REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te âbâ ifadesini içeren 1462 kelime bulundu...

ab-süvar

  • Su üstünde yüzen. (Farsça)
  • Sudaki kabarcık. (Farsça)

aba / âbâ / آباء / abâ / عبا

  • Yünden yapılmış kaba kumaş.
  • Babalar, atalar.
  • Babalar.
  • (Tekili: Eb) Babalar, pederler.
  • Mc : Mürşidler, ileri gelenler.
  • Babalar, atalar.
  • Kaba yün kumaş. (Arapça)
  • Aba. (Arapça)

aba ve ecdad / âbâ ve ecdâd

  • Analar, babalar, dedeler.

aba vü ecdad / âbâ vü ecdad

  • Babalar, dedeler, atalar.

aba' / âbâ' / آباء

  • Kaba, ahmak kişi.
  • Babalar. (Arapça)
  • Gezegenler. (Arapça)

aba-puş

  • Aba giyen, derviş. (Farsça)
  • Fakir. (Farsça)

abad / âbâd / آباد

  • Bayındır, mamûr. (Farsça)
  • Âbâd etmek/eylemek: (Farsça)
  • Mamûr etmek. (Farsça)
  • Zenginleştirmek. (Farsça)
  • Huzur vermek. (Farsça)
  • Âbâd olmak: (Farsça)
  • Mamûrlaşmak. (Farsça)
  • Zenginleşmek. (Farsça)
  • Huzura kavuşmak. (Farsça)

abadi / abadî

  • Bayındırlık, mâmurluk, şenlik.
  • İmar edilmiş olan.
  • Hindistan'ın Devlet-âbad şehrinde ipekden yapılmış bir yazı kağıdı.

abadile / abâdile

  • Abdullahlar. Peygamber efendimizin Eshâb-ı kirâmı (arkadaşları) arasında fıkıh ve hadîs-i şerîf ilimlerinde şöhret bulmuş Abdullah adını taşıyan sahâbîler. Abâdile, Abdullah kelimesinin çokluk şeklidir. Peygamber efendimizin Eshâb-ı kirâmı arasında Abdullah isimli üç yüz kadar sahâbi bulunmaktaydı.

aban / âbân / آبان

  • Âbân ayı. (Farsça)

abapuş / abâpûş / عباپوش

  • Abalı. (Arapça - Farsça)
  • Derviş. (Arapça - Farsça)
  • Yoksul. (Arapça - Farsça)

abel

  • (Çoğulu: Abâl) Yassı ve enli yaprak.

abile / âbile / آبله

  • Su üzerindeki kabarcık. (Farsça)
  • Sivilce. Çıban. (Farsça)
  • Su çiçeği. (Farsça)
  • Sivilce. (Farsça)
  • Su kabarcığı. (Farsça)

abise / abîse

  • (Çoğulu: Abayis) Tarhana.

abnus / âbnûs / آبنوس

  • Abanoz. (Farsça)

acc

  • Kalabalık.

aceb / عجب

  • Acaba, hayret.
  • Tuhaflık. (Arapça)
  • Acaba. (Arapça)

aceba / acebâ / عجبا

  • Acaba. (Arapça)

acem

  • İranlı. Yabancı.
  • Arapça konuşmayanlar. Arab olmayanlar.
  • Çekirdek.

acemane / acemâne

  • Acemlere yakışır suret. Yabancı gibi. (Farsça)

acemi / acemî

  • İşin yabancısı, tecrübesiz.
  • Tecrübesiz.
  • Yabancı.
  • Yeni. Mübtedi.

acemi ve ecnebi huruf / acemî ve ecnebî huruf

  • Arap alfabesinin dışında kullanılan yabancı harfler.

acur

  • Kabakgillerden bir hıyar cinsi. Üstü hafif olukludur. Bazıları tüylüce olur.

adab / âdâb

  • (Edeb kelimesinin çoğuludur.) Usul, yol, yordam, davranış kaideleri, terbiye. Ahlâk ve terbiyenin gerektirdiği konuşma ve hareket tarzı. Adaba uymayanlara edepsiz denir."Edipler edepli olmalı" yani yazarlar, edebiyatçılar dine, ahlâka ve terbiyeye uymalı. Aksi halde edebiyatçı adına lâyık olamazlar,

adab-ı muaşeret / âdâb-ı muaşeret

  • Beraber yaşayışta, hoş ve İslâmca yaşama ve geçinme usulleri. Peygamberin (A.S.M.) sünnetine uygun olan hareket. İnsanlara karşı edebli olma, insanca ve İslâmca yaşama âdâbı. Adâba dair sünnet-i peygamberiyeye uymak.

adaptasyon

  • Tatbik etme işi. Bir şeyin bir başkasına göre ayarlanması. Bir canlının, yaşadığı muhite uyması işi. (Fransızca)
  • Yabancı dilde yazılmış bir eseri yerli adlar ile ve yerli hayata uydurarak çevirme. (Fransızca)

adat-ı ecanib / âdât-ı ecânib

  • Yabancı örf ve âdetler.

adat-ı ecnebiye / âdât-ı ecnebiye

  • Yabancı âdetler, alışkanlıklar.

adem / âdem

  • Kur'ân-ı kerîmde ismi geçen peygamberlerden. Yeryüzünde yaratılan ilk insan ve ilk peygamber, bütün insanların babası.

adet / âdet

  • Usul, görenek, alışılmış davranış. Huy, tabiat. Toplumda nesiller boyunca uyulan ve kamuoyunda (umumî efkârda) saygı ve müeyyideye sahip hareket kaideleri (Sosyoloji). İslâm cemiyetinde âdetler de İslâmî olur, İslâma uygun olur. Müslüman, İslâma aykırı âdetlere uymaz. Cemiyetin yabancı âdetlerle boz

adham

  • Yoğun, kaba.
  • İri cüsseli adam.

adm

  • (Çoğulu: İdâm) Yay tutamağı.
  • Deve kuyruğu.
  • Saban eğiği ki, ucunda demiri vardır.
  • Harman savurdukları yaba.

aglaz

  • (Galiz. den) kaba ve galiz şeyler.

aglez

  • (Galiz. den ism-i tafdil) Pekçok kaba ve galiz.

agser

  • Boz ve esmer renkli, çok tüylü abâ, kilim.
  • Kurbağa yosunu.
  • Karabatak kuşu.
  • Aşağılık ve âdi (adam).

agyar

  • Yabancılar. Başkaları.
  • Rakipler.

ağyar / ağyâr / اغيار

  • Başkaları, düşmanlar, yabancılar.
  • Başkalar, yabancılar.
  • Yabancılar. (Arapça)

ah-liümm

  • Baba ayrı, ana bir kardeş.

ahar / âhar

  • Başkası, diğeri, yabancı.

ahaveyn

  • İki kardeş.
  • İslam âlimlerinden olan Urfalı Vaiz Mahmud Kâmil efendinin babası Mustafa Kâmil Efendi ve amcası Urfalı Mehmed Efendi.

ahba

  • (Tekili: Haba) Saray adamları.

ahder

  • (Çoğulu: Ehadir) Kavi ve galiz olmak. Kaba olmak.
  • Şaşı adam.

ahderri / ahderrî

  • Yabani eşek.

ahkab

  • Yabani eşek.

ahmas-ül kadem

  • Ayak tabanı.

ahu

  • Saç ve sakalı ak olup şayan-ı hürmet ve tâzim olan. Ahubaba, yalnız bu tabirde kullanılır.

ahun lieb ve üm

  • Anne-baba bir olan kardeş.

ail

  • Ailesini geçindiren, idare eden. Kalabalık ailesi olan. Fakir.

aile

  • Erkeğin karısı.
  • Ev halkı.
  • Akraba.
  • Aynı işte olan, aynı gaye için çalışanların hepsi.

ajir

  • Göl, havuz. (Farsça)
  • Kalabalık, izdiham. (Farsça)
  • Bağırma, feryât. (Farsça)
  • Çekingen. (Farsça)
  • Akıllı, uyanık. (Farsça)
  • Amâde, hazır. (Farsça)

akabe

  • (Çoğulu: Akabât) Bâdire. Sarp ve çıkılması müşkül yokuş.
  • Tehlikeli geçit. Dar ve iki tarafı pusu yeri olan boğaz.
  • Muhatara, tehlike.
  • Hastalığın veya başka bir halin en tehlikeli ve korkulur süresi.
  • Kızıldenizin kuzey ucunda, Süveyş'in doğu tarafında bulunan da

akarib

  • Akrabalar, yakınlar.
  • Akrabalar, yakınlar.

akb

  • Sakalın kaba ve sık olması.

akbenek

  • Gözün saydam tabakasında bir yara veya çıbandan kalan ve görmeyi yavaş yavaş azaltan beyaz benek.

akide-i avam / akîde-i avâm

  • Geniş halk tabakasının akidesi, inancı.

akide-i avam-ı mü'minin / akîde-i avâm-ı mü'minîn

  • Mü'minlerden avam tabakasının inanç seviyesi.

akıle / âkıle

  • Kâtilin, öldürme işindeki yardımcıları, bunlar yoksa öldürmede kendisine yardım eden kabîlesi (köylüleri, şehirlileri) ve akrabâsı.

akile / akîle / âkile

  • (Çoğulu: Akayil) Baba tarafından akraba.
  • Her şeyin en iyisi.
  • (Çoğulu: Avakil) Baba tarafından olan akraba.
  • Baş tarayıcı kadın.

akk

  • (Çoğulu: Ukuk) Serkeşlik. Anaya, babaya itaatsizlik.
  • Yarmak.
  • (Koyun) kuzularken ölmek.

akl-ı maaş

  • Aklın en alt tabakası. Dünyada geçim işini düşünen akıl.

akmadde

  • Anatomi: Omuriliğin dış; beynin iç tabakasını meydana getiren sinir lifleri. Beyin hücrelerinin çoğunu, akmadde teşkil eder.

akraba / akrabâ / اقرباء

  • Akraba, yakınlar. (Arapça)

akraba-i taallukat / akraba-i taallûkat

  • Hısım akraba; yakın uzak bütün akrabalar, aile çevresi.

akref

  • Anası Arabdan babası başka milletten olan kimse.

akriba

  • (Bak: Akraba)
  • Akraba, aralarında soy veya sihriyetçe yakınlık olanlar.

al / âl

  • Sülâle, soy, hânedan. Akrabâ ve taallukat.
  • Yaz sıcaklarında su gibi görünen serap.
  • Hile, tuzak.
  • Âile, akrabâ, tâbî.

al-i aba / âl-i abâ

  • Hz. Peygamberin (A.S.M.) kendisi ile beraber, kızı Hz. Fâtıma Validemiz, damadı Hz. Ali ve torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'den (R.A.) müteşekkil hey'et. "Hamse-i âl-i abâ" da denir. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) giydiği abâsını mezkur sahabe-i güzin hazeratının üzerine örterek hususi dua ettiğinden b
  • Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendisiyle beraber kızı Hz. Fatıma, damadı Hz. Ali ve torunları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in üzerini mübarek abâsıyla örttüğünden bu isimle anılmaktadırlar.

al-i imran / âl-i imrân

  • İmran soyundan gelenler. (İmran ikidir. Birisi: Hz. Musa ve Harun'un (A.S.) babaları olan İmran ibn-i Yashür ibn-i Lâvi ibn-i Yakub ibn-i İshak ibn-i İbrahim'dir (A.S.) İkincisi: Hz. Meryemin babası olan İmran ibn-i Metan ki, bu da Süleyman ibn-i Dâvud ibn-i İşa neslinden, bunlar da Yahuda ibn-i Yak

alay

  • (Ask.) 3-4 tabur piyade veya5 bölük süvari askerinden mürekkep kuvvet.
  • Debdebe ve gösterişle yapılan tören, geçit resmi.
  • Cemaat, topluluk, güruh, kalabalık, fevç.
  • Fazla miktar, muhtelif ve müteaddit kişiler veya şeyler.

ale-l-hesab

  • Hesâba sayarak.

ale-s-sabah

  • Erkenden, sabahın ilk saatlerinde.

aliaba

  • Peygamberimizin abası altına aldığı beş kişi.

altın kozak

  • Padişahlar tarafından yabancı hükümdarlara gönderilen nâme-i hümayunun konulduğu muhafaza.

altıpatlar

  • Revolver denilen mükerrer ateşli, altı mermi alan tabanca.

alude-gan / alude-gân

  • (Tekili: Alude) Suçlular, kabahatliler. Bulaşıklar, bulaşmışlar. (Farsça)

amaç / âmâç

  • Saban demiri. (Farsça)
  • Hedef, nişan tahtası. (Farsça)

amah

  • Şiş, kabarcık. (Farsça)

amas

  • İnsan vücudunda meydana gelen sis ve kabarcık. (Farsça)

amil / âmil

  • Yapan. İşleyen.
  • Sebep.
  • Vergi tahsiline memur kimse.
  • Mütevelli.
  • Vâli.
  • Gr: İraba te'sir eden yüz şeyden altmışı. (Yalnız ismi mecrur yapanlar yirmi adettir).

amm

  • Amca. Babanın kardeşi.
  • Çok cemaat.

amme

  • Hala, babanın kız kardeşi.

amud-ül fecr

  • Sabah yeri ağarıp uzama.

anabil / anâbil

  • Kaba nesne.

anafet / anâfet

  • Kabalık, sertlik.

anber

  • Güzel koku. Adabalığı ve kaşalot denilen büyük balıkların barsaklarında teşekkül eden güzel kokulu madde.
  • Derisinden kalkan yapılan bir balık.

ane / âne

  • Bir aşiretin bütünlüğü veya işleri veya şerefi.
  • Dişi ve yabani eşek.
  • Yabani eşek sürüsü.
  • Cedi (keçi) burcundan bir kısım yıldızlar.
  • Kasık kılı.
  • Apış arası, kasık.

anef

  • Kabalık (inceliğin zıddıdır).

anet

  • (Çoğulu:Anât) Fâsık.
  • Diz kılı.
  • Yaban eşeği sürüsü.
  • Fırat ırmağı kenarında bir köyün adı.

anif

  • Sert, kaba.

aniye

  • (Tekili: İnâ) Yemek kapları, tabaklar, kap-kacaklar.

arabe / arâbe

  • (Çoğulu: Arâbât) Keçi veya koyunun memesine geçirilen torba.
  • Açık saçık konuşma.

arak

  • Kalabalık, izdiham.

aremrem

  • Kalabalık ordu, çok fazla asker.

arş-ı berin

  • Arş-ı âlâ. Göğün en yüksek tabakası.

arştan ferşe

  • Göğün en yüksek tabaksından yere.

asabat / asabât

  • Baba tarafından olan akrabalar.
  • Şer'an miras alamayan akrabalar.

asabe

  • Baba tarafından akraba olanlar.
  • Baba tarafından akrabâ, hısım. Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde hisse (pay) takdîr edip bildirdiği vârislerden (Eshâb-ı ferâizden) sonra gelen ve belli bir payı olmayıp artan malı almaya hak kazanan, ölene erkek vâsıtasıyla bağlanan erkek akrabâ veya bâzı durumlarda bunlar gibi vâris olan kadınlar.
  • Kuvvet, şiddet.
  • Bir tek sinir.
  • Baba tarafından akraba olanlar.
  • Bir kimseye yardım ve takviye eden akrabası takımı.
  • Fık: Eshab-ı Feraiz, hisselerini aldıktan sonra geri kalanı, terekeyi alan kimse. (Babası ve evladı olmayan kimseye vâris olan.)

asabiyyet

  • Sinirlilik. Fart-ı gayret. İmân ve İslâmiyeti, kendi akrabasını, vatanını, din veya milliyetini müdâfaa etmek gayreti. Hamiyyet.

asar

  • Vazifeler.
  • Yükler.
  • Cürümler. Kabahatler.

asbah

  • (Tekili: Subh) Sabahlar.

asel

  • Bal. Şehd.
  • Tatmak.
  • Su akarken yüzünde hâsıl olan kabarcık.
  • Cennette bir su.

ashab-ı feraiz / ashâb-ı ferâiz

  • Mirascılar. Ölen kimsenin malında hissesi olan akrabâları.

ashar

  • (Tekili: Sıhr) Evlenme neticesinde akraba olan erkekler. (Kayınbiraderler, kayınpederler, güveyler.)

aşı

  • Birşeyden alınıp diğer birşeye aktarılan madde.
  • Çeşitli tehlikeli hastalıkların önünü almak için aşılanan madde.
  • Yabani veya cinsi âdi bir ağaca, cinsine yakın diğer iyi bir ağaçtan vurulan kalem veya yaprak aşısı.

aşina

  • Mâlumatlı, haberli olan. Arif. Bilgili. Mâlik. Tanıdık. Yabancı olmayan. (Farsça)
  • Yüzücü. (Farsça)

aşiret

  • Kabile, oymak, göçebe halinde yaşıyan ekseri bir soydan gelen cemaat. Yakın akraba, âile.

aşku / aşkû

  • Tavan; kat, tabaka. (Farsça)
  • Gökyüzü. Gök. (Farsça)

asl-ı meyyit

  • Huk: Ölen kimsenin babası, babasının babası ve ilh...

aşna

  • Yüzücü. (Farsça)
  • Yüzme. (Farsça)
  • Tanıyan, yabancı olmayan. (Farsça)

aşug

  • Bilinmiyen, meçhul, yabancı. (Farsça)
  • Serseri. (Farsça)

ata

  • t. Baba veya ecdaddan olan büyük. Önceden gelen.
  • Aynı soyun büyüğü.

atbak

  • (Tekili: Tabak) Tabaklar. Kapaklar.

ateş-baz / ateş-bâz

  • Ateşle oynayan. Hokkabaz. (Farsça)

atmosfer

  • Dünyanın çevresini kuşatan 100 km. kalınlığında, çeşitli gazlardan meydana gelen gaz tabakası. Başka gök cisimlerini kuşatan gaz tabakalarına da atmosfer denir.
  • Bir yerdeki mânevi hava.
  • Basınç birimi. 0 derecede 76 cm. yükseklikteki bir civa sütununun 1 cm. karelik alan üzeri

avam / avâm / عوام

  • Halk tabakası. (Arapça)

avam-ı ehl-i iman / avâm-ı ehl-i iman

  • İman sahiplerinin avam tabakası.

avam-ı müslimin / avâm-ı müslimîn

  • Müslüman halk tabakası.

avam-ı nas / avâm-ı nâs

  • Sıradan halk tabakası.

avam-ı ümmet / avâm-ı ümmet

  • Ümmetin avam tabakası.

aya / âyâ / آیا / اٰيَا

  • (Şüphe ve tereddüt bildiren edât; hayret ve taaccüb, soru ile beraber ümid ifâde eder) Acabâ. Âyâ, nasıl oluyor. Hayret, sen bu işi nasıl olur da yaparsın?.. der gibi.
  • Acaba.
  • Acaba, hayret!
  • Acaba. (Farsça)
  • Acaba.

ayan

  • (İyân) Aşikâr. Belli. Herkesin bilebileceği ve görebileceği.
  • Çiftçi âletlerinden olan saban okunun bileziği.

ayil

  • Ailesi kalabalık olan.
  • Ailesini besleyen.
  • Aşırı.
  • Fakir.
  • Dengede olmayan terazi.

ayzan

  • Yaban eşeğinin erkeği.

aza'

  • Başa gelen musibete sabretmek.
  • Bir kimseyi babasına nisbet etmek.

azab

  • Dünyada işlenen suç ve kabahate karşılık olarak âhirette çekilecek ceza.
  • Eziyet. Büyük sıkıntı. Şiddetli elem.

azer / âzer

  • Ateş. (Farsça)
  • Şemsî senenin dokuzuncu ayı. Kasım. Her şemsî ayın dokuzuncu günü. (Farsça)
  • Mecusilere göre güneşe memur meleğin adı. (Farsça)
  • Hz. İbrahim'in (A.S.) babasının veya amcasının ismi. (Farsça)
  • İbrâhim aleyhisselâmın amcası ve üvey babası.

ba'dema

  • (Minba'd, fimâba'd) Ondan sonra. Bundan sonra. Bundan böyle.

bab

  • Kapı.
  • Fasıl, bölüm.
  • Mine'l-bab ile'l-mihrab: Kapıdan mihraba dek, baştan sona kadar.
  • Evlat sahibi erkek. Ata, ecdat. (Farsça)
  • Gemi halatlarının bağlandığı yer. (Farsça)
  • İnşaatta ağırlıkların bindirildiği direk. (Farsça)
  • Mânevi rehber, şeyh. (Farsça)
  • Bektaşi şeyhi. (Farsça)
  • Hayırhah ve muhterem. (Farsça)
  • Daha çok zencilerde olan bir hastalık cinsi.Aile reisi babadır. Babanın hayatt (Farsça)

baba / bâbâ / بابا

  • Baba. (Farsça)
  • Ata. (Farsça)

baba-yı atik

  • Babaeski. (Trakya'da bir şehir)

babayan

  • (Tekili: Baba) Tarikat babaları, şeyhleri. Bektaşi şeyhleri. (Farsça)

babayane / bâbâyâne / بابایانه

  • Babaca, babacan. (Farsça)

babur

  • (Zahirüddin Muhammed) Hindistan'da büyük Müslüman Türk devletinin kurucusu ve Timur'un beşinci göbekten torunudur. Fergana Emiri olan babası Ömer Şeyh'in ölümünden sonra tahta geçmiştir. (1494)

bad-ı berin / bâd-ı berîn

  • Sabah rüzgârı.
  • Lâtif hava.

bad-ı subh / bâd-ı subh

  • Sabah rüzgârı.

badire

  • Birdenbire meydana gelen hâl. Felâket. Musibet.
  • Kabahat.
  • Birden, zahmetsizce söylenen söz.
  • Kılıcın, namlunun veya her çeşit nebatın ucu.
  • Zor geçit.

bahzec

  • Yaban sığırının buzağısı.

bakar-ı vahşi / bakar-ı vahşî

  • Vahşî, yabanî öküz.

balahani / bâlâhânî

  • Bir şeyi aşırı derecede yüksek gösterme, abartma, şişirme. (Farsça)

balu / bâlû

  • Ana baba bir olan kardeş. (Farsça)
  • Siğil, sivilce. (Farsça)

bam

  • Dam.
  • Çatı.
  • Kubbe.
  • Kemer
  • Sakf.
  • Sabah vakti.
  • Telli sazlarda en kalın tel.

bamdad / bâmdâd / بامداد

  • Sabah, sabahleyin, seher vakti. Tan yeri. (Farsça)
  • Sabah, sabahleyin. (Farsça)

bame

  • Sakalı gür olan. (Farsça)
  • Sık, uzun ve kaba olan sakal. (Farsça)

bariyy

  • (Çoğulu: Bevâri) Kaba hasır.

barnabas incili / barnabas incîli

  • Hazret-i Îsâ'nın havârîlerinden biri olan Barnabas'ın, Îsâ aleyhisselâmdan görüp işittiklerini doğru şekilde yazıp derlediği İncil.

basala

  • Tıb: Vücudun her hangi bir yerinde yaradılıştan olan kabartı.

basbasa

  • Dalkavukların nefret edilecek hâlleri, tabasbusları, yaltaklanması.
  • Köpeğin, kuyruğunu sallayarak sokulması.

basine

  • Ekincilerin sabanı.
  • Sanat ehlinin âletleri.
  • Kaba çuval.

baykal

  • Asya Türk ülkelerinde bulunan yaban kısrağı.

bebr

  • Kaplana benzer, ondan daha büyükçe ve pek yırtıcı bir canavar ki, Hindistanda ve Afrikada bulunur. Saldırdığı zaman derisindeki tüyleri kabarıp korkunç bir manzara arzeder. Arslanı bile korkutur bir hayvandır. (Farsça)

bed-eda

  • Terbiyesiz, nezâketsiz ve kaba olan kimse. (Farsça)

behnes

  • Çirkin, sakil ve kaba olan adam.

bekke

  • Mekke-i Mükerreme'nin eski ismi.
  • Bir yerde toplanmak. Bir yere cem'olmak.
  • İzdihamlık, kalabalık.

bekri / bekrî

  • Erken. Sabah.
  • İçkiye çok düşkün. Sarhoş.

belagat-ı irşadiye / belâgat-ı irşadiye

  • Doğru yolu göstermek için sözün muhataba ve amaca uygun olarak söylenmesi.

belbus / belbûs

  • Bir nevi haşhaş. (Farsça)
  • Yabani soğan. Dağ soğanı, sarmısak. (Farsça)

beledi / beledî

  • (Beled. den) şehir veya kasaba ahalisinden olan, şehirli.
  • Şehir ve kasabaya ait.
  • Belediye İdaresine mensub.
  • Mahallî, yerli.

belediye

  • Bir şehir veya kasabanın temizliği, bayındırlığı ve nizamiyle ilgilenen daire.

belham

  • Çiftçilikte kullanılan saban. Çift sürmeğe yarayan âlet.

belma

  • Faydasız, faydası olmayan. İri ve kaba şey. (Farsça)

benu-l a'yan

  • Baba ve ana bir kardeş.

benu-l allat

  • Baba bir kardeş.

benul-a'yan / benûl-a'yân

  • İslâm mîrâs hukûkunda; ölenin aynı ana ve babadan olan erkek ve kız kardeşlerinden her biri.

benul-allat / benûl-allât

  • İslâm mîrâs hukûkunda baba bir, ana ayrı kardeşler.

berat gecesi / berât gecesi

  • Arabi Şâban ayının onbeşinci gecesi. Şâban ayı mübarek şuhur-u selâseden (üç aylardan) olup, onbeşinci gecesi mahlûkatın rızıklarına, ömürlerine, amellerine dâir taraf-ı İlâhîden meleklere tâlimat verildiği hususunda rivâyât-ı sahiha vardır.
  • Şâban ayının on beşinci gecesi.

berem

  • Asma ve kabak çardağı. (Farsça)
  • Üzüm çubuklarının altına konulan çatal şeklindeki ağaç. Herek. (Farsça)

berrani / berranî

  • (Berr. den) Sahra ve kıra ait. Yabani.
  • Hâricî, zâhirî.
  • Şer'î hükümlere uymayan.

berriye

  • Toprağa âit.
  • Çöl. Beyaban. Sahra.
  • Kara askeri. Piyade.

berrüste

  • Karpuz, kavun, kabak, çimen gibi dalbudak salıp da yükselmiyen nebat. (Farsça)
  • Mc: Alçak, edepsiz, rezil kimse. (Farsça)

berşan

  • Ümmet. Bir peygamberin tebliğ ettiği dine ve kitaba iman eden cemaat. (Farsça)

beşaat

  • Kabahat, suç.
  • Yiyecek ve içeceklerdeki acılık.

beşer

  • İnsan, bütün insanlar.
  • Ebu'l-Beşer: İnsanlığın babası, Hz. Âdem.

besere-i habise

  • Çıktığı yeri kangren eden ve adına da kara kabarcık denen öldürücü bir hastalık.

bevaşe

  • Çiftçilerin harman savurmakda kullandıkları çatal şeklindeki tahta kürek, yaba.

beyare

  • Kısa boylu ve bodur olarak yerde yetişen nebat, meyve ve sebze. Kavun, karpuz, kabak...gibi. (Farsça)

beydane

  • (Çoğulu: Beydânât) Yabani dişi eşek.

beyza'

  • (Çoğulu: Biyâz) Kasaba, köy.
  • Güzel yüzlü kadın. (Müz: Ebyaz)

beyzade

  • Osmanlı Sultanlarının oğulları.
  • Bey oğlu. Babası reis veya âmir olan.
  • Soylu, asil, necib.

beze

  • Kabahat, suç, hata. Günah. (Farsça)

bi-gane / bî-gâne

  • Kayıtsız. Alâkasız.
  • Aldırışsız. Yabancı. Dünya ile alâkayı kesmiş olan.

bi-ganegi / bî-gânegî

  • Yabancılık. (Farsça)

bibi

  • Hala, babanın kızkardeşi.

bicad

  • Hz. Abdullah'ın lâkabı.
  • Çizgili olarak yol yol dokunmuş aba, kilim, halı.

bigane / bîgâne / بيگانه

  • Yabancı. (Farsça)

biganesin / bigânesin

  • İlgiyi kesmişsin, yabancısı olmuşsun, habersizsin.

bil-guduvv-i ve-l-asal / bil-guduvv-i ve-l-âsâl

  • Sabah ve akşam.

bilad

  • Beldeler, şehirler, memleketler, kasabalar.

bilamübalağa / bilâmübalâğa

  • Mübalağasız, abartmasız.
  • Abartısız.

bille

  • Yaşlık, ıslaklık. Çiy dedikleri rutubet ki sabah vakitlerinde olur.

birr

  • İyilik, güzellik, hayır, anaya babaya itaat.
  • Dininde ibadetinde kuvvetli olan.
  • Bağışta bulunma.

biza'

  • Birisine kaba muamelede bulunma.
  • Faydasız, boş yaramaz söz.

bolis çukuru

  • Kendini beğenenlerin, kibirlilerin, büyüklük taslayanların, Cehennem'de şiddetli azâba uğrayacakları yer.

bu'kuke

  • İzdiham, kalabalık.

bükre

  • Erken. Sabah vakti.

bukta

  • Perişan, pejmurde, dağınık, dökük saçık.
  • Cemaat, güruh, topluluk, kalabalık.

bürhan-üt temanü' / bürhan-üt temânü'

  • İstiklâliyet, ulûhiyetin zâtî bir hassası ve zaruri bir lâzımı olduğuna dair ve şirkin butlanını isbat eden delil ki; eşyanın yaradılışı müteaddit ellere ve esbaba verilse, âlemdeki nizam bozulup karışıklıklar çıkacağını gösterir, isbat eder.

burjuvazi

  • Burjuvaların meydana getirdiği içtimaî (sosyal) sınıf. Avrupa'da burjuvazi, ticaret ve sanayi ile zenginleşti. Soylular sınıfı ile mücadele ederek Fransız İhtilali ile iktidara geldi. İhtilalde işçilerin, köylülerin, fakir halk tabakalarının desteğini sağladı. Onlara eşitlik, hürriyet, adalet vaad e (Fransızca)

büteyra

  • Sonunda evlâdı kalmayan.
  • Vitir namazını bir rekat kılmak.
  • Şems, güneş.
  • Sabah.

cadu

  • Büyücü, cadı. (Farsça)
  • Hortlak, gulyabani. (Farsça)
  • Acuze, çirkin kocakarı. (Farsça)
  • Çok güzel söz. (Farsça)

cahid / câhid / جاهد

  • Çalışıp çabalayan. (Arapça)

cahim / cahîm

  • Şiddetli ve kat kat birbiri üzerine yanan ateş. Çukur yerde yanan ateş.
  • Cehennem'in bir tabakası.
  • Cehennem'in dördüncü tabakasına verilen ad. Güneşe ve yıldıza tapanların azab göreceği Cehennem.

çak

  • Yarık, çatlak, yırtmaç. (Farsça)
  • Kılıç, bıçak gibi şeylerin sesleri. (Farsça)
  • Sabah vakti beyazlığı. (Farsça)
  • Küçük pencere. (Farsça)
  • Hazır. Amâde. (Farsça)

cam-ı zerrin

  • Altın kadeh. (Farsça)
  • Tas: Allah âşıkının kalbi. (Farsça)
  • Bir kasaba adı. (Farsça)
  • Bir şarab adı. (Farsça)

cann

  • Ateşten mahlûk cinlerin babası olan.
  • Bir beyaz yılan cinsi.
  • Cin taifesi. İnsanlardan evvel yaratılan bir nevi mahlûklar, cinler.

car-ül cünüb / câr-ül cünüb

  • Yabancı kimse. Akrabadan olmayan.

carim

  • Cürüm ve kabahat sahibi. Suçlu.
  • Ailesinin maişetini kazanan.
  • Kesen.
  • Hurma toplayan.

çark-ı felek

  • Bir makine veya dolaba benzetilen gökyüzü.
  • Mc: Tâlih, baht.
  • Yakıldığı zaman dönerek ateşler püskürten bir çeşit donanma fişeği.
  • Bir nevi sarmaşıklı nebat çiçeği.

ce'b

  • Kesbetmek, elde etmek, kazanmak.
  • Yaban eşeğinin büyüğü.
  • Kırmızı toprak boya.
  • Göbek.

çeç

  • Hububat elenen kalbur. (Farsça)
  • Harman savurmakta kullanılan yaba. (Farsça)

cedd

  • Babanın babası veya ananın babası.
  • Büyüklük, azimlik.
  • Kat'edip geçmek.
  • Tâli'li olmak.
  • Kesmek.

cedd-i emced

  • En büyük cedd. En yaşlı, en büyük baba.

ceddat

  • (Tekili: Cedde) Nineler. Büyük anneler, anneanneler, babaanneler.

cedde-i sahiha

  • Babanın anası, babaanne.

ceffe

  • Kalabalık, kütle.
  • Kalabalığın verdiği uğultu.

cefv

  • Kaba muâmele.

cefvet

  • Nezaketsizlik, kabalık, saygısızlık.

cehd / جهد

  • Gayret, çaba, azim.
  • Çalışma, çabalama.
  • Çaba, çabalama.
  • Çalışma, çabalama. (Arapça)
  • Cehd etmek: Çalışıp çabalamak. (Arapça)

cel'ad

  • Yoğun gövdeli şişman, kaba kimse.

celafet

  • Kabalık, yontulmamışlık.

celahiz

  • Kaba, ağır.

celis

  • Galiz, kaba nesne. Büyük ve sağlam olan şey.

çem

  • Naz ve eda ile salınarak yürüme. (Farsça)
  • Ziynetli, süslü, düzgün. (Farsça)
  • Cürüm, kabahat, suç. (Farsça)
  • Taam, yemek. (Farsça)
  • Mâna. (Farsça)
  • Kazanılmış, toplanılmış. (Farsça)

cem'are

  • Galiz, kaba nesne. Yüksek taşlar.
  • Kabile ismi.
  • Küçük kuş.

cemaat

  • Topluluk. Bir yere toplanmış insanlar. Takım, bölük.
  • Fık: Bir imama uyup namaz kılan müslümanların heyeti. Bir mezhebe tâbi bir heyet teşkil eden ahali.
  • Aralarındaki münasebetleri din, örf ve âdetlere göre tanzim eden, akrabalık, komşuluk, hemşehrilik gibi rabıtalarla birbiri

cemaziyel ahir

  • Arabi ayların altıncısıdır. (Arabi aylar: Muharrem, Safer, Rabiyy-ül-evvel, Rabiyy-ül-âhir, Cemaziyel-evvel, Cemaziyel-ahir, Receb, şaban, Ramazan, şevval, Zilkade, Zilhicce'dir)

cemm / جم

  • Kalabalık. (Arapça)

cemm-i gafir / cemm-i gafîr

  • Büyük cemâat, insan kalabalığı. Ekseriyet.
  • Muhâfızlar.
  • Kalabalık insan topluluğu.
  • Büyük cemaat, insan kalabalığı.

ceraim

  • (Tekili: Cerime) Cerimler, suçlar, kabahatlar, cinayetler.

ceraim-i müştereke

  • Müşterek işlenen suçlar. Ortak kabahatlar.

cercar

  • Yaban maydanozu.

cerim

  • Kabahatli, câni, suç işlemiş.
  • (Çoğulu: Cirâm) Kuru hurma.
  • Hurma çekirdeği.

cerire

  • Kabahat, suç.

cerre çıkma

  • Eski zamanda medrese talebelerinin, mübarek üç aylar olan Receb, Şaban ve Ramazanda köylere dağılıp halka, ahaliye dini nasihatlarda bulunmak, namaz kıldırmak veya müezzinlik etmek suretiyle para ve erzak toplamaları.

ceşib

  • Kaba ve galiz nesne.

cevs

  • Kaba, büyük nesne.

cihad-ı dini / cihad-ı dinî

  • Dinî değerler için mücadele etme, gayret ve çaba harcama.

cihad-ı islamiye / cihad-ı islâmiye

  • İslâmî değerler uğrunda çaba ve gayret harcama, mücadele etme.

cihas

  • Kalabalık, müzâhame.

cilf

  • Boş küp.
  • Kırılmış, ufanmış köpek esfeli. Arı kovanı.
  • Kuru ekmek parçası. Kuru ekmek kenarı.
  • Yüzülüp karnı çıkmış ve başı ile ayağı kesilmiş koyun.
  • Her nesnenin parçası.
  • Hoyrat, kaba. Ayak takımından.

cinare

  • Esterâbâd ile Cürcân arasına derler.

cinzab

  • Yaban havucu.

cir

  • Aşağı, alt. (Farsça)
  • Eldiven, kayış vs. gibi şeyler yapılabilen tabaklanmış deri. (Farsça)

cü'zer

  • (Çoğulu: Câzer) Geyik buzağısı.
  • Yaban sığırının buzağısı.

cüderi / cüderî

  • Kabarcık denilen hastalık.
  • Çiçek hastalığı.

cumhur / cumhûr / جمهور

  • Halk, kalabalık, ahâlî, çoğunluk.
  • Halk. (Arapça)
  • Kalabalık. (Arapça)

cumhur-u avam

  • Halk tabakası.

cumhur-u nas / cumhur-u nâs

  • İnsanların ekserisi, halk kalabalığı.

cünha

  • Suç, kabahat. Te'dib cezâsına müstahak olanın suçu.

cürcani / cürcanî

  • (Seyyid Şerif Ali Bin Muhammed) : (Hi: 760-830) Astarabad (Cürcan) civarında Tacu'da doğmuştur. Mısır'a giderek orada çeşitli âlimlerden ders okumuştur. Şiraz'da müderrislik yapmıştır. Sa'duddin-i Taftazanî ile kapanan Mütekaddimîn devrinden sonra açılan Müteahhirîn-i Ulemâ devrinin birincisi bu Sey

cürm

  • (Cürüm) Kabahat, kusur. Hatâ. İsyan. Günah. Kanun hilâfına hareket.
  • Suç, günah, kabahat.

cürm-nak

  • Suçlu, kabahatli. (Farsça)

cüşur

  • Sabah yerinin ağarması.

cüz'iyat tabakatı

  • Küçük varlıklardan oluşan varlık tabakaları.

dabr

  • Cemaat.
  • Yaban cevizi.
  • Sıçramak.

dadaş

  • Delikanlı, babayiğit kimse.
  • Erkek kardeş.

daha'

  • Kaba kuşluk vakti.

dahamet / dahâmet

  • İrilik, kocamanlık, kabalık, vücutça büyük olmaklık.
  • Tıb: Hipertrophie.

dahil / dahîl

  • İçerdeki yabancı; bir şeye sonradan gelip giren, dışarıdan giren.
  • Yabancı, sığınan, sığınmış. Muhacir.
  • Birisinin içyüzü, niyet ve mezhebi. Dâhil ve içerde. Birisinin bütün gizli ve sırlı işlerine vâkıf olan dost ve hemdemi.
  • Evvelâ alâkasız olup sonradan bir cemaate dâhil olan.
  • Edb: Başka bir dilden olup, sonradan diğer bir dile geçe
  • Yabancı, sığıntı.

dahve-i kübra / dahve-i kübrâ

  • Kaba kuşluk. Oruç müddetinin yarısı, öğleden bir saat evvelki vakit.
  • (Bak. KABA KUŞLUK)

dal

  • "Yaban sediri" denen bir ot.

daliye

  • (Çoğulu: Devâli) Hayvanla döndürülüp su çekilen dolap. (Suyun döndürdüğü dolaba "nâurâ" derler.)

Dalyarak

  • Haddini bilmeyip saldırganlık eden, küstah, kaba saba ve hoyrat kimse.

damar

  • t. İstidad. Huy, tabiat, inat.
  • İnsan bedeninde kanın dolaştığı yollar, şiryan.
  • Irk.
  • Toprağın içindeki maden filizleri ve su tabakası.
  • Damar veya köke benzeyip bir cismin her tarafına uzanan yollar.
  • Mermer ve ona benzer dalgalı şeylerdeki çizgiler.

darb-zen

  • Mâdeni levhalar üzerine kabartma olarak nakışlar işleyen. (Farsça)
  • Kale döven. (Farsça)

darbe

  • (Çoğulu: Darabât) Vuruş, vurma, çarpma.
  • Musibet, belâ, âfet, felâket.

davud / dâvud

  • Kur'an-ı Kerim'de ismi geçer ve Benî İsrail Peygamberlerindendir. Hz. Süleyman'ın (A.S.) babasıdır. Hem Peygamber, hem Sultandı. İbranice Zebur kitabı kendisine nâzil olmuştur. Sesi çok güzeldi. M.Ö. 1010 da vefat ettiği nakledilir.

davud aleyhisselam / dâvûd aleyhisselâm

  • Kur'ân-ı kerîmde adı geçen ve İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Hem peygamber, hem sultân yâni hükümdâr idi. Soyu Yâkûb aleyhisselâmın Yehûda adlı oğluna ulaşır. Süleymân aleyhisselâmın babasıdır. Kudüs'te doğdu. Orada yaşadı ve orada vefât etti.

de'da

  • Her ayın son günü.
  • Şaban'ın son günü.
  • Çok karanlık gece.

delk

  • Eski ve yamalı elbise. Dervişlerin giydikleri eski aba. (Farsça)
  • Kılıcı kınından çıkarmak. (Farsça)

demles

  • Kaba, galiz nesne.

derc

  • İçine almak. Katmak.
  • Kitaba koymak.
  • Nakışlı kâğıt üzerine yazılan yazı.
  • Hattatın yazılmış kâğıt tomarı.

derc etme

  • Kitaba koyma.

derece-i kabahat

  • Kusur ve kabahat derecesi.

dergiş

  • İzdiham, çok kalabalık. (Farsça)
  • Bir zerdali cinsi. (Farsça)

dervah

  • Hastalıktan yeni kurtulan, iyice kendisine gelemeyen kimse. (Farsça)
  • Sağlam, metin, muhkem. (Farsça)
  • Doğru, asıl, gerçek. (Farsça)
  • Yiğitlik, cesaret, cesur olmak, şecaat. (Farsça)
  • Ayıp, utanma. (Farsça)
  • Sertlik, kabalık. (Farsça)

deskere

  • Şehir ve kasaba, il ve ilçe. (Farsça)
  • Hasta insan, eşya vs. taşımaya yarayan tahta. (Farsça)

destan

  • (Tekili: Dest) Eller. (Farsça)
  • Hikâyeler, masallar. (Farsça)
  • Hile, tezvir, mekir. (Farsça)
  • Meşhur Zâloğlu Rüstem'in babasının nâmı. (Farsça)

devlet-abadi / devlet-abadî

  • Hindistan'ın Devlet-âbâd şehrinde imal edilen ve güzel san'atlarda kullanılan bir çeşit kâğıt. (Farsça)

deyyas

  • Kaba, galiz olan kimse.

dıb'an

  • (Çoğulu: Dabâin-Dıbâ) Erkek sırtlan.

dibagat

  • Tabaklama. Deriyi kullanılır ve temiz hale koyma işi.

dıbar / dıbâr

  • (Bak: DABAR)

dına

  • İzdihamlık, kalabalık, çokluk.

diskalifiye

  • Müsabaka dışı bırakılmış. (Fransızca)

divan-ı muhasebat

  • İnsanların sorgulanıp hesaba çekileceği yüksek makam; mahşerdeki hesap.

diyar-ı gurbet

  • Gurbet diyarı. Yabancı memleket. (Farsça)

döviz

  • Yabancı devlet parası. (Fransızca)
  • Yabancı ülkelerde ecnebi paralarla ödenecek olan poliçe, çek gibi senetler. (Fransızca)

dübba'

  • Kabak.

duhala

  • (Tekili: Dahil) Yabancılar. Muhacirler. Sığınanlar. Dahilde olanlar.

duhuliye

  • Eskiden, satılmak üzere şehir ve kasabalara getirilen her cins ticaret malından alınan vergi.
  • Bir yere girmek için verilen para.

dürüşt / درشت

  • Katı, kalın, yağun. (Farsça)
  • Kaba, sert. (Farsça)
  • Kaba. (Farsça)
  • İri. (Farsça)
  • Kalın. (Farsça)

dürüşti / dürüştî

  • Kabalık, sertlik, katılık, kalınlık, yoğunluk. (Farsça)

düztaban

  • Tıb: Ayak tabanı düz olan kimse. Böyle kişiler çabuk yorulurlar ve hızlı yürüyemezler. (Türkçe)

eacim

  • (Tekili: Acem) Yabancılar, Arap olmayanlar. İranlılar.

eb / اب

  • (Ebâ, Ebu, Ebi) Baba, peder. Ced.
  • Baba, ata.
  • Baba.
  • Baba. (Arapça)
  • Ata, ced. (Arapça)

eb-i müşfik

  • Şefkatli baba, merhametli peder.

ebaet

  • (Çoğulu: Abâ) Kamışlık yer.
  • Kamış.

ebaid

  • (Tekili: Eb'ad) Yakın olmayan (hısım ve akraba.)
  • En uzak yerler.

ebb

  • (Çoğulu: Abâb) Kuru ot. Taze ot.
  • Mer'a, otlak, çayır.
  • Kavga etmek veya bir yerden gitmek için hazırlanmak.

eben

  • Töhmetli, kabahatli kişi.
  • Adâvet, düşmanlık.

eben an-cedd

  • Babadan, dededen.

ebeveyn / ابوین / اَبَوَيْنْ

  • Ana ile baba. (Eb ile ümm.)
  • Anne-baba.
  • Ana-baba.
  • Ana ile baba.
  • Anababa. (Arapça)
  • Ana-baba.

ebi / ebî / ابى

  • Baba. (Arapça)

ebi-l benat / ebi-l benât

  • Kızların babası.

ebna-üd dehaliz / ebnâ-üd dehaliz

  • Anası babası belli olmayıp etrafa atılmış, sokağa bırakılmış çocuklar.

ebu / ebû

  • Peder, baba, ata, eb.
  • Baba, ata.

ebu cehl

  • "Cehalet babası" demek olan bu kelime, Hazret-i Resul-i Ekrem (A.S.M.) zamanında, mu'cizeleri ve çok delilleri ve Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ı gördüğü halde iman etmeyen din düşmanı puta tapan gururlu bir müşrikin lâkabıdır. Bedir Gazasında öldürüldü.

ebu laşey / ebû lâşey

  • Hiçbirşeyin babası, hiçbirşeyi olmayan.

ebu leheb

  • (Ebi Leheb) Asıl adı: Abduluzza'dır. Güneş gibi, âlemleri aydınlatan Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm'ın nurundan gözünü kapadı ve küfre hizmete çalıştı, iman etmedi. Peygamberimizin amcası idi. Karısı ve oğulları sırf düşmanlık için çalıştılar. Adı "Alev babası" mânasında olan "Ebu Leheb" kaldı

ebu süfyan

  • (Mi: 597 - 653) Kureyş kabilesinin bir kolu olan Beni Ümeyyenin Reisi ve Hz. Muâviyenin (R.A.) babası.

ebu türab / ebû türâb

  • Peygamber efendimizin amcasının oğlu, dâmâdı, Cennet'le müjdelenen on kişinin ve dört büyük halîfenin dördüncüsü, Allahü teâlânın arslanı hazret-i Ali'nin "Toprağın babası" mânâsına gelen lakabı.

ebu'l-hayr

  • İyilik babası.

ebu-la-şey

  • Hiçbir şeyin babası. Hiç bir şeyi olmayan.

ebu-z zeheb

  • Çok zengin olan adam, altın babası.

ecanib / ecânib / ecânîb / اجانب

  • (Tekili: Ecnebi) Ecnebiler. Yabancılar.
  • Yabancılar.
  • Yabancılar.
  • Ecnebîler, yabancılar.
  • Yabancılar. (Arapça)

ecanip / ecânip

  • Yabancılar, Avrupalılar.

ecdad

  • (Tekili: Cedd) Dedeler. Babalar. Büyük babalar.

eclah

  • Devenin veya üstü düz olan arabaların üzerlerine yapılan ufak kulübe.
  • Başı kel olan adam.

ecneb

  • Muti ve münkad olmayan. İtaatkâr olmayan.
  • Garib, yabancı, ecnebi.
  • Sert başlı at.

ecnebi / ecnebî / اجنبى / اَجْنَب۪ي

  • Yabancı. Garip. Alışmamış. Başka milletten olan.
  • Yabancı.
  • Yabancı.
  • Yabancı. (Arapça)
  • Yabancı.

ecnebiler / ecnebîler

  • Yabancılar; Batılılar.

ecnebilik / ecnebîlik

  • Yabancılık.

ecnebiyyet

  • Ecnebilik, yabancılık, gariblik.

edebiyat-ı ecnebiye

  • Yabancı edebiyat.

edim / edîm / ادیم

  • Sahtiyan, tabaklanmış deri.
  • Satıh, yüz, zemin.
  • Tabaklanmış deri. (Arapça)
  • Yüzey, yüz. (Arapça)

edimme

  • Derinin ikinci tabakası.

efder

  • (Evder) Amca. Babanın erkek kardeşleri. (Farsça)
  • Yeğen. Amca, hala, teyze çocukları. (Farsça)

efhaz

  • (Tekili: Fahz) Akrabalar, yakın hısımlar.

eflak / eflâk

  • Felekler, gökler.
  • Her gezegene ait gök tabakaları.

efrad-ı adide / efrad-ı adîde

  • Çok kalabalık fertler.

egosantrizm

  • Psk: Benmerkezcilik. Zihnî gelişmenin ilk çocukluk safhası. Bebek büyüyüp kendi varlığı ile başka varlıkları ayırmaya başladığı zamanlarda kendine has bir düşünce tarzı ile düşünür. Sanki dünyada en önemli varlık kendisi, herşey onun emrine ve isteğine hazır olmalı. Annesi, babası, diğer insanlar ve (Fransızca)

egval

  • (Tekili: Gul) Büyük felâketler, âfetler, musibetler, belâlar.
  • şeytanlar.
  • Gulyabaniler.

ehali

  • (Tekili: Ehl) Bir memleket, şehir, kasaba köy veya semt veyahut da mahallede yerleşip oturanlar.
  • Avam, halk umum.

ehl

  • (Ehil) Yabancı olmayan, alışık olduğumuz.
  • Dost, sahip, mensup. Evlâd, iyal. Kavm, müteallikat. Usta, muktedir ve becerikli anlamıyla ehil ve ehliyet İslâmiyette önemli bir husustur. Dinimiz, bize işleri ehline vermemizi emreder. Cemiyette işler, mevkiler, makamlar, görevler, ehline v

ehl-i azap

  • Azap ehli, azaba uğrayanlar.

ehl-i emsar

  • Şehir halkı, kasaba halkı.

ehl-i kura

  • Köylerde, kasabalarda yaşayan.

ehl-i suffa

  • Medîne-i münevverede, akrabâları ve evleri bulunmayan, Peygamber efendimizin mescidinin suffa denilen ve üzeri hurma dallarıyla örtülü bölümünde kalan eshâb-ı kirâm.

ehl-i teslis

  • Allah'ı baba, oğul ve mukaddes ruh diye üçlü unsur olarak kabul eden Hıristiyanlar.

ehli / ehlî

  • Munis, alışık. Yabancı olmayan. Kendisi ile ünsiyet edilen.

ekalliyet

  • (Akalliyet) Bir hükümetin tebaiyyeti altında yaşayan, yabancı din ve milliyete mensub olup, ekseriyeti teşkil etmeyen halk. Azlık. Azınlık.

ekanim-i selase / ekânim-i selâse

  • Hıristiyanların baba, oğul ve Ruhu'l-Kudüs'ten oluştuğuna inandıkları Allah. Allah, İsa, Ruhu'l-Kudüs üçlüsü.

ekarib / ekârib / اقارب

  • Akrabalar. Yakın hısımlar.
  • Yakınlar, akrabalar. (Arapça)

ektad

  • Cemaatler, topluluklar, kalabalıklar, bölükler, takımlar.
  • Misaller, temsiller, örnekler.

el-mikyas

  • Firuzâbâdi'nin bir eseri.

elye

  • (Çoğulu: Eleyât) Koyun kuyruğu.
  • Başparmağın ve dizin aşağı yanlarında olan kabaca etler.

emla'

  • (Tekili: Mele') Topluluklar, mele'ler, cemaatler, cemiyetler, bölükler, kalabalıklar.

emsar

  • (Tekili: Mısr) Büyük şehirler, beldeler, memleketler, kasabalar.

emtia-i ecnebiye

  • Yabancı memleket malları.

enbuh / enbûh / انبوه

  • Ziyade, çok, kalabalık. (Farsça)
  • Çokluk, ziyadelik, cemaat, izdiham. (Farsça)
  • Meclis, kurultay. (Farsça)
  • Kalın, yoğun. (Farsça)
  • Duvarın yıkılıp dökülmesi. (Farsça)
  • Kalabalık. (Farsça)
  • Gür. (Farsça)
  • Yoğun. (Farsça)

enfar

  • (Tekili: Nefir) Cemaatler, topluluklar, cemiyetler. Halk, ahali, kalabalıklar, izdihamlar.

engame

  • Topluluk, cemaat, kalabalık, izdiham. Toplanma yeri, meclis. (Farsça)
  • Muharebe yeri, ceng meydanı. (Farsça)
  • Oyuncular derneği. (Farsça)

engel

  • İlik, düğme. (Farsça)
  • Sözü sohbeti çekilmeyen kaba kimse. (Farsça)

engizisyon

  • XVI. ve XVII. asırlarda Hristiyan Katolik Mezhebine âit kiliselerden alâkayı kesen veya Papa'ya karşı gelenlere yapılan -insanları arslanlara parçalatmak, fırında yakmak gibi- dehşetli işkenceler veya onları bu azaba mahkûm eden mahkemelere verilen isim. (Fransızca)
  • Çok ağır ve çok zâlimce cezây (Fransızca)

engüşte

  • Ekincilerin harman savurdukları âlet, yaba. (Farsça)

enis

  • (Üns. den) Dost, arkadaş, ünsiyet edilmiş olan. Alışılmış, kendisi ile ülfet edilmiş olan. Sevgili.
  • Sulu ve ağaçlı yerlerde bulunan ve sesi gayet hoş bir kuş. Çeşitli nağmelerde öter, kâh deve gibi kükrer ve at gibi kişner; insana alışır.
  • Yaban horozu.

ensab

  • (Tekili: Neseb) Soylar, nesebler. Baba tarafından hısımlar.

enzad

  • (Tekili: Nazad) Şanlı, şerefli, namlı ve tertibli kimseler.
  • Toprak tabakaları.

erfeş

  • Nefsî isteklerine düşkün olan.
  • Kulakları uzun ve kaba (adam).

erham / erhâm

  • (Tekili: Rahim) Döl yatakları, rahimler.
  • Yakın hısımlar, akrabalar.
  • Kadınlardaki çocuk yatağı, rahimler.
  • Akrabalar.

esbab-ı muhaffife

  • (Esbâb-ı mazeret) Yapılan bir cürmün ve kabahatın cezasını hafifletici sebebler.

eşbeh

  • Mert, yiğit, kabadayı, cesur kimse. (Bu tâbir bilhassa yeniçeriler hakkında kullanılırdı.)

esfel-i safilin / esfel-i sâfilîn

  • Sefillerin en sefili. Cehennem'in en aşağı tabakasındakiler.
  • Cehennemin en alt tabakası, aşağının aşağısı.

eshab-ı tahric / eshâb-ı tahrîc

  • Hanefî mezhebinde, kısa bildirilmiş olup, iki türlü anlaşılabilen hükümleri açıklayarak bir mânâsını seçen dördüncü tabaka âlimleri.

eshab-ı temyiz / eshâb-ı temyîz

  • Hanefî mezhebinde, fıkıh âlimlerinin altıncı tabakası. Bunlar kuvvetli hükümleri zayıf olanlardan, zâhir haberleri (İmâm-ı Muhammed'in Hanefî mezhebinin temeli olan meşhûr altı kitâbında bildirdiği haberleri), nâdir haberlerden (İmâm-ı Muhammed'in, İmâm-ı a'zâm ve talebelerinin diğer kitâblarda bild

eshab-ı tercih / eshâb-ı tercîh

  • Hanefî mezhebinde, fıkıh âlimlerinin beşinci tabakası. Bunlar, ictihâd gücüne sâhib olmayan, sâdece bağlı oldukları mezhebdeki müctehidlerin ictihadları (verdikleri hükümleri) arasından delili kuvvetli olan ictihâdı seçen âlimlerdir.

eshar-ı bahar

  • Bahar sabahları.

esim

  • (İsm. den) Günahkâr, günah işlemiş, kabahatlı, cürümlü, suçlu, yalancı kişi.

eskal

  • (Tekili: Sekal) Ağır yükler, ağır şeyler. Kalabalık, ağırlık.
  • (Sakil. den) Daha sakil, en ağır, en çirkin.
  • Kaba, can sıkıcı.

eşkil

  • Yaban soğanı.

eşku

  • Tavan. (Farsça)
  • Tabaka, kat, derece, mertebe. (Farsça)

esnan

  • (Tekili: Sinn) Dişler.
  • Yaşlar. İnsanın doğduğu andan ölümüne kadar uzvî sîretinde birbirini takibeden muhtelif zamanlar. (Yâni: Tufuliyet, Sabavet, Şebabet, Kühûlet ve Şeyhuhet denilen zamanlar.)

esum

  • Çok yalancı, iftiracı, kabahatli ve günahkâr olan adam.

eşya' / eşyâ'

  • (Tekili: Şia) Bölükler, bölümler, kısımlar, neviler, fırkalar, tabakalar, cinsler, çeşitler. Cemaatler, cemiyetler, topluluklar.
  • Yardımcılar.

etbak

  • (Tekili: Tabak ve Tabaka) Yemek tepsileri, sofraları. Büyük sahanlar.
  • Tabakalar, dereceler, mertebeler, katlar.
  • Kabileler, kavimler, aşiretler.

evda

  • Yaban faresi.
  • Kursağının tüyleri beyaz olan güvercin.

evkat-ı hamse

  • Beş vakit. Sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarının kılındığı vakitler.

evvelbaba

  • İlk baba, her türün bir anda yaratılan ilk ferdi.

eya

  • Acaba mânasına nidâdır. "Hey, ey" gibi çağırma, nidâ, seslenme edatı olarak da kullanılır. (Farsça)

eytam

  • (Tekili: Yetim) Yetimler. Babaları ölmüş çocuklar.
  • Yetimler, babaları ölmüş çocuklar.

ezib

  • Rezil, âdi ve aşağılık kimse.
  • Kıble rüzgarı.
  • Riyh-u cenub ile Sâbâ arasında esen yel.
  • Sevinmek, ferah ve neşat.

fahite

  • (Çoğulu: Fevâhit) Yabani güvercin.

fahte / fâhte / فاخته

  • Güvercin, yaban güvercini. (Arapça)

fakakı'

  • Su üstünde olan kabarcıklar.

falak

  • Tomruk.
  • Falaka.
  • Sabah aydınlığı.

fart-ı izdiham

  • Fazla kalabalık.

fasile / fasîle

  • (Çoğulu: Fesâil) Anababa, ebeveyn, âile.
  • Familya, bir cinsten olan bitkilerin hepsi.

fasur

  • Gümüş tabak.

fatih sultan mehmed han / fâtih sultan mehmed han

  • (1432 - 1481) En meşhur Osmanlı Padişahlarındandır. ll. Murat Han'ın oğlu ve ll. Bayezid Han'ın babası ve 7. pâdişahtır. Edirne'de doğmuş ve Gebze'de vefat etmiştir. Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) medhine mazhar olmuştur. Peygamberimiz "İstanbul mutlak fetholunacaktır." müjdesini vermişti ve onu feth ede

favori

  • Sakalın kulak hizasından yanağa doğru inen kısmı. (Fransızca)
  • Bir müsabakayı kazanacağı tahmin edilen şahıs, takım veya hayvan. (Fransızca)

fayton

  • At ile çekilen binek arabası.
  • Tek körüklü, dört tekerlekli, atlı binek arabası.

fazazet

  • Sertlik, kabalık, kötü sözlülük.

fazz

  • Kaba ve kötü huylu olan kimse.
  • Karın suyu, mide suyu.

fecir / فَجِرْ

  • Tan yerinin ağarması, sabah.
  • Sabah vakti.

fecir sünneti

  • Sabah namazının sünneti.

fecr

  • Tan yerinin ağarması. Şafak. Sabah vakti, güneş doğmadan evvel şarkta hâsıl olan kızıllık.
  • Bir şeyi genişçe ikiye ayırmak.
  • Günah işlemek. Fücur ve fısk işlemek. Yalan söylemek.
  • Tekzib eylemek.
  • İsyan ve muhalefet eylemek.
  • Haktan sapmak. Meyletmek.
  • <
  • Sabaha karşı, güneş doğmadan önce, ufkun gün doğusu tarafında görünen aydınlık, tan yerinin ağarması.
  • Fecir; sabaha karşı güneş doğmadan önce, ufkun aydınlığı, tan yerinin ağarması.

fecr-i haşir

  • Haşir sabahı; öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah'ın huzurunda toplanma sabahı.

fecr-i sabah

  • Sabahın ilk aydınlığı.

fecr-i sadık / fecr-i sâdık

  • Gerçek aydınlık, tan yerinin ağarması, gerçek sabah.
  • Fecr-i kâzibi tâkibeden tam karanlıktan sonraki beyazlık. Sabah namazının ve orucun başlama vakti.
  • Sabaha karşı şark ufkunda yayılmaya başlayan beyaz bir aydınlık. Bunun mukabili birinci fecirdir ki, bir aydınlıktan sonra tekrar aydınlık gider. Bu birinci aydınlığa fecr-i kâzib denir. Sabah namazının vakti, fecr-i sâdıkta başlar.

fedfed

  • (Çoğulu: Fedâfid) Düz yer.
  • Büyük sahrâ.
  • Yaban.
  • Yüksek mekân.
  • Sığır buzağısı.

fegak

  • Haremini yabancılardan sakınmayan, kaltaban.

felak / felâk

  • Tan zamanı.
  • Sabah aydınlığı.

felsefe

  • Madde, hayat, yaratılış, kâinât, ruh, ölüm, ölüm sonrası gibi konularda insan gücünün akla dayanarak ortaya koyduğu düşünce ve görüşlerin tamâmı. Beğendiği düşüncelerini hakîkat olarak anlatmak, yaldızlı, heyecan verici laflarla inandırmaya çalışmak. Tecrübeye, hesâba dayanmayan şahsî düşünceler.

fenn

  • Hüner. Mârifet.
  • San'at.
  • Tecrübe.
  • İlim.
  • Nevi, sınıf, çeşit, tabaka.
  • Türlü.
  • Fizik, kimya, biyoloji, matematik ilimlerinin umumi adı.
  • Tatbikat ve isbat ile meydana gelen ilim.
  • Birisini muamelede aldatmak.
  • Fend.
  • Borç

ferfere

  • Farfara, akılsızlık, hafif meşreplik.
  • Patırtıcı, gürültücü, ağzı kalabalık.

feribot

  • ing. Araba vapuru.

ferik / ferîk

  • Tümen (Fırka) kumandanı. Korgeneral.
  • İnsan kalabalığı. Büyük insan bölüğü.

fermene

  • İşlemeli dar ve yuvarlak yanlı yelek.
  • Eskiden esnaf tabakasına mahsus elbise.

ferşten arşa

  • Yerden göğün en yüksek tabakasına.

feşş

  • Eritmek.
  • Süt sağmak.
  • Çıkarmak.
  • Yabani olan keçiboynuzu ağacının yemişi.

feth-i islam / feth-i islâm

  • Tuna nehri üzerinde Kladova kasabası yakınlarındaki bir kalenin adı.
  • İslâmların fethetmesi.

fetik

  • Dülger.
  • Sabah.
  • Parlayıcı nesne, parlak olan şey.

fevc

  • Dalga. Bölük. İnsan kalabalığı. Cemaat. Takım.
  • Koşmak. Sür'at etmek.
  • İyi kokunun dağılıp yayılması.

fezaze

  • Ahlâkı kaba ve kerih olmak.

fiam

  • Çok kalabalık olan erkekler topluluğu.

fidye

  • Herhangi bir farzından birini yerine getirmeye gücü olmayan bir kimsenin Cenâb-ı Hak'tan özür dilemek kasdı ile, verdiği para veya sadaka.
  • Esir veya kölelikten kurtulmak için verilen para.
  • Fık: Fakirin sabahlı akşamlı bir günlük yiyeceği.

fie

  • Kalabalık, topluluk, cemaat.

fina / finâ

  • Şehir kenarı, büyük mezarlıklar (fabrika, mektep, kışlalar) ve kasabadakilerin harman yapmak, hayvan koşturmak, eğlenmek için devamlı kullandıkları yerler.

fırak

  • Tümenler, alaylar, bölükler.
  • Partiler.
  • Takımlar, kalabalıklar, ehl-i sünnet ve cemaatten ayrılan mezhepler.

firdevs

  • Cennette bir tabaka.

firfis

  • Yaban sineği.

fırka

  • İnsan kalabalığı grubu.
  • Tümen.

firuz abadi / firuz abadî

  • (Mecdüddin Muhammed) (Hi: 729 - 817) İran'ın Şiraz Eyâletinde Firuzâbad isimli beldenin Kâzrun kasabasında doğmuştur. Büyük âlimlerdendir. Yedi yaşında Kur'anı hıfzetmişlerdi. Çok seyahat etmiştir. Bursa'ya geldiğinde Yıldırım Bayezid Han tarafından kendisine fevkalâde ikrâm olundu. En meşhur eseri

fıtnat

  • Cibillî ve fıtrî ve âni anlamak ve idrak etmek.
  • Hikmet.
  • Zekâvet, basiret, tedbir, fatânet, zeyreklik. Fıtnet diye de okunur. (Zıddı: Gabâvet'tir.)

fıtra

  • Fitre; ihtiyâcı olan eşyâdan ve borçlarından fazla olarak nisab (dinde zenginlik ölçüsü) miktârı malı, parası olan her hür müslümanın Ramazan bayramının birinci günü sabahı fakirlere vermekle yükümlü oldukları belli miktardaki buğday veya arpa yahut hurma veya kuru üzüm veya kıymetleri kadar altın v

frenkler

  • Yabancılar, Batılılar.

fücur / fücûr / فجور

  • Yakın akraba evliliği. (Arapça)
  • Günahkarlık, sefihlik. (Arapça)

fukka'

  • Ekseriya şerbet içilen kap.
  • Yağmur suyunun üstünde olan kabarcık ve köpük.

fünun / fünûn

  • Nev'iler, çeşitler, sınıflar, tabakalar.
  • Hünerler, sanatlar, ilimler, fenler.

fürhüd

  • Arslan eniği.
  • Yüzü güzel oğlan.
  • Kaba şiş.

gabibe / gabîbe

  • Sabah sağılan koyun sütünün üzerine akşam yine sağıp, ertesi güne bekletilip ekşiyen süt.

gabileşen / gabîleşen

  • Yabancılaşan, âdeta körleşen.

gadat

  • Sabahın erken zamanı. Sabah vakti.

gadiyye

  • (Çoğulu: Gadiyyât) Tan ağarmasıyla güneş doğması arası, sabahın erken saatleri.

gadve

  • Sabahtan öğle vaktine kadar yürümek.

gaffar / gaffâr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Günah, kusur ve kabahatları çok bağışlayan.

gafir / gafîr

  • Çok fazla, sayısız, kalabalık.
  • Örten, etrafını çeviren.
  • Umumi.
  • Boyun, boğaz ve kafada olan tüyler.
  • Kalabalık.

galebe / غلبه

  • Baskın çıkma, ağır basma. (Arapça)
  • Kalabalık. (Arapça)

galiz / galîz / غليظ / غَل۪يظْ

  • Çirkin, kaba.
  • Çirkin, terbiye dışı, kaba, ağır.
  • Çirkin.
  • Terbiye dışı.
  • Yoğun. Kaba.
  • Kokmuş madde.
  • Koyu, yoğun, kaba. (Arapça)
  • Kaba.

gamre

  • (Çoğulu: Gamerât) Tecrübesizlik, görgüsüzlük, anlayışsızlık.
  • İzdiham, kalabalık.
  • Fenalığa dalmak.
  • Şiddet.
  • Zahmet.

garabet

  • Yabancılık. Gariblik.
  • Tuhaflık.
  • Âcizlik, beceriksizlik.
  • Gizli olmak. Hilaf-ı âdet olmak.
  • Iraklık.
  • Edb: Ne demek olduğu herkesçe anlaşılmayacak kelime ve tabirlerin söz arasında kullanılması.

garabet-nüma

  • Yabancılık çeken. Garip, tuhaf. (Farsça)

garib / garîb / غریب

  • Garip, yabancı, kimsesiz, yâd ellere düşmüş, yadırganan şey.
  • Yabancı, memleketinden uzakta bulunan, kimsesiz.
  • Gurbette yaşayan. (Arapça)
  • Yabancı. (Arapça)
  • Kimsesiz. (Arapça)
  • Tuhaf. (Arapça)

garib-üd diyar / garib-üd diyâr

  • Memleketin yabancısı.

gaşemşem

  • Şecaatinden kimseye baş eğmeyen.
  • Başını döndürüp yabana iltifat etmeyen.
  • Zulmedici.
  • Methi istediği gibi yapamamak.

gav-ı deşti / gâv-ı deştî

  • Yaban sığırı.

gavadi / gavadî

  • Sabah bulutu.

gaye-i himmet

  • Gayret ve çabanın gayesi.

gaylule / gaylûle

  • Sabah, tan yerinin ağarmaya başlamasından, tâ güneşin bir mızrak boyu (yaklaşık 45 dk.) yükselmesine kadar geçen zaman dilimi.
  • Sabah uykusu.

gaym

  • Bulut.
  • Sisli bulut tabakası.
  • Pek susayıp hararetlenmek.

gayr / غير

  • Diğer, başkası, mâadâ, âher, yabancı. (İstisnâ edâtıdır. Başlarına getirildiği kelimeyi nefy yapar.)
  • Başka. (Arapça)
  • Yabancı. (Arapça)
  • Olmayan, değil. (Arapça)

gayret / غيرت

  • Çaba, çalışma arzusu, kıskanma duygusu.
  • Çaba. (Arapça)
  • Kıskançlık. (Arapça)

gayretkeş

  • Çalışkan, çabalayıcı.
  • Bir tarafı tutan, taraftar.
  • Kıskanç.

gayya

  • Cehennemin beşinci tabakasındaki çok korkunç bir kuyunun adı. İçine düşenin kolay kolay kurtulamıyacağı korkunç yer.

gerdena

  • Kuş veya kuzu çevirmesi. (Farsça)
  • Yürümeye yeni başlayan çocukları, yürümeye alıştırmak için yapılmış bir cins araba. (Farsça)
  • Kebap şişi. (Farsça)
  • Fırıldak, topaç. (Farsça)

gerdune / gerdûne / گردونه

  • Araba, otomobil. (Farsça)
  • At arabası. (Farsça)

gerdune-i iclal

  • Saltanat arabası.

gılaz

  • (Tekili: Galiz) Şedid. Sert. Kalın ve kaba şeyler.

gılzet / غلظت

  • Kabalık, sertlik.
  • Kalınlık, galizlik.
  • Yoğunluk. (Arapça)
  • Kabalık. (Arapça)
  • Kalınlık. (Arapça)

gırgıra

  • (Çoğulu: Garâgır) Yaban tavuğu.

gışa

  • Örtü, perde.
  • Zar. Deri. Kabuk.
  • Üst tabaka.
  • Zarf. Mahfaza.

gön

  • Tabaklanmış deri, her çeşit meşin, sahtiyan vesaire.

gonce-i ab / gonce-i âb

  • Yağmur yağarken suyun yüzünde meydana gelen kabarcık.

götürü satış

  • Alış-verişte bir malı tartı veya ölçü ile olmayarak toptan pazarlık sûretiyle almak veya satmak; kabala.

gubeyra

  • Yaban iğdesi.
  • Habeş vilâyetinde darıdan yapılan bir cins şarap.

gudüvv

  • Sabah vakti.
  • Sabahleyin bir şeye başlamak.

gudve

  • (Çoğulu: Gudevât) Sabah namazı vakti ile güneşin doğuşu arası.

gul / gûl / گول

  • Gulyabani. (Arapça)

gulaz

  • Kalın, kaba.

gülmih / گل ميخ

  • Kabara. (Farsça)

günah / گناه

  • Suç, kabahat. (Farsça)
  • Dinî suç. (Farsça)

günbed-i ab / günbed-i âb

  • Su kabarcığı.

gur / gûr / گور

  • Kabir, mezar.
  • Meşhur pehlivan Rüstem-i İraninin lâkabı.
  • Yaban eşeği.
  • Mezar. (Farsça)
  • Yaban eşeği. (Farsça)

gürbe-i deşti / gürbe-i deştî

  • Yaban kedisi.

gurbet / غربت

  • Gariblik, yabancılık. Yabancı bir memleket. Yabancı yer. Yâd el.
  • Gariplik, yabancı memlekette olma.
  • Gariplik, yabancılık.
  • Yabancı memleket, yabancı diyar, vatan dışı, yâdel.
  • Yabancı memleket, yâd el.
  • Gariplik. (Arapça)
  • Yabancı diyar. (Arapça)

gurbet-i mutlaka

  • Mutlak gariplik, yabancılık, yalnızlık.

gureba-i yemin

  • İbrahim paşa, Galata ve Edirne saraylarından çıkanlarla, harpte fevkalâde yararlık gösteren yabancılar ve yeni Müslüman olmuşlardan teşkil olunan iki süvari bölüğünden birinin ismidir. Bu iki bölüğe birden "Gureba-i Yemin ve Yesar Bölükleri" denildiği gibi "Garip ve Yiğitler Bölükleri" veya "Aşağı B

güruh-u mücahid / güruh-u mücâhid

  • Din için cihad edip çalışan, çaba harcayan kimseler topluluğu.

gurze

  • (Çoğulu: Guruz) Pamuklu elbisede kullanılan kaba dikiş.

guşiş

  • Çabalama, uğraşma, çalışma. (Farsça)

gutat

  • Sabahın erken saatleri.

habab / habâb / حباب

  • (Habâbe) Son derece muhabbet.
  • Su üzerindeki hava kabarcığı.
  • Hava kabarcığı. (Arapça)

hababe / habâbe / حبابه

  • Hava kabarcığı. (Arapça)

habaleyat

  • (Tekili: Habâlâ) Hâmileler, gebeler.

habar

  • (Çoğulu: Habârât) İmzâ. Mühür, damga.

habarat

  • (Tekili: Habâr) İmzâlar.
  • Damgalar.

habb

  • Aldatıcı, kurnaz, hileci, hilekâr.
  • Denizin kabarması, denizde dalga olması.

habbat / habbât / حبات

  • Hava kabarcıkları. (Arapça)
  • Haplar. (Arapça)

habbeyi kubbe yapma

  • Bir şeyi olduğundan çok büyük gösterme, çok abartma.

habhab

  • (Çoğulu: Habâhıb) Kısa boylu adam.

habike / habîke

  • (Çoğulu: Habâik) Kehkeşan, samanyolu.
  • Çizgi.
  • (Çoğulu: Hubük) Dikkat ve itina ile, sağlam ve san'atlı dokunmuş, yol yol hâreli güzel kumaş.

habra'

  • (Çoğulu: Habâri-Haberât) Sedir ağacı biten düz yer. Yumuşak yer.

hacace

  • (Çoğulu: Hıcc) Su üstünde olan yağmur kabarcığı.

hadim ağası

  • Erkekliği yok edilmiş olan. Böyle kimselere "Tavaşi" de denilirdi. Bu gibiler, yabancı erkekler için mahrem sayılan harem dairesine girip çıktıkları ve muhafaza ile beraber harem hizmetini de gördükleri için kendilerine "Hâdim Ağası" adı verilirdi.

hadire / hadîre

  • Kalabalık olmayan topluluk.
  • Yaranın içinde toplanan kan ve irin.

hadis-i mütevatir / hadîs-i mütevâtir

  • Bir çok Sahâbînin Peygamber efendimizden ve başka bir çok kimsenin de bunlardan işittiği ve kitâba yazılıncaya kadar, böyle pek çok kimsenin haber verdiği hadîs-i şerîfler.

hakaik-aşina / hakaik-âşinâ

  • Gerçeklere aşina, gerçekleri bilen ve onlara yabancı olmayan.

hakba'

  • Yaban eşeğinin dişisi.

hala

  • (Çoğulu: Hâlât) Babanın kız kardeşi, hala. Arapçada: Ananın kızkardeşi. Teyze.

halat

  • (Tekili: Hâle) Halalar. Babanın kız kardeşleri. Arabçada: Ananın kız kardeşleri. Teyzeler.

halc

  • Pamuğu temizlemek, havalandırmak ve kabartmak için yay ile atmak.

hale

  • Annenin kız kardeşi. Teyze. Türkçede babanın kız kardeşine hala denir. Arabçada dayıya "Hâl" denir.

halef

  • Birinin yerine sonradan geçen kimse. Babadan sonra kalan oğul.

halef an-selef

  • Seleften halefe geçme. Geçen ve gidenden, gelene kalma. Babadan evlâda geçme.

haliyye

  • Bağından boşanmış deve.
  • Yabancı bir yavru emziren deve.
  • Büyük gemi.
  • Arı kovanı.
  • Ahlâktan kinâyedir.
  • (Çoğulu: Haliyyât) Bekâr kadın, evlenmemiş kız.

halvet

  • Yalnızlık, yalnız olarak kalma.
  • Yabancı bir kadınla yabancı bir erkeğin bir odada, kapalı bir yerde yalnız kalmaları.
  • Tasavvuf yolunda olgunlaşmak ve ilerlemek için belli bir müddet tenhâda kalma hali yalnız kalmak.

hammal

  • (Haml. den) Bir ücret karşılığında eliyle veya sırtıyla yük taşıyan adam.
  • Mc: Kaba, görgüsüz, terbiyesiz.

hamme / hâmme

  • Bir kişinin akrabası, yakınları. (Hâssa mânâsına da gelir, mukabili âmme'dir.)

hamse-i al-i aba / hamse-i âl-i abâ

  • (Bak: Âl-i Abâ)

hane-i avarız

  • Avarız ve bedel-i nüzul ve buna benzer vergiler ve tekâlifin toplanmasında tutulan ölçü. Buradaki hanenin, lügat mânası olan evle münasebeti yoktur. Kasabalar, köyler nüfuslarına ve emlâk ve arazilerinin miktar ve hâsılatlarına göre hane itibar edilir ve mahallî masraflarla sair vergiler ona göre ta

hantal

  • Kaba, büyük ve ağır.

hanzal

  • Zakkum. Zakkum ağacı. Ebu Cehil karpuzu denilen portakal büyüklüğünde mevyesi çok acı bir nebat. Karga kabağı diye de adlandırılır.

har-i deşti / har-i deştî

  • Yaban eşeği.

harze

  • Yaban şalgamı.

haseb

  • Baba tarafından gelen soyluluk, asalet.

haşere

  • Yabani arı, böcek, akrep ve yılan gibi zararlı mahluk.

haşin / haşîn / خشين

  • Katı, sert, kırıcı, kaba.
  • Kaba, sert. (Arapça)

hasra gelmeyen

  • Sınır altına alınamayan, pek kalabalık.

hass / hâss

  • (Çoğulu: Havass) Hususi. Hâlis. Kıymetli ve ileri gelen mühim yakınların topluluğu.
  • Bir şeyde bulunup başkasında bulunmayan. Umumi olmayıp mahsus olan.
  • Tam ayar olan, yabancı maddelerle karışık olmayan ve içinde bozuk bulunmayan. Tek, münferid.
  • Saf.
  • Tar: Osman

haşv-i müfsid

  • Edb: İbarede yalnız kalabalık etmekle kalmayıp mânâyı da anlaşılmaz hale getiren söz.

hata-puş

  • Kabahatleri örtbas eden, suçları örten, hataları göstermeyen. (Farsça)

hatabahş

  • Kabahatleri affeden, kusurları bağışlayan. (Farsça)

haten

  • (Çoğulu: Ahtân) Kadın tarafından olan kimseler. (Baba, kardeş ve emmi gibi)
  • Araplar, damat mânasına kullanırlar.

hatia / hatîa / خطيئه

  • Kabahat. (Arapça)

hatie / hatîe

  • Hatâ. Günah. Kabahat. Suç.

hatıl

  • Taş duvarı takviye etmek için her bir-iki metrede çekilen tuğla veya kereste tabakası.

hava-i nesimi / hava-i nesimî

  • Sabahki hava. Temiz hava.

havas / havâs / خَوَاصْ

  • Seçkin tabaka.

havb

  • (Hub - Havbet) Günah, ma'siyet.
  • Fakirlik.
  • Meşakkat.
  • Maraz, ağrı, dert.
  • Ana, baba.

haviye / hâviye

  • (Sukut mânasından) Cehennem'in 7. tabakası. En korkunç yer.
  • Cehennem'in yedinci tabakası. Burada inanmadıkları hâlde inanmış görünen münâfıklar ile müslüman iken İslâm dînini terk eden mürtedler azâb görecektir.

havye

  • Tıb: Yaranın etrafındaki kabarık etler.

hayat

  • Kasaba ve köy evlerinde üstü kapalı, bir, iki veya üç tarafı açık sofa.
  • Avlu.

hayber

  • Arap Yarımadasında Hicaz bölgesinin doğu sınırında ve Medine-i Münevvere'nin 170 km. kuzeyinde bir kasabadır. Evleri, yüksek bir kayanın üzerinde kurulmuş olan bir kalenin etrafında bulunur. Hicretin yedinci senesinde vuku bulan Hayber Gazası ile meşhur olmuştur. Aynı sene içinde Hz. Resulullah Efen

haydari / haydarî

  • Kahramanlık, cesurluk, yiğitlik. Arslanlık.
  • Eskiden bazı esnaf ve köylülerin giydikleri kolsuz aba, hırka.

hayr-ul halef

  • Hayırlı evlâd. Babasını hayırla andıracak evlâd.

haytü'l-ebyaz

  • Beyaz iplik, fecir zamanı, ufukta bir çizgi şeklinde beliren ve giderek artan sabah ağartısı.

hayvan

  • Canlı şey, insanla beraber her canlı.
  • İnsan olmayan idraksiz canlı yaratık.
  • Yük kaldıran, araba çeken ve binilen hayvan, beygir, katır v.s.
  • Mc: Akılsız ve idraksız insan, ahmak. (Aslı "Hayevan"dır)

hayvanat-ı vahşiyye

  • Vahşi hayvanlar, yabani hayvanlar.

hazari / hazarî

  • Köyde ve kasabalarda yaşayanların yaşayış şekli ve tarzlarına ait. Şehirli.
  • Sulh ve asâyiş, sükun ve istirahat zamanlarına mensub ve müteallik. Barış ve güvenle alâkalı.

hazel

  • Göz kapaklarında olan kabarcıklar.

hazret-i muhammed-i arabi / hazret-i muhammed-i arabî

  • Arap olan anne ve babadan dünyaya gelmiş Hz. Muhammed (a.s.m.).

hebraki / hebrakî

  • Demirci.
  • Yabani öküz.

heft-hun

  • Cehennemin yedi tabakası. (Farsça)

heft-merd

  • Yedi büyükler. (Kutub, gavs, ebdâl, ahyâr, evtâd, nücebâ, nukabâ) (Farsça)

helal-zade

  • Helâl doğmuş, meşru ve nikâhlı ana-babadan dünyaya gelmiş çocuk.
  • İyi adam, fenalık yapmaktan çekinen. Sâlih, afif, nâmuskâr.

helalzade / helalzâde / حلال زاده

  • Helal süt emmiş. (Arapça - Farsça)
  • Evli anne babanın çocuğu. (Arapça - Farsça)

hemicek

  • Şehre köyden yeni gelip bir şey bilmez şaşkın ve kaba adam.

hemşire

  • Aynı sütü emen kızkardeş. Abla, bacı. (Farsça)
  • Hastabakıcı kadın veya kız. (Farsça)

hengame-gir / hengâme-gir

  • Meddah, oyuncu. Hikâye söyleyici, hokkabaz. (Farsça)
  • Diş macunu, leke tozu gibi şeyler satan çığırtkanlar. (Farsça)
  • Kavgacı, gürültücü. (Farsça)

hergele

  • Binilmek ve yük taşımak için alıştırılmamış at, kısrak, beygir veya merkep sürüsü.
  • Böyle bir sürüye dahil olan hayvan.
  • Mc: Terbiye ve görgüden büsbütün mahrum adam.
  • Bir işe yaramaz işçi kalabalığı.

herşefe

  • Bez veya aba parçası. (Su az olduğu zamanda yerden onunla yağmur suyunu alıp bir kabın içine sıkarlar.)
  • Çok yaşamış, ihtiyar, kuru kadın.
  • Çok eski olan kova.

hesm

  • Kaba yemek. Bütün bütün yutmak.
  • Kesmek.
  • Toplamak, cem'etmek.

heyd

  • Ekinci yabası. (Farsça)

heysem

  • Toy kuşunun yavrusu.
  • Tavşancıl yavrusu.
  • Akbaba yavrusu.
  • Kurt eniği.

hezbe

  • (Çoğulu: Hüzub-Hizâb Hizabât) İri katreli yağmur.
  • Otu az olan yüksek tepe.

hiba

  • (Çoğulu: Ahbiye) Abadan veya keçeden yapılmış göçebe çadırı, oba.

hıbab

  • (Çoğulu: Havâbibe) Hısımlık, yakınlık, akrabalık, karâbet.

hibale

  • (Çoğulu: Habâil) Maddi ve manevi şeylerde tuzak, ağ.
  • Kement, bağ.

hibe

  • (Çoğulu: Hıbeb-Hıbâb) Yaban otlarının tohumu.

hıbher

  • Galiz, kaba.

hibrir

  • (Çoğulu: Habârîr) Dağ çiçeği.

hicare

  • (Çoğulu: Hıcer) Su üstünde olan kabarcık.
  • Taş.

hikmet-i ecnebiye / حِكْمَتِ اَجْنَبِيَه

  • (İslâma) yabancı felsefe.

hile

  • Sed. Hâil.
  • Çare.
  • Maslahat ve hayırlı işlerde tedbirli ve tecrübeli olmak.
  • Aldatacak tarz ve tedbir. Fend. Mekir. Dabara.
  • Zeval ve intikal.
  • Sahtekârlık, yalancılık, düzenbazlık.

himem / همم

  • Himmetler, çabalar. (Arapça)

himmet / همت

  • Çaba. (Arapça)
  • Himmet etmek: Çaba göstermek. (Arapça)

hınzab

  • Kısa boylu.
  • Yaban havucu.

hırtopoz

  • (Argo) Anlayışsız, kaba, ahmak kimse.

hiş / hîş / خویش

  • (Çoğulu: Hişân) Akraba. Aynı soydan olan. (Farsça)
  • Kendi. (Farsça)
  • Akraba. (Farsça)

hisab

  • (Çoğulu: Hisâbât) Hesap, aritmetik.

hişan / hîşan

  • (Tekili: Hîş) Akrabalar. Aynı sülâleden olanlar. (Farsça)

hısase

  • Kabahat.
  • Alçaklık, denâet.

hişavend / hîşavend

  • Akraba, soysop. (Farsça)

hişavendan / hîşavendân

  • (Tekili: Hîşâvend) Akrabalar, soysoplar. (Farsça)

hısım

  • Soyca ve evlenme neticesinde aralarında bağ bulunanların beheri. Akraba.

hışır

  • Kavun ve karpuzun kabuk kısmı.
  • Olgunlaşmamış kavun.
  • Kötü bir tabaklama neticesinde, bazı kısımları sert kalan deri.
  • Mc: Kaba, görgüsüz ve salak kimse.

hisse-i şayia / hisse-i şâyia

  • Fık: Müşterek bir malın her bir cüz'üne sirayet eden hisse, pay.
  • Ortaklar arasında taksim edilmemiş olan müşterek mal. Meselâ: Bir kitaba, bir kaç kişi ortak ve taksim de mümkün değil ise; her hissedarın kitabın umumuna sahip olması.

hiyab

  • (Hiyâbet) Kabahat, suç, günah.
  • Kötü bir durumun başlangıcı.
  • Yokluk.

hızak

  • (Tekili: Hızka) Yığınlar, kalabalıklar.

hızır

  • İkinci tabaka-i hayat mertebesine mazhar olan ve Kur'an-ı Kerim tefsirlerinde ismi zikredilen bir zât-ı kerim.

hızka

  • Yığın, kalabalık.

hödük

  • Kaba, nezaketsiz. Gabi, acemi, vurdumduymaz.

homa

  • Denizli'nin Çivril ilçesine bağlı ve şimdiki ismi Gümüşsu olan bir kasaba.

horasan

  • İran'ın doğusunda bir memleket adı. (Farsça)
  • Erzurum vilâyetine bağlı bir kasaba adı. (Farsça)
  • Tuğla tozu ile kireçten yapılan bir nevi sağlam harç ismi. (Farsça)
  • Kelime mânası: Doğan güneş. (Farsça)

hornito

  • İsp. Küçük fırın.
  • Jeo: Genellikle patlamalar neticesinde meydana gelen, lâv fışkırmalarının volkan selleri yüzeyinde meydana getirdiği kabarcık.

hoşbeş

  • Selâmsabah, hatır sorma, birbirine rastlayan iki ahbab arasında söylenilen ilk sözler.

hubab

  • Muhabbet.
  • Mahbub, sevgili olan.
  • Su üzerinde olan kabarcık ki, habab-ül mâ' derler.

hubub

  • (Tekili: Hubüb) (Habâb) Su üzerinde kabarcıklar.

huff

  • Abdest alınırken üzerine meshedilebilen mest vs. gibi ayakkabı.
  • Deve tabanı isimli bir nebat.

hukeşan

  • Tar: Hacı Bektaş şeyhinin Yeniçeri Ocağı nezdindeki vekiline mahsus doksandokuzuncu ortaya 1591 senesinde tâyin olunan Bektaşi müritleri hakkında kullanılır bir tâbirdi. Yeniçeri ocağından yiyip içen ve yeniçeri odalarında yatıp kalkan bu duacıların vazifeleri sabah akşam ordunun selâmet ve muvaffak (Farsça)

hükm-i karakuşi / hükm-i karakuşî

  • Karakuş hükmü.
  • Mc: Hesaba kitaba gelmiyen, mantığa uymayan hüküm.

huleyme

  • (Çoğulu: Huleymât) Memecik.
  • Ciltte, bilhassa dil üzerinde bulunan küçük kabarcıkların beheri.

humak

  • Kabarcık gibi bir şeydir ve insana ârız olur.

hurmet-i müsahere / hurmet-i müsâhere

  • Erkeğin herhangi bir kadın ile zinâ etmesi veya herhangi bir yerine unutarak ve yanılarak da olsa şehvetle (lezzet alarak) dokunması hâlinde, o kadının neseb (soy) ile ve süt ile olan anası ve kızları ile; kadının da o erkeğin oğlu ve babası ile evle nmesinin ebedî, sonsuz olarak haram, yasak olması

hürmet-i müsahere

  • Sıhriyyet sebebi ile hâsıl olan haramlık. Yâni evlenmek sebebi ile meydana gelen akrabalık dolayısıyle hâsıl olan haramlıktır. Bu sıhriyyetin haramlık meydana getirmesi, ister meşru' nikâhla olsun, ister gayr-ı meşru' olsun "hürmet-i müsahere" meydana gelir.Meselâ: Hanefi mezhebinde, bir kimse kendi

huruf-u ecnebi

  • Yabancı harfler.

huruf-u ecnebiye

  • Arap harfleri dışında yabancı harfler, Lâtin harfleri.

hüseyin-i cisri / hüseyin-i cisrî

  • (Hi: 1261- 1327) Suriye ulemasındandır. Baba ve annesi Ehl-i Beyt'tendir. Câmi-ül Ezher'de tahsil görmüş ve zamanının dinî, edebî ve felsefî ilimleriyle iştigal etmiştir. En meşhur eseri "Risale-i Hamidiye"sidir. Türkçeye ve Orducaya tercüme edilmiştir. 1307 senesinde Tercüman-ı Hakikat gazetesi, ki

huşk

  • Kuru, yâbis. (Farsça)
  • Kaba, soğuk. (Farsça)

hüsnü efendi

  • Tahirî Mutlu'nun babasıdır.

husumet-i hariciye

  • Dışa ait düşmanlık, yabancıların düşmanlığı.

huşunet / huşûnet

  • Kabalık, sertlik, inatçılık.
  • Kabalık, kırıcılık.

huşunet-i tab'

  • Tabiat ve huy kabalığı.

hutame

  • Cehennemin beşinci tabakası. İnatçı münkirlerin yeri olup, Gayya Kuyusunun bulunduğu kısım.
  • Cehennemin bir tabakası.
  • Cehennem'in beşinci tabakası.
  • Cehennemin adlarından biri, cehennemin beşinci tabakası.

huveysal

  • (Çoğulu: Huveysalat) Tıb: Ciltte peyda olan bir takım kabarcık.

huyul

  • (Tekili: Hayl) Atlı alaylar.
  • Atlar.
  • Kötülerin meydana getirdiği kalabalık.

huzunet

  • (Çoğulu: Huzen) Sağlamlık. Kabalık, sertlik.

i'tiraf

  • (İtiraf) Kabahatini saklamamak. Suçunu söylemeği kabul etmek. Gizleyip söylemek istemediği şeyi açıklamak.

i'zab

  • Suyu temizleme.
  • Vazgeçme.
  • Azaba düşürme veya düşürülme.

ibavet

  • Yabancı bir adamın bir çocuğa baba gibi olması, babalık yapması.

ibn-i züka / ibn-i zükâ

  • Sabah.

ibrahim

  • İbrahim kelimesi, İbranicede baba anlamına gelen "eb"; ve cumhur demek olan "reham" kelimelerinden meydana gelmiştir. "Ebu-l cumhur" ise; cumhurun babası demektir. Bu ismi meydana getiren kelimelerin ikisinin de hareke veya telaffuzlarını az bir değişiklik yapmakla yine bu mânalar Arapçada vardır. B
  • Halilullah ve Halil-ür Rahman da denir. Peygamberlerden İshak ve İsmâil'in (A.S.) babasıdır. Yirmi sahifelik kitap kendisine nâzil olmuştur. Süryanice konuşurdu. Peygamberimizin de (A.S.V.) ceddi idi. Urfa'da doğduğu da rivayet edilir. Zamanın kralı Nemrud tarafından ateşe atılmak istendi, mu'cize o

ibrahim bin edhem

  • Babası Belh Şehrinin Pâdişahı idi. Hicri 2. asırda yetişmiş büyük bir veliyullahtır. Bir çok kerametleri görülmüş, Allah rızası yolunda dünya saltanatını terk ederek fakirliği kabul etmiş ve bütün ömrünü ibadet ve taat ile geçirmiştir. Kerametleri dillere destandır.

ibtikar

  • Sabahleyin erkenden kalkma.

iç kale

  • Kale duvarlarıyla çevrilmiş şehir ve kasabaların bazılarının ortasında ve en yüksek yerinde yapılan küçük kaleler. Bu çeşit kalelere "bâlâ hisâr" da denilirdi. Bu iç kaleler, düşmanın, surları geçmesi hâlinde veya şehirde bir isyân çıktığı zaman, hükümdar veya kumandanın çekilip kendini müdafaa etme (Türkçe)

icabi / icabî

  • Müsbet. İcaba âit, icaba dair.
  • Lâzım, gerekli, zarurete müteallik.

icram

  • Kabahat yapma, cürüm işleme.

ictihad / ictihâd / اجتهاد

  • Çalışma, çabalama. (Arapça)
  • Görüş. (Arapça)
  • Dinî kaynaklar ışığında görüş bildirme. (Arapça)

içtimaat-ı ünsiyetkarane / içtimâât-ı ünsiyetkârâne

  • Toplu alışkanlıklar ve hoşlanılan kalabalıklar.

ictiram

  • Kabahat yapma, cürüm işleme.

idare fitili

  • Eskiden geceleyin yatak odalarını aydınlatmak için zeytinyağı konmuş küçük bir tabağın içinde yakılan bir çeşit fitilin adıdır. Küçük petrol lâmbalarına da idâre denildiği için bunların fitillerine de bu ad verilir.

ifla'

  • Sütten ayırma, memeden kesme.
  • Yabana kaçma.

iglaz

  • (Galiz. den) Kaba ve fenâ söyleme.

iglazat

  • (Tekili: İglaz) Kaba ve galiz söyleme.

iğrak / iğrâk / اغراق

  • Boğma. (Arapça)
  • Abartma. (Arapça)

igtiyaz

  • Gazaba gelme, kızma, öfkelenme.

igtizab

  • Gücenme, kızma, gazaba gelme, darılma.

igzab

  • (Gazab. dan) Gazaba getirme, hiddetlendirme, kızdırma, öfkelendirme.

ıhşişan / ıhşîşan

  • Kabalığı, inatçılığı ve katılığı fazla olmak.

ihtiba'

  • (Habâ. dan) İyice saklayıp gizleme.

ihtikan

  • Kan toplanması. Bir uzva kan birikmesi sebebi ile oranın şişip kabarması.
  • Şırınga kullanma.

ihtisabiyye

  • İhtisaba (belediyeye) ait vergi.

ihtişam

  • Debdebe. Şanlı görünüş.
  • Etbâ dairesi ve takımının kalabalığı.

ihtital

  • Gizli söylenen sözü dinleme. Kulak kabartma.

ihtiyar elden gitmek

  • Mc: Kendini zaptedememek, hiddet ve gazaba gelmek, irâdeyi kaybetmek.

ıhve-i müteferrikin / ıhve-i müteferrikîn

  • Ana baba bir veya yalnız ana bir yahut da yalnız baba bir erkek kardeşler. (Müennesi: "Ahavat-ı müteferrikat'tır)

ihzariye

  • Aleyhine açılan dâva münasebetiyle getirilen şahıslardan, gönderilen mübaşir veya muhzirin masrafı karşılığı olarak tahsil edilen para. İhzariyeye mübaşir ve muhzirin at ve araba masrafından başka yemek, içmek gibi şahsî masrafları da ilâve edilirdi.
  • Birinin mahkemeye çağrılması için

ikşi'rar

  • Ürperme. Ürkmeden dolayı tüylerin diken diken kalkması ve derinin iğne iğne kabarması.

ılba'

  • (Çoğulu: Alâbâ) Boyun siniri.

ılc

  • (Çoğulu: Uluc-Aluc-Ilce) Kervan.
  • Yabani eşek.
  • Acem küffarından bir erkeğin adı.

illiyyun

  • (Tekili: İlliyyîn) (Aliyyu) Cennetin en yüksek tabakası. Ahirete giden tam kâmil mü'minlerin yeri. Hafaza meleklerinin divanları ismidir ki, salihlerin amelleri oraya yükseltilir. Ahirette yüksek dereceye, dergâh-ı rızâya en yakın olan derecedir.

ilm-i beden

  • (İlm-ül ebdân) Hekimlik bilgisi, tabâbet.

ilm-i tabakat-ül arz

  • Arzın tabakalarından bahseden ilim. Jeoloji.

ilmiye kıyafeti

  • İlmiye mensublarının giyiniş tarzları. İlmiye kıyafeti; şalvar, cübbe ve sarıktı. Bununla birlikte ilmiye mensublarının kıyafetlerinde bazı değişiklikler de vardı. Orta derecedekiler cübbe ile sokağa çıktıkları halde üst tabakayı teşkil eden ricâl kısmı, lata yahut biniş giyerlerdi. Ayrıca ilmiyenin

ilmiye ricali

  • İlmiye tarikinin yüksek tabakasına verilen addır. Bunun yerine "ricâl-i ilmiye" tabiri de kullanılırdı. İlmiye mensubları cübbe ile sokağa çıktıkları halde ilmiye ricali lata yahut biniş giyerlerdi.

iltihat

  • Öfkelenme, kızma, gazaba gelme, hiddet etme.

ilyasin / ilyasîn

  • İlyas demektir. Bazı kıraetlerde "âl yasin" okunduğundan, her iki kıraete de mutabık olmak için imlâsı, "el yasin" suretinde yazılır.Yasin, İlyas Aleyhisselâm'ın babası olmakla Âl-i Yasin, yine İlyas demek olur. Yasin bir de Resul-i Ekrem'in isimlerinden olduğuna göre, bazıları Âl-i Yasin'den murad;

ilyeteyn

  • Kaba etler. Sağ ve sol butlar.

imam-ı muhammed bakır / imam-ı muhammed bâkır

  • (Hi: 75-117) Hz. İmam Zeynelâbidin'in oğlu, Hz. İmam-ı Hüseyin'in torundur. Hz. İmam-ı Ca'fer-i Sadık'ın babasıdır. On iki imamın beşincisidir. Büyük bir âlim ve en meşhur velilerdendir (K.S)

imamzade

  • İmam oğlu. Babası imam veya imam ünvanını hâiz olan adam.

iman-ı taklidi / îmân-ı taklîdî

  • Bir hocadan veya kitaptan okuyup öğrenmeden ana, babasından ve etrâfından görüp işittiği gibi inanmak.

imran / imrân

  • Hz. Meryemin babası.
  • Hazreti Meryemin babası.

imsak vakti / imsâk vakti

  • Oruca başlama zamânı. Ufkun bir yerinde beyazlığın başladığı vakit. Bundan (6-10) dakika sonra beyazlık ufk üzerinde ip gibi yayılınca sabah namazının vakti başlar.

imtisal

  • Nümune kabul etme.
  • Uymak. Ayrılmamak üzere inkıyad etme.
  • Mesel ve kıssa söyleme.
  • Bir şeyin suretine girme.
  • Muvafakat ve mutabakat etme.
  • Katili kısas etme.

in

  • Yabani hayvanların barınağı, yuvası. Mağara.

ince donanma

  • Tar: Hafif gemilerden meydana gelen donanma. Bunun yerine "Hafif Donanma" da denilir. Bunların en meşhurları: Uçurma, varna, beş çifteleri, karamürsel, aktarma, üstüaçık, çiftekayığı, brolik, celiyye, çamlıca, kütük, at kayığı, kancabaş, âyaska, işkampaviya, şahtur, çekelve, kırlangıç, firkate, kali

indibag

  • Deri tabaklama.

inkar-ı semavat / inkâr-ı semâvât

  • Gökyüzündeki tabakaları kabul etmeme.

inkılapvari / inkılâpvâri

  • İnkılâba benzer değişim, dönüşüm.

intaf

  • Kabahat yükleme.

intibar

  • Kabarma, şişme.

intifah

  • Şişkinlik. Şişmek. Kabarmak.
  • Vücud organlarından birinin büyümesi.

intisab

  • (Nasb. dan) Dikilip durmak.
  • Yükseğe kaldırmak.
  • Bir mansaba tayin olunmak.
  • Gr: Kelimenin mansub olması

intisar

  • Saçılmak. Dağılmak.
  • Püskürmek.
  • Toz kabarması. Kabarmak.
  • Buruna su çekmek.
  • Aksırıp tıksırmak.

intişar

  • Dağılmak. Yayılmak. Üremek.
  • Tıb: Yorgunluktan damar şişip kabarmak. Umumileşmek.

intizah

  • Suç ve kabahattan sıyrılma. Temize çıkma.
  • Def-i hâcet yaptıktan sonra temizlenme. Tahâretlenme.

iris

  • yun. Gözümüzün saydam tabakasının arkasında olup, deliği, ışığın az veya çok miktarda olmasına göre genişleyip büzülen tabaka. Kuzahiye.İRKÂ' : Geciktirme.
  • İftira etme.

irkab / irkâb

  • (Rükûb. dan) Bindirme.
  • Binilecek hayvan verme.
  • Araba veya gemi gibi bir vasıtaya bindirme.

irs

  • Vefat eden kimsenin vâsi olup malını almak.
  • Ölen yakın akrabadan kalan mal, miras, mülk.
  • Bir şeyin artığı. Fâsıla nişanları.
  • Mîrâs. Vefât eden bir kimsenin geriye bıraktığı terekesinden (malından) evlât ve akrabâsından sağ kalanlara düşen hisse, pay.

irsen

  • Miras olarak, anadan, babadan geçmek yolu ile.

irticac-ı derya / irticac-ı deryâ

  • Denizin kabarması, dalgalanması.

isa aleyhisselam / îsâ aleyhisselâm

  • İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Yeni bir din getiren peygamber olup, kendisine dört büyük kitaptan biri olan İncîl verildi. Annesinin adı Meryem'dir. Allahü teâlâ onu babasız yarattı.

isa ruhullah / isâ ruhullah

  • İsâ Allah'ın ruhudur (Yani, Beytullah ifadesinde olduğu gibi, sebepler perdesini kaldıran bir tabirdir. "İsa (a.s.), babasız olarak doğrudan İlâhî kudretin tecellisiyle yaratılmıştır" demektir).

isam

  • (İsm. den) Ceza. Bir kabahat veya suçun gerektirdiği netice, karşılık.

ısbah

  • Seher vakti. Sabah vakti.
  • Gafil olmamak. Uyanıklık.

isfar / isfâr

  • Sabah namazının ortalık aydınlanırken kılınışı.
  • Sabah namazını ortalık aydınlanıncaya kadar geciktirmek.

ishak

  • Kur'ân-ı Kerim'de adı geçen peygamberlerdendir. İbrahim (A.S.)ın oğludur. Yakub (A.S.)ın babasıdır.

ıshar

  • (Sıhriyyet. den) Akrabalık, yakınlık, kurbiyet, sıhriyet. Damat olma. Damat edinme.
  • Ulaşmak.
  • Erimek.

iskele

  • Binada yüksek yerleri yapabilmek için kurulan geçici sal.
  • Deniz nakil vasıtalarının yanaşabilmeleri için deniz kıyısında yapılan yer.
  • Deniz kenarında ve deniz vasıtalarının yanaşmasına elverişli kasaba.
  • Bir memleketin deniz yolu ile yapılan ticaretine vasıta olan lima

ispir

  • Arabacı. Arabacının yanında bulunan at uşağı.
  • Zabıta memuru.
  • Beyaz doğan kuşu.

isti'nas-ı efkar / isti'nâs-ı efkâr

  • Düşünce ve fikirlerin alışması, yabancı gelmemesi.

istigrak

  • Gark olmak, dalmak.
  • Dalgınlık.
  • Ist: Seraba kapılmak. Manevî bir hal ile hayret ve taaccübden bayılmak derecesine gelmek.
  • Tas: Dalgınlıkla, zihni bütün bütün meşgul olmak. Aşk-ı İlâhî ile dünyayı unutup kendinden geçmek.
  • Gr: "El" harf-i ta'rifinin, isimleri umu

istigzab

  • Öfkelendirme, kızdırma, gazaba getirme, hiddet ettirme.

istikrab

  • Yaklaştırma, yakınlaştırma.
  • Akraba olma.

istila-yı ecanip / istilâ-yı ecanip

  • Yabancıların işgali.

istinkar / istinkâr

  • İnkâra yeltenme, inkâr etme çabası içinde olma.

istişat

  • (Şatt. dan) Çok kızma, öfkelenme, gazaba gelme.
  • Coşma, taşma.
  • (Kuş) hızla uçma.

istiva

  • Müsavi oluş. Temasül.
  • İ'tidal, istikamet ve karar.
  • Kemalin sâbit olması.
  • Kaba kuşluk zamanı.
  • Yükselmek, yüksek olmak. Üstün olmak.
  • İstila eylemek.

ıter

  • (Tekili: Itret) Nesiller, akrabalar, zürriyetler, aynı soydan gelenler.

itham

  • Kabahatli görmek. Suç isnad etmek. Töhmetlendirmek. Kabahatli görünmek. Töhmetli olmak.

itiraf

  • Kabahatını saklamamak, suçunu söylemeyi kabul etmek, açıklamak.

ıyal / ıyâl

  • Bir kimsenin bakmak (geçindirmek) zorunda olduğu kimseler: Zevce (hanım), çocuklar (erkek ve kız), ana-baba, hizmetçi.

izdiham / izdihâm / ازدحام / اِزْدِحَامْ

  • Kalabalık bir yerde halkın çok birikmesinden meydana gelen sıkıntı.
  • Yoğun kalabalık.
  • Aşırı kalabalık, aşırı yığılma. (Arapça)
  • Aşırı kalabalık.

ıznan

  • Bir kimseyi kabahatlı çıkarma.

kaba necaset / kaba necâset

  • İnsandan çıkınca abdesti veya guslü gerektiren her şey, eti yenmeyen hayvanların, (yarasa hâriç) ve yavrularının yüzülmüş, dabağlanmamış derisi, eti, pisliği ve bevli ile süt çocuğunun pisliği, bevli ve ağız dolusu kusmuğu, insanın ve bütün hayvanlar ın kanı ile şarab, leş, domuz eti ve kümes ve yük

kaba'ser

  • (Çoğulu: Kabâis) Büyük, kuvvetli, sağlam. Zayıf deve yavrusu.
  • Deniz canavarlarından bir canavar.

kabadayı

  • Mc: Cesur, kahraman, cengâver. Eskiden kabadayılar ağırbaşlı, fenalıktan kaçınır, iyiliği sever insanlar oldukları için muhitlerinde hürmet görürlerdi.
  • Kimseden korkmaz görünerek şuna buna meydan okuyan kimse, yiğit taslağı.

kabahat / kabahât

  • (Tekili: Kabahat) Kusurlar, kabahatler. Suçlar, çirkin hareketler.

kabaih / kabâih / قبائح

  • (Tekili: Kabayih) (Kabiha) Kabahatlar. Çirkin işler, kabih haller.
  • Kabahatlar.
  • Suçlular, kabahatliler. (Arapça)

kabiha

  • (Çoğulu: Kabâih) Çirkin davranış, ayıp iş. Fena muamele.

kàbil-i hitap

  • Muhatab olabilen, hitaba lâyık.

kabr-i vahşet

  • Vahşet kabri; yabanilik, vahşilik mezarı.

kabus / kâbûs / كابوس

  • Uykuda ağırlık basması. Korkulu ve insanda hareket bırakmayan rüya. Karabasan.
  • Karabasan. (Arapça)

kadi iyaz / kadî iyaz

  • Lâkabı: Ebu-l Fadl bin Musa el Yahsabî'dir. Muhaddislerin meşhurlarından ve edebiyatçılardan olup, 476 hicrî tarihinde Site kasabasında doğmuş, sonra Endülüse geçerek Kurtuba'da ve diğer ilim merkezlerinde ilim tahsili yapmıştır. Daha sonra Site kasabasında uzun bir zaman durmuş, bir ara Garnata şeh

kadiyanilik / kâdiyânîlik

  • On dokuzuncu yüzyılda, Hindistan'da Mirzâ Gulâm Ahmed tarafından kurulan bozuk yol. Kurucusunun doğum yeri olan Kâdiyan kasabasına nisbetle bu adla anılmaktadır. İsmine nisbetle, Ahmediyye de denilmektedir.

kafr

  • Arz. Çöl. Beyâban.

kağnı

  • (Kağlı) İki tekerleri dingille sâbit öküz arabası.
  • Öküz arabası.

kahvaltı

  • Sabah ve ikindi vakitleri yenilen hafif yemek. (Türkçe)

kaide

  • Esas, temel.
  • Usul, nizam, kural.
  • Taban.
  • Ayaklık.
  • Yaprakların köke birleştiği yer.

kāide / قَاعِدَه

  • Taban.

kaidevi / kaidevî

  • Kaide ve kural ile alâkalı.
  • Mat: Tabana ait.

kalib aleyhisselam / kâlib aleyhisselâm

  • İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Yâkûb aleyhisselâmın on iki oğlundan Şem'ûn'un neslindendir. Babasının ismi Yuknâ'dır. Kendisine Yûşâ aleyhisselâmdan sonra peygamberlik verildi. Mûsâ aleyhisselâma bildirilen dînin emir ve yasaklarını ins anlara tebliğ etti (bildirdi).

kamlul

  • Yabâni hıyar.

kan'ar

  • Büyük, kaba budaklı ağaç.

kanfa

  • Kulakları küçük ve kaba olan kadın. (Müz: Aknef)

kar'

  • Vurmak. Çakmak. Kapı çalmak.
  • Savt. Avâz. Ses.
  • Kabak.
  • Gülsuyu kabı.
  • Eti soyulmuş kemik.

kara'

  • (Tekili: Kar') Su kabakları.
  • Gülsuyu kapları.
  • Deve yavrusunda çıkan beyaz bir sivilce ve kabarcık.
  • Baştaki saçların hastalıktan dökülmesi.

karabet / karâbet / قرابت / قَرَابَتْ

  • Soyca yakınlık. Hısımlık. Akrabalık.
  • Soy, süt ve evlilik yoluyla yakınlık, akrabâlık.
  • Yakınlık, akrabalık.
  • Soyca yakınlık, hısımlık, akrabalık.
  • Yakınlık, akrabalık. (Arapça)
  • Akrabalık, yakın olma.

karabet-i nesebiyye

  • Aynı soydan gelmek suretiyle olan asli hısım ve akrabalık.

karabet-i nesliye / karâbet-i nesliye

  • Soy yakınlığı, akrabalık.

karabet-i rahmiye

  • Soy yakınlığı, akrabalık.

karabet-i sıhriyye

  • Kız alıp vermekle meydana gelen akrabalık, yakınlık, hısımlık.

karaib

  • (Tekili: Karib) Yakınlar, hısımlar. Akraba.

karatis

  • (Tekili: Kırtâs) Kâğıtlar, sahifeler. Kâğıt tabakaları.

karded

  • Kaba mekan. Düz arz.

karikatür

  • Bir insanın veya bir şeyin gülünç bir tarzda yapılan resmi.
  • Kaba, âdi ve mizahi resim.

karin

  • Yakın. Hısım. Akraba.
  • Arkadaş. Yaşı aynı olan arkadaş. Refik. Komşu.
  • Bir şeyi elde eden, nâil olan.
  • Pâdişahın daimi surette yakınında bulunan. Mâbeynci.

karlayl

  • (Thomas Carlyle) (Hi: 1210-1298) İskoçya'da doğmuş, Londra'da ölmüştür. İskoç tarihçisi ve filozofudur. Babası dindar bir duvarcı ustası idi, oğlunu papaz yapmak istiyordu. Onun dinî şüpheleri papaz olmasına mâni oldu. Yedi sene manevî mücahededen sonra imanî mes'elelerde istikrar elde edebilmiştir.

karun / karûn

  • Azaba uğramış ünlü bir zengin.

kasa

  • Kabalık.
  • Şiddet.
  • Katılık.

kasaba / قصبه

  • (Çoğulu: Kasabât) Akciğerdeki nefes borularından herbiri. Bronş.
  • Küçük şehir. Çarşısı olan büyük köy.
  • Ahalisi beş-on bin raddelerinde olan mâmure.
  • Kasaba. (Arapça)

kasabat

  • (Tekili: Kasaba) Bronşlar.
  • Kasabalar.

kası'a

  • Yaban fâresinin ini. Yuvası ve bu yuvadaki iki deliğinden âşikâr olanıdır. Diğeri gizlidir.

kat'-i rahm

  • Sıla-i rahmi yâni akrabâ ile görüşmeyi, haberleşmeyi kesme.

kat'iyyü'd-delalet / kat'iyyü'd-delâlet

  • Metnin mânâya olan işareti kesin olması, "Acaba metinden bu mânâ mı kastediliyor?" şeklinde bir şüphenin bulunmaması.

kat-ı sıla-i rahim

  • Hısım-akrabayı ve özellikle anne-babayı terk etme, bağlantıyı kesme.

kavad

  • Kaltaban. Arsız, gayretsiz.

kavvad

  • Arsız, pezevenk, deyyus, kaltaban, gayretsiz.

kaynata

  • Karı ve kocaya göre birbirlerinin babası.
  • Kayınpeder.

kebbe

  • İzdihamlık, kalabalık.
  • Cenk ve kıtal içinde sür'at etmek. Savaşta acele hareket etmek.

kebe

  • Çobanların ve köylülerin giydikleri yünden bir nevi aba.

kedd

  • Emek. İş. Çalışma, uğraşma, çabalama.

kedu / kedû / كدو

  • Kabak. (Farsça)
  • Mc: Kafatası. (Farsça)
  • Kabak. (Farsça)

kef

  • Elin iç tarafı. Avuç.
  • Ayağın altı, tabanı.
  • Avuç dolusu.

keffaret-i yemin

  • Yaptığı bir yemine sadık kalmayıp bozan bir müslümana lâzım gelen keffâret demektir ki: Muktedir ise, müslim veya gayr-i müslim bir köle veya câriye azad etmekten; muktedir değil ise, on fakiri akşamlı sabahlı doyurmaktan veya on fakire birer parça libas giydirmekten; bu üç şeyden birine muktedir ol

kehmel

  • Ağır ve kaba.

kelale / kelâle

  • Akrabalığı uzaktan olma.
  • Yorulma, tükenme.
  • Bıçak kör olma.

kelalet / kelâlet

  • Yorgunluk. Bitkinlik. Usançlık.
  • Bıçak ve kılıç gibi şeylerin kesmez olması.
  • Akrabalığı uzak olanlar. (Amcazâdeler topluluğu gibi).
  • Kör ve kesmez olan.

kelde

  • (Çoğulu: Külud) Bir parça kaba yer.

kemkam / kemkâm

  • Katı yüzlü, kaba ve tıknaz kimse.
  • Pelit ağacına benzer bir ağacın zamkı veya kabuğu.

kemlul

  • Yabâni hıyar.

kenfile

  • Kaba ve uzun sakal.

kerame

  • İzzet, şeref. Küp ağzına koydukları tabak.

keran

  • Sabah.

kerem

  • Nefaset, izzet, şeref. Al-i-cenâbâne ihsan, inâyet.
  • Kıymetli şeyleri kemal-i rıza-i nefisle verme.
  • Mecd ve şeref.

kerih

  • İğrenç, tiksindirici.
  • Muharebe ve cenkte olan şiddet.
  • Pis, çirkin, fena şey.
  • Nefse kerahetlik vercek kabahat.

kerkes / كركس

  • Akbaba (kuş). (Farsça)
  • Akbaba. (Arapça)

kerretan

  • Sabah ve akşam.

kerşa

  • Karnı büyük kadın.
  • Parmakları kısa düz taban.

kesafet

  • Sıkılık, tokluk.
  • Kalınlık, yoğunluk.
  • Saydam olmama.
  • Koyuluk.
  • Kalabalık.

kesafet-i nüfus

  • Nüfus çokluğu, nüfus yoğunluğu, nüfus kalabalığı.

keşiş

  • Karabaş, evlenmez rahip, manastır rahibi.

kesret

  • Çokluk, bolluk, ziyadelik.
  • Kalabalık.

kesret-i tabaka

  • Çokluk tabakaları.

kezm

  • Bir şeyi ağzına alıp ön dişiyle kırmak.
  • Burnun kısa ve yüksek olması.
  • Parmakları kısacık olmak.
  • Atın dudaklarının kaba ve kısa olması.

kıbti / kıbtî

  • (Çoğulu: Kabâti) Kıbt soyundan olan. Çingene.
  • Çingene ile alâkalı.

kılavuz

  • Yol gösteren, rehber.
  • Vapurlara yol gösteren.
  • Bazı hayvan katarlarının önüne düşüp, onları sevkeden hayvan.
  • Eskiden evlenme işlerine vasıtalık eden kadınlar.
  • Düşman hakkında mâlumât edinmek için ordu hizmetinde kullanılan kişiler.
  • Okçuluk müsabakaların

kına'

  • Başörtüsü, eşarp. Örtü, yaşmak, peçe, nikâb.
  • İçinde hediye gönderilen tabak.

kindir

  • Kaba eşek.

kırtas

  • (Çoğulu: Karâtis) Kâğıt. Kâğıt tabakası, sahife.
  • Kâğıtçı.

kısa'

  • (Tekili: Kas'a) Tabaklar, çanaklar, çömlekler.

kısra

  • Ekincilerin kesmik dedikleri başakta kalan buğday. Buğday çalkandığında kalbur içinde kalan kaba buğday başları.

kıt'a

  • (Çoğulu: Kıtat) Dünyanın kara parçalarından her biri.
  • Memleket. Ülke.
  • Mat: Bir dairenin bir yayı ile onun çapı arasındaki kısım.
  • Tıb: Kesik organın vücudda kalan parçası.
  • Ask: Çok kalabalık olmayan askerî kuvvet.
  • Edb: En az iki beyitten yapılmış manzum

kitabe

  • Kabartılarak veya oyularak sert levhalar üzerine yazılan yazı. Levha olarak yazılan manzum olmayan nesir halinde levha yazma ilmi.
  • Mezartaşı yazısı.

kitabi / kitabî / kitâbî

  • Kitaba dair ve müteallik. Kitaba tabi olan. Kitaba uygun. Kur'an, İncil, Tevrat kitablarından birine inanan. Semavî kitaplardan birine inanan.
  • Kitaba uygun, kitapla ilgili, ilâhî kitaplardan birine inanan.

kıyas-ı mukassim

  • Man: İki şıkkı bulunan ve her iki şıkkın neticesi aynı olan kıyas. (Sultan Mehmed Fatihin, babasına gönderdiği şu haber buna güzel bir numunedir. "Padişan sen isen ordunun başına geç; yok padişah ben isem, sana emrediyorum ordunun başına geç.")

klişe

  • Matbaada tipografik baskıda kullanılan kabartma resim veya yazılar çıkarılmış madeni levha. (Fransızca)

köle

  • Bütün tarihî devirlerde başka milletlerden, yabancılardan zorla kaçırılıp hürriyetten mahrum hale getirilerek hizmette kullanılan erkek. (Türkçe)

koloni

  • Bir ülkenin, sınırları dışında işgal ettiği ve yönettiği ülkeye sıkı bağlarla bağlı arazi. (Fransızca)
  • Başka bir memlekete yerleşmeğe giden göçmen topluluğu veya bir topluluğun yerleştiği yer. (Fransızca)
  • Bir memlekette bulunan yabancılar topluluğu. (Fransızca)

konsolos

  • İtl. Yabancı ülkelerde yurttaşlarının haklarını korumak ve bağlı bulunduğu hükümete siyasî ve ticarî bilgileri vermekle vazifeli hariciye memuru.

kozmopolit

  • Her yabancı şeye karşı alâka gösteren, milliyet duygularından mahrum kimse. (Fransızca)
  • Çeşitli milletlerden insanları içine alan. (Fransızca)

kubh

  • Günah ve çirkin hareket. Kabahat. Suç.
  • Fık: Aklen ve şer'an müstehcen olup dünyada zemme, âhirette azaba ve itaba mahal olan şey.

küf

  • Yetiştiği satıhta kimyevî değişikliklere sebep olan küçük boylu mantarlara verilen umumi ad.
  • Maddelerin oksitlenme neticesinde dış tarafını kaplayan tabaka. Pas.

kufe / kûfe

  • Küfe. Dayanıklı ve kaba büyükçe sepet. (Farsça)

küfe

  • Taze dallardan veya kamıştan örülmüş, derin ve çeşitli boyda kaba sepet. (Farsça)

küfr

  • Allah'a inanmama ve ona ortak koşma.
  • Dinsizlik, imansızlık, kâfirlik.
  • Nankörlük.
  • Kaba, ayıp söz söyleme, sövme.

külam

  • Kaba, muhkem ve sağlam yer.

kümter

  • (Çoğulu: Kemâtir) Kısa boylu kaba adam.
  • Yabani eşek. Vahşi hımar.

kündür

  • (Çoğulu: Kenadir) "Günlük" denilen nesne.
  • Şişman ve kısa boylu kimse.
  • Vahşi hımar, yabani eşek.
  • Büyük çuval.

künübdür

  • Kaba nesne.

kunut

  • Yatsı veya sabah namazlarında ayakta okunan duâ. İbadet. Duâ. Taat. Şükür eylemek.
  • Namazda dünya kelâmından imsak eylemek, yani kendini tutup konuşmamak.

kunut duası / kunût duâsı

  • İtâat etme, ibâdet. Hanefî mezhebinde, vitir namazının üçüncü rek'atinde zamm-ı sûre okunduktan sonra; Şafiî mezhebinde, sabah namazının farzının ikinci rek'atinde rükûdan kalktıktan sonra ve Ramazân-ı şerîf ayının yarısından sonra vitir namazının üç üncü rek'atinde rükûdan kalktıktan sonra okunan d

kura

  • (Tekili: Karye) Karyeler, köyler, kasabalar.

kurab

  • (Tekili: Kurbet) Yakınlar, akrabalar.

kurbet

  • Yakınlık, Allah'a yakınlık.
  • Hısımlık, akrabalık.

küre-i hava

  • Dünyayı kaplayan hava tabakası. Atmosfer.

kureyş

  • Peygamber efendimizin mensub olduğu kabîlenin adı. Peygamber efendimizin on birinci babası olan Kureyş'in (Fihr ibni Mâlik'in) çocukları ve torunları.

kürsi / kürsî

  • Oturulacak yüksekçe yer. Câmilerde vâizin, medreselerde müderrisin oturduğu yer.
  • Taht, serir. Erike. Koltuk.
  • Kaide.
  • Merkez.
  • Vazife.
  • Saltanat, kudret ve mülk.
  • Başkent, hükümet merkezi.
  • Mânevi makam.
  • Arş'ın altına bir semâ tabakas
  • Makam.
  • Arşın altındaki sema tabakası; Allah'ın yer ve gökleri kaplayan hükümranlığı ve ilminin tecellî ettiği yer.

kürtaj

  • Dölyatağı (rahim) veya kemik apsesi boşlukları içinde bulunan yabancı cisim veya hasta organları özel bir âletle çıkarıp almak işlemi. Rahmin temizlenmesi ameliyesi.

kus / kûs

  • Kös. Eskiden muharebelerde deve veya araba üstünde taşınarak çalınan büyük davul. (Farsça)

kuş'aman

  • Büyük erkek akbaba.

kuşa'rire

  • Titreme.
  • Tavuk derisi gibi ürperip kabarmış deri.

kuşiş / kûşiş / كوشش

  • Çalışma, çabalama, gayret sarfetme, uğraşma. (Farsça)
  • Çaba. (Farsça)

kuskus

  • (Çoğulu: Kusâs) Kaba, kısa boylu erkek.

küsse

  • Kaba sakal.

kusur / kusûr

  • Eksiklik, pürüz, özür, kabahat.

kuvvet-i ecnebiye

  • Yabancı güç.

kuzehiye

  • Gözün renkli olan tabakası. İris.

la / lâ

  • Arabçada kelimenin başında nefy edatı'dır. Cevap yerine veya yersiz inkârda kullanılır. "Yoktur, değildir" gibi. Mâzi fiilinin evvelinde bulunan Lâ, duâiye olur. Lâ zâle sıhhatehu: "Sıhhati zâil olmasın" sözündeki gibi.
  • Harf-i atıf da olur. Ve mâba'dını makabline nefyen rabt eder ve

lahd

  • Kabir kazıldıktan sonra, kabrin taban sathından kıble cihetine kabir boyunca, içine ölü sığacak kadar genişlik ve derinlikte kazılan yer.

lakat

  • Yabandan toplanan nesne.
  • Mâdende bulunan gümüş ve altın parçaları.

lando

  • Üstü önden ve arkadan açılıp kapanır, körüklü, geniş araba nevilerinden biridir. Halk arasında "Landon" şeklinde telâffuz edilen bu araba, fayton ve kupalara nazaran daha ağır ve gösterişli idi. (Fransızca)

lane-i peder / lâne-i peder

  • Baba yuvası. Peder evi.

laşe

  • Cife. Kokmuş et parçası.
  • Fık: Karada yaşayıp boğazlanmaksızın ölen veya şer-i şerife uygun olmayan şekilde kesilen kanlı hayvan ve bunların tabaklanmamış (dibagat edilmemiş) derileri.
  • Yenilmesi şer'an haram olan ölmüş hayvan.
  • Zayıf ve cılız hayvan.
  • Mc: Kıyıda

latim / latîm

  • Babası ve annesi olmayan kişi.
  • Yüzünün bir tarafı beyaz olan at.
  • Yarış atlarının dokuzuncusu.

layuhsa / lâyuhsa

  • Hesaba gelmez. Hesabsız. Pek çok.

lazy

  • Hiçbir dîne inanmıyanlar ile müşriklerin (Allahü teâlâya ortak koşanların) azâb görecekleri, Cehennem'in altıncı tabakası.

lebsan

  • Hardala benzer bir ot.
  • Yabani hardal.

ledem

  • Akrabadan nikâhı haram olan.

lehiv

  • (Lehv) Günahlı, şehevi, nefsâni meşguliyet. Kadınla yabancı erkeğin oynaması.
  • Eğlence, oyun.

letac

  • Vahşi sığır, yabani sığır.

levend / لوند

  • Osmanlı deniz eri. (Farsça)
  • Ayyaş. (Farsça)
  • Zampara. (Farsça)
  • Kabadayı. (Farsça)

leyle-i berat / leyle-i berât

  • Berat Gecesi; hicrî ayların sekizincisi olan Şaban ayının on beşinci gecesi.
  • Mübârek gecelerden, Şâban ayının on beşinci gecesi.

lezen

  • Şiddet.
  • Darlık.
  • Halkın kuyu veya ırmak kenarında kalabalık meydana getirmesi.

li-eb

  • Baba bir (kardeşler).

li-ebeveyn

  • Ana ve babaları bir olan kardeşler.

lihyani / lihyanî

  • Uzun ve kaba sakallı olan.

lisan-aşna / lisan-âşnâ

  • Lisan bilir. Yabancı dil bilen. (Farsça)

lücc

  • Engin sular.
  • Gümüş.
  • Ayna.
  • Kalabalık cemaat.

lücce / لجه

  • Kalabalık. (Arapça)
  • Gümüş. (Arapça)
  • Deniz, engin su. (Arapça)

lücec

  • (Tekili: Lücce) Engin denizler.
  • Kalabalık topluluklar, cemaatler.

lügaz

  • (Çoğulu: Elgâz) Meyletmek, eğilmek, yönelmek.
  • Yaban fâresinin delikleri.
  • Yolcuya zahmet veren çapraşık yol.
  • Bilmece.

lühm

  • Kevsec dedikleri balık.
  • Yemen diyârında bir kabile.
  • Etli ve kaba olmak.

lükat

  • Yabana dökülmüş ve saçılmış nesne.

lümme

  • Nişan. Alâmet. Damga. Nokta.
  • Vesvese, kuruntu.
  • Çok cemaat, çok kalabalık.

lüvb

  • Çokluk, kalabalık, izdihamlık.

ma'mure

  • İnsanların bulunduğu bayındır yer. Ma'mur olan yer. Şehir, kasaba.

ma'ret

  • Kabahat, suç, ayıp, günah.

ma'sumiyet

  • Ma'sumluk, kabahatsizlik, suçsuzluk.

ma'zeret

  • Elde olmadan suç, kabahat işleme.
  • Mücbir sebeblerini söyleyerek yardım dileme. Özür dileme.

ma-ba'dettabia

  • (Mâba'de-t tabia) Metafizik. Beş duygu ile bilinmeyen varlıklar hakkında fikrî araştırma yapan felsefe kolu. Bu felsefe ile alâkalı olan.

ma-halakallah

  • Allah'ın (C.C.) yarattığı ve halkettiği her şey.
  • Kalabalık, izdiham.

maakka

  • Çocuğun, anababaya isyan etmesi. Veledin valideyne itaatsizliği.

maba'di

  • (Mâbadi) Sonrası. Bundan sonrası.

macin / mâcin

  • Sapık îtikâdını başkasına bulaştırmak çabasında olan.

magdub

  • Hiddet ve gadaba uğramış. Doğru ve hak dini tanıyamamış ve rahmetten mahrum kalmış. Lütf-u İlâhîden mahrum olmuş.
  • Fık: Gasbolan mal.

mağdub / mağdûb

  • Gazaba uğramış.

magmuz

  • Kabâhatli, suçlu.

mağzub / mağzûb / مغضوب

  • Gazaba uğratılmış. (Arapça)

mah-i taban / mah-i tâbân

  • (Meh-i tâbân) Parlayan ay. Parlak ay.

mahalle

  • (Çoğulu: Mahallât) Şehir ve kasabaların bölündüğü parçalardan herbiri.

mahkeme-i kübra-yı haşir / mahkeme-i kübrâ-yı haşir

  • Haşrin büyük mahkemesi, insanların öldükten sonra diriltilerek hesaba çekilmek üzere toplanacağı büyük mahkeme.

mahrem

  • Gizli.
  • Dince ve şer'an müsaade olunmayan.
  • Birisinin hususi hâllerine ait gizli sır.
  • Nikâh düşmeyen, evlenilmesi haram olan yakın akraba. (Baba, dede, anne, nine, erkek ve kızkardeş, amca, dayı, hala ve teyzeler arasında bir neseb yakınlığı, bir ebedî mahremiyet vardır
  • Gizli, yasak, başkasına haram olan, evlenilmesi haram olan akraba.

mahrut

  • Geo: Tabanı daire olup, yan kenarları bir noktada birleşen geometrik şekil, koni.

mahşer / محشر

  • Toplanma yeri. Kıyametten sonra insanların tekrar dirilip toplanmaları ve toplandıkları yer. Haşir meydanı.
  • Çok kalabalık.
  • Kıyamet yeri. (Arapça)
  • Aşırı kalabalık. (Arapça)

mahşer-i azim / mahşer-i azîm

  • Bütün varlıkların yeniden diriltilip hesaba çekileceği büyük toplanma yeri; mahşer meydanı.

mahşer-i mev'ud

  • Büyük kalabalık, topluluk.

mahsubat / mahsubât

  • (Tekili: Mahsub) Hesab edilmiş olanlar. Hesaba dahil edilmişler.

mahz-ı vahşet / مَحْضِ وَحْشَتْ

  • Tamamen yabânîlik.

makamat

  • (Tekili: Makam ve makame) Makamlar, mertebeler.
  • Cemaatler, cemiyetler, kalabalıklar, topluluklar.

makame

  • (Çoğulu: Makamât) Meclis.
  • Topluluk, cemaat, cemiyet, kalabalık.
  • Nutuk tarzında söylenen sözler.

makhur / makhûr / مقهور

  • Kahrolmuş, yenilmiş. (Arapça)
  • Gazaba uğramış. (Arapça)

makhurane

  • Kahr ve gazaba uğramış hâlde. Gazaba uğramış olanlara benzer şekilde.

makruf

  • Töhmetli kimse.
  • Yabana atılmış nesne.

mamure / mamûre

  • İnsan bulunan, bayındır, şenlikli yer, şehir, kasaba.

mana-yı sarihi / mânâ-yı sarîhî

  • Kur'ân'ın mânâ tabakalarından biri, açıkça anlaşılan mânâ.

manda

  • Kendini idare edemeyen bir memleket ahalisini başka bir yabancı devletin idare etmesi. (Fransızca)
  • t. Camız denen hayvan. Kömüş. (Fransızca)

manga

  • Ask. Tek bir kumandanın kolaylıkla sevk ve idare edebileceği kadar erden kurulu küçük askerî birlik. (Yaklaşık olarak on erden kurulabilecek olan mangada birkaç makinalı tüfek veya tabanca ile avcı erleri bulunur.)
  • Savaş gemilerinde erlerin yattığı koğuş.

marifetaşina / mârifetâşinâ

  • Marifetin yabancısı olmayan.

matara

  • Askerlerin kullandığı üzeri aba ve çeşitli kumaşlarla kaplı madeni su şişesi veya yolculukta kullanılan deriden yapılmış su kabı.

mazrahi / mazrahî

  • Akbaba.
  • Ulu, şerefli kimse.
  • Her beyaz nesne.

mazruf / مظروف

  • Kaba konulan. (Arapça)
  • Zarflı. (Arapça)

me'nus / me'nûs

  • Alışılagelen, yabancı olmayan.

me'sem

  • (Me'seme) Günah. Kabahat, suç.

meb'at

  • Yaban sığırının yatağı.
  • Davar ve deve yatağı.
  • Mekân, menzil.

mecazi rızık / mecâzî rızık

  • Yaşamı devam ettirmek için zorunlu olmayan ve çalışıp çabalamakla elde edilmesi gereken nimetler.

mecl

  • Elin kabarması.
  • Balta gibi bir nesne tutmaktan veya çalışmaktan dolayı elin kabarıp nasırlanması.

mecma-ı azim / mecma-ı azîm

  • Büyük, kalabalık topluluk.

medar-ı sual ve cevap / medâr-ı sual ve cevap

  • Soruya ve cevaba kaynak, sebep.

medbee

  • Kabaklık, kabağı çok olan yer.
  • Kul, abd.

medbug

  • Dibâgat olunmuş, tabaklanmış.

medd

  • Kabarma, uzatma.

medd ü cezir

  • Coğ: Deniz sularının kabarması ve tekrar geriye çekilmesi.

medhun

  • Tabaklanmış deri. (Farsça)

meftihane / meftihâne

  • Yeni bir kitaba veya yeni bir derse başlarken, talebelere hocası tarafından verilen başlama ziyafeti.

mehr-i misl

  • Mehir söylenmeden veya mehir vermemek şartı ile yapılan bir nikahtan sonra, kadının, baba tarafından akrabâsının kadınlarına bakılarak bunlara verilen mehir kadar verilmesi kararlaştırılan altın, gümüş, mal veya herhangi bir menfeat.

mekarib / mekârib

  • (Tekili: Mikreb) Çift sürülen sabanlar.

mele'

  • (Çoğulu: Emlâ) Bir cemâatin ileri gelenleri.
  • Hırs, tama'.
  • Zan.
  • Güzellik.
  • Fls: Kâinatta hiçlik şeklinde boşluk olmadığını, her yerin dolu olduğunu ifade eden bir tabirdir.
  • Dolu mekân.
  • Kalabalık, güruh, cemaat, topluluk. Halk.
  • Doldurma, dolma, doluluk.
  • Kalabalık, topluluk.

melzum

  • Birbirinden ayrılmayan iki şeyden ikinci derecede birisi geleni, ayrılmaya engel olunanı; meselâ, oğul melzumdur, babası lâzımdır (mevlûd-vâlid). Tefsir melzumdur, Kur'ân ise lâzımdır.

memleket

  • (Çoğulu: Memâlik) Bir devletin toprağı, ülke, yurt.
  • Şehir. İl, kasaba.
  • Bir insanın doğup büyüdüğü yer.

menşur

  • (Neşr. den) Neşrolunmuş. Dağıtılmış. Yayılmış. Herkese ilân edilmiş.
  • İşleri dağınık. Perişan.
  • Sultanın emri, mühürsüz mektubu, fermanı.
  • Bayrak.
  • Mat: Alt ve üst tabanları birbirine müsavi ve müvâzi (eşit ve paralel), kenarları da müsâvi ve müvâzi olup yüzleri b

merakib

  • (Merâkibe) (Araba, at, kayık, vapur gibi) binecek vasıtalar. Merkebler.

merakib-i berriye

  • Araba, otomobil, kamyon, at vs. gibi kara nakil vasıtaları.

meratib-i külliye / merâtib-i külliye

  • Büyük ve kalabalık mertebeler.

merd-i garib

  • Yabancı yerlere, gurbete düşmüş kişi.

merdum-girizane / merdum-girîzâne

  • İnsanlardan sıkılarak, kalabalıktan hoşlanmayıp yalnızlık isteyerek.

merdümgiriz

  • İnsanlardan sıkılan, kalabalıktan hoşlanmayıp yalnızlık isteyen.

merdümgirizane

  • Kalabalıktan sıkılıp yalnızlık isteyerek.

merdümgirizlik

  • İnsanlardan sıkılganlık, kalabalıktan hoşlanmayıp yalnızlık isteme hâli.

mesai / mesâi

  • Çalışma, gayret, çaba.

mesai-yi şer'iye / mesâi-yi şer'iye

  • Şeriata uygun olan çalışma ve çabalar.

meşain

  • (Tekili: Şeyn) Kabahatler, ayıp ve lekeler.

meşarib

  • Meşrebler. Mizaclar. Tabiatlar. Huylar.
  • Fehimler. Anlayışlar. Ahlâklar.
  • Su içecek şeyler. Maşrabalar.
  • Köşkler.

meşrık

  • Güneş doğacak cihet. Gündoğusu. Doğu. Şark ciheti.
  • Şems-âbâd, güneşi bol yer. Kış vakti ısınmak için güneşe karşı oturacak yer.
  • Tövbe kapısının adı.

metafizik

  • (Bak: Mâba'det tabia)

metta / mettâ

  • Hz. Yunus'un (a.s.) babasının adı.

mevakib

  • (Tekili: Mevkib) Cemaatler, kalabalıklar, güruhlar, topluluklar.

mevat arazi / mevât arâzi

  • Ölü arâzi. Bir kimsenin mülkünde bulunmayan, mer'a, baltalık ve harman yeri olarak kimseye verilmemiş olan ve gür sesli bir kimsenin köy ve kasaba evlerinin son bulduğu yerden bağırıp sesi duyulmayacak derecede köy ve kasabadan uzak yâni tahmînen yarım saatlik uzaklıkta olan dağlık, taşlık, kıraç, o

mevbil

  • Kaba büyük sopa.
  • Bir kucak odun.

mevludün leh

  • Çocuk kendisinin olduğu tebeyyün eden, bilinen baba.

meydan dayağı

  • Eskiden askeri mekteblerle kışlalarda tatbik edilen cezalardan biridir. Meydanda tatbik edildiği için bu adı almıştır. Arkadaşını yaralamak, hoca ve zâbitine hakarette bulunmak gibi büyük kabahatlerden dolayı verilen bu dayak cezası, saf saf dizilen bütün talebelerin; asker ise kışladaki askerlerin

mezebbe

  • Sinekli yer.
  • Dizin aşağısındaki kaba etlerin etrafı.

mezrevan

  • Dizin aşağısındaki kaba etlerin etrafı.

mihrat

  • Tennur odunu karıştırdıkları âlet.
  • Çiftçi sabanı.

mihşah

  • (Çoğulu: Mehâşi) Kaba kilim.

mikdam

  • (Çoğulu: Makadim) Çok ayaklı.
  • Kıdemli.
  • Çok çabalayıp uğraşan. Fazlaca gayret sarfedip ikdâm eden.

mıkleb

  • Eski kitap ciltlerinin sol kenarındaki kapak. Ekseriya okunan yer belli olsun için araya konurdu.
  • Saban demiri.

mikreb

  • (Çoğulu: Mekârib) Çift sürmede kullanılan saban.

miktebe

  • Tabak üstüne örttükleri nesne.

mıkvem

  • (Çoğulu: Mekâvim) Saban ağacının tutulacak yeri.

miras / mîrâs

  • Ölen kimseden akrabalarına ve yakınlarına kalmış olan mal, mülk.
  • Vefât eden kimsenin, geride kalan akrabâlarına bıraktığı mal ve haklar.

mısbah

  • Kandil. Çıra. Meş'ale. Lâmba. (Aya, güneşe, yıldızlara ve mecâzen de Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) bu isim verilmiştir.)Sabah ve sabahat maddesinden ism-i âlettir ki; sabah gibi lâtif ve kuvvetli aydınlık veren lâmba demektir.

mısbah-ül meshur

  • Sabahlayan, sabahlamış.

mishel

  • Dil, lisan.
  • Eğe, törpü.
  • Ziynet verecek nesne.
  • Yabâni eşek.
  • Dizgin.

mişmak

  • Kağnının iki kolu.
  • Bir nevi araba.

mizra

  • (Çoğulu: Mezâri) Yaba, kürek.

mu'cem

  • İ'câm edilmiş, noktalanmış, noktalı.
  • Hadis şeyhlerinin herbirisi.
  • Harf-ı heca sırasına konularak, her birisinin tarikından müellife kadar gelen rivayetleri toplayan kitaba denir.

mu'terif

  • İtiraf eden. Kendi noksan ve kabahatlerini kabul edip anlatan ve söyleyen.

muahaze-i dünyeviye ve uhreviye

  • Dünya ve âhirette hesaba çekme.

muaheze

  • Sorgulama, hesaba çekme.

muaheze eden

  • Sorgulayan, hesaba çeken.

mübakere

  • Bir işe sabahtan başlamak.

mübalağa / mübâlağa / مبالغه / مُبَالَغَه

  • Bir şeyi çok büyütme, abartma, küçük bir şeyi büyük gösterme.
  • Abartma.
  • Abartı.
  • Abartma. (Arapça)
  • Abartı. (Arapça)
  • Mübalağa edilmek: Abartılmak. (Arapça)
  • Mübalağa etmek: Abartmak. (Arapça)
  • Abartartma.

mübalağacı / mübalâğacı

  • Abartan.

mübalağacuyane / mübâlağacûyâne

  • Abartırcasına.

mübalağakarane / mübalâğakârane / mübâlağakârâne

  • Abartarak.
  • Abartırcasına.

mübalağalı / mübalâğalı

  • Abartılı.

mübalağasız / mübalâğasız

  • Abartısız.

mübalagat / mübalâgat

  • Mübalâğalar, abartılar.

mübalağat / mübalâğat

  • Aşırılıklar, abartmalar.

mücahafe

  • İzdiham etmek, kalabalık yapmak.
  • Birbirine kılıç ve bıçak çekip vuruşmak.

mücahede eden

  • Cihad eden, din uğrunda çaba harcayan.

mücahede etme

  • Cihad etme, din uğrunda çaba harcama.

mücahede-i maneviye / mücâhede-i mâneviye

  • Mânevî mücadele, çaba, gayret, nefis ile savaşma.

mücahid / mücâhid

  • Cihad eden, din uğrunda çaba harcayan.

mücahid-i islam / mücahid-i islâm

  • İslâm mücahidi, din için çaba harcayan.

mücahit

  • Cihat eden, din uğrunda çaba harcayan kimse.

mücrim

  • Cürüm ve kabahat işlemiş olan. Suçlu.

mücşab

  • Haşin, kaba.

müdahale-i ecnebi / müdahale-i ecnebî

  • Yabancı müdahalesi.

müdakee

  • Kalabalık, izdiham, müzahame.

müdamere

  • Sıkıntı ve mihnet içinde sabahlama.

müdebbag

  • Tabaklanmış, dibâgat olunmuş.

müf'am

  • Kabarmış ve yükselmiş su.

müftehan

  • Hoca ile talebeler arasındaki bir kitaba başlangıç ziyafeti. (Farsça)
  • Hazineler. (Farsça)

müftereyat

  • Başkasının üzerine atılan suçlar, kabahatler. İftiralar.

mugas

  • Yaban narının kökü.

mugasmer

  • Kaba dokunmuş kötü bez.

mugazebe

  • Karşılıklı olarak birbirini kızdırıp gazaba getirme.

mugzib

  • (Gazab. dan) Gazaba getiren, kızdıran.

mühacene

  • Kabahat, noksanlık, nâkıslık.
  • Asılsızlık.
  • Ayıplı söz söylemek.
  • İlmi zâyi olmak.

muhaddir

  • Şişiren, kabartan.

muhammer

  • (Hamr. dan) Mayalanmmış, ekşiyip kabarmış.
  • Yoğurulmuş.

muhammir

  • (Hamr. dan) Tahmir eden. Mayalayan. Ekşitip kabartan. Yoğuran.

muhasebe / muhâsebe

  • Sorgu, hesaba çekilme.
  • Hesâblaşma, insanın nefsini hesâba çekmesi.

muhasebe-i kübra / muhasebe-i kübrâ

  • Büyük muhasebe, hesaba çekilme; Allah'ın bütün insanları öldükten sonra dirilttiğinde hayatlarının tamamından hesaba çekmesi.

muhatabat

  • (Tekili: Muhâtaba) Konuşmalar.

muhtemer

  • Mayalandıran. Ekşiyip kabartan.

muhtemir

  • (Hamr. dan) Mayalanan. Mayalanarak ekşiyip kabaran.
  • Örtü ile örtünen. Yaşmaklanan.

mükabere / mükâbere

  • Münakaşada ağız kalabalığı ile karşısındakini yenmeye çalışma, yanlışta direnme, büyüklenme.

mukallid

  • Amelde, yapılacak işlerle ilgili konularda müctehid denilen derin âlime tâbi olan, uyan kimse.
  • İnanılacak şeylerin delillerini araştırmadan, anlamadan, sâdece anasından babasından duyarak îmân eden.
  • Fıkıh âlimlerinin yedinci derecesinde bulunan âlim.

mukarebet

  • (Kurb. dan) Akrabalık, yakınlık.

mukırr

  • (Karâr. dan) Doğruyu ve gerçek olanı söyliyen. Kabahat veya ayıbını gizlemeden söyliyen.
  • Fık: Birinin, kendisinde hakkı olduğunu haber veren kimse.

mukrif

  • Babası köle, anası hürre olan kimse.
  • Anası arabi, babası arabi olmayan deve.

mülmi'

  • Abanoz ağacının âlâsı.
  • Birbirine karışmış nesne.

mümaresat-ı ilzamiyat / mümâresât-ı ilzâmiyat

  • İknâ veya mağlup etmek için çaba harcamaya devam etmek, bu konuda ustalık göstermek.

mümarete

  • Çabalama, uğraşma, gayret sarfetme.

münadale

  • Müsabaka yarışına girmek. Atışma. Atış müsabakası.

münker

  • Allah'ın (C.C.) râzı olmadığı şey.
  • İnkâr edilmiş olan.
  • Şeriatın kabâhat ve haram diye bildirdiği şey. Makbul ve müstehab olmayıp, günah ve kabahat olan.
  • Mezardaki suâl meleklerinden birisinin ismi. Diğerinin ise "Nekir" dir.

mürabaha

  • (Bak: Murabaha)

müruriye

  • Bir köprüden veya yabancı memleketden geçerken verilen para.

mürüvvet

  • İnsaniyet. İnsanlığa uygun olan şeyi yapmak. Güzel ve iyi şeyleri alıp, kötü şeyleri ve hâlleri bırakmak.
  • Ana baba saadeti.
  • Mertlik, yiğitlik.
  • Reculiyet.

müşa'biz

  • (Şa'beze. den) Hokkabaz. Hokkabazlık yapan.

müsabakat

  • Yarış, yarışma, müsâbaka.

müsabık

  • (Sebk. dan) Müsabakaya giren, yarışmaya katılan.
  • Geçen.

musahere / musâhere

  • (Sıhr. dan) Evlenme ile meydana gelen akrabalık.
  • Akrabalık.

müşakehe

  • Benzemek.
  • Hısımlık, akrabalık.

müşakele-i cinsiye / müşâkele-i cinsiye

  • Tür veya soyla ilgili yakınlık, akrabalık.

müsamaha / müsâmaha

  • Hoş görü, başkasının kabahatini görmeme.
  • Terk edilmesi gerekmeyen şeyleri başkasına faydalı olmak için terk etmek.

müşarata / müşârata

  • Şartlaşma, sözleşme. Nefs muhâsebesinin (nefsi hesâba çekmenin) ilk basamağı olup, Allahü teâlânın beğendiği işleri yapma, beğenmediklerinden sakınma ve âhirete hazırlanma husûsunda nefsle sözleşme.

müselles

  • Tâze iken yâni gaz kabarcıkları çıkmadan, köpürmeden önce ısıtılıp, üçte ikisi uçup üçte biri kalan üzüm suyu.

müsennem

  • Kabartma. Kabartmalı olarak hakkedilmiş olan.
  • Ev çatısı veya dam şeklinde olan.

müsevvem

  • Alâmetli, işaretli.
  • Süslü, ziynetli.
  • Yabana otlamaya salıverilen davar.

müstatir

  • Uçan, uçuşan.
  • Yangının veya sabahın intişarı gibi müstaid olan.

müste'men

  • (Emn. den). Ecnebi tebaasından olan, yabancı.
  • Kendisine aman verilmiş olan..

müste'min

  • Eman dileyen. Emane, emniyete erişen, nâil olan. (Gerek müslim, gerek zimmî veya harbî olsun.) İstiman eden. Emin edilmiş.
  • Canının bağışlanması şartiyle teslim olan.
  • Tar: Osmanlı ülkesinde oturmalarına müsaade olunan yabancı devlet tebaası. Osmanlı devleti ile sulh halinde bu

müteallikat

  • Alâkalılar, ilgililer, yakınlar, akrabalar.
  • Yakın olanlar, müteallik olanlar. Akraba.
  • Gr: Bir cümlenin mânasını açıklayan, tamamlayan kelimeler.

mütebasbıs

  • (Basbasa. dan) Yaltaklanan, tabasbus eden.

mütebasbısane / mütebasbısâne

  • Yaltaklanarak, tabasbus ederek. (Farsça)

mütebasbısin / mütebasbısîn

  • (Tekili: Mütebasbıs) Yaltaklananlar, tabasbus edenler.

mütegayyiz

  • (Gayz. dan) Öfkelenen, kızan, tegayyüz eden, gazaba gelen. Kızgın, kızmış kimse.

mütegazzib

  • Hiddetlenen, öfkelenen, kızan, gazaba gelen.

mütehalhıl

  • Kabarmış veya kabartılmış olan. Açılıp parçaları ayrılmış olan.

mütehaşşin

  • Sertlik gösteren, kabalaşan.

müteneffih

  • Övünen.
  • Kabarmış, şişmiş.

mütesabık

  • Müsabaka eden. Birinden üstün gelmek için çalışan.
  • İleri geçmek için yarışmak, birisinden ileri geçmek.

mütesehhir

  • (Çoğulu: Mütesehhirîn) Geceleyin uyuyamayıp sabahlayan.

mütesehhirane / mütesehhirâne

  • Sabahlayarak, gece uyumayarak. (Farsça)

mütesehhirin / mütesehhirîn

  • (Tekili: Mütesehhir) Geceleyin uyumayıp sabahlayanlar.

mütevaris

  • (Veraset. den) Birinden diğerine vâris olup kalan. Babadan oğlu geçen, tevarüs eden.

mütevatir hadis / mütevâtir hadîs

  • Birçok sahâbînin Resûl-i ekremden ve başka birçok kimsenin de bunlardan işittiği ve kitaba yazılıncaya kadar, böyle hep, çok kimselerin haber verdiği hadîs-i şerîfler.

müteverrim

  • (Çoğulu: Müteverrimin) (Verem. den) Kabarık, şiş. Şişiren.
  • Verem olmuş, veremli. Verem illetine giriftar olan.

mütezahim / mütezâhim

  • (Çoğulu: Mütezahimîn) (Ziham. dan) Birbirini iterek, herbirinin üstüne çıkarak biriken kalabalık.
  • Halkın kalabalığından sıkıntıya uğrayan.
  • Kalabalıktan sıkıntı çeken.

mütezahimin / mütezahimîn

  • (Tekili: Mütezahim) İzdihamdan dolayı birbirinin üstüne çıkanlar. Kalabalıktan sıkışanlar.

müttehem

  • (Müttehim) (Vehm. den) Kendinden şüphe olunan, ittiham olunan şey. Töhmetli. Maznun. Zan ile kendine kabahat isnad edilen.

müttehim

  • Birisine zan ile kabahat isnad eden.

müveyzic

  • Yaban üzümü.

muytab / muytâb

  • (Çoğulu: Muytâbân) Kıl dokuyan. Kıldan eşya yapan.

müzahamet

  • Birbirine zahmet verme. Kalabalıktan gelen sıkıntı, sıkıştırma.
  • Bir yere itişe kakışa hücum etme.

muzarreb

  • Kaba dikişli kaftan.

müzdahim

  • (Müzdehim) Kalabalık, izdihamlı, yığılmış.
  • İzdiham ve kalabalık eden.

müzdeham

  • (Zahm. dan) Kalabalık, izdihamlı.

müzdehim

  • (Zahm. dan) Kalabalık, izdihamlı, pek sıkışık.

müzdehimgah / müzdehimgâh

  • Kalabalık yer. (Farsça)

müzerra'

  • Anası, babasından daha şerefli olan.

na'ra

  • (Çoğulu: Na'rât) Yüksek sesle uzun uzun bağırma.
  • Tar: Eskiden yangına giderken ve dönerken kalabalık caddelerde, geçitlerde, dönemeçlerde, meydanlarda tulumbacıların içlerinden "naracı" adı verilen birinin bağırması yerinde kullanılır bir tâbirdir. Nâra atmakla yangın münasebetiyle s

na'ye

  • Birisinin öldüğünü bildiren söz.
  • Bir adamın zünub ve kabahatini izhar ve işaa eden söz.

na-aşna

  • Bilinmeyen, yabancı. (Farsça)

na-mahrem / nâ-mahrem / نَامَحْرَمْ

  • Aralarında evlenmeğe mâni olacak kadar yakınlık bulunmayan. Şer'an evlenmeğe mâni akrabalığı olmayan erkek veya kadın. (Farsça)
  • Yabancı. (Farsça)
  • Yabancı, kendisiyle evlenilmesi haram olmayan kimse.
  • Yabancı, (Evlenilmesi) haram olmayan.

na-şita

  • Sabahtan beri hiç bir şey yememiş olma. (Farsça)

na-teraş

  • Mc: Terbiye görmemiş, kaba saba. Yontulmamış.

na-tıraş

  • Yontulmamış, tıraş olmamış, terbiye görmemiş. Ham, kaba. (Farsça)

naaşna / nââşnâ / نا آشنا

  • Yabancı. (Farsça)

nacileyn

  • Ana ve baba, ecdad ve evlâd, dedeler ve babalar.

nacur

  • Sırça tabak.

nafata

  • Vücutta çıkan sivilce veya kabarcık.

nahçir

  • Av hayvanı. Sayd. (Farsça)
  • Av yeri. (Farsça)
  • Yaban keçisi. (Farsça)

naht

  • Ağacı yontmak suretiyle kabartma şekiller yapma san'atı.
  • Yontma, oyma.

nahur / nâhûr

  • İbrâhim aleyhisselâmın amcası ve üvey babası olan Âzer'in asıl ismi.

naim

  • Bolluk ve bahtiyarlık içinde yaşayış. Nizam-ü hal ve mal.
  • Cennet'in sekiz kısmından dördüncü tabakası.

nakal

  • Bir yerden naklolunduğunda bâki kalan ufak taşlar.
  • Devenin tabanına ârız olur bir hastalık.

nakba

  • Tabanı aşınmış deve.

nakise

  • Kusur, ayıb, eksiklik, kabahat, noksanlık.
  • Gıybet.

nakkar

  • Müzik, çalgı.
  • Gagalıyan.
  • Ağaç, taş ve madeni eşyayı oyarak ve çukurlaştırıp kabartarak ona mücessem şekiller veren sanatkârlar.

namahrem / nâmahrem / نامحرم

  • Mahrem olmayan. (Farsça - Arapça)
  • Nikah düşmeyen kişi. (Farsça - Arapça)
  • Yabancı. (Farsça - Arapça)

namazgah / namazgâh

  • Namaz kılınan yer. İbadetgâh. Eskiden şehir dışında, kırda ve sed üzerinde mihrab konulmak suretiyle namaz kılınmak için yapılan yere verilen addır.
  • Bir kasabanın bütün halkını bir arada bulunduran geniş sahaya da bu ad verilirdi. Bayramlarda ve fevkalâde günlerde kasaba ve civar köy

naşinas / nâşinas / ناشناس

  • Yabancı. (Farsça)

naşiz

  • Karısına karşı çok zâlim olan koca.
  • (Kalb) heyecanla coşma.
  • Kalkmış, kabarmış, atan (damar).

naşize

  • Kocasının hanesinden, izni olmaksızın çıkıp kendisini kocasından haksız yere men'eden kadın. Bu çıkış hakikaten olabileceği gibi, hükmen de olabilir.
  • Kabarmış, şişmiş.

natfe

  • (Nıtfe) : Kabarcık.
  • Ufacık sivilce.

natıf

  • Beyaz kaba helva.

nebh

  • (Çoğulu: Nevâbih) Kabarcık.
  • Toprak.

necaset / necâset

  • Aslı îtibâriyle veya sonradan meydana gelen bir sebeble pis olan şeyler. Namaza mâni olup olmama yönünden; hafif necâset ve kaba necâset, görülüp görülmeme yönünden; mer'î (görülen) ve gayr-i mer'î (görülmeyen) ve akıcı olup olmama yönünden; mâî (akı cı) ve câmid (katı) olmak üzere kısımlara ayrılır

necm

  • (Necim) Yıldız, ahter, kevkeb. Ülker yıldızına da denir. Ülker, onbir yıldızdır. Altısı görünür, gözü kuvvetli olan yedinciyi de görebilir.
  • Belirli olan vakit. (Araplar, vakti yıldızlarla tahdit ederlerdi)
  • Kabak ve hıyar gibi yayvan nebat.
  • Belirli vakitte yapılan vazi

nefh

  • Üflemek, şişmek, üfürük.
  • Kaba kuşluk vaktine varmak.

nefha

  • Üfürmek. Üfürük.
  • Şişmek.
  • Kabarık olan.

nefret

  • Tiksinmek, ürküp kaçmak.
  • Birisinin yakını ve akrabası.

nefs muhasebesi / nefs muhâsebesi

  • İnsanın, dâimâ kötülük ve günâh işlemek istiyen nefsini hesâba çekip, kontrol etmesi ve gerektiğinde onu cezâlandırması

nefta

  • (Nifta) (Çoğulu: Nefat) Çalışmaktan dolayı elde çıkan kabarcık.

nehsek

  • Yaban havucu.

nekab

  • Devenin tabanı aşınmak.

nekib

  • (Çoğulu: Nukabâ) Halkın iyisi.
  • Kâhya.
  • Kefil.
  • Müfettiş, kontrolcü.

nekz

  • Gayret etme, uğraşma, çok çabalama.

neseb

  • Sülâle, hısımlık, karabet, soy. Baba soyu, atalar zinciri.
  • Vuslat.
  • Sülâle, hısımlık, karabet, soy, baba soyu, atalar zinciri.
  • Soy, şecere. Çocuğu ana ve babaya bağlayan kan bağı. Ekseriya baba yönünden olan yakınlık için kullanılır. Babalar ve yukarıya doğru büyük babalar ile oğullar ve aşağıya doğru oğullar arasındaki alâkaya amûdî yakınlık; erkek kardeşler ile bunların oğ ulları ve amca oğulları arasındaki alâkaya ufkî y

nesim-i seher / nesîm-i seher

  • Lâtif sabah rüzgârları.
  • Seher rüzgârı, tan yeli, tatlı sabah rüzgârı.

nesim-i subh

  • Sabah rüzgârı.

nesim-i subh-dem

  • Sabah vakti esen rüzgâr, sabah rüzgârı.

nesr

  • Hamele-i Arş'tan olan bir melek.
  • Akbaba, kartal.
  • Nuh kavminin putlarından birisinin ismi.
  • Yarayı deşmek.
  • Kuşun, eti didiklemesi.
  • Birinin aleyhinde konuşmak.
  • Güneyde bir parlak yıldız. Buna Nesr-ül vâki' denir. Batıdaki yıldıza ise: Nesr-üt-Tair

nesrin / نسرین

  • Yabani gül.
  • Yaban gülü. (Farsça)

nester

  • (Nesteren-Nesterin-Nesterun) Ağustos gülü, yaban gülü. (Farsça)

nesteren / نسترن

  • Yaban gülü. (Farsça)

nev-i müteselsil

  • Varlığı (ana babadan evlâda) zincirleme devam eden tür.

nevs

  • Tehir etmek, sonraya bırakmak.
  • Kaçmak, firar etmek.
  • Vahşi hımar, yabani eşek.

nezaket

  • Naziklik, incelik, zariflik. Kaba olmamak. Edeb, terbiye.

nijm

  • Bazı kış sabahları inen koyu sis. (Farsça)

nikah-ı dahili / nikâh-ı dâhilî

  • İçerden evlenme, akrabadan kız alma.

nikah-ı harici / nikâh-ı hâricî

  • Dışardan evlenme, akraba hâricinden kız alma.

nısf-ül-leyl

  • Gece yarısı yâni Akşam namazının girişi ile, sabah namazının girişi arasındaki vaktin ortası.

nizam

  • Sıra, dizi, düzen. Dizilmiş olan şey, sıralanmış.
  • İcaba göre yapılan kanun. Bir kaideye binaen tertib olunmak ve ona binaen tertib olundukları kaide.
  • Bir işin sebat ve kıyamına medar, sebep olan şey ve hâlet.

nufaha

  • Su üzerindeki kabarcık.

nüffaha

  • (Çoğulu: Nefehâ) Suyun üstünde olan kabarcığı.

nüfuş

  • Yabana yayılmak.
  • Davarların geceleyin yayılıp çobansız otlamaları.

nüsur

  • (Tekili: Nesr) Kartallar. Akbabalar (kuş).

nüzhet

  • İç açıklığı, safa, eğlenme, gönül ferahlığı. (Farsça)
  • Temizlik, paklık. (Farsça)
  • Karışık, bulaşık ve kalabalık yerlerden uzak olmak. Buud. (Farsça)

on iki imam / on iki imâm

  • Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Ehl-i beytinden (akrabâsından) olup, tasavvufun vilâyet yolunda en yüksek derecelere ulaşmış olan on iki büyük zât. Bunların hepsine birden Eimme-i İsnâ aşere de denir.

ordu

  • t. Bir devletin dinini, namusunu, vatan ve istiklâlini her çeşit yabancı taarruz ve tecavüzüne karşı koruyan askerî en büyük üç kuvvetten biri. Hava Ordusu, Deniz Ordusu, Kara Ordusu gibi.
  • En büyük askerî birlik.
  • Aynı iman ve düşünce sahiplerinin faaliyette olanlarının hepsi.

orhan gazi

  • (Mi: 1288 - 1359) Osmanlı Devletinin kurucusu olan Babası Osman Gazi vefat edince (1326) Onun yerine tahta geçti. Onu yetiştiren, Hocası Şeyh Edebâli idi. Genç yaşta gazi akıncılar arasına karıştı, çok cesur ve atılgandı. Akıncı Gaziler onun oğlu Süleyman Paşa kumandasında Rumeli'ye geçtiler. Türbes

özür

  • Bir kusurun afvı için gösterilen sebep.
  • Bahane, sebep.
  • Mâni, engel. Kusur, nakise, sakatlık.
  • Fevz. Zafer.
  • Bir adamın kusur ve kabahatinin çok olması.
  • Fık: Abdesti bozucu ve devamlı olan şey.

paldüm

  • Hayvanın semerinin ileri geri kaymaması için arka ayaklarının kaba etleri üzerinden geçirilen kayış. (Farsça)

palikarya

  • Mc: Kabadayı, yiğit, cesur.
  • Rum gençleri.

papa

  • İtl. (Baba kelimesinden) Roma Katolik kilisesinin ruhâni reisi.

papure

  • İki çift öküz koşulan ağır bir cins saban. (Farsça)

patini / patinî

  • Harman yabası. (Farsça)

pedender

  • Üvey baba. Babalık. (Farsça)

peder / پدر / پَدَرْ

  • Baba. (Farsça)
  • Baba.
  • Baba.
  • Baba. (Farsça)
  • Baba.

peder ve valide

  • Anne ve baba.

pederane / pederâne / پدرانه

  • Babaya yakışır şekilde.
  • Babaya yakışır tarzda, pedercesine. (Farsça)
  • Baba gibi.
  • Babaca. (Farsça)

pederi / pederî / پدری

  • Babalık, pederlik. (Farsça)
  • Babalık. (Farsça)
  • Babaya ait, baba tarafı. (Farsça)

pelas

  • Çul, aba. (Farsça)
  • Eski kilim, keçe vs. (Farsça)

pergale / pergâle

  • Kaba iplikten yapılan bir cins dokuma. (Farsça)
  • Parça. (Farsça)

pot

  • t. Irmakları geçmek için kullanılan sal.
  • Dikişin bir tarafında görülen kumaş kabarığı.

pres ateşeliği

  • Bir ülkenin yabancı ülkede kendini temsil için açtığı büyükelçilik bünyesinde bulunan Basın Ateşeliği.

puç

  • Kaba, çirkin. (Farsça)
  • Boş ve faydasız şey. (Farsça)
  • İçi boş. (Farsça)

püşt-pa

  • Ayak tabanı. (Farsça)

rabb

  • Üveybaba.

rahim

  • (Rehm) Döl yatağı. Çocuğun, içinde yetiştiği ve dişi canlılara mahsus organ.
  • Karabet, akrabalık.
  • Dölyatağı, rahim.
  • Akrabalık.
  • Döl yatağı, akrabalık.

rahm

  • Acıma, koruma, esirgeme, şefkat etmek.
  • Hısımlık, karabet, akrabalık.

rebie

  • (Çoğulu: Rabâyâ) Gözcülük eden kişi.

rebreb

  • Yaban sığırı sürüsü.

rebub

  • Üvey oğul.
  • Üvey baba.

receban

  • Receb ile Şaban ayları.

recrace

  • Asker kalabalığı.
  • Ses çokluğu.

rehan

  • Bahadırlık, kahramanlık.
  • Denemek, tecrübe etmek.
  • At yarıştırmak, müsabaka.

reht

  • (Çoğulu: Erhüt-Erhât-Erâhit) Cemaat, kalabalık.
  • Kavim, kabile.
  • Ondan az olan adamlar.
  • Göbekle diz arası miktarı deri. (Hayızlı avretler giyerler)

rekub

  • Erkeğinin ölümünü bekleyen kadın.
  • Evlâdı durmayan avret.
  • Kalabalıktan suya yaklaşamıyan deve.

reml

  • (Remil) Kum falı, bir takım nokta ve çizgilerle fala bakmak oyunu.
  • Filistin'de bir kasaba.

remli / remlî

  • (Şihâbüddin Remlî) (Mi: 1371-1440) Filistin'in Reml kasabasında doğmuş, Şeyhülislâm'dır. Mecmuat-ul Ahzab'da namı Kutb-ül Ârifîn diye geçer. Kimya-yı Saadet namında salâvatları ile meşhurdur. Fıkh ve tevhide, tasavvufa dair manzumeleri vardır. " İmam-ı Remlî" diye anılır.

reşn

  • Köpeğin, başını kaba sokması.

revolver

  • Tabanca, küçük silah.

ribbi / ribbî

  • (Çoğulu: Ribbiyyun) Büyük kalabalık.

rovelver

  • (Aslı: Revolver-Lüverver) Tabanca. Küçük silâh. Toplu tabanca. Altı patlar denilen, altı mermi alan tabanca. (Fransızca)
  • Peşpeşe altı mermi atabilen bir tür tabanca, altıpatlar.
  • Tabanca.

rü'yet-i taksir / rü'yet-i taksîr

  • Kendini günâhkâr ve kabahatli, kusurlu görmek, kendini suçlamak.

ruh-ul-kuds / rûh-ul-kuds

  • Cebrâil aleyhisselâm.
  • Allahü teâlânın Îsâ aleyhisselâma ihsân ettiği kudret, kuvvet.
  • Hıristiyanlıktaki teslis (üçlü tanrı) inancında, baba-oğul unsurlarından türeyen üçüncü unsur.
  • İsm-i âzam.
  • İncîl.
  • Allahü teâlânın hayat verici, koruyucu mânâsına gelen

rumh

  • (Çoğulu: Rimah-Ermâh) Süngü. Mızrak. Saban kolu. Mc: Fakirlik.

ruz-i ceza / rûz-i cezâ

  • İnsanların diriltilip, hesâba çekilerek amellerinin karşılığının verileceği gün; mahşer günü, kıyâmet günü.

şa'ban

  • (Şâbân) Arabi ayların sekizincisi. Mübârek Şuhur-u selâsenin (Üç ayların) ikincisi.

sa'r

  • Katil zehiri.
  • Kısa boylu adam.
  • Küçük hıyar.
  • Yaban soğanının kökü.

sa'y / سعى

  • Çalışma, Çalışıp çabalama. Gayret sarfetme. Bir maksadın meydana gelmesi için elden geleni yapma.
  • Hızlı yürüme.
  • Cür'et etme.
  • Ziyaret etme.
  • Gammazlık yapma.
  • Ist: Hac veya Umre'de Safâ ile Merve arasında usulüne göre yedi defa gelip gitmektir.
  • Çalışma, çaba gösterme. (Arapça)

saba / sabâ / صبا

  • Meltem, gündoğusunden esen yel. (Arapça)
  • Sabâ makamı. (Arapça)

saba-beraber

  • Sabâ rüzgârı gibi lâtif ve hafif. (Farsça)

sabah-ı haşr

  • Haşir sabahı.

sabahgah / sabahgâh

  • Sabah vakti. (Farsça)

şaban-ı muazzam / şâbân-ı muazzam

  • Mübarek aylardan ikincisi olan Şaban ayı; hicrî ayların sekizincisi.

şaban-ı şerif / şâbân-ı şerif

  • Hicri ayların sekizincisi ve mübarek üç ayların ikincisi olan değerli ve şerefli Şâban ayı.

sabat

  • (Çoğulu: Sevâbıt-Sâbâtât) Pazar sokağı, iki duvar arasının örtüsü (altı yol olur.)

sabuh / sabûh / صبوح

  • Sabah içilen şarap. (Arapça)

sadaka-i fıtır

  • İhtiyâcı olan eşyâdan ve borçlarından fazla olarak, nisâb yâni dinde zenginlik ölçüsü miktarında malı, parası bulunan her hür müslümanın, Ramazân bayramının birinci günü sabâhı, fakirlere vermekle yükümlü oldukları belli miktarlardaki buğday, arpa, hurma veya kuru üzüm yahut kıymetleri kadar altın v

sadaka-i fıtr

  • Ramazan bayramından evvel fıtra olarak verilen sadaka. Zengin (nisaba mâlik) her müslümanın (ihtiyar, genç, çocuk ve hattâ bunak da olsa) fakirlere vermeye mükellef olduğu sadakadır, vâcibdir. Nisaba mâlik olan bir müslüman, hem kendi nefsi için, hem de çocukları, hizmetçisi için sadaka-i fıtır veri

sadi'

  • Sabah vakti.
  • Koyun ve deve bölüğü.
  • Yedi günlük oğlan.

sahih ced / sahîh ced

  • Ölenin babasının babası veya babasının babasının babası gibi derecesi yakın olsun uzak olsun aralarında kadın bulunmayan dede. Yâni araya kadın girmeyen büyük baba.

sahtiyan

  • Boyanmış, cilâlanmış deri. Tabaklanmış deri. (Farsça)

saiy / سعى

  • Çalışma, çaba. (Arapça)

sakalan / sakalân

  • İnsanlar ve cinler.
  • Kıymetlerini bildirmek için, Kur'ân-ı kerîm ve Ehl-i beyte (yâni Peygamber efendimizin akrabâlarına) verilen isim.

sakar / سَقَرْ

  • Cehennemin bir tabakası.

şakik / şakîk

  • İkiye bölünmüş bir şeyin yarısı.
  • Ana baba bir erkek kardeş.
  • Ferâiz ilminde yâni mîrâs hukûkunda ana-baba bir erkek kardeşler (Benül-a'yân). Ana-baba bir kız kardeşe şakîka denir.

şakika

  • (Çoğulu: Şakayık) Yarım baş ağrısı.
  • Ana - baba bir olan kız kardeş. Öz kız kardeş.
  • Çatlak, yarık.
  • Ana baba bir kız kardeş.
  • Yarım başağrısı.

sakil

  • (Sıklet. den) Ağır, can sıkan, sıkıcı. Çirkin kaba.

sako

  • Üst tarafa giyilen elbise. (Ceket, aba, palto gibi)

salat-ı fecr / salât-ı fecr

  • Sabah namazı.

salat-ül fecr / salât-ül fecr

  • Sabah namazı.

şam u seher

  • Akşam sabah.

samid

  • Yükselen, başını kaldırıp göğsünü kabartan.
  • Hayrette kalan.
  • Gafil.

samkuk

  • Kaba adam.

şarih / şârih

  • Şerh eden, bir kitaba açıklama yazan kimse.

şaryo

  • Araba. Yazı makinelerinde, daktilolarda kâğıdın takıldığı kısım. (Fransızca)

satim

  • (Çoğulu: Sutem) Galiz, kaba.

sayda'

  • Çömlek yapılan toprak.
  • Kaba ve galiz yer.
  • Belde ismi.

sayibe

  • (Çoğulu: Siyeb) Adak için ayrılıp üstüne binilmeyen ve sütü içilmeyen dişi deve.
  • "Ümm-ül bahire" adı verilen ve peşpeşe üç dişi deve doğuran deve. Bu deveye de binilmez, sütü sağılmaz. Yabana salarlar, ölünceye kadar gezer.

sayime

  • (Çoğulu: Sevâyim) Yılın ekserinde yabanda yürüyen davar.

se'ir / se'îr

  • Cehennem'i meydana getiren tabakaların ikincisi. Burada Tevrât'ı değiştirenler yanacaktır.

şe'z

  • Kaba ve katı.

seab

  • (Çoğulu: Sâbân) Sel yolu. Su akıtmak mânasına mastar.

şebgir / şebgîr / شبگير

  • (Şeb-gir) Geceleyin uyumayan. (Farsça)
  • Sabah vakti. (Farsça)
  • Gece giden kervan. (Farsça)
  • Geceleri uyuyamayan, uykusuzluk çeken. (Farsça)
  • Sabah. (Farsça)

şecere-i yaktin / şecere-i yaktîn

  • Kabak ağacı.
  • Yaktîn ağacı. Kabak kökeni.

şeddad

  • Kâfir.
  • Çok eskiden Yemen'de Âd Kavminin hükümdarı Allah'a isyan ederek Cennet'e benzetmek iddiasiyle İrem bağını yaptırmış, bu bağdaki köşke girmeden kavmi ile yani taraftarlariyle birlikte gazaba uğramış, çarpılmış, yerin dibine geçmiştir.

sedef

  • Karanlık ve aydınlığın karışması.
  • Gece ve sabah.
  • Sabahın evveli.

şefakat-ı übüvvet

  • Babalık şefkati.

şefkat-i akraba

  • Akrabaya karşı duyulan şefkat.

şefkat-i pederane / şefkat-i pederâne

  • Baba şefkati gibi.

seher

  • Tan. Sabah olmağa başladığı vakit.
  • Fık: İkinci fecirden biraz evvel olan vakit.
  • Tan, sabah olmaya başladığı vakit.

sehergah / sehergâh

  • Sabahlık. Sabah zamanı. Sabah vaktine âit. (Farsça)

seherhiz / seherhîz

  • Sabahları erken kalkan. Erkenci. (Farsça)
  • Sabahleyin esen. (Farsça)

şehrü'l-haram

  • Kan dökmek ve savaş yapmak haram olan ay: Muharrem, Recep, Şaban, Ramazan ayları.

sekar

  • Cehennem'i meydana getiren tabakalardan üçüncüsü. Burada İncîl'i değiştirenler azâb görecektir.

selef-i salihin / selef-i sâlihîn

  • Sabahe ve Tabiîn gibi ilk devir müslümanları, ilk devir İslâm büyükleri.

semacet

  • Kötü görünüş, çirkinlik.
  • Söz çirkinliği.
  • Kabahat.

semere-i sa'y

  • Çalışma ve çabalamayla ortaya çıkan netice, meyve.

semunyun

  • Yaban kerevizi.

şenes

  • Galiz. Kaba.

sepidedem

  • Sabah aydınlığı. (Farsça)

şerab / şerâb

  • Alkollü içkilerden. Pişmemiş üzüm suyunun havasız fıçılarda durmasıyla gaz habbeleri (kabarcıkları) ve köpük çıkararak kokuşup mayalanması netîcesinde meydana gelen ve içilince sarhoş eden içki. Hamr.

serd

  • Bârid, soğuk, bürudetli olan. (Farsça)
  • Sert, kaba, hoyrat. (Farsça)

serdi / serdî

  • Soğukluk, bürudet. (Farsça)
  • Kabalık, sertlik, hoyratlık. (Farsça)

şeres

  • Elin yarılması.
  • Kaba ve galiz olmak.

şerib

  • Yabancı kimse ile oturup şarap içen.
  • Davarını yabancı kimsenin davarıyla birlikte sulamak.

şernis

  • Eli ve ayağı kaba olan.

şerz

  • (Çoğulu: Şerâriz-Şevâriz) Şiddet.
  • Zorluk.
  • Kuvvet.
  • Kalabalık, galizlik. Kat'etmek, kesmek.

sev'eteyn

  • Kadın ve erkeğin galiz yâni kaba avret mahalli, ön ve arka uzuvları; iki abdest bozma uzvu.

sevabık

  • (Tekili: Sâbıka) Geçmiş şeyler. Geçmiş haller. Geçmişte işlenmiş suç ve kabahatlar.

sevad

  • Karaltı. Uzakta karaltı halinde görülen kalabalık.
  • Ekseri insanlar.
  • Şehir. Kasaba. Karye. Köy.
  • Karartı. Yazı karalama.

sevam

  • Yabanda otlayıp gezen hayvan.
  • (Tekili: Sâmme) Zehirli hayvanlar.

seyh

  • Yere batmak.
  • Sefer.
  • Akarsu.
  • Dikilmiş aba.
  • Atâ etmek, hediye vermek.
  • Çizgili elbise.

şeyn

  • Kusur, ayıp, noksan, kabahat. Yaramaz şey.

şezen

  • Nahiye, cânip, taraf.
  • Kaba ve sağlam yer.

şifabahş / şifâbahş / شفابخش

  • Şifa verme, iyileştirme. (Arapça - Farsça)
  • Şifâbahş olmak: Şifa vermek, iyileştirmek. (Arapça - Farsça)

sıhr / صهر

  • Damat yahut enişte.
  • Huk: Karı-kocadan biri ile diğerinin kan hısımları arasındaki akrabalık.
  • Evlilikten doğan akrabalık. (Arapça)

sıhri / sıhrî

  • Evlenmelerden meydana gelen akrabalık.

sıhriyet / صهریت

  • Evlenmek suretiyle meydana gelen akrabalık.
  • Evlilikten doğan akrabalık, kan bağı. (Arapça)

sikaye

  • Su içilen kap. Maşraba.
  • İçme suyunun toplanması için yapılan yer.

sıla

  • Kavuşmak, ulaşmak, vuslat.
  • Âşıkın mâşukuna kavuşması.
  • Doğduğu yeri, hısım akrabayı gidip görme.
  • Bahşiş, hediye.
  • Gr: Cümlenin içinde ism-i mensub bulunmasıyla, dahil olduğu cümlenin evvelce mâlum olması iktiza eder. İçinde bulunduğu cümleyi sonradan gelen cümle
  • Ulaşma.
  • Yurdu, hısım akrabayı gidip görme.

sıla-i rahim

  • Hısım akrabayı ve mü'minleri ziyaret etme, onlarla görüşme ve mektuplaşma; alâkayı devam ettirme.
  • Akrabanın kusurlarını affetme.
  • Akrabalık bağı, yakınlarla bağ kurma.
  • Akrabaları ziyaret.
  • Gurbette bulunanın memleketine gelip akrabasına kavuşması.

sıla-i rahm

  • Akrabayla ilişkiyi sürdürme; alâkayı devam ettirme.
  • Akrabâyı, yâni ana, baba, dede, çocuklar ve torunları; süt ve evlilik yoluyla olan yakınları ziyâret etmek, gözetmek ve onlara yardım etmek.

sılairahim / sılâirahim

  • Akrabalarla alâkayı kesmeyip devam ettirmek.

silak

  • Diş dibinde olan kabarcıklar.
  • Belâgatla okuyan hatip.

sınıf

  • Kısım, bölüm, tabaka.
  • Kısım, bölüm, tabaka.

sinn

  • (Çoğulu: Esnân) Yaş. Yaşanmış olan zaman.
  • Diş.
  • Medine'de bir dağın ismi.
  • Yaban öküzü.

sınvu ebi / sınvu ebî

  • Babamın kardeşi.

sırr-ı al-i aba / sırr-ı âl-i abâ

  • Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendisiyle beraber kızı Hz. Fatıma, damadı Hz. Ali ve torunları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in üzerini mübarek abâsıyla örttüğünden bu isimle anılmalarının sırrı.

şirrib

  • Şaraba karşı hırsı olan.

şit (şis) aleyhisselam / şit (şîs) aleyhisselâm

  • Âdem aleyhisselâmdan sonra gönderilen peygamber. Âdem aleyhisselâmın oğludur. Babası vefât edince peygamber oldu. Kendisine elli suhuf kitâb verildi. Şit ismi İbrânice olup Arapça'da Allah'ın hibesi (hediyesi) mânâsındadır. Şit yerine Şîs de denilmiştir.

şitaban / şitâbân / شتابان

  • Koşan, seğirten. (Farsça)
  • Şitâbân olmak: Koşmak, seğirtmek. (Farsça)

sitebr / ستبر

  • Kalın, kaba, yoğun. (Farsça)
  • Kalın. (Farsça)
  • Yoğun. (Farsça)
  • Kaba. (Farsça)

siyaset-i ecanib / siyaset-i ecânib

  • Yabancıların siyaseti.

stratosfer

  • Atmosferin ortalama 30 km. kalınlığındaki ikinci tabakası. (Fransızca)

subaşı

  • Şimdiki zabıta ve daha ziyade belediye memurlarının gördükleri işleri gören ve kasabaların idaresi başında bulunan memurun ünvanı idi.

şubede / شعبده

  • Hokkabazlık. (Farsça)

şubedebaz / şubedebâz / شعبده باز

  • Hokkabaz. (Farsça)

subh / صبح

  • Sabah.
  • Sabah vakti. Sabah. Tan vakti. Şafak zamanı.
  • Sabah vakti, tan yeri.
  • Sabah. (Arapça)

subh ü mesa / subh ü mesâ / صبح و مسا

  • Sabah akşam.

subh-misal

  • Sabahın aydınlığı gibi, sabaha benzer.

subh-u haşir / صُبْحُ حَشْرْ

  • Haşir sabahı.
  • Ölüleri dirilterek toplama sabahı.

subh-u kıyamet / صُبْحُ قِيَامَتْ

  • Diriliş sabahı.
  • Kıyametten sonraki sabah. Kıyamet sabahı.
  • Kıyamet sabahı.

subh-u mahşer

  • Mahşer sabahı.

subha

  • Nur ve azamet.
  • Sabahla öğle arası, kuşluk vakti.
  • Sabah uykusu.

subhdem / صبح دم

  • Sabah vakti. (Farsça)
  • Sabah vakti, sabahleyin. (Arapça - Farsça)

subhgah / subhgâh / صبحگاه

  • Sabah vakti. Tan yeri. (Farsça)
  • Sabah vakti, sabahleyin. (Arapça - Farsça)

şübke

  • (Çoğulu: Şübük) Yakınlık. Akrabalık, hısımlık.

süfera-yi ecnebiye

  • Yabancı devlet sefirleri. Yabancı devlet elçileri.

süham

  • Yabanda biten ot.
  • Yaz ısısı.
  • Sıcak yel.
  • Tegayyür, değişme.
  • Ziyan, zarar.

suhar

  • Umman kasabası.
  • Bir erkek ismi.

sühme

  • Nasip.
  • Hısımlık, akrabalık, karâbet.

sühumet

  • Akrabalık, hısımlık.

şuhur-u selase / şuhûr-u selâse

  • Üç aylar; Recep, Şaban ve Ramazan ayları.

şühur-u selase / şühur-u selâse

  • Arabî üç aylar. Receb, Şaban ve Ramazan ayları.

sükala'

  • (Tekili: Sakil) Ağırlar. Kabalar. Çirkinler. Sözü sohbeti çekilmeyen kimseler.

sukbe

  • (Çoğulu: Sukub - Sukab - Sukabât) Delik.

sükuredyun

  • Yaban sarmısağı.

süleyman

  • Beni İsrail Peygamberlerindendir. Davud (A.S.) ın oğludur. Babasının vasiyyeti üzerine Beyt-ül Makdisi yedi senede inşa ettirdi. Kudüste büyük bir hükümet sarayı yaptırdı. Şark ve garb melikleri kendisine itaate geldiler. Kırk sene hem peygamberlik, hem padişahlık yaptı. Beni İsrailden Yahuda ve Bün

sultan-ül-ulema / sultân-ül-ulemâ

  • İzzeddîn bin Abdüsselâm ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin babası gibi birçok İslâm âlimine, derin ve geniş ilimleri ve İslâm'a hizmetleri sebebiyle verilen lakab (isim).

sündüs

  • Sırmadan kabartma deseni. Eski bir çeşit ipekli kumaş. Parlak renkli, çiçekli, işlemeli, nakışlı olarak dokunmuş ipek kumaş. Altun veya gümüş tellerle işlemeli ve nakışlı olarak dokunmuş ipek kumaşlardan biri.

suretlerin tahrimi / sûretlerin tahrimi

  • Resimlerin haram kılınması, yasaklanması; haset, gurur, riya, şehvet gibi nefsanî duyguları kabartan ve İslâmiyetin sakındırdığı sonuçların doğmasına sebep olan resimlerin, fotoğrafların yasaklanması.

şütum-i galiza

  • Galiz ve kaba küfürler.

suva'

  • Sa' denilen ve ahkâm-ı İslâmiyede muteber olan ölçek.
  • Su içmek için kullanılan taş. Maşraba.

ta'rik

  • Şaraba biraz su katmak.
  • Kovayı doldurmak.
  • Terletmek.
  • Hastalık veya perhizden dolayı zayıflamak.

ta'yir

  • (Çoğulu: Ta'yirât) Kabahati yüze vurarak utandırma.

ta'zib

  • Davarları gece yabanda otlatıp eve getirmemek.

ta-be-sabah / tâ-be-sabah

  • Sabaha kadar.

taallukat / taallukât / taallûkat / تعلقات

  • Bir kimsenin yakınları, akrabaları. Alâkalılar.
  • İlgililer, yakınlar, akrabalar.
  • Yakın akrabalar.
  • İlgili olanlar. (Arapça)
  • Akraba, yakınlar. (Arapça)

tabak / طبق

  • Tabak. (Arapça)

tabak-çe

  • Küçük tabak. (Farsça)

tabaka-i arz

  • Yer tabakası.

tabaka-ı avam

  • Halk tabakası.

tabaka-i avam / tabaka-i avâm / طَبَقَۀِ عَوَامْ

  • Halk tabakası.
  • Sıradan halk tabakası.

tabaka-i azime / tabaka-i azîme

  • Büyük tabaka.

tabaka-i esiriye / tabaka-i esîriye

  • Esir maddesinden meydana gelen tabaka.

tabaka-i havaiye

  • Hava tabakası, atmosfer.

tabaka-i havas / tabaka-i havâs / طَبَقَۀِ خَوَاصْ

  • Zenginler, seçkinler tabakası.
  • Üst tabaka.

tabaka-i havass / tabaka-i havâss

  • Toplumun üst seviyesini meydana getiren seçkinler tabakası.

tabaka-i hayat

  • Hayat tabakası.
  • Hayat tabakası. Kabirdeki hayat, dünya hayatı gibi.

tabaka-i hükumet / tabaka-i hükûmet

  • Yönetim tabakası.

tabaka-i insaniye / tabaka-i insâniye

  • İnsanlık tabakası, derecesi.

tabaka-i işariye

  • İşaret edilen mânâ tabakası.

tabaka-i mahlukat / tabaka-i mahlûkat

  • Yaratılanlar varlıkların bir sınıfı, bir tabakası.

tabaka-i mesturiyet

  • Gizlilik tabakası.
  • Gizlilik tabakası. Örtülü oluş.

tabaka-i mevcudat-ı nefsiye

  • Nefsin hoşuna giden varlıklar tabakası.

tabaka-i muazzama

  • En büyük tabaka.

tabaka-i nariye / tabaka-i nâriye

  • Ateş tabakası.

tabaka-i nas / tabaka-i nâs

  • Halk tabakası.

tabaka-i semavat / tabaka-i semâvat

  • Gökyüzü tabakaları.

tabaka-i sevabit / tabaka-i sevâbit

  • Yerlerinde sabit olarak duran yıldızlar tabakası.
  • Sabit bilinen yıldızlar tabakası.

tabaka-i süfla / tabaka-i süflâ

  • Alt tabaka; fakir ve sosyal statüsü düşük tabaka.

tabaka-i türabiye

  • Toprak tabakası.

tabaka-i ula / tabaka-i ûlâ

  • İlk tabaka.

tabaka-i vücud

  • Varlık tabakası.

tabaka-yı havas

  • Seçkinler tabakası, aydınlar sınıfı.

tabaka-yı ulya / tabaka-yı ulyâ

  • Yüksek tabaka; zengin, aydın ve sosyal statüsü yüksek tabaka; zenginler, yöneticiler ve saire.

tabakat / tabakât

  • Tabakalar. Katlar. Gruplar. Dereceler.
  • Tabakalar, dereceler.
  • Tabakalar.

tabakat-ı alem / tabakat-ı âlem

  • Âlem tabakaları.

tabakat-ı arz

  • Yeryüzünü oluşturan tabakalar.

tabakat-ı beşer

  • İnsan tabakaları.

tabakat-ı beşeriye

  • İnsan tabakaları, sınıfları.

tabakat-ı ehl-i kemal / tabakat-ı ehl-i kemâl

  • Olgunluk ve fazilet sahibi insanların tabakaları.

tabakat-ı evliya / tabakat-ı evliyâ

  • Velilerin tabakaları, dereceleri.

tabakat-ı havaiye

  • Hava tabakaları, atmosfer.

tabakat-ı hitabiye

  • Hitap tabakaları.

tabakat-ı hüsün ve cemal ve fazl ve kemal / tabakat-ı hüsün ve cemâl ve fazl ve kemâl

  • Güzellik, üstünlük ve mükemmellik tabakaları.

tabakat-ı işariye

  • İşaret tabakası, derecesi.

tabakat-ı kainat / tabakat-ı kâinat

  • Kâinat tabakaları, yaratılmış sınıflar.

tabakat-ı kelamiye / tabakat-ı kelâmiye

  • Söz tabakaları, alanları.

tabakat-ı kemal ve muhabbet / tabakat-ı kemâl ve muhabbet

  • Sevgi ve olgunluk tabakaları, katmanları.

tabakat-ı kesret

  • Çokluk tabakaları; sayısız varlıklardan oluşan tabakalar.

tabakat-ı kümmelin-i insaniye / tabakat-ı kümmelîn-i insaniye

  • Mükemmel insan tabakaları, grupları.

tabakat-ı mahlukat / tabakat-ı mahlûkat

  • Varlık tabakaları.

tabakat-ı mevcudat

  • Varlıkların tabakaları, grupları.

tabakat-ı mezkure / tabakat-ı mezkûre

  • Adı geçen, ifade edilen tabakalar, sınıflar.

tabakat-ı muhtelife

  • Çeşitli tabakalar.

tabakat-ı mütefavite / tabakât-ı mütefavite

  • Farklı aşamalar, safhalar, tabakalar.

tabakat-ı rahmet

  • Rahmet tabakaları.

tabakat-ı seb'a

  • Yedi tabaka.

tabakat-ı sıfat / tabakat-ı sıfât

  • Sıfat tabakaları.

tabakat-ı ulema

  • Âlimler tabakası, âlimler sınıfı.

tabakat-ı vücud

  • Varlık tabakaları.

tabakat-ı vücut

  • Varlık tabakaları.

tabakat-ül-fukaha / tabakât-ül-fukahâ

  • Fıkıh âlimlerinin tabakası. Helâl ve haramı, emir ve yasakları bildiren fıkıh ilmi ile uğraşan âlimlerin dereceleri.
  • Fıkıh âlimlerini derecelerine göre tertîb edip (sıralayıp), hayatlarını ve eserlerini anlatan kitablar.

tabakhane / tabakhâne / طبق خانه

  • Derilerin sepilendiği yer, tabakhane. (Arapça - Farsça)

tabasbus / تبصبص

  • Yardakçılık, yaltaklanma. (Arapça)
  • Tabasbus etmek: Yaltaklanmak. (Arapça)

tabasbusat / tabasbusât

  • (Tekili: Tabasbus) Tabasbuslar, alçakça yalvarmalar, yaltaklanmalar.

taben

  • (Tabâne-Tabâniye) Akıllılık.

taberi / taberî

  • (Ebu Cafer Muhammed bin Cerir İbn-i Yezid) (Hi: 224 - 310) İslâm tarihçisi ve müfessiri olup Taberistan'da doğmuş, 7 yaşında Kur'anı hıfz edip bütün ömrünü ilme vakf etmiştir. Babasının adına izafetle Ceririye adlı bir fıkıh mektebi kurmuştur. İbn-i Cerir-et Taberî adı meşhurdur. Kur'an-ı Kerimin bü

tabeseher

  • Sabaha kadar.

tagaddi

  • (Gıda. dan) Gıdalanmak, beslenmek.
  • Sabah yemeği.

tagdiye

  • Sabah yemeği yedirmek.
  • Gıdalandırmak, beslemek. Beslenmek.

taglib

  • Edb: Bir alâkadan dolayı bir kelimeyi, başka bir mânayı da içine alacak şekilde kullanma. Baba ile anaya "Ebeveyn" denilmesi gibi.

tağlib

  • Bir alâka ve ilgiden dolayı bir kelimeyi, başka bir mânâyı da içine alacak şekilde kullanma, ana-babaya ebeveyn denilmesi gibi.

taglis

  • Fık: Kurban bayramının ilk gününde Müzdelife'de bulunanlar için o günün Sabah Namazını fecri müteakib daha ortalık karanlık iken kılmak. (Bu çok efdaldir)
  • Bir işi üzerine almak.
  • Sabah karanlığında sefer etmek.

tagliz

  • (Gılzet. den) Kabalaştırma. Kaba ve galiz yapma.
  • Kaba söyleme.
  • Pahalanma.

tahşin

  • İri ve kaba etmek.

taht-ı belkıs

  • Belkıs'ın tahtı. (Çok eski mecusi Yemen padişahlarından Şerahil'in kızı Belkıs, başka kardeşi olmadığından babasının yerine Yemen'e hükümdar olmuş idi. Sonra Süleyman Aleyhisselâm ile evlendi. Onun mu'cizeleriyle imana geldi.) Bak: Hüdhüd, Süleyman (A.S.)

tahtie

  • Bir kimseyi veya bir şeyi hatalı görmek, hata isnad etmek, yanıltmak. "Bu hatadır" diye iddia etmek.
  • Ist: "Mezhebim haktır, hata ihtimali var. Başka mezheb hatadır, savaba ihtimal var" diyenler ki, bu hatalı anlayışa izafeten "Tahtie" denmiştir.

takayyüd

  • Bağlanma. Bağlı olmak. Kayıtlı bulunmak.
  • Çalışmak. Çabalamak. Uğraşmak.
  • Dikkatli davranmak.

takbih / takbîh / تَقْب۪يحْ

  • Çirkin görmek. Beğenmemek.
  • Kabahatli bulmak.
  • Kötü gördüğünü bildiren söz söylemek.
  • Çirkin görmek, beğenmemek, kabahatli bulmak, kötü gördüğünü bildirmek.
  • Kabâhatli bulma.

takriz / takrîz / تقریض

  • Borç verme. (Arapça)
  • Kitaba beğeni yazısı yazma. (Arapça)

taksir

  • (Kasr. dan) Kısaltma, kısma.
  • Kusur, hata, kabahat, suç. Günah.
  • Bir işi eksik yapma.
  • Bir şeyi yapabilir iken yapmama.
  • Zayıflatmak, süstlük etmek.
  • Geri kalmak.

taksirat / taksîrât

  • (Tekili: Taksir) Kusurlar, suçlar, günahlar, kabahatlar.
  • Günâhlar, kabahatlar, kusûrlar.

tamiye

  • Dudak kabarmak.

taras

  • İzdihamlık, çok kalabalık.

tarhib

  • "Merhaba" demek.

tarık / târık

  • Gece gelen kimse.
  • Zulmette hâsıl olan belâ ve musibetler.
  • Parlak yıldız.
  • Sabah yıldızı. (Zühre)

tarim

  • Kalın bulut.
  • Elleri ve ayakları kaba olan kimse.

tarriyan

  • Sepet.
  • Büyük tabak.

taruh / târûh

  • İbrâhim aleyhisselâmın asıl, öz babası.

tasabbuh

  • Sabahleyin uyumak.
  • Sabah kahvaltı yapmadan yemek yemek.

taus-u yemeni / taus-u yemenî

  • Yemen'li Tâus Ebî Abdurrahman. (Kırk defa hacceden ve kırk sene yatsı abdesti ile sabah namazını kılan ve Sahabelerle görüşen ve Tâbiînin azîm imamlarından olan zât. (R.A.)

tav'ir

  • İri ve kaba yapmak.

tavahi

  • Lâşe etrafında dolaşıp uçuşan akbaba kuşları.

taytan

  • Yaban sarımsağı.

te'vib

  • Tesbih etmek.
  • Sabahtan akşama kadar seyretmek.

tebayi'

  • (Bak: Tabayi')

tebellüc

  • Sabah yeri ağarmak.

teberrüc

  • Açık saçık olmak.
  • Kadının süslenip yabancılar içinde gezmesi. (Câhiliyet devrinde olduğu gibi)

tebhal

  • (Tebhâle) Dudak kabartısı.

tedaüm

  • Kalabalık, izdiham.

teebbi

  • İnkâr etmek.
  • (Ebb. den) Bir kimseyi baba kabul etme. Baba edinme.

tefarüt

  • Müsabaka etmek, yarışmak.

tefsik

  • (Fısk. dan) Fısk ve fücura sürükleme. Birisine fâsık, kabahatli, günahkâr demek.

tegaddüb

  • (Gadab. dan) Hiddetlenme, öfkelenme, gazaba gelme, kızma.

tegazzüb

  • (Gazâb. dan) Öfkelenme, hiddetlenme, gazaba gelme, kızma.

tehatu'

  • Hatâ etmek, kabahat işlemek.

tehbil

  • "Baban seni ölmüş diye ağladı" demek.

teheccüd

  • Gece sabah vaktinden önce kılınan namaz.

teheccüt namazı

  • Gece sabah vaktinden önce kılınan namaz.

tehim

  • (Töhmet. den) Suçlu, kabahatlı.

telid

  • (Telide) (Veled. den) Yabancı memlekette doğduğu halde küçük yaşta İslâm diyârına getirilerek orada büyütülmüş ve oranın tâbiiyetini kabul etmiş olan kişi.

temcid

  • Cenab-ı Hakk'ın büyüklüğünü bildirmek. Tazim ve sena etmek.
  • Ağırlamak.
  • Sabah namazı vaktinden evvel minarelerde belli makamlarda söylenen ilâhi, niyaz.

tenakür / tenâkür

  • Birbirlerini inkâr etme, yekdiğerine inkârla yabani bakma.

teneffuh

  • (Nefh. den) Kabarma, şişme.
  • Urlanma.
  • Üflenerek şişme.

teneffut

  • (El) Kabarmak.

tenkihü'l-menat

  • Menatın (illetin) ayıklanması; kıyasın dört esasından biri olan illetin, hükümle ilgisi olmayan yabancı unsurlardan ayıklanması.

tenzih / tenzîh

  • Suç ve noksanlıktan uzak saymak. Cenab-ı Hakk'ı (C.C.) her çeşit kusur, noksan, şerik gibi hallerden uzak bilip söylemek.
  • Kabahati yok olduğu anlaşılmak ve onu ifade etmek.
  • Suç ve noksanlıktan uzak saymak.
  • Kabahatsiz olduğu anlaşılmak ve onu ifade etmek.

terakkiyat-ı ecnebiye / terakkiyât-ı ecnebiye

  • Yabancıların sağladığı gelişmeler, ilerlemeler.

tercih ehli / tercîh ehli

  • Hanefî mezhebinde, dînî hükümleri bildiren fıkıh âlimlerinin beşinci tabakasında bulunan ve ictihâd (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden dînî hüküm çıkarma) gücüne sâhib olmayan, sâdece bağlı oldukları mezhebin kavillerinden (sözlerinden) ve hüküml erinden sahîh ve evlâ (en iyi) olanı seçen mukall

terike

  • (Çoğulu: Terâyik) Evlenmeyip evde kalmış olan kız.
  • Deve kuşunun yabana bıraktığı yumurta.

terk-i hükmi / terk-i hükmî

  • Dünyâyı hükmen terk etmek, (terk etmiş sayılmak) yâni her işte İslâmiyet'e uymak. Meselâ zekâtı İslâmiyet'in gösterdiği yere seve seve vermek, komşu, akrabâ, fakir ve ödünç istiyenin hakkını gözetmek ve başkalarının hakkına tecâvüz etmemek (saldırmam ak) ve malı zevk ve sefâya, eğlenceye vermemek.

terviye günü

  • Zilhicce ayının sekizinci günü. Arefe'den önceki gün. Hacıların sabah namazını kıldıktan sonra, topluca Mekke'den Minâ'ya doğru hareket ettikleri gün.

tesabuk

  • Yarış etme. Müsabaka.

teslis / teslîs

  • Üçleme; Hıristiyanların tanrı üçtür veya tanrı üç unsurdan (Baba-Oğul-Rûh-ul-kudüsten) meydana gelmiştir şeklinde kabûl ettikleri bozuk inanış. Trinite.

teslis akidesi / teslis akîdesi

  • Üçleme; Hıristiyanların Allah'ın baba, oğul ve mukaddes ruh olmak üzere üç varlıktan mürekkep olduğuna inanmaları.

teşrifatçı elfaz / teşrifatçı elfâz

  • Süslü ve abartılı sözler.

teşrik tekbiri / teşrik tekbîri

  • Arefe günü yâni Kurban bayramından önceki gün, sabah namazından, bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar yirmi üç vakit her farz namazdan sonra getirilen tekbîr; "Allahü ekber, Allahü ekber, lâ ilâhe illallahü vallahü ekber. Allahü ekber ve lill ahil-hamd" sözleri.

teşrik tekbirleri

  • Zilhiccenin dokuzuncu günü, yani Kurban Bayramının arefe günü, sabah namazından başlayarak, bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar olan, her farz namazın selâmından sonraki alınan tekbirler.

tevella

  • (Tevelli) Birisini dost edinme.
  • Bir işi üzerine alma.
  • Dönme, yönelme, i'raz etme.
  • Ehl-i Beyt'e tam sevgi.
  • Akrabalık. Karabet. Yakınlık beslemek.

teverrük

  • Kadınların namazda oturma şekli; kaba etlerini yere koyup, uyluklarını birbirine yaklaştırarak, ayaklarını sağ taraftan dışarı çıkarıp, sol uylukları üzerine oturmaları.

tevrim

  • Gazaba getirme, öfkelendirme.
  • Verem etme, verem edilme.
  • Bedenin azâsını şişirip kabartmak.

teyma'

  • Sahra, çöl, yaban.

tezahüm

  • Birbirine sıkıntı vermek. Halk kalabalık edip birbirine sıkıntı vermek.

tezmil

  • Gizlemek. Bir şeyi elbiseye sarmak. Esvaba sarınıp bürünmek.
  • Örtü.

tıbak

  • Uyma, uygunluk.
  • Tabakalar. Katlar.
  • Birbirine uygun olan şey.
  • Bir şeyi diğerine uydurup müsavi ve münasib kılmak.

töhem

  • (Tekili: Töhmet) Suçlar, töhmetler, kabahatler.

töhmet

  • Birisine isnad edilen, fakat kat'iyyetle işleyip işlemediği belirsiz olan suç, kabahat.
  • İtham altında olma.

tühem

  • (Tekili: Töhmet) Suçlar, töhmetler, kabahatlar.

tukus

  • Yaban havucu.

übatir

  • Akrabasını arayıp sormayan kişi.

übüvvet / ابوت

  • (Eb. den) Babalık, atalık.
  • Babalık. (Arapça)

übüvveten

  • Babalık sıfatıyla. Atalık cihetiyle.

ucb

  • (Ucub) Kibir, gurur. Kendini beğenmişlik. Ameline, yaptıkları işe güvenmek.
  • Varlığı nâdir olan şeyi görünce istiğrab etmek hâli.
  • Yabancı kadın taifesiyle beraber oturmak ve konuşmaktan pek hoşlanan.

ucre

  • (Çoğulu: Ucer) Ağaç boğumu.
  • Düğme.
  • Bedenin tomur kabaran yeri.
  • Ayıp.

uhah

  • Susuzluk.
  • Galiz, kaba, yoğun.

ukub

  • Toz.
  • Çömlek kaynaması.
  • Kalabalık.

ukuk

  • Anaya babaya itaatsizlik ve hürmetsizlik etmek. Zorbalık, tanımamak, âsi olmak.
  • Anne-babaya itaatsizlik ve saygısızlık.
  • Ana babaya isyan.

ukuk-u valideyn / ukuk-u vâlideyn

  • Anne-babaya itaatsizlik ve hürmetsizlik etme, âsi olma.

ulliyye

  • (İlliyye) Yüksek tabaka. En yüksek. En şerefli.
  • Çardak.

ümm-üd dem

  • Kırmızı kan damarlarında görülen kabarma. Bu nabız damarlarından birisine açılan kan kesesi.

umumet

  • Amcalık. Amca akrabalığı.

unf

  • Kabalık. Sertlik. Cebir ve zor.
  • Sertlik, kabalık.

unfen / عنفا

  • Sertçe, şiddet kullanarak, kabalıkla. (Arapça)

unfi / unfî

  • (Unfiyye) Sert, şiddetli, kaba.

urban

  • Çöl arabaları.
  • Aşiretler.

üslub-u hakimane / üslûb-u hakîmâne

  • Hikmetli olan ifade tarzı; muhâtaba herşeyin gaye ve faydasını anlatan ve herşeyin gerçek mahiyetini bildiren tarzı, üslûbu.

usul

  • (Tekili: Asıl) Ana, baba. Cedler.
  • İstinadgâh.
  • Râcih delil, kaide. Asıllar, kökler, temeller. Bir ilmin asıl mevzuundan önce öğrenilmesi lâzım gelen esaslar. Bir hedefe ulaşmak için tutulan düzenli yol.
  • Tarz, metod, tertip.

usul ve füru' / usûl ve fürû'

  • Fıkıh ilminde usûl; baba ve dedeler, ana ve nineler; fürû', çocuklar ve torunlar.
  • Usûl, îmân bilgileri; fürû; fıkıh bilgileri.

usuli / usulî

  • Asıllara, köklere ait; bir kimsenin soy ağacı itibariyle anne baba tarafından geriye doğru silsilesi, ataları, dedeleri.

usüvv

  • Kaba ve iri olmak.
  • Katı olmak.
  • Gece karanlık olmak.
  • Yakın olmak.

utm

  • (Utüm) Yabani zeytin ağacı.

uzme

  • Aşiret.
  • Birinin mensub olduğu âile.
  • Akrabâ.

vahş / وحش

  • (Çoğulu: Vuhuş - Vahşân) İnsandan kaçan, yabani ve ürkek hayvan.
  • Tenha ve ıssız yer.
  • Yabanıl. (Arapça)

vahşan / vahşân

  • (Tekili: Vahş) Issız, tenha yerler.
  • Yabani hayvanlar.

vahşet / وحشت

  • (Vahş - Vahiş) Yabanilik.
  • Issızlık, tenhalık.
  • Vehim, ürküntü. Korku. Vahşilik.
  • Tenha, ıssız, korkunç yer.
  • Elbise ve silâhını çıkarıp atmak.
  • Aç kimse.
  • Ürkütücü yabanilik.
  • Yabanîlik. (Arapça)
  • Korku. (Arapça)

vahşet-zar / vahşet-zâr

  • Yabani, ıssız yer. (Farsça)

vahşetabad / vahşetâbâd

  • Korku veren yabani yer.

vahşi / vahşî / وحشى

  • Medenî olmayan, kaba.
  • Yabanî, ürkek, merhametsiz.
  • Yabanî. (Arapça)
  • Acımasız. (Arapça)

valid / vâlid / والد

  • (Vilâdet. den) Doğurtan. Baba.
  • Baba.
  • Baba.
  • Baba, doğurtan.
  • Baba. (Arapça)
  • Yol açan, doğuran. (Arapça)

valideyn / vâlideyn / والدین

  • Anne-baba.
  • Ana ile baba. Vâlidân de denir.
  • Ana-baba.
  • Ana ile baba.
  • Anababa. (Arapça)

validiyyet

  • Annelik ve babalık vasfı.

vari

  • Semiz et.
  • Vahşi hımar, yabani eşek.

varis / vâris

  • Mîrasçı, akrabâlık veya başka yolla, vefât eden kimsenin bıraktığı mîrâs denen maldan almaya hak kazanan.
  • İlim ve ma'rifette mîrasçı.

vefk

  • Uygun gelme. Uyma. Mutabakat. Muvafık olma. İşi iyi gitme.
  • Tesirli dua.

vehvah

  • Yaban eşeğinin anırtısı.

vekire

  • Satın alınan veya yeni yapılan bina için, ahbaba, eşe dosta verilen ziyafet.

veli / velî

  • Sahib, mâlik.
  • Evliya.
  • Muin. Muhafaza eden.
  • Küçük çocukların hâlinden mes'ul kimse.
  • Sıddık.
  • Baba. Babanın babası, cedde de denir.
  • Fık: Hayatını mücadelelerle ve azimet ve fevkalâde bir zühd ve takva ile ibadet ve taata sarfederek kendisinden All
  • Sahip, malik, evliya, koruyucu, muhafaza eden, küçük çocukların durumundan sorumlu kişi, baba, ata.
  • Velâkin, fakat, amma.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Mü'minleri seven, onlara yardım eden, işlerini bitiren, sevdiklerini sevmediklerine gâlib, üstün kılan, kâfirleri sevmeyen.
  • Bir çocuğun veya kadının babası yoksa baba tarafından dedesi, yoksa kâdı veya bunların vasî tâyin ettik

verb

  • Fetret, fesad.
  • Yabani hayvan ini.

verka'

  • (Çoğulu: Verâki') Yabâni güvercin.
  • Açık boz renk.

verşan

  • (Çoğulu: Virşân-Verâşin) Yaban güvercini.
  • Kumru kuşunun erkeği.

vesile

  • (Vâsile) Bahane, sebeb.
  • Fırsat.
  • Elverişli durum.
  • Vasıta. Yol.
  • Pâye, rütbe.
  • Baba.
  • Kurbiyet.
  • Kendisi ile başkasına yaklaşılan şey.
  • Cennet'te bir menzil adı. (El-Vesiletü menziletün fi-l Cenneti hadis-i şerifi bunu te'yid ediyor.)<

vuhuş / vuhûş / وحوش

  • (Tekili: Vahş) Vahşiler, yabaniler, ehlileşmemiş olanlar.
  • Yabaniler, vahşiler.
  • Yabanilik, yabaniler.
  • Vahşiler. (Arapça)
  • Yaban hayvanları. (Arapça)

ya eyyühel hoto

  • Ey vahşi, kaba dağ adamı!

ya'kub

  • Kur'an-ı Kerim'de adı geçen peygamberlerdendir. Yusuf Aleyhisselâm'ın babası ve İshak Aleyhisselâm'ın oğludur. Bir adı da İsrail olduğundan bu sülâleden gelenlere İsrail oğulları mânasına, Benî İsrail denilmektedir. Büyük oğlunun adı Yehud olduğundan sonradan bunlara Yahudi denilmiştir.

ya'lul

  • (Çoğulu: Yeâlil) Beyaz bulut.
  • Su üzerinde peydâ olan kabarcık.
  • Çift hörgüçlü deve.

yabani / yabanî

  • Yabana mensub. Issız yerlerde yaşıyan. Yabancı, alışmamış.
  • Yabancı.

yabani edep / yabanî edep

  • Yabancı edebiyat.

yabanilik

  • Yabancı olma.

yahmur

  • Yaban eşeği.

yaktin / yaktîn

  • Kabak, kavun ve karpuz gibi dalları yerde yayılan bir nebat adı.

yakub aleyhisselam / yâkûb aleyhisselâm

  • Ken'an diyârındaki (Fenike denilen Sayda, Sur ve Beyrut ile Filistin ve Sûriye'nin bir kısmından ibâret olan eski bir memleket) insanlara gönderilmiş olan peygamber. İshâk aleyhisselâmın oğlu, Yûsuf aleyhisselâmın babasıdır. Yâkûb, İbrânice bir isim olup, "Allahü teâlânın saf ve temiz kıldığı kul" m

yarı ağyar eylemek / yârı ağyar eylemek

  • Dost ve sevgiliyi aldatarak, araya fitne sokarak yabancılaştırmak.

yavuz sultan selim

  • (Hi: 875-926) Osmanlı Padişahlarından dokuzuncusudur. Sultan Süleyman Han'ın babası, 2. Bayezid Han'ın oğludur.Azim ve sebat örneği olan ve memleket mes'elelerinde en küçük kusurları bile afvedemiyen Yavuz Selim, Çaldıran seferine çıkmıştı. Uzun müddet seferde olan askerleri bir gün padişahın çadırı

yealil

  • (Tekili: Ya'lul) Suları berrak ve saf akan göller.
  • Beyaz bulutlar.
  • Su üzerinde meydana gelen kabarcıklar.
  • Çift hörgüçlü develer.

yebani / yebânî / یبانى

  • Görgüsüz, kaba. (Farsça)
  • Yabâni, kırlarda biten. (Farsça)
  • Sıkılgan, ürkek. (Farsça)
  • Yabanıl. (Farsça)
  • Ürkek. (Farsça)
  • Kaba. (Farsça)

yerbu'

  • (Çoğulu: Yerabi') Arap tavşanı adı verilen yaban faresi.

yetama

  • (Tekili: Yetim) Yetimler. Babaları ölmüş çocuklar.

yetim / yetîm

  • Babası ölmüş olan çocuk.
  • Tek, eşsiz, yalnız. (Çocuk baliğ olduktan sonra yetimlik ondan kalkar. Anası ölene ise daha çok öksüz denir.)
  • Babası ölmüş olan çocuk; tek, yalnız.
  • Ergenliğe ulaşmadan babası ölmüş çocuk.
  • Babası ölmüş çocuk.

yetim-üt tarafeyn

  • Anası ve babası ölmüş çocuk. Anadan babadan yetim kalmış çocuk.

yevm-i şek

  • Şüpheli gün. Havanın bulutlu olup, Ramazan ayı hilâlinin görülmemesi sebebiyle Şâbân ayının otuzuncu günü mü, yoksa Ramazân-ı şerîfin ilk günü mü olduğu bilinmeyen, Şâbân'ın yirmi dokuzundan sonra gelen gün.
  • Şaban ayının otuzuncu günü; ramazan olması zannedilip ancak görülmedikçe oruç tutulması münasip olmayan gün.

yevm-i şevk

  • Şaban-ı Şerifin otuzuncu günü. Ramazan olması zannedilip ancak hilâl görülmedikçe oruç tutulması münasib olmayan gün.

yuh

  • (Yuhâ) Güneşin isimlerindendir.
  • Türkçede, birisine karşı hakaret için söylenen kelimedir. Kalabalıkla haykırılan hakaret kelimesidir. Buna "yuha çekmek" denir.

yunus aleyhisselam / yûnus aleyhisselâm

  • Musul yakınındaki Nineve (Ninova) ahâlisine gönderilen peygamber. Babasının ismi Metâ'dır. Yûnus aleyhisselâm Âsûr Devleti'nin başşehri ve önemli bir ticâret merkezi olan Nineve şehrinde doğdu.

yunus emre

  • (Vefat Mi: 1320) Porsuk Nehri'nin Sakarya'ya döküldüğü yere yakın Sarıköy'de doğduğu söylenir. Tasavvufî halk edebiyatının veli şâiri olan Yunus Emre, yaşadığı devirde halk tabakasını irşad ve tenvir etmiştir. Bir çok memleketleri ve bu arada Konya, Şam ve Azerbeycan'ı dolaştı. Konya'da Mevlâna ile

yusuf

  • Hz. Yakub'un (A.S.) oniki oğlundan en küçüğü idi. Babası kendisini çok severdi. Gördüğü bir rüyayı babası tabir ederek peygamber olacağını ve bütün kardeşlerinin kendisine itaat edeceklerini söyledi. Kardeşleri kendisini kıskandıkları için bir hile ile izini kaybetmek istediler ve bir kuyuya attılar

zakna'

  • Uzun.
  • Kaba, yoğun.
  • Eğri.

zal

  • İhtiyar. Ak sakallı. (Farsça)
  • İranlı meşhur kuvvet ve pehlivanlık senbolü Rüstemin babasının adı. (Farsça)

zarir

  • (Çoğulu: Ezırre-Zırrân) Kaba, sert yapılı ve muhkem yer.

zaviye / zâviye

  • Eskiden büyük kervanların geçtiği ıssız yollarda veya köy ve kasabalarda; dînî ilimlerin, İslâm ahlâkının ve fen ilimlerinin öğretilmesi, yolcuların barınması maksadıyla kurulan yer; küçük tekke.
  • Tasavvufta bulunan kimselerin, ibâdet için çekildiği tenhâ yer.

zayven

  • (Çoğulu: Zayâvin) Yaban kedisi.
  • Erkek kedi.
  • Hırçın ve vahşi adam.

zebb

  • Men ve defetmek. Kovmak.
  • Yaban sığırı.

zebih

  • Kesme, boğazlama. Kesilecek hayvan.
  • Hz. İsmail'in (A.S.) ve Hazreti Muhammed'in (A.S.M.) babası Hz. Abdullah'ın lâkabı.

zekeriyya aleyhisselam / zekeriyyâ aleyhisselâm

  • İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Yahyâ aleyhisselâmın babasıdır. Soyu Süleymân aleyhisselâma ulaşır. Mûsâ aleyhisselâmın dîninin emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etti. Yahûdîler tarafından şehîd edildi. Kabri Haleb'dedir.

zemin-i vahşetzar

  • Yabanî, ıssız yer.

zenb

  • Günah, suç, kabahat.
  • Suç, günah, kabahat.
  • Günah, suç, kabahat.

zenbuc

  • Yabani zeytin.

zevi-l erham

  • Yakın akraba.

zevil erham / zevil erhâm

  • İslâm mîrâs hukûkunda, Eshâb-ı ferâiz (farz hisse sâhibi) ve asabe denilen kimseler dışındaki yakın akrabâ.

zıhar

  • İki şey arasında münasebet ve mutabakat meydana getirmek. İki şeyi birbirine mutabık eylemek. Arka arkaya, mukabil kılmak.
  • Karşılıklı yardımlaşmak.
  • Fık: Bir kocanın, karısını müebbeden mahremi olan birisinin bakması câiz olmayan bir yerine teşbih etmesi.Meselâ, bir adam karıs

zınne

  • Töhmet, kabahat.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın