REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te çel ifadesini içeren 1349 kelime bulundu...

hak teala / hak teâlâ

  • Yüce Allah. Allah celle celâlühü.

a'cel

  • Daha acele, en çabuk.
  • Acele eden kişi.

a'la-d derecat

  • Derecelerin en alâsı, en yükseği.

a'la-yı illiyyin / a'lâ-yı illiyyîn

  • Cennette en yüksek derece, olgun kişilerin Allah katındaki dereceleri.

acafet

  • Zayıflık. Çelimsizlik.

acal

  • (Tekili: Ecel) Eceller. Ölümler, vâdeler.

acaleten / acâleten / عجالة

  • Alelacele. (Arapça)

acele / عجله

  • Acele. (Arapça)

aceleten / عجلة

  • Çarçabuk, alelacele. (Arapça)

acil / âcil

  • Aceleci.
  • Acele eden. Hemen.
  • Derhal. Peşin.
  • Çabuk.
  • Fık: Dünya.
  • Acele eden.

acilane / âcilane

  • Acele edene ait. Acele olarak. (Farsça)
  • şimdiki zamana ait. (Farsça)

acilen / âcilen

  • Acele olarak. Serian, derhal, müstâcelen.
  • (اٰجلاً) Vakti gelince, ileride, gelecekte.
  • (عاجلاً) Acele olarak, derhal, peşin olarak.
  • Acele olarak.

acul / acûl / عجول

  • Çok acele eden sabırsız.
  • Aceleci.
  • Aceleci, sabırsız.
  • Aceleci. (Arapça)

aculane / aculâne / acûlâne / عجولانه

  • Acele edene yakışır suretde.
  • Acele acele. (Arapça - Farsça)

aculiyet

  • Acelecilik.
  • Acelecilik. Sabırsızlık.
  • Acelecilik, sabırsızlık.

adalet-i izafiye / adalet-i izâfiye

  • Göreceli adalet; toplumun selâmeti için birey hukukunun feda edilmesini öngören adalet.

adalet-i nisbiye

  • Zamanın şartlarına göre değişebilen, toplumun selâmeti için ferdin feda edilmesini öngören göreceli adalet.

adil-i hakim-i zülcelal / âdil-i hâkim-i zülcelâl

  • Sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan ve herşeye adaletle hükmeden Allah.

aglal

  • (Tekili: Gull) Boyna geçirilen zincirler.
  • Kelepçeler, pırangalar.

ahar

  • Hattatların kullandıkları kâğıda sürülen nişastalı yumurta. (Farsça)
  • Kahvaltı. (Farsça)
  • Bir nevi çelik. (Farsça)

aheste-rev

  • Aheste âheste yürüyen, acelesiz, yavaş yavaş yürüyen. (Farsça)

ahestegi / ahestegî

  • Yavaşlık, acele etmemeklik. (Farsça)

ahlak

  • (Hulk.C.) Huy, tabiat. İnsanın davranış tarzı, tutum ve tavrı, bir cemiyette makbul ve iyi sayılan davranış kuralları. Bu kural ve kaideleri inceliyen ilim. Ahlâkın kaynağı ve mahiyetini inceliyen felsefe.Filozoflar hangi hareketlerin iyi, hangilerinin kötü olduğu ve insanın neden ahlâk kaidelerine

ahlakıyyat / ahlâkıyyât

  • Ahlâk ilmi ve düsturlarını ve bunların vasıflarını ve tatbiklerini inceleyen, öğreten ilim.
  • Ahlâk ve terbiye ile alâkalı ders ve bahisler.

ahruf

  • (Tekili: Harf) Uçlar.
  • Şiveler, lehçeler.
  • Harfler.

ahsen-ül halıkin / ahsen-ül hâlıkîn

  • Hâlıkıyyet mertebelerinin en güzel ve en münteha mertebesinde olan bir Hâlık-ı Zülcelal. Her şeyi herşeyle münasebetine lâyık bir tarzda güzel yaratan Hâlık. (C.C.)

ahterşümar / ahterşümâr / اخترشمار

  • Yıldızbilimci. (Farsça)
  • Geceleri uyuyamayan. (Farsça)

akanyıldız

  • Daha ziyade yaz geceleri gökyüzünde hızla geçip giden ışıklı iz, şahap.

akl

  • (Akıl) Men'etmek.
  • Sığınacak yer.
  • Kırmızı mihfe örtüsü.
  • Diyet.
  • İnsanın; hayrı, şerri ve ilimleri anlayan, sebeblerden neticeleri çıkaran ve eserden eser sahibine intikal eden hassası. Düşünme ve anlama kabiliyeti. Zihin, zekâ, tefehhüm, fehim, irade, anlayış, k

aksam-ı tecelliyat / aksâm-ı tecelliyât

  • Tecellilerin, yansımaların kısımları, çeşitleri.

aktab / aktâb

  • Kutublar. Tasavvufta yüksek derecelere ulaşmış mübârek, kıymetli zâtlar Kutb'un çokluk şeklidir.

ala / alâ / علاء

  • Yücelik, şeref. (Arapça)

ala-yı illiyin / âlâ-yı illiyîn

  • Yüceler yücesi, en yüksek mertebe.

ala-yı illiyyin / âlâ-yı illiyyîn

  • Yücelerin en yücesi.

ala-yı illiyyin-i tevhid / âlâ-yı illiyyîn-i tevhid

  • Tevhid mertebelerinin en yükseği; her şeyi bir olan Allah'a verme derecelerinin en yükseği, en zirvesi.

aladderecat / aladderecât

  • Derecelere göre.

alat-ı lehv / âlât-ı lehv

  • Dinen yasak olan eğlencelerde kullanılan aletler, yasak eğlencelere mahsus çalgılar.

alayıilliyyin / âlâyıîlliyyîn

  • Yücelerin yücesi.

ale-d-derecat

  • Derecelere göre, sırayla.

ale-l-acele

  • Çarçabuk, acele olarak, çabuk.

alem-i melekut / âlem-i melekût

  • İlâhî hükümranlığın tam olarak tecellî ettiği, görünmeyen, kâinatın iç yüzü.

ali / âli

  • Büyük, yüksek, şerif, celil, aziz olan.

ali-d-derecat / âli-d-derecat

  • Derecelerin âlisi, iyi ve şereflisi.

alicah / âlîcâh / عالى جاه

  • Yüksek dereceli. (Arapça - Farsça)

alim-i rahim / alîm-i rahîm

  • Herşeyi hakkıyla bilen ve rahmetinin çok özel tecellîleri olan sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Allah.

alim-i zülcelal / alîm-i zülcelâl

  • Sonsuz ilmiyle herşeyi bilen ve sınırsız haşmet ve yücelik sahibi olan Allah.

aliyy

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yüce olan. Mahlûkâtın (yaratılmışların) akıl, ilim (bilgi) ve anlayışlarının erişemediği yücelikte olan.

allah zülcelal hazretleri / allah zülcelâl hazretleri

  • Sonsuz büyüklük, yücelik ve azamet sahibi olan Allah.

allahü zülcelal / allahü zülcelâl

  • Sınırsız haşmet ve yücelik sahibi olan Allah.

allahü zülcelal tebareke ve teala ve tekaddes hazretleri / allahü zülcelâl tebareke ve teâlâ ve tekaddes hazretleri

  • Büyüklük, haşmet ve yücelik sahibi olan ve her türlü kusur ve eksiklikten uzak olan Allah.

allame / allâme

  • İslâmiyetin yirmi ana ilmi ve bunların kolları olan seksen ilminde mütehassıs ve evliyâlık derecelerinde yükselmiş, ayrıca lâzım olduğu kadar zamanın fen ve edebiyat ilimlerinde de yetişmiş zât. Âlim kelimesinin mübâlağalı ismi fâilidir.

alz

  • (Çoğulu: Alzât) Sabırsızlık.
  • Hastaya ârız olan titremek.
  • Hafiflik.
  • Acele

anatomi

  • Canlıların yapısını ve bu yapıyı meydana getiren uzuvları inceleyen ilim dalı. Tıbtaki önemi çok büyüktür.

anber-ter

  • Güzellerin zülüfleri ve benleri. (Farsça)
  • Mc: Geceleyin. (Farsça)

anef

  • Kabalık (inceliğin zıddıdır).

antropoloji

  • yun. İnsan dediğimiz varlığı inceleyen ilim. İnsan biyolojik özellikleri açısından incelendiğinde biyolojik antropoloji, cemiyet halinde yaşıyan bir varlık olması açısından incelendiğinde sosyal antropoloji veya kültür antropolojisi, insanın mahiyeti, diğer varlıklardan farkı, hayatının mânası, düny

arekrek

  • Aceleci, acul.
  • Kuvvetli büyük deve.

areometre

  • yun. Sıvıların yoğunluk derecesini ölçmeye yarayan âlet. Arşimet'in keşfettiği kanuna istinad edilerek yapılan bu alet, içi boş cam bir silindir ile bunun üst kısmındaki dereceli bir çubuktan ibarettir.

arş

  • Bağ çardağı.
  • Gölgelik.
  • Kürsü, taht, yüce makam. En yüksek gök. Allahın kudret ve saltanatının tecelli yeri. (Arş kâinatı kaplar. Allah'ın kudreti ve ilmi de herşeyi kaplar.)
  • Fevkiyyet, ulviyyet.
  • Arş-ı Alâ, Arş-ı Rahman, Arş-ı İlâhi, Arş-ı Yezdan, Felek-i Eflâk
  • Taht, yüce makam; Allah'ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer.
  • Taht.
  • Dokuzuncu gök.
  • Çardak.
  • Cenab-ı Hakk'ın kudret ve azametinin tecelli ettiği yer.
  • İlâhî kudret ve saltanatın tecelli yeri.

arş ve kürs

  • Allah'ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği iki yer.

arş-ı ala / arş-ı âlâ

  • Allah'ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yüce yer.

arş-ı azam / arş-ı âzam

  • Allah'ın sınırsız egemenliğinin ve büyüklüğünün tecelli ettiği makam.

arş-ı azamet

  • Allah'ın sınırsız egemenliğinin ve büyüklüğünün tecelli ettiği yer.

arş-ı azim / arş-ı azîm

  • Allah'ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer.

arş-ı azim-i muhit / arş-ı azîm-i muhit

  • Cenab-ı Allah'ın her şeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer.

arş-ı ehadiyet

  • Allahın ehadiyet tecellisinin arşı ve âlemi. Allahın, ehadiyet tecellisini gösteren âlem.

arş-ı hayat ve ihya

  • Hayatın ve hayat verip diriltmenin tecellî ettiği yer, makam.

arş-ı hüda / arş-ı hüdâ

  • Allah'ın büyüklüğünün ve yüceliğinin tecelli ettiği makam.

arş-ı ilahi / arş-ı ilâhî

  • Cenâb-ı Hakkın büyüklük ve yüceliğinin tecelli ettiği yer (kâinatın egemenlik ve yönetim merkezi).

arş-ı rahmet

  • Rahmet ve merhametin tecellî ettiği yer, makam.

arş-ı rububiyet

  • Allah'ın büyüklüğünün, hüküm ve egemenliğinin tecelli ettiği yer.

arşi / arşî

  • Arştan gelen; Cenab-ı Allah'ın büyüklük ve yüceliğinin tecelli ettiği yerden gelen.

aruz

  • Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere etrafındaki nahiye ve köyler.
  • Edb: Şiirin ahenk ölçülerinden, nazmın vezinlerinden bahseden ilim. Arap, Fars, Türk şiirinde kullanılan vezin ki, hecelerin uzunluk (kapalılık) ve kısalık (açıklık) değerlerine dayanır.
  • Bir beytin birinci

arvend

  • Şan, şeref, ululuk, yücelik, azamet. (Farsça)

asar-ı azamet / âsâr-ı azamet

  • Allah'ın büyüklüğünü, haşmet ve yüceliğini gösteren eserler, deliller.

asar-ı lütuf ve merhamet / âsâr-ı lütuf ve merhamet

  • İyilik, bağış ve merhamet eserleri, neticeleri.

ases

  • Asâyişin muhafazası için geceleri dolaşan ve şimdiki polis vazifesini gören memurlar.

asfad

  • (Tekili: Safed) Suçluların el ve ayaklarına takılan kelepçeler.

asil / âsil

  • (Çoğulu: Avâsil-Usûl) Kovandan bal alan kişi.
  • Yürürken aceleden yele yele yürüyen kimse.

aşşab

  • (Aşşeb. den) Nebatları, bitkileri toplayarak ve misallerini kurutarak her biri üzerinde ilmî incelemeler yapan âlim.

astronomi

  • Gökteki cisimleri inceleyen ilim.

aşva'

  • Geceleyin gözü görmeyen kadın veya kız.
  • Önüne bakmayıp her ne olursa basan deve.

ateş-kar / ateş-kâr

  • Külhancı. (Farsça)
  • Mc: Aceleci, kızgın veya merhametsiz adam. (Farsça)

atrab

  • Oyunlar. Eğlenceler. Şenlik ve ferahlıklar.

avali / avalî / avâlî

  • Büyük ve sayılı kimseler. Büyükler. Yüceler.
  • Medine etrafındaki semtler.
  • Yüceler, büyükler. Medine etrafındaki semtler.

avam-ı melaike / avâm-ı melâike

  • Meleklerden dereceleri düşük olanlar.

avrupa medeniyet-i sefihanesi

  • Helâl olmayan zevk ve eğlencelere aşırı düşkün olan Avrupanın medeniyeti.

ayatü'n-nur / âyâtü'n-nur

  • Nur âyetleri; Cenâb-ı Hakkın Nûr isminin tecellileri ve mü'minlerin durumlarından bahseden Nur Sûresinin 35, 36, 37 ve 38. âyetleri.

ayine

  • Ayna. Mir'ât. Kendisine tecelli ve aksedeni gösteren veya bildiren şey. (Ayna, ışığı aksettirip gösterdiğinden dolayı esmâ-i İlâhiyeyi de bize gösteren ve Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarına âyinelik eden mevcudata da mecazen "âyine" denilmektedir.) (Farsça)
  • Vasıta ve mazhar mânasına da gelebilir.(Farsça)

ayine-i cemal-i zat-ı ehadiye / âyine-i cemâl-i zât-ı ehadiye

  • Herbir varlıkta birliğiyle tecellî eden zâtın güzelliğini gösteren ayna.

ayine-i ehadiyet

  • Ehadiyetin ayinesi. Cenab-ı Hakk'ın ekser isimlerinin tecellisine mazhar olan şey.

ayine-i ervah

  • Ruhlar âyinesi. Esmâ-i İlâhiyenin tecellisine mazhar olan ruhlar.

ayine-i samed / âyine-i samed

  • Samed aynası; Kendisinin hiçbir şeye ihtiyacı olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olduğu Cenâb-ı Hakkın tecellî ettiği ayna.

ayine-i samediyet / âyine-i samediyet

  • Herşey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın tecellîlerini gösteren ayna.

ayn-ı ehadiyet

  • Ehadiyetin, birliğin ta kendisi, Allah'ın birliğinin ve isimlerinin herbir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi.

ayn-ı lezzet-i sefihane / ayn-ı lezzet-i sefihâne

  • Yasak zevk ve eğlencelerde bulunan lezzetin kendisi.

azamet

  • Büyüklük, yücelik.

azamet-i celal / azamet-i celâl

  • Haşmet ve görkemin büyüklüğü, yüceliği.

azamet-i hakikiye

  • Gerçek büyüklük, yücelik.

azamet-i sani / azamet-i sâni

  • Herşeyi san'atlı ve mükemmel bir şekilde yaratan Allah'ın yüceliği, büyüklüğü.

azamet-i ulviyet

  • Kur'ân'ın erişilmez yüceliği.

aziz-i cebbar / azîz-i cebbâr

  • Dilediği herşeyi yapabilecek kudrete sahip olan, herşeyi ve herkesi ister istemez kudretine boyun eğdiren, izzet ve yücelik sahibi Allah.

azze ve celle

  • Aziz ve Celâl olsun, oldu... (meâlinde, Cenab-ı Hakkın isminden sonra hürmet maksadı ile söylenir.)

azze vecelle

  • Allahü teâlânın ismi söyleyince, işitince ve yazınca "O, Azîz ve Celîldir (yücedir)" mânâsına söylenilen ve yazılan saygı ifâdesi.

bad-ı tecelli / bâd-ı tecelli / bâd-ı tecellî

  • Tecelli rüzgârı.
  • Kader.
  • Tecellî rüzgârı.

bagan

  • Bahçeler. Bostanlar. (Farsça)

bagbaga

  • Evmek, acele.

bağistan / bağistân

  • Bağlık ve bahçelik yer. (Farsça)
  • Bağlık bahçelik yerler.

bağıstan-ı cinan / bağıstan-ı cinân

  • Cennet bahçeleri.

baki-i zülcelal / bâkî-i zülcelâl

  • Sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve varlığı kalıcı ve devamlı olan Allah.

bakteriyoloji

  • yun. Bakterilerin ve umumiyetle mikropların biçimlerini, hususiyetlerini inceleyen bilim.

balistik

  • yun. Merminin ateşlendikten sonra hedefe varıncaya kadar uğradığı te'sirleri tedkik edip inceleyen ilim dalı.

barigah-ı ehadiyet / bârigâh-ı ehadiyet

  • Herbir vaklıkta isim ve sıfatlarıyla tecellî eden Allah'ın huzuru; İlâhî dergâh.

barigah-ı ehadiyyet / bârigâh-ı ehadiyyet

  • Birliği herbir varlıkta ayrı ayrı tecellî eden Allah'ın yüce katı.

barigah-ı kibriya / bârigâh-ı kibriyâ

  • Cenâb-ı Hakkın sonsuz büyüklüğünün tecellî ettiği yüceler yücesi makam.

barik-bin / barik-bîn

  • İnce gören, dikkatle inceleyen, bir şeyi iyice gözden geçiren. (Farsça)

bast

  • Genişlemek, açmak, yaymak.
  • Bir şeye el uzatmak.
  • Sevindirmek.
  • Bir mecliste haya sebebiyle olan sıkılmanın gitmesiyle açılmak.
  • Özür kabul etmek.
  • Kaplamak.
  • Tas: Allahın cemâl tecellisiyle kalbin sükûn ve huzur içinde ferahlaması. (Mukabili: "Kabz"

bed-sigal

  • Kötü düşünceli, herkes hakkında kötü söyliyen. (Farsça)

bedendiş / bedendîş / بداندیش

  • Kötü düşünceli. (Farsça)

bedraka-i efkar / bedraka-i efkâr

  • Düşüncelerin kılavuzu, yol gösterici.

bedsigal / bedsigâl / بدسگال

  • Kötü düşünceli. (Farsça)

behkeşe

  • Emir ve işde çabukluk, bir işi acele yapma.

belarek

  • İyi su verilmiş kılıç, çelik. (Farsça)
  • Ok temreni, ok mahfazası. (Farsça)

beliğ / belîğ

  • Belagâtçi; belâğat ilminin inceliklerini bilen, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen kimse.

berahin-i vahdaniyet / berâhin-i vahdâniyet

  • Allah'ın bütün varlıkları kaplayan birlik tecellisinin delilleri.

berasin

  • (Tekili: Bürsün) Yırtıcı hayvanların pençeleri.

berk

  • Şimşek çakması. Parlama.
  • Yıldırım.
  • Zinetlenme, süslenme.
  • Tas: Tecelli-i İlâhiye ile kurbiyyete mazhariyyet.
  • Ahmak olmak.

berzah-ı esma / berzah-ı esmâ

  • Allah'ın güzel isimlerinin tecellîsindeki ara bölgeler, isimler arasındaki mânâlar.

besatet-i efkar / besâtet-i efkâr

  • Fikir ve düşüncelerin basitliği.

besatin / besâtîn / بساتين

  • Bostanlar, bağlar, bahçeler.
  • Bahçeler. (Arapça)

besatin-i cinan

  • Cennet bostanları. Cennet bahçeleri.

besatin-i daime / besâtîn-i daime

  • Daimi ve sürekli bahçeler.

besr

  • Yüz ekşitmek.
  • Talep etmek, istemek.
  • Acele etmek. Hamlık atmak.

besur / besûr

  • (Tekili: Besr) Siğiller, sivilceler, küçük çıbanlar.

bevs

  • Acele, ileri geçme, ileri gitme.
  • Bıktırıncaya kadar israr etme.
  • Bir kimseden kaçıp gizlenme.
  • Bir şeyin rengi.

beyat

  • Geceleyin çalışma, geceyi işle geçirme.

beytutet / beytûtet / بيتوتت

  • Geceleme, bir yerde geceyi geçirme.
  • (Beyt. den) Gece kalma, geceleme.
  • Ayırmak, teferruk.
  • Gece baskın yapmak.
  • Geceleme. (Arapça)

bilanço

  • ing. Ticarî bir müessesenin muayyen bir devre sonunda alacak verecek durumunu göstermek üzere meydana getirdiği cetvel.
  • Mc: Herhangi bir işte belirli bir müddet sonundaki iyi ve kötü neticelerin karşılıklı durumu.

bilinç

  • Psk: İnsanın kendi varlığından ve kendine tesir eden çevresinde meydana gelen hadise ve değişikliklerin, bilgisine sahip olması hali. Şuurun dereceleri vardır. Meselâ: Düşünüyorum ve düşündüğümü biliyorum, yine düşündüğümü bildiğimi de biliyorum ve hakeza. Şuurlu olma ruhun bir vasfıdır. Maddede şuu (Türkçe)

bisr

  • Vücudu sivilceli olan kişi.

bitet

  • Geceleme, gece kalma.

bittariki'l-evla / bittarîki'l-evlâ

  • Daha kolay yolla, daha güçlü bir öncelikle.

biyofizik

  • Canlıların bünyelerindeki hâdiselerin fizikî cephesini inceleyen ilim kolu.

biyokimya

  • Canlıların kimya ile ilgili yapılarını, tepkilerini, belirtilerini inceleyen bilim dalıdır. 19. Asırda başlatılan bu çalışmalarla proteinler, vitaminler, hormonlar anlaşılır duruma gelindi.

biyoloji

  • yun. Canlı varlıkları inceliyen ilim. Hayvanları inceleyen bölümüne zooloji; bitkileri inceleyen bölümüne botanik denir. Biyoloji, incelediği konulara göre çeşitli isimler alır. Canlının dış yapısını inceleyen: Morfoloji; dokuları inceleyen; histoloji canlıların büyüyüp gelişmelerini: embriyoloji; h

biyonik

  • Canlıların, yaşadıkları muhit içinde değişen şartlara uygun nasıl hareket ettiklerini inceleyerek canlıları model almak suretiyle benzer hareketleri yapabilecek makinelerin yapılması işiyle uğraşan ilim ve fen.

bostan-ı cinan / bostan-ı cinân

  • Cennet bahçeleri.

bostan-ı huda / bostan-ı hudâ

  • Huda'nın, Allah'ın bostanı meâlinde olup, İlâhî güzellikleri ve tecelli-i İlâhînin aksettiği yer mânâsında kullanılır. "Vahidiyet mertebesi" diye de söylenmiştir. (Farsça)

botanik

  • Bitkileri inceleyen biyoloji ilmi.

büleğa

  • Belâgatçılar; belâgat ilminin inceliklerini bilen söz ve ifade uzmanları.

bülendi / bülendî

  • Yükseklik, yücelik. (Farsça)

bürhan-ı inni / bürhan-ı innî

  • Hâdiselerden kanunlarına, neticelerden sebeblerine ve eserden müessire olan delil. Dumanın ateşe delil olması gibi.
  • Olaylardan kanunlara, neticelerden sebeplere, eserden eserin sahibine (müsebbip) ulaştıran delil. Dumanın ateşe delil olup göstermesi gibi.

burhan-ı limmi / burhan-ı limmî

  • Tümevarım; kanunlardan hâdiselere, sebeplerden neticelere, müessirden esere gitme usûl ve delili.

bürhan-ı limmi / bürhan-ı limmî

  • Kanunlardan hâdiselerine, sebeblerden neticelerine ve müessirden esere olan istidlâl. Yani eseri meydana getirenden esere olan delil. Kablî delil. Ateşin dumana delil olması gibi.

büzaa

  • Kibarlık, incelik, zerafet.

çabük

  • Çabuk, seri, aceleli, hızlı, tez, hafif. (Farsça)

cadde-i tetkik

  • İnceleme yolu.

calib

  • Çekici. Celbedici. Kendi tarafına çekip getirici olan.

calib-i şefkat / câlib-i şefkat

  • Şefkati celbeden, şefkati çeken.

çalik / çâlik / چاليك

  • Çelik çomak oyunu. (Farsça)
  • Çelik çomak. (Farsça)

camiiyet-i tamme / câmiiyet-i tâmme

  • İnsanın İlâhî ilimlerin tecellîlerini mükemmel bir şekilde mahiyetinde toplanması.

ceberut

  • Azametin daha dâimîsi ve bâtınîsi. Büyüklük. Hâkimlik. Kudret, celadet. Fart-ı kibir ve azamet.

cehadet

  • Tezlik, acelecilik.

cehan

  • Cihân, dünya, küre-i arz, arz. (Farsça)
  • Sıçrayan, fırlayan, acele ve çabuk hareket eden. (Farsça)

celabib

  • (Tekili: Cilbâb) Kadının bütün vücudunu örten ve dıştan giyilip bol olan çarşaf nevi. Yaşmaklar. Baş ve yüz örtüleri, ferâceler.

celail

  • (Tekili: Celile) Celiller, büyük olanlar, yüceler.

celal / celâl

  • (Celâlet) Nihâyet derecede büyüklük. Azamet. Hiddetlilik, hışım.
  • İlm-i Kelâm'da: Cenâb-ı Hakk'ın kahrının ve azametinin tecellisi, Cenâb-ı Hakk'ın nev'deki tecellisi. Cenâb-ı Hak, vahdaniyyetine delil olacak çok şeyler yarattığından veyâ ihâtadan âli ve celil olduğu veya hislerle idr
  • Büyüklük, ululuk. Zü'l-celâl: Celâl sahibi Allah.

celaldarane / celâldarâne

  • Celâlli bir biçimde.

celaleddin-i harzemşah

  • (Vefâtı M.: 1231) Mengü berdi (Allah verdi) ismi de verilir. Harzemşah soyunun 7nci ve son hükümdarıdır. Tarihte cesaret ve irfanı ile tanınmıştır. O zamanın deccalı olan Cengiz'in kahır ve şiddeti karşısında İrân ve Turân korku ve zillete düştüğünde Celâleddin, Cengiz'in ordularını müteaddit defala

celaleddin-i süyuti / celaleddin-i süyûtî

  • (Hi: 849 - 911) Abdurrahman bin Ebu Bekir Muhammed adı ile de anılır. Hadis imamı ve müctehid bir zattır. Mısırlıdır. Süyût şehrinde doğdu. Mısır'da vefat etti. Zamanının büyük İslâm allâmelerindendir. Asıl adı: Ebû Bekir oğlu Abdurrahman'dır. Tefsir, fıkıh, hadis ilmine dair eserleri vardır. Celale

celali / celalî / celâlî

  • Celal ismine dâir. İlâhi ve celale müteallik. Celal adlı kimselerle alâkalı olan.
  • Hicri XI. Asırdan önce Anadolu'da baş gösteren eşkiyaya verilen ad.
  • Sultan Celaleddin Melikşah tarafından hazırlanan ve Hicri 471 tarihinde başlayan bir güneş takvimi.
  • Allah'ın büyüklük ve azametinin tecellîsine ait.

celb / جلب

  • Kendine çekme. (Arapça)
  • Celb edilmek: (Arapça)
  • Kendine çekilmek. (Arapça)
  • Yazı ile çağırılmak. (Arapça)
  • Celb etmek: (Arapça)
  • Kendine çekmek. (Arapça)
  • Yazı ile çağırmak. (Arapça)

celb-i menafi / celb-i menâfi

  • Menfaatlerin celbedilmesi; yarar sağlama, çıkar elde etme.

celb-i menfaat

  • Menfaat celbedici, çekici, fayda sağlayıcı.

celbkarane / celbkârâne

  • Celb ederek, kendine çekerek.

celbname

  • Mahkemeye çağırma kağıdı, celb kağıdı. (Farsça)

celd

  • Lügat mânası, deri üzerine vurmaktır.
  • Fık: Muhsen olmayan mükellef zâni veya zâniyenin muayyen uzuvlarına vech-i mahsus üzere değnek veya kamçı ile vurmaktır. Bu ceza, mücrimin cildi yani derisi üzerine tatbik edildiği cihetle "celde" adını almıştır.

celeb

  • Kesilecek hayvanları ve bilhassa koyun sürüsünü celbederek kasaplara satan tacir.
  • Tar: İstanbul sarayında ilk işe başlamış olan acemi.

çelebi

  • Efendi, kibar kimse.
  • Mevlâna postnişinine verilen ünvan.
  • Çelebi, Sultan Mehmed devrine kadar padişah oğullarına verilen ünvan idi.
  • Mevlânâ soyundan gelenlerle, mevlevilerin büyüklerine verilen ünvan.

çelenk

  • Eskiden kadınların süs için başlarına taktıkları mücevher veya madenlerden yapılmış sorguç. Halka şeklinde çiçek veya yapraklı dal demeti. (Cenazelere çelenk göndermek İslâm âdeti değildir, israftır.) (Farsça)

celesat

  • (Tekili: Celse) Meclisler, celseler.

celid

  • Fazla celâdetli, bahadır.
  • Rutûbetli, kırağı, çiğ.
  • Buz.

celil / celîl

  • Celâlet ve celâdet sâhibi. Azîm, mertebesi yüksek.
  • Celâl sâhibi mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden).

celil-i cemil / celîl-i cemîl

  • Sonsuz güzellik, haşmet ve yücelik sahibi olan Allah.

celil-i layezal / celîl-i lâyezâl

  • Varlığı sürekli, haşmet ve yüceliği sonsuz olan Allah.

celil-i zülcemal / celîl-i zülcemâl

  • Sınırsız güzelliğiyle beraber, sonsuz yücelik ve heybet sahibi olan Allah.

celiyyat

  • (Tekili: Celi) Aşikâr, açık, aleni, meydandaki şeyler.

cell

  • (Çoğulu: Cülûl) Yerden birşey toplamak.
  • Gemi yelkeni.
  • Yaşlı olmak.
  • Kadr ve mertebesi büyük olmak.
  • Celil, büyük, ulu.

cellad / cellâd / جلاد

  • Cellat. (Arapça)

cellad-ı sehhar / cellâd-ı sehhar

  • Büyüleyici cellat.

celladi / cellâdî / جلادی

  • Cellatlık. (Arapça - Farsça)

celle

  • "Celil oldu, celil olsun" meâlinde ve Celle Celâluhu diye, Allah İsm-i Celali işitildiği veya anıldığı anda, tâzim makamında söylenir.

cemal / cemâl

  • Yüz güzelliği. Fertteki güzellik.
  • Cenâb-ı Hakk'ın lütuf ve ihsânı ile tecellisi.
  • Hak ile söylenen doğru söz.
  • Hüsün.
  • Allah'ın lütf ve ihsan sıfatıyla tecellisi.
  • Yüz güzelliği.

cemali / cemalî / cemâlî

  • Allah'ın sonsuz lütuf, ihsan, rahmet ve merhametine dair isim ve sıfatlarının tecellisiyle ilgili; lütuf ve cemal tecellisi gibi.
  • Allah'ın lütuf ve ihsanının tecellîsine ait.

cemalullah / cemâlullah

  • Allah'ın cemâlı, Allah'ın güzelliği.
  • Allah'ın lütfu ihsaniyle tecellisi.

cemil-i zülcelal / cemîl-i zülcelâl

  • Celal sâhibi, cemil olan Cenab-ı Allah (C.C.)
  • Heybeti ve yüceliği sınırsız, güzelliği sonsuz olan Allah.

cenab-ı hakk / cenâb-ı hakk

  • Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah.

cenab-ı halık / cenâb-ı hâlık

  • Herşeyin yaratıcısı olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allah.

cenab-ı hallak-ı rahim / cenâb-ı hallâk-ı rahîm

  • Sonsuz şefkat, merhamet, şeref ve yücelik sahibi olan herşeyin yaratıcısı Allah.

cenab-ı mevla ve tekaddes / cenâb-ı mevlâ ve tekaddes

  • Her türlü eksiklikten münezzeh, şeref ve yücelik sahibi, koruyup gözetici Allah.

cenab-ı rabb-i izzet

  • İtibar ve yücelik sahibi olan Allah.

cenab-ı zülcelal ve'l-kemal / cenâb-ı zülcelâl ve'l-kemâl

  • Sonsuz haşmet, yücelik ve mükemmellik sahibi olan Allah.

cenah

  • Kanat, taraf, kısım. (Vicdanın ziyası ulum-u diniyyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacı ile hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassub, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder. Mün.)

cennat / cennât / جنات

  • Cennetler. (Arapça)
  • Bahçeler. (Arapça)

centilmen

  • ing. Kibar erkek, çelebi, görgülü kişi.

cerbeze

  • İşleri incelemek, anlamak kuvvetini, lüzumsuz yerlerde kullanmak, ukalâlık etmek, gereksiz aklî yorumlarda bulunmak. Hikmetin aşırısı.

cercis

  • (A.S.) : (Circis) Taberi tarihine göre: İsâ Aleyhisselâmdan sonra gelmiş ve Filistinde yaşamış ve onun şeriatı ile amel etmiş olan bir peygamberdir. Yedi sene içersinde tebliğde bulunarak çok işkencelere maruz kalmış, müteaddid defalar öldürülmüş ve mu'cize ile dirilerek tekrar tebliğ vazifesine dev

cereyan-ı efkar / cereyan-ı efkâr

  • Fikirler, düşünceler akımı.

cereyan-ı tecelliyat

  • Tecellîlerin cereyanı, yansımaların akıp gitmesi.

cerr-i magnem

  • Menfaat celbetmek.

cerrahhane / cerrahhâne

  • Osmanlılarda ordu için cerrah yetiştiren müessese. Yüksek dereceli okul.

cevher

  • Bir şeyin özü, esası.
  • Kıymetli taş.
  • Çelik üzerindeki nakış.
  • Edb: Noktalı harf.
  • Yalnız noktalı harflerin ebcedîsi hesab edilerek yazılan manzum tarih.
  • Harflerin noktası.
  • Fls: Varlığı kendinden olan, var olmak için kendi dışında başka birşeye muh

cezbe

  • Çekme, çekilme. Allahü teâlânın sevdiği bir kulu kendisine çekmesi, yüksek derecelere kavuşturması. Bu da nefsi terbiye ederek, Allahü teâlâyı çok anmakla olur.

cihan-nüma

  • Dünyayı gösteren harita veya coğrafya. (Farsça)
  • Çatının üzerinde her tarafa nezareti olan açık taraça. (Farsça)
  • Meşhur Türk Âlimi Kâtib Çelebi'nin 1654 (Hicri: 1065) tarihinde çizdiği Asya Kıt'asının haritası. (Farsça)

cihet-i ulviyet

  • Yücelik yönü.

cilbab / cilbâb

  • Uzun ve geniş örtü, manto. Çoğulu Celâbîb'dir.

cild-ger

  • Ciltçi, mücellit. (Farsça)

cilvaz

  • (Çoğulu: Celâvize) Kethudâ. Reis.

cilve

  • Esmâ-i İlâhînin tecellisi.
  • Tecelli.
  • Güzellere yakışır duruş ve davranış. Dilberâne hareket. Naz ve edâ. Hoşa giden görünüş.

cilve-i bedayi / cilve-i bedâyi

  • Benzersiz san'atların tecellîleri, görüntüleri.

cilve-i irade / cilve-i irâde

  • İrâde ve kasdı gösteren tezahür ve tecelli. Cenab-ı Hakkın kendi bizzat isteği ve iradesiyle yaptığını gösteren oluş ve intizam, mükemmeliyet.

cilve-i kudret-i ezeliye

  • Varlığının başlangıcı olmayan ve ezelden beri var olan Allah'ın kudretinin tecellisi, yansıması.

cilve-i kudret-i kudsiye

  • Allah'ın sonsuz ve noksansız kudretinin tecellisi, yansıması.

cilve-i lezzet

  • Lezzet veren tecelli, lezzetin bir yansıması.

cilveger

  • Cilve ve naz eden. Cilveli. (Farsça)
  • Tecelli eden. (Farsça)

cinan / cinân / جنان

  • Cennetler, bahçeler (üniversiteler, mektepler, zikirhaneler vs.).
  • Cennetler. (Arapça)
  • Bahçeler. (Arapça)

cinan-ı cenan / cinân-ı cenân

  • Kalb ve ruh bahçeleri.

cinan-ı cennet / cinân-ı cennet

  • Cennet bahçeleri.

cinan-ı hilkat

  • Yaratılış bahçeleri.

coğrafya

  • Yeryüzünün şimdiki hâlini çeşitli cihetlerden inceleyen ilim. Bölümlerinden olan Fizikî Coğrafyada: Karalarla denizlerin durumları ve iklimleri;İktisadî Coğrafyada: Toprak mahsulleri, sanayi ve ticaret işleri;Siyasî Coğrafyada: Irk, dil, millet hususiyetleri ve devlet sınırları anlatılır.Bunlardan b

cülal

  • (Celil) Ulu, büyük nesne, azim.

cülcül

  • (Çoğulu: Celâcil) Ufak çıngırak, küçük çan.

cülesa

  • (Tekili: Celis) Beraber oturanlar.

dafef

  • Çoluk çocuğun fazla oluşu.
  • Şiddet.
  • Darlık.
  • Hâcet.
  • Acele etmek.

dahme

  • Mezar, kabir. türbe. (Farsça)
  • Donanma geceleri atılan hava fişeği. (Farsça)

daimü't-tecelli / dâimü't-tecellî

  • Tecellîsi daimî, sürekli olan.

daire-i ehadiyet

  • Allah'ın ehadiyetle tecelli ettiği dâire.

daire-i esma / daire-i esmâ

  • Cenab-ı Hakkın isimlerinin tecelli ettiği daire.

daire-i esma ve sıfat / daire-i esmâ ve sıfât

  • Allah'ın isim ve sıfatlarının tecellî dairesi.

daire-i esma-i ilahiyeye / daire-i esmâ-i ilâhiyeye

  • Cenab-ı Hakkın isimlerinin tecellî ettiği daire.

dakaik

  • (Tekili: Dakayık) (Dakik) İncelikler. Anlaşılması çok dikkat isteyen incelikler. Çok ince. Anlaşılması dikkat isteyen keyfiyetler.

dakaik-aşina

  • İlmî incelikleri bilen, anlaşılması ve tefhimi müşkül, yüksek ve ince ilmî mes'elelere vâkıf olan. (Farsça)

dakaik-ı fenniye

  • İlmî incelikler. Fennin ince ve güç anlaşılan noktaları. (Farsça)

dakayık / dakâyık / دقایق

  • İncelikler. (Arapça)
  • Dakikalar. (Arapça)

dakika / dakîka / دقيقه

  • (Çoğulu: Dakaik) Zaman mikyası olarak bir saatin bölündüğü altmış parçadan beheri. Altmış saniyelik zaman.
  • İnce fikir, mülâhaza, nükte.
  • Daire dereceleriyle başka ölçülerde her derecenin bölündüğü parçalar ki bunlar da saniyelere ayrılırlar.
  • İncelik. (Arapça)
  • Dakika. (Arapça)

dakika-bin

  • İncelikleri bilen, ince noktaları gören. (Farsça)

dakika-şinas

  • İnce işleri ve nükteleri anlayan, bir işin incelikleriyle uğraşabilen.

dekaik

  • İncelikler, ayrıntılar.
  • İncelikler.

dekaik-ı harekat / dekaik-ı harekât

  • Hareketlerdeki incelikler.

dekaik-i hikmet

  • Hikmet incelikleri.

dekaik-ı ilmiye

  • İlmin incelikleri.

dekaik-i ilmiye

  • İlmin incelikleri.

dekaik-ı mahiyat / dekâik-ı mâhiyat

  • Bir şeyin iç yüzüne ait incelikler.

dekaik-i mesail-i fer'iye / dekaik-i mesâil-i fer'iye

  • Ana meselelerin kollarına ve en alt konularına yönelik incelikler.

dekaik-i nimet ve hikmet

  • Nimet ve hikmet incelikleri.

dekaik-i san'at

  • Sanatın incelikleri.

dekaik-i şefkat

  • Şefkatin incelikleri.

dekaik-i tasavvurat

  • Düşünce incelikleri.

delalet-i nass / delâlet-i nass

  • Nassın delâleti. Nass'da (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfte) zikredilen şeyin hükmünün, müşterek (ortak) illet sebebiyle zikredilmeyen şey hakkında da sâbit olduğuna delâlet etmesi. Bâzı âlimler delâlet-i nass'a, kıyâs-ı celî(açık kıyâs) demişlerdir.

delil-i ehadiyet

  • Allah'ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesinin delili.

delil-i ihtirai / delil-i ihtirâî

  • Kâinatta her bir varlığın kendinden beklenen neticeleri yerine getirebilecek şekilde kabiliyetlerine göre en üst derecede yoktan yaratılması.

delil-i inayet

  • Allah'ın inâyetinin tecellisinden gelen ve kâinatta görülen hikmet ve maslahatlara uygun en mükemmel nizam ve tam esaslı san'at; ve kâinattaki eşyaların menfaat ve faydalarını bildiren âyetler, bu inâyet delilini gösteriyorlar.

delil-i inni / delil-i innî

  • Olaylardan kanunlara, neticelerden sebeplere, eserden eserin sahibine (müsebbip) ulaştıran delil. Dumanın ateşe delil olup göstermesi gibi.

derahim

  • (Tekili: Dirhem) Dirhemler. Okkanın dörtyüzde birleri.
  • Akçeler, paralar.

derecat / derecât / درجات

  • (Tekili: Derece) Dereceler, basamaklar, kademeler, yükseklikler, mertebeler.
  • Dereceler.
  • Dereceler, yukarı katlar.
  • Dereceler.
  • Dereceler. (Arapça)

derecat-ı arifin / derecât-ı ârifîn

  • Ariflerin dereceleri.

derecat-ı erzak / derecât-ı erzak

  • Rızıkların dereceleri.

derecat-ı fehim / derecât-ı fehim

  • Anlayış dereceleri.

derecat-ı hararet

  • Sıcaklık dereceleri.

derecat-ı imaniye / derecât-ı imaniye

  • Îmanın dereceleri.

derecat-ı insan

  • İnsanların seviyeleri, dereceleri.

derecat-ı kurbiye / derecât-ı kurbiye

  • Yakınlık dereceleri. Allah'a manevi yakınlık mertebeleri.
  • Allah'a yakınlık dereceleri.

derecat-ı niam-ı ilahiye / derecat-ı niam-ı ilâhiye

  • İlâhî nimetlerin dereceleri.

derecat-ı refia ve mühimme / derecat-ı refîa ve mühimme

  • Çok yüce ve önemli dereceler.

derecat-ı şemsiye / derecât-ı şemsiye

  • Güneşe ait dereceler.

derecat-ı takdir / derecât-ı takdir

  • Takdir, övgü dereceleri.

derecat-ı tecelli / derecât-ı tecellî

  • Yansıma dereceleri.

derecat-ı tecelliyat / derecât-ı tecelliyât

  • Görünüm ve yansıma dereceleri.

derece-i ulviyet

  • Yücelik, yükseklik derecesi.

derekat / derekât

  • Aşağılık dereceleri. En aşağı mertebeler.

devriy

  • (Devriyye) Geceleri gezen kol takımı, gezici karakol.
  • Bülbül, karatavuk, sığırcık ve bu gibi kuşların dahil olduğu sınıf.

dikkat / دقت

  • İncelik.
  • İncelik, dakik oluş. Ehemmiyet ve kıymet verme.
  • Duygu ve düşünceyi bir noktada toplama, uyanıklık, incelik.
  • Dakiklik. (Arapça)
  • İncelik. (Arapça)
  • Dikkat. (Arapça)

dikkat-i nazar

  • İnceden inceye düşünme ve bakma. Bakış inceliği.

dil

  • t. Lisan, zeban.
  • Ağızdaki tat alma duygusu ve konuşma uzvu.
  • İnsanların konuştukları lehçelerin her birisi. Lügat.
  • Muhtelif âlât ve edevâtın uzunca ve yassı, ekseriya oynak kısımları.
  • Coğ: Denizin içine uzanmış üstü düz mumluk, uzunca kara parçası.
  • Mc:

dirayetli

  • İncelikleri kavrayış gücüne sahip.

dolap

  • (Çoğulu: Devâlib) Kuyudan su çıkarıp bahçeleri sulamaya mahsus döner makine.
  • Her çeşit döner çark, çıkrık.
  • İçine eşya vesaire konulan raflı veya rafsız göz.
  • Eskiden selâmlık ile harem arasında eşya alıp vermeye mahsus döner dolap ki, veren ile alan birbirlerini görmez

dümus

  • Geceleyin çok karanlık olmak.

duru'

  • (Tekili: Dır) Savaşda giyilen zırhlar, cevşenler, çelik elbiseler.

ecel-i alem / ecel-i âlem

  • Âlemin eceli, ölümü.

ecel-i kaza / ecel-i kazâ

  • Kazây-ı muallak, kesin olmayıp sebebe bağlı kılınan ecel.
  • Tehlikeye uğramak suretiyle gelen ecel.
  • (Bak: Ecel-i mübrem.)

ecel-i muallak / ecel-i muallâk / اَجَلِ مُعَلَّقْ

  • Levh-i Mahv İsbat'ta mukadder olarak yazılı, bâzı şartlarla mukayyed olan ecel. Ecel-i müsemma.
  • Mânevî kader levhasında yazılı olan ve gerçekleşmesi bazı şartlara bağlı olan ecel.
  • Şarta bağlı ecel.

ecel-i mübrem

  • Kaçınılmaz olan ecel.
  • Elinden kurtulunması mümkün olmayan, kaçınılmaz olan ecel.

ecel-i müsemma / ecel-i müsemmâ

  • Belli vakit, bilinen ecel, Allahü teâlânın bir kimse için ezelde takdir ve tâyin buyurduğu (belirlediği) hiç bir şekilde değişmeyen ecel, hayâtın sonu.
  • Allah tarafından tayin edilmiş ömrün sonunda gelen ecel.

ecel-i na-gehan / ecel-i nâ-gehan

  • Ansızın gelen ecel. Birdenbire âni ölüm, vefat.

ecell

  • (Celil. den.) Çok güzel. çok büyük. En üstün. Çok celil.

ecille

  • (Tekili: Celil) Fazilet, ilim ve rütbe itibariyle daha yüksek olanlar. Büyükler.

ef'al-i kulub / ef'âl-i kulûb

  • Kalbin işleri, kalbe doğan çeşitli duygu ve düşünceler. Arapça'da kalbî fiiller (bilmek, görmek gibi)

ef'al-i rububiyet / ef'âl-i rububiyet

  • Allah'ın Rab isminin tecellisine ait fiiller.

efkar / efkâr / افكار

  • (Tekili: Fikir) Fikirler. Düşünceler.
  • Fikirler, düşünceler.
  • Fikirler, düşünceler. (Arapça)

efkar-ı aliye / efkâr-ı âliye

  • Yüksek düşünceler, fikirler.

efkar-ı amme-i millet / efkâr-ı âmme-i millet

  • Kamuoyu, milletin fikir ve düşünceleri.

efkar-ı batıla / efkâr-ı batıla

  • Asılsız, boş düşünceler.

efkar-ı hazıra / efkâr-ı hâzıra

  • Şu anda mevcut olan düşünceler, fikirler.

efkar-ı mücerrede / efkâr-ı mücerrede

  • Mücerret fikirler; maddî âlemlerden uzak ve soyutlanmış düşünceler.

efkar-ı münafıkane / efkâr-ı münafıkane

  • İki yüzlü, içten pazarlıklı fikirler, düşünceler.

efkar-ı mütehalife / efkâr-ı mütehâlife

  • Farklı düşünceler.

efkar-ı nuriye / efkâr-ı nuriye

  • Nurlu, aydın fikirler, düşünceler.

efkar-ı saibe / efkâr-ı saibe

  • İsabetli görüşler, doğru düşünceler.

efkar-ı sefile / efkâr-ı sefile

  • Sefil düşünceler, fikirler.

efkar-ı ulema / efkâr-ı ulema

  • Âlimlerin fikirleri, düşünceleri.

efkar-ı umumi / efkâr-ı umumî

  • Kamuoyu; genelin fikir ve düşünceleri.

efkar-ı umumiye / efkâr-ı umumiye

  • Kamuoyu, genelin fikir ve düşünceleri.

efkarıamme / efkârıâmme

  • Umumun fikirleri, halkın düşünceleri.

eglal

  • (Tekili: Gull) Halkalar. Kelepçeler. Mahkemenin cezaya müstehak kılıp mahkum ettiği kimselerin boyun ve ayaklarına vurulan zincirler.
  • (Galel) Ağaçlar arasında korulukta akan sular.

ehaci / ehacî

  • (Tekili: Uhcüvve) Bilmeceler, bulmacalar, yanıltmacalar.

ehad

  • Bir olan ve her bir varlıkta birliği tecellî eden Allah.

ehadiyet

  • Allahın her bir eserindeki birlik tecellisi.

ehadiyyet

  • Birlik. Allah'ın her bir şeyde kendilerine ait sıfatı. Her şeyde birliğinin tecellisi.
  • (Ahadiyet) Allah'ın (C.C.) her bir şeyde kendine âit birlik tecellisi.

ehemm

  • Mühimler arasında öncelikle göz önüne alınması gereken.

ehl-i beyt

  • Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın bütün âile fertleri. Mübârek zevceleri, çocukları, kızı hazret-i Fâtıma ile hazret-i Ali ve bunların mübârek evlâdları olan hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn'den kıyâmete kadar gelecek nesilleri.

ehl-i hal / ehl-i hâl

  • Hâlden anlayıp, duruma göre idâre eden kimse. İlâhi tecellilere ve mânevi feyze mazhar olan. (Farsça)

ehl-i sekr

  • Aklı ile hareket edemeyip hissi ve zevki ile hareket eden, sarhoş. (Farsça)
  • Tas: İlâhî bir tecelli ile istiğrak halinde olanın kendinden geçmesi hali. (Farsça)

ehl-i vahdetü'l-vücud

  • Allah'tan başka varlık olmadığı, herşeyin Allah'ın tecellîsi olduğunu kabul edenler.

ehyef

  • İnce belli ve yakışıklı genç.
  • Çelimli at.

ektar

  • (Tekili: Keter) Haysiyetler, onurlar, şerefler, şanlar, ünvanlar, soylar. Nesebler, dereceler, mertebeler.

el-celil / el-celîl

  • (Bak. CELÎL)

elgaz

  • (Tekili: Lügaz) Lügazlar. Bilmeceler, bulmacalar, yanıltmacalar.

elkab

  • (Tekili: Lakab) Lakablar, namlar. Rütbe ve makam sahiblerinin derecelerine göre söylenen ve çok zaman hürmet ifâde eden isimler.

elli dört farz

  • İslâm âlimlerinin, müslümanların hâtırlarında tutmalarını kolaylaştırmak için, öncelikle bilmeleri îcâbeden pek çok farzdan, Allahü teâlânın emirlerinden derledikleri elli dört tânesi.

elti

  • İki kardeş zevcelerinin her birine nisbetle diğeri. Bir kadının kaynının zevcesi. (Türkçe)

embriyoloji

  • yun. Biy: Canlıların başlangıçtan itibaren gelişmesini inceliyen biyoloji ilminin bir bölümü. İkiye ayrılır: 1- Ontogonez: Yumurtadan yavruların meydana gelişini inceler. 2 - Flogenez: Canlıların ilk yaratılışı ile bugünkü şekli arasında meydana gelen değişmeleri inceler. Dünyada başlangıçtan bugüne

enaet

  • Acele etmeyip teenni üzere olmak. Yavaş hareket.

endişnak / endîşnâk / اندیشناک

  • Endişeli, kederli, meyus, sıkıntılı, düşünceli. (Farsça)
  • Düşünceli. (Farsça)
  • Kaygılı. (Farsça)

engizisyon

  • XVI. ve XVII. asırlarda Hristiyan Katolik Mezhebine âit kiliselerden alâkayı kesen veya Papa'ya karşı gelenlere yapılan -insanları arslanlara parçalatmak, fırında yakmak gibi- dehşetli işkenceler veya onları bu azaba mahkûm eden mahkemelere verilen isim. (Fransızca)
  • Çok ağır ve çok zâlimce cezây (Fransızca)

enkal

  • İşkence âletleri. Bukağılar, kayıt ve kelepçeler.
  • Nefsin cismani alâkalara ve bedeni lezzetlere bağlanıp kalması.

enteresan

  • Alâka çekici, dikkate lâyık, nazarı celbedici. Câlib-i dikkat. (Fransızca)

enva-ı tecelliyat / envâ-ı tecelliyât

  • Tecellîlerin, yansımaların türleri.

erakk-ı hissiyat

  • Duyguların en inceleri. Gizli hisler, ince duygular.

erbab-ı belağat

  • Belağatçılar; belağat ilminin inceliklerini iyi bilen söz ve ifade uzmanları.

erfa'-ı derecat / erfa'-ı derecât

  • Derecelerin en yükseği.

errahmanirrahim / errahmânirrahîm

  • Bütün varlıklara genel olarak ve her bir varlığa özel olarak rahmet tecellîleri olan Allah.

esas-ı fikirleri

  • Düşüncelerinin temeli, aslı esası.

esbab-ı mucibe / esbâb-ı mûcibe / اسباب موجبه

  • Gerekçe, gerekçeler.

escal

  • (Tekili: Secel) İçi su dolu kovalar.

esma-i mütecelliye-i ilahiye / esmâ-i mütecelliye-i ilâhiye

  • Allah'ın sürekli tecellî edici isimleri.

esmaü'l-ezdad / esmâü'l-ezdad

  • Zıt isimler, çelişkili isimler.

etbak

  • (Tekili: Tabak ve Tabaka) Yemek tepsileri, sofraları. Büyük sahanlar.
  • Tabakalar, dereceler, mertebeler, katlar.
  • Kabileler, kavimler, aşiretler.

etnografya

  • (Etnografi) yun. Kavmiyyat. Kavimlerin, milletlerin gelişmesini, terakkisini ve has vasıflarını inceleyen, onların kültürlerinden bahseden ilim kolu.

etnoloji

  • yun. Kavimleri, ayrı dil ve ırktan toplumların hayat ve özelliklerini inceleyen ilim. Önce hristiyan misyonerleri dinlerini yaymak için kavimlerin özelliklerini öğrenme ihtiyacını duymuşlar ve onların zayıf damarlarından faydalanmayı düşünmüşlerdir. 19.yy.dan itibaren ilmî gaye ile araştırmalar yapı

etüd

  • İnceleme, tetkik etmek. (Fransızca)
  • Musikide didaktik maksatla bestelenmiş eser. (Fransızca)

evkaf

  • (Tekili: Vakıf) Allah yoluna hizmet için verilip devamlı bırakılan şeyler. Sahibi tarafından şeriata uygun olarak bir hayır iş ve hasenata tahsis olunmuş mülk veya mallar.Osmanlı devletini asırlar boyu kuvvetli bir devlet olarak ayakta tutan kuruluşlardan biri de vakıftır. Osmanlı tarihini inceleyen

evleviyet

  • Daha öncelik. Başta gelir olmak. Daha beğenilir. Daha münâsip olmak.
  • Öncelik.

evleviyet olmayan

  • Öncelikli olmayan; bütün imkân ve ihtimallerin önceliği eşit olan.

evleviyyet / اولویت

  • Öncelik. (Arapça)

evsaf-ı azamet ve celal / evsaf-ı azamet ve celâl

  • Alah'ın haşmet, yücelik ve büyüklüğünü gösteren sıfatlar.

evsaf-ı celal ve cemal / evsâf-ı celâl ve cemâl

  • Cemâl ve celâl sıfatları, güzel ve haşmetli nitelikler.

evvela / evvelâ

  • Öncelikle, ilk olarak.

eymen vadisi / eymen vâdisi

  • Musa'nın (A.S.) tecelliye mazhar olduğu Tûr Dağı'ndaki vadi.

ez-kadim

  • Eskiden, önceleri. (Farsça)

ezkat

  • Kötü düşünceli kişi. (Farsça)

ezvac

  • Çiftler. Zevceler. Nikâhlı karılar.
  • Kocalar.

ezvak

  • Zevkler. Keyfler. Eğlenceler.

fahamet / fahâmet / فخامت

  • Yücelik, ululuk. (Arapça)
  • Kıymet. (Arapça)

fail-i zülcelal / fâil-i zülcelâl

  • Sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Fâil, Allah.

faraziye

  • (Hipotez) Var sayma, kabul. Bir hâdiseyi, bir olayı açıklamak, bir düşünceyi isbat etmek için isbatı yapılmamış başka düşünceleri dayanak olarak alma. Müsbet ilimlerde araştırmanın bir merhalesini meydana getirir. İncelenen hâdiseyi açıklaması muhtemel olan faraziyeler düşünülür. Faraziyenin doğrulu

fart

  • İfrat, çok aşırı olmak. Aşırılık.
  • Acele etmek ve ansızın gelmek.
  • Yollara alamet olarak konulan işâret.

fasıla-i saltanat / fâsıla-i saltanat

  • Yıldırım Bayezid'in Ankara savaşında Timur'a esir düşmesinden, Çelebi Mehmed'in pâdişah olmasına kadar geçen zaman.

fasl

  • Ayrıntı, ayırma, kesinti, bölüm.
  • Halletme, neticelendirme, kesip atma.

fatır-ı hakim-i zülcelal / fâtır-ı hakîm-i zülcelâl

  • Sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan ve her şeyi bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde benzersiz yaratan Allah.

fazilet-i şehadet

  • Şehitlik mertebesinin yüceliği.

feletat

  • Lisanın döküntüleri, iradesiz ağızdan çıkan söz veya kelime.
  • Ansızlık.
  • Her ayın son geceleri.

felsefe

  • Madde, hayat, yaratılış, kâinât, ruh, ölüm, ölüm sonrası gibi konularda insan gücünün akla dayanarak ortaya koyduğu düşünce ve görüşlerin tamâmı. Beğendiği düşüncelerini hakîkat olarak anlatmak, yaldızlı, heyecan verici laflarla inandırmaya çalışmak. Tecrübeye, hesâba dayanmayan şahsî düşünceler.
  • Yunanca (Philosophos)dan Arapçalaşmış. Feylesofların mesleği.
  • İlm-i hikmet.
  • Maddeyi, hayatı ve bunların çeşitli tezâhürlerini, sebeblerini, ilk unsurları ve gaye cihetinden inceleyen fikri çalışma ve bu çalışmaların neticelerini toplayan ilim.
  • Herkesin hususi fikri. M

felsefiyyat

  • Felsefe ile ilgili bilgi ve düşünceler, hikmet bilgileri.

fenn-i hayvanat

  • Zooloji ilmi; hayvanları inceleyen ve onlar hakkındaki bilgi veren ilim dalı.

fenn-i hikmetü'l-eşya

  • Felsefe ilmi; varlıkların hikmetlerini inceleyen ilim.

fenn-i menafiu'l-aza / fenn-i menâfiu'l-âzâ

  • Organların yararlarını inceleyen fen, anatomi; canlıların yapısını ve bu yapıyı oluşturan organları inceleyen bilim dalı.

fenn-i nebatat

  • Botanik ilmi; bitkileri inceleyen ve onlar hakkında bilgi veren ilim dalı.

feradis / feradîs

  • (Tekili: Firdevs) Cennetler, firdevsler.
  • Bahçeler.

ferah-rev

  • Acele acele ve geniş adımlarla yürüyen. (Farsça)

ferman-ı celil / ferman-ı celîl

  • Cenab-ı Allah'ın yücelerden gelen fermanı.

feth-i suver

  • Allah'ın Fettâh isminin tecellisiyle her canlıda suretlerin açılması, yaratılması.

fetir / fetîr

  • Taze nesne.
  • Cıvık hamur.
  • Acele anlaşılan.

fevr

  • Hemen. Birdenbire. Acele. Sür'at.
  • Bir adamın geldiği semt ve cihet.
  • Suyun kaynayıp fışkırması.

feylesof

  • Beğendiği düşüncelerini hakîkat olarak anlatıp, yaldızlı, heyecanlı sözlerle inandırmaya çalışan kimse. Felsefeci.

fihi nazarun / fîhi nazarun

  • "Ona bir bakmak, incelemek lâzımdır".

firaz

  • Yukarı, yüksek. (Farsça)
  • Çıkış, yokuş. (Farsça)
  • Kaldıran, yükselten, yücelten. (Farsça)

fizyoloji

  • Doku ve organların vazifelerini ve bu görevlerin nasıl yapıldığını inceleyen ilim kolu.

fulad / fûlâd / فولاد

  • Çelik.
  • Çelik. (Farsça)

fünun-u kainat / fünun-u kâinat

  • Kâinatı inceleyen ilimler, fenler.

füsunkar / füsunkâr

  • Büyüleyici. Cezb ve celbedici. Hayranlık verici. (Farsça)

füsunperver

  • Büyüleyici, hayranlık verici, cezbedici, celbedici. (Farsça)

füyuzat

  • Feyizler. İnayetler. Füyuzlar. Mânevi tecelliler.

galle-i vakf

  • Vakfın faide ve mahsulü. Bununla vakfın tabiî ve hukukî semereleri anlaşılır. Vakıf paraların ticareti ve vakıf akarların kirası, vakıf bahçelerin sebze ve meyveleri bu kabildendir.

garp medeniyet-i sefihanesi

  • Batının sefih haldeki medeniyeti, haram zevk ve eğlencelere düşkün medeniyeti.

gass

  • İncelik, zavallılık.
  • Biçare, zavallı.
  • Tatsız, yavan.

gavamız / gavâmız

  • Anlaşılması zor bilmeceler.

gayet-i kemal / gayet-i kemâl

  • Mükemmelleşme, yücelme gayesi.

gazf

  • Kulağın sarkık olması.
  • Kırmak.
  • Geceleyin karanlık olmak.

germ-mend

  • Acele eden, aceleci. (Farsça)

gevar

  • Ark. Bahçeleri sulamak için çayırdan ufak bir arkla alının kol. (Türkçe)

gıldırgıç

  • Mücellit ıstılahlarındandır. Kitapların kenarlarını kesmeğe mahsus, rende biçiminde bir âlettir.

gına-i rahmet / gınâ-i rahmet

  • Rahmetin zenginliği, rahmet ve merhametin geniş tecellîleri.

gışaş

  • Az, kalil.
  • Evmek, acele.

gramer

  • Cümlelerin, kelimelerin, hecelerin ve harflerin hallerinden bahseden ilim. Dil bilgisi. (Fransızca)

gülhane

  • İstanbulda Sarayburnu'ndan Topkapı Sarayı'nın duvarlarına ve bir taraftan Çizme Kapısı hizasına kadar devam eden saha. Bunun deniz tarafında, şimdiki hat boyunun batısında vaktiyle sıra ile gül bahçeleri bulunduğundan bu isim verilmiştir.

gülistan-ı bağ-ı cinan / gülistan-ı bâğ-ı cinan

  • Cennetlerdeki bağların gül bahçeleri.

gülle

  • Top mermisi. (Vaktiyle demirden veya taştan yuvarlak olarak yapılırdı. Şimdi çelikten, silindir biçiminde ve ucu sivri olarak yapılmaktadır.)
  • Eskiden demirden, yuvarlak bir biçimde yapılırken, günümüzde çelikten silindir biçiminde, bir ucu sivri olarak yapılan top mermisi.

habbül büluğ

  • (Habb-ül büluğ) Erginlik çağındaki erkek ve kız çocukların yüzlerinde ve alınlarında çıkan sivilceler.

habcame / hâbcâme / خواب جامه

  • Gecelik ve pijama gibi gece uyurken giyilen elbise. (Farsça)
  • Gecelik. (Farsça)
  • Pijama. (Farsça)

habib-i zülcelal / habib-i zülcelâl

  • Sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah'ın sevdiği, Hz. Muhammed (a.s.m.).

hacele

  • (Çoğulu: Hacel-Hacelân-Haclâ) Dişi keklik.
  • Çeşitli elbiselerle süslü gelin evi.

hacis / hâcis

  • Kalbe (gönle) gelen ve hemen gidermek mümkün olan kötü düşünceler.

hadaik / hadâik / حدائق

  • (Tekili: Hadîka) Bahçeler.
  • Bahçeler. (Arapça)

hadaik-ı hassa / hadaik-ı hâssa

  • Saray bahçeleri. Bunlar biri saray içinde, diğeri saray dışında olmak üzere iki kısımdı. Saray içindeki bahçe ve bostan işleriyle meşgul olanlara "Has Bahçe Bostancıları"; saray dışındakilere ise "Hassa Bostancıları" denilirdi. Saray dışı bahçe ve bostanların bazıları şunlardı: Kadıköy bağı, Davut P

hadid

  • Demir, çelik. Sert, kavi olan.
  • Çabuk kavrayışlı, keskin, öfkeli, hiddetli, titiz.
  • Hudut ve sınır komşusu.

hadis-i sahih / hadîs-i sahîh

  • Âdil ve hadîs ilmini bilen kimselerden işitilen, müsned-i muttasıl (Resûl-i ekreme kadar, rivâyet edenlerin hepsi tam olup noksan bulunmayan), mütevâtir (bir çok sahâbînin rivâyet ettiği) ve meşhûr (önceleri bir kişi bildirmişken, sonraları şöhret bu lan) hadîsler.

hadisin meratibi / hadîsin merâtibi

  • Hadîsin mütevatir, sahih, hasen zayıf gibi dereceleri.

hadr

  • Evmek, acele etmek.
  • Vücutta bir organın şişip yumrulaşması.
  • Men etmek, engel olmak.
  • Saçak bükmek.

hady

  • Evmek, acele etmek.
  • Rüzgârın esmesi.

hafelleh

  • Ayaklarının uç kısmı birbirine yakın olup, ökçeleri uzak olan.

hafiz-i zülcelal / hafîz-i zülcelâl

  • Sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, büyük küçük herşeyi kaydedip koruyan Allah.

hafiz-i zülcelal-i ve'l-ikram / hafîz-i zülcelâl-i ve'l-ikram

  • Sonsuz haşmet, yücelik ve ikram sahibi olan, herşeyi koruyup gözeten ve muhafaza eden Allah.

hafş

  • Celbetmek, çekmek.
  • Yeri kazıp oymak.
  • Birbiri ardınca tez tez gelmek.

hafsa

  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) zevcelerinden biri ve Hz. Ömer'in (R.A.) kızı.

hak teala / hak teâlâ

  • Yüce Allah. Allah celle celâlühü.

hakaik-i hakikiye / hakâik-i hakikiye

  • Göreceli olmayan, asıl mahiyeti ve zatı itibariyle hakikat, gerçek olan şeyler.

hakaik-i nisbiye / hakâik-i nisbiye

  • Göreceli olan hakikatler, bir diğerine göre hakikat olan şeyler.

hakim / hâkim

  • Galib. Haklı ve haksızı ayırıp hak ve adalet üzere hükmeden. Başkasını müdahale ettirmeden idare eden, Allah (C.C.)
  • Memleketi idare eden.
  • Mahkeme reisi. (Hâkim-i Hakikî, Hâkim-i Ezelî, Hâkim-i Mutlak, Hâkim-i Zülcelâl, Hâkim-i Lemyezel... gibi isimlerle, Cenab-ı Hakk'a âit ol

hakim-i zülcelal / hâkim-i zülcelâl

  • Sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi hikmetle yapan Allah.

hakimiyet / hâkimiyet

  • Hikmetlilik; Allah'ın herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratma sıfatı ve tecellîsi.

hakimiyet-i mutlaka / hâkimiyet-i mutlaka

  • Nitelik ve niceliğe bakmaksızın her zaman ve zeminde geçerliliği olan bir egemenlik.

hakk-ı takaddüm

  • Öncelik, öne geçme, önde bulunma hakkı.

halail

  • (Tekili: Halile) Nikâhlı kadınlar, zevceler, karılar.

halb

  • Parçalama, pençeleme.
  • Birinin aklını başından alma.

halık-ı hakim-i rahim / hâlık-ı hakîm-i rahîm

  • Her şeyin yaratıcısı olan, her şeyi hikmetle yaratan ve herbir şeye özel rahmet ve merhamet tecellîsi olan Allah.

halık-ı rahman ve rahim / hâlık-ı rahmân ve rahim

  • Rahmeti herşeyi kaplayan ve herbir varlıkta rahmet ve şefkati tecelli eden yaratıcı, Allah.

halim / halîm

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hep hilm sâhibi olan; günâh işleyenlerin, günâh işlemelerini ve emirlerine muhâlefetlerini, karşı geldiklerini gördüğü hâlde gazablanmaya ve onları cezâlandırmaya gücü yettiği hâlde, acele etmeyen. Allahü teâlâ kullarına cezâ vermekte

hall

  • Çözme. Çözülme. Karışık bir mes'elenin içinden çıkma.
  • Anlayıp karar vermek. Neticelendirmek.
  • Susam yağı.
  • Ezmek.
  • Açmak.
  • Dühul etmek, girmek.

hallak

  • Yaratan, her şeyi halkeden, Kadir-i Zülcelal, Allah Teala Hazretleri (C.C.)

hamiyet-i diniye

  • Dinî hamiyet; dini korumak ve yüceltmek maksadıyla çalışma, dinden gelen yüce duygularla din uğruna fedakârlıkta bulunma.

hamse

  • Mesnevi şekliyle yazılmış beş kitabdan ibaret bir takım demektir ki, böyle eser meydana getirmiş olanlara "Hamsenüvîs", yâhut "Hamseci" denilir. XII. yüzyıla kadar hamse-nüvîslik mutâd değildi. 1195'de vefat etmiş olan Genceli Şeyh Nizamî, manzum olarak beş kitab yazmış ve hepsine birden "penc genç"

hamza

  • Abdulmuttalib'in oğlu olup, Resulüllah'ın (A.S.M.) amcasıdır. Önceleri, İslâm dinine karşı olanlarla beraberdi. Ebucehil'in İslâm düşmanlığını çok ileri götürmesi karşısında, imana girip Ebucehil ve din düşmanlarına karşı çıktı ve İslâm'a büyük hizmetleri oldu. Uhud Gazası'nda 57 yaşında iken şehid

hanadis

  • (Tekili: Hındıs) Musibetler.
  • Karanlık geceler.
  • Şiddetli hâller.

hasbihal / hasbihâl

  • Birine hâlini, vaziyetini anlatıp düşüncelerini sorma, görüş alışverişinde bulunma, danışma.

hasis

  • Çabuk. Çok aceleci.
  • Ayartılan, tergib ve teşvik edilen.

hassas bölgeler

  • Sivil savunmada düşmanın hedef tutacağı bölgeler. Her hassas bölgenin ehemmiyeti aynı değildir. Hava savunması bakımından eldeki imkanlar ve hassas bölgeler arasında öncelik tesbitine ihtiyaç vardır. Hassas bölgeler, sırasıyla:1) Atomik vurucu üslerin bulunduğu bölgeler.2) Yüzeyden yüzeye füze üsler (Türkçe)

hatıb-ı leyl

  • Geceleyin odun toplayan kimse.
  • Mc: Mânâsız ve saçmasapan sözler konuşan adam.

hatır-ı rahmani / hatır-ı rahmanî

  • Tasavvuf ehlinin kalbinde, Allah'ın cemal-i vahdetinin tecellisiyle tam bir sükûnet olması. Buna muhabbetullah da denir.

hatırat

  • (Tekili: Hâtıra) Hâtıralar. Hatırda kalan şeyler.
  • Edb: Bir adamın yaşadığı zamana, bulunduğu işlere, görüştüğü kimselere dair düşüncelerini ve duygularını hâvi olmak üzere yazdığı eser.

hatt-ı zerendud

  • Altunla yazılmış celi yazılar.

havatır / havâtır

  • Hâtıralar. Fikirler. Düşünceler.
  • Hâtıralar, düşünceler.
  • İnsanın kalbine gelen düşünceler.

havatır-ı şeytaniye / havâtır-ı şeytaniye

  • Şeytanî vesvese ve düşünceler.
  • Şeytandan gelen hâtıralar, düşünceler.

havkale

  • (Çoğulu: Havâkıl) İhtiyar, zayıf, kuvvetsiz ve çelimsiz adam.
  • Hızlı yürüme.

havs

  • Geceleyin istemek.

hayat-ı sariye / hayat-ı sâriye

  • Varlıklara sirayet etmiş olan umumî hayat; Cenâb-ı Hakkın Hayat sıfatının bir tecellîsi olan varlıklardaki hayatın mebdei, kâinatın hayatı, ruhu.

hayrendiş / خيراندیش

  • İyi düşünceli. (Arapça - Farsça)

hayyehele

  • Acele et (mânasınadır).

hazm

  • Düşünceli hareket, sabır, sindirme.

hecai / hecâî

  • Bir harfin isminin heceler olarak sayılması.

helva sohbetleri

  • Eskiden kış mevsiminin başlıca eğlencelerinden biriydi. Bu eğlenceler, her sınıf halk arasında rağbetteydi. Devlet erkânı, vükelâ, zengin konak sahibleri ve orta halli halk kendi imkânları ölçüsünde helva sohbetleri düzenler, eş ve ahbabına ziyafetler verirdi. Vükelânın düzenlediği sohbetler tantana

hem-dil

  • Fikirleri, düşünceleri aynı olanların her biri. Bir maksad ve istekte bulunanları beheri. (Farsça)

heman

  • Derhâl, hemen, acele olarak, çarçabuk, o anda. (Farsça)

hems

  • Gizli ses. Çok gizli. Sesi gizlemek.
  • Ağzı açmadan lokma çiğnemek.
  • Fütursuz olarak geceleyin yola gitmek.
  • Peçe.
  • Sıkmak.
  • Kırmak.

hendese

  • Geo: şekil bilgisi.
  • Mat: Çizgi, yüzey ve hacim olarak bu üç şeklin özelliklerini ve ölçülerini inceleyen matematik kolu.

herf

  • Acele. Sür'at, hız Hezeyan.

heri'

  • Acele, sür'at.
  • Akıcı kan.
  • Korkak kimse.
  • Zayıf kimse.

herkele

  • İncelik, nezafet, hoşluk, letâfet.
  • İnce, zarif, lâtif, hoş.

het'

  • Dikkatle bakmak. Acele etmek.

hevacis

  • (Tekili: Hâcise) Vesveseler, kuruntular. Akla gelen kötü düşünceler.

hıfzıssıhha

  • (Hıfz-üs sıhha) Sağlıklı yaşamak için doğrudan doğruya kişi ve içinde bulunan çevrenin sağlıkla alâkalı şartlarını tetkik edip inceleyen, gerekli tedbirleri olan ve bu çeşit çalışmalardan bahseden hekimlik kolu veya sağlık bilgisi.
  • Sıhhatini korumak. Sağlığını muhafaza etmek.

hikemiyyat

  • Hikmet ve felsefeye âit söz ve düşünceler. Yeni yeni bilgiler veren kıssalar, ibret verici hâdiseler bildiren yazılar, sözler.

hikmet-i hilkat / حِكْمَتِ خِلْقَتْ

  • Yaratılıştaki ilâhî maksad ve incelik.

hikmet-i teşri

  • Kanun yapma hikmeti. Allah'ın emir ve yasaklarında gözetilen Rabbanî incelikler.

hilal / hilâl

  • Yeni ay şekli. Yeni ay.
  • Fık: Yay şeklinde görülen her yeni aya ve her ayın üçüncü gecesine kadar aya hilâl denir. 26 ve 27 nci gecelerdeki aya da hilâl, onda sonrakileri kamer denir.
  • Cami kubbeleri ve minâre külâhları tepesine konulan alemlerin hilâl şeklinde olan uç kısmı.

hırsiye

  • Geceleyin çalınan koyun.

hodfikirlik

  • Sadece kendi düşüncesini beğenme; düşüncelerinde bencil davranma.

hortlak

  • Bazıların hakikatsız ve batıl inanışına göre mezarda dirilip geceleri çıkarak dolaştığı tevehhüm edilen ölü. Cadı, vampir.

hov

  • Av kuşuyla yapılan av.
  • Av kuşunu, yanına celbetmeye mahsus bir kelime-i beynelmileldir.

hücud

  • Uykusuz kalma. Geceleyin az uyuma.

huda-yı müteal / hudâ-yı müteâl

  • Allah-u Teâla; büyüklük ve yücelikte bir eşi bulunmayan Allah.

hulul-i ecel / hulûl-i ecel

  • Ecelin gelmesi.

hümapaye

  • Çok yüksek dereceli. (Farsça)

hurdedan

  • Nükteleri ve incelikleri anlayan, bilen. (Farsça)

hurdedani / hurdedanî

  • Nükte ve inceliği anlıyan, dikkatli kimse. (Farsça)

hurdeşinas

  • Dikkatli. İncelikleri ve nükteleri anlayan. (Farsça)

huruf-u mukattáa

  • Arap harflerini heceler halinde kesik kesik yazmak (Yâsin, Elif Lâm Mim vb.).

hüsn-ü bilgayr

  • Dolayısı ile, neticeleri ciheti ile güzel olan.

huşuf

  • (Çoğulu: Huşef) Seri, eli çabuk, hızlı.
  • Geceleyin yola giden deve.

hutut-u cevher

  • Kılıcın çelik kısmındaki dalgalı çizgiler, meneviş, hare, dalgır (Buradaki maksat; kalemle kılıcın güç birliğidir.).

hutut-u efkar / hutut-u efkâr

  • Düşüncelerin çizgileri.

huzu'

  • Mahviyet ve tevazu hali, alçak gönüllü olmak. Allah'ın azametini, celal ve cemalini, büyüklüğünü tahattur ve tefekkürden hâsıl olan, insandaki huzur ve huşu' hâli.

i'cal

  • Acele ettirme, çabuk yaptırma.
  • Öne geçme.

i'la / i'lâ / اعلا

  • (Ulüv. den) Yükseltmek. Bir şeyin yukarısına çıkmak. Yukarı kaldırmak. Şânını yüceltmek. Şöhretini artırmak.
  • Yüceltme, yayma.
  • Yükseltme, yüceltme. (Arapça)
  • İ'lâ edilmek: Yükseltilmek, yüceltilmek. (Arapça)

i'la-yı kelimetullah / i'lâ-yı kelimetullah

  • İslâm esaslarını ve yüceliğini yaymak için gösterilen gayret, bu gaye ile yapılan cihat.

i'la-yıkelimetullah / i'lâ-yıkelimetullah

  • Allahü teâlânın ismini yüceltmek, İslâm dînini yaymak.

i'tibari / i'tibârî / اِعْتِبَار۪ي

  • Nisbi, göreceli.

i'tidal-i dem

  • Soğukkanlı davranış. Heyecanlanmadan, acele etmeden, düşüne düşüne ve tedbirli hareket.

i'tila / i'tilâ

  • Yükselme, yücelme.

i'zaz etme

  • Aziz kılma, yüceltme, güçlendirme.

icalet

  • El kitabı. Lüzum etttiği zaman müracaat olunup faydalanılan, cepte ve elde taşınabilir küçük kitap.
  • Acele ile ve derhal yapılan iş.

icaleten / icâleten / عجالة

  • Hemen, acele olarak, seri bir şekilde.
  • Aceleyle, acele olarak. (Arapça)

icareteyn

  • Müeccel ve muaccel icarelerle kiralanan vakıf emlâkı. Hem derhal alınan, hem ileride alınacak kirası olan vakıf bina.

icraat-ı celaliye / icraat-ı celâliye

  • Allah'ın celâl sıfatıyla ilgili işleri, faaliyetleri.

icraat-ı celiliye

  • Allah (C.C.)ın celalî sıfatına yani, kibriya ve azametine delâlet eden, kudret-i hakkı ile hâsıl olan icraatı.

ictilab

  • Celbetmek, çekmek.

idare fitili

  • Eskiden geceleyin yatak odalarını aydınlatmak için zeytinyağı konmuş küçük bir tabağın içinde yakılan bir çeşit fitilin adıdır. Küçük petrol lâmbalarına da idâre denildiği için bunların fitillerine de bu ad verilir.

idlivla'

  • Evmek, acele.

idrak ettirmek

  • Yaşatmak, değer ve yüceliğini göstermek.

ifham

  • Ulu etmek, yüceltmek.

igal

  • Acele ile bir kimseyi bir yere sokma.
  • Uzaklara gitme.

igare

  • Yağma etmek, hücum etmek.
  • Teşvik etmek. Gayrete getirmek. Acele etmek.

igşaş

  • Acele ettirme.
  • Kışkırtma, tahrik etme.

ihtifad

  • Acele yapma, sür'atle ve çabuk olarak işleme.

ihtisasat / ihtisâsât

  • Duygu ve düşünceler, izlenimler.

iktisad / iktisâd

  • Orta yol, orta hâl. Tutumlu olma, gereği kadar ölçülü harcama.
  • Üretim ve tüketim faâliyetlerinin nasıl düzenlendiğini inceleyen ilim dalı.

ila / îlâ

  • Yüceltme.
  • Yüceltme, yayma.

ila-yı kelimetullah / ilâ-yı kelimetullah

  • Allah'ın adını yüceltmek; İslâmı ve Kur'ân'ı yayma.

ilahiyat

  • Hikmet ilminin dinden ve sadece Cenab-ı Hak'tan bahseden kısmı. Filozoflarca fikir olarak ileri sürülen dine dâir nazariyeler, düşünceler.

ilm-i lügat

  • Bir dilin kelimelerinin tamâmını inceleyen ilim.

ilm-i nahiv

  • Gr. Arapçada cümle yapısını inceleyen ilim dalı.

imkanatından evleviyet olmayan / imkânâtından evleviyet olmayan

  • İhtimallerindeki öncelikleri ayırt edilemeyen; oluşma ihtimallerinde öncelik olmayan.

immisar

  • (İmtisar ile aynı mânâdadır) Süt sağmak.
  • Bir şeyi incelemek.
  • Az olmak.
  • Dağılmak.
  • Hâil, perde.

imtizac-ı efkar / imtizâc-ı efkâr

  • Fikirlerin, düşüncelerin uyuşması, birleşmesi.

ince donanma

  • Tar: Hafif gemilerden meydana gelen donanma. Bunun yerine "Hafif Donanma" da denilir. Bunların en meşhurları: Uçurma, varna, beş çifteleri, karamürsel, aktarma, üstüaçık, çiftekayığı, brolik, celiyye, çamlıca, kütük, at kayığı, kancabaş, âyaska, işkampaviya, şahtur, çekelve, kırlangıç, firkate, kali

incilab / incilâb

  • Celbedilme. Çekilme. Sürülüp götürülme.
  • Celb edilme, çekilme.
  • Celbedilme, çekilme.

indettetkik

  • Tetkik sırasında, inceleme anında.

indirac

  • İçine konma, arasına sıkışma. Derecelenme.

inhaf

  • İnceltme, zayıflatma.

inhidad

  • (Hadde. den) Keskinleşme, incelme, sivri olma.
  • Basılıp ezilme, haddeden geçme.

inhirat

  • Bilmediği bir işe danışmadan girişme.
  • Zarar verme, ziyana sokma.
  • İpliğe boncuk dizme.
  • Beden çelimsizlenip zayıflama.
  • Bir yola süluk etme, girme.

inkılab ale-l a'kıb / inkılâb ale-l a'kıb

  • Ökçeler üzerine dönmek demektir ki, asker yürüyüşünde olduğu gibi, tam sağdan veya soldan geri dönmektir. İki ökçeyi birden yerinde çevirmek suretiyle inkılâb ale-l a'kıb, ayakları çaprazlaştırdığından yürümeyi imkânsız bırakır. Kur'an'da bu tâbir ya harbde firardan kinaye veya dinde irtidaddan meca

inkimaş

  • Acele etme. Çabuk iş görme.

intac

  • Neticelenme. Husule getirme. Sona erdirme. Doğurma, meydana getirme.

intikad

  • İyi bilineni kötülemek.
  • Seçip ayırdetmek.
  • Kalp parayı gerçeğinden ayırmak.
  • Tenkid.
  • Fenni veya edebi eserlerin tarafsız bir nazarla incelenmesi sonunda fikir ileri sürülmesi.

irtihaz

  • Rezil rüsvay olma. Kepaze olma.İRTİKA' : Yükselme, yukarı çıkma.
  • Daha yüksek yerlere ve mevkilere erişme. Yüksek derecelere ulaşma.

isa ruhullah / isâ ruhullah

  • İsâ Allah'ın ruhudur (Yani, Beytullah ifadesinde olduğu gibi, sebepler perdesini kaldıran bir tabirdir. "İsa (a.s.), babasız olarak doğrudan İlâhî kudretin tecellisiyle yaratılmıştır" demektir).

işkal / işkâl

  • Sözün kendisinde bulunan bir incelik, derinlik sebebiyle veya bir edebi san'attan dolayı mânâsı, düşünülmeden anlaşılamayacak derecede kapalılık.

ıslahhane

  • Tar: San'at mekteblerine önceleri verilen isim.
  • Islah evi.

islam alimi / islâm âlimi

  • Dînî ilimleri bütün incelikleri ile zamânın fen bilgilerini de lüzûmu kadar bilen âlim.

isnadiyyat

  • İsnad ile ilgili düşünceler.
  • Aslı esası olmadığı halde birisine isnad edilen sözler.

isra / isrâ

  • Geceleyin götürme.

isti'cal / isti'câl / استعجال

  • Acele olmasını istemek. Acele etmek.
  • Aceleci davranış. (Arapça)

isti'zam / isti'zâm

  • Büyük gösterme, büyütme, yüceltme.

istibsar

  • Basiretli olmak. Düşünceli, hesaplı ve dikkatli iş yapmak ve hareket etmek.

istical / istîcâl

  • Acele etme.
  • Acele etme.

isticlab

  • (Celb. den) Çekme, celbetme. Çekmeye vaya getirmeğe sebep olma.
  • Fls: Uyandırma.

istidad-ı tahkik ve terakki

  • Delilleriyle inceleme ve ilerleme istidadı, yeteneği.

istidkak

  • İncelemek, dakik olmak.

istidlal / istidlâl

  • Delîl getirme. Akıl ile, düşünerek, inceleyerek eseri (yapılan işi) görerek yapanı; yaratılmışları görerek yaratanı anlamak.

istikra / istikrâ

  • Birey veya olayları tek tek inceleyerek onlardaki ortak vasıfları tesbit etmek sûretiyle çıkartılan genel sonuç; tümevarım, endüksiyon; yani peygamberleri tek tek araştırıp "peygamberliğin sebebi olan küllî esaslar"ı tespit etmek bir istikra işlemidir. İşte bu esaslar Peygamber Efendimizde en mükemm

istikra-i tam / istikrâ-i tâm

  • Tümevarım, endüksiyon; bir bütünü oluşturan parçaların hepsini inceleyerek o bütün hakkında hüküm vermek.

istinabe

  • Duruşmada yasal gerekçelerle bulunamayan zanlının, ilgili mahkemece, yasal prosedürün yerine getirilmesi için zanlıya en yakın bölgedeki bir mahkeme veya kişileri yetkili kılması.

istinfaz

  • Bir yerin bütün her tarafını iyice öğrenebilmek için dikkatle bakma, inceleme.

istinhas

  • Haberi iyice inceleme.

istisbat

  • (Sebt. den) Acele etmeyip tedbirli ve hesaplı davranma.

istizmar

  • (Zamir. den) Düşüncelerini öğrenme, fikrini yoklama. Maksad ve niyetini anlamağa çalışma.

istizraf

  • (Zerafet. den) Zarif görünme, incelik gösterme. Zerafet gösterme.

itibari / itibârî

  • Gerçekten öyle olmadığı hâlde öyle sanılan ve insanlar tarafından öyle kabul görmüş olan, göreceli.

ivedi

  • Aceleci, savruk. Çabuk.

ivgen

  • Koşan, acele eden.

ivme

  • Acele etme, koşma.

izafi / izâfî / اضافى

  • Nisbî, göreceli.
  • Göreli, göreceli.
  • Göreceli. (Arapça)

izafiyyet / izâfiyyet / اضافيت

  • Görecelilik. (Arapça)

izaz / îzaz

  • Aziz kılma, yüceltme, ihsan etme.

izhar-ı azamet

  • Büyüklüğü, yüceliği ortaya çıkarma, gösterme.

izhar-ı izzet

  • İzzet ve yüceliği gösterme.

izz / عز

  • Değer. (Arapça)
  • Yücelik. (Arapça)

izzet / عزت

  • Üstünlük, yücelik, azîz olma.
  • Hürmet, saygı. Çünkü bildin mü'minin kalbinde bir Allah var, Niçin izzet etmedin ol beyte kim Allah var.
  • Üstünlük, yücelik.
  • Değer. (Arapça)
  • Yücelik. (Arapça)
  • Saygı. (Arapça)

izzet ve haysiyet

  • Yücelik ve itibar sahibi olma.

izzet-alud / izzet-âlûd

  • Şeref ve yücelikle karışık.

izzet-i celal / izzet-i celâl / عِزَّتِ جَلَالْ

  • Haşmet ve yüceliğin izzeti.
  • Haşmet ve büyüklüğün şerefi, değerinin yüceliği.

izzet-i diniye

  • Dinî izzet, yücelik.

izzet-i ilahiye / izzet-i ilâhiye

  • Cenab-ı Hakkın nihâyetsiz izzeti, şeref ve yüceliği.

izzet-i islamiye / izzet-i islâmiye

  • İslâmın izzeti, şeref ve yüceliği.

izzet-i islamiyet / izzet-i islâmiyet

  • İslâmın izzeti, şeref ve yüceliği.

izzet-i kudsiyet

  • Mukaddesliğinin izzeti, yüceliği.

izzet-i rububiyet

  • Her varlığı yaratılış amacına hikmetli bir biçimde ulaştırarak terbiye ve idare eden Allah'ın şeref ve yüceliği.

jeoloji

  • yun. Yerin (Arzın) yapı kütlelerini inceleyen ilim kolu.
  • Yeryüzünün yapısını inceleyen ilim.

kabına sığmamak

  • t. Sabırsızlık, acelecilik.
  • Şişmanlamak.

kabli / kablî

  • İlke ve önceliğe âit. Hiçbir tecrübeye dayanmadan. Yalnız akıl ile.

kader

  • Allahü teâlânın ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile, ilerde olacak hâdiseleri ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) bilip takdîr etmesi; alın yazısı.

kadid / kadîd

  • Kurutulmuş et.
  • Pek zayıf, kuru ve çelimsiz insan.
  • Etleri dökülmüş olup yalnız kemikten ibaret olan gövde. İskelet.

kadir-i zülcelal / kadîr-i zülcelâl

  • Kudreti herşeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah.

kafiye

  • Şiirde dizelerin sonunda tekrarlanan ve aynı sesi veren hecelerin benzeşmesi.

kahhar

  • Galib-i Mutlak ve her an kahretmeğe muktedir olan Allah (C.C.) Hak Celle ve A'lâ'nın esmâ ve sıfâtındandır.

kahhar-ı zülcelal / kahhâr-ı zülcelâl

  • Haşmet ve yücelik sahibi ve herşeye her zaman mutlak galip gelen ve kahretmeye gücü yeten Allah.

kahr

  • Zorlama. Cebir.
  • Ezme. Mahvetme.
  • Fazlaca üzüntü. Keder içine işleme.
  • Cenâb-ı Hakkın şiddetli ve azab verici vasıflarının tecellisi. (Kahr, lütfun zıddıdır.)

kainat seması / kâinat seması

  • Kâinatın ve bütün varlıkların üzerinde duran gökyüzü; burada bütün varlıklar âlemi dünyaya, onu kuşatan gökyüzü ise yücelerde bulunan manevî âlemlere benzetilmiştir.

kainat-ı muhteşeme / kâinat-ı muhteşeme

  • Allah'ın sonsuz haşmet ve yüceliğini gösteren muhteşem kâinat.

kalb selameti / kalb selâmeti

  • Kalbin kibir, riyâ, kıskançlık, kin ve düşmanlık gibi kötü düşüncelerden kurtulup, iyi ahlâk ile ahlâklanması.

kalb tasfiyesi

  • Kalbi, İslâmiyet'in beğenmediği şeylerden, günâhlardan, kötü düşüncelerden kurtarmak, temizlemek.

kalem

  • (Çoğulu: Aklâm) Kamış. Yazı için ucu inceltilen bir nevi ince ve sert kamış.
  • Yazı yazmak için kullanılan her türlü âlet.
  • İfâde. Üslub.
  • Mâden, taş ve tahta üzerinde oymak için ucu sivri çelik âlet.
  • İnce boya, fırçası.
  • Yazı enva'ı.
  • Resim. Nakış.<

kamea

  • (Çoğulu: Kamâ) Büyük gök sinek.
  • Gözün kirpikleri diplerinde çıkan sivilceler.

kameriyye

  • Çardak. Bahçelerde, mehtaplı gecelerde oturmak üzere yapılıp, etrâfı sarmaşık v.s. çiçeklerle örtülü bulunan yer. Küçük köşk.

kandil geceleri

  • İslâm dîninin kıymet verdiği mübârek geceler.

kanun-u emir

  • Emir kanunu; Allah'ı Kudret sıfatının bir tecellisi olan kanun.

kanunşinas

  • Kanun ve nizam koyan, kanunun inceliklerini bilen. (Farsça)

karar-ı kat'i / karar-ı kat'î

  • Dâvâyı neticelendiren kesin karar.

karar-ı seri

  • Acele karar, seri karar.

karban-saray / kârban-saray

  • Kervansaray. Şehirlerde veya yol üzerlerinde kervanların ve yolcuların gecelemelerine mahsus büyük han. (Farsça)

kaside-i gaybiye

  • Hz. Ali'nin (r.a.) Hz. Peygamberden (a.s.m.) ders alarak yazdığı gelecekteki hadiselere ışık tutan, Ercûze ve Celcelutiye isimli kasideler.

kasır-ül basar

  • Görüşü kısa.
  • Kısa görüşlü, dar düşünceli.

kavanin-i meşiet / kavânin-i meşiet

  • Allah'ın irade ve dilemesinin tecellisi olan kanunlar.

kayyum-u zülcelal / kayyûm-u zülcelâl

  • Herşeyi kendi varlığıyla ayakta tutan ve varlıklarını devam ettiren, büyüklük ve yücelik sahibi Allah.

kaza ve kader / kazâ ve kader

  • Allahü teâlânın meydana gelecek hâdiseleri ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) bilip takdîr etmesi ve bu hâdiselerin zamânı gelince, Allahü teâlâ tarafından yaratılması ve meydana çıkması. Allahü teâlânın birşeyin varlığını ezelde bilip, takdîr et

kazaha

  • (Kazâ. dan) Kazalar. İlçeler. Kaymakamlık idareleri.

kazem

  • Tez, seri, acele.

kazf

  • (Çoğulu: Kızâf) İncelik, zayıflık.

kebbe

  • İzdihamlık, kalabalık.
  • Cenk ve kıtal içinde sür'at etmek. Savaşta acele hareket etmek.

kelimat-ı tesbihiye ve zikriye / kelimât-ı tesbihiye ve zikriye

  • Allah'ın yüceliğini dile getirmek ve Allah'ı anmak için kullanılan kelimeler, sözler.

kemal-i kibriya / kemâl-i kibriyâ

  • Büyüklük, yücelik ve haşmetin kemâli, mükemmelliği, kusursuzluğu.

kemal-i tahkik / kemâl-i tahkik

  • Mükemmel tahkik, araştırma ve inceleme.

kemal-i ulviyet / kemâl-i ulviyet

  • Tam bir yücelik.

kemiyet

  • Çokluk, nicelik.
  • Nicelik.

kemiyeten

  • Sayıca, nicelik itibariyle.
  • Nicelik bakımından.

kemmen

  • Sayıca, nicelik bakımından.

kemmiyet / كميت

  • Sayıca çokluk, nicelik.
  • Sayı.
  • Nicelik.
  • Tekillik veya çoğulluk.
  • Nicelik. (Arapça)
  • Nicelik. (Arapça)

keramet-i celcelutiye / keramet-i celcelûtiye

  • Celcelûtiye'nin kerameti.

kesb-i letafet

  • İncelik, nuraniyet kazanma.

keşf-i esrar

  • Sırları keşfetme, incelikleri meydana çıkarma.

kevar

  • Meyve veya üzüm küfesi. (Farsça)
  • Bal arısı gömeci, petek. (Farsça)
  • Geceleri havada peyda olan bulut. Sis. (Farsça)

kevma

  • Büyük ökçeli dişi deve.

keyfiyet-i muamele

  • Davranış ve tavırların niceliği, temel özelliği.

keyyefe

  • (Tekyif. den mâzi fiili) İnceleyip iç yüzünü bildi, idrak etti manasınadır.

kibriya / kibriyâ

  • Yücelik ve büyüklük.
  • Allahü teâlâya mahsûs azamet, büyüklük, üstünlük, yücelik.

kıdem

  • Öncelik ve eskilik.
  • Evveli bulunmamak. Ezeli olmak.
  • Başkasından daha önce olmak. Zamanca daha evvelki olmak. Rütbece daha yüksek olmak.
  • Cenab-ı Hakkın "Kıdem" sıfatı, yâni; ebedî ve ezelî oluşu.
  • Öncelik, öncesizlik.

kılv

  • Yeyni eşek.
  • Çelik oyunu oynamak.

kimya

  • Basit cisimlerin hususiyetlerini, bu cisimlerin birbirlerine olan tesirlerini ve bundan ileri gelen birleşmeyi inceleyen ilim. Basit maddelerdeki değişikliği anlamağa çalışan ilim kolu.
  • Edb: Aşk.
  • İlâç.
  • Tas: Mevcud olana kanaat ve elde edilmesi mümkün olmayana ait arzu

kıraat-ı seb'a

  • Kur'an-ı Kerim'i yedi türlü okuma tarzı. Mâna değişmemek üzere Kur'an-ı Kerim Kureyş, Huzeyl, Havâzin, Kinane, Sakif, Temim ve Yemen lehçeleriyle "sırat, mâlik, cibril" gibi kelimelerin yedi türlü okunmasına denir.
  • Yedi türlü okuma.

kiraz

  • Evmek, acele.

kısmet

  • Nasîb. Allahü teâlânın ezelde (sonsuz öncelerde) herkes için dilediği şey.
  • Birkaç kimsenin bir şeydeki hisse-i şâyialarını (ayrılmamış hisselerini) kile, terâzî, arşın gibi bir ölçü âleti ile tâyin ve tahsis etme, belli etme, ayırma.

komiser

  • Emniyet teşkilâtının meslek dereceleri içinde yer alan ve en az lise tahsilini yapmış, polis enstitüsünün orta ve yüksek kısmını tamamlamış üniformalı veya sivil memur. (Fransızca)

kubakıb

  • Acele eden kimse, aceleci.
  • Bir yıldan sonra olan yıl.

kubkuba

  • Acele etmek.

kuddus / kuddûs

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Azamet ve celâline, büyüklüğüne lâyık olmayan, noksanlık ve eksiklik getiren şeylerden, his organlarının anladığı, hayâl gücünün hayâl ettiği, hâtıra gelen ve düşünülebilen her türlü vasıftan ve özellikten münezzeh, pâk ve temiz olan.

kudsiyet

  • Kutsallık, yücelik, temizlik.

kur'an-ı azamet / kur'ân-ı azamet

  • Büyüklük ve yüceliğin Kur'ân'ı.

kurban geceleri

  • Kurban bayramının birinci, ikinci ve üçüncü günlerinin geceleri.

kürsi / kürsî

  • Makam.
  • Arşın altındaki sema tabakası; Allah'ın yer ve gökleri kaplayan hükümranlığı ve ilminin tecellî ettiği yer.

küvm

  • Bir yere toplanmış olan bir miktar deve.
  • Yükseklik, yücelik.

kuyud-u ihtiraziye / kuyûd-u ihtiraziye

  • Bazı hakların kullanılabilmesi için öne sürülen şartlar ve çekinceler; tedbir ve çekince kayıtları.

kuzu'

  • Evmek, acele.

lafza-i celal / lafza-i celâl

  • İsm-i Celâl, Allah lâfzı.

lahn

  • Hatâ etmek, doğrudan sapmak. Çoğulu elhândır.
  • Tecvîd ilminde, tecvîd kâidelerine uymamaktan doğan okuyuş hatâsı. Fıkıh kitablarında namaz kılanın namazın farzlarından olan kırâette yaptığı hatâ zelletül-kârî adı altında incelenmiştir.
  • Tegannî, sesi mûsikî perdelerine uydurmak için, mâ

lehviyat / lehviyât

  • Dinen yasak olan oyun ve eğlenceler.
  • Günahlı eğlenceler.

lehviyat-ı gayr-ı meşrua / lehviyât-ı gayr-ı meşrua

  • Dinin izin vermediği istekler ve eğlenceler.

lehviyat-ı medeniye

  • Medeniyetin haram eğlenceleri, oyunları.

lehviyat-ı muharreme / lehviyât-ı muharreme

  • Haram kılınmış eğlenceler.

lehviyat-ı nevmiye

  • İnsanları uyutucu zevk ve eğlenceler.

lehviyyat

  • (Tekili: Lehv) Lehivler, kadınlı erkekli haram eğlenceler, oyunlar. Nefsanî gayr-i meşru oyun ve eğlenceler. (Farsça)

letafet / letâfet

  • Hoşluk, güzellik, incelik, yumuşaklık.

letaif / letâif

  • İnce duygular, incelikler, güzellikler.
  • Lâtifeler, incelikler.

letaif-i belağat / letâif-i belâğat

  • Belâğattaki incelikler, ifadelerdeki edebî güzellikler.

letaif-i i'caziye / letaif-i i'câziye

  • Mu'cizelikteki incelik, dakiklik.

levs-i fani / levs-i fâni

  • Gelip geçici murdarlık, pislik. Dünyanın fâni, faydasız eğlenceleri.
  • Dünyanın geçici işleri, eğlenceleri.

leyail

  • (Tekili: Leyl) Geceler.

leyal / leyâl

  • (Tekili: Leyâli-Leyâil) (Leyl) Geceler.
  • Geceler.

leyal-i aşr

  • Arabi aylardan Zilhiccenin ilk on gecesi. On geceler.

leyal-i hasret

  • Hasret geceleri.

leyali / leyâli / leyâlî / ليالى

  • Geceler.
  • Geceler. (Arapça)

leyali-i meşhure / leyâli-i meşhure

  • Meşhûr, mübârek geceler.

leyali-i mübareke / leyâli-i mübareke

  • Mübarek geceler.

leyali-i ramazan-ı mübareke / leyâli-i ramazan-ı mübareke

  • Mübarek Ramazan geceleri.

leyali-i şerife / leyâlî-i şerife

  • Mübarek, mukaddes geceler.

leyle-i berat / leyle-i berât

  • Mübârek gecelerden, Şâban ayının on beşinci gecesi.

leyle-i isra / leyle-i isrâ

  • Mübârek gecelerden Mi'râc gecesi.

leyle-i mi'rac / leyle-i mi'râc

  • Mübârek gecelerden, Resûlullah efendimizin Mîrâca çıktığı Receb ayının yirmi yedinci gecesi.

leyle-i regaib / leyle-i regâib

  • Mübârek gecelerden, Receb ayının ilk Cumâ gecesi.

leylen

  • Geceleyin, gece vakti.

leyli / leylî

  • Gececi. Geceleyin kalan. Yatılı. Geceye âit. Geceye mensub.

lezzet-i nisbiye

  • İzafî, göreceli lezzet.

ligayrihi haram / ligayrihî haram

  • Aslında helâl olup, başkasının hakkı olduğu için veya neticeleri itibarı ile haram olan şey. Meselâ cuma namazı esnasında ticaret yapmak gibi.

lu'biyyat / lu'biyyât

  • Oyunlar, eğlenceler.

lügaz

  • Edb: Manzum bilmecelere denir. Lügaz çözülürse insan, hayvan, eşya veya başka bir mânâ çıkar. Meselâ: (Hikmetullah şehrinin bir tânesiOğlunun karnında yatar annesi.)Bu manzum çözülürse cevap olarak "İpek böceği" çıkar.

ma'kul ilimler / ma'kûl ilimler

  • His organları ile duyularak, akıl ile incelenerek, tecrübe (deney, gözlem) ile ve hesâb edilerek elde edilen ilimler, fen bilgileri.

ma'l

  • Evmek, acele etmek, tez tez gitmek.
  • Alıp kaçmak.

ma'maa

  • (Çoğulu: Meâmi) Acele etmek.
  • Ateşten çıkan ses.
  • Bahâdırların cenk içindeki haykırmaları.

ma'nevi temizlik / ma'nevî temizlik

  • İnsanın iç temizliği, kalb temizliği; kalbini her türlü bozuk inanış ve düşüncelerden fenâ huylardan arındırmak.

maa

  • (Beraber) mânasında bir kelime olup, iki türlü kullanılır:1- İzafetle (tamlama hâlinde):a) Zarf olarak: (Celestü maa zeydin: Zeyd ile beraber oturdum)b) Sıla (cümlecik) olarak: (Musaddıkan lima maaküm: Sizdekini tasdik ederek)c) Haber olarak: (Vehüve maahüm: O, onlarla beraberdir.)2- İzafetsiz: Bu t

maacil

  • (Tekili: Ma'cel) Yollar,

maali

  • Yücelikler.

maali-i ahlak / maâlî-i ahlâk

  • Ahlâkî yücelik, yüce ahlâklar.

magafir

  • (Tekili: Miğfer) Çelik başlıklar, miğferler.

magaris

  • (Tekili: Magris) Fidanlıklar, fidan bahçeleri.

mahalib

  • (Tekili: Mahleb) Yırtıcı hayvanların tırnakları, çengelli pençeleri.

mahall-i sarf

  • Harcama, kullanma alanı; burada rahmetin tecellî ettiği yer kastediliyor.

mahall-i taalluk-u kudret / mahall-i taallûk-u kudret

  • Cenâb-ı Hakkın kudret sıfatının tecellî ettiği yer, mahal.
  • Cenâb-ı Hakkın kudret sıfatının tecellî ettiği yer, mahal.

mahkeme-i temyiz

  • Adliye mahkemelerince verilen karar ve hükümlerin son inceleme ve tahkik mercii olan yüksek mahkeme.

mahsulat-ı fikriye / mahsulât-ı fikriye

  • Fikir ve düşüncelerle ortaya konulanlar; düşünce ürünleri.

mahya

  • Ramazan-ı şerîf ayında, geceleri çift minâre bulunan câmilerde iki minâre arasına gerilen ve halata (kalın ipe) asılarak kandillerle (lambalarla) yazılan yazı ve şekiller.

mahzunane

  • Kederlice, düşünceli, üzgünce. (Farsça)

makam / makâm

  • Yüksek dereceli me'mûriyet, me'mûrluk yeri, mevkî, mansıb.
  • Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin bu yolda ilerlerken kazandığı mânevî derecelerden her biri.

makam-ı izzet

  • Şeref, yücelik makamı.

makamat-ı muhammediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) dereceleri, makamları.

makamat-ı süluk / makâmât-ı sülûk

  • Tasavvuf yolunda ilerlerken geçilmesi gereken dereceler.

makatı'

  • (Tekili: Ka, uzun okunur) Kesmeler. Kesişmeler. Kesişen yerler.
  • (Kat') Sözdeki veya nazımdaki durak yerleri. Heceler.

makes-i efkar / mâkes-i efkâr

  • Fikir ve düşüncelerin yansıdığı yer.

malik-i zülcelal / mâlik-i zülcelâl

  • Sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyin sahibi olan Allah.

malikü'l-mülk-i zülcelal / mâlikü'l-mülk-i zülcelâl

  • Bütün mülkün gerçek sahibi, haşmet ve yücelik sahibi olan Allah.

mananın dikkati / mânânın dikkati

  • Bir sözdeki mânânın derinliği ve inceliği.

mantıki kıraet / mantıkî kırâet

  • Acele etmeyerek fakat imlâ kaidelerine dikkat ederek, yâni virgüllerde biraz, noktalı virgüllerde biraz daha durmak, teâcüb ve istifhamları anlatmak, muhaverelerde konuşanların sözlerini ayırmak suretiyle okumaktır.

marifet-i zülcelal / mârifet-i zülcelâl

  • Sonsuz yücelik ve haşmet sahibi Allah'ı bilme, tanıma.

maskul

  • Cilâlanmış, saykal vurulmuş. Mücellâ.

masr

  • Parmak uçlarıyla süt sağmak.
  • Bir şeyi incelemek.
  • Az olmak.
  • Dağılmak. (İmtisar veya immisar ile aynı manadadır.)

matekaddem

  • (Mâtekaddem) Geçmiş zaman, mâzi.
  • Sâbık. Geçen şey.
  • Önceleri.

mazhar-ı esma / mazhar-ı esmâ

  • Çok sıfatlara ve isimlere mensub hâller kendinde görünen. İsimlere, isimlerinin üzerinde te'sirlerine mazhar (sâhib) olan.
  • Cenab-ı Hakkın isimlerinin tecellisine mazhar ve âyine olmuş olan.

mazhar-ı tecelli / mazhar-ı tecellî

  • Tecellilere erişme, yansımalara ayna olma.

mazhariyet-i esma-i ilahiye / mazhariyet-i esmâ-i ilâhiye

  • İlâhî isimlerin tecellîlerine ayna olma.

mebaliğ

  • (Tekili: Meblâğ) Paralar, akçeler.

mebit

  • (Beyt. den) Geceleyin kalınacak yer. Geceliyecek yer.

mebyet

  • Geceliyecek yer. Gece vakti kalınacak yer.

mecellat

  • (Tekili: Mecelle) Mecmualar, kitaplar, dergiler.

mecid / mecîd

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Büyüklüğü, yüceliği ve işlerinin güzelliği ile tanınan, övülen.

meclub / meclûb / مجلوب

  • Celbolunmuş. Çekilmiş. Kapılmış.
  • Tarafdarlığı kazanılmış kimse.
  • Aşık. Tutkun.
  • Çekilen, celbolunan.
  • Celbedilmiş. (Arapça)
  • Aşık, tutkun. (Arapça)

meclubiyet

  • Celb olunmuşluk, çekiciliğine kapılma.

meclüvv

  • Parlak, cilâlı. Mücellâ.

medar-ı azamet ve kibriya / medar-ı azamet ve kibriyâ

  • Haşmet, yücelik ve büyüklük sebebi, kaynağı.

medar-ı tedkik / medâr-ı tedkik

  • Araştırmayı, incelemeyi gerektiren sebep.

medh ü sena / medh ü senâ

  • Övme ve yüceltme.

mehasin-i meşrutiyet / mehâsin-i meşrutiyet

  • Meşrutiyet sisteminin ortaya çıkardığı güzel neticeler.

mehmum

  • Endişeli. Düşünceli.

mekanik

  • Lât. Cisimlerin hareketleriyle alâkalı hâdiseleri inceleyen ilim. Mihanikiyetten bahseden kitap.
  • Makina. Makina aksamının hey'et-i mecmuası.
  • Kafa yormaksızın el veya makina ile yapılan.

melahi

  • Oyunlar, eğlenceler. Cümbüşler.

menacil

  • (Tekili: Mincel) Ekin orakları.

meratib / merâtib

  • Mertebeler. Basamaklar. Kademeler. Dereceler.
  • Mertebeler, dereceler.

meratib-i beşeriye

  • İnsanlığa ait mertebeler, dereceler.

meratib-i gaflet

  • Gerçeklerden habersiz olma mertebeleri, dereceleri.

meratib-i ilim / merâtib-i ilim

  • İlmin mertebeleri, dereceleri.

meratib-i imaniye / merâtib-i imaniye

  • İman mertebeleri, dereceleri.

meratib-i muhabbet / merâtib-i muhabbet

  • Sevgi dereceleri.

meratib-i nimet / merâtib-i nimet

  • Nimet dereceleri, mertebeleri.

meratib-i nisbiye

  • Göreceli olan mertebeler, başkalarına oranla ortaya çıkan dereceler.

meratib-i saadet ve kemalat / merâtib-i saadet ve kemâlât

  • Mutluluk ve mükemmellik dereceleri.

meratib-i terakkiyat ve tedenniyat / merâtib-i terakkiyat ve tedenniyat

  • Yükselme ve alçalma dereceleri.

meratib-i tevhid / merâtib-i tevhid

  • Tevhid mertebeleri, dereceleri.

meratib-i velayet / merâtib-i velâyet

  • Evliyalık, velîlik mertebeleri, dereceleri.

mertebe-i arşi / mertebe-i arşî

  • Arşa uzanan yücelik mertebesi.

mertebe-i ulviyet

  • Yücelik mertebesi.

mesanid

  • (Tekili: Mesned) Mesnedler. Dereceler. Rütbe ve mevkiler.

mesbuk-ul emsal / mesbuk-ul emsâl

  • Benzerleri ve emsali önceleri de görülmüş ve geçmiş.

meskukat

  • (Tekili: Meskuk) Sikke hâline getirilmiş mâdeni paralar. Akçeler.

mesnevi / mesnevî

  • Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin (kuddise sirruh) yirmi altı bin beytten meydana gelen ve altı defter olan meşhûr eseri.
  • Edebiyâtta bir nazım şekli olup, iki mısrânın bir biri ile kâfiyeli hâli. Bu sebeple her beyti kâfiyeli olan eserlere mesnevî denir.

mesnevi sahibi / mesnevî sahibi

  • Mesnevî isimli edebî eserin müellifi olan Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî.

mesnevi-i şerif / mesnevî-i şerif

  • Mevlâna Celaleddin-i Rumî'nin meşhur farsça olan eserinin ismi.

mevlana / mevlânâ

  • "Efendimiz" mânâsına bir büyüğe karşı söylenen hürmet ve saygı ifâdesi.
  • Evliyânın büyüklerinden Celâleddîn Rûmî'nin ve Hâlid-i Bağdâdî'nin ve bâzı büyüklerin lakabı.

mevlevi / mevlevî

  • Mevlana Celaleddin-i Rumi Hazretlerinin tarikatından olan müslüman.

mevleviyye

  • Evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.

mevlid-i şerif

  • Süleyman Çelebinin yazdığı, Peygamberimizin (a.s.m.) doğumunu ve hayatını anlatan manzum eser.

meyl-i taharri / meyl-i taharrî

  • Araştırma, inceleme meyli, isteği, eğilimi.

meyla'

  • Otsuz sahra, çöl.
  • Acele, hızlı, seri.

meylak

  • Seri ve aceleci kimse.

mez'

  • Evmek, acele, sür'at.
  • Kesmek.

mezalim

  • Zulümler. Haksızlıklar. Eziyet ve işkenceler.

mezamin / mezâmin / مضامن

  • Kavramlar. (Arapça)
  • İncelikler. (Arapça)
  • Semboller. (Arapça)

mihmandar-ı kerim-i zülcelal / mihmandar-ı kerîm-i zülcelâl

  • Dünya misafirhanesinde kullarına yardım edip rızıklandıran sonsuz haşmet ve celâl sahibi Allah.

mikdar / mikdâr

  • Miktar, nicelik.

mıkla'

  • (Mıklât) (Çoğulu: Mekâli) Çelik çeldikleri ağaç.
  • Kebap tavası.

mil

  • İğne gibi ince ve uzun bir âlet.
  • Göze sürme çekecek âlet.
  • Ucu sivri çelik kalem.
  • Sivri dağ tepesi.
  • Bir çarkın, üzerinde döndüğü mihver, eksen.
  • Elektromotordan iş tezgâhına kuvvet nakleden uzun çelik çubuk.
  • Selin bıraktığı en verimli münbit topr

minkale

  • Geo: Yarım dâire şeklinde dereceli geometri âleti. İletki.

mirkatü's-sünne

  • Sünnetin merdiveni; sünnetin dereceleri.

mirkatü's-sünnet

  • Peygamberimizin (a.s.m.) sünnetine uymanın dereceleri, basamakları; On Birinci Lem'a.

mizah

  • Şaka, lâtife.
  • Edb: Bâzı düşünceleri nükte, şaka veya takılmalarla süsleyip anlatan bir yazı çeşidi. Hoş, nükteli söz. (Zıddı ciddiyettir)

mizah-nüvis

  • Eğlenceli mizahlı yazılar yazan. (Farsça)

mizahi / mizahî

  • Mizahlı, eğlenceli.

mu'accel

  • Peşin olarak verilen. Acele ödenen şey.

mu'kıb

  • Ökçeli ayakkabı.

muaccel / معجل / مُعَجَّلْ

  • Acele olunmuş, ta'cil edilmiş, mühletsiz. Peşin. Va'desiz.
  • Acele, peşin.
  • Peşin. (Arapça)
  • Acele edilmiş. (Arapça)
  • Acele olan, peşin.

muaccelane / muaccelâne

  • Acele olarak. Peşin olarak.

muaccelat

  • (Tekili: Muaccel) Peşin ödemeler.

muaccelen

  • Peşin olarak.
  • Çabuk ve acele olarak.

mualli / muallî

  • Yücelten, yükselten.
  • Sağılır davarın sağ tarafından sağmaya varan kişi.

muammaalud / muammââlûd

  • Bilmeceli.

muavaza / muâvaza

  • İki tarafın da ivaz vererek, anlaşarak yaptığı akit. Sayışma. Bir şeyi diğer bir şeye bedel, ivaz olarak vermek. Aslı olmadığı halde menfaat celbi için hususi bir surette müzakere ile yapılan hileli iş. Yapmacık.

muazzam

  • Büyük, iri, cesim, mükerrem, mübeccel, koskoca.

muazzim

  • Tazimde bulunan, yücelten.

mübarek geceler / mübârek geceler

  • İslâm dîninin kıymet verdiği geceler. Kadir, Arefe, Fıtr ve Kurban bayramı ile Mevlid, Berât, Mi'râc, Regâib, Muharrem, Aşûre geceleri.

mübeccel

  • Yüceltilmiş, yüce.
  • Yüceltilmiş, muhterem, azîz, büyük saygı gösterilen.
  • Muhterem. Azizlenmiş. Yüceltilen, yükseltilen. Büyük saygı gösterilmiş.

mübecceliyet

  • Yücelik, ululuk, azizlik.

müblis

  • Mahrum.
  • Hasreti şiddetli olan. Acele yapılması lüzumlu bulunan. Elzem.

mübrem

  • Kaçınılmaz olan. Vazgeçilmez olan. Acele yapılması lüzumlu bulunan. Elzem.

mücelledat / mücelledât

  • (Tekili: Mücelled) Ciltlenmiş kitaplar, ciltli kitaplar.

mücellidin / mücellidîn

  • (Tekili: Mücellid) Ciltçiler. Mücellidler. Kitap ciltleyenler.

mucib-i tetkik ve nakz

  • Kararı bozma ve tekrar araştırıp inceleme gerektirici durum, gerekçe.

müdakkik / مُدَقِّقْ

  • İnceleyen.
  • Dikkatle inceleyen.

müdakkikane / müdakkikâne

  • İncelercesine.
  • Dikkatlice, araştırıp inceleyerek.

müdakkikin / müdakkikîn

  • İncelemeciler.

müdam

  • Devam eden. Sürekli. Dâim ve bâki olan.
  • Mübtelâ olan. (Her nefeste Allah adın de müdamAllah adı ile olur her iş temamSüleyman Çelebi)

müdebbirin / müdebbirîn

  • (Tekili: Müdebbir) (Dübur. dan) Tedbirli ve düşünceli olan kimseler.

müfti-yi macin / müftî-yi mâcin

  • Din bilgilerini fıkıh kitablarından öğrenmeyip, kendi düşüncelerini din bilgisi olarak söyleyen, müslümanları mezhebsiz yapan câhil din adamı.

muhacir / muhâcir

  • İslâmiyet'in başlangıcında, sırf müslüman oldukları için Mekkeli müşriklerin zulüm ve işkencelerine mâruz kalıp, dinlerini, îmânlarını korumak için, evlerini, mallarını ve mülklerini bırakarak Resûlullah efendimizin izni ile önce Habeşistan'a, son ra Medîne-i münevvereye hicret eden Mekkeli

muhakeme

  • (Çoğulu: Muhakemât) (Hüküm. den) Dava için iki tarafın mahkemeye baş vurması.
  • İki tarafın mahkemeye baş vurması.
  • İki tarafı dinleyip hüküm vermek.
  • Düşünmek.
  • Zihinde inceleme yapmak.
  • Karar vermek için iyice düşünmek.

muhakeme etmek

  • Hüküm vermek için delilleri incelemek; yargılamak.

muhakkik

  • Hakikatı araştırıp bulan. İç yüzüne inceliyerek vakıf olan.
  • Hakikat âlimi. Hakikatlara hakkı ile vakıf ve ehl-i tahkik olan büyük İslâm âlimi.
  • Araştıran, inceleyen.

muhassıl

  • Hasıl eden, neticelendiren.

müheymin

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden); her mahlûkun (yaratılmışın) ömrünü, amelini, rızkını, ecelini, nefeslerini, sözlerini bilen, gören, onların bütün hallerinden haberdâr olan.

muhtelifü'd-derecat / muhtelifü'd-derecât

  • Dereceleri birbirinden farklı.

mukadderat / mukadderât

  • Allahü teâlânın olacak şeyleri ezelde (sonsuz öncelerde) bilip takdîr ettiği şeyler, kader, alın yazısı.

mukanna / مقنع

  • Peçeli. (Arapça)

mukanna'

  • Peçeli.

mukarnes

  • Kubbe biçiminde olan.
  • İşlemeli, nakışlı ve rengarenk olan.
  • Merdiven şeklinde dereceleri olan kubbe.

mukarreb

  • Yakınlaştırılmış.
  • Cennette dereceleri en yüksek olan.
  • Tasavvufta, nefslerinin sevgisinden kurtulmuş, kalbinde Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmayan, yalnız Allahü teâlâyı isteyen.

mukteziyat / muktezîyât

  • Gerektirenler, gerekçeler.

mülahazat

  • (Tekili: Mülahaza) Mülahazalar. Düşünceler. Akıldan geçenler.

münakız / münâkız

  • Zıt, çelişkili, birbirini tutmayan.
  • Münâkız olmak: Çelişmek. (Arapça)

münazara / münâzara

  • Doğruyu ortaya çıkarmak maksâdı ile karşılıklı olarak yapılan ilmî konuşma. Bir mes'eleyi belli kâideler dâhilinde karşılıklı inceleme, bir mes'ele hakkında yapılan karşılıklı konuşma.

müncelib

  • Celbedilen, çekilen.

müncer

  • Nihâyet bulmak.
  • Bir tarafa çekilmek.
  • Sürüklenme.
  • Sona eren, neticelenen.

münevverü'l-efkar / münevverü'l-efkâr

  • Fikir ve düşünceleri aydın.

münkemiş

  • Acele eden, işini çabuk gören.
  • Buruşan, büzüşen.

müntec

  • Neticelenmiş, sonu belli olmuş.

müntehi / müntehî

  • Sona eren, nihâyete kavuşan. Tasavvuf yolunda çıkılabilecek derecelerin sonuna varan velî.

müntic

  • İntâc eden, netice veren. Sebebiyet veren, meydana getiren. Bir şeyin neticelenmesine sebep olan.

murabba

  • Terbiye görmüş.
  • Kaynatıp kıvama geldikten sonra dondurulmuş.
  • Meyve suyu tatlısı. Reçel. Ezme.

murafaa

  • Karşılıklı hak iddia ederek konuşmak.
  • Bir dâvâ için birisini hâkim huzuruna celb ettirmek. Yüzleşerek muhakeme olunmak.

murahham

  • Kısaltma.
  • Son harfleri veya heceleri düşürülmüş.

murakabe / murâkabe

  • Kontrol etmek. İnceleyip vaziyeti anlamak. Teftiş etmek.
  • Kendini kontrol etmek. İç âlemine bakmak. Gözetmek.
  • Hıfz etmek.
  • Beklemek. İntizar.
  • Dalarak kendinden geçmek.
  • Tas: Kendisini tamamen nâfile ibâdet ve itaate vermek için mâbede kapanmak.
  • Kontrol etmek, inceleyip vaziyeti anlamak.
  • Kulun, bütün hâllerinde Allahü teâlânın kendini gördüğünü bilmesi ve O'nu unutmaması.
  • Nefsi kontrol etmek, ondan gâfil olmamaktır.

murakkak

  • (Rikkat. den) İnce. İncelmiş.

mürebbi-i hakim-i zülcelal / mürebbî-i hakîm-i zülcelâl

  • Herşeyi hikmetle yapan ve terbiye eden, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah.

mürtecel

  • Düşünülmeden hemen söylenmiş söz veya şiir.
  • Kelimenin lügat mânası ile ıstılah mânası arasında münasebet bulunmayan kısmına mürtecel; münasebet bulunan kısmına da menkul denir.
  • Fık: Konuşulandan başkasına bir alâka bulunmaksızın sarih bir ihtimal ile kullanılan lâfızdır. Mese

mürut

  • Acele etmek.
  • Yolmak.

müsahere

  • (Müsâheret) Geceleyin uyanık durma, uyumama.

müsakat şirketi / müsâkât şirketi

  • Bağda üzüm, bahçelerde meyve ve bostanlarda sebze yetiştirmek için, toprak sâhibi ile çalışacak kimse arasında yapılan şirket, ortaklık.

müsamerat

  • (Tekili: Müsamere) Müsamereler, gece eğlenceleri.

müsaraa / müsâraa

  • (Çoğulu: Müsâraât) Acele etmek. Bir şeye doğru koşmak. Sür'atle teşebbüse geçmek.
  • Acele, teşebbüs.

müsaraat

  • (Sür'at. den) Teşebbüs, girişme.
  • Sür'at ve acele etme.

müsaraaten

  • Sür'atli ve acele olarak.

müsareat / müsâreat

  • İbâdetleri ve hayırlı işleri yapmakta acele etmek.

müsebbebat / müsebbebât

  • Bir sebeple olanlar, sebeple meydana çıkanlar. Neticeler.
  • Sebeplere bağlı olarak ortaya çıkan şeyler, neticeler, sonuçlar.

müsemma-i vahid-i ehad / müsemmâ-i vâhid-i ehad

  • Zât ve sıfatlarıyla bir olan ve birliği her bir şeyde tecelli eden şeklinde isimlendirilen Cenâb-ı Hak.

müşkilat-ı kur'aniye

  • Manasının incelik ve derinliği veya istiare-i bediyye ile ifade edilmiş olması gibi sebeblerden dolayı derin tetebbu ve tefekkür neticese ancak anlaşılabilen âyetler.

müsri'

  • Tesr'i eden. Sür'at ve hız veren, acele ettiren, çabuk gider olan.

muşta

  • Yumruk. Kunduracıların deriyi inceltmek için kullandıkları mâdeni top.

müsta'cel / مُسْتَعْجَلْ

  • Acele yapılması lüzumlu olan, çabuk yapılması gereken.
  • Acele yapılması istenen.

müsta'celen

  • (Acele. den) Çabuk ve acele olarak. Sür'atli bir tarzda.

müsta'cil

  • Acele yapan, çabuklaştıran.

müstacel / müstâcel

  • Acele yapılması gereken.

müstaceliyet / müstâceliyet

  • Acele yapılması gerekmek, ivedilik.

müstacil / müstâcil

  • Acele yapan.

müşte

  • Yumruk, muşta. (Farsça)
  • Birine vurmak için ele veya parmaklara geçirilen demirden yapılmış âlet. (Farsça)
  • Kunduracıların deriyi vurarak inceltmekte kullandıkları maden tokmak. (Farsça)

müsteclib

  • (Celb. den) Kendine doğru çeken. İsticlâb eden.

müştehat

  • Şehveti celb eder hâle gelen. Yetişmiş kız.

müstemzic

  • (Mezc. den) Soran, soruşturan. Fikir yoklayan. Anket için düşüncelerini soran.

müstenkih

  • Araştıran. İnceliyen, tedkik eden.
  • Ağız koklıyan.

müsteşrik

  • Doğu kültürünü inceleyen Batılı.

müsvedde

  • (Seved. den) Temize çekilmek üzere yazılmış şey. İlk yazılan. Acele ile temiz yazılmayan yazı.

mütalaa / mütâlaa / mütâlââ / مطالعه

  • Dikkatle okuma, inceleme.
  • İnceleme, düşünme, okuma.
  • Okuma. (Arapça)
  • Görüş. (Arapça)
  • İnceleme. (Arapça)

mütalaa eden / mütalâa eden

  • Dikkatli okuyan, inceleyen.

mütalaa etme / mütalâa etme

  • Okuma, inceleme.

mütalaacı / mütâlaacı

  • Etraflıca inceleyip düşünen.

mütalaada bulunma / mütalâada bulunma

  • Etraflıca inceleyip düşünme, bir düşünceyi dile getirme.

mütalaagah / mütalâagâh / mütâlââgâh

  • Dikkatlice okuma ve inceleme yeri.
  • İnceleme yeri.

mütalaat / mütalaât

  • (Tekili: Mütalaa) Düşünceler. Tedkik etmeler. Okumalar. Mütalaa.

mütali / mütâli / mütâlî

  • Dikkatlice okuyup inceleyen.
  • İnceleyen.

mutasarrıf-ı rahim / mutasarrıf-ı rahîm

  • Varlıklar üzerinde merhamet ve rahmetinin çok özel tecellîleri bulunan sonsuz tasarruf ve yetki sahibi Allah.

mutayebat

  • (Tekili: Mutâyebe) Eğlenceli hikâyeler. Fıkralar.
  • Şakalaşmalar, lâtife yapmalar.

müteaccil

  • (Acele. den) Acele eden, aceleci.

müteaccilane / müteaccilâne

  • Acelecilikle, acele ederek. (Farsça)

müteaccilin / müteaccilîn

  • (Tekili: Müteaccil) Acele edenler, aceleciler.

müteberkı'

  • Peçelenen, maskelenen.

mütecelli / mütecellî / متجلى

  • Tecelli eden, meydana çıkan, görünen. Parlak.
  • Tecellî eden, görünen.
  • Görünen, tecelli eden. (Arapça)

mütecellid

  • (Çoğulu: Mütecellidin) Kahramanlık ve celâdet gösteren.

mütecellidane / mütecellidâne

  • Celadet ve kahramanlıkla. Yiğitlik göstererek. (Farsça)

mütecellidin / mütecellidîn

  • (Tekili: Mütecellid) Kahramanlar, yiğitler, celâdet gösteren kahraman kimseler.

müteemmilane / müteemmilâne

  • Derin düşünene yakışır surette. Düşünceli olarak. (Farsça)
  • Dalgın şekilde. (Farsça)

mütefahhıs

  • (Fahs. dan) Dikkatle araştıran, sorup tetkik eden, inceliyen.

mütefekkir / متفكر

  • Düşünür. (Arapça)
  • Düşünceli. (Arapça)

mütefekkirane / متفكرانه

  • Düşünceli düşünceli. (Arapça - Farsça)

mütehalik / mütehâlik

  • (Helâk. dan) Tehâlük eden, kendini tehlikeye atacak kadar acele eden.

mütehalikane / mütehâlikâne

  • Acelecilikle, çabuklukla. (Farsça)

müteharri / müteharrî

  • Araştıran, inceleyen.

müteharri-i hakikat / müteharrî-i hakikat

  • Gerçeği araştıran, inceleyen.

mütehecci

  • (Hecâ. dan) Heceliyen.

müteheccid

  • Geceleri uyanıp teheccüd namazı kılan.

mütelaşi

  • Telaş eden. Izdırab ile karışık acele eden. Telaşlı.

mütelaşiyane

  • Acele ve telaş ile.

mütelattıfane

  • Naziklikle, incelikle. (Farsça)

mütelessim

  • (Çoğulu: Mütelessimîn) Yüzü peçeli, yaşmaklı.

mütemadih

  • Zararı çok olan kimse. Acele ile yapan, hızlı çalışan kimse.

mütemehhil

  • Teenni ve sükûn üzere olup acele etmeyen.
  • Zamana muhtaç, büyüyüp gelişmesi belli bir zaman içinde olan şey, tedric kanununa tabi olan.

mütenakız

  • Birbirine zıt, çelişen.

mütenassıs

  • Tedkik edilip incelendikten sonra karar verilen.
  • Delil ve hüccet ile sabit olan.

mütesehhir

  • (Çoğulu: Mütesehhirîn) Geceleyin uyuyamayıp sabahlayan.

mütesehhirin / mütesehhirîn

  • (Tekili: Mütesehhir) Geceleyin uyumayıp sabahlayanlar.

müteserri'

  • (Sür'at. den) Koşan, acele davranan, sür'atli hareket eden.

müteveccih

  • Bir tarafa yönelen, bir tarafa gitmeye kalkan.
  • Birine karşı sevgisi ve iyi düşünceleri olan.

mutlak zuhur / mutlak zuhûr

  • Bir kayda bağlı olmayan zuhûr, akis. Bir şeyin bir başka şeyde görünmesi meselâ insanın aynada, Hakk'ın, velînin kalb aynasında tecellî etmesi böyledir.

na'ab

  • Aceleci. Hızlı yürüyen, tez giden kişi.

nahb

  • Yüksek sesle ağlama.
  • Önemli iş, mühim iş. Nezretmek, adamak.
  • Seri seyr.
  • Vakit, müddet. Ecel, ölüm, mevt.

nahif / nahîf / نَح۪يفْ

  • Çelimsiz, zayıf, ince. Arık.
  • Çelimsiz, zayıf.
  • Çelimsiz, zayıf.

nahife / nahîfe / نَح۪يفَه

  • Çelimsiz, zayıf (hanım).

nahiv ilmi

  • Arapça dilbigisinde cümle yapısını inceleyen ilim.

nakiz / nâkiz

  • Nakzeden, çelişen.

nakkaş-ı zülcelal / nakkâş-ı zülcelâl

  • Herşeyi nakışlı ve süslü bir şekilde yaratan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah.

naks

  • Nakletmek.
  • İfsad etmek, bozmak.
  • Evmek. Acele etmek.
  • Kimseye lâkap takmak.
  • Ayıplamak.
  • Kilise çanını çalmak. Çan çalmak, çana vurmak.

namus

  • Irz, iffet, edeb, hayâ.
  • Şeriat.
  • Melâike.
  • İrade-i İlâhiyenin tecellisi.
  • Nizam.
  • Emniyet ve istikamet gibi faziletlerin muhassalası olan pek kıymetli haslet.
  • Bir kimsenin mahrem, gizli esrarı olup işleri ve hallerinin iç yüzüne vakıf ve muttali ki

nasara

  • Hristiyanlar. Nasraniler. Hz. İsa'ya (A.S.) ilk önceleri Nâsıra Karyesindeki ahali yardım ettiklerinden, onlara "Nasara" ismi verilmiştir.

naşi

  • Neş'et eden, yeniden vücuda gelen, yetişen, yetişmiş.
  • Delil, dolayı, ötürü, sebebiyle.
  • Geceleyin meydana gelip zâhir olan şey.
  • Yetişmiş oğlan veya kız.

nassiye

  • (yun: Dogmatizm) Fls: Bir görüşün doğruluğuna peşin olarak inanan ve bu inanışlarını tenkide tabi tutmayanların düşünüş tarzı. Son heceleri .. izm ile biten görüşler, taraftarlarınca peşin olarak kabul edildiklerinden birer dogmatik görüş örneğidir. Meselâ; komünizm, materyalizm, darvinizim, birer d

naz

  • Bir şeyi beğenmeyiş, şımarıklık. (Farsça)
  • Beğendirmek maksadiyle kendini ağır satmak. (Farsça)
  • Celb-i muhabbet için edilen nezâket, letâfet ve zarafet. (Farsça)
  • Yalvarma, rica. (Farsça)

nazar

  • Bakmak. Göz atmak.
  • Düşünme, inceleme.

nazar-ı dekaik-aşina / nazar-ı dekaik-âşinâ

  • İnceliklere nüfuz eden bakış.

nazar-ı tetkik

  • Tetkik etmek, incelemek amacıyla bakmak.

nazariyat / nazariyât

  • Kitabî bilgiler, görüşler, ispatlanmamış düşünceler.

nazariyyat / nazariyyât

  • (Tekili: Nazariye) Görüşler. Düşünceler. Doğruluğu isbat edilmemiş ilmi görüşler.

nazariyye

  • Bir veya birkaç hipotez (faraziye) ile, birçok hâdiseleri îzâh ederek ve bunlardan yeni hâdiselere vararak ve bu hâdiseleri tecrübe ile inceleyerek görülen hipotez. Hipotez, aynı sebeblerle îzâh edilen çeşitli hâdiselerin hepsini birden îzâh edebilec ek umûmî bir fikirdir.

nazeki / nazekî

  • Nâziklik, incelik.

nazm-ı celil

  • Pek büyük kıymetli nazm edilmiş güzel söz.
  • Kur'an-ı Kerim'in bir vasfı.
  • Celil olan Cenab-ı Hakk'ın nazmı.

nazüki / nazükî

  • Nâziklik, incelik. (Farsça)

nebail

  • (Tekili: Nebile) Yüceler, ulular, yüksekler.

neca

  • Evmek. Acele etmek.
  • Halâs olmak, kurtulmak.

nefş

  • Açmak.
  • Yapmak.
  • Yün ve pamuk atmak.
  • Davarların, geceleyin yayılıp çobansız otlaması.

nehz

  • Süngü demirini inceltmek.
  • Kemik üstündeki eti soyup gidermek.
  • Çok et.

neş'e-i ulya / neş'e-i ulyâ

  • Ahiretteki yüksek dereceli hayat, âhiret hayatı.

netaic / netâic

  • (Tekili: Netayic) (Netice) Neticeler.
  • Neticeler, sonuçlar.
  • Neticeler, sonuçlar.

netaic-i aliye / netâic-i âliye

  • Yüce neticeler.

netaic-i amel / netâic-i amel

  • İşin neticeleri.

netaic-i efkar / netâic-i efkâr

  • Fikir ve düşüncelerin neticeleri.

netaic-i hayat / netâic-i hayat

  • Hayatın neticeleri.

netaic-i rahmet / netâic-i rahmet

  • Rahmetin neticeleri.

netaic-i uhreviye / netâic-i uhreviye

  • Âhiretteki neticeler.

netaic-i uzma / netâic-i uzmâ

  • En büyük neticeler, sonuçlar.

netaic-i vahime / netâic-i vahîme

  • Vahim, korkunç neticeler.

netayic / netâyic

  • Neticeler, sonuçlar.

neticebahş

  • Neticelendiren, sonuçlandıran. Netice veren. (Farsça)

neticepezir

  • Son bulmuş, neticelenmiş. (Farsça)

nevh

  • Yükseltmek, yüceltmek.
  • Kuvvetli ve kavi olmak.

nezahet / nezâhet

  • Ahlâk temizliği, temizlik.
  • İncelik, rikkat.
  • Ahlâk temizliği, temizlik.
  • İncelik, rikkat.
  • Temizlik, incelik.

nezaket / nezâket / نزاكت

  • İncelik, zariflik.
  • Naziklik, incelik, zariflik. Kaba olmamak. Edeb, terbiye.
  • Naziklik, incelik, zariflik.
  • İncelik. (Osmanlıca > Arapça)
  • Hassaslık. (Osmanlıca > Arapça)

nezk

  • Hafiflik.
  • Acele.
  • Sebkat.

nikah / nikâh

  • Evlilik için yapılan akit, sözleşme. Evlenecek müslüman bir erkek ile kadının şâhidler huzûrunda ben seni zevceliğe (hanımlığa) aldım, diğerinin de kabûl ettim demesi.

nikat / nikât

  • Nükteler, incelikler.

nisbi / nisbî / نسبى

  • Kıyaslama ile olan, göreceli.
  • Göreceli. (Arapça)

nokta-i mihrakiye

  • Yanma noktası. Odak noktası.
  • Çok Esmâ-i İlâhiyyenin tecellisinin toplandığı nokta.

nüfuş

  • Yabana yayılmak.
  • Davarların geceleyin yayılıp çobansız otlamaları.

nükte-i azime / nükte-i azîme

  • İnce sözdeki mânâ yüceliği.

nükte-i belagat / nükte-i belâgat

  • Belâgat nüktesi, ifade inceliği.

nükte-i belağat / nükte-i belâğat

  • Belâğat inceliği.

nükte-i zarafet

  • Zariflik, incelik nüktesi.

nüktebin / nüktebîn

  • İnceliği gören, nükteyi anlıyabilen. Kavrayışlı, anlayışlı, zeki. (Farsça)

nukud

  • (Tekili: Nakid) Nakidler, paralar, akçeler, madeni paralar.

nun-u azamet

  • "رَزَقْنَا=Rızıklandırdık" ifadesindeki Cenâb-ı Hakkı ve Onun yüceliğini gösteren "نَا=Biz" zamiri.

nur-u ehad

  • Bir olan ve herbir varlıkta birliği tecellî eden Allah'ın nuru.

nur-u ehadiyet / nûr-u ehadiyet

  • Allah'ın herşeyde görülen kendine ait birlik tecellisi, nuru.

nur-u hak

  • Hakkın ta kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah'ın nuru.

nur-u tarikat

  • Tasavvufa dayalı, mânevî derecelere ulaşmayı esas alan yol ve yöntemlerin aydınlığı, güzelliği.

nur-u tecelli / nur-u tecellî

  • Tecellî nuru, yansıyan nur.

nüşus

  • Yüksek olmak, yücelmek.
  • Nefret etmek.

nüşuz

  • Yüksek olmak, yücelmek.
  • Kadının, erkeğinden kaçıp nefret etmesi.

nüzhet-efza / nüzhet-efzâ

  • Eğlenceli ve gönül açacak yer. (Farsça)

on iki imam / on iki imâm

  • Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Ehl-i beytinden (akrabâsından) olup, tasavvufun vilâyet yolunda en yüksek derecelere ulaşmış olan on iki büyük zât. Bunların hepsine birden Eimme-i İsnâ aşere de denir.

örs

  • Üzerinde demir gibi madenlerin dövüldüğü çelik yüzeyli, kalın ve bir tarafı sivri alet.

otuz üç farz

  • Her müslümanın öncelikle bilmesi ve yapması lâzım olan îmân ve ibâdet bilgileri.

padişah-ı zülcelal / padişah-ı zülcelâl

  • Sonsuz büyüklük, yücelik ve azamet sahibi Padişah, Allah.

perde

  • Kapı, pencere gibi yerlere asılan veya iki yeri birbirinden ayıran, görünmeğe mâni olan şey. (Farsça)
  • Mc: Irz, namus, iffet. (Farsça)
  • Bir müzik parçasını meydana getiren seslerden herbirinin kalınlık veya incelik derecesi. (Farsça)
  • Bir sahne eserinin büyük bölümlerinden her biri. (Farsça)
  • Ekran, (Farsça)

perişanhatır / perişanhâtır

  • Dalgın, düşünceli. (Farsça)

pervane

  • Fırıldak çark. (Farsça)
  • Geceleri ışığın etrafında dönen küçük kelebek. (Farsça)
  • Haberci, kılavuz. (Farsça)

pil

  • Topuk, ökçe. (Farsça)
  • Çelik çomak oyunu. (Farsça)
  • Çadır eteği tutturmada kullanılan küçük ağaç değnekler. (Farsça)

polat

  • Çelik, sert.
  • (Pulat da denir) Çelik.
  • Mc: Sağlam, sert.
  • Çelik; sağlam, sert.

pulad / pûlâd / پولاد

  • Çelik. (Farsça)
  • Çelik, polat. (Farsça)

puladbazu / puladbâzu

  • Çelik pazulu. Kuvvetli, yiğit. (Farsça)

pulat / پولاد

  • Çelik, polat. (Farsça)

rabb-i izzet

  • İzzet, şeref ve yücelik sahibi olan Allah.

rabb-i zülcelal / rabb-i zülcelâl

  • Sonsuz heybet ve yücelik sahibi olmakla beraber herşeyin Rabbi olan Allah.

rabb-i zülcelal-i ve'l-ikram / rabb-i zülcelâl-i ve'l-ikram

  • Sonsuz heybet ve yücelik sahibi olmakla birlikte çok ikramda bulunan ve herşeyin Rabbi olan Allah.

rabbü'l-alemin teala ve tekaddes hazretleri / rabbü'l-âlemîn teâlâ ve tekaddes hazretleri

  • Bütün âlemleri idare ve terbiye eden, yücelik sahibi olan ve her türlü kusur ve eksiklikten uzak olan Allah.

rafi-üd derecat

  • Dereceleri yükselten. Allah. (C.C.)

rag

  • Çimenlik, çayırlık, bahçelik, bağlık. (Farsça)
  • Dağ eteği. (Farsça)

rah-ı uruc / râh-ı urûc

  • Yücelere gitme, yükseklere uçma yolu.

rahim-i zat-ı zülcelal / rahîm-i zât-ı zülcelâl

  • Rahmeti herşeyi kuşatan sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Zât, Allah.

rahmanü'r-rahim / rahmânü'r-rahîm

  • Bütün varlıklara rahmet ve şefkat gösteren ve herbir varlığa özel rahmet tecellîsi olan Allah.

rahmet-i zülcelal / rahmet-i zülcelâl

  • Sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah'ın her şeyi kuşatan rahmeti.

ramişe

  • İyilik, gökçelik, hasene.

rapor

  • İnceleme sonucunu bildiren yazı.

rauf

  • Herbir canlıya hususî şefkat ve ihsanı çok olan ve onlar üzerinde iltifatının incelikleri görünen Zât, Allah.

ravz

  • Bahçeler. Ağaçlık ve çimenlik yerler.

ravza-i cinan / ravza-i cinân

  • Cennet bahçeleri.
  • Cennet bahçeleri. Cennetlere giden yol.

ravzat

  • (Tekili: Ravza) Bahçeler. Çimenlik ve ağaçlık yerler.

rayet-i ulviyet-i şeyh-i hakkani / râyet-i ulviyet-i şeyh-i hakkanî

  • Mânevî mertebelere ulaşma ve hakikatleri elde etme yolunda Şeyh Abdülkadir-i Geylânî'nin elinde tuttuğu yücelik sembolü olan sancak.

recla'

  • Katı, sağlam, sert.
  • Bir ayağı beyaz olan dişi koyun. (Müz: Ercel)

ref' / رفع

  • Kaldırma, yüceltme, yukarı kaldırma.
  • Lağvetme, hükümsüz bırakma.
  • Gr: Arapça bir kelimenin sonunu merfu' (ötreli) okumak.
  • Kaldırma. (Arapça)
  • Giderme. (Arapça)
  • Yüceltme. (Arapça)

regaib gecesi / regâib gecesi

  • Mübârek gecelerden. Receb ayının ilk Cumâ gecesi. Regâib, ragîbetin çoğuludur. Ragîbet; ihsân, ikrâm demektir.

rehafe

  • İncelik.

rehaset

  • Tazelik, yumuşaklık, incelik.
  • Ucuzluk.
  • Bir işi gevşek tutma.

reşakat

  • Bel inceliği.
  • Davranma ve kımıldanıştaki incelik ve hoşluk.

resul-i kibriya

  • Büyüklük ve yücelik sahibi olan peygamber.

revasir

  • (Tekili: Reysar) Reçeller.

revzat-ı inşirahiye / revzat-ı inşirâhiye

  • Ferahlık veren bostanlar, bahçeler.

rezzak-ı alim-i rahim / rezzâk-ı alîm-i rahîm

  • Sonsuz ilmiyle her şeyi hakkıyla bilen ve rızkını veren ve rahmetinin çok özel tecellîleri olan Allah.

rezzak-ı zülcelal / rezzâk-ı zülcelâl

  • Sonsuz haşmet, yücelik ve heybet sahibi olan ve bütün canlıların rızıklarını veren Allah.

riçal

  • Reçel. (Farsça)

riçar

  • Reçel. (Farsça)

rıka

  • Üzerine yazı yazılan deri veya kağıt parçaları.
  • Kısa mektublar.
  • Yamalar.
  • İstidalar. Müzekkereler. Dilekçeler.

rikkat / رقت / رِقَّتْ

  • Acıma, incelik, yufka yüreklilik. Yumuşaklık.
  • İncelik, yufkalık.
  • Acıma, yürek etkilenmesi.
  • Kalb inceliği ve yumuşaklığı.
  • Acıma, yumuşaklık, yufka yüreklilik, kalb inceliği.
  • İncelik, hassaslık. (Arapça)
  • Acıma. (Arapça)
  • İncelme, acıma.

risar

  • (Çoğulu: Ravâsır) Reçel.
  • Turşu.

riyaz / riyâz / ریاض

  • (Tekili: Ravza) Bahçeler. Ağaçlık, çimenlik yerler. Yeşil bahçeler.
  • Bahçeler. (Arapça)

riyaz-ı cennet

  • Cennet bahçeleri.

rusuh

  • İlim ve fende incelik ve derinliğe sahip olma.

rüsuh

  • Bir ilmin derinliğine, özüne ve inceliğine vakıf olma, sağlam ve geniş bilgi sahibi olma.

rütbe

  • Sıra, basamak.
  • Nicelik, derece.

rüteb

  • (Tekili: Rütbe) Rütbeler, dereceler.

rütebi / rütebî

  • Derecelere göre sıralama.

rüveyha

  • Zariflik, incelik.

sa'ran

  • Koyunun memesinin etrafında olan ve memeye benzeyen sivilceler.

sabsaba

  • Dövmek.
  • Ateş etmek.
  • Kahramanlık göstermek, bahadırlık etmek.
  • Çok inceltmek.

sabur / sabûr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi vakti gelince ve belli miktarı ile yaratan, bu hususta acele etmeyen, kendisine şirk (ortak) koşan ve başka günâhları işleyerek isyân edenleri cezâlandırmaya kâdir (gücü yetici) iken, cezâ vermekte acele etmeyen.

sahife-i efkar / sahife-i efkâr

  • Düşünceler sayfası; kamuoyu, insanlığın genel düşünce sayfası.

sahife-i vech

  • Yüz sayfası; Cenâb-ı Hakkın isimlerini tecellî edip yazıldığı insan yüzü.

salla

  • (Salli) Duâ olsun, şânı yücelsin meâlinde söylenir.

sallallahü teala aleyh / sallallâhü teâlâ aleyh

  • "Allah (C.C.) onun şanını yüceltsin; duasını, isteklerini kabul etsin; her isteğini versin" meâlinde Peygamberimiz (A.S.M.) hakkında söylenilen duadır.

sallallahu teala aleyhi ve ala alihi ve eshabihi ve ezvacihi / sallâllahu teâlâ aleyhi ve alâ âlihi ve eshâbihi ve ezvâcihi

  • Allah onun, ailesinin, Sahabelerinin ve eşlerinin üzerine salât etsin, şanını yüceltsin.

şan ve şeref

  • Büyüklük, yücelik.

sani-i rahim / sâni-i rahîm

  • Özel şefkat ve merhamet tecellîsi olan, herşeyi san'atla yaratan Allah.

sani-i zülcelal / sâni-i zülcelâl

  • Sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi san'atla yaratan Allah.

sarf nahiv

  • Dil bilgisi; dilin şekil ve cümle yapılarını inceleyen bölümleri.

şarkiyat

  • Şark dilleri veya ilimleri hakkında inceleme yapan ilim şubesi.

şathiyyat

  • Alaylı ve eğlenceli fıkra veya hikâyeler.

se'd

  • Zayıf yağan yağmur.
  • Yaz gecelerinde olan rutubet.
  • Boğaz ıslatan her cins nesne.

şeb-i arus / şeb-i arûs / شب عروس

  • Düğün gecesi.
  • Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin ölüm gecesi.

sebaik

  • (Tekili: Sebika) Eritilip kalıplara dökülmüş mâdenler. Külçeler.

şeban / şebân / شبان

  • (Tekili: şeb) Geceler. (Farsça)
  • Geceler. (Farsça)

şebane

  • Geceye ait. Gece ile alâkalı. Gece vakti olan. Gecelik. (Farsça)

şebangah / şebangâh / شبانگاه

  • Gece vakti, geceleyin. (Farsça)
  • Gecelenecek yer. (Farsça)
  • Geceleyin, gece vakti. (Farsça)

şebgir / şebgîr / شبگير

  • (Şeb-gir) Geceleyin uyumayan. (Farsça)
  • Sabah vakti. (Farsça)
  • Gece giden kervan. (Farsça)
  • Geceleri uyuyamayan, uykusuzluk çeken. (Farsça)
  • Sabah. (Farsça)

şebhan

  • Geceleyin öten bir cins bülbül. (Farsça)

şebhiz

  • (Çoğulu: Şebhizân) Geceleri uyanıp kalkarak iş gören. (Farsça)

sebic

  • Yatık veya sekik adı verilen, ağzı dar şarap testisi.
  • Gecelik.

sebiha

  • Gecelik. Geceleyin giyilen elbise.

sebükser

  • (Çoğulu: Sebükserân) Hafif düşünceli. (Farsça)
  • Sefih, aşağılık. (Farsça)

şebzindedar / şebzindedâr / شب زنده دار

  • (Şeb-zindedâr) Geceleri çalışan, gece vakti işle meşgul olan. (Farsça)
  • Gece bekçisi. (Farsça)
  • Geceleri uyumayıp ibadet eden. (Farsça)
  • Geceleri ibadet eden. (Farsça)

secencel

  • (Secencele) Ayna.

secla'

  • Karnı büyük kadın. (Müz: Escel)
  • Her büyük cisim.

sedd-i zerai'

  • Şer'an memnu olan bir şeye vesile teşkil eden mübah fiillerin de men edilmesi. "Def-i mefasid, celb-i menafiden evlâdır." Buna binaen insan, şer'an memnu olan herhangi bir şeye sâik olacak şeylerden sakınması icab eder, o şeyler hadd-i zâtında mennu olmasa da. Bu husus Mâlikî Mezhebinde delil kabul

sefahet / sefâhet

  • Yasak zevk ve eğlencelere düşkünlük, beyinsizce davranış, budalalık.

sefahet-i hayat

  • Hayattaki dinen yasaklanmış olan zevk ve eğlencelere düşkünlük.

sefahet-i mutlak

  • Yasak zevk ve eğlencelere düşkünlük.

sefahet-perest

  • Gayrı meşru zevk ve eğlencelere düşkün olan, ahlâksızca davranan.

sefahetçiler

  • Gayrı meşru zevk ve eğlencelere düşkün olanlar.

sefahetkarane / sefâhetkârâne

  • Akılsızca, haram eğlencelere dalarcasına.

sefalethane

  • Yasak zevk ve eğlencelerin ve çirkin işlerin yapıldığı yer.

sefaric

  • (Tekili: Sefercel) Ayvalar.

sefih / sefîh

  • Yasak zevk ve eğlencelere düşkün.

sefihane / sefîhâne

  • Yasak zevk ve eğlencelere düşkün bir şekilde; beyinsizce.
  • Dinen yasaklanmış zevk ve eğlencelere düşkün olarak.

seher

  • Geceleri uyumayıp uyanık durma hastalığı.

şehid / şehîd

  • Allah yolunda harb ederken, Allahü teâlânın ism-i şerîfini yüceltmeye (İslâmı yaymaya) çalışırken veya düşman saldırdığında vatan, din ve milletini, ırz ve nâmûsunu müdâfâ ederken ölen müslüman.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Bütün mahlûkâtın (yaratılmışları

sehran

  • Geceleri uyanık duran.

şeka'

  • Maraz, hastalık.
  • Hiddet, kızgınlık, gadap.
  • İncelemek.

seki

  • Direğin altında konulan taş ayak, kürsü taşı, kapıların yanlarında ve bahçelerde havuzların etrafında yapılan sed ve peyke, odaların zeminden yüksekçe olarak bir kısmına yapılan döşeme yerlerinde kullanılır bir tabirdir.
  • Atın ayağındaki beyaz nişana da bu ad verilir.

şekur / şekûr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kendisi için yapılan az tâate yüksek dereceler ihsân eden, sayılı günlerde yapılan ibâdete, sayısız mükâfât veren.
  • Çok şükreden, kendisine ihsân edilen nîmetlerin kıymetini bilip, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyetle O'

şema'ma'

  • Küçük başlı.
  • Aceleci kişi.

sema-i kur'an / semâ-i kur'ân

  • Kur'an'ın semâsı, yüceliği.

semavat-ı hakaik / semâvât-ı hakaik

  • Hakikatlerin semâsı, yüceliği.

semavat-ı kur'aniye / semâvât-ı kur'âniye

  • Kur'ân'ın yüce makam ve dereceleri.

semer

  • Geceleyin kıssa söylemek, hikâye anlatmak.

semerat / semerât

  • Meyveler, neticeler.

semsam

  • (Çoğulu: Semâsim) Hafif edepsiz kişi.
  • Aceleci kimse.

ser'an

  • Evmek, acele etmek.

serbülendi / serbülendî

  • Başı yükseklik. Yücelik. (Farsça)

şeref

  • Yükseklik, yücelik. Büyüklük.
  • İnsanlar arasında geçerli ve makbul olma. Büyük bir makam sâhibi olma.
  • Cenab-ı Hakka itâat ve ubudiyyeti ve yüksek hizmeti ile çok ihsanına mazhar olma.
  • İftihâr, övünme.
  • Yükseklik, yücelik, büyüklük.
  • Yücelik, büyüklük, değer.

şeref-i islamiye / şeref-i islâmiye

  • İslâm'ın şerefi, yüceliği.

serian

  • Çabuk, tez elden, acele.

şesasa

  • şiddet.
  • Yaramazlık.
  • Sığır üstüne yük vurmak.
  • Kuru ve sert yer.
  • Acele.

şevk ve cezbe

  • İlâhî hakikat ve tecellîler karşısında duyulan sevinç ve coşku.

seyyaf

  • (Seyf. den) Kılıçlı.
  • Kılıç yapan, kılıççı.
  • Cellât.

sibak

  • (Sebk. den) Bir şeyin öncelik hali. Birisinden ileri geçmek. Bir şeyin geçmişi.
  • Bağ, bağlantı.

sıfat-ı ayniye

  • Sadece zâta mahsus olan sıfat. Zatî sıfat. Lafza-i Celalin sadece Cenab-ı Vâcib-ül Vücud olan Rabbimize mahsus olması gibi.

silsile-i ilmiye

  • İlim öğrenme dereceleri, basamakları.

sira'

  • Hızla gitmek, acele etmek.

sırr-ı dekaik

  • İnceliklerin sırrı; Kur'ân ve imanın ince hakikatlerinin sırrı.

şitab / şitâb

  • (Şitâften: Koşmak fiilinin kökü) Seğirtmek, koşmak. Çabukluk, acele etmek. (Farsça)
  • Acele etme.

sofiye meşrebi

  • Tarikat yoluyla mânevî derecelere yükselme gayretinde olan tasavvuf ehlinin takip ettikleri yol, tarz.

solcu

  • solculuğu benimseyen, ilerici düşünceler taşıyan, toplumcu, ilerici (kimse, görüş).

subuhat

  • (Tekili: Subha) Secdeler ve cemal-i İlâhî nurları ve celal ve azamet-i İlâhiye.

suhre

  • Maskara, gülünç, eğlenceli.
  • Zoraki iş gören, ücretsiz zoraki çalışan kimse ve hayvan.

şühud-i suri / şühûd-i sûrî

  • (Bak. ŞÜHÛD-İ TECELLÎ)

şühud-i tecelli / şühûd-i tecellî

  • Tasavvuf yolunda ilerleyen kimsenin tecellinin sûretlerini müşâhedesi.

şükuh

  • Azamet, ululuk, celal. (Farsça)

sülfe

  • Kişinin aceleyle hazırladığı yemek.

sultan-ı zülcelal / sultan-ı zülcelâl

  • Sonsuz yücelik ve haşmet sahibi, herşeyin sultanı olan Allah.

sultan-ül-ulema / sultân-ül-ulemâ

  • İzzeddîn bin Abdüsselâm ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin babası gibi birçok İslâm âlimine, derin ve geniş ilimleri ve İslâm'a hizmetleri sebebiyle verilen lakab (isim).

sümu

  • Yücelik, yükseklik.

sümüvv

  • Yücelik. Yükseklik.

sunuf

  • (Tekili: Sınıf) Sınıflar.
  • Dereceler, mertebeler.
  • Nikablar, yaşmaklar.
  • Soylar, neviler.

sür'a

  • Evmek, acele etmek.

şura-yı devlet

  • İdare dâvâlarını veya nizamname (tüzük) hazırlıklarını inceleyip fikrini bildiren resmi daire. Danıştay.

şuun

  • Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecellîye sevk eden Zâtına ait kutsal özellikler.

şuun-u mukaddese / şuûn-u mukaddese

  • Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler.

şuun-u münezzehe / şuûn-u münezzehe

  • Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecellîye sevk eden Zâtına ait münezzeh özellikler.

şuun-u zatiye-i rabbaniye / şuûn-u zâtiye-i rabbâniye

  • Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler.

şuunat / şuûnât

  • İşler, faaliyetler; Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecellîye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler.
  • İşler, faaliyetler
  • Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecellîye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler.

şuunat-ı kudsiye / şuûnât-ı kudsiye

  • Allah'ın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden özellikleri.

şuunat-ı rabbaniye / şuûnât-ı rabbâniye

  • Bütün varlıkların Rabbi olan Allah'ın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecellîye sevk eden Zât'a ait nitelikler.

şuunat-ı sübhaniye / şuûnât-ı sübhâniye

  • Her türlü kusur ve noksandan uzak olan Allah'ın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevkeden Zâtına ait kutsal özellikler.

şuunat-ı zatiye / şuûnât-ı zâtiye

  • Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecellîye sevk eden Zâtına ait kutsal özellikler.

şuur

  • Anlayış, idrak. Vicdan. Hiss-i zâhirle duymak.
  • Nefsin mânâya ilk vusul mertebeleridir.
  • Kendi varlığından haberi olma.
  • Bir şeyi hoşça tanıma.
  • İnceliklerini iyice idrak etme.
  • (Tekili: Şa'r) Kıllar.

süveyda

  • Kalbin siyah noktası; kalpteki basiret ve idrak merkezi, İlâhî aşkın tecelli ettiği yer.

süveyda hücresi

  • Kalbin ortasında bulunduğuna inanılan küçük siyah nokta; İlâhi aşkın tecelli ettiği yer.

süyuti / süyutî

  • (Bak: Celaleddin-i Süyutî)

ta'cil / ta'cîl / تعجيل

  • Acele ettirme, hızlandırma.
  • Acele ettirme. (Arapça)

ta'cilat / ta'cilât

  • (Tekili: Ta'cil) Çabuklaştırmalar. Acele ettirmeler. Hızlandırmalar.

ta'dil-i erkan / ta'dîl-i erkân

  • Namazda rükûda, secdelerde, kavmede (rükûdan kalktıktan sonra ayakta durmada) ve celsede (iki secde arasında oturmada) her âzâ hareketsiz olduktan sonra bir miktar durmak.

ta'mik / ta'mîk / تعميق

  • Derinleştirme. (Arapça)
  • Derinlemesine inceleme. (Arapça)

ta'mikat

  • (Tekili: Ta'mik) Derinleştirmeler. İncelemeler, tedkik etmeler, araştırmalar.

ta'zim / تعظيم / ta'zîm

  • Yüceltme.
  • Saygı gösterme. (Arapça)
  • Ululama, yüceltme. (Arapça)
  • Ta'zîm etmek: (Arapça)
  • Saygı göstermek. (Arapça)
  • Ululamak. (Arapça)

ta'zimen / ta'zîmen / تعظيما

  • Saygı göstererek. (Arapça)
  • Ululayarak, yücelterek. (Arapça)

ta'zir-i eşraf

  • Ümera, yüksek tüccar, köy a'yanı gibi şerefli kimseler hakkındaki ta'zirdi ki, ya bilvasıta ilâm suretiyle veya mahkemeye celbedilerek bilmuvacehe ihtar suretiyle yapılır.

ta'zir-i evsat

  • İçtimai mevkileri orta hâlde bulunan kimseler hakkındaki ta'zirdir ki, hem mahkemeye bilcelb ilâm suretiyle, hem de hapis suretiyle yapılabilir.

taaccül

  • Acelecilik. Acele etmek.

taaccülat

  • (Tekili: Taaccül) Acele etmeler. Acelecilikler.

tabakat / tabakât

  • Tabakalar. Katlar. Gruplar. Dereceler.
  • Tabakalar, dereceler.

tabakat-ı evliya / tabakat-ı evliyâ

  • Velilerin tabakaları, dereceleri.

tabakat-ı insaniye

  • İnsanların sosyal sınıfları, dereceleri.

tabakat-ı meşhure-i sahabe

  • Meşhur sahabilerin kendi aralarındaki farklı dereceleri.

tabakat-ı müfessirin / tabakât-ı müfessirîn

  • Kur'ân-ı kerîmdeki murâd-ı ilâhîyi, yâni kastedilen mânâyı açıklayan tefsîr ilmi ile meşgûl olan İslâm âlimlerinin dereceleri.
  • Tefsîr âlimlerini derecelerine göre sıralayıp, hayatlarını ve eserlerini anlatan kitaplar.

tabakat-ı muhaddisin / tabakât-ı muhaddisîn

  • Resûlullah efendimizin işleri, sözleri ve hâllerini öğreten hadîs ilmi ile uğraşan İslâm âlimlerinin dereceleri.
  • Hadîs âlimlerini derecelerine göre sıralayıp, hayatlarını ve eserlerini anlatan kitaplar.

tabakat-ı sahabe

  • Sahabilerin dereceleri.

tabakat-ül-fukaha / tabakât-ül-fukahâ

  • Fıkıh âlimlerinin tabakası. Helâl ve haramı, emir ve yasakları bildiren fıkıh ilmi ile uğraşan âlimlerin dereceleri.
  • Fıkıh âlimlerini derecelerine göre tertîb edip (sıralayıp), hayatlarını ve eserlerini anlatan kitablar.

tabi'iyyeciler / tabî'iyyeciler

  • Canlılarda ve cansızlardaki, akıllara hayret veren intizâmı (düzeni) ve incelikleri görerek, bir yaratanın varlığını söylemekle berâber; öldükten sonra tekrar dirilmeği, âhireti, Cennet'i ve Cehennem'i inkâr edenler (red edip, kabûl etmeyen, inanmaya nlar).

tacil / tâcil

  • Çabuklaştırma, acele ettirme.
  • Acele ettirme, çabuklaştırma.

tafa'fu'

  • Evmek, acele etmek.

taharri

  • (Hary. dan) Aramak. Araştırmak. İncelemek. Araştırılmak.

taharri ettirmek / taharrî ettirmek

  • Araştırtmak, inceletmek.

taharriyat / taharriyât

  • Araştırmalar, incelemeler.

tahavvür

  • Tezlik, acelecilik.

tahdir

  • Acele ettirmek.
  • Nüzul ettirmek, indirmek.

tahkik

  • Doğru olup olmadığını araştırmak veya doğruluğunu, yanlışlığını meydana çıkarmak. İncelemek. İçyüzünü araştırmak.
  • Bir şeyi eksiksiz ve ziyâdesiz yapmakta mübâlağa etmektir. Bir şeyin hakikatına ermek, künhüne vâkıf olmak, nihayetine erişmek demektir. Kur'an kıraat ıstılahında ise: He

tahkikan

  • İnceleyerek. Araştırma suretiyle. Hakikatını öğrenerek.

tahkikat

  • Araştırmalar. Hakikati ve doğruyu inceleyip öğrenmek için yapılan taharriyat.

tahlil / تحليل

  • Bir şeyi incelemek üzere parçalarına ayırma.
  • Analiz.
  • İnceleme.

tahric / tahrîc

  • Çıkarma, meydana koyma; hadîs-i şerîflerin kaynağını, nasıl geldiklerini, kimlerin naklettiklerini, sahih ve zayıflık gibi derecelerini bulup gösterme, bildirme işi.

takaddüm / تقدم

  • Öncelik, öne geçme.
  • Öncelik. (Arapça)
  • Öne geçme. (Arapça)
  • Takaddüm etmek: Öne geçmek. (Arapça)

takdih

  • Beğenmeme, zemmetme.
  • Atın belini inceltmek.

takdir / takdîr

  • Ölçme, değer biçme, değer verme, tâyin etme. Allahü teâlânın, olacak hâdiseleri ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilmi) ile bilip tâyin etmesi.

talar

  • Dört direk üzerine yapılan ve geceleri yatılan yer. (Farsça)
  • Salon, büyük oda. (Farsça)

tamik

  • Derinleştirme, iyice inceleme.

tarik-i ulviyet

  • Yücelik yolu.

tarikat / tarîkat

  • Tasavvufa dayalı, mânevî derecelere ulaşmayı esas alan yol ve yöntemler.

tasaddur

  • (Sadr. dan) En başta oturma. Başa geçme.
  • Öğretmek.
  • Yücelik talep etmek, yükseklik ve ululuk istemek.

tasavvurat / tasavvurât

  • Düşünceler, tasavvurlar.

tasavvurat-ı insaniye / tasavvurât-ı insaniye

  • İnsanın düşünceleri, hayalleri.

tavtin

  • (Vatan. dan) Bir yerde yerleştirme. Yurtlandırma.
  • Birşeye bağlanıp onu neticelendirme. Makam tutunmak.
  • Gönlünü bağlamak.

tayyaş

  • Aceleci hafif kimse.
  • Hilebaz kimse.

tazarruf

  • Zarafet.
  • Zariflik taslama. İncelik göstermek. Külfetle zarif olmak.
  • Zerafet, kibarlık, incelik gösterme.

te'cil

  • Başka zamana bırakma.
  • Acele etmeme. (Zıddı: Ta'cil)

teali / teâlî

  • Yükselme. Yüceltme. Çok yüce olma.
  • Yükselme, yücelme.
  • Yücelme.

teali etme / teâlî etme

  • Yükselme, yücelme.

teali-i ahlak / teâli-i ahlâk

  • Ahlâk yüceliği, yüksek ahlâk.

tearuz / teâruz / تعارض

  • Karşılıklı zıtlık, çelişme. (Arapça)
  • Teâruz etmek: Çelişmek. (Arapça)

tearuzan / teâruzan

  • Birbirine zıt, her biri diğeriyle çelişiyor olarak.

teassüs

  • Kokmak.
  • Geceleyin ava gitmek.

tebayün-i efkar / tebayün-i efkâr

  • Fikirlerin aykırılığı. Düşüncelerin farklı olması.

tebcil / tebcîl / تَبْج۪يلْ

  • Ağırlamak. Yüceltmek. Birisine ta'zim etmek. Hürmetle hareket etmek.
  • Ağırlama, yüceltme.
  • Yüceltme, saygı gösterme.
  • Büyükleme, yüceltme.

tebcilkarlık / tebcilkârlık

  • Yüceltme, ululama. (Arapça - Farsça - Türkçe)

teberku'

  • Yüzünü örtme, peçeleme. Yaşmaklanma.

tebeyyüt

  • Geceleyin yağma etme.
  • Bir işi gece yapmak.

tebkir

  • Acele etmek.

tecella / tecellâ

  • (Bak: TECELLİ)

tecelli / tecellî / تجلى

  • Görünme, ortaya çıkma. (Arapça)
  • Kader. (Arapça)
  • Tecellî etmek: Görünmek. (Arapça)

tecelli-i amme / tecellî-i âmme

  • Umumî tecellî; Cenâb-ı Hakkın bütün mahlukatı kuşatan isimlerine ait büyük tecelliler, yansımalar.

tecelli-i azam / tecellî-i âzam

  • En büyük tecelli, görünüm.

tecelli-i azamet-i kudret / tecellî-i azamet-i kudret

  • Allah'ın kudretinin büyüklüğünün tecellîsi, yansıması.

tecelli-i ef'al / tecellî-i ef'âl

  • Sâlikin, yâni tasavvuf yolcusunun, kulların fiillerini Allahü teâlânın fiilinin zılleri (görüntüleri) olarak görmesi ve bu fiillerin varlığının O'nun fiili ile olduğunu bilmesi. Âlem-i Emrin ilk adımında olan tecellîler.

tecelli-i ekber / tecellî-i ekber

  • En büyük tecelli, yansıma.

tecelli-i esma ve sıfat / tecellî-i esmâ ve sıfât

  • Allah'ın isim ve sıfatlarının tecellîsi, yansıması.

tecelli-i etemm / tecellî-i etemm

  • Noksansız tecelli, eksiksiz yansıma.

tecelli-i hakimiyet / tecellî-i hâkimiyet

  • Hakimiyetin tecellisi, yansıması.

tecelli-i hassa / tecellî-i hâssa

  • Hususî tecellî, Cenâb-ı Hakkın seçkin kullarına veya dilediği mahlukuna karşı hususî yardımının görünmesi.

tecelli-i icad / tecellî-i icad

  • Yaratma, var etme tecellîsi.

tecelli-i iktidar / tecellî-i iktidar

  • Allah'ın kudretinin tecellîsi, yansıması.

tecelli-i kader / tecellî-i kader

  • Kaderin tecelli etmesi, görünmesi.

tecelli-i kübra-yı adl ve hikmet / tecellî-i kübrâ-yı adl ve hikmet

  • Adaletin ve hikmetin büyük tecellîsi, yansıması.

tecelli-i kudret / tecellî-i kudret

  • Allah'ın sonsuz kudretinin tecellîsi, yansıması.

tecelli-i kudret ve irade / tecellî-i kudret ve irade

  • Allah'ın irade ve kudretinin tecellîsi, yansıması.

tecelli-i merhamet / tecellî-i merhamet

  • Merhametin tecellîsi, yansıması.

tecelli-i sıfat / tecellî-i sıfat

  • Allahü teâlânın sıfatlarının tecellîsi.

tecelli-i sıfat ve ef'al / tecellî-i sıfât ve ef'âl

  • Allah'ın sıfat ve fiillerinin tecellisi, görünmesi.

tecelli-i suri / tecellî-i sûrî

  • Zât-ı ilâhînin veya isimlerinin kendilerinin değil, sûretlerinin, görüntülerinin tecellîsi.

tecelli-i timsal

  • Suretlerin tecellisi.

tecelli-i vahdet / tecellî-i vahdet

  • Allah'ın birliğinin tecellîsi, yansıması.

tecelli-i vasi / tecellî-i vâsi

  • Geniş tecellî, yansıma.

tecelli-i zat / tecellî-i zât

  • Allah'ın zâtının tecelli etmesi ve görünmesi.
  • İsim ve sıfatlar araya girmeden sâdece zât-ı ilâhînin tecellî etmesi.

tecelli-yi kübra / tecellî-yi kübra

  • Büyük yansıma, muazzam tecellî.

tecelligah / tecelligâh

  • Tecelli yeri. İlâhi kudretin, İlâhi sırrın meydana çıktığı, göründüğü yer. (Farsça)

tecelliyat / tecellîyat

  • (Tekili: Tecelli) Tecelliler.
  • Tecellîler; yansımalar.

tecelliyat-ı cemaliye ve celaliye / tecelliyât-ı cemâliye ve celâliye

  • Allah'ın güzellik ve yücelik sıfatlarının yansımaları.

tecelliyat-ı cemaliye ve celaliye ve kemaliye / tecelliyât-ı cemâliye ve celâliye ve kemâliye

  • Allah'ın güzellik ve yücelik ve mükemmellikle ilgili sıfatlarının yansımaları.

tecelliyat-ı esma / tecelliyât-ı esmâ

  • Allah'ın isimlerinin tecellileri, yansımaları.

tecelliyat-ı esma-i ilahiye / tecelliyât-ı esmâ-i ilâhiye

  • Allah'ın isimlerinin tecellileri, yansımaları.

tecelliyat-ı ilahiye / tecelliyât-ı ilâhiye

  • İlâhi tecelliler, İlâhî isimlerin varlıklarda eserini göstermesi.

tecelliyat-ı kahriye / tecelliyât-ı kahriye

  • Kahredici tecellîler, yansımalar.

tecelliyat-ı kemal / tecelliyât-ı kemâl

  • Mükemmelliklerin tecellîleri, yansımaları.

tecelliyat-ı kübra / tecelliyât-ı kübrâ

  • En büyük tecelliler, yansımalar.

tecelliyat-ı nuriye / tecellîyât-ı nuriye

  • Nurlu tecellîler; parlak yansımalar.

tecelliyat-ı rububiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiye edişinin tecellileri, yansımaları.

tecelliyat-ı seyyal / tecelliyât-ı seyyâl / تَجَلِّيَاتِ سَيَّالْ

  • Akıp giden tecelliler.

tecellüd

  • Tekellüfle celâdet göstermek. Kendini şecaatli ve cesâretli göstermeğe çalışmak.
  • Serkeşâne inad etmek.

teclid

  • Ciltleme.
  • (Celd. den) Hayvanın derisini yüzme.

tecrübe-i umumi / tecrübe-i umumî

  • Genele ait tecrübe, umumî deneyler ve incelemeler.

tederrüc

  • Derece derece ilerleme, derecelenme.

tedkik / tedkîk / تدقيق

  • İnceleme.
  • İnceleme, tetkik. (Arapça)
  • Tedkîk edilmek: İncelenmek. (Arapça)
  • Tedkîk etmek: İncelemek. (Arapça)
  • Tedkîk olunmak: İncelenmek. (Arapça)

tedkikat / tedkîkât / تدقيقات

  • Tedkikler, incelemeler.
  • (Tekili: Tedkik) Tedkikler. Araştırmalar. İncelemeler.
  • İncelemeler, tetkikler. (Arapça)

teemmel

  • Düşün, dikkat et, incele (mânasına emirdir).

teenni / teennî / تَأَنّ۪ي

  • İhtiyatlı ve akıllıca davranma. Bir işte acele etmeyip bir düşünce dairesinde hareket etme. (Teude de denir)
  • Acele etmeden düşünerek iş görme, dikkatli davranma.
  • İlerisini düşünerek acele etmeden yavaş ve ihtiyatlı hareket etme.
  • Acele etmeme.

tefekkürat / tefekkürât / تفكرات

  • Düşünmeler, düşünceler. (Arapça)

tefekkürat-ı imaniye

  • İmanî tefekkürler, düşünceler.

teferruat / teferruât

  • Bir şeyin bütün incelikleri, ayrıntıları.

tefhim / tefhîm / تفخيم

  • Yüceltme, ululama. (Arapça)

teftiş eden

  • İnceleyen, araştıran.

tehalüf-ü ukul

  • Düşüncelerin farklı oluşu.

tehciye

  • Heceleme.

tehecci / teheccî / تهجى

  • (Hecâ. dan) Heceleme.
  • Heceleme. (Arapça)
  • Teheccî etmek: Hecelemek. (Arapça)

teheccüm

  • Hücum etme. Saldırma.
  • Acele gitme.

teheyyüf

  • İnceltmek.

tekbir / tekbîr

  • Allahü teâlâyı yüceltmek, noksan sıfatlardan, şirkten (ortağı bulunmaktan), yarattıklarına benzemekten tenzîh etmek, uzak tutmak.
  • "Allahü teâlâ büyüktür. Kullarının ibâdetlerine muhtâç değildir. İbâdetlerin O'na faydası yoktur" mânâsına "Allahü ekber" sözü.
  • Ramazan ve Kurban

tekemmüş

  • Acele etme.

telakkiyat / telâkkiyat

  • Düşünceler, anlayışlar.

telkin-i dini / telkin-i dinî

  • Dine ait düşünceleri zihinlere aşılama.

temcid

  • Yüceltme.

temehhül

  • Takdim etmek. Hayırda takaddüm etmek. İşinde acele etmemek. Teenni.

temyiz evrak ve layihaları / temyiz evrak ve lâyihaları

  • Temyiz evrak ve dilekçeleri.

temyiz layihası / temyiz lâyihası

  • Hakkında bir mahkeme tarafından hüküm verilen bir davanın, bir üst mahkemede tekrar görülmesi, incelenmesi için yazılan dilekçe.

temyiz mahkemesi

  • Yargıtay; alt mahkeme kararlarının doğru verilip verilmediğini incelemekle görevli üst makam.

tenakuz / tenâkuz / تناقض

  • Çelişki, tutarsızlık, birbirini iptal edip bozma.
  • Çelişki.
  • Sözün birbirini tutmaması. Çelişki.
  • Çelişki. (Arapça)

tenatüc / tenâtüc

  • Neticelenme. Birbirini netice vermek.
  • Neticelendirme.
  • Neticelenme.

tenciz

  • Sona erdirme. Sonuçlandırma, neticelendirme.
  • Sözünü yerine getirme.

tenekkub

  • Nikab örtmek. Nikablanmak, peçelenmek.

tenevvüş

  • Evmek, acele etmek, sür'at.

tenezzi

  • Evmek, sür'at, acele etmek.

tenkis

  • Evmek, acele etmek, sür'at.

terakkud

  • Acele etmek.

teravih

  • Ramazan gecelerinde kılınan ve sünnet olan yirmi rek'atlık namaz.

tereffu'

  • Kendini yüce tutma, yücelme.

teressül

  • Acelesiz olmak, yavaş yavaş yapmak.
  • Harflerin mâhreclerine ve medlerine riâyet etme.

terettüb

  • Sıralanmak.
  • Gerekmek. Lâzım gelmek. Netice olarak çıkmak.
  • Bir yerde aslâ kımıldamak, bir vecih üzere sâbit ve pâyidar olup durmak.
  • Zuhura gelmek.
  • Muayen sebeblerin, muayyen ve mukannen olan neticeler vermesi.

terettüp etme

  • Sonuç olarak ortaya çıkma, neticelenme.

terk-i sefahet

  • Gayrı meşru zevk ve eğlenceleri bırakma.

terkik

  • İnce ve nazikâne sesle anlatma, mânası kinaye yollu olma.
  • Tecvidde: Harfi ince okumak.
  • Bir kimseyi köle veya cariye etme.
  • Yumuşatma.
  • İnceltme.
  • İnceltme .

tertil

  • Muvafık ve yerli yerinde, güzel, uygun ve lâtif konuşmak.
  • Düşüne düşüne, yavaş yavaş, anlayarak okumak. Beyan eylemek ve âşikâr kılmak.
  • Kur'an-ı Kerim'i usul ve kaidesine göre, acele etmeksizin dura dura anlaya anlaya okumaktır. Kur'an-ı Kerim tertil üzere nâzil olmuştur.

tervie

  • Evmeyip tefekkür etmek. Acele etmeyip düşünmek.

tesbihat-ı nebeviye / tesbihât-ı nebeviye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) Cenâb-ı Hakkı yüceltmek için kullandığı ifadeler, tesbihler.

tesri'

  • Hızlandırma, acele etme.
  • Hızlandırma. Sür'atlendirme. Acele ettirme.

teşrih

  • Bir kitap veya ibareyi anlaşılır şekilde açıklamak, tafsilât vermek. İnceden inceye didikleyip araştırmak.
  • Tıb: Bir cesedi kesip parçalara ayırarak incelemek.

teşrih-i beden-i insani fenni / teşrih-i beden-i insanî fenni

  • İnsan bedenini tüm yönleriyle ele alan, inceleyen bilim; anatomi.

tesvir

  • Büyük derecelere çıkma, büyük işlere yükselme.
  • Koluna bilezik yapma.

tesviye-i umur / tesviye-i umûr

  • İşlerin görülüp neticelendirilmesi.

tetebbu / tetebbû

  • Araştırıp incelemek, derinliğine inceleyip tanımak.
  • Araştırma, inceleme.

tetebbu' / تتبع

  • Araştırıp tetkik etme. Derinliğine inceleyip tanıma, öğrenme. Öğrenmek için okuma.
  • Derinlemesine araştırma, inceleme. (Arapça)
  • Tetebbu' etmek: İncelemek. (Arapça)

tetebbuat / tetebbuât

  • Araştırıp incelemeler.
  • Araştırıp incelemeler. Arayıp öğrenmeler.
  • Araştırıp incelemeler.

tetebu'at / tetebu'ât / تتبعات

  • İncelemeler. (Arapça)

tetkik

  • İnceleme, araştırma.

tetkik eden

  • İnceleyen, araştıran.

tetkik edilen

  • İncelenen, araştırılan.

tetkik etme

  • Derinlemesine inceleme.

tetkik olunmak

  • İncelenmek.

tetkik-i ilmi / tetkik-i ilmî

  • İlmî inceleme, araştırma.

tetkik-i kütüb-ü diniye heyeti

  • Dinî kitapları inceleme kurulu.

tetkik-i mesahif / tetkik-i mesâhif

  • Mushafların incelenmesi.

tetkikat

  • İncelemeler.

tetkikat-ı amika / tetkikat-ı amîka

  • Etraflı, derin araştırmalar, incelemeler.

tetkikat-ı felsefe

  • Felsefenin inceleme ve araştırmaları.

tetkikat-ı fenniye

  • Bilimsel araştırma ve incelemeler.

tetkikat-ı ilmiye

  • İlmî bakımdan incelemeler, araştırmalar.

tetkiki / tetkikî

  • İnceleyerek, araştırarak.

tetkiksiz

  • İncelemeksizin.

tevahhi

  • Daha çabuk, acele, sür'atli.

tevekkül

  • İşi başkasına ısmarlamak.
  • Sebeblere tevessül ettikten sonra neticesini Allah'a bırakmak. Allah'tan gelene razı olmak. Kendine ait vazifeyi yaptıktan sonra neticelerini Allah'dan istemek. Kadere razı olmak. Hakka güvenmek.
  • Yeis ve kederden uzak olmak.
  • Âcizlik göstermek

tevezzüf

  • Sallanmak.
  • Evmek, acele etmek.

tevfiz

  • Evdirmek, acele ettirmek.

tevhid-i azam / tevhid-i âzam

  • Allah'ın birliğinin en büyük şekilde tecelli etmesi.

tevhid-i celal / tevhid-i celâl

  • Kâinatta var olan heybet, haşmet, görkem gibi her türlü celâlî hâlin bir olan Allah'a ait olduğunu kabul etme ve heybet ve haşmet hususunda hiçbirşeyi Ona ortak koşmama.

tevhid-i efkar / tevhid-i efkâr

  • Düşüncelerin bir noktada toplanması, düşünce birliği.

tevhiye

  • Acele etmek.

tevrat

  • Hz. Musâ Aleyhisselâm'a nâzil olan kitab-ı mukaddesin nâm-ı celili. (Hakiki Tevrat, Kur'an-ı Kerim ile barışıktır. Şimdiki ise, çok yerleri değiştirilmiş, tahrif edilmiştir. Bu kitabın aslından az bir şey kalmıştır. Aklı başında ve İslâmiyeti, Kur'an-ı Kerim'i tetkik eden Yahudiler de hidayeti seçmi

tezad / tezâd / تضاد

  • Zıtlık, çelişki. (Arapça)

tezadi / tezâdî

  • Çelişkili, zıt.

tezyid-i derecat / tezyîd-i derecât

  • Derecelerin artması.

tivele

  • Bir kadına kocası buğzedip (gizli düşmanlık edip) kendisinden soğuduktan sonra, kadının, kocasının sevgisini tekrar celbetmek (çekmek) için mutlak te'sir edeceğine inanarak sihir yapması.

tiz-reftar / tiz-reftâr

  • (Tiz-rev) Çabuk yürüyüşlü, acele ile giden. (Farsça)

tüede

  • Teenni etmek, acele etmeyip akıllıca davranmak.
  • Mühlet vermek.

tuhaf

  • (Tekili: Tuhfe) Hediyeler.
  • Münâsebetsiz hâl.
  • Eğlenceli, gülünç.
  • Garip iş veya şey.
  • Hoşa giden ve az bulunur şeyler.

tumaninet / tumânînet

  • Namaz kılarken rükû' ve secdelerde ve kavmede (rükû'dan kalktıktan sonra ayakta durmakta) ve celsede (iki secde arasında oturmada) bütün âzânın (uzuvların) hareketsiz kalması. Sübhânallah diyecek kadar bir miktar durması ise, ta'dîl-i erkândır.

turuk

  • Geceleyin eve gelmek.

uçbeyi

  • Hudutlardaki sancakbeyleri hakkında kullanılan bir tâbir idi. Orta çağlarda Türk Devletinin uçbeyleri yarı müstakil idiler. Bağlı bulundukları devletler zayıfladıkça istiklâl dereceleri artar, neticede müstakil devlet olarak ortaya çıkanlar olurdu. Akkoyunlular, Karakoyunlular ve nihayet Osmanlılar

ucle

  • Acele ile ve çabuk yapılan iş.

ufk-u tecelliyat

  • Tecellilerin, yansımaların ufku.

ukubat

  • (Tekili: Ukubet) Cezalar. İşkenceler, eziyetler.
  • Kısas ve şahsî cezalar.

ulema-i muhakkik / ulemâ-i muhakkik

  • Meseleleri çok ince ayrıntılarına kadar inceleyerek hüküm veren âlimler.

ülfet

  • Bir topluluğun din ve dünyâ düşüncelerinde inançlarında birbirlerine uygun olmaları. Dostluk, yakınlık kurmak, kaynaşmak.

uluhiyet-i sariye ve hayat-ı sariye / uluhiyet-i sâriye ve hayat-ı sâriye

  • Vahdet-ül vücud ehlince kullanılan tasavvufî tabirler olup; İlâhî sıfatların ve hayatiyetin eşyaya sirayet etmesi, yani tecelli etmesi mânasında olan bu tabirlerden, ehil olmayanlar; Allah'ın tecessümünü veya eşyaya hulûl'ünü veya eşya ile ittihad ve ittisal'ini zu'metmek gibi bâtıl vehimlere düştül

ulum-i akliyye / ulûm-i akliyye

  • Tecribî (deneye bağlı) ilimler. His organları ile duyularak, akıl ile incelenerek tecrübe ve hesab edilerek elde edilen ilimler.

ulüvv / علو

  • Büyüklük, yücelik.
  • Yücelik. (Arapça)

ulüvv-ü nazm

  • Nazmının yüceliği.

ulüvv-ü şan

  • Şanın yüceliği.

ulüvvücenab / ulüvvücenâb

  • Büyüklük ve yücelik.

ulviyet / ulvîyet / عُلْوِيَتْ

  • Yücelik, yükseklik.
  • Ulvilik, yücelik, yükseklik, ululuk.
  • Yücelik.
  • Yücelik.

ulviyet-i hitab

  • Hitabın yüceliği.

ulviyet-i i'caz / ulviyet-i i'câz

  • Mu'cizeliğin yüceliği.

ulviyet-i ifade

  • İfadedeki yücelik.

ulviyet-i mahiyet / ulviyet-i mâhiyet / عُلْوِيَتِ مَاهِيَتْ

  • Mahiyetin yüceliği.
  • Birşeyin özünün yüceliği.

ulviyet-i üslup / ulviyet-i üslûp

  • Üsluptaki güzellik, yücelik.

ulviyyet

  • Yücelik.

ümm-ül-mü'minin / ümm-ül-mü'minîn

  • "Mü'minlerin anası" mânâsına Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek zevcelerinden her birine verilen lakab (isim).

ümmehat-ül mü'minin / ümmehât-ül mü'minîn

  • Mü'minlerin anaları. Peygamberimiz Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın mübarek zevceleri.

üstad-ı zülcelal / üstâd-ı zülcelâl

  • Celâl ve haşmet sahibi üstad; Cenâb-ı Allah.

va'de

  • Bir iş için önceden belli edilen zaman. Bir işi te'hir etmek, sonraya bırakmak için olan belli vakit.
  • Ecel.
  • Bir iş için önceden tâyin edilen zaman, târih.
  • Ecel.

vahdet-i ehadiyet

  • Allah'ın birliği ve tekliği; her bir varlık üzerinde görünen tecellîlerin bir olan Allah'a ait olması.

vahdetü'ş-şühud

  • İlâhi tecellilerin karşısında Allah'tan başka bir şeyin görülmemesi ve Allah'tan başka herşeyin unutkanlık perdesiyle örtülmesi.

vahid-i ehad / vâhid-i ehad

  • Birliği herşeyi kapladığı gibi herbir şeyde de ayrı ayrı tecellîleri görülen Allah.

vahid-i ehad-i samed / vâhid-i ehad-i samed

  • Bir ve tek olan, birliği bütün varlıkları kuşattığı gibi herbir varlıkta da tecellî eden, hiçbir şeye muhtaç olmayan, ama herşey Ona muhtaç olan Allah.

vahid-i itibari / vahid-i itibarî

  • Hakikatte olmayıp farazî olarak kabul edilen tek bir şey, göreceli birim.

vahidiyyet / vâhidiyyet

  • Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) umum eşyada birden birlik tecellisi.

vak'a-i hayriye

  • Tar: Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması münasebetiyle kullanılan bir tabirdir. İlk önceleri büyük hizmetleri görülen Yeniçeriler, zamanla nizam ve intizamlarını kaybettikleri gibi, son zamanlarda uygunsuz hareket ve isyanlarla memleketin başına belâ kesildikleri için, ocağın lağvı hayırlı sayılmış ve b

valayi / vâlâyî

  • Yücelik, yükseklik. (Farsça)

vatvata

  • Geceleyin gözün görmemesi.

vazife-i tahkikat

  • Araştırma, inceleme görevi.

vaziyet-i itibariye

  • Göreceli bir durum.

vefz

  • (Çoğulu: Evfaz) Evmek, acele etmek.

veleh-resan-ı efkar / veleh-resan-ı efkâr

  • Fikirleri, düşünceleri hayrette bırakan.

veşk

  • Evmek, acele etmek, sür'at.

veşkan

  • Hızlı ve aceleci kimse.

veşy

  • Elbiseyi güzel nakışlamak, süslemek.
  • Nesil ve zürriyet.
  • Çoğalma.
  • Geceleyin devamlı tefekkür ve mütalâa etmek.
  • Bir çeşit elbise.

vezanet-i efkar / vezanet-i efkâr

  • Düşüncelerin isabeti.

vezf

  • Evmek, acele etmek.

vezif

  • Evmek, acele etmek.

vilayet-i muhammediyye / vilâyet-i muhammediyye

  • Peygamber efendimizin kendine mahsûs vilâyetle birlikte bütün peygamberlerin vilâyetlerini (evliyâlık derecelerini) kendisinde toplamış olması. Vilâyet-i Mustafaviyye de denilir.

yekşebe

  • Bir gecelik. (Farsça)

zarafet / zarâfet

  • Zariflik, incelik, kibarlık. Nâzik davranış. Muamelede, harekette ve giyimde hoşluk ve temizlik.
  • Zariflik, incelik.
  • İncelik, kibarlık.

zarf

  • Kap, kılıf. Mahfaza.
  • İçine mektup konulan kılıf kâğıt.
  • Gr: Bir fiilin veya bir sıfatın veya başka bir zarfın mânasına "yer, zaman, mâhiyyet" (Nicelik, nitelik) gibi cihetlerden başkalık katan vasıflarını belirten kelime.

zarifane

  • Zariflikle, incelikle, zarif olana yakışır surette. (Farsça)

zat-ı cemil-i zülcelal / zât-ı cemîl-i zülcelâl

  • Sınırsız yücelik ve haşmetiyle beraber, sonsuz güzellik sahibi olan Zât, Allah.

zat-ı ehad / zât-ı ehad

  • Her bir varlıkta birliği tecelli eden Zât, Allah.

zat-ı ehadiye / zât-ı ehadiye

  • Tek olan herbir varlıkta birliği tecelli eden Zât, Allah.

zat-ı ferd ve ehad / zât-ı ferd ve ehad

  • Benzeri olmayan ve herbir varlıkta birliği tecelli eden Zât, Allah.

zat-ı kadir-i zülcelal / zât-ı kadîr-i zülcelâl

  • Kudreti herşeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan zât.

zat-ı kibriya / zât-ı kibriya

  • Sonsuz büyüklük ve yücelik sahibi olan Allah.

zat-ı rahman-ı rahim / zât-ı rahmân-ı rahîm

  • Kullarına karşı özel rahmet ve şefkat tecellîleri olan ve rahmetinin eserleri dünya ve âhireti dolduran Zât, Allah.

zat-ı vahid-i ehad / zât-ı vâhid-i ehad

  • Birliği her şeyi kapladığı gibi her bir şeyde de tecellîleri görülen Zât; Allah.

zat-ı zülcelal ve'l-ikram / zât-ı zülcelâl ve'l-ikram

  • Sonsuz yücelik, haşmet sahibi olan, çok ihsan ve bağışta bulunan Allah.

zelahlah

  • (Çoğulu: Zelahlahât) Büyük çanak.
  • Aceleci ve uzun boylu adam.
  • Derin olmayan ırmak.

zelaka

  • (İzlâk - Zellâka) Fasâhat, kolaylık ve lisan inceliği, keskinlik. Nutkun güzel ve çabuk olması.

zema'

  • Tenbel olmak.
  • Dehşetli olmak.
  • Acele etmek.
  • Yırtmak.
  • Alçak insan, kötü insan.

zemeyan

  • Acele.

zemu'

  • Aceleci ve seri kimse.
  • Sıçraması birbirine yakın olan tavşan.

zenbilli ali efendi

  • Yavuz Sultan Selim Han ve Kanuni Süleyman devrinin meşhur Şeyh-ül İslâmı ve âlimidir. Asıl adı Alâaddin Ali Cemâl Çelebi'dir. Allah rızası ve Allah korkusundan başka birşey tanımaması sayesinde, pervasız hareketleri ile bir çok insanın hayatlarını koruyabilmiş, adaleti te'min etmiştir. Sağlam dindar

zenyan

  • Men'etmek, engel olmak. Kabul etmemek, reddetmek.
  • Evmek, acele etmek.
  • Rüzgârın sert esmesi.

zerafet / zerâfet

  • İncelik, zariflik.
  • Zariflik, incelik, güzellik.

zeruf

  • Seri, hızlı, aceleci.

zevcat / zevcât

  • (Tekili: Zevce) Zevceler. Karılar. Kadın eşler.
  • Zevceler, eşler.

zevcat-ı tahirat / zevcât-ı tâhirât

  • Peygamber efendimizin iffetli, pâk, muhterem zevceleri. Mü'minlerin anneleri.

zılliyet

  • Gölge tarzında tecellî.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın