşayacakları yer.
  • Allah'a (C.C.) inanan ve O'na ibadet ve itaat edenlerin, iman ve İslâmiyyet'e ihlâs ve sadâkatle hizmet edenlerin, Kur'ana bir hizb-ül Kur'ân olarak mücâhidâne bir sûrette hizmetkâr olan mücâhidlerin, cihâd-ı diniyye erlerinin âhirette fazl-i İlâhi ile gidip ebediyyen içinde kalacakları mekân ve mes
  • İnananların dünyadaki güzel amellerine mükafaten sonsuza kadar kalacakları güzellikler âlemi.

cergand

  • Bumbar dolması denen bir yemek çeşiti. (Farsça)
  • Işık. Işık konacak yer. (Farsça)

çerh

  • Çark. Dolap. (Farsça)
  • Felek. Talih. (Farsça)
  • Dingil üzerine dönen. (Farsça)
  • Gök. (Farsça)
  • Def. (Farsça)
  • Zenberek. (Farsça)
  • Mancınık. (Farsça)
  • Elbise yakası. (Farsça)
  • Ok yayı. (Farsça)
  • Çakır gözlü doğan kuşu. (Farsça)

cerm

  • (Çoğulu: Cürüm) Bir cins Arap sandalı.
  • Kat'. Kesme.
  • Günahkâr olma, günah işleme.
  • Koyun kırkma.
  • Sıcak, sıcaklık.

ceylan

  • Geyik çeşidinden küçük, ince bacaklı, pek hafif ve çok koşucu bir kara hayvanı, gazâl.

cezur

  • (Çoğulu: Cüzür) Boğazlanacak deve. Hem erkeğe hem dişiye denir. (Boğazlanacak yere meczer derler. Boğazlayan kimseye cezzar derler.)

cial

  • (Çoğulu: Cüul) Ocaktan çömlek ve tencere gibi sıcak şeyleri tutup indirmekte kullanılan bez.

cibs

  • Kansız, hissiz. Hayırsız, alçak kimse.
  • Alçı taşı, kireç.

ciran

  • (Çoğulu: Cürün) Devenin boynunun önünde boğazlanacak yerinden boğazı çukuruna kadar olan yer.

ciro

  • ing. Bir senet veya havalenin alacaklı tarafından diğeri namına çevrilmesiyle üzerine buna dair şerh verilmesi.

cülban

  • Burçak dedikleri hububat cinsi.

cürum

  • Sıcak, çukur yer.

cüzae

  • Bıçak sapı.

da'da'

  • "Güzel dur" mânasına gelir ve düşecek ve dayanacak yerde söylenir.

dabbet-ül-erd / dâbbet-ül-erd

  • Kıyâmetin büyük alâmetlerinden. Kıyâmetin kopmasına yakın çıkacak olan bir hayvan.

dah

  • Hizmetçi, uşak, cariye. (Farsça)
  • On (10). Aşer. (Farsça)
  • Korkak. Alçak, aşağılık, âdi kimse. (Farsça)

dahas

  • Kaypancak nesne.

dahve-i sugra

  • Güneşin bulutsuz havada bakamayacak kadar parladığı vakit. İşrâk vakti.

dain / dâin

  • (Dâyin) Ödünç veren, borca veren.
  • Alacaklı. İkraz eden.
  • Borç veren, alacaklı.

dalkavukluk

  • Kendisine çıkar ve yarar sağlayacak olan kimselere aşırı bağlılık.

dar-ı karar / dâr-ı karar

  • Karar kılınacak, durulacak yer.

dar-ül aman / dâr-ül amân

  • Sığınılacak, korunulacak yer.

dar-ül-beka / dâr-ül-bekâ

  • Ahiret, sonsuz kalınacak yer.

daraa

  • Tevazu etmek, alçak gönüllü olmak.
  • Emre uymak, muti olmak.
  • Zayıf ve zelil olmak.

daverane / dâverâne

  • Doğruluk ve adaleti seven bir büyüğe yakışacak tarzda. (Farsça)
  • Hâkim ve vezirle alâkalı olan. (Farsça)

dayin / dâyin / داین

  • Borç veren. Alacaklı. Ödünç para veren..
  • Borç veren, alacaklı.
  • Dâin. Borç veren, alacaklı.
  • Alacaklı. (Arapça)

debbağhane

  • Hayvan derilerinin kullanılacak duruma getirilme işleminin yapıldığı yer.

debbe

  • (Çoğulu: Debbât) Matara dedikleri su kabı.
  • Yağ. Bal ve macun koyacak kaplar.

deccal / deccâl / دَجَّالْ

  • Kıyametten az önce çıkacak, insanlardan bir kısmını sapıtacak ve daha sonra Hz. İsa tarafından öldürülecek olan şahıs.
  • Kıyâmete yakın çıkacak, yalancı, dini tahrîb edecek şahıs.

def'

  • Sıcaklık.

def-i mefasid

  • Bozgunculuk yapacak fiil ve sözlerden çekinme; fesatlıklardan kaçınma.

dehre

  • (Dahra) Testere gibi dişli ve eğri budama âleti. Bağ budamak için kullanılan testere gibi dişli olan bıçak. (Farsça)

dehşet

  • Korkup kaçılacak şey. Ürkmek, şaşmak. Korku ve telâş içinde olmak.

demg

  • Başı, dimağa erişinceye kadar yarmak. Dimağa vurmak.
  • Güneşin sıcaklığı dimağa tesir etmek.

demne

  • Fırın ve ocak bacası. (Farsça)

denaet / denâet / دنائت

  • Alçaklık, çok fena hareket. Zillet, kötü mizac.
  • Asılsızlık, aslı olmamak.
  • Alçaklık, aşağılık.
  • Alçaklık.
  • Alçaklık. (Arapça)

denaet-karane / denaet-kârâne

  • Alçakçasına, alçakça. (Farsça)

denanet / denânet

  • Alçaklık, zillet.

deni / denî / دنى / دَن۪ي

  • (Çoğulu: Deniyyât) Soysuz, alçak, ahlâksız.
  • Dünyaya âit, fâni ve geçici.
  • Yakın, karib.
  • Alçak.
  • Alçak.
  • Alçak.
  • Alçak. (Arapça)
  • Alçak.

deniye

  • Alçak olan.

deniyet-i hazıra / deniyet-i hâzıra / دَنِيَتِ حَاضِرَه

  • Şimdiki medeniyetin alçak, rezil kısmı.

derakab

  • Hemen, çabucak.

derecat-ı hararet

  • Sıcaklık dereceleri.

derece

  • (Çoğulu: Derecât) Yukarıya çıkacak basamak.
  • Dairenin bölündüğü dilim. 360 kısmın beheri ki, açıları ölçmeye yarar.
  • Termometrenin bölündüğü kısımların beheri. Mertebe, paye.
  • Miktar, rütbe.

derece-i hararet

  • Sıcaklık derecesi.

ders-i ibret

  • İbret dersi. Göz ve fikir açacak hâdise.

dest

  • (Çoğulu: Düsut) Dört bucaklı yastık ve elbise.
  • Hile.

dest-huş

  • Oyuncak. (Farsça)

deymas

  • (Çoğulu: Deyâmis) Hamam.
  • Alçak zemin.

deyn-i kavi / deyn-i kavî

  • Ödünç verilen zekât malı ve zekât malının satışı karşılığı alınacak olan semen (bedel).

deyn-i mütevassıt

  • Ticâret malı olmayan zekât hayvanları ile köle, ev, yiyecek, içecek gibi ihtiyâç maddelerinin satışları karşılığı ve binâların kirâ alacakları.

dikte

  • Başkası tarafından yazılmak üzere söyleyip yazdırma. (Fransızca)
  • Karşı koymayacak olan birisine, aşırı arzu ve isteklerini bildirip kabul ettirme. (Fransızca)

dindarane

  • Dindar bir kimseye yakışacak tarzda.

direfş / درفش

  • Alem, bayrak, sancak. (Farsça)
  • Sancak. (Farsça)
  • Bayrak. (Farsça)

direktif

  • Üst makamlardan, tutulacak yol üzerine verilen emirlerin tümü, hepsi. Talimat, emir. Nasıl, ne şekil olacağına çalışacağına dair emir. (Fransızca)

divan-ı ahkam-ı adliye / divan-ı ahkâm-ı adliye

  • Huk: Kanunlara göre, bakılacak dâvalarla ilgilenmek üzere 1284 yılında kurulan ilk nizâmiye mahkemesi.

divanhane

  • Odalar arasındaki büyük salon. Büyük ev. Divan kurulacak büyük oda. Saraylarda odalar hâricinde olan büyük salon. (Farsça)

diyar-ı irfan / diyâr-ı irfan

  • İrfan ülkesi; uçsuz bucaksız bir beldeyi andıran Allah'ı tanıma, İlâhî hakikatlere ulaşma özelliği.

dude

  • Kavim, kabile, aşiret, ocak, aile. (Farsça)
  • İs'inden mürekkeb yapılan çıra. (Farsça)

dümlüc

  • Doğan kuşu.
  • Kan alacak yer.

dun / dûn

  • Aşağı, alçak. Kolay. Zayıf. Gölgeli. Aşağılık. Altta, aşağıda.
  • Alçak, aşağılık.
  • Aşağı.
  • Altta.

dun-perver / dûn-perver

  • Kötü kimseleri koruyan, alçak kişileri muhafaza edip onların ilerlemelerine yardımcı olan. (Farsça)

dünya-yı deniyye

  • Alçak, değersiz dünya.

dünyaperest

  • Dünyaya tapacak derecede ehemmiyet verip âhiretini düşünmeyen. Maddiyatı çok seven. (Farsça)

düsme

  • Toz bulaşmış olan nesne.
  • Adi, alçak kimse.

eacib / eâcib

  • (Tekili: U'cube) Çok tuhaf ve acaib, şaşılacak şeyler.

eacib-i dehr / eâcib-i dehr

  • Dünyanın ve zamanın çok şaşılacak yerleri, şeyleri.

ebedi haps-i münferit / ebedî haps-i münferit

  • Sonsuza kadar tek başına kalınacak olan hapis, hücre hapsi; Cehennem.

ebter

  • Kuyruğu kesik hayvan.
  • Sonunda oğlu ve kızı kalmayan insan.
  • Ölümünden sonra adı hatırlanıp anılacak hayrı ve ihsanı kalmayan kişi.
  • Eksik, tamamlanmamış.

ebu kays

  • Çakal.

ecce

  • (Çoğulu: İcâc) Sıcak fazla olmak.
  • Karışmak.

ecdel

  • (Çoğulu: Ecâdil) Çakır doğan kuşu.

ecem

  • (Çoğulu: Acâm) Çok fazla sıcak.

edani

  • (Tekili: Ednâ) Ednâlar, en deniler, en alçaklar. Alçak, pek bayağı ve aşağılık kimseler.

edeb

  • Güzel hallere ve huylara sâhib olma ve utanılacak hareketlerden sakınma, her hususta haddini bilip, sınırı gözetme hâli.
  • Namazda müstehab ve mendup olan şeyler.
  • Terbiye. Kavlen, fiilen insanlara lütuf ile muamele etmek. Güzel ahlâk. Usluluk. Hayâ.
  • Ist: Sünnet-i Resul'e (A.S.M.) uygun hareket etmek.
  • Utanılacak şeylerden insanı koruyan meleke; kuvve-i râsiha-i nefsiye.
  • Edebiyat ve ondan bahseden ilim. (Kur'anın edebi ise: Öyle

edna / ednâ / ادنى

  • Pek aşağı, en alçak. Pek az, pek cüz'i.
  • Çok yakın.
  • Pek aşağı, en alçak.
  • En aşağı. (Arapça)
  • Alçak mı alçak. (Arapça)

efid

  • (Eftid) : Medhedici, öven, sena eden. (Farsça)
  • Hayret edilecek, şaşılacak, taaccüb edilecek şey. (Farsça)

efsal

  • (Tekili: Fesl) Alçak, âdi ve aşağılık kişiler.

egalit

  • (Tekili: Uglute) İnsanı yanıltacak hatalı sözler, yanlış kelâmlar.

ehl-i sünnet

  • Îtikâdda (inanılacak şeylerde) ve yapılacak işlerde Peygamber efendimizin ve O'nun Eshâbının (arkadaşlarının) ve sonra gelen müctehid İslâm âlimlerinin yolunda bulunan müslümanlar, sünnîler.

ehliyet-i eda / ehliyet-i edâ

  • Şahsın dînen geçerli olacak şekilde iş yapabilmeye elverişli olması.

ehval

  • (Tekili: Hevl) Korkular. Korkulacak hâller. Fenalıklar.

ekalim-i harre / ekalim-i hârre

  • Sıcak iklimler, ülkeler.

ekke

  • Pek sıcak gün.

ekmelane / ekmelâne

  • Ekmel olana yakışacak şekilde.

ekonomi

  • yun. İktisad. Tutum. Geliri gideri hesaplıyarak lüzumsuz masrafı bırakıp artırmağa çalışmak. Ölçülü ve idâreli harcamak. İnsanların sınırsız olan ihtiyaçlarıyla bunları sağlamaya yarayacak sınırlı imkân ve vasıtalar arasında mümkün olan azami uygunluğu temin için (sağlamak için) yapılan çalışma ve f

ekpek-ül küpeka

  • Köpeklerin en köpeği.
  • Çok âdilik ve alçaklık.

ekremane

  • Ekremce, ekrem olana yakışacak şekilde. Çok elaçıklığıyle, cömertlikle.

eksantrik

  • Lât. Merkezden uzakta kurulmuş.
  • Mat: İç içe olduğu hâlde merkezleri ayrı olan daireler.
  • Müstesna, taaccüb edilip şaşılacak, hayret verici.

ekseriyet-i sülüsan

  • Ekseriyet kazanacak tarafın en az mevcudun sülüsânı (üçte ikisi) miktarında olması şartıyla olan ekseriyet.

ekspres

  • ing. Seyahatı esnasında ancak büyük duraklarda duran ve çok hızlı giden vasıta.

el-aceb

  • Acayip, Şaşılacak şey. Tuhaf şey.

el-buğzu fillah

  • Allah için buğzetmek. Bütün şiddet, adavet ve düşmanlık Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) rızası dairesindedir. İhlâsı kıracak, hissî hareketten sakınmaktır.

el-minnetü lillah

  • Minnet ancak Allah'ındır. "Ancak Allah'a minnet edilir."

elfaz-ı garibe / elfâz-ı garîbe

  • Şaşılacak, tuhaf sözler.

elhan / elhân

  • Sesi mûsikî perdelerine uydurmak için, mânâ bozulacak şekilde, harfleri ve kelimeleri değiştirerek, sesi alçaltıp yükselterek, çeneyi oynatarak okumak. Lahn'in çokluk şeklidir.

elviye / الویه

  • (Tekili: Livâ) Livâlar, sancaklar, bayraklar.
  • Sancaklar. (Arapça)

emanat-ı mukaddese / emânât-ı mukaddese

  • İslâm dîni ve târihi bakımından büyük önem taşıyan, Peygamber efendimize ve diğer din büyüklerine âit bâzı mübârek şahsî eşyâ ve hâtıralar. Mukaddes emânetler. Bunlar: Hırka-i Saâdet, Seyf-i Nebevî, Nâme-i Saâdet, Mühr-i Seâdet, Dendân-ı Seâdet, Lıhy e-i Seâdet, Nakş-ı Kadem-i şerîf, Sancak-ı şerîf,

emma / emmâ

  • (Şart edâtıdır) "Lâkin, ancak şu kadar var ki" meâlinde.

emr-i vehmi / emr-i vehmî

  • Maddi bir varlığı olmayan, ancak itibar edilen, varsayılan olgu; meridyen çizgileri ve maddedeki çekim kanunu gibi.

emval-i menkule

  • Bir yerden başka yere taşınabilir, götürülebilir eşya ve mallar. (Masa, karyola, perde, çakı... gibi.)

enzal

  • (Tekili: Nezl ve Nizil) Soysuzlar, alçaklar, âdi ve aşağılık adamlar.

er'es

  • Başı büyük, kocakafa.

eracih

  • (Tekili: Urcuha) Salıncaklar.

erbab-ı denaet / erbab-ı denâet / erbâb-ı denâet / اَرْبَابِ دَنَائَتْ

  • Alçak ve rezil kimseler.
  • Alçak ve rezil kimseler.
  • Alçak kimseler.

erike

  • Taht. Padişahın tahtı.
  • Oturulacak yer. Koltuk.

erkah

  • (Tekili: Rükh) Rükhler, sığınılacak yerler, sığınaklar, siperler.

erke

  • Misvak ağacı. Bu ağaç sıcak memleketlerde ve bilhassa Yemende yetişir.

errezzak

  • Bütün rızıkları ve faydalanacak şeyleri yaratan ve ihsan eden Allah (C.C.)

ervah-ı safile / ervâh-ı sâfile / اَرْوَاحِ سَافِلَه

  • Alçak ruhlar.
  • Alçak, aşağılık ruhlar.

erzail / erzâil

  • Reziller, alçaklar.

erzel

  • En rezil, alçak.

esafil

  • (Tekili: Esfel) Esfeller. Sefâlet çekenler. Pek adi ve bayağı kimseler. Çok alçak olanlar.

esaret-i rezile

  • Rezil, alçak esirlik.

esbab-ı zahiriye-i süfliye

  • Görünürdeki alçak ve bayağı sebepler.

esbtaz

  • At koşturucu, at koşturan. (Farsça)
  • At koşturacak meydan, saha. (Farsça)
  • Her şemsî ayın onsekizinci günü. (Farsça)

eşbu / eşbû

  • Odunluk, kömürlük. Kömür ve odun konulacak yer. (Farsça)

esfel

  • En sefil, çok sefil, en alçak, en aşağı, çok fenâ.

esfel-i safilin / esfel-i sâfilîn

  • En aşağı yer. Zaiflik, yaşlılık, boy bos, akıl ve anlayışın gidip çocuk gibi olmak, amel ve iş yapmaktan kesilip, sevâb kazanacak bir şey yapamaz hâle gelmek, erzel-i ömür. Cehennem'in aşağısı.

esfel-i safilin-i hısset / esfel-i sâfilîn-i hısset

  • Alçaklığın en aşağı derecesi.

esfeliyyet

  • Aşağılık, âdilik, alçaklık.

eshab-ı bedr / eshâb-ı bedr

  • İslâm târihinin ilk ve en önemli muhârebesi olan Bedr savaşında Peygamber efendimiz ile birlikte Mekkeli müşriklere (puta tapanlara) karşı harbedip kıyâmete kadar unutulmayacak şanlı bir zafer kazanan üç yüz on üç kahraman mücâhid.

eşhas-ı müthişe / eşhâs-ı müthişe

  • Dehşet verici icraatlar yapacak olan şahıslar.

esiri / esirî

  • Esir ile alâkalı. Uçacak gibi hafif.

esirre

  • Tahtlar, oturulacak yerler.
  • Milletin belli başlı ileri gelenleri.

esliha-i cariha / esliha-i câriha

  • Yaralayıcı, cerh edici silâhlar. (Kılıç, kama, hançer, bıçak... gibi silahlardır).

esma-i müpheme / esmâ-i müpheme

  • Gr. ism-i mevsuller; mânâsı kapalı isimler; yalnız başına müstakil bir mânâ taşımayan ancak kendinden sonra gelen cümle ile (sıla cümlesi) birlikte bir mânâ içeren isimler.

eşşükrü lillah / eşşükrü lillâh

  • Ezelden ebede bütün şükürler ancak Allah'adır.

estan

  • İstirahat edilecek ve uyunacak rahat yer. (Farsça)

etime

  • (Çoğulu: Etâyim) Ateş yakacak yer.

evagi

  • (Tekili: Agıye) Bahçe, tarla ve bostanları sulamak için açılan arklar, su akıtılacak yerler.

evani

  • Kapkacaklar, kaplar.

evbaşan

  • (Tekili: Evbaş) Aşağılık kimseler, âdi kişiler, alçak ve rezil insanlar. Ayak takımları.

evend

  • Kap. Kabkacak. (Farsça)

evhal

  • (Tekili: Vahal) Sıvalar, balçıklar, çamurlar.
  • Mekânlar, hâneler, evler, durulacak veya oturulacak yerler.

evkaş

  • Ayak takımı. Terbiyesiz, ahlaksız, adi ve alçak kimse.

evrek

  • Çocukların ağaca ip takmak suretiyle yaptıkları salıncak. (Farsça)

evsaf-ı nisbiye / evsâf-ı nisbiye

  • Ölçü ve kıyasa göre olan vasıflar. (Sıcaklık, soğuklukla bilindiği, karanlık derecesi aydınlıkla görüldüğü gibi.) (Farsça)

evzar

  • (Tekili: Vizr) Ağırlıklar. Yükler.
  • Mc: Günahlar.
  • (Vezer) Kal'alar, kaleler, hisarlar, sığınılacak yerler.
  • Üstünlükler, galebeler.
  • Dağlar.

eyir

  • Sıcak yel.

eynel mefer

  • (Eyn-el mefer) Nereye gidilebilir? Nereye kaçılabilir? Kaçacak yer var mı?

ezell

  • Çok zelil. Çok alçak ve rüsvay olan.

ezille

  • Zeliller, alçaklar.

fabrika-i acibe

  • Hayret verici, şaşılacak fabrika.

fahimane / fahimâne

  • İtibar ve nüfuz sahibi kimseye yakışır şekilde, fahim olana yakışacak surette. (Farsça)

fahr

  • Övünme. Yaptığını sayarak övünme. Övülmeye sebeb olacak kimse. Fazilet. Büyüklük. Şeref.

faiz / fâiz

  • Ödünç vermekte, rehnde (ipotek yâni ödenecek mal karşılığı olarak, bir malı, alacaklıda veya başka âdil bir kimsede emânet bırakmada) ve alış-verişte, alıcıdan veya vericiden birinin ötekine karşılıksız vermesi şart edilen fazla mal, para veya menfaa t. Ribâ.

fakat / فقط

  • ("Fa" ile "kat" dan müteşekkil) Hemen, yalnız, ancak, yeter, bes, gerçi, her ne kadar, lâkin, ammâ.
  • Ancak, yalnız. (Arapça)

fakih / fakîh

  • Fıkıh âlimi. Dînin amelî (yapılacak işlerle ilgili) hükümlerinde mütehassıs âlim. Çoğulu fukahâdır.
  • Müctehid. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilmemiş olan hükümleri, açık ve geniş olarak bildirilenlere benzeterek meydana çıkarabilen derin âlim. İctihâd derecesine

fakir

  • Biçâre, muhtaç, yoksul. İslâm dini, ev kirası, yiyecek, içecek, giyecek, ilaç, yakacak gibi zorunlu ihtiyaçları karşılandıktan sonra yılda 96 gram altın alabilecek kadar geliri olmayanları fakir sayar. Fakirlerden vergi alınmaz, İslâm devleti zorunlu ihtiyaçlarını karşılamada, tedavi, tahsil (öğreni
  • Aslî (temel) ihtiyâçlarından başka nisâb miktârı (dînen zengin sayılacak kadar) malı olmayan.
  • Tasavvufta fakir: Derviş. Her zaman her işte yalnız Allahü teâlâya muhtaç olduğunu bilen, bütün ihtiyaçlarını hep Allahü teâlâya arz eden.

fakirane / fakirâne

  • Fakir bir kimseye yakışacak surette. Fakircesine. (Farsça)

farz-ı kifaye / farz-ı kifâye

  • Dinen mutlaka yerine getirilmesi gereken ancak bir kısım Müslümanın yapması ile diğerlerinin üzerinden düşen vazife, cenaze namazı kılmak gibi.

farz-ı muhal / farz-ı muhâl / فَرْضِ مُحَالْ

  • Olması imkânsız olup, var gibi kabul edilen. Olmayacak şeyi, olmuş gibi düşünmek.
  • Olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme.
  • Olmayacak bir şeyi var sayma.

farz-ı muhal olarak

  • Olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünerek… varsayalım ki….

fatih sultan mehmed han / fâtih sultan mehmed han

  • (1432 - 1481) En meşhur Osmanlı Padişahlarındandır. ll. Murat Han'ın oğlu ve ll. Bayezid Han'ın babası ve 7. pâdişahtır. Edirne'de doğmuş ve Gebze'de vefat etmiştir. Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) medhine mazhar olmuştur. Peygamberimiz "İstanbul mutlak fetholunacaktır." müjdesini vermişti ve onu feth ede

fatir

  • Durgun, füturlu, gevşek.
  • Ilık, az sıcak.

fatur

  • Oruç bozacak şey.

fay

  • Arazide meydana gelen ve bir tarafı yüksek, bir tarafı alçak olan büyük yarık. (Fransızca)

fazahat

  • (Çoğulu: Fazâyih) Alçaklık, edepsizlik, hayâsızlık.

faziha / fazîha

  • (Çoğulu: Fazayıh) Alçaklığı, edebsizliği gerektiren iş veya şey.

fedakarane / fedakârane

  • Canını ve herşeyini feda eder derecesinde. Her türlü eziyet ve zahmetlere göğüs gererek, dâvası uğruna sebat edene yakışacak surette. (Farsça)

fehh

  • (Çoğulu: Fihâh-Fuhuh) Avlanacak âlet.
  • Kapan.

felaketzede

  • Belâya uğramış, bir musibete düşmüş, acınacak hale gelmiş olan. (Farsça)

fenafillah / fenâfillâh

  • Allah'a, Onda fâni olacak seviyede bağlanma.

fenafirresul / fenâfirresûl

  • Resûlullaha (a.s.m.), onda fâni olacak seviyede bağlanma.

fenafişşeyh / fenâfişşeyh

  • Tarikatlerde müridin şeyhine, onda fâni olacak şekilde bağlanması.

ferc

  • Yarık, çatlak. Korkulacak yer.
  • Ud yeri. Dişi tenasül âleti.

ferid-i te'lif

  • Edb: Bir cümledeki tertibin mâna çıkmayacak derecede karışık oluşu.

fesa

  • Bıçak.

fesad-ı te'lif

  • Edb: Bir cümlede yapılan tertibin mâna çıkmayacak derecede bozuk ve karışık oluşu.

fesaki / fesakî

  • (Tekili: Fıskıyye) Fıskiyeler.
  • Çocukların oynadıkları su püskürten oyuncaklar.

fesale

  • (Füsule) Alçak ve asılsız olmak.

fetur

  • Oruç açacak nesne.
  • Yaratmak.
  • Yarmak.
  • İki parmağıyla kaşımak.

feza-yı gayr-ı mütenahi / fezâ-yı gayr-ı mütenâhî

  • Sonsuz uzay boşluğu, uçsuz bucaksız gök.

feza-yı ıtlak / fezâ-yı ıtlak

  • Uçsuz bucaksız gökyüzü, uzay.

fikr-i ihtilal / fikr-i ihtilâl

  • İhtilâl düşüncesi; toplumun dengelerini bozacak düşünce.

firari / firarî / firârî / فراری

  • Kaçkın, kaçak.
  • Kaçak.
  • Kaçak. (Arapça)

firaş-ı sahih

  • Fık: Nikâh ve mülk-i yemine müstenid bulunan istifraş. Mülk-i yemin, bir kimsenin temellükünde bulunan cariye demektir. Binaenaleyh bu iki şarta dayanan istifraştan, meydana gelecek çocuk, varis addolunur. Ancak, cariyeyi istifraşta husule gelen çocuğun kendisinden olduğunu müstefrişin söylemesi lâz

firavun-u zelil

  • Alçak bir firavun.

firavuncuk

  • Küçük bir Firavun; kendini Firavun gibi ilâh seviyesine çıkaracak derecede büyük gören.

firavuncuklar

  • Kendini Firavun gibi ilâh seviyesine çıkaracak derecede büyük görenler.

fitne

  • İnsanın akıl ve kalbini doğrudan doğruya, hak ve hakikatten saptıracak şey.
  • Muhârebe.
  • Azdırma.
  • Karışıklık. Ara bozmak. Dedikodu.
  • Küfr. Fikir ihtilâfı.
  • Şikak. Kavga.
  • Delilik.
  • Mihnet ve beliye.
  • Mal ve evlâd.
  • Potada altın v
  • Ayrılık, karışıklık, kargaşa; insanı hak ve hakîkatten saptıracak şey. İnsanları sıkıntıya, belâya düşüren, müslümanların zararına sebeb olan iş. Düşmanlığa sebeb olan şey.

flandra

  • Harp gemilerinin ve bilumum beylik gemilerin grandi direklerine çekilen ensiz ve uzun şerit sancaklar.

forsa

  • Buharlı gemilerin icadından evvel yelkenli gemilerde kürek çekmeğe mahkum harp esirleri. Bunlar, kaçmamaları için birer ayakları güvertelere çakılı bulunurlardı. Ayaklarından bağlı olmaları münasebetiyle bunlara payzen namı da verilirdi. Bununla birlikte payzen tabiri, daha çok cürüm ve cinayet erba

fursat

  • Müsait an, elverişli durum, uygun zaman, elden kaçırılmayacak faydalı hâl veya vakit. Nöbet.

füru-maye

  • Soyu alçak. Kötü soylu. Sütü bozuk.

furude

  • Alçaklık, âdilik, hasislik. (Farsça)
  • Kavrulmuş, yanmış. (Farsça)
  • Alçak, âdi, deni, hasis. (Farsça)

fürumaye / fürûmâye / فرومایه

  • Aşağılık, alçak. (Farsça)

galibane

  • Muzaffer ve galib olana yakışacak şekil ve surette. (Farsça)

garabet

  • Yabancılık. Gariblik.
  • Tuhaflık.
  • Âcizlik, beceriksizlik.
  • Gizli olmak. Hilaf-ı âdet olmak.
  • Iraklık.
  • Edb: Ne demek olduğu herkesçe anlaşılmayacak kelime ve tabirlerin söz arasında kullanılması.

garaibat

  • (Tekili: Garâib) Garib ve şaşılacak şeyler. Alışılmadık, tuhaf ve acaib nesneler.

garaip / garâip

  • Şaşılacak şeyler.

garim / garîm

  • Alacaklı.
  • Hasım. Rakib. Borçlu veya üzerinde borçtan başka hakları olan kimse.
  • Alacaklı.

gasr

  • Asılsız, alçak kimseler.

gayb

  • Hazır olmama, gizli kalma. Hazır olmayan gizli kalan, görünmeyen.
  • Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerde bildirilmeyen, his organları, tecrübe ve hesâb ile anlaşılmayan gizli şeyler.
  • Akıl ve his (duyu) organları ile bilinemeyip, ancak peygamberlerin haber vermesi ile bilinen, Allahü teâ

gayr-ı mahdud

  • Hudutsuz, uçsuz bucaksız, sonsuz.

gayr-ı süfli / gayr-ı süflî

  • Alçak olmayan; yüksek, zengin ve bilginler sınıfı.

germ / گرم

  • Sıcak. Kızgın. (Farsça)
  • Çabuk öfkelenen. (Farsça)
  • Gayretli, hamiyetli. Tez meşreb. (Farsça)
  • Sıcak, kızgın.
  • Sıcak. (Farsça)

germ ü serd

  • Sıcak ve soğuk.
  • Darlık genişlik, iyilik kötülük, acı tatlı.

germa / germâ / گرما

  • Sıcak. (Farsça)
  • Sıcak. (Farsça)
  • Sıcaklık. (Farsça)

germa-peyma

  • Sıcaklık ölçeği. Termometre. (Farsça)

germabe

  • Sıcak su hamamı. Kaynarca, kaplıca, ılıca. (Farsça)

germi / germî / گرمى

  • Hararet, sıcaklık, kızgınlık. (Farsça)
  • Sıcaklık. (Farsça)

germiyyet

  • Sıcaklık, hararet. Ateşli ve hızlı çalışma.

gev-çah

  • Dibi görünebilen pek derin olmayan alçak kuyu. (Farsça)

gıda

  • Besleyici madde. Vücuda lâzım olan yenecek ve içilecek şeyler.
  • Kuşluk vakti yenen yemek.
  • Zihni ve kalbi olgunlaştıracak Kur'an ve iman ilmi ve Allah'a ibadet ve taat.

girizgah / girizgâh

  • Kaçacak yer, melce,
  • Giriş.

girye-engiz / girye-engîz

  • Ağlatacak sebep, ağlamaya sebep olan. (Farsça)

gizlik

  • Uzun saplı kalemtraş. (Farsça)
  • Bıçak, çakı, kılıç gibi şeylerin keskin olan tarafı. (Farsça)

gullet

  • Sıcaklık.
  • Susuzluk harareti.

gulüvv

  • Ayaklanma. Taşkınlık.
  • Üşüşme. Hücum. Saldırış.
  • Edb: Mübalağanın son derecesi. Üçe ayrılan mübalağanın diğer iki derecesinden biri tebliğ, öteki iğraktır. Aşağıdaki parçada mübalağa gulüv derecesindedir: Gökler gürüldese, şimşekler çaksa Volkanlar fışkırsa, lâvları aksa,Kıyısı

gurema / guremâ

  • (Tekili: Gerim) Düşmanlar, adüvler, hasımlar, rakibler.
  • Alacaklılar.
  • Alacaklılar.
  • Alacaklılar.

gürihte

  • Kaçkın, kaçmış, kaçak. (Farsça)

gürizgah / gürizgâh

  • (Girizgâh) Kaçacak yer. (Farsça)
  • Edb: Bir bahisten diğer bahse, mukaddimeden maksada intikal için bir münasebet te'sis eden söz. Nedim'in:Bu şehr-i stanbul ki, bîmisl ü behadırBir sengine yekpâre Acem mülkü fedadırmatla'lı kasidesindeki:İstanbul'un evsafını mümkün mü beyan hiç Maksad hemen sa (Farsça)

gurle

  • Sünnet olunacak deri.

güruh-u hazele / gürûh-u hazele

  • Alçaklar, aşağılık kimseler.

güruh-u hazele ve rezele

  • Alçaklar ve reziller topluluğu.

guşe

  • Köşe, kenar, bucak. (Farsça)

gusl

  • Boy abdesti. Cünüb olan her kadın ve erkeğin, hayz (âdet) ve nifası (lohusalık hâli) sona eren kadınların ağzı ve burnu ile birlikte, iğne ucu kadar kuru bir yer kalmayacak şekilde, bütün bedenini yıkaması.

habais / habâis

  • Kötü, alçak, pis şeyler, haramlar. Habîsin çoğulu.

habaset / habâset / خباثت

  • Kötülük, alçaklık, fenalık.
  • Kötülük, alçaklık. (Arapça)

habes

  • (Tekili: Habis) Kötüler. Alçaklar. Pisler.
  • Necaset denilen ve maddeten pis şeyler (Necis veya necaset-i hakikiye de denir.)

habgah

  • Yatak odası. (Farsça)
  • Uyunacak yer. (Farsça)

habir-i basir / habîr-i basîr

  • Kendisine hiçbir şey gizli kalmayacak şekilde bilen, herşeyden haberdar olan ve her şeyi gören Allah.

habis / habîs

  • (Hubs. dan) Fesadcı. Hilekâr. Alçak tabiatlı. Kötü. Pis.
  • Kötü, alçak, pis, âdî, bayağı.
  • Haram.
  • Kötü, alçak, pis.

habl-i mevhum

  • Mc: Daima olacak gibi görünüp de gittikçe uzaklaşan istek, gaye. Mevhum ip.

hacire

  • (Çoğulu: Hâcirât) Terbiye sınırlarına sığmayan kötü söz ve hezeyan.
  • (Çoğulu: Hevâcir) Günün en sıcak anları.

hacıyatmaz

  • Dibindeki ağırlıktan dolayı yere ne şekilde bırakılırsa bırakılsın, dik bir durum alan oyuncak.
  • Mc: Zor durumlarda kendisini çabucak toparlamayı beceren kişi.

hacr

  • (Hicr) Men'etmek. Birisine bir şeyi yasak etmek. Malını kullanmaktan men'etmek.
  • Kucak. Ağuş.
  • Men etme, yasak etme.
  • Kucak, oğuş, himaye.

hacz

  • Men'etmek. Mâni olmak.
  • İki şeyin arasını ayırmak.
  • Alacaklı, borçludan alacağını alabilmesi için borçlunun malına el konulmak.

had ü hesaba gelmeyen

  • Sayılamayacak kadar çok olan.

had ve hesaba gelmez

  • Sayılmayacak kadar çok, sayısız ve sınırsız.

hadd-i şürb

  • Fık: Az veya çok miktarda şarap (alkollü içki) içilmesinden dolayı uygulanacak ceza.

hadd-i te'dib

  • Bir suç işleyeni başkalarına örnek olacak şekilde cezalandırmak. Darp ve ta'zir gibi.

hadı'

  • Alçaltıcı.
  • Gönül alçaklığı ve huzu ile muttasıf.

hadid / hadîd

  • Dağ eteği.
  • İçinde yağmur suyu biriken alçak çukur.
  • Arz, yer, dünya.

hadisat-ı acibe / hâdisât-ı acîbe

  • Şaşılacak, garib olaylar.

hadıyd

  • (Hazîz) Oturaklı, mütemekkin, yer.
  • Dağ eteği. Zir. Alçak yer.
  • Koz: Ayın veya başka bir seyyarenin mahreki üzerinde dünyaya en yakın bir mesafede bulunan nokta. Dünya ile diğer seyyarelerin güneşin merkezinden en uzak oldukları bir nokta.

hadr

  • Evmek, acele etmek.
  • Vücutta bir organın şişip yumrulaşması.
  • Men etmek, engel olmak.
  • Saçak bükmek.

hadur

  • İniş.
  • Alçak yer.

hafcag

  • Tatar beyi. (Aslı: Kıpçak)

hafeş

  • (Çoğulu: Ahfâş) İğne ve iplik koyacak kap.
  • Sel.

hafif ikrah / hafîf ikrâh

  • Şiddetli olmayan zorlama. Canın veya uzvun telefine yol açmayan, yalnız acı ve eleme sebeb olacak derecedeki dövme ve hapsetme gibi şeylerle yapılan zorlama.

hafz

  • Aşırı olmama hali.
  • Refah ve ferahlık. Huzur ve rahat.
  • Yavaş yavaş mülayim yürüyüş, itidal. Alçak.
  • Kelimenin son harfini esre, yâni "i" diye okumak.
  • Sözü boğaz içinden söylemek.

hain / hâin

  • Birine kendini emin (güvenilir) tanıttıktan sonra o emniyeti, güveni bozacak iş yapan. Eminin zıddı.

hak

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Vâcib-ül-vücûd yâni varlığı lâzım olan, hiç yok olmayan, dâimâ var olan ve kendisinden başkası yaratmaya lâyık olmayan.
  • İslâmiyet.
  • Gerçek, doğru.
  • Alacak.
  • Pay, hisse.
  • Hâtır, hürmet.
  • İnsanı

hakaik-i zevkiye

  • Ancak zevkle anlaşılan gerçekler.

hakem-i zülcelal / hakem-i zülcelâl

  • Herbir şey nasıl olacaksa onun keyfiyeti hakkında genel hükmü veren sonsuz haşmet sahibi Allah.

haki-nihad / hakî-nihad

  • Mütevazi, kibirsiz, alçak gönüllü. (Farsça)

hakikat-şinasane / hakikat-şinasâne

  • Gerçeği, hakikatı tanıyana yakışacak surette. (Farsça)

hakirane / hakirâne

  • Hakircesine. Hakir bir kimseye yakışacak tarz ve şekilde. (Farsça)

hal-i haşiane / hal-i hâşiâne

  • Huşu içinde, Allah'tan korkmayı ve alçakgönüllülüğü gösteren hal.

halet-i ihtizar

  • Can çekişme hali, sakınılacak hal.

halevat

  • (Tekili: Halâ) Halvetler, boşluklar.
  • Yalnız bulunulacak yerler.

halvetgah / halvetgâh / خلوتگاه

  • Başbaşa kalınacak yer. (Arapça - Farsça)

hamim

  • Sıcak ve kızgın su.
  • Yakın hısım, soy sop.
  • Samimi arkadaş.

hamiyet-mendane / hamiyet-mendâne

  • Hamiyetlicesine. Hamiyetli olan bir kimseye yakışacak şekil ve surette. (Farsça)

haml

  • Saçak.
  • Büyük saçaklı halı.

hamm

  • Çok sıcaklık, şiddetli hararet.

hamme

  • (Çoğulu: Humm) Kaplıcanın sıcak suyu.
  • Kuyruk yağının kıkırdağı.
  • Kızdırmak mânasına mastar da olur.

hamvi / hamvî

  • Sıcaklık.

han u man

  • (Hanmân) Ev. Bark. Ocak. Ehil ve iyal.

hanbeli mezhebi / hanbelî mezhebi

  • Ehl-i sünnetin amelde (yapılacak işlerde)ki dört hak mezhebinden biri.

hancer

  • Ucu sivri, iki tarafı keskin büyük bıçak. Halk dilinde hançer şeklinde kullanılır. Divan edebiyatında şâirler, güzellerin kaşlarını hancere benzetirlerdi.

hanedan

  • Kökten asîl ve büyük aile, ocak.

hanefi mezhebi / hanefî mezhebi

  • Ehl-i sünnetin amelde (yapılacak işlerde)ki dört mezhebinden biri.

hangar

  • Eşyayı muhafaza etmek için yapılan üstü örtülü, yanları açık yer. (Fransızca)
  • Uçakları barındırmaya mahsus garaj. (Fransızca)

hanman / hânmân

  • Ev-bark, ocak. (Farsça)

hanman-suz / hânmân-sûz

  • Ocak yakıcı, ev-bark yakan. (Farsça)

hanuman / hanumân

  • Ev, ocak.

harac-ı mukasseme

  • Arazinin hâsılatından yerin tahammülüne göre alınacak bir vergidir. bu harac, hâsılata taallûk eder. Bir sene içinde hâsılat tekerrür ederse bu harac da tekerrür der. Fakat mahsulât mevcud olmayınca bu vergi de alınmazdı.

harac-ı muvazzaf

  • Tar: Arazi üzerine her dönüm başına senevi maktuan muayyen bir miktar meblağ olarak alınacak bir vergidir. Buna "harac-ı vazife" adı da verilir. Bu vergi, zimmete taalluk eder ve araziden yalnız bilfi'l intifa edilmekle değil, intifaa temekkün ile de tahakkuk eder. Binaenaleyh, böyle bir araziyi sah

hararat / harârât

  • Hararetler, sıcaklıklar.

hararet / harâret / حرارت / حَرَارَتْ

  • Isı, sıcaklık.
  • Sıcaklık.
  • Sıcaklık, ısı.
  • Sıcaklık. (Arapça)
  • Sıcaklık.

hararet-bin

  • Termometre. Sıcaklık derecesini gösteren âlet. (Farsça)

hararet-i heva / hararet-i hevâ

  • Havanın harareti. Havanın sıcaklığı.

hararet-i ruh

  • Ruhun sıcaklığı.

harfiye

  • Kendi başına müstakilen bir mânası ve te'siri olmadığı halde, kendi cinsinden bir topluluğun içinde olduğu zaman ancak bir vazife gören şeylere denir.

hariciler / hâricîler

  • Sıffîn muhârebesinde, taraflar hakem tâyinine râzı olup anlaşmayı kabûl ettiği için hazret-i Ali'nin ordusundan ayrılarak "Hâkim ancak Allah'tır. Hazret-i Ali iki hakemin hükmüne uyarak halîfeliği hazret-i Muâviye'ye bırakmakla büyük günah işledi" di yen ve kendileri gibi düşünmeyen Eshâb-ı kirâm il

harikat / hârikat

  • (Tekili: Hârika) Şaşılacak şeyler, hârikalar. İnsanda hayret uyandıran şeyler.

harikulade / hârikulâde

  • Olağanüstü. İnsan gücünün üzerinde, insanı hayrette bırakan âdet dışı şaşılacak iş.

harim-i ismet / harîm-i ismet

  • Namus ocağı, mukaddes ocak. Kudsi âile yuvası.

harir

  • İpek. İpekten yapılmış.
  • Harâretli. Sıcak.

hark

  • Yarma. Yırtma.
  • Su akacak yarık yer.

harr

  • Hararet, sıcaklık. Sıcak.
  • Hararetli. Kızgın. Çok sıcak. Yakıcı.

harr-ı şedid

  • Şiddetli hararet, fazla sıcaklık.

harre / hârre

  • Çok sıcak.

harur

  • Sıcaklık. Güneşin kızgınlığı.
  • Gece esen sıcak rüzgâr.

hasanet

  • Bir yerin çok sağlam ve korunulacak tarzda olması.
  • Kadının kendisini haramdan koruması.

hasaset

  • Tamahkârlık. Cimrilik. Alçaklık. Hasislik.

hasat / hasât

  • Küçük taş parçası. Çakıl.
  • Tıb: Sidik yolunda taş peyda olmak.

haşi'

  • Huşu içinde olan, alçak gönüllülük eden.
  • Kusurlarını düşünerek, ürpererek Cenâb-ı Hakka niyâz edip yalvaran.

haşian / hâşian

  • Tevazu ve mahviyetle. Alçakgönüllülük göstererek.

hasifane / hasîfane

  • Aklı başında ve olgun olan bir adama yakışacak suretde.

haşir / hâşir

  • Haşreden, toplayan. Cem'eden.
  • Hz. Peygamber'in (A.S.M.) bir ismi. Haşir meydanında bütün insanlar mübarek izlerinde haşr olup toplanacaklarından Delâil-i Hayrat'ta bu isimle mezkurdur.

haşir meydanı

  • Öldükten sonra yeniden diriltilip Allah'ın huzurunda toplanılacak yer, meydan.

hasis / hasîs

  • Nekes, cimri.
  • Alçak, değersiz.

haşmet

  • (Hışmet) Kendisine tabi olanlardan dolayı, "haşem" den olan, büyüklük ve heybet. Tantana-i azamet. Hürmetten gelen çekinme.
  • Hiddet, kızgınlık.
  • Alçak gönüllülük.

haşrem

  • Kireç taşı.
  • Alçak dağ.
  • Arı.

hass

  • Alçak, bayağı, âdi.
  • Marul.

hassasane

  • Hassas ve duygulu olana yakışacak şekil ve surette. (Farsça)

hata'

  • Saçak bükmek.

hatemane

  • Hâtem'e yakışacak şekil ve surette. Cömertçesine. (Farsça)

hatir

  • Muhâtaralı, tehlikeli, korkulacak durum. Büyük ve şerefli kimse.

hatv

  • Saçak bükmek.

havale / havâle

  • Borçlunun, alacaklıya, borcumu falan kimseden al deyip, alacaklının, bu teklife, sözleşme yerinde râzı olması. Ciro etme.

havan

  • İçinde çeşitli şeylerin dövülüp ufalandığı ağaç, mâden veya taştan yapılmış çukurca kap.
  • Tütün kesmekte kullanılan makine.
  • Başkalarına destek olacak gücü bulunmadığı halde, yardakçılık eden kimse.
  • Elektrikî bir boşalmanın ısı değerini gösteren âlet.
  • İçine çuku

havya

  • Madenlerle yapılan kaynak işlerinde, lehimin eritilmesinde kullanılan âlet. Lehimi eritebilmesi için sıcak olarak kullanılması gereken bu havyaların çoğu elektrikle ısıtılır.

havz

  • Suya girme.
  • Sakınılacak işe girişmek.
  • Başlamak.

hayal-perest

  • Hayalî şeylerle çok uğraşan. Çok hayal kuran. Dalgın. Olmayacak şeylerle avunan. (Farsça)

hayat-ı sefilane / hayat-ı sefilâne

  • Alçak bir haldeki hayat.

hayda'

  • Sıcak günlerde uzaktan görenin su sandığı serap.

hayr-ul halef

  • Hayırlı evlâd. Babasını hayırla andıracak evlâd.

hayretefza / hayretefzâ

  • Hayret içinde bırakacak şekilde; hayret saçan.

haytu'l-emel

  • Ümit ipi; ümit bağlayacak bir sebep.

haytü'l-emel

  • Ümit kaynağı, tutunacak bir ümit dalı.

hayye-alel-felah

  • Felaha gelin. Toplanın hayır ve ni'metlere, ebedi selâmete... Allah huzuruna gel. Refah ve itmi'nana mucib olacak namaza yetiş.

hayzeran

  • Halk dilinde hezâren denilen bir cins sıcak iklim kamışı ki, sandalye vs. yapımında kullanılır.

hazab

  • Odun.
  • Yakacak nesne.

hazelat

  • (Tekili: Hazele) Alçaklar, âdiler, kalleşler.

hazele

  • (Tekili: Hâzil) Alçaklar, kalleşler, yüzsüzler.

hazi / hâzi / خاضع

  • Alçakgönüllü. (Arapça)

hazı' / hâzı'

  • (Huzu. dan) Alçak gönüllü, mütevâzi olan.

hazıane / hâzıâne

  • Mütevâzi olarak, alçak gönüllülükle.

hazıkane

  • Mâhirâne, mâhir ve usta olan bir kimseye yakışacak şekil ve surette.

hazil

  • Yüzsüz, alçak, âdi, dönek, kalleş.

hazine

  • Define.
  • Kıymetli şeyleri saklayacak sağlam yer.

hazm

  • Midedeki yenen şeyleri eritmek, sindirmek. Vücuda yarayacak hale getirmek.
  • Birisine ansızın hücum etmek.
  • Ansızın bir şey üzerine inmek.
  • Birisinin hakkını, malını gasb ile alıp zulmeylemek.
  • Münasebetsiz bir hale, güce gidecek bir vaziyete düşenin kendi nefsini

hecir

  • Yaz mevsiminde öğle vaktindeki sıcaklık.
  • Otun kuruması.
  • Büyük havuz.

hecr

  • Ayrılık, firak.
  • Tıb: Sayıklamak. Hezeyan.
  • Çok sıcak günlerde öğle vakti.

hel min mezid

  • Daha yok mu? Daha olmayacak mı? mânâlarında kullanılır.

helice / helîce

  • Saçaklı seccade.

helikopter

  • Pervanesi tepesinde bulunan ve olduğu yerde durabilen, dikine kalkış ve iniş yapabilen bir uçak. (Fransızca)

helkes

  • Alçak adam.

hemaguş / hemâgûş / هم آگوش

  • Sarmaş dolaş, kucak kucağa. (Farsça)
  • Hemâgûş olmak: Sarmaş dolaş olmak, kucaklaşmak. (Farsça)

hendese-i mülkiye mektebi

  • Osmanlı İmparatorluğu devrinde mühendis yetiştirmek gayesiyle açılan mekteb. XIX. yy. sonlarına kadar memlekette belediye ve mimarî işlerde vazife alacak mühendis bulunmuyordu. Nafia Nezareti bu ihtiyacı nazar-ı itibara alarak bir mühendis mektebi kurulmasının lüzumlu olduğunu ileri sürünce, padişah

henüz / هنوز

  • Daha, yeni, şimdiye kadar, ancak. (Farsça)
  • Ancak, daha. (Farsça)

herec

  • Sıcaklığın fazlalığından devenin gözünün kararması.

hevacir

  • (Tekili: Hâcire) Günlerin en sıcak olan anları.
  • Göçenler, göç yapanlar, hicret edenler.
  • (Hücr) Hezeler, hezeyanlar, boş ve mânasız sözler.

hevan

  • Hakaret, zillet, alçaklık, zelillik, aşağılık, horluk.

hevesat-ı sefile / hevesat-ı sefîle

  • Nefsin gayr-ı meşru alçak istekleri.

hevesat-ı süfliye / hevesât-ı süfliye

  • Alçak arzular, kötü hevesler.

heybet

  • Hürmetle beraber koruk hissini veren hal. Sakınıp korkulacak hal. Azamet.

heyf

  • Sıcak rüzgâr.

hezaren

  • Sıcak memleketlerde yetişen; ve baston, sandalye gibi şeyler yapmakta kullanılan bir cins kamış.

hibek

  • (Çoğulu: Hubük) Rüzgârın lâtif estiği zaman denizde veya kumda meydana getirdiği yol yol kırıntılar ve dalgacıklar. Saçların kıvırcıklığından hâsıl olan dalgalanmalar. Kelimenin aslı olan "habk" sıkı bağlayıp muhkem kılmak; ve kumaşı sıkı, sağlam ve üzerinde san'at eseri zahir olacak vecihle güzel b

hıçkırık

  • t. Fazla yemekten ve asabi sebeplerden diyaframın kasılması ve akciğerlerdeki havanın şiddetli ve gürültülü bir şekilde dışarı atılması.
  • Boğaz tıkanacak surette ve derinden iç çekerek ağlama.

hıdn

  • Koltuk altından yan başına varana kadar, kucak.
  • Nahiye.
  • Canip, taraf.

hıffet

  • Hafiflik; kolaylık; Arapça'da kural olarak teleffuzu dile ağır gelen lâfızların kurallar çerçevesinde düzenlenerek kolaylık sağlama; Meselâ, kàle fiilinin aslı 'kavele' dir. Ancak söylemesi dile ağır geldiği için 'vav' harfi 'elif'e çevrilerek kàle denmiştir.

hile

  • Sed. Hâil.
  • Çare.
  • Maslahat ve hayırlı işlerde tedbirli ve tecrübeli olmak.
  • Aldatacak tarz ve tedbir. Fend. Mekir. Dabara.
  • Zeval ve intikal.
  • Sahtekârlık, yalancılık, düzenbazlık.

hile-i şer'iye

  • Müşkül bir mes'eleyi, şer'i esaslar üzeri, hazakatla hall ve izah etmek ve şer'an muahaze ve mes'uliyeti mucib olmayacak surette te'vilini bulmaktır. Bu tabir kanuna, yani şeriata karşı irtikâb edilen, hile, oyun, aldatma veya şer'î bir hükmü bertaraf etmek mânasına olmayıp, ancak karışık bir durumu

hınsir / hınsîr

  • Alçak, soysuz, âdi.

hirase

  • Bostan korkuluğu. Korkutacak şey. (Farsça)

hırkat

  • Hararet, sıcaklık, yanma.

hırz

  • Melce'. Sığınılacak yer.
  • Tılsım. Cenab-ı Hakk'ın muhafaza etmesine dair yazılı duâ.
  • Fık: Bir malın âdet üzere muhafazasına mahsus yer.
  • Muhafaza etmek.

hırz-ı bigayrihi / hırz-ı bigayrihî

  • Aslında eşya saklamaya mahsus olmayan, izin almadan girilebilen ve konacak malların yanında muhafızı olan yer. (Yol, mescid, meydan gibi)

hısase

  • Kabahat.
  • Alçaklık, denâet.

hisset

  • Cimrilik. Bahillik. Tamahkârlık.
  • Alçaklık.

hisset-i nefis

  • Nefsin alçaklığı.

hıyanet / hıyânet

  • Hâinlik. Birine kendini emîn tanıttıktan sonra, o emniyeti bozacak iş yapmak; vefâsızlık, îtimâdı kötüye kullanmak, sözünde durmamak.

hizem / hîzem

  • Yakacak odun. Yakıt olarak kullanılan odun. (Farsça)

holding

  • ing. Bir şirketin diğer bir şirkete, onun idaresine hâkim olacak oranda iştirak etmesini ifade eden hukuki alâka.

hostes

  • ing. Umumi taşıtlarda, daha ziyade uçaklarda yolcuları ağırlayan kız veya kadın.

höyük

  • Kazıldığında içinden eski eserler çıkan alçakça toprak tepe.

hubb-ı dünya / hubb-ı dünyâ

  • Dünyâ sevgisi. Ölümden sonra işe yaramayacak olan şeylere düşkün olmak. Dünyâ; haramlar, mekruhlar ve Allahü teâlâyı unutturan her şeydir.

hüccet-i dafia / hüccet-i dâfia

  • Bir şeyi isbata değil, ancak taleb ve iddiayı defetmeğe yarıyan hüccet.

hücr

  • Kucak, âğuş.

hüdb

  • (Çoğulu: Ehdâb) Kirpik.
  • Mendil.
  • Testere çevresinde olan saçak.

hudu' / hudû'

  • Alçaklık etmek.
  • Boyun eğmek, alçak gönüllülük. Kalbde devamlı olan Allah korkusu. Allahü teâlâya itâat etmek.

hudud

  • (Tekili: Hadd) Sınırlar, hudutlar.
  • Uçlar. Bucaklar.
  • Şeriatın cezâ hükümlerinin tatbiki.

hükm-i zımni / hükm-i zımnî

  • Fık: Zımnen vaki olan hüküm. (Bir kimse diğer bir kimse aleyhine; "Benim filân şahıs zimmetinde sâbit olacak şu kadar lira alacağıma onun emriyle kefil olmuş idin" diye dâva ve o kimse kefâleti ikrar ve borcu inkâr etmekle müddei, borcu isbat ederek hâkim dahi hükmetse bu hüküm kefil aleyhine sarâhe

hükre

  • Cem'olmak, toplanmak, birikmek.
  • Yiyecek maddelerini, pahalanacak diye saklamak.
  • Azlığından bir yerde toplanan su.

humre

  • (Çoğulu: Humur) Küçük seccade.
  • Namaz kılacak yer.
  • Küçük hasır parçası.
  • Güzelleşmek için kadınların yüzlerine sürdükleri şey.

hunu'

  • Horluk, zelillik, alçaklık.

hurma

  • Bir sıcak iklim meyvesi. (Farsça)
  • Hurma şeklinde yapılan hamur tatlısı. (Farsça)

hürriyet-i vicdan

  • Amme hukuku ile ferdî hukuka tecavüz etmemek şartıyla herhangi bir kimsenin her hangi bir fikir veya dini kabul etmekte veya kabul etmemekte serbest olması. Ancak, İslâmiyeti kabul etmiş olan bir kimse, İslâmın esaslarını kısmen de olsa, inkâr ve reddetmekte serbest değildir; İslâm hukukunda mürted

huş'a

  • Alçak küçük tepe.

hüsn-ü tedbir

  • İyi düşünülerek tutulan yol. Tefekkür ile tasmim etmek, ihtiyar olunacak meslek ve harekete karar vermek.
  • Bir kimseden bir haberi nakil ve rivâyet eylemek.
  • Bir şeye iyi muvaffak olmak için o işe muvafık ve hesaplı hareket etmek.

huşu / huşû / خشوع

  • Gönül alçaklığı, tevazu.
  • Korku ile sevgi arası durum, saygı.
  • Alçakgönüllülük. (Arapça)
  • Tanrı'ya karşı korku ve saygı duyma. (Arapça)

huşu' / huşû'

  • Alçak gönüllülük. Hayâ etmek ve mütevazi olmak. Korku ile karışık sevgiden gelen edebli bir hâl. Yüksek ve heybetli bir huzurda duyulan alçak gönüllülük. Sükun ve tezellül.
  • Tevâzû, alçak gönüllülük. Hakk'a boyun eğmek. Korku ve sevgiden meydana gelen edebli bir hal.

husun

  • (Tekili: Hısn) Kaleler. Korunacak sağlam yerler.

hüve-l baki / hüve-l bakî

  • Bâkî ancak O'dur. Allah (C.C.)

huz'

  • Alçaklık yapmak.

huzme

  • Demet. Deste. Bir kucak şey.
  • Fiz: Bir ışık kaynağından çıkan sütun halindeki şua.

huzu'

  • Mahviyet ve tevazu hali, alçak gönüllü olmak. Allah'ın azametini, celal ve cemalini, büyüklüğünü tahattur ve tefekkürden hâsıl olan, insandaki huzur ve huşu' hâli.

i'cazkarane / i'cazkârane

  • Herkesi yarışmada âciz bırakacak yolda. (Farsça)

i'cazlı / i'câzlı

  • Bir benzerini yapmakta başkalarını aciz bırakacak şekilde mucizeli.

i'tikad / i'tikâd

  • Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), Allahü teâlâ tarafından, bildirdikleri şeylerin hepsine inanma veya inanılacak şeyler.

i'tikadda mezheb / i'tikâdda mezheb

  • Îmân edilecek, inanılacak husûslarda tâbi olunan, uyulan yol.

i'tinak

  • (Unk. dan) Birbirlerinin boyunlarına sarılma.
  • Kucaklama.
  • Sıkıca kavrayıp alma.

ibad

  • Tıb: Bacaklarda diz mafsalının iç kısmındaki büyük damar.

iber

  • (Tekili: İbret) İbretler, ders alınacak şeyler.

ibham

  • Mübhem, kapalı bırakmak. Belirsiz olmak. Muayyen olmayan.
  • Edb: Sözün kolayca anlaşılmayacak şekilde kapalı olması, vâzıh olmayışı.
  • Baş parmak.

ibkam / ibkâm

  • Susturma, bir tartışmada ağız açamıyacak hale getirme.

ibrak

  • Av hayvanlarını ürkütüp korkutmak.
  • Koyun kurban etmek.
  • Şimşek çakmak.

ibraname

  • Alacaklı kimse tarafından alacak ve verecek kalmadığına dair verilen kâğıt. İbrâ senedi.

icare-i müeccele

  • Sonradan alınacak kirâ.

icareteyn

  • Müeccel ve muaccel icarelerle kiralanan vakıf emlâkı. Hem derhal alınan, hem ileride alınacak kirası olan vakıf bina.

icra

  • Bir işi yürütmek.
  • Yerine getirmek. Yapma. Tatbik etme.
  • Vekil göndermek.
  • Mahkeme kararını yerine getirmek.
  • Suyu akıtmak.
  • Huk: Borçlunun alacaklıya karşı ödemekle mükellef olduğu bir borcu, adlî bir teşekkül vâsıtasıyla ödetme.

icra dairesi

  • Borçlunun, alacaklıya karşı ödemekle yükümlü bulunduğu bir şeyi hukukî yollarla almasını sağlayan daire, kurum.

icra memuru

  • Mahkeme kararını tatbik ile borçludan borcunu alıp alacaklıya vermekle vazifeli olan adliye memuru.

idlaliyyat / idlâliyyât

  • İnsanı doğru yoldan saptıracak fikirler, azdıracak mevzular. Kur'ânla muaraza eden safsata ve bâtıl felsefi nazariyeler.

idrab

  • (Darb. dan) Rüc'u etmek, vaz geçmek. Bir şeyi yapmaktan yüz çevirmek. Mukim olmak.
  • Bir kimse üzerine kırağı yağmak.
  • Sıcak yel eserek yerdeki suyu kurutmak.
  • Ekmeğin pişmesi. (Kamus'tan alınmıştır.)

ifratkarane / ifratkârâne

  • Aşırıya kaçacak şekilde.

iftikar

  • Yoksulluğunu, fakirliğini açığa vurmak.
  • Çok ihtiyacı olmak.
  • Tevazu'. Alçak gönüllülük.

iğna / iğnâ / اغنا

  • Zengin etme, kimseye muhtaç olmayacak hale getirme. (Arapça)

iğtisal / iğtisâl

  • Gusl (boy) abdesti almak. Ağız ve burun dâhil bütün vücûdu hiç kuru yer kalmayacak şekilde baştan ayağa yıkamak.

ihanet

  • (Hevn. den) Alçak ve hakir addedip itibar etmemek, kıymet vermemek.
  • Hainlik. Haksızlık. Kötülük.

ihatavi / ihatavî

  • İhata edecek şekilde. Kaplayıp içine alacak yolda.

ıhaze

  • (Çoğulu: İhâzât-İhâz) Su birikip toplanacak yer.
  • Bir kimsenin kendisi veya sultanı için hıfzedip gözlediği yer.

ihaze

  • Kalkanın elle tutulacak olan yeri.
  • Timar. Hükümdarın verdiği arazi.

ihbariyye

  • Haber vermek işi.
  • Kaçak veya kayıp eşyayı haber verene mükâfat olarak verilen para.

ıhbat

  • Huşu ve tevazu' etmek, alçak gönüllülük yapmak.

ihfaf

  • Hafifletmek. Birinin şerefine dokunacak şekilde konuşmak.

ihlas-perverane

  • Temiz yürekli, ihlas sahibi bir kimseye yakışacak surette. (Farsça)

ıhmal

  • Saçak yapmak.

ihşa'

  • Tevazu ve alçak gönüllülükle zorlama.

ihtida'

  • Tevazu, alçak gönüllülük, mahviyet, mütevazilik.

ihtilaskarane / ihtilaskârane

  • Çalıp aşıranlara yakışacak şekilde, hırsızlar gibi. (Farsça)

ihtiza'

  • Tevazu. Gönül alçaklığı. Alçak gönüllülük.

ihvan-üs-safa / ihvân-üs-safâ

  • On birinci asrın ikinci yarısında Basra'da ortaya çıkan; "İslâmiyete birçok vehimler karışmış, onu bu vehimlerden temizlemek ancak felsefe ile mümkündür. İslâm dînini felsefe vâsıtasıyla saf hâle getirmelidir" diyen sapık ve gizli bir cemiyet, ekol.

ika' / ikâ'

  • Dayanma, istinad etme.
  • Dayanacak bir şey verme.

iknaiyyat-ı hitabiyye

  • Kelâm ilmine ait bir ıstılahtır. Zannî olan aklî delil demektir. Bürhanın aşağı mertebesidir. Aklı, muhalif fikirlerle karışmamış ve bürhanı anlayamayacak kimseler için kullanılır. İsbattan çok ikna vasfı taşır.

ikrah-ı mülci / ikrah-ı mülcî

  • Huk: Ölüm veya bir uzvun kesilmesi veya bunlara sebep olacak şiddetli döğme ile olan ikrah.

iktat

  • Alçak sesle kulağa fısıldama.

iktina'

  • Künyelenme.
  • Anlaşılmayacak şekilde söyleme.
  • Gizlenme, saklanma.

ilahiyyat / ilâhiyyât

  • İnanılacak şeylerden bahseden kelâm ilminin; Allahü teâlânın varlığı, zâtı, sıfatları ve fiillerinden (işlerinden) bahseden bölümü.

ılgam

  • Sıcak mevsimlerde çöl veya ovalarda buharın yayılmasıyla uzaktan su gibi göüren yer. Serap, pusarık.

ılgımsalgım

  • Sıcak mevsimlerde çöl veya ovalarda, buharın yayılmasıyla uzaktan su gibi görünen yer. Serap, pusarık.

ılıca

  • Sıcak pınar suyu. Bunların yerden kaynayanına kaynarca; üzerine bina veya kubbe yapılmış olanına ise kaplıca denir.

ılık

  • Ne sıcak ne soğuk. Az ısınmış veya sıcaklığı kırılmış.

illa / illâ

  • (İstisnâ edatıdır) Maadâ, olmadığı suretle, alel-husus, mutlaka, illâ, meğer, aksi hâlde, ne olursa olsun, bâhusus, ancak (gibi mânalara gelir).
  • Ancak.

illahu / illâhu

  • Ancak O. Allah (C.C.)

ilm-i nafi' / ilm-i nâfi'

  • İnsana aczini, kusurunu, Rabbinin büyüklüğünü bildiren, kalbde Allah korkusunu ve mahluklara karşı tevâzû, alçak gönüllülüğü artıran, kul haklarına ehemmiyet vermeyi temin eden sonsuz seâdeti (mutluluğu) ve Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya vesîle olan ilim.

ilmah

  • Hemen gösterip çabucak yok etme.
  • Bir şeyi parlatma.
  • Güzel simalı bir kadın veya kız, yüzünü gösterip hemen çekilme.

ilmelyakin / ilmelyakîn

  • İlmî ve sağlam delillere dayanarak, kuşkuya yer bırakmayacak derecede kesin bilme.

ilticagah / ilticagâh

  • Sığınılacak yer. Sığınacak şey. Sığınak. (Farsça)

iltiyah

  • Vücudun güneşten yanması.
  • Susama.
  • Şimşek çakma.
  • Yıldızın parıltısı.

ilva

  • Çevirmek. Baş eğmek. Başı eğilmek.
  • Başkasının sözünü maksadı olmayan başka tarafa çevirmek.
  • Birinin hakkını inkâr eylemek.
  • Bayrağı kaldırmak. Sancak dikmek.

imam-ı malik / imam-ı mâlik

  • (Hi: 93-179) Medine-i Münevvere'de doğdu. İmâm Mâlik bin Enes diye anılır. Mâlikî Mezhebinin imamı. El-Muvatta isimli eseri, "Kütüb-ü Sitte"ye dahil olacak kıymettedir. Mezhebinin mensubları, Afrika ve Endülüs'te çok yayılmıştır. Bu mezhepte olana "Malikî" denir.

iman-ı kesbi / îmân-ı kesbî

  • Bir kimsenin âkıl (akıllı) ve bâliğ olduktan (ergen, gusül, boy abdesti alacak yaşa geldikten) sonra ettiği îmân.

imkan / imkân

  • Mümkün olmak. Olacak hâlde bulunmak.

imtizaçkarane / imtizaçkârâne

  • Birbiriyle karışıp, kaynaşacak bir şekilde.

ina'

  • Kap-kacak, tencere gibi lüzumlu ev eşyası.
  • Bir şeyin vakti gelip çatmak.

ınak

  • Kucaklaşıp sarılma, muânaka.

inak

  • Birbirinin boynuna sarılma, kucaklaşma.

inayetkarane / inayetkârâne

  • İnayet edene yakışır surette. Yardım ve iyilikte bulunan kimseye yakışacak şekilde. (Farsça)

inayetname

  • Allah'ın yardım ve inayetine mazhar olmaya, Kur'ân ve iman hakikatlerini anlamaya vesile olacak mektup, yazı.

inbisat

  • Genişleme. Yayılma.
  • Açık yüzlü olma. Şâd, mesrur ve mahzuz olma.
  • Gönül açıklığı. Kalb ferahlığı.
  • Fiz: Sıcaklığın etkisiyle madenî cisimlerin enine, boyuna büyüyüp uzaması. Genleşme.

infizac

  • Sıcaklık verme, ısı verme.
  • Buharlaşma.
  • Terleme.

inhifaz

  • Aşağılanma, alçaklanma.
  • Çökkünlük.

inne-ma / inne-mâ

  • Ancak edatı ile, beyan olunan şey hakkındaki hükmü, maadâsından nefy etmek için kullanılır.

ipotek

  • Bir borcun ödeneceği zamana kadar borçlunun alacaklıya vermiş olduğu değerli şey. Rehin. (Fransızca)

ira

  • Bağış yapma, iyilikte bulunma.
  • Çakmaktan ateş çıkarma. Parlama.

irfan mektebi

  • İrfan okulu; Cenâb-ı Hakkı tanıtan, bildiren, hak ve hakikate ulaştıracak bilgiyi ders veren okul.

irsa / irsâ

  • Yere çakma, sabitleme, demir atma, sağlamlaştırma.

irsal-i rüsül

  • Cenab-ı Hakk'ın insanlara her hususta ve hususen Allah'a itaatte rehber olacak peygamberler göndermesi.

isa

  • Dört büyük peygamberden birisidir. Hakiki Hristiyanlık dininin peygamberidir. Kur'an-ı Kerim'de meziyet ve senası geçmektedir. İncil, mukaddes kitabıdır. Vahiy ile kendine gönderilmiştir. Ancak kendisinden sonra Havarileri tarafından yazılmıştır.

isfirar-ı şems vakti / isfirâr-ı şems vakti

  • Güneşin sararması vakti. Tozsuz, dumansız, berrak bir havada güneş ışığının geldiği yerlerin veya kendisinin bakacak kadar sararmaya başlamasından (güneşin alt kenarının görünen ufuktan bir mızrak boyu yükseklikte olduğu vakitten) güneş batıncaya kadar geçen zaman. İslâm astronomi âlimleri, bir mızr

işkal / işkâl

  • Sözün kendisinde bulunan bir incelik, derinlik sebebiyle veya bir edebi san'attan dolayı mânâsı, düşünülmeden anlaşılamayacak derecede kapalılık.

ışki / ışkî

  • İki ucu saplı eğri bıçaktır ve deri ve tahta kazımakta kullanılır.

ismail

  • Peygamberlerdendir. İbrahim'in (A.S.) oğludur. Küçükken İbrahim'e (A.S.), oğlunu Allah için kurban etmesi emredildi. Halilullah olan İbrahim, İsmail'i (A.S.) kurban etmek isterken Cenab-ı Hak koç gönderdi. Mu'cize zâhir oldu. Bıçak İsmail'i kesmedi, yerine koç kurban edildi. Resul-i Ekrem'in (A.S.M.

ısparta süleymanları

  • Sıddık Süleyman Kervancı, Mübarek Süleyman, Süleyman Rüştü, Süleyman Rüştü Çakın.

işrak vakti / işrâk vakti

  • Güneşin ufuk hattından beş derece (bir mızrak boyu) yükselmesinden, yâni güneşin çıplak gözle bakılamıyacak kadar parlamasından îtibâren başlayan zaman, bayram namazı vakti.

istib'ad

  • Uzaklaşma. Uzak görme, ihtimal vermeyiş, olmayacak sanma, akıldan uzak görme.
  • Yakıştırmayış.

istibdad-ı rezile

  • Alçakça baskı, zulüm.

istibra / istibrâ

  • Temizlenme.
  • Erkeklerin küçük abdesti yaptıktan sonra yürüyerek, öksürerek veya sol tarafa yatarak, idrar yolunda damlalar bırakmaması. Kadınlar istibrâ yapmaz.
  • Nikâhla alınacak dul bir câriyenin hâmile olup olmadığını bilmek ve şüpheye yer vermemek için bir temizlik müddeti geçip tekr

istiğrak / istiğrâk

  • Türü kapsayacak şekilde umumi hâle getirme.

istihrac

  • Bir şeyin içinden bir şey çıkarmak. Bir mânâyı istidlâl etmek. Meydana ve harice çıkarmak. Bâzı emareleri beliren şeylerden ileriye âit olacak şeyleri çıkarmak. İstidlâl etmek.

istihza'

  • (İstihdâ') Alçak gönüllülük göstermek, kendisini aşağı tutmak.

istika'

  • Olacak veya vuku bulacak diye endişelenme.

istikane / istikâne

  • (İstikânet) Alçaklık etmek.
  • Zillet ve meskenet göstermek.
  • Tevazu göstermek.

istikbaliyat / istikbâliyât

  • Gelecek zamanda olacaklar.

istinadgah / istinadgâh

  • Dayanacak yer. Güvenecek yer veya kimse. (Farsça)

istira'

  • İki tâne odun parçasını birbirine sürte sürte tutuşturma.
  • Çakmak taşında ateş çıkartma.

itad

  • Kazık çakma.

itka' / itkâ'

  • Koltuk altına yastık veya dayak koyma. Dayanacak bir şey kullanma.
  • Yaslanma.

ittiza'

  • Alçak gönüllülük, tevazu, mütevazilik.
  • Devenin, boynuna basarak üstüne binebilmek için, başını aşağı eğme.

izmil

  • Keskin demir.
  • Çekiç.
  • Deri kesmekte kullanılan bıçak.

ka'r-ı na-yab / ka'r-ı nâ-yâb

  • Dibi bulunmayacak derecede derin olan.

kab

  • Çok eski devir silâhlarından olan yayın kabzası (tutacak yeri) ile köşesi arasındaki mesafe, her "yay" da "iki kab" olan miktar.

kabza

  • Tutacak, tutanak yeri, sap.
  • Bir avuç, bir tutam, bir el dolusu şey.
  • Pençe.
  • Kılınç gibi şeylerin tutacak yeri. Sap.
  • El, pençe.
  • Bir tutam, bir avuç şey.

kaddahe

  • Çakmak taşı.

kader

  • Cenâb-ı Hakk'ın kâinatta olmuş ve olacak her şeyin evsafını ve havassını ve sâir geleceğini ve geçmişini ezelden bilip, levh-i mahfuzunda takdiri ve yazması. Takdir-i İlâhî.
  • Ezelî kısmet.
  • Tali'. Baht. Şans.
  • Allahü teâlânın ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile, ilerde olacak hâdiseleri ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) bilip takdîr etmesi; alın yazısı.

kader kalemi

  • Allah'ın ezelî ilmi ile kâinatta olmuş ve olacak her şeyi bilip takdir etmesi ve kudretiyle yazması, yaratması.

kader-i ezeli / kader-i ezelî

  • Ezelî kader; Allah'ın ezelî ilmi ile kâinatta olmuş ve olacak herşeyi bilip takdir etmesi.

kader-i sübhani / kader-i sübhânî

  • Her türlü eksiklikten sonsuz derecede yüce olan Allah'ın ezelî ilmi ile kâinatta olmuş ve olacak herşeyi bilip takdir etmesi.

kadh

  • Zemmetme, çekiştirme. Bir kimsenin ayıb ve kusurlarını söyleyerek gıybet etme.
  • Men'etmek, engel olmak.
  • Çakmak taşını çakmak.
  • Bir kimsenin işine halel vermek.

kahbe / قحبه

  • Fahişe. (Arapça)
  • Alçak, namussuz. (Arapça)

kahpe / قحبه

  • Fahişe. (Arapça)
  • Alçak, namussuz. (Arapça)

kalem-i kader

  • Kader kalemi; Allah'ın olacak hâdiseleri olmadan önce bilip belirlemesi.

kalem-i kader ve hikmet

  • Allah'ın olacak hadiseleri olmadan önce bilip, belli bir amaca yönelik olarak yazması.

kalem-i kader ve kudret

  • Allah'ın olacak hadiseleri önceden bilip takdir etmesi ve kudretiyle yaratması.

kalem-i kader-i ilahi / kalem-i kader-i ilâhî

  • Allah'ın kader kalemi; Allah'ın olacak hadiseleri olmadan önce bilip yazması.

kalem-i kaza ve kader / kalem-i kazâ ve kader

  • Allah'ın olacak hadiseleri olmadan önce bilip takdir etmesi ve bu bilinen ve takdir olunan hadiseleri zamanı gelince meydana getirmesi.

kalem-i kudret ve kader

  • Allah'ın olacak hâdiseleri olmadan önce bilip takdir etmesi ve bu olayların düzenli olarak meydana gelişinde bir kalem gibi eserini gösteren İlâhî güç ve ilim.

kama

  • İki tarafı keskin, ucu sivri ve enli bıçak.
  • Duvara veya keresteye çakılan büyük tahta çivi.
  • Ağaç, kütük ve sâireyi yarmak için kullanılan ucu ince, arka tarafı kalın ağaç veya demir takoz.

kan / kân / كان

  • Maden ocağı. (Farsça)
  • Yurt, ocak. (Farsça)

kanaat / kanâat

  • Yeme, içme ve barınacak yer husûsunda bileğin emeği, alın teri ile kazanılana râzı olmak, başkasının kazancına göz dikmemek. Kanâat, çalışmayıp, sâdece eline geçeni kullanmak, tembel oturup, başka bir şey aramamak değildir. Aksine hırslı hareketlerden kaçınıp, gönül huzûru ile yaşamaktır.

kanun / kânun / kânûn / كانون

  • Ocak. Ateş yanan yer. Zaman.
  • Kış mevsimi.
  • Sakil, ağır adam.
  • Kış mevsiminin ilk iki ayı.
  • Mangal. Soba.
  • Ocak. (Arapça)
  • Mangal. (Arapça)
  • Aralık ve Ocak ayları. (Arapça)

kanun-u evvel, kanun-u sani / kânun-u evvel, kânun-u sâni

  • Aralık, Ocak.

kanun-u sani / kânun-u sâni

  • Rumî aylardan Ocak ayı.

kaplıca

  • Üstüne bina yapılmış sıcak maden suyu, üstü örtülü kaynarca, ılıca.

kar'

  • Vurmak. Çakmak. Kapı çalmak.
  • Savt. Avâz. Ses.
  • Kabak.
  • Gülsuyu kabı.
  • Eti soyulmuş kemik.

kar-nüma / kâr-nüma

  • Menfaat gösteren. (Farsça)
  • Usta çıkacak olan çırakların, ustalıklarını göstermek için yaptıkları örneklik iş. (Farsça)

karar

  • Değişmez hâle gelmek.
  • Sabit ve sakin olmak.
  • Ne az ne çok olan tam ölçü. Ölçülülük.
  • Gitmeyip kalmak.
  • Oturaklı yer. Sâkin olacak yer.
  • Anlaşılan ve sabit hâle gelen son karar sözü.
  • Mahkemece verilen son söz ve neticeye bağlama.
  • Dolanmak.

karavana

  • Kışla, okul, hastane gibi kurumlarda dağıtılacak yemeğin konulduğu kap.

kard / kârd / كارد

  • Bıçak. (Farsça)
  • Bıçak. (Farsça)

karname / kârname

  • Usta çıkacak kişilerin ustalıklarını göstermek için yaptıkları iş örneği. (Farsça)

karur

  • Duş yapılacak soğuk su.

kasam

  • Şiddetli sıcaklık.
  • Güzellik.

kasatura

  • Süngü gibi tüfeğin namlusu ucuna takılan veya bel kayışına asılı olarak taşınan bir çeşit bıçak.

kase-lis / kâse-lis

  • (Kâselis) Çanak yalayıcı. Çok yiyen, obur. Hırslı. (Farsça)
  • Dalkavukluk. Alçak huylu kimse. (Farsça)
  • Dilenci. (Farsça)

kaside / kasîde

  • Onbeş beyitten aşağı olmamak, bütün beyitlerin ikinci mısraları en başta bulunan mısra ile kafiyeli bulunmak ve daha çok büyükleri övmek üzere yazılan nazım. Koçaklama.

kataif

  • (Tekili: Katife) Saçaklı, tüylü havlular; ehramlar.
  • Kadayıf tatlısı.

kayd

  • Bağlanma, bağlayacak şey.
  • Bir yere yazma.
  • Sınırlama, belirtme.
  • Önem verme, unsurlama.

kaynan

  • At ve deve ayaklarının ip bağlanacak ve bukağı vuracak yeri.

kayyum

  • Başlangıç, nihayet ve yeniden oluş gibi hallerden münezzeh ve ezelden ebede kaim, dâim ve var olan Allah (C.C.). Bütün eşyanın ancak kendisi ile kaim olduğu Cenab-ı Hak.

kayyumiyet-i ilahiye / kayyûmiyet-i ilâhiye

  • Allah'ın her zaman ve her yerde var olması ve bütün varlıkların ancak Onunla var olabilmeleri.

kayz

  • Yaz mevsiminin en sıcak zamanları.

kaza ve kader-i ezeli / kaza ve kader-i ezelî

  • Allah'ın ezelî ilmi ile kâinatta olmuş ve olacak herşeyi bilip takdir etmesi ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması.

kaziye-i muhkeme

  • Kesinleşmiş hüküm, bir daha bozulamayacak karar.

kaziye-i zaruriyye

  • Man: Tasdikat-ı akliyyeden olmakla zıddı mümkün olamıyacak surette kat'i olan bir nevi kaziyyedir.

kebv

  • Davarın, başını vücuduna sürçmesi.
  • Çakmak çöngelip ateşi çıkmaz olmak.
  • Görmek.
  • Kabın içindekini dökmek.
  • Ateşi kül bürüyüp örtmek.

kecabe

  • Devenin üstüne konan oturulacak bir çeşit tahtırevan. (Farsça)

kefaf

  • Ancak yaşayabilecek kadar olan rızık.
  • Misil, miktar.
  • Berâberlik.

kefalet / kefâlet

  • Kefillik. Kefîl olmak. Bir kimsenin, borcunu ödememesi, taahhüdünü (verdiği sözü) yerine getirmemesi hâlinde onun yerine borcu ödemeği, sözü yerine getirme mes'ûliyetini (sorumluluğunu) alacaklıya karşı üzerine almak.

kehf

  • Mağara, in. Sığınacak yer altı.
  • Tıb: Verem hastalığında akciğerde açılan oyuk.

kelale / kelâle

  • Akrabalığı uzaktan olma.
  • Yorulma, tükenme.
  • Bıçak kör olma.

kelalet / kelâlet

  • Yorgunluk. Bitkinlik. Usançlık.
  • Bıçak ve kılıç gibi şeylerin kesmez olması.
  • Akrabalığı uzak olanlar. (Amcazâdeler topluluğu gibi).
  • Kör ve kesmez olan.

kelave

  • İpek veya iplik saracak çark.

kelil

  • Körleşmiş.
  • Az gören, donuk gören göz. Uzağı veya yakını iyi göremiyen göz. Miyop veya hipermetrop göz.
  • Kesmez olan âlet.
  • Çakal.
  • Yorulmuş kişi, yorgun kimse.

kelile / kelîle

  • Az gören, çakal.

kelime-i temcid / kelime-i temcîd

  • "Lâ havle velâ kuvvete illâ billah" sözü.ÊMânâsı; "Güç ve kuvvet ancak Allahü teâlâdandır" demektir.

kemal-i mahviyet / kemâl-i mahviyet

  • Tam mânâsıyla tevâzu içinde olma, alçak gönüllülük gösterme.

kemal-i mahviyet ve tevazu / kemâl-i mahviyet ve tevazu

  • Tam anlamıyla tevâzu ve alçakgönüllülük içinde olmak.

kemal-i tevazu / kemâl-i tevâzu

  • Tam ve kusursuz bir alçak gönüllülük.

kemal-i zuhur / kemâl-i zuhur

  • Son derece açık olma; gözlerin görme sınırını aşacak şiddette açık ve meydanda olma.

kemyab

  • Az bulunan. Nâdir. Bulunmayacak kadar az olan.

ken'

  • (Çoğulu: Kün'ân) Tilki eniği.
  • Cem'etmek, toplamak.
  • Yakın olmak.
  • Mülâyemet.
  • Alçaklık yapmak.
  • Firar, kaçmak.

kenar

  • Çevre, kıyı, Sâhil, deniz kıyısı. (Farsça)
  • Köşe, uç. (Farsça)
  • Son, nihâyet. (Farsça)
  • Çember. (Farsça)
  • Etrâfı çevrilen şey. (Farsça)
  • Kucaklama. Kucağa alma. (Farsça)

kenare

  • Kıyı, kenar. (Farsça)
  • Kucak. (Farsça)
  • Kasap çengeli. Kayış asılan çengel. (Farsça)

kenef / كنف

  • (Çoğulu: Eknâf) Yön, taraf.
  • Sığınılacak yer. Korunulacak mekân.
  • Tuvâlet, helâ, ayakyolu.
  • Çevre. (Arapça)
  • Sığınacak yer. (Arapça)

kenet

  • (Esâsı: Kinet) İki sert cismi birbirine bağlamak için çakılan iki ucu kıvrık madeni parça.

kerahet-i tenzihiyye / kerâhet-i tenzîhiyye

  • Yasak olmasına kuvvetli ve açık bir delil bulunmayan ancak yapılması iyi olmayan şeyler. Helâle yakın mekrûh.

kerim

  • Her şeyin iyisi, faydalısı. Kerem ile muttasıf olan, ihsan ve inayet sâhibi. Şerefli ve izzetli. Muhterem, cömert, müsamahakâr. (Kur'an-ı Kerim tâbirindeki kerim; muazzez, mükerrem mânâsınadır. Kur'an-ı Kerim'de bu kelime 27 defa geçer ve ancak iki defa Cenab-ı Hak hakkında kullanılmıştır.)

keşf

  • Açmak.
  • Olacak bir şeyi evvelden anlamak. Gizli kalmış bir şeyin Cenab-ı Hak tarafından birisine ilham olunması ile o gizli şeyin meydana çıkarılması.

keşfiyat-ı fenniye

  • Fen ve ilmin keşifleri. (Telefon, radyo, uçak gibi.)

kesir-i hakiki / kesîr-i hakikî

  • Gerçek çokluk; her şey bir olan Allah'a verilmezse çok ilâhlar olacaktır.

ketife

  • Hased.
  • Kapıya çakılan yassı büyük demir kilit.

keyd

  • Tuzak. Kötülük, hile.
  • Men'etmek.
  • Kusmak.
  • Çakmağın tezce ateşi çıkmayıp geçmek.
  • Cenk etmek, dövüşmek.
  • Karganın ötmesi.

kezaz

  • (Kezazet) Hadden tecavüz etmek, haddini aşmak.
  • Tıb: Nefes alamıyacak derecede mide dolgunluğu.

kibrit

  • Kükürt.
  • Kırmızı, yakut, altun.
  • Ucu kibritlenmiş yakacak madde.

kibrit-i ahmer

  • Kırmızı kibrit.
  • Cisimleri altun hâline koyacak derecede te'sirli olduğu söylenen şey. İksir.
  • Tas: Mürşid. Kıymeti çok yüksek olan.

kimad

  • Sıcak bez ile âzâyı kızdırmak.

kımat

  • Örtü, sargı. Sarılacak bez. Beşik bağırdağı.
  • Keserken koyunun ayağını bağlamada kullanılan ip.

kımcar

  • Bıçak kını.

kırab

  • Kılıç veya bıçak kını.

kitab-ı hikmet-i samedaniye / kitab-ı hikmet-i samedâniye

  • Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan ancak herşey Kendisine muhtaç olan Allah'ın hikmetlerle dolu kitabı, İlâhî amaç ve hikmetleri gösteren kitap.

kompleks

  • Bir anda kavranamıyacak şekilde çeşitli sebeblerden, unsurlardan meydana gelmiş. (Fransızca)
  • Basit olmayan. Mürekkep. (Fransızca)
  • İnsanların davranışlarına, ruh hâllerine yön veren birbirine bağlı şuuraltı hayallerinin bütünü. (Fransızca)

koy

  • Küçük körfez. Karanın içine girmiş, rüzgârdan saklı deniz parçası. Deniz koyuna benzer, çevresi mahfuz yer. Köşe, bucak.

kroki

  • Bir konu veya nesnenin başlıca özelliklerini yansıtacak biçimde hazırlanmış taslağı.

kubbere

  • (Çoğulu: Kubber-Kabbere) Turgay dedikleri küçük kuş.
  • Bacaksız, kısa boylu kimse.

kudret ve kader kalemi

  • Allah'ın olacak olayları olmadan önce bilip yazması, takdir etmesi ve kudretiyle yaratması.

kufai / kufaî

  • Burnu sıcaktan kavlar kızıl kimse.

küfye

  • Ancak geçinebilecek kadar olan yiyecek.

küllü atin karib / küllü âtin karîb

  • Gelecekte olacak her şey yakındır.

künc

  • (Günc) Köşe. Bucak. Bodrum. (Farsça)

kundak sokmak

  • Mc: Ara bozacak bir söz söylemek veya böyle bir harekette bulunmak.
  • Yangın çıkarmak.

kunzua

  • (Çoğulu: Kanâzı') Çakıl taşı.
  • Tıraş edilmiş başın üstünde bırakılan bir tutam saç.

küre

  • Toprak ocak. Mâdenci ocağı. (Farsça)

kürsi / kürsî

  • Oturulacak yüksekçe yer. Câmilerde vâizin, medreselerde müderrisin oturduğu yer.
  • Taht, serir. Erike. Koltuk.
  • Kaide.
  • Merkez.
  • Vazife.
  • Saltanat, kudret ve mülk.
  • Başkent, hükümet merkezi.
  • Mânevi makam.
  • Arş'ın altına bir semâ tabakas
  • Oturulacak yüksekçe yer, taht, makam.
  • Arş-ı a'lâ'nın altında bulunan, yer ve gökleri kuşatan alan.

kut

  • Yaşatacak gıda, rızık.
  • Kuvvetlendirmek.

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

kuta'

  • (Çoğulu: Kutâ-Kutevât) Atın arkalaşacak yeri.
  • Bağırtlak kuşu.

kutb-ul aktab

  • Kutubların başı. Hilafet-i mâneviye-i Muhammediye (A.S.M.). Velâyet-i mâneviye makamlarının en yükseği, nübüvvet-i Muhammediyeye (A.S.M.) veraset makamı olup, bu makama ancak Cenâb-ı Hakkın bir atiyyesi olarak nâil olunur. Bu makamda bulunan zât, Hakikat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) mazharı ve Esmâ-i İ

küvr

  • (Çoğulu: Ekvâr-Ekvür-Kirân) Deve palanı.
  • İz.
  • Ateş yakacak yer.
  • Arı kovanı.

küvre

  • (Çoğulu: Küvr-Kirân) Ateş yakacak yer.
  • Düz nâhiye.
  • şehir.

kuvvet-üz zahr

  • Arka veren kuvvet. Yardımcı, imdadcı kuvvet. Geriden gelen yardımcı.
  • İcabında arkadan yardımcı olacak asker kuvveti. İmdâda hazır asker.

lafz-ı müfesser

  • Huk: Tahsis ve te'vile ihtimâl bırakmıyacak derecede açık olan sözdür ki, onunla amel vâcib olur.

lafz-ı zahir / lafz-ı zâhir

  • İbaresi işitilmekle ancak bilinen, yâni söyleyenin maksadı düşünülmeye muhtaç olmadan derhal mânâsı anlaşılan sözdür. Bunun zıddına hafi denir.

lagm

  • İnanmayacak söz söylemek.
  • Bulaşmak.

lahavle / lâhavle

  • (Lâhavle ve lâkuvvete illâ billâhil-aliyyil azim" cümlesinin kısaltılmışı ki, "Kuvvet ve kudret ancak Cenab-ı Allah'tadır." meâlinde olup bir belâ ve tehlike esnasında veya sabrın tükendiğini açıklamak için söylenir.

lahd

  • Kabir kazıldıktan sonra, kabrin taban sathından kıble cihetine kabir boyunca, içine ölü sığacak kadar genişlik ve derinlikte kazılan yer.

lahis

  • Susuzluk veya sıcaktan dolayı dilini çıkararak soluyan köpek.

lahn-ı hafi / lahn-ı hafî

  • Gizli hatâ olup, ancak tecvîd ilmi ile uğraşanlar bilir.

lahza

  • Göz açıp kapayacak kadar kısa zaman. Bir an. En kısa zaman. Göz ucu ile bir bakış. Zaman.

lakin / lâkin / لكن

  • Amma. Fakat. Ancak. şu kadar var ki.
  • Ancak, ne var ki. (Arapça)

lane-i nermin / lâne-i nermin

  • Sıcak ve yumuşak yuva.

laş

  • Hakir ve aşağılık kimse. Adi, zelil, itibarsız ve alçak kişi. (Farsça)
  • Çapul, yağma. (Farsça)

laübali / lâübâlî

  • Başkalarıyla saygısızlığa varacak şekilde senlibenli; çekinmesi ve sakınması olmayan.

layuad

  • Sayısız, sayılamayacak kadar çok.

lazım-ı zati / lâzım-ı zâtî

  • Birşeyin bizzat kendisinde zorunlu olarak bulunan ve ondan ayrılması düşünülemeyen şey; meselâ, sıcaklık ateşin lâzım-ı zâtîsidir.

lazıme-i zaruriye-i naşie-i zatiye / lâzıme-i zâruriye-i nâşie-i zâtiye

  • Bizzat kendi zâtında var olan ve zâtından başka hiçbirşeyden kaynaklanmamış olan, bizzat kendisinde zorunlu olarak bulunan ve ondan ayrılması düşünülemeyen şey; meselâ "Sıcaklık, ateşin bizzat kendisinden kaynaklanan ayrılmaz zorunlu bir özelliğidir." denilebilir.

leamet

  • Alçaklık, âdilik, zillet, denaet, aşağılık.

lebriz

  • Taşacak kadar. Ağıza kadar. Taşkın. (Farsça)

lecz

  • Köpeğin kab kacak yalaması.

lehv

  • Eğlence. Âhirette faydası olacak şeylerden alıkoyan her şey.

leim / leîm / لئيم

  • Alçak, deni, rezil, zelil, levm edilen. Cimri.
  • Mayası bozuk ve kötü.
  • Alçak, kötü.
  • Alçak. (Arapça)

leiman

  • (Tekili: Leim) Alçak, zelil ve aşağılık kimseler. Pinti ve cimri insanlar.

leimane / leîmâne / لئيمانه

  • Alçakça. Zelilane bir tarzda.
  • Alçakça. (Arapça - Farsça)

lem'a

  • (Çoğulu: Lemâat) Parlamak. Şimşek gibi çakmak. Güneş ve yıldız gibi parlamak.
  • El ile veya elbise gibi bir şeyle işaret etmek.

lemehat

  • (Tekili: Lemha) Bir defa göz atmalar.
  • Parıltılar, çakmalar.

lemha

  • Bir göz atmak.
  • Şimşeğin bir defa çakışı.

letm

  • Davarın boğazlanacak yerine bıçak çalmak.

leüm

  • (Çoğulu: Liâm) Aslı alçak yaramaz kişi.

levh

  • Görünen ibretli manzara.
  • Üzerinde yazı veya şekil çizilebilir düzlük.
  • Seyredilen yerin çizili sureti.
  • Ayet, hadis veya büyüklerin ders verici sözleri. Yazılı şey.
  • Şimşek çakmak.
  • Susamak.
  • Zâhir olmak.
  • Çalıp almak.

levh-i ezeli / levh-i ezelî / لَوْحِ اَزَل۪ي

  • Olmuş ve olacak her şeyin üzerinde yazılı olduğu ezeli levha.
  • Olacak herşeyi Allahın ezelden bilerek yazdığı kader levhası.

levh-i kaza / levh-i kazâ

  • Kazâ levhası; olmuş ve olacak şeylerin Allah'ın ilmindeki varlıkları.

levh-i kaza ve kader / levh-i kazâ ve kader

  • Allah tarafından olacak bütün olayların belirlendiği ve yazıldığı Kazâ ve Kader Levhası.
  • Kader ve kazanın levhası, yani: Olmuş ve olacak her bir şeyin ilm-i İlâhîdeki vücudları; yani, ilmen mevcudiyyetleri.

levh-i mahv ve isbat

  • Bir tabirdir. Levh: Görünen ve ibret verici bir vaziyeti ifade eder. Mahv ise; o vaziyetin birden ortadan kalkması, mahvolmasını ifade eder. Gökyüzü bulutlarla kaplı, şimşek çakar, yağmur yağar bir levha halinde iken birden hava açılır, hiç bir şey yokmuş gibi, eski manzarayı mahvolmuş hâlde görürüz

levha

  • Üzerinde yazı veya resim bulunan, duvara asılacak kâğıt.
  • Bir sayfanın üzerindeki kalın yazı.

levha-i temaşa / levha-i temâşâ

  • Bakılacak, seyredilecek tablo.

levhimahfuz / levhimahfûz

  • Olmuş ve olacaklarla ilgili bütün bilgilerin yazılı bulunduğu kader levhası.

levme

  • Kınanmaya ve çekiştirilmeğe sebep olacak şey.

leyyin-ül canib / leyyin-ül cânib

  • Görüşülmesi kolay, mütevâzi, kibirsiz kimse. Kanı sıcak insan.

liam

  • (Tekili: Leim) Alçak, aşağılık ve zelil kimseler. Pinti ve cimri insanlar.

lihaf

  • (Çoğulu: Lühuf) Örtünecek ve sarınılacak şey.
  • Yorgan. Sargı.
  • Kabuk, zar.

lik / lîk / ليك

  • Lâkin, amma, ancak, fakat. (Farsça)
  • Ama ancak. (Farsça)

liva / livâ / لوا

  • Bayrak. Sancak.
  • Eskiden kazadan büyük, vilâyetten küçük yerleşme merkezlerine denirdi. Tugay.
  • Hz. Peygambere (A.S.M.) âit sancak.
  • Sancak.
  • Sancak.
  • Sancak, bayrak. (Arapça)

liva-i hamd / livâ-i hamd

  • Hamd (şükür) sancağı. Kıyâmet gününde, canlılar dirilip, Arasat meydanında toplanınca, Allahü teâlâ tarafından Peygamber efendimize ihsân edilecek olan ve altında bütün inananların toplanacağı sancak-ı şerîf.

liva-ül hamd

  • Hz. Peygamber'in (A.S.M.) bayrağı. Ona inananlar kıyâmetten sonra bu bayrağın altında toplanacaklardır.

livae

  • Sancak, âlem.

livaü'l-hamd / livâü'l-hamd

  • Hz. Peygamber'in (a.s.m.) sancağı, kıyametten sonra Müslümanların altında toplanacakları sancak.

livaü'l-hamd-i ahmedi / livâü'l-hamd-i ahmedî

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) bayrağı, kıyametten sonra Müslümanların altında toplanacakları sancak.

lu'bet / لعبت

  • Oynayan veya oynatılan şey. Oyuncak.
  • Herkesi hayrette bırakıp şaşırtacak şey.
  • Oyuncak. (Arapça)

lükk

  • Nar ağacına benzer bir hindi ağacının zamkı.
  • Kılıç ve bıçak saplarını berkitmekte kullanılan meşhur bir nesne.

lütre

  • Ancak konuşanların anlıyabileceği, başkalarının anlıyamıyacağı şekilde görüşülen uydurma dil, kuşdili. (Farsça)
  • Boşboğaz. (Farsça)

lüzum-u zati-i tabii / lüzum-u zâti-i tabiî

  • Birşeyin bizzat kendisinde zorunlu olarak doğal bir şekilde bulunan ve ondan ayrılması düşünülemeyen şey; meselâ tam olmasa da "Ateşin lüzum-u zâti-i tabiîsi sıcaklıktır." denilebilir.

ma'bud-u zişan / ma'bûd-u zîşan

  • Yüce şân sahibi mabut; ancak kendisine ibadet edilen yüce şân sahibi Zât, Allah.

ma'budiyyet

  • Mâbud oluş. Kendine ibâdet edilmeğe lâyık olan, ki bu sıfat ancak Allah'a mahsustur. Uluhiyyet.

ma'dil

  • Sapılacak yer. Ma'dul.

ma'kal

  • (Çoğulu: Meâkıl) Sığınacak ve saklanacak yer.
  • Kale.

ma'kıl

  • Melce'. Sığınacak yer.

ma'kulat

  • (Tekili: Ma'kul) Aklın uygun bulduğu, ancak akıl ile bilinir ve nakle müstenid olmayan meseleler ve ilimler.

ma'mean

  • Çok fazla sıcaklık.

ma'rec

  • Çıkacak yer, merdiven.

ma'tab

  • (Çoğulu: Meâtıb) Helâk olacak yer.

ma'yubat

  • (Tekili: Ma'yube) Ayıplanacak şeyler. Eksiklikler, noksanlıklar, kusurlar.

maab

  • Ayıp, eksiklik.
  • Ayıp şey, utanılacak nesne, ayıp yeri.

maad

  • Dönüp gidilecek yer.
  • Ahiret.
  • Dönüş, geri gidiş.
  • Dünya'dan sonraki hayat.
  • Gaye, amaç, ulaşılacak yer.

maak

  • Meslek, mezheb.
  • Sığınacak yer.

maakıl

  • (Tekili: Ma'kıl, Ma'kale ve Ma'kule) Sığınacak yerler.
  • Kan pahaları.

maar

  • Ar ve hayâya sebep olacak şeyler.

maatıf

  • (Tekili: Ma'tıf ve Mı'taf) Gözlenilecek veya bakılacak yerler.

maaz

  • Sığınacak yer. Penah.

madalya

  • İtl. Büyük işlerde muvaffak olanlara veya büyük fedakârlık ve kahramanlık gösterenlere hediye ve hatıra olarak verilen ve çok defa yuvarlak biçimde, göğüse takılacak şekilde olan kıymetli madeni parça.

madreb

  • (Çoğulu: Madarib) Darb edilecek, vurulacak yer.
  • Kakma, çakma yeri.

magasil

  • (Tekili: Magsel ve Magsil) Gusülhâneler, yıkanılacak yerler.

mahamil

  • Deve üzerine konan oturulacak sepetler. Mahmiller.
  • Kılınç bağ askıları.
  • İhtimâller.

maharic

  • Çıkacak yerler. Huruc edecek yerler.

mahatt

  • Konak, menzil. Yolculuk esnâsında inilip durulacak yer.

mahaz

  • Su akacak yer.
  • Tıb: Doğum ağrısı. Doğum esnalarında gelen sancı.

mahazir

  • (Tekili: Mahzur) Korkulacak ve sakınılacak şeyler. Maniler, engeller.

mahba

  • (Çoğulu: Mehâbi) Elbise saklayacak mevzi. Kiler.

mahcah

  • Lâyık olacak mevzi.

mahçe

  • Minare, kubbe, sancak gibi şeylerin başına konulan hilâl. (Farsça)

mahdem

  • Baldırın köstek takacak yeri.

mahfil

  • (Çoğulu: Mahâfil) Toplanılacak yer. Toplantı ve görüşme yeri.
  • Büyük câmilerde eskiden pâdişahlara veya müezzinlere ayrılmış olan etrâfı parmaklıklarla çevrilmiş yüksekçe yer.

mahis / mahîs

  • Kaçacak yer. Kaçamak.
  • Kurtulmak.

mahkeme-i kübra / mahkeme-i kübrâ

  • Âhirette Allah huzurunda kurulacak büyük mahkeme.
  • Öldükten sonra âhirette Allah'ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme.

mahkeme-i kübra-yı haşr / mahkeme-i kübrâ-yı haşr

  • Öldükten sonra âhirette Allah'ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme.

mahlas

  • Nâm. Lâkab. Bazı muharrirlerde olduğu gibi, isme ilâve edilen başka bir isim.
  • Halâs olacak, kurtulacak yer.
  • Kurtulacak yer.
  • Bir kimsenin takma adı, mahlası.

mahleb

  • Bal.
  • Süt sağacak kap.
  • Bir cins ot.

mahnak

  • Boğazın boğacak yeri.

mahrec

  • Çıkacak yer.
  • Ses ve harflerin ağızdan çıktıkları yer.
  • Mat: Bayağı kesirde çizginin altındaki sayı. (Payda)
  • Hususi bir meslek için adam yetiştirmeğe mahsus mekteb ve dâire. (Meselâ: Mekteb-i fünun-u harbiye zâbit mahrecidir.)
  • Tarik-i ilmiyede büyük bir pâyeye v
  • Dışarı çıkacak, çıkılacak kapı.
  • Ağızdan harflerin çıktığı yer.

mahrek

  • (Mahrak) Yakılacak yer. Bir şeyin yandığı yer.

mahrukat

  • Yakılacak madde. Yanan şeyler.

mahrukàt / mahrûkàt

  • Odun kömür gibi yakılacak şeyler.

mahrukat / mahrûkat / محروقات

  • Yakacak. (Arapça)

mahşer / مَحْشَرْ

  • Haşr olunacak, toplanılacak yer. Kıyâmet gününde bütün mahlûkâtın (bütün canlıların) yeniden dirildikten sonra hesap için toplanacakları yer. Arasat Meydanı, Mevkıf.
  • Ölülerin dirilip toplanacakları yer.
  • Ölülerin diriltilerek toplanacakları yer.

mahtab

  • (Çoğulu: Mehâtıb) Odun yığacak yer, odunluk.

mahv u nabud / mahv u nâbud

  • Hiçbir izi kalmayacak şekilde yok olma.

mahviyet / مَحْوِيَتْ

  • Tevazu, alçakgönüllülük.
  • Alçak gönüllülük, nefsine kıymet vermeme.

mahviyetkar / mahviyetkâr

  • Alçakgönüllü.

mahviyetkarane / mahviyetkârâne

  • Alçakgönüllülükle.

mahviyyet

  • Alçak gönüllülük. Tevâzu. Kendi kusurunu bilip kendine haddinden fazla kıymet vermemek. Tevâzu içinde olmak.

mahza

  • Ancak. Yalnız. Tek.
  • Sâde. Hâlis. Katıksız. Tam.

mahzan

  • Ancak. Yalnız. Sadece. Tek.

mahzen

  • Hazine ve define gibi şeyleri koyacak yer.
  • Erzak yeri.
  • Bodrum. Yeraltı.
  • Yalnız, ancak, tek.

mahzur

  • Sakınılacak, korkulacak şey, engel, sakınca.
  • Hazer edilecek şey. Özür. Korkulacak şey. Müsaade olmayan. Mâni. Çekinilecek şey.

mahzurat

  • Hazer edilip korunulacak şeyler. Yasak olanlar. Engeller.

mak'ad

  • Oturulacak yer. Minder.
  • Oturulduğunda bedene temel olan âzâ. Kıç.

makam

  • Durulacak yer.
  • Rütbeli yer.
  • Câh. Mesned. Mansab.
  • Musikide usul. Tempo.
  • Durulan, durulacak yer.
  • Memuriyet, memurluk yeri.

makarr

  • Durulan yer, karargâh,ocak, merkez, başkent, payitaht.

makarr-ı ebedi / makarr-ı ebedî

  • Sonsuza kadar kalınacak yer.

makbah

  • (Çoğulu: Mekâbih) Çirkin olmak. Çirkin olacak yer.

makes / معكس

  • Yansıma yeri. (Arapça)
  • Makes bulmak: Yansımak, yansıyacak yer bulmak. (Arapça)
  • Makes olmak: Yansıtmak, yansıma yeri olmak. (Arapça)

makil / makîl

  • Öğle uykusuna yatılacak yer. Kaylule yeri. Rahat edecek yer. Kuşluk uykusu.

maklete

  • Helâk olacak yer.

makmene

  • Lâyık ve münâsip olacak yer.

makna'

  • Kanaat edip râzı olacak yer.
  • Şâhid, adâlet şâhidi.

maksim

  • (Çoğulu: Makasim) Taksim edilecek, dağıtılacak yer.
  • Suyun kollara ayrılma yeri. Masluk, savak.

makye

  • Duracak yer, konak yeri.

malanihaye

  • Sonsuz, nihâyetsiz. Uçsuz bucaksız.

malumat-ı yakiniye / malûmat-ı yakîniye

  • Şüpheye yer bırakmayacak derecede kesin olarak bilinen şeyler.

mamelek

  • Elinde bulunan şeyler, sâhib olduğu şeyler. Nesi var ise, hepsi.
  • Huk: Bir şahsın alacak ve borçlarının hepsi.

manzure

  • Belâ, musibet, felâket, âfet.
  • Noksan ve kusuru olan, ayıplanacak kadın.

marziyat

  • Razı olunacak şeyler. Allah'ın rızasına dair olanlar.

mas'ad

  • (Çoğulu: Masâid) Yukarı çıkılacak yer. Suud yeri.

masaid

  • (Tekili: Mas'ad) Yukarı çıkacak yerler.

masaif

  • (Tekili: Masif) Sayfiyeler, yazlıklar. Yaz mevsiminde oturulacak yerler.

masam

  • Duracak yer.

masame

  • Duracak yer.

masan

  • Eşya saklanacak yer.

masbah

  • Doğacak zaman ve yer.

mashub

  • (Çoğulu: Mesâhib) Beraber alınıp götürülmüş. Kucaklanmış.

masif

  • (Çoğulu: Mesâif) (Sayf. dan) Yazlık. Yazın oturulacak yer. Sayfiye yeri.

masir / masîr

  • (Çoğulu: Masâyi) (Sayruret. den) Sürüp giden.
  • Karargâh.
  • Suyun aktığı yer.
  • Rücu etmek, dönüp gitmek.
  • Dönüp varılacak yer.

masna'

  • (Masnaa) Su mahzeni. Sarnıç.
  • Şimdiki Arapçada: Fabrika.
  • Bucak, köşe.

masyef

  • (Çoğulu: Mesâyıf) Yaz gününde oturulacak yer.
  • Su yolunun eğri büğrü yeri.

mataf

  • (Çoğulu: Matâif) (Tavâf. dan) Tavâf edilecek, etrâfı ziyaret edilip dolaşılacak yer.

mataif

  • (Tekili: Matâf) (Tavaf. dan) Tavaf edilecek, etrâfı ziyaret edilip dolaşılacak yerler.

matla'

  • Doğacak yer, güneş vasair yıldızların doğması, kaside veya gazelin ilk beyti.

matlab

  • İstek, istenilen şey.
  • Hallolunacak mesele. Mebhas.
  • Kaziye.

matlub / مطلوب

  • İstek, istenilen şey.
  • Alacak. Ödünç verilmiş.
  • İstenilen, aranan. (Arapça)
  • Alacak. (Arapça)

matlub-ı hakiki / matlûb-ı hakîkî

  • Gerçekte taleb olunacak, kavuşmak istenilecek ve gönül bağlanacak olan Allahü teâlâ. Hakîkî Matlûb.

matlubat

  • (Tekili: Matlub) İstenilen, talebedilen ve aranılan şeyler.
  • Alacaklar. Ödünç olarak verilmiş olan şeyler.

matrah

  • (Çoğulu: Matârih) (Tarh. dan) Mahal, yer.
  • Tarh olunacak şey, tarh edilecek nesne.
  • Bir şey atılan yer.

maun / mâun

  • Malın zekatı.
  • Kendisinden faydalanılacak şey, eve gerekli olan şeyler.

mazacir

  • (Tekili: Mazcer) Gönül daralacak ve sıkıntılı yerler.

mazanne-i su'

  • Kendisinden ancak kötülük beklenen kimse.

mazca'

  • (Madca) Yatılacak yer. Mezar, kabir.

mazcer

  • (Çoğulu: Mazâcir) Gönül daralacak ve sıkıntılı yerler.

mazreb

  • Vuracak yer.
  • İlikli kemik.

me'bele

  • Deve duracak yer.
  • Devesi çok olan yer.

me'cuc / me'cûc

  • Çok eski zamanlarda, bir duvar arkasında bırakılmış, kıyâmete yakın, yeryüzüne yayılacak olan Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes'in soyundan gelecek olan kötü bir millet. Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları çok büyük, boyları kısadır.

me'kele

  • (Çoğulu: Meâkil) Yenilecek, eklolunacak şey.

me'va

  • Mekân. Varılacak yer. Mesken.
  • Sığınacak yer.

me'zene

  • (Çoğulu: Meâzin) (Ezan. dan) Ezan okunacak yer.

me'zer

  • (Çoğulu: Meâzir) Sığınacak yer, melce.

meab

  • Dönülecek yer. Sığınılacak yer. Melce'.

mead / meâd

  • Varılacak yer, âhiret.

meal / meâl

  • (Geri dönmek ve rücu eylemek. den) Meydana gelen netice. Mefhum.
  • Mânası. Kısaca mânası.
  • Kaymak.
  • Husul yeri, peyda olunacak yer.
  • Son, sonuç.

mear

  • Arlanacak, utandıracak şey.

mearic

  • (Tekili: Mi'rac) Mi'raclar. Merdivenler. Çıkılacak yerler.
  • Çıkılacak yerler.

mebde' ve mead / mebde' ve meâd

  • Başlangıç ve sonuç, dünyâ ve âhiret; mahlûkların (yaratılmışların) nereden ve nasıl vücûda geldiği, onları kimin yarattığı, yaratılış hikmetleri, sonunda ne olacakları ve ölümden sonraki hâlleri.

mebit

  • (Beyt. den) Geceleyin kalınacak yer. Geceliyecek yer.

mebyet

  • Geceliyecek yer. Gece vakti kalınacak yer.

mecazen

  • Mecâzî olarak; bir sözü gerçek anlamı dışında başka bir mânâyı anlatacak şekilde kullanma.

mecdere

  • Lâyık olacak mekân.

meclis

  • Oturulacak, toplanılacak yer.
  • Görüşülecek bir mes'ele için bir araya gelmiş insan topluluğu.
  • Devlet işlerini görüşmek üzere Millet Vekillerinin toplandıkları büyük bina.

mecma'

  • Toplanılacak yer. Kavuşulan yer.

mecma-ı aher / mecma-ı âher

  • Başka bir toplanma yeri, öldükten sonra âhirette toplanılacak olan mahşer yeri.

meczir

  • (Çoğulu: Mecâzir) Deve boğazlayacak yer.

medaci'

  • Yatacak yerler.

medafin

  • (Tekili: Medfen) Mezarlar, kabirler. Gömülecek, defnolunulacak yerler.

medar-ı sıdk ve kizb

  • Doğruluk ve yalana zemin oluşturacak şey.

mededcuyane

  • Medet isteyene, yardım arayana yakışacak surette. (Farsça)

meder

  • Tezek, toprak tezeği.
  • Çakıl. Kuru çamur. Kuru balçık.
  • Köy, mahalle.
  • Çakıl taşı.
  • Çakıl taşı.

medhal

  • Girilecek taraf. Dahil olacak yer.
  • Giriş. Esere başlangıç. Önsöz. Mukaddeme.

medhaza

  • (Çoğulu: Medâhız) Ayak kayacak yer.

medhul

  • (Dahl. den) Ayıplanacak kusuru olan.
  • Dile düşmüş.
  • Kendisine birşey girmiş olan.

medine-i fazilet-i eflatuniye / medine-i fazilet-i eflâtuniye

  • Eflâtun'un faziletli şehri; Eflâtun'un felsefesinde tarif ettiği, ancak hayalde mümkün olabilen fazilet şehri.

mef'ul-ü mukadder

  • Lâfız olarak metinde yer almayan, ancak sözün gelişiyle belirlenen nesne, tümleç.

meferr

  • Kaçılacak yer.

mefis / mefîs

  • Kaçacak yer.

mefkad

  • Kaybolacak yer.

mefsah

  • Geniş olacak yer.
  • Bozma.
  • Feshedecek, bozacak yer.

mefza'

  • Korku. Korku yeri.
  • Sığınacak yer.

meger

  • Meğer, halbuki, ancak, oysa ki, şu kadar ki. (Farsça)

meharic

  • (Tekili: Mahrec) Mahreçler. Dışarı çıkacak şeyler.

mehaz

  • Su akacak yer, su mecrası.
  • Gebe kadının ağrısının tutması.
  • Gebe deve.

mehdi / mehdî

  • Kıyâmete yakın geleceği, Peygamber efendimiz tarafından haber verilen ve İslâmiyet'i ve adâleti yeryüzüne hâkim kılacak olan mübârek zât.

mehreb

  • Sığınılacak yer.
  • Ürküp kaçma.

mein

  • Ağlanacak ve inlenecek yer.

mekteb

  • (Çoğulu: Mekâtib) Yazı yazacak yer.
  • Okul.

mel'abe

  • (La'b. dan) Oyun. Eğlence vasıtası. Oyuncak.

mela

  • (Çoğulu: Emlâ) Ova, sahra.
  • Vakit.
  • Sıcak kül.

melabe / ملعبه

  • Oyuncak. (Arapça)

melaci'

  • (Tekili: Melce) İlticâ edilecek ve sığınılacak yerler.

melahif

  • (Tekili: Milhaf ve Milhafe) Sarınacak veya bürünecek şeyler. Yorganlar.

melaib

  • (Tekili: Mel'ab-Mel'abe) Oyuncaklar. Oyun oynanacak yerler.

melas

  • Saracak ve dürecek yer.

melaz

  • Sığınılacak yer. Melce'.

melce / ملجأ

  • Sığınak, sığınacak yer. (Arapça)

melce' / ملجأ / مَلْجَأْ

  • Sığınacak yer, sığınak.
  • Sığınılacak yer. Halas olacak, kurtulacak yer.
  • Sığınacak yer.
  • Sığınılacak yer.

meleka

  • Düz kayacak nesne.

melhed

  • Kabrin çukur açılacak yeri.

melil / melîl

  • Kül içinde pişirilen ekmek.
  • Hararet, sıcaklık.
  • Üzgün, kederli. Melul.

memalik-i harre / memalik-i hârre / memâlik-i harre

  • Sıcak memleketler. İklimi çok sıcak olan mıntıkalar.
  • Sıcak memleketler.

menahe

  • (Çoğulu: Menâih) (Nevha. dan) Ölü için ağlanacak yer. Mâtemhâne.

menahil

  • (Tekili: Menhel) Durak yerleri. Durulacak sulak yerler.
  • Hayvan sulanan yerler.

menahir

  • (Tekili: Menhar) Hayvan kesilecek yerler. Hayvan boğazlıyacak yerler. Mezbahaneler.

menaih

  • (Tekili: Menâhe) Ölü için ağlanacak yerler. Mâtemhâneler.

menam / menâm

  • Uyku. Uyku zamanı.
  • Rüya. Düş.
  • Uyunacak yer, yatak odası.
  • Uyunacak yer, yatak odası.
  • Uyku, düş, rüya.

menas

  • Sığınacak yer. Melce'. Penah.
  • Deprenmek.
  • Fevt.

menat

  • Dönecek yer, merci'.
  • İlişip asacak yer.

menber

  • (Çoğulu: Menâbir) Yüksek olacak yer.

mence

  • (Mencâ) Kurtulacak yer. Necat bulacak yer.
  • Necat bulma. Kurtulma.
  • Kurtaracak yer.

mencuk

  • Bayrak direkleri ve minâre başına takılan küçük ay. (Farsça)
  • Sancak, bayrak. (Farsça)
  • Şemsiye. (Farsça)

mendeme

  • Pişman olma. Nedâmet etmek.
  • Pişman olacak yer.

menfer

  • Geri kaçılacak yer. Nefret edilecek, sevilmeyecek yer.

menfes

  • (Nefes. den) Nefes deliği. Nefes alacak yer.

menfi / menfî

  • Müsbetin zıddı. Müsbet olmayan.
  • Nefyedilmiş, sürgün edilmiş. Sürgün.
  • Bir şeyin olmayacak cihetini düşünen.
  • Hakikatın aksini iddia eden.
  • Gr: Başında nefiy edatı bulunan kelime veya cümle.
  • Nâkıs. Negatif, olumsuz.

menhel

  • (Çoğulu: Menâhil) Hayvan sulanan yer.
  • Menzil, durak. Konaklanacak yer.

menkab

  • (Çoğulu: Menâkıb) Dağ arasında olan yol.
  • Dar yol.
  • Güzel hareket ve fiil.
  • Delik açılacak yer.

menşar

  • Yayıp dağıtacak yer.
  • Öldükten sonra dirilecek yer.

mensıb

  • (Çoğulu: Menâsıb) Demir sayacak.
  • Asıl.
  • Mertebe, derece.

mensic

  • (Çoğulu: Menâsic) Bez dokuyacak yer.
  • Boyun ile kürek arası.

mentec

  • Doğuracak vakit.

menzil

  • İnilen yer. Konulacak yer.
  • Yer. Dünya. Ev.
  • Mesafe.

meraci'

  • (Tekili: Merci) Rücu edilecek ve dönülecek yerler.
  • Mürâcaat edilerek başvurulacak kimse veya yerler.

merbaa

  • Dört bucaklı.
  • Dört katlı.

merbat

  • Davar bağlayacak yer. Ahır, ağıl.
  • Manastır.
  • Tekke.

mercan

  • Denizde geniş resif meydana getiren ve mercanlar takımının örneği olan hayvan ve bunun kalkerli yatağından çıkarılan çoğu kırmızı renkte ve ince dal şeklinde bir madde. Bu madde boncuk gibi süs eşyası olarak kullanılır. Mercanlar ancak 40 metre kadar derinlikte yaşayabilirler.

merci / mercî

  • Dönülecek yer.
  • Müracaat olunacak, baş vurulacak yer kimse.
  • Başvurulacak, sığınılacak yer.
  • Makam, dönülecek yer, başvurulacak yer, kaynak, makam.

merci'

  • Merkez. Kaynak. Baş vurulacak yer. Müracaat edilecek yer. Dönülecek yer. Sığınılacak yer.
  • Söylenen sözün kendine fayda verdiği kimse.

merci-i hakiki / merci-i hakikî

  • Gerçek başvurulacak, sığınılacak yer.

merciiyet / mercîiyet

  • Müracaat yeri olma; sığınılacak yer, makam hâlinde olma.
  • Başvurulacak makam olma özelliği, kaynaklık.

mergam

  • (Çoğulu: Merâgım) Girecek ve kaçacak yer.

merhaz

  • (Çoğulu: Merâhiz) Don yıkayacak yer.
  • Abdest alacak yer.

merheb

  • (Çoğulu: Merahib) Kaçacak yer.

merkad

  • Uyku yeri. Yatacak yer.
  • Mezar, kabir.

mermaz

  • (Çoğulu: Merâmız) Harâretinden, üzerindeki yanacak gibi olan kumluk yer.

mertebe-i nariye / mertebe-i nâriye

  • Yakıcılık, sıcaklık derecesi.

mertebe-i uzma-yı tevhid / mertebe-i uzmâ-yı tevhid

  • Tevhid hakikatlerine ulaşmada varılacak olan en büyük mertebe.

mes'adet

  • Bahtiyarlık. Saadete sebeb olacak haslet. İyilik.

mesakin

  • Meskenler. Oturacak yerler.

mesam

  • (Mesâmet) Duracak yer.

meşamm

  • (şemm. den) Koku alacak yer. Burun. Geniz.

meşarit

  • (Tekili: Mişrat) Keskin bıçaklar. Ameliyatta kullanılan keskin hekim bıçakları.

meşati / meşatî

  • (Tekili: Meştâ) Kışlıklar. Kış mevsiminde barınılacak yerler.

mesbah

  • Doğacak yer ve zaman. Tulu' edecek yer. Tulu' edecek vakit.

meşhed

  • Bir kimsenin şehid düştüğü yer. Şehidlerin mezarlığı olan yer.
  • İnsanların cemaat olarak hazır olacakları yer.
  • Şehâdet yeri. Hz. Hüseyinin (R.A.) Kerbelâdaki şehid düştüğü yer.
  • İranda bir şehir adı.

meshele

  • Yumuşak yer.
  • Alçak yer.

mesil

  • Su yatağı. Suyun akacak olduğu yer, boru.

meşka

  • Fark edip ayıracak yer.

meskab

  • Yakın olacak yer.

mesken

  • Oturulacak yer, oturulan ev.
  • Ev. Sâkin olunacak yer. Hâne.

mesken-i ebedi / mesken-i ebedî

  • Sonsuza dek kalınacak yer.

meskene

  • Tevazu etmek, alçakgönüllülük göstermek.

meskeniyet

  • Mesken oluş. Sâkin olup durulacak yer olmak.

meslah

  • (Çoğulu: Mesâlih) Tulu decek yer, doğacak yer.
  • Bir şey gözetecek yüksek yer.

mesmel

  • Sığınacak yer.

mesned

  • Dayanacak yer, nokta.
  • Mertebe. Makam.
  • Destek.

mesnun

  • Sünnet olan. Sünnet olmuş olan.
  • Âdet edilen şey.
  • Bilenmiş bıçak.
  • Üzerinden ömürler geçmiş olan.
  • Şekillendirilmiş.
  • Kalıba dökülmüş.
  • Kokusu değişmiş.

mesrat

  • Çok olmak. Çok olacak yer.

meşreka

  • Güneşte oturacak yer.

meşrık

  • Güneş doğacak cihet. Gündoğusu. Doğu. Şark ciheti.
  • Şems-âbâd, güneşi bol yer. Kış vakti ısınmak için güneşe karşı oturacak yer.
  • Tövbe kapısının adı.

meşta

  • (Çoğulu: Meşâti) (Şitâ. dan) Kış mevsiminde barınılacak yer. Kışlık otlak, kışla.

meta

  • Satılacak mal, eşya.
  • Sermaye.

metali

  • Doğacak yerler.
  • Güneş ay ve yıldızların doğdukları yerler.

mev'il

  • Sığınacak yer.
  • Sel suyunun karar kıldığı yer.

mev'iza

  • Mev'ize. Öğüt. Nasihat.
  • Bir cemaate veya kimseye kalbini yumuşatacak ve iyiliğe sevkedecek surette hakikatları ders vermek.

mevadd-ı süfliye

  • Alçak ve basit maddeler.

mevaki'

  • Mevkiler. Duracak yerler.

mevakıf

  • Durulacak yerler. Vakıflar. Durak yerleri.

mevarid

  • Gelecek yerler. Varacak yerler. Caddeler, yollar. Bir yere vasıl olacak yollar.

mevat arazi / mevât arâzi

  • Ölü arâzi. Bir kimsenin mülkünde bulunmayan, mer'a, baltalık ve harman yeri olarak kimseye verilmemiş olan ve gür sesli bir kimsenin köy ve kasaba evlerinin son bulduğu yerden bağırıp sesi duyulmayacak derecede köy ve kasabadan uzak yâni tahmînen yarım saatlik uzaklıkta olan dağlık, taşlık, kıraç, o

mevbil

  • Kaba büyük sopa.
  • Bir kucak odun.

mevkıf

  • Durak. Durulacak yer. Ayakta duracak yer. İstasyon.
  • Durak, durulacak yer; kıyâmette ölülerin diriltildikten sonra toplanacakları yer; Arasât meydanı, mahşer yeri.

mevsil

  • (Vusul. den) Kavşak. Kavuşacak yer.
  • Ek yeri.

mevzi / mevzî

  • Bir şey konulacak yer.

mevzi'

  • Bir şey konulacak yer.

meydan-ı haşir

  • Haşir meydanı; öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip hesap vermek için toplanılacak olan meydan.

meyelan-ı muhabbet / meyelân-ı muhabbet

  • Sevgiyi ortaya çıkaracak meyil ve eğilimler.

mezak

  • Tatmak.
  • Zevk tadacak yer. Damak.
  • Zevk. Tat duyma.

mezalik

  • (Tekili: Mezlaka) Kaygan yerler. Ayak kayacak yerler.

mezari'

  • (Tekili: Mezraa) Tarlalar, bostanlar. Zirâat olunacak yerler.

mezbele

  • (Çoğulu: Mezâbil) Otun sıcaktan solacak olduğu yer.

mezellet

  • Alçaklık. Zelillik.
  • Alçaklık.

mezemmet

  • Ayıplama. Kınama. Yerme.
  • Kınanacak, yerilecek iş.

mezheb taklidi

  • Amelde yapılacak işlerde bir müctehidin ictihâdlarına, fetvâlarına tâbi olma. Mevcût dört hak mezhebden birini öğrenip, kabûllenip, onunla amel etme.
  • Dört mezhebden birine uyan kimsenin bir işi yapmada ihtiyâç veya zarûret (başka hiçbir çâre bulunmama) veya meşakkat (güçlük) bulundu

mezillet

  • Yanlışlığa sebeb olacak şey.
  • Ayak kayacak yer.

mezk

  • (Mezâk-Mezka) : Tatmak, tadına bakmak.
  • Tadacak yer.

mezlaka

  • Ayak kayacak yer. Kaypak yer.
  • Mc: Yanlışlığa düşmeye sebeb olan hal.

mezneb

  • (Çoğulu: Mezânib) Kepçe.
  • Suyun akacak olduğu yer.

mezraa

  • Ziraat olunacak, ekilecek tarla, yer, çiftlik.

mı'sam

  • (Çoğulu: Meâsım) Kolun bilezik takacak yeri.

mi'zad

  • Ağaç veya tahta budama bıçağı.
  • Pazvant, kolçak.

mi'zene

  • Ezan okunacak yer.

mibzag

  • Nişter, kan alacak âlet.

mihaniki kıraet / mihanikî kıraet

  • Kelimeleri, terkibleri doğru telâffuz etmekle beraber ezber dersi dinletiyormuş gibi çabuk çabuk okumaktır. Böyle okuyuş dinleyene bir şey anlatmaz. Ancak okuyanın mevzuu kavramış olduğunu anlatır. Öyle kıraet bir makinanın duygusuz işlemesine benzetilir.

mihatt

  • Deriden kıl ve yün yolacak demir.

mıhlac

  • Yufka oklavası.
  • Yün ve pamuk atacak âlet, hallaç tokmağı.

mıhlama

  • Çivi çakma, çivileme.

mihleb

  • (Çoğulu: Mehâlib) Yırtıcı kuşların tırnağı, pençesi.
  • Orak, bıçak.

mihneka

  • (Çoğulu: Mehânık) Maktul.
  • Gerdanlık.
  • Boğacak âlet.

mihrak

  • Çok hareket eden.
  • Hareket âleti. Karıştıracak nesne.
  • (Çoğulu: Mehârik) Ağaç kılıç.
  • Yırtıp parçalayacak âlet.

mıkdeha

  • (Çoğulu: Mekâdih) Kepçe.
  • Çakmak.

mıklem

  • (Çoğulu: Mekâlim) Kalem koyacak kap, kalemlik.

mikleme

  • Kalemlik, kalem konacak âlet.

mıkvem

  • (Çoğulu: Mekâvim) Saban ağacının tutulacak yeri.

milben

  • Kerpiç kalıbı.
  • Süt sağacak kap.

milhab

  • (Çoğulu: Melâhib) Kesecek âlet.
  • Ber nesnenin kabuğunu soyacak âlet.

milkat

  • (Çoğulu: Melâkıt) Tandırdan ekmek çıkaracak âlet.

mim'siz medeniyet

  • Deniyet, ahlâksızlık, alçaklık; Arapça'da medeniyet kelimesinden "mim" harfi atılınca geriye alçaklık anlamında "deniyet" kelimesi kalır.

mimsaha

  • Adi basacak nesne.
  • Yüz silecek mendil.

mimsiz medeniyet

  • Vahşilik, denîlik. Alçaklık.
  • Medeni kelimesinin, Kur'ân alfabesine göre "mim" harfini kaldırırsak, denî kelimesi kalır. Buna binaen, "mimsiz medeniyyet" de denî, alçak ve zâlim yerinde kullanılmıştır.
  • "Deniyet" alçak medeniyet.
  • Deniyet, yani alçaklık.

mincere

  • Soğuk suya harâret veren kızmış sıcak taş. (O suya "necire" derler.)

minmas

  • Kıl yolacak âlet.

mintaş

  • (Çoğulu: Menâtiş) Kıl yolacak âlet. Cımbız.

mıntıka-i harre / mıntıka-i hârre

  • Sıcak mıntıka. Ekvator iklimi olan yerler. Hatt-ı istiva mıntıkası.
  • Sıcak bölge.

mıntıka-i harre ehli

  • Sıcak bölge halkı.

mirbat

  • Davar bağlanacak bağ.

mirbed

  • (Çoğulu: Merâbid) Ev içinde olan küçük hücre (içine esvap koyarlar).
  • Davar ahırı.
  • Davar duracak yer.
  • Hurma kuruttukları yer.

mirgah

  • Kaymak alacak âlet.

mirken

  • (Çoğulu: Merâkin) Don yıkayacak kap.
  • Küçük leğen.

mişcer

  • (Çoğulu: Meşâcir) Çamaşır asacak yer.
  • Mahfe ağacı.
  • Ağaçlık.

mishat

  • Şarap koyacak kap.

mismak

  • Çadırı yükseğe kaldıracak ağaç.

mişrat

  • (Çoğulu: Meşârit) Keskin bıçak.

miştat

  • Kış günlerinde oturulacak yer.

mişvar

  • Tarz, tavır, gidiş, gidişât.
  • Gümeçten bal peteği sağılan âlet.
  • Davar satılacak yer.

miyah-ı harre / miyah-ı hârre

  • Kaplıca suları gibi olan sıcak sular.

miysere

  • (Çoğulu: Mevâsir) Eyer yastığı.
  • Eyer altına koydukları keçe.
  • Çul içine koyulan keçe.
  • Yatacak döşek, yatak.

miz'a

  • Ayıracak alet. Kesecek alet.

mizae

  • Abdest alacak kap.

mizan / mîzan

  • Terazi, ölçü, tartı.
  • Akıl, idrak, muhakeme. Mikyas.
  • Fık: Mahşerde herkesin amellerini tartmağa mahsus bir adâlet ölçüsü olup, hakiki mâhiyeti ancak âhirette bilinecektir.
  • Mat: Yapılan hesabın doğruluğunu anlamak için yapılan diğer bir hesap. Sağlama.
  • Terazi, ölçü âleti, tartı, ölçü.
  • Mahşerde amellerin tartılmasını yapacak olan şey.

mizan-ül harare

  • Sıcaklığı, soğukluğu ölçen âlet. Termometre. (Mikyas-ul hararet de denir.)

mizanülhararet / mizânülhararet

  • Termometre; sıcaklık ölçen âlet.

mizbah

  • Bıçak.

mizmar

  • (Çoğulu: Mezâmir) Meydan. At yarıştıracak ve at oynatacak yer.
  • İnce belli at.

mizved

  • (Çoğulu: Mezâvid) Azık koyacak kab.

mu'amma / mu'ammâ

  • Gizli, örtülü, anlaşılmaz veya anlaşılması güç şey.
  • Edebiyâtta bir ad sorulacak şekilde düzenlenmiş manzûm bilmece.

mu'cibe

  • Taaccüb edilecek, şaşılacak şey.

mu'cize

  • İnsanların, yapmasında âciz kaldıkları ve ancak Allah tarafından peygamberlere nasib olan hârika. Kerametten yüksek, fevkalâde hâdise.
  • Mu'cize, Halik-ı Kâinat tarafından peygamberlerin hakkaniyetine ait bir tasdiktir. Sahih hadislerle mu'cizeler haber verilmiş ve tesbit edilmiştir.

muanaka / muânaka

  • Birbirinin boynuna sarılma. Kucaklaşma.
  • Birbirinin boynuna sarılma, kucaklaşma.

muanık

  • Birbirinin boynuna sarılan. Kucaklaşan.

muanik

  • (Unk. dan) Birbirinin boynuna sarılan, kucaklaşan.

muarres

  • Çömlek koyacak yer. Gecenin geç vakitlerinde inilecek yer.

muavvezetan / muavvezetân

  • (Muavvezeteyn) Kur'ân-ı Kerim'in son iki suresi. (Dâima okunacak gâyet lüzumlu dersleri verdiği ve her çeşit şerli işlerden Allah'a sığınmayı tavsiye ve emrettiği için bu isim verilmiştir.)

muazale

  • Bir sözün mânasını başka sözle bağlayıp kelâmı arka arkaya getirme.
  • Kafiyeyi ayrılmıyacak şekilde mâkabliyle bağlama.
  • Sözde kelimeleri tekrarla kullanma.

mübarekat / mübarekât

  • Bütün tebrike sebeb olacak ve mâşâallah dediren ve bârekâllah söyleten bütün hâletler ve san'atlar. Mübarekiyet ifade eden bolluk ve İlâhî lütuflar.

mubataşa

  • İki kişi elleriyle birbirlerini kucaklamağa çalışma.

mücahafe

  • İzdiham etmek, kalabalık yapmak.
  • Birbirine kılıç ve bıçak çekip vuruşmak.

müdayene ayeti / müdâyene âyeti

  • Borçlu ve alacaklı hakkındaki âyet; Bakara Sûresinin 281. âyeti.

müde'as

  • Kırda Arabların ekmek pişirdikleri tennur.
  • Sıcak kül döküp üstünde et pişirilen yer.

müdevvis

  • Harman dövecek ve yumuşatacak âlet.
  • Cilâ âleti.

müdhen

  • (Çoğulu: Medâhin) Yağ koyacak kap.
  • Dağlarda olan çukur taş. (İçinde yağmur suyu birikir.)

müessif

  • (Müessife) Esef edilen ve ettiren. Keder veren. Acı ve acınacak haller.

müfzı'

  • Katı.
  • Alçak, şeni'.

mugalata

  • Yanıltmak için, yanıltacak yolda söz söyleme, demogoji.

muhakkikane

  • Gerçeği ve hakikatı araştıran bir kimseye yakışır surette. Muhakkik olan bir insana yakışacak şekilde. (Farsça)

muhalat / muhâlât

  • İmkânsız, olmayacak şeyler.

muhalledat

  • (Tekili: Muhalled) Dâimî olarak kalacak şeyler.
  • şâheserler.

muhalledun / muhalledûn

  • Bâki ve dâimî olanlar.
  • Dâimî surette Cennet'te kalacak olanlar.

muhalün leh

  • "Lehine gönderilen" Alacaklı olan kişi.

muhan

  • Kendine ihanet olunmuş.
  • Alçak kimse.

muhannes

  • Kadınlaşmış erkek. Alçak tabiatlı.
  • Korkak. Nâmerd. Kalleş.

muhassal-ı mazbut

  • Elde tutulacak şekilde var olan, oluşan.

muhatara

  • Tehlike. Korkulacak hâle tutulmak.
  • Zarar. Ziyan. Korku.
  • Tehlike ve zarar ihtimali olan.

muhayyil

  • Tahayyül eden. Hayal kuran. Zihinde olmayacak şeyleri düşünen.

muhazzil

  • Alçaklık ve bayağılık içinde bırakan. Tahzil eden.

muhazzilane / muhazzilâne

  • Alçaklık ve bayağılıkla. (Farsça)

muhbit

  • Alçak gönüllü, mütevazi. Mütezellil.

mühin / mühîn

  • (Hevn. den) İhanet eden. Tahkir ve tezlil eden.
  • Hor, hakir, alçak. Hâin.

muhkemat / muhkemât

  • İslâmiyetin sağlam ve kuvvetli kanunları, emirleri; yoruma ihtiyaç bırakmayacak şekilde açık sözler, kesinlik ifade eden naslar.

muhkemat-ı şeriat / muhkemât-ı şeriat

  • Kur'ân ve Hadisin yoruma ihtiyaç bırakmayacak şekilde açık hükümleri, ifadeleri.

muhla

  • Ot biçecek âlet, orak.
  • Nalbantların tırnak yonacak âleti.

muhmel

  • Tüylü ve saçaklı nesne.

muhraza

  • (Çoğulu: Mehârız) Çöğen koyacak kap.

muhtac / muhtâc

  • İhtiyacı olan. Akşam evinde yiyeceğini bulamayacak derecede fakir olan. Bir şey kendine lâzım olan kimse. Bir eksiğini tamamlamak isteyen. Fakir.
  • İhtiyâc sâhibi. Akşam evinde yiyecek bulamayacak derecede fakîr kimse.

muhtazı'

  • Boyun eğen. Tevâzu yapan. Alçak gönüllülük gösteren.

muhtazıane / muhtazıâne

  • Alçak gönüllülükle. Tevâzu ve mahviyetle. Boyun eğerek. (Farsça)

mukabele / mukâbele

  • Karşılık, karşılamak.
  • Mücadele.
  • Karşılaştırmak. Karşılıklı yapılan iş, karşılıklı yapılan okuma.
  • Camide Kur'ân-ı Kerimi okuyup halka dinletmek.
  • Yüz yüze olmak.
  • Düşmanın şerrinden kurtulmak ve onun şiddetini kaldırmak için onu yıldıracak tedbirde bulunm
  • Ramazân-ı şerîf ayında câmide her gün Kur'ân-ı kerîmden bir cüz (yirmi sayfa) olacak şekilde cemâatin huzûrunda Kur'ân-ı kerîm okumak.

mukaddeme-i istisnaiye

  • Man: İçinde istisnâ edatı olan evvelki kaziye. "Eğer güneş doğarsa gündüz olacak. Güneş doğmuştur." kaziyelerinde: "Eğer güneş doğarsa" kaziyesi Mukaddeme-i istisnâiyedir.

mukadderat / mukadderât

  • Allahü teâlânın olacak şeyleri ezelde (sonsuz öncelerde) bilip takdîr ettiği şeyler, kader, alın yazısı.

mukallid

  • Amelde, yapılacak işlerle ilgili konularda müctehid denilen derin âlime tâbi olan, uyan kimse.
  • İnanılacak şeylerin delillerini araştırmadan, anlamadan, sâdece anasından babasından duyarak îmân eden.
  • Fıkıh âlimlerinin yedinci derecesinde bulunan âlim.

mukam

  • Durduracak mekân. İkamet mevzii.
  • Durmak, ikamet.

mükam

  • Durulacak yer, ikametgâh. İkametgâhta geçen zaman.

mükateb / mükâteb

  • Efendisi ile anlaşıp belli bir ücret ödeyince hür olacak köle.

mülk şirketi

  • İki veya daha çok kimsenin, mîrâs veya hediye sûreti ile veya parasını belirli oranda verip satın alarak, bir mala berâber sâhib olmaları; yâhut mallarını ayrılmayacak şekilde karıştırıp ortak olmaları.

mülteca

  • (Lec'. den) Sığınılacak ve iltica edilecek yer. Melce'.

mültehic

  • Sığınacak yer. Sığınak.

mülteka

  • Kavuşup buluşulacak yer, iki şeyin birleştiği yer.
  • Kavşak.
  • Hanefi hezhebinin meşhur bir fıkıh kitabının ismi.

mülük

  • Burçak. (Hububattandır)

mümkün

  • Varlığı ile yokluğu eşit olan ve varlığı ancak Allah'ın var etmesine bağlı olan varlık.

münadea

  • Süngü ile birbirine hücum etmek.
  • Kucaklaşmak.

müneccimane / müneccimâne

  • Müneccim gibi, müneccime yakışacak şekilde. (Farsça)

münhatt

  • Aşağı inen, inhitât eden. Alçak. Çukur.

münkir

  • İnkâr eden, kabul etmeyen.
  • Mezarda sual soracak iki melekten biri. Münkir-Nekir.

müntekim

  • İntikam alıcı. Zâlim ve mütekebbir (kibirli) cânîleri başkalarına ders olacak şekilde cezâlandıran, âsîleri ve taşkınlık yapanları şiddetli azâb ile azablandıran.

münzir

  • (Nezir. den) Olacak bir şeyi haber vererek korkutan, akibetin kötülüğünü bildiren.
  • Kâfir ve münafıkların Cehennem'e gideceğini haber veren.

murabata

  • Düşmanla karşılaşılacak yerlerde gözetip sebatla nöbet beklemek.
  • Mülâzemet etmek.
  • Bağlamak.

murabıt

  • Kalbini Allah'a bağlayan.
  • Düşmanla karşılaşılacak yerlerde gözetip nöbet bekleyen.

müracaatgah / müracaatgâh

  • Müracaat olunup başvurulacak yer. (Farsça)

mürsiye

  • Çakılmış. Yerleştirilmiş.

mürtefak

  • Rahat olacak yer.

mus

  • Bıçak.

musafaha

  • Tokalaşma; kucaklaşma.

musafe

  • Yük koyacak yer ve kap.

müsakat şirketi / müsâkât şirketi

  • Bağda üzüm, bahçelerde meyve ve bostanlarda sebze yetiştirmek için, toprak sâhibi ile çalışacak kimse arasında yapılan şirket, ortaklık.

müşavir

  • İstişare olunacak kimse, kendisine danışılan kişi.
  • İdare işlerinde yakın yardımcı memur.
  • Kovanlık üstünde yapılan örtünün direkleri.

müsellim

  • (Selm. den) Teslim eden, veren.
  • Tar: Eyalet valileriyle sancak mutasarrıflarının uhdelerinde bulunan yerlerin idaresine memuR edilen kimseler. Vali ve mutasarrıflardan uhdesine tevcih olunan iki yerden mühim olanında kendisi oturur, diğerini gönderdiği adam idare ederdi. Yine bunlar

müsennede

  • Arka yastığı, arkaya dayanılacak yer.

müsevver

  • Etrafı sur ile çevrilmiş olan.
  • Kaplanmış. İhâta olunmuş.
  • Kolun bilezik takacak yeri.

müşir

  • Emreden, işaret eden, bildiren.
  • Mareşal. En büyük ünvanı taşıyan asker. Silâhlı kuvvetlerde, kaide olarak barış zamanında orgeneral rütbesine kadar terfi etmek mümkündür. Mareşal rütbesi, ancak muharebe sırasında ve bir meydan muharebesi kazanmış olan generallere verilir. Asıl vazife

müske

  • Müracaat olunacak hayır ve fayda.
  • Her şeyin artığı.
  • Akıl, kâmil zihin.
  • Kendine temessük olunacak şey.
  • Geçinecek kadar kuvvet ve gıda.

müşkil

  • (Müşkile) Zorluk, güçlük, zor olan iş. Çetinlik.
  • Edb: Mânasının derinliği veya edebi bir san'atla ifade edilmiş olmasından dolayı teemmül ve tefekkürsüz anlaşılmayacak derecede hafî olan lâfızdır. Mânaca nass'ın mukabilidir.
  • Anlamı kapalı olan ve ancak bir ipucu sayesinde anlaşılabilen âyet.

müşkil istiare

  • Kapalı istiare; içinde "kendisine benzetilen"in bizzat yer almadığı ancak ona işaret edilen bir istiare.

müşkilat-ı kur'aniye

  • Manasının incelik ve derinliği veya istiare-i bediyye ile ifade edilmiş olması gibi sebeblerden dolayı derin tetebbu ve tefekkür neticese ancak anlaşılabilen âyetler.

müsta'ceb

  • Şaşılacak olan.

müstahil

  • İmkânsız, olmayacak şey. Boş.

müstakillen

  • (Kıllet. den) Yalnız, ancak.
  • Başlı başına olarak, kendi başına, bağımsız olarak.

müstehamm

  • Sıcak su mevzii, hamam.

müstehan

  • Değersiz, alçak, âdi, hakir sayılan.

müstehziyane

  • İstihza ederek, alay ederek ve eğlenerek. Oyuncak haline koyarak. (Farsça)

müstekar

  • Karar kılınacak, yerleşilecek yer.
  • Sâbit, hiç değişmeyen, yerleşmiş, değişmez.

müstekin / müstekîn

  • Alçak gönüllülük ve tevazu gösteren.

müstevki'

  • Bir şeyin vukuunu bekleyen, olmasını bekleyen.
  • Olacak diye endişelenen.

mutarred

  • Cemaatı usandıracak derecede okumayı uzatan imâm.

mutasaddırane

  • Baş köşeye kurulana yakışacak surette. (Farsça)

mutasarrıf / متصرف

  • Sancak beyi. (Arapça)

mutazarrı'

  • Tazarru eden. Alçak gönüllülük eden.
  • Bir şeye gizlice varıp yaklaşan.
  • Can ve gönülden tezellül ile yalvaran.
  • Noksan ve kusurlarını bilerek kibirden, büyüklenmekten çekinip tevazu eden.

mütehalik / mütehâlik

  • (Helâk. dan) Tehâlük eden, kendini tehlikeye atacak kadar acele eden.

mütehaşşi'

  • (Huşu'. dan) Kendini alçak tutan, alçakgönüllü, mütevâzi.

mütehayyer

  • Hayrette kalınan şey, şaşılacak şey.
  • Şaşılacak.

mütehazzı'

  • Alçak gönüllülük eden, tevazu gösteren.

mütehazzıane / mütehazzıâne

  • Alçak gönüllülükle, tevazu göstererek. (Farsça)

mütelali

  • (Mütelal) Parlayan, parıldayan, ışıldayan. Şimşek gibi çakan.

mütemellık

  • (Melık. dan) Alçakçasına yalvaran, yaltaklanan.

mütemellıkane

  • Yaltaklanarak. Alçakcasına yalvararak. (Farsça)

mütenekkir

  • Bilinmeyecek, tanınmayacak surete giren. Kıyafet değiştiren.

mütenezzil

  • (Nüzul. den) Tenezzül eden, aşağı inen. Alçak gönüllülük eden.

mütenezzilen

  • Alçak gönüllülük ederek, tevâzu göstererek.

mütesari'

  • Çabucak.

mütesellim

  • (Selm. den) Teslim edilen şeyi alıp kabul eden.
  • Tanzimattan evvel vali ve mutasarrıfların uhdelerinde bulunan sancak ve kazâların idaresine memur edilen kimseler. Bunlara "voyvoda" denirdi.
  • Vergi tahsildarı.

mütevazı / mütevâzı

  • Alçakgönüllü, tevazu sahibi.

mütevazi / mütevâzi

  • Alçakgönüllü.

mütevazı / mütevâzı / متواضع

  • Alçakgönüllü. (Arapça)

mütevazi'

  • Gururlu olmayan, alçak gönüllü, kendi fakrını bilen.
  • Gösterişsiz.

mütevazıane / mütevâzıane

  • Alçakgönüllü bir biçimde.

mütevaziane / mütevaziâne

  • Alçak gönüllülükle.

mütevaziin / mütevaziîn

  • (Tekili: Mütevazi) Alçakgönüllü kimseler, mütevazi insanlar, tevazu ehli olan kişiler.

mütevazıyane / mütevâzıyâne / متواضيانه

  • Alçakgönüllülükle. (Arapça - Farsça)

mütezahhir

  • (Zahr. dan) Bir kimse tarafından yardım edilen, yardım gören.
  • Karısına, nikâhı bozacak bir söz söyleyen.

mütezellilane / mütezellilâne

  • Zelil olarak, alçaklara yakışır surette, alçakçasına. Kendi hiçliğini bilir surette, kusur ve aczini anlamakla. (Farsça)

muttala

  • Çıkış, doğuş noktası; ıttıla olunacak mahal.

müzdecer

  • Sakınılması lâzım gelen âkıbet.
  • Sakındıracak nasihat. Vaz geçirecek, zecr edecek olan.

müzennid

  • Çakmakla ateş çakan.

na'l

  • Nal. Ayağa giyilen tahta ayakkabı veya hayvanların ayağına çakılan demir.
  • Oturulacak yerlerin en aşağısı.

na-kes

  • Hasis olan. (Farsça)
  • Zelil, insaniyetsiz, alçak, deni. (Farsça)

na-kesan

  • (Tekili: Nâ-kes) Alçaklar, âdi insanlar, insaniyetsiz kimseler.
  • Cimriler, tamahkârlar, pintiler, hasis kişiler.

na-kesane / na-kesâne

  • Alçakçasına. (Farsça)
  • Cimrilik ve tamahkârlıkla. (Farsça)

na-mahrem

  • Aralarında evlenmeğe mâni olacak kadar yakınlık bulunmayan. Şer'an evlenmeğe mâni akrabalığı olmayan erkek veya kadın. (Farsça)
  • Yabancı. (Farsça)

na-merd

  • Korkak. (Farsça)
  • İnsaniyetsiz, sözünde durmayan. Alçak, insanlık hislerinden habersiz. (Farsça)

na-merdane / nâ-merdâne

  • Namerdcesine, alçakçasına. (Farsça)

na-merdi / nâ-merdî

  • Namerdlik, alçaklık, zillet. (Farsça)
  • Korkaklık. (Farsça)

na-zad

  • (Na-zade) Doğmamış. (Farsça)
  • Olmayacak. (Farsça)

nahiye / nâhiye / ناحيه

  • Bucak.
  • Yöre, bölge. (Arapça)
  • Bucak. (Arapça)
  • Taraf. (Arapça)

nahr

  • Boğazlamak. Bir hayvanın göğsü üstünden bıçak vurup boğaz damarını kesmek.
  • İki şeyin birbirine göğüs göğüse olması.
  • Boyun. Boğaz çukuru.
  • Sadır.
  • Gündüzün evveli.
  • Namazda kıyamda iken sağ eli sol elin üstüne koymak.

nahun-büray / nâhun-bürây

  • Tırnak makası, tırnak çakısı. (Farsça)

nahun-tıraş / nâhun-tıraş

  • Tırnak makası, tırnak çakısı. (Farsça)

naire

  • (Çoğulu: Nevâir) Alev, ateş.
  • Hararet, sıcaklık.

nak'

  • (Çoğulu: Nuk'-Enku) Su saklayacak yer.
  • Kuyu içinde olan su.
  • Deve kuşu avazı.
  • Feryâd etmek, bağırıp çağırmak.
  • Susuzluğu teskin etmek, susuzluğu gidermek.
  • Sıcak suda haşlama.
  • İlâç olarak çıkarılan su.
  • Suda ıslanma.
  • Toz.

nakis

  • Bayağı, alçak.
  • Başını daima öne eğen adam.

namerd / nâmerd / نامرد

  • Korkak, alçak.
  • Alçak, aşağılık, namert. (Farsça)

namert / nâmert

  • Mert olmayan, alçak.

nar-ı beyza

  • "Akkor, beyaz ateş" mânâsında olan bu tâbir fizikte: 1800 derece kadar olan hararette erimeyen cismin sıcaklık hâli demektir.
  • Bir meyve adı.

nar-ı hayat

  • Canlıya lüzumlu bulunan sıcaklık. Vücudun harareti.

nar-ı merkeziye

  • Merkezdeki ateş, sıcaklık.

nasihat-amiz / nasihat-âmiz

  • İçinden öğüt alınacak söz. (Farsça)

nassi / nassî

  • Nass'a ait. Her türlü şübhe ve tereddüdün ve tenkidin üstünde tutulacak şekilde olan kesinlik, kat'ilik, açıklık. Bedahet.
  • Âyet ve hadisle doğruluğu sâbit olan.

nazar-ı hafi-i gaybi / nazar-ı hafî-i gaybî

  • Görünmeyeni, ileride olacakları görecek şekilde gizli bakış.

nazargah / nazargâh

  • Bakılacak yer.

neb'a

  • Yay yapacak yer.

nebaa

  • Oturacak yer, kıç, mak'at.

necd

  • Açık ve işlek yol.
  • Yüksek yer.
  • Minder, döşeme gibi oturacak şeyler.
  • Ağaçsız mekân.
  • Hâzık ve mâhir kılavuz.
  • Yiğitlik hâli. Gamlılık, gussa.
  • Hasma galip gelmek.
  • Çok terlemek.
  • Meme.
  • Suudi Arabistan'ın doğu mıntıkası.

neceş

  • Müşteri kızıştırmak, bir malı satın almaya niyeti olmadığı hâlde alacakmış gibi malın fiyatını yükseltmek.

nefs-i rezile

  • İnsanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere sevk eden alçak ve âdi duygu.

nefs-i rezile ve deniye

  • İnsanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere sevk eden alçak ve âdi duygu.

nefs-i süfli / nefs-i süflî

  • Alçak şeyleri isteyen nefis.

nehber

  • Helâk olacak yer.

nehşel

  • Kurt, zi'b.
  • Çakır.
  • Erkek ismi.

nezir

  • (Nezr. den) Bir iş için korkulacak bir şey söyleyip gözdağı vermek. İlerdeki hesap için korkutmak. ("Beşir" in zıddıdır)
  • Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâmın bir vasfı olup Allaha (C.C.) inanıp itaat etmeyenlere cehennemden haber verdiği için "Nezir" denmiştir.

nial

  • (Tekili: Na'l) Ayakkabılar, pabuçlar.
  • Hayvanların ayaklarına çakılan demirler, nallar.

nifak

  • Müslüman gibi görünüp kâfir olmak. İki yüzlülük.
  • Bozuşukluk, ara açılmak.
  • Dinde riyâ etmek.
  • İhtiyaca sarf olunacak şeyler.

nihanhane

  • Saklanacak yer. Mağara, bodrum, mahzen. (Farsça)

nimgerm

  • Pek sıcak olmayan. Ilık. (Farsça)

nişestgah / nişestgâh

  • Oturacak yer. (Farsça)

nişimen

  • Oturacak yer. (Farsça)

nişimengah / nişimengâh

  • Durak, yurt. Toplanılacak yer. (Farsça)

nokta-i istimdat

  • Yardım alınacak yer.

nümune

  • Örnek, misâl, misal olarak gösterilen. Düstur ve misâl olacak şey. (Farsça)

nümune-i iktida

  • Örnek alınıp uyulacak nümune, model.

nümune-i imtisal / nümune-i imtisâl / nümûne-i imtisâl

  • Uyulacak örnek. Örnek alınacak model.
  • Örnek tutulacak şey.
  • Örnek alınacak model.
  • Örnek alınacak model, numune.

nümune-i misal / nümûne-i misâl

  • Örnek alınacak model.

nur-u müebbed

  • Sonsuza kadar etrafını aydınlatacak olan nur.

nüzhet-efza / nüzhet-efzâ

  • Eğlenceli ve gönül açacak yer. (Farsça)

özr sahibi / özr sâhibi

  • Bir namaz vakti içinde yâni namaz vaktinin başından sonuna kadar, abdest alıp yalnız farzı kılacak kadar bir zaman, abdestli kalamayan yâni idrâr ve başka akıntılar gibi abdesti bozan şeylerden biri kendisinde devamlı mevcûd olup durduramayan kimse. İstihâzalı olan.

pa-came / pâ-câme

  • Şalvar, don, çakşır. Pijama. (Farsça)

padav

  • Kocakarı. (Farsça)

palaheng

  • Yular, dizgin. (Farsça)
  • Av veya suçlu bağlanacak kement. (Farsça)
  • Kemer. (Farsça)
  • Tazı boynuna geçirilen ağaç halka. (Farsça)

parav

  • Kocakarı, acûze. (Farsça)

paru

  • (Pârub) Kocakarı, acûze. (Farsça)

Payidar / pây-dâr /

  • “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır Ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet pây-dâr kalacaktır”

    Gazi Mustafa Kemal Atatürk


payidar / pâyidâr

  • İyice yerleşmiş, sağlam, sürekli.

    “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır Ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır”
    Gazi Mustafa Kemal Atatürk


pede

  • Çakmak, kav. (Farsça)
  • Kavak ağacı. (Farsça)

pelid

  • Pis, murdar. (Farsça)
  • Rezil ve alçak kimse. (Farsça)

penagah / penagâh

  • Sığınacak yer. Sığınak. Melce'. (Farsça)

penah

  • Sığınma. Sığınacak yer. Dayandığı nokta. (Farsça)

penahgah / penahgâh / پناهگاه

  • Sığınacak yer, melce. (Farsça)
  • Sığınacak yer, sığınak. (Farsça)

perestan

  • Ocak, fırın. (Farsça)

pervaz / پرواز

  • Kanat açmak, uçmak. Uçan, uçucu. (Farsça)
  • Nur. (Farsça)
  • Karargâh. (Farsça)
  • Saçmak. (Farsça)
  • Hücre. (Farsça)
  • Saçak. (Farsça)
  • Ayna. Dolap. (Farsça)
  • İnce, uzun tahta. (Farsça)
  • Uçan, uçucu gibi mânâlara gelerek birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)
  • Uçma. (Farsça)
  • Saçak. (Farsça)

pervazgah / pervazgâh

  • Uçulacak yer. Tayyâre meydanı. Hava alanı. (Farsça)

pespaye / pespâye

  • Aşağı, alçak.

pest / پَسْتْ

  • Alçak, aşağı. Hafif, yavaş ses. (Farsça)
  • Sesi galiz, kalın ve korkunç olan. (Farsça)
  • Alçak, yavaş.
  • Alçak.

pesti / pestî

  • Alçaklık, âdilik, zillet. (Farsça)

pestpaye

  • (Çoğulu: Pestpayegân) Payesi, derecesi aşağı olan, âdi. Alçak. Bayağı. Pespaye.
  • Pespaye, alçak.

pestperde

  • Alçak ve hafif sesle. (Farsça)

peygule

  • Köşe, bucak. (Farsça)

pir-i fani / pîr-i fânî

  • Ölünceye kadar Ramazân orucunu veya kazâya kalmış oruçlarını tutamıyacak kadar çok yaşlı olan.

pirezen

  • Kocakarı, acuze. (Farsça)

pirzen

  • Kocakarı, acuze. Yaşlı kadın. (Farsça)

plan

  • Yapı, makine, bina...gibi yapılacak şeylerin ayrı ayrı parçalarını kâğıt üzerinde gösteren çizgilerin hepsi. (Fransızca)

pot kırmak

  • Farkında olmıyarak karşısındakine dokunacak söz söylemek.

program

  • Yapılacak işler için önceden hazırlanmış tasarı. Plân. (Fransızca)

ra'ra'

  • (C. Raâri') Kötü, alçak kimse.
  • Yaramaz gönüllü.
  • Çok uzun boylu adam.
  • Güzel itidalde olan kimse.

rabtiyye

  • Rabtiye.
  • Bağlayacak şey.

radafe

  • (Çoğulu: Razf) Kızdırılmış sıcak taş (süte bırakıp sıcaklık verirler.)

raid

  • Konaklanacak yeri görmek için önceden gönderilen kimse.
  • El değirmeni.

rakim

  • Yazılmış nesne. Yazı yazılacak levha.
  • Ashab-ı Kehf'in mağarasının bulunduğu dağ; veya bazılarınca mağaranın bulunduğu dere; veya Ashab-ı Kehf'in başka bir ismi.
  • Ashab-ı Kehf'in isim ve kıssalarının yazılı bulunduğu kitabe.

rakraka

  • Şimşek çaktığı zaman duyulan gök gürültüsü.

ramak

  • Nefes alacak kadar kalan hava, az bir hayat eseri.
  • Çok az şey.

ramaz

  • Güneşin sıcaklığı şiddetle ve yakarak gelmek, şiddetli olmak, yakmak.
  • Kesinleştirmek.

rampacı

  • Eski deniz muharebelerinde yakından dövüşerek zabtedilmek istenilen bir düşman gemisine hücumla borda bordaya gelindiği sırada düşman gemisindeki askerlerin vuku bulacak hücumunu menetmek için güverteye yayılan silâhendazlar.

rasadhane / rasadhâne

  • Havanın değişen şekillerini, sıcaklık ve soğukluğu tesbit etmek için veya yıldızların hareketlerini tesbit ve takib maksadiyle çalışılan yer. (Farsça)

rayat / râyât / رایات

  • Sancaklar. (Arapça)

raye / râye

  • Bayrak, sancak.

rayet / râyet / رایت

  • Bayrak, alem, livâ, sancak.
  • Gerdanlık.
  • Sancak. (Arapça)

rayet-i ulviyet-i şeyh-i hakkani / râyet-i ulviyet-i şeyh-i hakkanî

  • Mânevî mertebelere ulaşma ve hakikatleri elde etme yolunda Şeyh Abdülkadir-i Geylânî'nin elinde tuttuğu yücelik sembolü olan sancak.

razık-ı hakiki

  • Hakiki rızık veren. Hiç bir vasıtaya ihtiyacı olmadan en güzel nimetleri yaratan ve bütün rızıkları ancak kendisi veren Allah (C.C.)

rebaz

  • Şehrin yarısı ve etrafı.
  • Her nesnenin eğlenecek ve duracak yeri.
  • Koyun ağılı.
  • "Göden bağırsak" denilen büyük bağırsak.

recefe

  • Zelzele.
  • Ortalığı sarsacak kışkırtmalar yapmağa ircaf denir. Yalan, yanlış haberlerle umumî efkârı şaşırtıcı neşriyatlara ise Eracif denmektedir.

reddiye

  • Ferâiz yâni İslâm mîrâs hukûkunda, Eshâb-ı ferâiz adı verilen Kur'ân-ı kerîmde hisseleri bildirilen mîrâsçılar hisselerini aldıktan sonra terike (ölenin bıraktığı mal) artmış ise ve kalanı alacak kimse yoksa, artan terikenin yine aynı mirasçılar aras ında payları oranında taksim edilmesi. Bu sûretle

reff

  • Elbise koymak için duvara çıkıntı yapmak veya duvara tahta çakmak. Raf.

refika-i ebediye

  • Sonsuza kadar arkadaş olarak kalacak olan eş, hanım.

rehn

  • Bir sebebden dolayı bir şeyi habsetmek, alıkoymak; ödenecek mal karşılığında bir malı, alacaklıda veya başka emin bir kimse elinde emânet bırakmak. İpotek etmek.

rehv

  • (Çoğulu: Rahâ) Yüksek mekân, yüksek yer.
  • Alçak, çukur yer, (içinde su toplanır)
  • Mahalle içinde, yağmur suyu ve çeşme suyu akan ark.
  • Üveyik kuşu.
  • Arası açılmış ve ayrılmış.

reşk-i alem / reşk-i âlem

  • Herkesi kıskandıracak kadar üstün durumda olan.

rev'a

  • Korkak kadın.
  • Kendisini görenleri şaşırtacak derecede güzel olan kadın veya kız. (Müz: Ervâ)REVA' : Tatlı.

revak

  • (Rivak) Ev önündeki saçak.
  • Kemer. Kubbe. Çardak. Önü açık, üstü örtülü yer.

reym

  • Alçak yer.
  • Kabir.
  • Derece.
  • Deveyi boğazlayıp taksim ettikten sonra kalan kemik.
  • Ziyâde çok, fazla.

rezail / rezâil

  • (Tekili: Rezile) Utanılacak çok fena işler, alçakça hareketler.
  • Rezillikler, ahlâka aykırı çirkin ve alçak şeyler.
  • Rezillikler, utanılacak şeyler.

rezalet / rezâlet

  • Rezillik, alçaklık.
  • Utanç verici şey. Utanılacak hal.
  • Alçaklık, rezillik.
  • Maskaralık.
  • Arsızlık.
  • Utanılacak hâl ve iş.

rezil / rezîl

  • Alçak, adi, utanmaz, hayâsız, soysuz.
  • Utanmaz, alçak.
  • Alçak, îtibârsız.

rezile

  • Rezillik, alçaklık.

rezilet

  • Alçaklık, rezillik.

ribat

  • Bağ, bazı sinirler.
  • Sağlam yapı.
  • Han vesaire gibi konaklanacak yer.
  • (Çoğulu: Ribâtât) Han gibi konaklanacak yer. Tekke.
  • Bağ, ip.
  • Sağlam yapı.

rihs

  • (Çoğulu: Revâhıs) Alçak duvar.

rikkatli

  • Acınacak, acındırıcı.

rişe / rîşe / ریشه

  • Saçak, püskül.
  • Kök, saçaklı kök. (Farsça)

rızk

  • Allahü teâlânın takdir ettiği maddî ve mânevî nîmet, kısmet. Yiyecek, içecek, giyecek ve barınacak yer.

rizne

  • Su toplanacak yer.

ru'

  • Kalb, fuad. Kalbde korku ârız olacak yer.
  • Zihin ve akıl.

ru'z

  • (Çoğulu: Erâz) Okun, demirini sokacak yeri.

sade

  • Basit, karışık olmayan, katıksız. (Farsça)
  • Saf, gösterişsiz, lüzumsuz bulunmayan. (Farsça)
  • Tek katlı. (Farsça)
  • Ancak, yalnız. (Farsça)
  • Süssüz. (Farsça)
  • Derin düşünemiyen, saf adam. (Farsça)

sadr

  • Her şeyin öncesi ve başlangıcının en iyisi. Kalp, göğüs, ön.Başkan... Baş. Oturulacak yerlerin en iyisi.
  • Her şeyin evveli ve başlangıcının en iyisi.
  • Kalb, göğüs, ön.
  • Meclisin önü ve en muteber yeri. Reisin oturduğu yer.
  • Rücu.
  • Bir aruz kalıbı.
  • Baş, reis, başkan.
  • Oturulacak yerlerin en iyisi.

safal

  • Alçaklık.
  • Rüzgârın dokunduğu yer.

safil

  • Alçak yer.

safilin / safilîn

  • Alçaklar, aşağılar, sefiller. Allah'tan (C.C.) uzak olanlar.
  • Aşağı taraflar.

safiliyyet

  • Alçaklık, aşağılık.

sagar

  • Zelillik, alçaklık, âdilik.

sahanet

  • Kızgınlık, sıcaklık.

sahin

  • (Suhunet. den) Sıcak, kızgın, ısınmış.

sahn

  • Sıcaklık, harâret.
  • Sıcaklık, boşluk.

sahra-i vesia / sahrâ-i vesîa

  • Uçsuz bucaksız çöl.

şahs-ı deni / şahs-ı denî

  • Kötü, alçak kimse.

sahv

  • Ateş ve ocaktan kül çıkarmak.

şahvar

  • (Şeh-vâr) Şâha, hükümdara yakışacak tarzda, şah gibi. (Farsça)
  • İri ve iyi cins inci. (Farsça)

saidan

  • Kol ve bacak.

sakar

  • (Çoğulu: Sükur-Sakâr-Sıkâre-Sukure-Eskur) Çakır kuşu.
  • Çok ekşimiş süt ve pekmez.
  • Bir şeyi kırmak.

sakre

  • Güneşin çok olan tesiri.
  • Çakır kuşunun dişisi.

samyeli

  • Sıcak memleketlerde esen bunaltıcı rüzgâr.

sancak beyi

  • Eyalet teşkilâtıyla timar usulünün cari olduğu zamanlarda beş on kazalık yerin mutasarrıfı ile sipahisinin kumandanına verilen addır. Osmanlıların ilk zamanlarında beylere yahut hükümdar evlâtlarına has olarak verilen mıntıkalara "Sancak" denilir, bu sancaklara tasarruf edenlere de "Sancak Beyi" adı

sancak-ı muhammedi / sancak-ı muhammedî

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) sancağı; kıyametten sonra, Müslümanların altında toplanacağı sancak.

sancakdar

  • Sancak taşıyan. Alemdar. (Farsça)

sancaktar

  • Sancak, bayrak taşıyan.

sansür

  • Yayınlanacak bir şeyin kontrol edilmesi.
  • Neşr olacak şeylerin (kitap, film veya mektubların) hükümetçe kontrol edilmesi işi. (Fransızca)

sarrar

  • Orak kuşu denilen ve yaz sıcaklarında öten bir hayvan.

satur

  • (Çoğulu: Sevâtir) Satır, büyük bıçak.

saur

  • Ocak. Fırın.

savvane

  • (Çoğulu: Savân) Bir cins çakmak taşı.

şayan-ı hayret

  • Şaşmağa değer. Hayret edip şaşılacak şey.

sayfiye

  • Yazlık. Gezinecek ve yazın yaşanacak yer.

sayhud

  • Çok sıcak olan gün.

se'ir / se'îr

  • Cehennem'i meydana getiren tabakaların ikincisi. Burada Tevrât'ı değiştirenler yanacaktır.

sebeb-i tevazu / sebeb-i tevâzu

  • Tevazu, alçak gönüllülük sebebi.

şebib

  • Bıçak üstüne sürçmek.

secavend

  • Kur'an-ı Kerim'de doğru okunması için yapılan işaretler.Kur'an-ı Azîmüşşan'ı okurken durularak nefes alınacak yerler, âyet sonları ile secavend mahalleridir. (Farsça)

secdegah / secdegâh

  • Namaz kılınıp secde edilecek yer. İbadet yapılacak yer. (Farsça)
  • Namaz kılınıp secde edilecek yer, ibadet yapılacak yer.

şecere-i rıdvan / şecere-i rıdvân

  • 628 (H.6) senesinde yapılan Hudeybiye andlaşmasından önce Medîneli müslümanların, altında Peygamber efendimize ve İslâm dînine bağlı kalacakları husûsunda bağlılık yemîni ettikleri ağaç.

sedare

  • Sıcaklığın fazlalığından dolayı tenbelleşmek.

sedd-i rasin-i istinad / sedd-i rasîn-i istinad

  • Dayanılacak çok sağlam ve sarsılmaz sed, engel.

sedd-i sedid

  • Yıkılması zor olan, sağlam sed. Yıkılmayacak derecede sağlam sedd.

sedd-i zerai'

  • Şer'an memnu olan bir şeye vesile teşkil eden mübah fiillerin de men edilmesi. "Def-i mefasid, celb-i menafiden evlâdır." Buna binaen insan, şer'an memnu olan herhangi bir şeye sâik olacak şeylerden sakınması icab eder, o şeyler hadd-i zâtında mennu olmasa da. Bu husus Mâlikî Mezhebinde delil kabul

sefele

  • (Tekili: Sâfil) Alçak kimseler. Aşağı kimseler. Alçaklar.

şefi'

  • Şefaat eden.
  • Satılacak bir mal için satın almada üstünlük hakkı olan.

sefine-i rabbaniye / sefine-i rabbâniye

  • Her şeyi terbiye ve idare eden Allah'a ait bir gemi; iman ehlini sonsuz mutluluğa ulaştıracak araç.

şefiu'l-müznibin / şefîu'l-müznibîn

  • Allah'ın izniyle günahkârlara şefaatçi olacak olan Peygamber Efendimiz (a.s.m.).

şefiü'l-müznibinin varisi / şefiü'l-müznibînin vârisi

  • Âhiret âleminde günahkârların bağışlanması için şefaatte bulunacak olan Hz. Muhammed'in (a.s.m.) mirasçısı.

sefsaf

  • (Çoğulu: Sefâsif) Alçak, kemter şey, hakir iş.
  • Un elerken elekten kalkan toz.

şegal / شغال

  • Çakal. (Farsça)
  • Çakal. (Farsça)

sehah

  • Yumuşak ve sıcak yer.

seham

  • Sıcak günlerde havada iplik iplik olduğu hayâl edilen nesneler.
  • Sıcak esen rüzgâr.

sehanet

  • Sıcaklık.

sehl-ül me'haz

  • Kolay olarak alıncak ve elde edilecek şey.

şehristan-ı ebedü'l-abad / şehristan-ı ebedü'l-âbâd

  • Sonsuz olarak yaşanacak olan ülke; Cennet.

şeka'

  • Rezalet, rezillik, alçaklık.
  • Bedbahtlık, kutsuzluk.

sekk

  • (Çoğulu: Sukûk-Sikâk) Çuvaldız. Çivi.
  • Alçaklık.
  • Dar nesne.

sekkak

  • Bıçakçı, çakıcı.

selim akıl / selîm akıl

  • Yanılmayan, pişman olacak bir işi yapmayan ve peygamberlere, âlim ve evliyâlara mahsus, ileriyi gören akıl.

sempati

  • Cana yakınlık, sıcak kanlılık. (Fransızca)
  • Tıb: Her omurilik boyunca olan sağlı sollu yirmi üç boğumdan geçen iki paralel ağ şeklinde sinir sistemi. (Fransızca)

şemta

  • Saçı ağarmış kadın. Kocakarı, acuze.
  • Akı karasına karışmış saç.
  • Kocakarı.

semum

  • Zehirli şey.
  • Sam yeli.
  • Gündüz vakti sıcak çölde esen pek sıcak rüzgar olup, bitki ve hayvanları mahveder.

şenaat / şenâat

  • Fenâlık, kötülük, alçaklık.
  • Cenab-ı Hakk'ın emrine muhalif hareket.
  • Kötülük, alçaklık.
  • Kötülük, alçaklık.

sene-i efrenciye

  • Efrenci (Frenkler, Avrupalılar) takvimine göre yılbaşı Ocak'tan başlayan milâdi sene.

sene-i miladiye / sene-i milâdiye

  • Kânun-i sâni (Ocak) 1'de başlayan sene. Milâdi sene.

sene-i rumiye

  • Garp Milâdi takvimini yani Efrenci takvimini kabul etmemiş olan Şark Hristiyanları için 14 Ocak tarihinden başlayan ve eskiden 1 Mart tarihinde başlayan Rumi sene.

sened

  • Kuvvetli olabilecek söz.
  • Tapu.
  • Üzerine dayanılacak ve itimad edilecek şey. Mutemed. Melce'.
  • İki kişi veya çok kimseler arasındaki anlaşmayı tesbit eden ve karşılıklı imzalanan kâğıt, vesika.

şeni / şenî

  • Kötü, çirkin, alçakça.

şeni'

  • Kötü, fena, utanılacak ayıp.

serab

  • Çölde, sıcak ve ışığın tesiriyle ilerde veya ufukta su ve yeşillik var gibi görünme olayı. Şaşkın hale gelme.
  • Şaşkın hâle gelme. Çorak yerlerde, çölde sıcak ve ışığın te'siriyle ileride, yakında yahut ufukta su veya yeşillik var gibi görünme hâdisesi.

serdab

  • Yer altında olan serin ve soğuk oda, bodrum. Böyle yerler ekseriyetle sıcak bölgelerde, gündüzleri sıcaktan korunmak için yapılırdı. Anadolu'nun bazı yerlerinde buna "zir-i zemin" denilir. (Farsça)
  • Tar: Padişah saraylarında, sağ ve sol taraflarında birer oda bulunan üç köşeli sofalara verilen (Farsça)

serdengeçti

  • Tar: Akıncılardan düşman ordusu içine dalmak veya muhasara altına alınan bir kaleye girmek için fedai yazılan kimseler. Bunlara ellerinde kınlarından sıyrılmış kılıçlarla bu tehlikeli işlere atıldıkları için "dalkılıç" da denilirdi. Düşman ordusuna dalacak veya kaleye girecek olanların dönmelerinden

seri-ü'zzeval / seri-ü'zzevâl

  • Hızla, çabucak yok olan, sona eren.

serir / serîr

  • Taht. Üzerinde oturulacak yüksek yer. Tahta karyola.

serkub

  • Başa vuran, başa kakan. (Farsça)
  • Başa vuracak şey. (Farsça)

şermende

  • Utanmış, mahcub. Utanılacak bir iş yapan. (Farsça)

sery

  • Davarı iyi gütmek.
  • Yıldırımın parlayıp çakması.
  • Kurt, eşine çıkmak.
  • Hiddetlenmek, kızmak.

settare

  • Dışarıdan gelecek soğuk veya olumsuz şeylerden koruyacak şekilde yapılan küçük kulübe.

sevab

  • Hayır. Hayırlı iş. Allah (C.C.) tarafından mükâfatlandırılacak doğruluk ve iyilik karşılığı. Allah'ın (C.C.) rızasını kazanmağa mahsus iyi amel.
  • Hayır, hayırlı iş, Allah tarafından mükâfatlandırılacak doğruluk ve iyilik karşılığı.

sevafil

  • (Tekili: Sâfil) Alçaklar. (İnsan ve yer hakkında kullanılır)

sevatir

  • (Tekili: Sâtur) Büyük bıçaklar, satırlar.

sevzak

  • Çakır doğan kuşu.

seyyid-ül-istiğfar / seyyid-ül-istiğfâr

  • Duâ ve istiğfârların başı. İstiğfâr duâlarının büyüğü. Allahü teâlâdan günâhın bağışlanmasını istemek için yapılacak duâların en üstünü, en kıymetlisi.

seza-yı tezlil

  • Tahkir edilip alçak görülmeğe lâyık olan.

sı'sıa

  • Sığınacak yer, sığınak, melce'.
  • Her nesnenin aslı.
  • Horozun baldırında çıkan fazlalık parmak.

şibab

  • Bıçak üstüne sürçmek.
  • At neşesi.

şicar

  • Kapı ardına koyup sürgü olarak kullanılan ağaç.
  • Kiremit tahtası altına konulup çakılan ağaç.
  • Kapı ağacı.
  • Deve alâmetlerinden bir alâmet.

sidad

  • Şişe tıpası. Yarık kapatacak şey.

şiddet-i hararet

  • Şiddetli sıcaklık.

sifle

  • Adi, alçak, zelil, terbiyesiz.

sifleperver

  • Alçak ve âdi kimseleri koruyan ve kullanan. (Farsça)

sikkin / sikkîn / سكين

  • Bıçak.
  • Bıçak. (Arapça)

sıkt

  • Ana karnından ölü olarak düşen çocuk.
  • Çakmaktan düşen ateş.

silan

  • Sapına girmiş olan kılıç ve bıçak ucu.

simak

  • (Tekili: Semek) Balıklar.
  • Parlak yıldız.
  • İki parlak yıldızdan birisi.
  • Bir şeyi yükseltip kaldıracak âlet.

sinesaf

  • Sarılıp kucaklaşmış. (Farsça)

siper

  • Arkasına saklanılacak şey. Koruyan. (Farsça)
  • Mânia. Sığınak veya set arkası, duvar altı gibi kuytu yerler. (Farsça)
  • Okun, giderken kabzayı zedelememesi için sol elin üzerine konulan âlet. (Farsça)
  • Muharebede askerin kurşun ve gülleden korunması için toprak kazılarak açılan ve ön tarafına, çıkan (Farsça)

sıram

  • Hurma ve yemiş toplayacak vakit.
  • Toplanmış hurma ve yemiş.

sirdab

  • (Çoğulu: Seradib) Yer altında su soğutacak yer.

sisa

  • (Çoğulu: Sıyas-Sıyasâ) Köşk.
  • Kale.
  • Sığınacak yer.
  • Çulha mekiği.
  • Horoz mahmuzu.
  • Sığır boynuzu.

şişe

  • Camdan yapılmış ağzı dar uzunca kap. Lâmbaya geçirilen camdan küçük baca.
  • Çeşitli maksatlarla çakılan çıta.

sıyas

  • (Tekili: Sıysa) Kaleler, kal'alar.
  • Köşkler.
  • Sığınacak yerler.

siyaset

  • Memleket idare etme san'atı. Devlet idare tarzı.
  • Dünya ve âhirette necatlarına sebeb olacak bir yola, insanları irşad ile beşeriyetin salâhına çalışmak.
  • Diplomatlık. Politika.
  • Seyislik, at idare işleriyle uğraşma.

sıysa

  • (Çoğulu: Sıyâs) Kale. Kal'a.
  • Sığınacak yer.
  • Köşk.

şuayb

  • Ashab-ı Eyke ile Medyen ahâlisine gönderilen bir peygamberdir. Çok hakikatlı ve güzel sözlerle bu iki kavmi Hakka davet ettiği halde kendisini dinlemediler. Cenab-ı Hak Eykeliler üzerine şiddetli sıcaklık ve Medyen ahalisine de şiddetli sayha ile azab verdi ve onları mahveyledi. Şuayb Aleyhisselâm k

suddad

  • (Çoğulu: Sadâyid) "Sâm-ı ebras" denilen kertenkele.
  • Suya varacak yol.

süfeha / süfehâ / سفها

  • Alçaklar, sefihler. (Arapça)

süfla

  • (Sâfil. den) Daha alçak, adi.
  • Günah ve basit işlere mahsus.
  • Kılıksız, kıyafetsiz.

süfli / süflî / سفلي / سُفْل۪ي

  • Aşağı, alçak.
  • Aşağıda bulunan.
  • Alçak, pek aşağı olan.
  • Aşağıda bulunan, alçak, âdi, bayağı, kılıksız, kıyafetsiz.
  • Alçak.
  • Alçak.

süfliyet

  • Alçaklık, aşağılık.

süfliyyet

  • Alçaklık, bayağılık, âdilik.

şüfre

  • (Çoğulu: Eşfâr) Yassı büyük bıçak.
  • Gön ve sahtiyan kestikleri bıçkı.
  • Kılıç ağızı.
  • Kirpik biten yer.

süful

  • Alçaklık.
  • Alçaklığa meyil ve teveccüh etmek. Alçaklığa yönelmek.

süfyan / süfyân / سُفْيَانْ

  • Müslümanlar içinde çıkacak yalancı dinsiz şahıs.

süfyani / süfyanî

  • Süfyan'dan olan, Süfyan'a mensub, Süfyan'a müteallik. Zübdet-ül Buharî Tercemesine göre, Süfyanî: Müslümanlara kötülük eden, sefil, kötü, alçak olan kimse demektir.

süfyani deccal / süfyanî deccal

  • Müslümanlar arasında çıkacak olan İslâm Deccalı.

şugl

  • İş, meşgul olunacak şey, gaile.

şugul

  • (Tekili: Şugl) İşler, uğraşacak şeyler, gaileler.

süham

  • Yabanda biten ot.
  • Yaz ısısı.
  • Sıcak yel.
  • Tegayyür, değişme.
  • Ziyan, zarar.

suhnan

  • Sıcak, kızgın.
  • Sıcak gün.

sühunet / sühûnet / سخونت

  • Sıcaklık, hararet. Hararet derecesi.
  • Sıcaklık, hararet.
  • Sıcaklık. (Arapça)

sükna / süknâ

  • Oturacak yer. Mesken.
  • Oturacak yer.
  • Oturulacak yer, ev.

sult

  • (Çoğulu: Eslât) Büyük bıçak.

sünyan

  • (Çoğulu: Süniyye) Ednâ, alçak, rezil, kepâze.

sure

  • Kur'an-ı Kerim'in 114 bölümünden her biri.
  • Derece.
  • Duracak yer. Menzilet.
  • Şeref ve şan.
  • Güzel inşa edilmiş bina. Sur.
  • Refi'.
  • Alâmet, nişan.

sürur / sürûr

  • (Tekili: Serir) Tahtlar. Yatacak yerler.
  • Sevinç, neşeli olmak.
  • Tahtlar, yatacak yerler.

suz

  • Yanma, tutuşma. Ateş. Sıcaklık. (Farsça)

ta'

  • Alçak, iniş yer.
  • Başı aşağı etmek.

ta'lik

  • Asmak.
  • Geciktirmek.
  • Bağlanmak.
  • Bir cümlenin mazmununun husulünü diğer bir cümlenin mazmununun husulüne edat-ı şart ile rabt etmektir. Şu işi görürsen, şuna vâris olacaksın denilse, vâris olma, işin görülmesine bağlanmış olur. Buna ta'liki şart denir.
  • Muallak k

ta'mik

  • (Umk. dan) Derinleştirmek. Derin kazmak.
  • İnceden inceye araştırmak. Esasına varacak şekilde araştırmak.

ta'miye

  • (Amâ. dan) Körletme. Kör etme.
  • Kapalı şekilde anlatmak.
  • Edb: Ebced hesabiyle düşürülen bir tarihin, hesabı doldurmak için çıkartılacak veya eklenecek sayılarını işaret etme.

tab / tâb / تاب

  • Güç. (Farsça)
  • Sıcaklık. (Farsça)
  • Parlaklık. (Farsça)
  • Kıvrım. (Farsça)
  • Eğen, büken. (Farsça)
  • Aydınlatan. (Farsça)

tabasbus

  • Yaltaklanma, alçakça yalvarma.

tabasbusat / tabasbusât

  • (Tekili: Tabasbus) Tabasbuslar, alçakça yalvarmalar, yaltaklanmalar.

tabii lüzum-u zati / tabiî lüzum-u zâtî

  • Birşeyin bizzat kendisinde zorunlu olarak doğal bir şekilde bulunan ve ondan ayrılması düşünülemeyen şey; meselâ "Ateşin tabiî lüzum-u zâtîsi sıcaklıktır." denilebilir. Ancak gerçek lüzum-u zâtî Cenâb-ı Hakkın sıfatlarında vardır.

tacdarane

  • Hükümdarlara yakışacak şekilde. Hükümdarca. (Farsça)

tada'du

  • Alçak gönüllülük gösterme.
  • Viran olma.
  • Aklını kaybetme.

taglib / taglîb

  • Edb: Bir alâkadan dolayı bir kelimeyi, başka bir mânayı da içine alacak şekilde kullanma. Baba ile anaya "Ebeveyn" denilmesi gibi.
  • Bir ilgiden dolayı kelimeyi başka bir anlamı da içine alacak şekilde kullanma.

tağlib

  • Bir alâka ve ilgiden dolayı bir kelimeyi, başka bir mânâyı da içine alacak şekilde kullanma, ana-babaya ebeveyn denilmesi gibi.

tahaşşu'

  • (Huşu. dan) Mütevâzi olmak. Alçakgönüllülük gösterme.

tahassungah / tahassungâh

  • Sağlam korunulacak yer. Sağlam sığınak. (Farsça)

tahazzu'

  • (Huzu. dan) Alçakgönüllülük gösterme. Mütevazi olma.

tahir

  • Temiz. Pâk. Abdesti bozacak veya guslü icab ettirecek şeylerden birisiyle özürlü olmayan.
  • Zâhir ve bâtında bütün ayıp ve kirlerden temiz, pâk olduğu için Hz. Peygamberimize de (A.S.) bu isim verilmiştir.
  • Müzikte: Makam ismi.

tahkir

  • Hareket etmek. Hor görmek. Küçük görmek. Aşağı ve alçak addetmek.

tahrifat / tahrîfat / تحریفات

  • Anlamından uzaklaştıracak şekilde üstünde kalem oynatmalar. (Arapça)

tahsildar

  • Tahsil eden; alacakları toplayan kişi.

tahzi'

  • Tevâzu etmek, alçakgönüllü olmak.

takdir / takdîr

  • Ölçme, değer biçme, değer verme, tâyin etme. Allahü teâlânın, olacak hâdiseleri ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilmi) ile bilip tâyin etmesi.

takdir-i ilahi / takdîr-i ilâhî

  • Allahü teâlânın, olacak hâdiseleri ezelde ilm-i ezelîsi ile bilip tâyin etmesi.

taklid / taklîd

  • İnanılacak şeylerde düşünmeden, anlamadan, yalnız başkasından işiterek, görerek inanma, îmân etme.
  • Amelde yâni yapılacak işlerde delîlini araştırmadan bir müctehidin ictihâdlarına (mezhebine) uyma, bağlanma.
  • Kendi mezhebine göre yapmasında harâc (meşakkat) veya zarûret buluna

taklidi iman / taklîdî îmân

  • İnanılacak şeylerde düşünmeden anlamadan, yalnız başkasından işiterek inanma, îmân etme.

taksim-i gurama / taksim-i guramâ

  • Kârı veya zararı ortaklar arasında koydukları sermaye nisbetinde taksim etmek.
  • Fık: Bir borçlunun terekesini alacaklıların borç miktarları nisbetinde aralarında taksim etmek.

talebdar / talebdâr / طلبدار

  • Alacaklı. (Farsça)
  • Alacaklı. (Arapça - Farsça)

talebkar / talebkâr / طلبكار

  • İstekli. (Arapça - Farsça)
  • Alacaklı. (Arapça - Farsça)

tanef

  • Kayış.
  • Dağ burnu. Dağ başı.
  • Kapı üstüne yapılan örtü.
  • Duvar üzerine yapılan saçak.

tanfese

  • (Çoğulu: Tanâfis) Uzun saçaklı halı.
  • Hurma yaprağından yapılan ve eni bir zira' miktarı olan hasır.

tantil

  • Hasta olan uzuv üstüne sıcak su ve yağ dökmek.

tasabbüb

  • Dökülmek.
  • Bahadır olmak, kahraman olmak.
  • Sıcaklığın artması.

tasavvuh

  • Yaş otun üstü sıcaktan kurumak.

tasdikleri tahtında

  • Doğrulayacakları gibi, bilgileri dahilinde.

tava'vu'

  • Tilki, çakal, kurt ve köpeğin ürümeleri.

tavla

  • Hayvan bağlanan ahır. (San'at Ansiklopedisinde "Tavla" maddesi: "Hayvanların tavlanması yani istirahat edip çalışacak kıvama gelmesi, kuvvet ve tâkat kazanması için beslendiği yer." şeklinde tarif edilmiştir.)

tavtie

  • Anlatılacak maksadı destekleyecek tarzda önceden bazı sözler söyleme.

tayy-i zeman / tayy-i zemân

  • Zamânın dürülmesi. Allahü teâlânın izniyle uzun zamanda yapılacak bir işi çok az zamanda yapma.

tayyare / tayyâre / طياره / طَيَّارَه

  • Uçak.
  • Uçak.
  • Uçak. (Arapça)
  • Uçak.

tayyare-i arz

  • Uzayda uçak gibi uçan dünya.

tayyare-i beşer

  • Uçak.

tayyare-i cevviye

  • Gökyüzünün, havanın uçakları.

tayyare-misal

  • Uçak gibi.

te'hıye

  • Hayvana yatacak ahır yapmak.
  • Birbirine kardeş olmak.

teanuk

  • Birbirinin boynuna sarılma. Kucaklaşma.

teberru'

  • Bir kimsenin, mecbur ve mükellef (yükümlü) olmadan, herhangi bir şeyi kendi rızâsı ile karşılıksız olarak birisine onun mülkü olacak şekilde vermesi.

tebhih

  • Sıcaklığın az olması.

tebsir

  • İnsanın gözünü açacak şekilde tarif ve izah etmek ve kalbine basiret vermek.

teessüs edecek

  • Kurulacak.

teevvi

  • (İvâ. dan) Bir yerde yerleşme, yurt edinme. Oturacak yer edinme.

tef

  • Buhar. (Farsça)
  • Sıcaklık, hararet. (Farsça)

tefe'ül

  • Fal açmak, bazı olayları uğurlu saymak, olacak şeyleri tahmin etmek.
  • Fal açmak.
  • Bazı hâdiseleri, tevafukları uğurlu saymak. Meselâ: Bir kitabı rast gele açarak ilk tevafuk eden yeri okuyup ona dikkat ederek onu uğurlu ve esas bir ders sayma gibi.
  • Olacak şeyi tahmin etmek. (Zıddı: Teşe'üm)

tefekkür

  • İbret alacak ve faydalanacak şekilde derin düşünme. Allahü teâlânın sıfatlarını ve nîmetlerini düşünme.

tefessüh

  • Açılmak. Genişlemek. İnbisat bulmak.
  • Mecliste çekilip bir adama oturacak yer açmak.
  • Alçaklaşmak. Bozulmak.
  • Çürümek. Kokup dağılmak.
  • Tâkattan düşmek.

tefsire

  • Hastaların bevlini koyacak şişe. Sidik kabı.

tehdib

  • Saçak yapmak.

teheddüb

  • Saçaklanmak.

tehevvüs-ü süfli / tehevvüs-ü süflî

  • Alçakça arzu ve heveslere kapılma.

tehlike

  • (Tehlüke) (Helâk. den) Helâkete sebep olacak hâl. Felâket.

tehlike-i maneviye / tehlike-i mâneviye

  • Mânevî tehlikeler; imanî noktalarda oluşacak kayıplar.

tehlil

  • İslâmiyetin tevhid akidesini hülâsa eden, ancak bir İlâh bulunduğunu, Onun da ancak ve ancak Allah (C.C.) olduğunu ifade eden "Lâilâhe illâllâh" sözünü tekrar etmek.

tekabül edecek

  • Karşılığı olacak, yerini tutacak.

tekarüm / tekârüm

  • Ayıp ve kusur olacak şeylerden kaçınma.

teklif-i bilmuhal

  • İmkânsız ve olmayacak birşeyi teklif etme.

tekye

  • Zikir veya ders için toplanılan yer. (Farsça)
  • Dervişlerin meskeni ve mâbedi. (Farsça)
  • Yaslanılacak, dayanılacak şey. (Farsça)
  • İtimâd etmek, dayanmak. (Farsça)

telvih

  • Açıklamak.
  • Zâhir ve aşikâre kılmak.
  • Susuzluktan insanın çehresi bozulmak.
  • Bir şeyi ateşle kızdırmak. Güneş veya ateşin sıcaklığı bir nesnenin rengini değiştirmek.
  • Posa hâline getirmek.
  • Kocamak. Saç ağarması.
  • Almak.
  • İşaret etmek.

temin-i hayat

  • Hayatın devamını temin etme; yaşamı rahatlatacak vesileleri, araç ve gereçleri elde etme.

tenanir

  • (Tekili: Tennur) Ocaklar, fırınlar, tandırlar.
  • Su pınarları.

tenekkür

  • (Nekr. den) Kendini bildirmeme. Tanınmıyacak kılığa girme.

tenezzül / تنزل

  • (Çoğulu: Tenezzülât) İnme, düşme. Aşağılama.
  • Gönül alçaklığı. Karşısındakinin seviyesine göre tevâzu ile konuşmak.
  • Yavaş yavaş inmek. Mekânını yukarıdan aşağıya nakletmek.
  • Alçalma. (Arapça)
  • Alçakgönüllülük. (Arapça)

tenezzülen / تنزلا

  • Alçak gönüllülükle, tevâzu ve mahviyet içinde, kibirsizlikle.
  • Alçakgönüllülükle. (Arapça)

tenkid

  • Bir kimse veya şeyin iyi veya kötü taraflarını bulup meydana çıkarmak.Tenkid yapıcı veya yıkıcı olabilir. Tenkitten maksat, doğrunun ve yanlışın iyi niyetle ortaya konulması, hakikate ulaştıracak yolun ve imkânların gösterilmesidir. Sadece yanlışı söylemek, doğruyu göstermemek yıkıcı bir tenkiddir.

tenkil

  • Uzaklaştırmak. Tepeleyip sindirmek.
  • Başkalarına ders ve ibret olacak şekilde ceza vermek. Rezil ve rüsvay eylemek.
  • Zincire vurmak.

tenkilat / tenkilât

  • (Tekili: Tenkil) Örnek olacak biçimde cezâlandırmalar.
  • Düşmanları tepelemeler.
  • Uzaklaştırmalar.

tenkir

  • Tanınmayacak bir hale koymak.
  • Gr: Bir ismi harf-i tarifsiz kullanarak belirsiz yapmak. Gayr-i muayyen veya gayr-i mahdut kılmak.

tennur / tennûr

  • Kapalı ocak, fırın, tandır.

tenufe

  • (Çoğulu: Tenânif) Helâk olacak yer.
  • Sahra.
  • Yazı.

tenuk

  • (Tenuka, Tenukıye) : Helâk olacak yer.
  • Sahra.
  • Yazı.

tenzir

  • (İnzâr. dan) Olacak bir hâdiseyi haber vererek korkutma. (Müjdenin zıddı)

terakkiyat-ı sanayi / terakkiyât-ı sanayi

  • Sanayi dallarında meydana gelen gelişme ve ilerlemeler—uçak sanayii, gemi sanayii gibi.

tercih bila müreccih / tercih bilâ müreccih

  • Tercih edici sebep olmaksızın tercih (seçim) yapılabilir. Yani, seçimi yapacak zat için mutlaka sebebin var olması gerekmez, hiçbir sebebe bağlı kalmadan da seçenekler arasından birini seçebilir.

terdid

  • Geri çevirmek, geriletmek.
  • Edb: Karşısındakini merakta bırakacak ve neticeyi sezdirmeyecek şekilde söz etmek.
  • İki ihtimâlle fikir anlatmak. Muhatabın beklemediği bir surette sözü bitirerek söze kuvvet vermek.

terebbu'

  • Bağdaş kurup oturmak.
  • Dört bacaklı olmak.

tereddütsüz

  • Şüphede kalmayacak şekilde.

teres

  • Alçak, kâfir.

termik

  • Sıcaklıkla alâkalı. Hararetle ilgili. (Fransızca)

termos

  • yun. İçine konulan sıvının sıcaklık veya soğukluğunu uzun müddet muhafaza edebilen kap.

terzil etmek

  • Aşağılamak, rezil ve alçak göstermek.

teşehhüd

  • Namazın her ka'desinde (ilk ve son oturuşlarda) ettehiyyâtü duâsını okumak veya bunu okuyacak kadar oturmak.

tevagguz

  • Çok sıcak olmak.

tevazu / tevâzu / تواضع

  • Alçakgönüllülük.
  • Alçakgönüllülük, isteyerek mertebesinin altında görünme.
  • Alçak gönüllülük.
  • Alçakgönüllülük. (Arapça)

tevazu ve mahviyet

  • Alçakgönüllülük.

tevazu' / tevâzu' / تَوَاضُعْ

  • Alçak gönüllülük. Kibirsizlik. Mahviyet hâli.
  • Alçak gönüllülük; kendisini başkaları ile bir görmek, başkalarından daha üstün ve daha aşağı görmemek.
  • Alçak gönüllülük.

tevazu'kar / tevazu'kâr

  • Tevazulu, alçak gönüllü. (Farsça)

tevazu-u tam / tevazu-u tâm

  • Tam bir alçakgönüllülük.

tevazukarane / tevazukârâne

  • Alçakgönüllülükle.

tevessül

  • Allah'ın dergâhına yaklaştıracak amel işlemek.
  • Sarılmak.
  • Baş vurmak.
  • İnanmak.
  • Sebeb tutmak.
  • Hırsızlık.

tevgir

  • (Mübalağa ile) Sıcaklatmak.

tezbir

  • (Çoğulu: Tezbirât) (Zebr. den) Yazma veya yazılma.
  • Bez kenarına saçak yapmak.

tezellül

  • Zillete katlanmak. Aşağılanmak. Alçalmak. Hor ve hakir olmak. Kendini alçak tutmak.

teznid

  • Çakmakla ateş yakma.
  • Başını devamlı önüne eğdirmek.

tibrak

  • Bıçak.

timar

  • Bir şeyin devam ve inkişafı için yapılan hizmet. (Farsça)
  • Sipâhiye verilen öşrü alınacak arazi. (Farsça)

tımres

  • (Tımrus) Yalancı, kezzab.
  • Leim, alçak kimse.

tizna

  • Kılıç, bıçak gibi şeylerin keskin olan ağız tarafı. (Farsça)

Troçkizm / Troçkist

  • Troçkizm, Marksizm'in Troçki'nin bakış açısıyla yorumlanmasıdır. Aynı zamanda 1917 Ekim Devrimi'nden sonra ortaya çıkmış bir ayrımı ifade eder. Sovyetler Birliği'nde "sol muhalefet" olarak örgütlenmiş, Troçki'nin kurduğu 4. Enternasyonal'le başlayarak günümüze kadar gelmiştir. Troçkizm'in en önemli unsurları; özgürlüğü ortadan kaldıracak bir sistem olarak görülen "tek ülkede sosyalizmi" fikrinin reddi, dünya devrimi fikri, enternasyonalin gerekliliği, sürekli devrim ve Doğu Bloku ülkelerinin gerçek sosyalizm olmadığı fikirleridir.

    Kaynak: Wikipedia: https://tr.wikipedia.org/wiki/Troçkizm


tuhyan

  • Karlık gibi su soğutacak kap. Buzluk, buzdolabı.

tul-ü emel / tûl-ü emel

  • Dünya hayatının kısa ve geçiciliğine rağmen devamlı yaşayacakmış gibi dünyaya ait işlere karşı gösterilen aşırı arzu, istek.

tumrus

  • Sıcak külde pişmiş ekmek.

tuni

  • Sefih, alçak, rezil. (Farsça)
  • Külhanbeyi. (Farsça)
  • Hırsız. (Farsça)

turfe

  • Görülmemiş, tuhaf, yeni şey. Şaşılacak şey.

turfe-kar / turfe-kâr

  • Garip şeylerle uğraşan. Şaşılacak şeyler yapan. (Farsça)

u'cube / u'cûbe / اعجوبه

  • Taaccüb olunacak şey. Ucube. Pek acib ve garib olan.
  • Hayret edilecek derecede olan isti'dad.
  • Acayip, şaşılacak şey. (Arapça)

u'cube-i hilkat

  • Yaratılıştan insanlara hayret verici olan. Şaşılacak, hayrete düşülecek hilkat garibesi.

ucab

  • (Uccâb) Çok şaşılacak fazla gülünç olan şey.

ucbe

  • Acaib ve şaşılacak şey.

uçbeyi

  • Hudutlardaki sancakbeyleri hakkında kullanılan bir tâbir idi. Orta çağlarda Türk Devletinin uçbeyleri yarı müstakil idiler. Bağlı bulundukları devletler zayıfladıkça istiklâl dereceleri artar, neticede müstakil devlet olarak ortaya çıkanlar olurdu. Akkoyunlular, Karakoyunlular ve nihayet Osmanlılar

ucube / ucûbe

  • Şaşılacak şey.

ücümm

  • Medine ehlinin taştan yaptıkları hisar.
  • Sığınacak yer.
  • Damlı dört köşeli ev.

üfkuhe

  • Şaşılacak şey.

ülhiyye

  • Çocuk oyuncağı, oyuncak.

ülhüvve

  • Oyuncak, çocuk oyuncağı.

uluhiyet-i mutlaka

  • Kayıt altında olmayan, mutlak uluhiyet. Ancak bir tek İlâhın mâbud oluşu.

ulum-u hafiye / ulûm-u hafiye

  • Gizli ilimler. Ancak veraset-i Nübüvvet muhakkiklerince veya bir kısım hakikatların esrarına vakıf âlimlerce bilinen ilimler.
  • Gizli ilimler, ancak peygambere ve bir kısım hakikatlerin sırlarını bilen alimlerce bilinen ilimler.

umde

  • İnanılacak şey.
  • Prensip, temel fikir.
  • Dostluk. Güvenilecek yer veya kimse.
  • Kavim veya kabilenin muteber ve mu'temedi olan. Reis. Serasker.
  • Dayanacak, inanılacak şey.
  • Güvenilecek yer, kimse.

umuhet

  • Yapılacak işte tereddüt gösterme, tutulacak yolda duraklama.

umur-u hasise / umur-u hasîse

  • Alçak ve değersiz işler.

unv

  • Alçaklık.
  • Alçak gönüllülük, tevâzu etmek.

ürcuce

  • Salıncak.

ürcuha

  • Salıncak.

urve

  • (Çoğulu: Urâ) Düğme iliği.
  • Yazda ve kışta yaprağı dökülmeyen ağaç.
  • Daima bâki olan nesne.
  • Arslan. Kudretten kinaye olur.
  • Kulp. Yapışacak sap. Tutacak yer.
  • Tutulacak yer, kulp.

urvet-ül vüska

  • Sağlam kulp. Metin ve muhkem olan tutulacak şey.
  • İslâmiyet.
  • Kur'an-ı Kerim.

urvet-ül-vüska / urvet-ül-vüskâ

  • Tutunulacak en sağlam kulp.
  • İslâmiyet veya Kur'ân-ı kerîm.
  • Dinde güvenilir, kendisine uyulacak büyük âlim mânâsına, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin üçüncü oğlu olan Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî'nin lakabı.

üsfiyye

  • (Çoğulu: Esâfi) Üzerine tencere koyup yemek pişirilen ocak taşı.

üşgule

  • Uğraşılacak iş. Meşguliyet.

usr

  • (Çoğulu: Usur - A'sâr) Sığınacak yer. Melce'.
  • Dehr, zaman, devir.

usret

  • Sığınacak ve kurtulacak yer.

üsvet

  • Beraberlik.
  • Halka reis olmak.
  • Dert ortağı. Sâdık arkadaş. Manevî tabib.
  • Nümune ve örnek tutulacak olan insan.

va'

  • Çakal.

va'l

  • Sığınacak yer.

va'n

  • Sığınacak yer, melce'.
  • Ot yetişmeyen taşlık ve sert yapılı arazi.

va'z

  • Dinî mes'eleler üzerinde konuşup nasihat etmek. Kalbi yumuşatacak sözlerle insanı iyiliğe sevke çalışma.

vagd

  • Tamahkâr, cimri, hasis.
  • Alçak, bayağı, âdi.

vahamet

  • Zor, güçlük.
  • Ağırlık. Tehlike. Muhatara. Neticesi fena.
  • Hazım güçlüğü, sindirim zorluğu.
  • Korkulacak hal, tehlikeli vaziyet.

vahdet-gah / vahdet-gâh

  • Yalnız kalınacak yer. (Farsça)

vahid-i kıyasi / vâhid-i kıyasî

  • Bir şeyin miktarını ve sair hususiyetlerini ölçmek için kendi cinsinden değişmez olarak tayin edilen parça veya miktar. Meselâ: Uzunluğun "vâhid-i kıyasîsi" metredir. Hava tazyiklerinin ve sıcaklıklarınınki de derecedir.

vaid / vaîd

  • İyiliğe sevk veya kötülükten kurtarmak için ileride olacak kat'i hâdiseleri haber vererek korkutmak.
  • Cehennemi haber vermek.
  • İyiliğe sevk veya kötülükten kurtarmak için ileride olacak kesin hadiseleri haber vererek korkutmak, cehennemi haber vermek.

vakfe

  • Bir hareketin geçici olarak durdurulması.
  • Durak. Durulacak yer.
  • Hacıların Hac esnasında Arafat'taki tevakkufları olup, eda etmeğe mecbur oldukları şartlardan birisidir.

vakfegah / vakfegâh / وقفه گاه

  • Durulacak yer, durak. (Arapça - Farsça)

vakıf / vâkıf

  • Bir şeye hâkim olacak derecede bilgi sahibi olan.

vakt

  • (Çoğulu: Vikat) İçinde yağmur suyu biriken çukur.
  • Su ile faydalanacak mekân.
  • (Horoz) tavuğa binmek.

vakud

  • Odun, kömür gibi yakılacak şeyler.

vamhah / vâmhâh / وامخواه

  • Alacaklı. (Farsça)
  • Alacaklı. (Farsça)

varik

  • (Çoğulu: Vürük) Süs için palanın önüne geçirip astıkları saçaklı kıvrımlı esvap.
  • Nakışlı kumaştan yapılmış saçaklı palan ve eyer örtüsü.

vasl

  • Kavuşma. Allahü teâlâya kavuşma; velî olma. Vasl olanlar reisidir, o hocasının pîridir. Mektûbât ki eseridir, câna can katar efendim.
  • Birleştirme. İlm ile, irfân ile, sâhib olan Sıla'ya İki temel bilgiyi vasl eden bir araya Dalıp uçsuz bucaksız, o muazzam deryâya Ve bu zikr deryâsınd

vasm

  • Utanacak şey.
  • Vurmak. (Liyazon yapmak)

vasvas

  • Kadınların örtündükleri ve ancak gözleri görünecek derecede dar olan yüz örtüsü.

vazaat

  • Alçaklık, âdilik, bayağılık.

vazi' / vazî' / وضيع

  • (Vazîa) Alçak, deni, bayağı, âdi.
  • Alçak, aşağı. (Arapça)
  • Mütevazi. (Arapça)

vazife

  • Görev, yapılacak iş.

vazıh / vâzıh

  • Açık, ayan, âşikâr. Besbelli. Kapalı olmayan.
  • Edb: Vuzuhlu söz. Bir okunuşta mânâsı anlaşılacak ifâde.

vaziyet-i marziye

  • Razı olunacak hal.

ve'l-ilmu indallah

  • Gerçek bilgi ancak Allah katındadır.

vebr

  • Kocakarı soğuğundan bir gün.
  • Ada tavşanı, ak tavşan.

vecd

  • Aşk, muhabbet. Kendinden geçecek, unutacak kadar İlâhî bir aşk hali.
  • Yüksek heyecan. İştiyakın galebesi.
  • Aşk, muhabbet.
  • Kendinden geçmek, kendini unutacak kadar aşk hâli.

vegadet

  • Akılsızlık.
  • Adilik, bayağılık, aşağılık, alçaklık.

vegd

  • (Çoğulu: Evgad) Alçak adam.

vegire

  • Kızmış taş ile sıcaklık verilerek pişirilen süt.

vegre

  • Sıcaklığın çok olması.

vehec

  • Ateş sıcaklığı.

vehic

  • Ateşin sıcaklığı.

veliahd

  • (Veliy-yi ahd) Bir hükümdardan sonra hükümdar olacak kimse.

velik / velîk / وليك

  • Ama, ancak. (Farsça)

velikin / velîkin / وليكن

  • Ama, ancak. (Farsça)

vemd

  • Gazap etmek, hiddetlenmek, kızmak.
  • Sıcaklığın artması.

vemz

  • İşaret etmek.
  • Parlamak. şimşek çakmak.

very

  • Çakmaktan ateş çıkması.

veyl

  • Vay hâline, yazıklar olsun.
  • Bir kimse veya topluluğun işledikleri kötülükler sebebiyle karşılaşacakları azâbı, kötü hâlleri ve acınacak bir hâlde bulunduklarını ifâde eden bir söz.
  • Cehennem'de bir vâdinin adı.

vezer

  • Sarp dağ. Sığınılacak yer. Kale. Hisar.
  • Galib olmak.

vezn

  • (Vezin) Tartma. Ölçme. Hesaplama.
  • Tartacak şey. Tartı.
  • Ağırlık.

voyvoda

  • Reis, subaşı, ağa gibi çeşitli mânalara gelen bir tabirdir.Voyvodalık Osmanlılarda Milâdi onyedinci asırda başlamıştır. Eyalet valileri ve sancak mutasarrıfları uhdelerine tevcih olunan eyalet ve sancakların mülhak kazalarına halkın isteğiyle yerlilerin ileri gelenlerinden birini voyvoda tayin ederl

ya mabud / yâ mâbud

  • Ey ancak kendine ibadet edilen Allah.

yadigar-ı tahattur / yâdigâr-ı tahattur

  • Hâtıra, hatırlatacak bir hediye.

yakiniyat / yakîniyat

  • Şüpheye yer bırakmayacak derecede kesin olan şeyler.

ye'cuc ve me'cuc / ye'cûc ve me'cûc

  • Kur'ân-ı kerîmde adı geçen ve kıyâmete yakın, yeryüzüne yayılacak olan zararlı ve bozguncu iki kötü kavim.

ye'cüc ve me'cüc

  • Kur'ân-ı Kerimde bahsi geçen ve ortalığı fitne, fesat ve anarşiye boğacak olan kavimler, anarşist topluluk.
  • Kısa boylu olacakları söylenen ve Kur'an-ı Kerim'de bahsi geçen ve ortalığı fitne ve anarşiye boğacak olan bir kavmin ismi.
  • Kur'ân-ı Kerim'de bahse konu edilen ve kısa boylu olacakları söylenen, ortalığı fitne ve anarşiye boğacak olan bir kavmin adı.

ye'cüc-me'cüc

  • Kur'ân-ı Kerimde bahsi geçen, ortalığı fitne ve anarşiye boğacak olan bir kavmin ismi.

yevm-i şek

  • Şaban ayının otuzuncu günü; ramazan olması zannedilip ancak görülmedikçe oruç tutulması münasip olmayan gün.

yevm-i şevk

  • Şaban-ı Şerifin otuzuncu günü. Ramazan olması zannedilip ancak hilâl görülmedikçe oruç tutulması münasib olmayan gün.

yoga

  • Bâtıl Hind felsefe sistemi. Bunlar tam bir dalgınlık ve hareketsizlik ile ve çile çekmekle gayelerine ulaşacaklarını sanarlar.

zahire

  • (Zahâyir) Öğle vakitleri sıcaklığın çok olduğu vakitler.

zaruriyyat-ı din / zarûriyyât-ı din

  • İnanılacak ve yapılacak işlerle ilgili, âlim ve câhil herkesin bilmesi lâzım olan din bilgileri.

zaruriyye

  • (Zarurî) Mecburî. İster istemez olacak iş. İhtiyarî olmayan, mecburî olan.

zatiye / zâtiye

  • Bizzat var olan öz nitelik; sıcaklığın, ateşin kendi zâtında var olması gibi.

zebh

  • Kesme, boğazlama. Kurban kesme. (Boğazlanmış veya boğazlanacak hayvana da "zebiha" denir.)

zebun / zebûn / زبون

  • Alçak. (Farsça)
  • Aciz, zavallı. (Farsça)
  • Güçsüz. (Farsça)
  • Zebûn etmek: (Farsça)
  • Alçaltmak. (Farsça)
  • Aciz bırakmak. (Farsça)
  • Güçsüz bırakmak. (Farsça)
  • Zebûn olmak: (Farsça)
  • Alçalmak. (Farsça)
  • Aciz kalmak. (Farsça)
  • Güçsüz kalmak. (Farsça)

zehder

  • Çakır doğan.
  • Doğan yavrusu.
  • Bir atın adı.

zelalet

  • Alçaklık, hakirlik, horluk. Zillet.

zelil / zelîl / ذَل۪يلْ

  • Hor, hakir, alçak. Aşağı tutulan.
  • Hor, hakir, alçak.
  • Alçak, düşük.
  • Alçak, aşağılık.
  • Aşağı, alçak, hor, hakîr.
  • Hor, alçak.

zelilane / zelilâne / zelîlâne

  • Alçakça. Hakir ve aşağılık kimselere yakışır şekilde. (Farsça)
  • Alçalarak, alçakça.

zelili / zelilî

  • Hakirlik, horluk, zelillik, alçaklık.

zema'

  • Tenbel olmak.
  • Dehşetli olmak.
  • Acele etmek.
  • Yırtmak.
  • Alçak insan, kötü insan.

zemherir / zemherîr

  • 22 Aralık'tan 31 Ocak'a kadar olan şiddetli kış dönemi. Şiddetli ve yakıcı soğuk.

zend

  • (Çoğulu: Zinâd-Eznüd-Eznâd) Kolun bilekte olan mafsalı.
  • Çakmak taşı ve demiri.

zerdeme

  • Yutacak yer.

zeveban etmek

  • Fiz: Sıcaklığını artırarak bir cismin, katı hâlden sıvı hâline geçmesi. Erimiş olması.

zevk-i süfli / zevk-i süflî

  • Alçak, aşağılık zevk.

zıhlil

  • Dayanacak ve kayacak dar mekân.

zımar

  • Ele geçmesi mümkün olmayan kaybolmuş mal. Alacak veya yeri bilinmeyen mal.
  • Gizli kalmış hazine, iş veya şey.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın