REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te Üçü ifadesini içeren 2470 kelime bulundu...

a'nan

  • “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır Ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” Gazi Mustafa Kemal Atatürk
  • “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır Ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” Gazi Mustafa Kemal Atatürk
  • Ufuklar.
  • Ağacın ucu.

a'razi / a'razî

  • Bir şeye zorunluluk sonucu bağlı olmayan, onun özünde bulunmayan şey, ilinek; hareket ve koku gibi.

a'sab-ı muharrike / a'sâb-ı muharrike

  • Hissi, duyguyu vücuttaki haber merkezine bildiren sinirler. Hareket ettirici sinirler.

a'sal

  • Dişinin ucu eğri olan.

ab-gah

  • Havuz, küçük göl, su biriken yer. (Fransızca)
  • Tıb : Karnın kaburga kemikleri kıkırdağı ve kısa kaburgalar altında olan kısmı. Böğür. (Fransızca)

ab-ı zen

  • Küçük havuz. (Farsça)
  • Su birikintisi. (Farsça)
  • Yumuşak, lâtif sözlerle hatır alan ve bu manâda emir. (Bak : Avzen) (Farsça)

ab-keş

  • Delikli kevgir. (Farsça)
  • Su çeken, sucu, saka. (Farsça)
  • Kadeh sunucu. (Farsça)

ab-zen

  • Küçük havuz. (Farsça)
  • Banyo. (Farsça)

abdar

  • Parlak. (Farsça)
  • Sağlam vücudlu. (Farsça)
  • Su veren hizmetçi. (Farsça)
  • Mc : Ter u tâze, tap taze. (Farsça)

acb

  • Kuyruk sokumu. "Us'us" denilen küçük kemik. Her şeyin kuyruk dibi ve nihâyeti. Fâtiha-i hilkat olan küçük kemik.Acb-üz zeneb diye Hadis-i Şerifte ismi geçen ve insanın kuyruk sokumundaki en küçük kemik.
  • Kuyruk sokumundaki küçük kemik.

aceb

  • Taaccüb, şaşma, hayret.
  • Garib, hoş, lâtif ve nâdir-ül vücud olduğundan bir şey için inkâr ve istiğrab etme hâli.

aciz / âciz

  • Beceriksiz. Eli ermez. Kabiliyetsiz. Gücü yetmez olan.
  • Gücü yetmeyen, güçsüz, zayıf.

acm

  • (Çoğulu: Ucum) Beş yaşına girmemiş deve.
  • Kuyruk dibi.
  • Isırmak.

acz

  • Beceriksizlik. İktidarsızlık. Kuvvetsizlik. Güçsüzlük. Yapamamak.
  • Zarardan korunmak gücünün olmaması.
  • Bir şeyin geri tarafı.

adalet-i mahza-yı kur'aniye / adalet-i mahzâ-yı kur'âniye

  • Kur'ân'da emredilen ve bütün yönleriyle hak ve hukuku esas alan adalet; 'Hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz' şeklinde ifade edilen, ferdin ve masumun hakkını hiçbir gerekçeyle çiğnenmesine izin vermeyen adalet.

adem

  • Yokluk, olmama, bulunmama.
  • Fakirlik. (Vücudun zıddı)

adem-i harici / adem-i hâricî

  • İlm-i İlâhide mevcud olup, maddi vücudu olmayan.

adil / âdil

  • Adâletli; hakkı gözeterek iş yapan, zulüm ve haksızlık etmeyen.
  • Îtikâdı doğru olan, büyük günâh işlemeyen ve küçük günâha devâm etmeyen yâni İslâmiyet'e uymaya çalışan sâlih müslüman.

adiyat / âdiyât

  • (Adiv. den ism-i faildir) Hızla koşmak, seyirtmek. (At, deve v.s. koşanların hepsine ıtlak olunabilir.)
  • Mc: Düşmanlık, zulüm.
  • Dâima muharebeye koşup hücum eden cemaat.
  • Uzaklık. (Kamus)

adm

  • (Çoğulu: İdâm) Yay tutamağı.
  • Deve kuyruğu.
  • Saban eğiği ki, ucunda demiri vardır.
  • Harman savurdukları yaba.

adye

  • Koğuculuk, dedikoduculuk.
  • Yalan söylemek.
  • Sövmek.

afet / âfet

  • Başa gelen üzücü hâl.

afite

  • Dişi koyun. Koyun güdücü kız.

afk

  • Rücu etmek, dönmek.
  • Kaybolmak.

afra'

  • Beyazı kızıllığına galip olan geyik.
  • Ayın onüçüncü gecesi.

afsun

  • (Efsun) Büyü, sihir, tılsım. (Büyücülük yapmak ve büyücülere uymak, Müslümanlıkta yasak ve günahtır.) (Farsça)

afv

  • Bağışlama. Allahü teâlânın, ihsânı ile, âsî ve günâhkâr kullarının kusur ve günâhlarını bağışlaması.
  • Bir kimsenin, düşmanından veya suçludan intikâm almaya, karşılığını yapmaya gücü yettiği halde bir şey yapmaması, intikâm almaması.
  • Affetme, suçu bağışlama.

agande

  • Sucuk, yastık, minder gibi zorla doldurulmuş olan şeyler. (Farsça)
  • Bir çeşit zehirli olan haşere, böcek. (Farsça)

agşa

  • Baygın adam.
  • Vücudu siyah yüzü beyaz olan hayvan.

agul

  • Hiddetlenerek göz ucuyla bakma. (Farsça)

agyed

  • Uykucu, tenbel.
  • Esmer vücutlu.
  • Nazik derili.

ahadid

  • Sopa ve kamçı gibi şeylerin vücudda bıraktığı izler.

ahfeş

  • Küçük gözlü, zayıf bakışlı.
  • Yalnız gece gören kimse.
  • Üç büyük Arab âliminin lâkabı.
  • Bulutlu günde görüp bulutsuz günde görmeyen.

ahkar-ı mahlukat / ahkar-ı mahlûkat

  • Varlıkların en hakir ve en küçüğü.

ahlat-ı erbaa

  • İnsan vücudunda varlığı kabul edilen dört unsur veya üsareler.

ahras / ahrâs / احراس

  • (Tekili: Hâris) Bekçiler, muhafızlar, koruyucular.
  • Koruyucular, muhafızlar. (Arapça)

ahrem

  • Burnu kesik olan. Kesik burunlu.
  • Edb: Rübai vezinlerinden "Mef'ulü" ile başlıyan oniki şekilden herbiri.
  • Tıb: Omuz ucu.

ahrez

  • Gözleri dar ve küçük olan.

ahşa'

  • (Tekili: Haşâ) Vücuttaki bağırsak, ciğer gibi organlar.
  • Mahaller, bölgeler, cihetler.

ahvas

  • (Çoğulu: Ehâvis, Huves) Bir gözü birinden küçük olan.

ahzab suresi / ahzâb sûresi

  • Kur'ân-ı Kerimde otuzüçüncü surenin adı olup Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur.
  • Kur'ân-ı kerîmin otuz üçüncü sûresi.

ajeh

  • Vücutta çıkan pürtüklü küçük ur. (Farsça)

akabe

  • (Çoğulu: Akabât) Bâdire. Sarp ve çıkılması müşkül yokuş.
  • Tehlikeli geçit. Dar ve iki tarafı pusu yeri olan boğaz.
  • Muhatara, tehlike.
  • Hastalığın veya başka bir halin en tehlikeli ve korkulur süresi.
  • Kızıldenizin kuzey ucunda, Süveyş'in doğu tarafında bulunan da

akça

  • (Akçe) Beyaz, oldukça beyaz.
  • Para.
  • Eskiden para ölçüsü olarak kullanılan küçük gümüş sikke.

akd

  • Anlaşma. Sözleşme.
  • Düğümleme. Düğümlenme. Bağ bağlama. Bağlanma.
  • Huk: Nikâh, hibe, vasiyet, bey' u şirâ gibi şer'î bir muameleyi iki tarafın iltizam ve taahhüd etmeleridir, icab ile kabulün irtibatından ibarettir. Böyle bir muameleye mün'akid denir. Bunun böyle vücuda gelmesi

akfen

  • Kulağı küçük ve kalın olan.

akıntı

  • Bir sıvı cismin mütemadiyen hareketi, akış.
  • Nehir veya deniz suyunun bir tarafa doğru cereyanı.
  • Bazı hastalıklarda vücuttaki bir delikten cerahat akması.

akreb

  • Zehirli ve tehlikeli küçük hayvancık.
  • Saatin kısa ibresi.
  • Semâda bir burç ismi.

akrebek

  • Küçük akrep. Saatin kısa olan ibresi. (Farsça)

aks

  • Boynuzu eğri ve kayık olmak.
  • Bağlamak.
  • Dövmek.
  • Saçlarının ucunu başının etrafına kadınlar gibi lif etmek.
  • Saçını kıvırcık göstermek.
  • Bahillik etmek.
  • (Çoğulu: Ukus) Hilâf, muhâlif, zıd, ters.
  • Gölge gibi şeylerin bir yerde eser peydâ etmesi. Sesin veya ışık gibi şeylerin bir yere çarparak geri dönmesi.
  • Döndürmek.
  • Bir şeyin evvelini ahir ve âhirini evvel yapmak.
  • Devenin yularının ucunu ayağına bağlamak.
  • <

aks-i kaziye

  • (Mantıkta) Doğru farzedilen bir hükmün, konusu ile yükleminin (mahmulünün) ters çevrilmesi ile zaruri bir sonucun elde edilmesidir. Çeşitli şekilleri vardır. Meselâ : "Her insan canlıdır." sözünde konu olan insan ile, yüklem olan canlı sözü yer değiştirilerek (aksedilerek) şu hüküm elde edilir: "Baz

aktar-ı beden / aktâr-ı beden

  • Vücudun her tarafı.

al-i imran suresi / âl-i imran suresi / âl-i imrân sûresi

  • Kur'an-ı Kerimin üçüncü suresinin ismi olup Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur. Bu sureye Eman, Kenz, Ma'niyye, Mücadele, İstiğfar Suresi ve Tayyibe de denilir.
  • Kur'ân-ı kerîmin üçüncü sûresi.

ala kaderi't-taka / alâ kaderi't-tâka

  • Gücün yettiği kadar, güç nispetinde.

ala kaderi't-taketi ve'l-imkani / alâ kaderi't-tâketi ve'l-imkâni

  • Gücün yettiği ve imkân elverdiği kadar.

ala kadri't-takat / alâ kadri't-tâkat

  • Gücün yettiği kadar, güç nisbetinde.

alam-ı cismani / âlâm-ı cismanî

  • Vücutların acı çekmesi.

alamana

  • İtl. Küçük odun gemisi.
  • Büyük balıkçı kayığı.
  • Büyük balıkçı kayıklarına mahsus büyük ağ, ığrıp.

alem-i asgar / âlem-i asgar / عَالَمِ اَصْغَرْ

  • Küçük âlem.
  • Daha küçük âlem. En küçük âlem.
  • İnsan.
  • En küçük âlem.

alem-i asgar ve ekber / âlem-i asgar ve ekber

  • En küçük ve en büyük âlem.

alem-i ekber ve asgar / âlem-i ekber ve asgar

  • En büyük ve en küçük âlem.

alem-i kevn ü fesad / âlem-i kevn ü fesad

  • Cismani âlem. Bir taraftan vücuda gelip, diğer taraftan da harab olan fâni âlem.

alem-i sagir / âlem-i sagir

  • Küçük âlem, dünya.

alem-i sağir / âlem-i sağîr

  • Küçük âlem.

alem-i suğra / âlem-i suğrâ

  • Küçük âlem.

alem-i tekvin / âlem-i tekvin

  • Devamlı değişen. Vücud ve hudus âlemi.

aleng

  • Hücum eden asker. (Farsça)
  • Siper, istihkâm. (Farsça)

alet / âlet

  • Bir işte veya bir san'atta kullanılan vasıta. Bir makinayı vücuda getiren ve işlemesine yardım eden parçalardan her biri.
  • Sebeb, vesile, vesâit.
  • Edevat. Avadanlık.

alev

  • Ateşten çıkan parlak ve yanar hava.
  • Mızrak ucuna takılan küçük bayrak, flama.

alim-i kadir / alîm-i kadîr

  • Her şeyi hakkıyla bilen, herşeye gücü yeten, herşeyi yapabilen, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah.

alus

  • Naz veya kırgınlık sebebiyle göz ucuyla bakmak. (Farsça)

alusi / alusî

  • Nazlanarak göz ucu ile bakan kimse. (Farsça)

amas

  • İnsan vücudunda meydana gelen sis ve kabarcık. (Farsça)

amazon

  • Milattan önce yaşamış İskitlerin kadın askerlerine verilen isim. Göğüslerini dağlatarak küçükten harbe alıştırılan bu İskit kadınlarının şiddetli muharebeler yaptıkları yazılıdır.
  • Güney Amerika'da büyük bir nehir adı.

ameliyat-ı cerrahiye-i nafia / ameliyat-ı cerrahiye-i nâfia

  • Vücudun faydasına olan cerrahî ameliyat.

ampirizm

  • (Deneyci felsefe) Her çeşit bilginin kaynağının duyu organlarının kullanılması sonucu kazanılan tecrübe olduğunu, duyu organlarının kullanılmadan hiçbir bilginin akılda yer alamıyacağını savunan felsefe. Akılcı felsefe gibi bu felsefenin de aşırı iddiasının yanlışlığını, tenkitçi felsefe ve psikoloj

ampul

  • İçinde elektrik akımı yardımıyla ışık vermeye yarayan bir iletken bulunan, havası boşaltılmış olan cam şişe. (Fransızca)
  • İçinde sıvı ilâç bulunan, ağzı kızdırılarak kapatılmış küçük şişe. (Fransızca)

anestezi

  • yun.Tıb: Bütün vücutta veya vücudun bir kısmında hislerin az veya çok miktarda kaybı.

aneze

  • Ucu demirli uzun ağaç, (ki asâdan uzun, süngüden kısa olur.)

antikor

  • Vücuda giren hastalık mikroplarını zararsız kılmak için organizmanın bir kanun-u İlahî ile çıkardığı madde. (Fransızca)

antut / antût

  • Çöl ortasındaki küçük dağ ve tepe.

araiz

  • (Tekili: Ariza) Arz olunan meseleler. Küçükten büyüğe yazılan yazılar.

araz

  • Bir şeye zorunluluk sonucu bağlı olmayan, onun özünde bulunmayan şey (ilinek.
  • İşaret, alâmet.
  • Tesadüf.
  • Kaza, felaket.
  • Kendi kendine vücut bulmayıp başka bir cevherle meydana gelen hal ve keyfiyet.

arbede-cu / arbede-cû

  • Patırtıcı, gürültücü, kavgacı.

arbede-sazi / arbede-sâzî

  • Gürültücülük, kavgacılık. (Farsça)

arc

  • Mekke ile Medine arasında bir mevzi.
  • Deve sürücüsü.

arrade

  • (Çoğulu: Arrâdât) Küçük bir çeşit mancınık ki, hareket eden tekerlek üzerine konurdu.
  • Dişi çekirge.

artebe

  • Burun ucu.

artık

  • Bir kaptan veya alanı yirmi beş metre kareden az olan küçük havuzdan bir canlı yiyip-içtikten sonra geriye kalan su.

arusek

  • Küçük gelin. (Farsça)
  • Yeşil ve pembe dalgalı sedef. (Farsça)

asa / asâ

  • (Fiil veya harftir) Ümid veya korku bildirir. Şek ve yakin manalarına delalet eder; (ola ki, şayet ki, meğer ki, olur, gerektir) manalarına gelir. Ekseri, (lâkin) (leyte) mânasına temenni için kullanılır. Hitab-ı İlahî kısmında yakîn ve vücubu ifade eder.

asagir

  • (Tekili: Asgar) Şeref ve itibar bakımından küçük olanlar. Çok küçük şeyler.

asagir ü ekabir / asagir ü ekâbir

  • İtibar ve mevkice küçükler ve büyükler. (Farsça)

asak

  • Ucuzluk.

asamm

  • Sağır.
  • Sert, katı.
  • Güç, tahammül edilmez.
  • Gr: Muzaaf olan fiil. (İkinci veya üçüncü harf-i aslisi şeddeli olan fiil)

asarim

  • (Tekili: Asrâm) Çadır toplulukları. Ayrı ayrı küçük insan grupları.

asbag

  • Alnı veya kuyruğunun ucu beyaz olan at.
  • Kuyruğunun ucu beyaz olan kuş.

aşebe

  • Zayıflığından gövdesi kurumuş olan yaşlı kimse.
  • Büyük azı dişi.
  • Küçük adam.

aselbent

  • Tıbda ve kokuculukta kullanılan bir reçinedir ve aynı adla anılan ağacın kabuklarının çizilmesiyle elde edilir.

asere

  • Kanat teleklerinden evvel, ucunda olan beyaz telekler.

asfer

  • Sarı, uçuk benizli. Soluk.
  • Kızıl.
  • Islık çalan.
  • Bomboş şey.

asgar

  • En küçük. Daha küçük.
  • En küçük.
  • En küçük.

asğar

  • En küçük.

asgar / اصغر / اَصْغَرْ

  • En küçük. (Arapça)
  • En küçük.

asgari / asgarî

  • En az, en küçük.
  • En az. En küçük.

ashab / ashâb

  • Peygamber efendimizi sağlığında peygamber iken bir ân gören, eğer âmâ ise (gözleri görmüyorsa) bir ân konuşan büyük ve küçük müslümanlar. Tekili sâhib'dir.

ashab-ı fil / ashâb-ı fil

  • İslâmiyetten önce Kâbe-i Muazzamayı tahrib için Mekke'ye hücum eden Habeş ordusunun ismi ( Önlerinde fil bulunduğundan, zırhlı vasıtalar gibi ondan faydalandıklarından bu isim verilmiş olduğu nakledilir.

ashab-ı meratip

  • Makam ve mevki sahipleri; siyasi, askeri ve ekonomik gücü elinde bulunduranlar.

aşina

  • Mâlumatlı, haberli olan. Arif. Bilgili. Mâlik. Tanıdık. Yabancı olmayan. (Farsça)
  • Yüzücü. (Farsça)

aşirat / âşirât

  • Dakikanın sâniye, sâlise gibi on birim küçüğü olan zaman dilimleri.

aşire / âşire

  • Saatin dakika ve saniye gibi on birim küçüğü olan zaman dilimi.

aşire-i dakika / âşire-i dakika

  • Saatin dakika ve saniye gibi on birim küçüğü olan zaman dilimi.

aşk-ı lahuti / aşk-ı lâhûtî

  • Cenab-ı Hakk'a olan sevgi ve muhabbet. Aşk-ı İlâhî, aşk-ı hakikî, aşk-ı mânevî gibi tâbirler Cenab-ı Vacib-ül Vücud'a dâir şiddetli muhabbet ve sevgiyi ifâde eder.

askabe

  • Küçük salkım.

asla'

  • Başının tepesinde ve önünde kıl olmayan.
  • Küçük başlı.

asma'

  • Küçük kulaklı.
  • Zeki kimse.

aşna

  • Yüzücü. (Farsça)
  • Yüzme. (Farsça)
  • Tanıyan, yabancı olmayan. (Farsça)

aşnab

  • Yüzen, yüzücü. (Farsça)

aşnager

  • Yüzücü. Yüzgeç. (Farsça)

aşnageri / aşnagerî

  • Yüzme, yüzücülük. (Farsça)

asr suresi / asr sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin yüz üçüncü sûresi.

asr-ı salis-i aşr / asr-ı sâlis-i aşr

  • On üçüncü asır.

aşşe

  • Yaprağı uzun ve ince olan hurma ağacı.
  • Zayıf vücutlu, uzun boylu kadın.

ast

  • Alt.
  • Birinin emri altında olan kimse, mâdun.
  • Askerlikte rütbe veya kıdemce küçük olan asker.

atal

  • (C. A'tâl) Vücudun örtüsüz yeri, bilhassa ense.
  • Bir kişinin güzelliği.
  • Vücudun tamamı.
  • Boyuna asılan gerdanlığı kaybetmek.

atardamar

  • Tıb: Kanın, kalbden vücudun her tarafına (akciğerlere de) gitmesine yarayan damar. Şiryan.

ateşek

  • Küçük ateş. (Farsça)
  • Ateş böceği. (Farsça)
  • Frengi. (Farsça)
  • Berk, şimşek. (Farsça)

atnab

  • (Tekili: Tınâb) Çadır ipleri.
  • Ağaç kökleri.
  • Tıb : Vücuttaki sinirler.

atom

  • yun. Maddenin bölünemez en küçük parçası manasında eski çağ felsefesinde kullanılan bir tâbir, günümüze kadar gelmiş ve ilmî tabir olarak kalmıştır. Atom, maddenin bölünmez bir parçası değil, kendisi de daha küçük parçalardan yaratılmış çok küçük bir âlemdir. Dünyada, kâinatta ve atom âleminde hep a

attat

  • Çok bağırıp çağıran, gürültücü adam.

avarız-ı semaviye

  • Delilik, küçüklük, bunaklık, ölüm gibi kesbî ve ihtiyarî olmaksızın insana ârız olan şeyler.

avdet

  • Dönüş, geri gelme, dönme. Rücu'.

averdide

  • Saldırılmış, hücum edilmiş. (Farsça)

ayb-gu / ayb-gû

  • Fitneci, fitnekâr, dedikoducu.

ayb-guyi / ayb-gûyî

  • Dedikoduculuk. (Farsça)

ayinecik / âyinecik

  • Küçük ayna.

ayinedarlık / âyinedarlık

  • Aynalık, ayna tutuculuk.

ayn-el-yakin / ayn-el-yakîn

  • Görerek bilme.
  • Hadîs-i şerîfte bildirilen ihsân (Allahü teâlâyı görüyormuş gibi ibâdet etme) mertebesinde bir ışığın kalbde parlaması. Zamanımızda tarîkata girmiş bir çok kimse, kendilerine tasavvufçu süsü vererek vahdet-i vücudu dillerine almış, bundan yüksek mertebe olmaz sanıyor.

aytemus / aytemûs

  • (Çoğulu: Atâmıs) Bütün vücut organları yerli yerince ve tam olarak yaratılmış olan.

ayyab

  • Kusur görücü, ayıb gören.

aza-yı beden / âzâ-yı beden

  • Vücut organları.

azamet

  • Büyüklük, Cenâb-ı Hakk'ın büyüklüğü.
  • Kibirlenmek, insanları küçük görmek.

azbe

  • (Çoğulu: Uzeb-Azebât) Su içinde olan çerçöp.
  • Her bir şeyin ucu, tarafı.

azde

  • Boyalı, boyanmış. (Farsça)
  • Ucu sivri olan bir âletle delinmiş. (Farsça)

azeh

  • Vücutta çıkan siğil. (Farsça)

azide

  • Ucu sivri bir aletle delinmiş olan. (Farsça)

azim / azîm

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Büyüklüğüne, beşer (insan) aklının ve hiçbir mahlûkun (yaratılmışın) düşüncesinin erişemediği, hakîkatini kimsenin bilemediği zât. Allahü teâlânın büyüklüğü bildiğimiz gördüğümüz şeylerdeki büy üklük ve küçüklük gibi değildir. Bu bizim bilgimi

aziz / azîz

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her zaman izzet ve şeref sâhibi. Gâlib, benzeri olmayan, büyük ve küçük her şeyin O'na şiddetle ihtiyâcı olan.
  • Kıymetli, şerefli, üstün.

aziz-i cebbar / azîz-i cebbâr / عَز۪يزِ جَبَّارْ

  • Dâima üstün gelen, dilediğini yapmaya ve yaptırmaya gücü yeten (Allah).

azm-i terkova

  • Tıb: Köprücük kemiği.

bab / bâb

  • Kapı.
  • Bir kitâbın bölümlerinden her biri.
  • Bozuk bir yol olan Bâbîliğin kurucusu Ali Muhammed'in kendisine verdiği ad.

babil / bâbil

  • Asurlular devrinde Irak'ta kurulan şehirlerden biri. Bağdat'ın aşağı tarafında bulunan ve büyücülüğünden dolayı, eski edebiyatımızda "Çeh-i Bâbil" olarak yer alan ve birçok dillerin meydana gelmesi bakımından da adı geçen "Bâbil Kulesi"nin bulunduğu ilkçağdan kalma bir şehir.

babur

  • (Zahirüddin Muhammed) Hindistan'da büyük Müslüman Türk devletinin kurucusu ve Timur'un beşinci göbekten torunudur. Fergana Emiri olan babası Ömer Şeyh'in ölümünden sonra tahta geçmiştir. (1494)

bad-bedest

  • Elinde avucunda birşey bulunmayan. İflas etmiş. (Farsça)

bad-ber

  • Uçurtma. (Farsça)
  • Daima kendini methettiği halde elinden bir iş gelmiyen kimse. (Farsça)

bad-dar

  • Mağrur, kibirli. (Farsça)
  • Divane, deli. (Farsça)
  • İri vücut, şişman. (Farsça)
  • Hiç bir işle alâkası bulunmayan kişi. (Farsça)

bad-per

  • Kağıttan yapılmış olan uçurtma. (Farsça)
  • Hodbin, kendini beğenen ve öven kimse. (Farsça)
  • Kamçı topacı. (Farsça)

badin

  • Şişman, bedeni büyük, iri vücutlu.

badire

  • Birdenbire meydana gelen hâl. Felâket. Musibet.
  • Kabahat.
  • Birden, zahmetsizce söylenen söz.
  • Kılıcın, namlunun veya her çeşit nebatın ucu.
  • Zor geçit.

baf / bâf

  • Dokuyan, dokuyucu mânâsına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: (Farsça)

bağ-çe

  • Küçük bağ, bahçe.

bahira / bahîra

  • Süryâni rahiblerindendir. Zamanın ilim ve fenlerine vâkıf ve bilhassa hey'et ve nücumda ihtisas sahibiydi. Bu sebepten rahiblerin câhilleri kendisinden hoşlanmazlardı. Hazret-i İsâ'nın ulûhiyetini ve Hz. Meryem'in ümmullah olduğunu inkâr ve ilân ettiğinden, bulunduğu manastırın reisi tarafından kovu

bahtek

  • Uykuda iken ağırlık basma. (Farsça)
  • Fena tâlih, küçük şans. (Farsça)

bak'a / bak'â

  • Siyah beyaz alacalı koyun.
  • Belde ismi.
  • Ucuzluk ve biraz kıtlık olan yıl.

balin / bâlîn / بالين

  • Başucu. (Farsça)
  • Yastık. (Farsça)

balin-perest

  • Hizmetçi, hâdim, hademe.
  • Tenbel, uykucu.

bani / bâni / bânî / بَان۪ي

  • Kurucu. Yapan. Yapıcı. Yaptırıcı. Binâ eden.
  • Binâ eden; kuran, kurucu.
  • Kurucu.

baraka

  • İtl. Temelsiz küçük yapı.

baras

  • Tedavi edilmesi mümkün olmayan ve vücutta beyaz lekeler meydana getiren bir hastalık.

basala

  • Tıb: Vücudun her hangi bir yerinde yaradılıştan olan kabartı.

basir / basîr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Gizli ve açık her şeyi hakkıyle görücü.

basiret / basîret / بصيرت

  • Görüş, ileriyi görme gücü. (Arapça)

basit kesir

  • Sûreti (payı), mahrecinden (paydasından) küçük kesir. 2/5 gibi.

baskın

  • t. Ağır, sakil.
  • Basıp geçen, galip, üstün.
  • Ansızın, birdenbire hücum.

baskül

  • Büyük ağırlıkları, küçük bir ağırlık yardımıyla tartmayı sağlamak üzere birkaç kaldıracın uygun bir tarzda birleştirilmesiyle meydana getirilmiş âlet. (Fransızca)

batın / bâtın

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). His (duyu) organları ile hissedilemiyen, hayâl gücü ile hayâl edilemiyen, akıl ile anlaşılamayan.
  • Kalb ve rûh, iç âlem, gönül.

batn

  • İç, karın, insanın içi. Mide.
  • Soy, nesil.
  • Birbirlerine hısımlığı pek yakın olmayan küçük kabile.

baygan

  • Muhafız, koruyucu, bekçi. (Farsça)

bazek / bâzek

  • Küçük doğan (kuş). (Farsça)

beçek

  • Bir nevi kesici alet. (Farsça)
  • Küçük silah. (Farsça)

bed-gu / bed-gû

  • Fitnekâr, dedikoducu. (Farsça)

bedava

  • Parasız, meccanen, karşılıksız. (Farsça)
  • Mc: Çok ucuz. (Meselâ: Bunu bu fiata bedava almışsın, cümlesinde olduğu gibi.) (Farsça)

beden

  • (Çoğulu: Ebdân) Gövde, vücut, ten.
  • Vücudun kol, bacak ve baş gibi ayrıca kısımlarından başka diğer merkezi kısmı.
  • Ağacın dal ve budaktan başka olan kısmı, kütük.
  • Kale bedeni.

bedenen / بدنا

  • Vücutça. Beden ile.
  • Vücutça. (Arapça)

bedgu / bedgû / بدگو

  • Dedikoducu. (Farsça)

bedi'

  • (Bedia) Eşi, benzeri olmayan. Hayret verici güzellikte olan.
  • Garib. Acib.
  • Benzeri olmayan şeyleri vücuda getiren. Kimseye benzemeyen. İcad edici olan.
  • Hâlık ve Hallak-ı Cihan olan.
  • Beğenilen.
  • Yeni bulunmuş ve görülmedik tarzda olan.
  • Edb: Sözün

behkele

  • Nârin vücutlu kız, sevgili.

behken

  • Nârin güzel ve gösterişli vücudu olan kimse.

behlül

  • Çok gülen, çok gülücü.
  • Hayır sahibi, çok iyi adam.
  • Hârun-ür Reşid'in kardeşinin adı olup meczûbâne ve hikmetli hareketleriyle meşhur olmuştur.

belvaz

  • Çıkıntı. Duvardan dışarı doğru çıkan direğin ucu. (Farsça)

benam

  • Parmak ucu.

benan

  • Parmak ucu.

benderek

  • Küçük iskele. (Farsça)
  • Boğaz ve liman ağızlarında yapılan küçük kale. Mendirek. (Farsça)

bendime

  • Elbise yakasına ve kollarına açılan küçük delik. (Farsça)
  • Düğme, ilik. (Farsça)

benefşe

  • Menekşe denilen güzel kokulu, küçük çiçek. (Farsça)
  • Mor. (Farsça)

beng

  • Bir bitki ve tohumu ki, afyon gibi uyuşturan, keyf verici olarak da kullanılan bir madde. Esrar. (Farsça)
  • Atlas üzerine işlenmiş sırma işlemeli bir çeşit kumaş. (Farsça)
  • Küçük çitlenbik. (Farsça)

ber

  • Üzere, üzerine, yukarı mânasına (ve Arabçadaki "Alâ" yerine edat-ı isti'lâdır) (Farsça)
  • Göğüs, sine, bağır, sadır. (Farsça)
  • Fayda. (Farsça)
  • Hamil. (Farsça)
  • Hıfz. (Farsça)
  • Yan. (Farsça)
  • Taraf. (Farsça)
  • Nâkil. Götürücü. (Farsça)
  • Meyve. (Farsça)
  • Yaprak. Varak. (Farsça)
  • Meme. (Farsça)
  • Genç kadın. (Farsça)
  • E (Farsça)

beraet / berâet

  • Temize çıkarmak. Bir şahsın, hakkında iddia edilen suçtan uzak olduğunun veyâ işlediği söylenilen suçun gerçekte suç olmadığının anlaşılması.
  • Kurtuluş vesîkası.

beraş

  • Ekseri yüzde olan küçük kara noktalar.

berdar

  • Asılmış, yukarı kaldırılmış. (Farsça)
  • Tutucu. İtaat edici ve ettirici. (Farsça)
  • Meyveli. Meyve verici olan. (Farsça)

berdeng

  • Çöl ortasında yer alan küçük dağ ve tepe. (Farsça)

berhava

  • (Berhevâ) Boş, faydasız. (Farsça)
  • Havaya uçurulmuş. Havaya gitmiş. (Farsça)

berhemen

  • (Çoğulu: Berhemûn) Hakîm.
  • Efsun okuyucu.

berhun / berhûn

  • Çember, daire, ortası boş olan yuvarlak nesne. (Farsça)
  • Hisar, varoş, duvar veya bostan kenarlarına ve tarla aralarına çalıçırpı ve diken ile yapılan çit. (Farsça)
  • Küçük ev, oda, hücre. (Farsça)

beriberi

  • (Seylanca) Asya'nın güneydoğusu ile Okyanusya, Senegal ve Brezilya'nın yerli halklarında görülen ve B vitamini eksikliğinde vücuda gelen bir hastalık.

berid

  • Postacı. Haberci. Elçi.
  • Sürücü.
  • Dört fersah mesâfe.

berniye

  • (Çoğulu: Berâni) Büyük küp.
  • Küçük horoz.
  • Bir hurma cinsi.

berud / berûd

  • Soğutucu.
  • Göze çekilen sürme.

bervar

  • Sayfiye. (Farsça)
  • Havadar köşk, mesken. (Farsça)
  • Evin küçük, arka kapısı. (Farsça)

besere-i habise

  • Çıktığı yeri kangren eden ve adına da kara kabarcık denen öldürücü bir hastalık.

besr

  • (Besere) (Çoğulu: Besûr) Vücutta çıkan bir çeşit ufak sivilce.

beste

  • Bağlanmış, bitiştirilmiş, bağlı. (Farsça)
  • Kapalı. Tutucu. Donmuş. (Farsça)
  • Bir nevi ipek kumaş. (Farsça)
  • Gr: "Besten" fiilinin ism-i mef'ulüdür. Kelimelerin başına veya sonuna getirilerek mürekkeb kelimeler (Birleşik kelimeler) yapılır. (Farsça)
  • Müzikte: Şarkının makam ve âhengi. (Farsça)

besur / besûr

  • (Tekili: Besr) Siğiller, sivilceler, küçük çıbanlar.

bevne

  • Küçük kız çocuğu.

beyadıka

  • (Tekili: Beyâzıka) (Beydak ve Beyzak) Küçük yapılı, bodur boylu ve çabuk yürüşlü adamlar, paytaklar.
  • Satranç oyununda paytaklar, piyadeler.

beyah

  • (Çoğulu: Büyâh) Küçük balık.

beyya'

  • (Bey'. den) Dellal.
  • Alıp satan kimseler.
  • Perâkende olarak satış yapan küçük tüccar.

beyyab

  • Saka, sucu.

bezadi / bezadî

  • Mavimsi bir cins değerli taş. Küçük yakut.

bezl-i cehd

  • Gücü yettiği kadar çalışma.

bezl-i vücut eden

  • Vücudunu feda eden.

bezm

  • Yayın kirişini çekip, sonra salıverme.
  • Bir şeyi diş ucuyla ısırma.

biblo

  • Salonlarda, masaların ve rafların üzerine süs için konan vazo gibi küçük eşya. (Fransızca)

biçiz

  • Pek küçük ve değersiz şey. (Farsça)

bihbud

  • Sağlam, sıhhi vücud, iyi, sağ. (Farsça)

bilad-ı selase / bilâd-ı selâse

  • Eskiden İstanbul, Edirne ve Bursa'nın üçüne birden verilen isim.

bin / bîn

  • Kelime sonuna ilâve ile "gören, görücü" mânalarına gelir. Meselâ: (Farsça)

bina

  • Gören, görücü. (Farsça)
  • Göz. (Farsça)
  • Yapı, ev.
  • Yapma, kurma.
  • Göz, gören, görücü.

binende

  • Görücü, gören. (Farsça)
  • Tedbirli, ilerisini düşünen, akıllı. (Farsça)

bini / binî

  • Burun. (İnsan ve deniz için kullanılır.) (Farsça)
  • Dağ tepesi. (Farsça)
  • Zirve, uç nokta. (Farsça)
  • Yayın ele alınan kısmının ucu. (Farsça)
  • Görürlük, görmeklik. (Farsça)

birkaş

  • (Çoğulu: Berâkış) Serçeye benzer bir küçük kuşun adı.

bisr

  • Vücudu sivilceli olan kişi.

bitaka

  • Küçük parça. (Üzerinde kumaşın fiatını yazıp kumaş içine koyarlar.)

biyoelektrik

  • Canlı varlıkların vücutlarında yaratılmış olan elektrik. (Bu elektriğin varlığı, hususi âletlerle anlaşılır)

bolşevik / بُولْشَوِيكْ

  • Çoğunluktan yana anlamına gelen Rusça kelime, 1903 yılında düzenlenen Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin İkinci Kongresi'nde Vladimir Lenin ve Julius Martov arasında yeni kurulmakta olan partinin üyelik tanımı üzerine başlayan görüş ayrılığı sonucu yaşanan ayrışmadaki taraflardan Lenin yanlısı grup.

bolşeviklik

  • Bolşevik, çoğunluktan yana anlamına gelen Rusça kelime, 1903 yılında düzenlenen Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin İkinci Kongresi'nde Vladimir Lenin ve Julius Martov arasında yeni kurulmakta olan partinin üyelik tanımı üzerine başlayan görüş ayrılığı sonucu yaşanan ayrışmadaki taraflardan Lenin yanlısı grup. Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça çoğunluk anlamına gelen Bolşevik olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılacaktır.

    Kongreden sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği'ni kuracaklardır.


bölük

  • Takımlardan oluşan, üçü veya dördü bir tabur meydana getiren askerî birlik.

bombardıman

  • Bomba, top gibi ağır silahlarla yapılan hücum. (Fransızca)

bu'susa

  • Küçük canavar.

buda

  • Budizm'in kurucusu. Mîlâddan altı asır evvel yaşamış olup, asıl adı Guatama veya Gotama'dır.
  • Budizmin kurucusu.

bügas

  • (Çoğulu: Bügasât-Ebgıse) Ufak, küçük kuşlar.

büh

  • Baykuşa benzer bir kuştur, ondan küçüktür. Dişisine büvâhâ derler; ahmak, akılsız kimseyi ona benzetirler.
  • Puhu.

buhayre

  • Göl. Küçük deniz.

bühtan

  • Yalan, iftira, birine işlemediği suçu yükleme.

büka-alud / bükâ-âlûd

  • Ağlatıcı, gözyaşı döktürücü. (Farsça)

büka-engiz / bükâ-engiz

  • Ağlatıcı. Gözyaşı döktürücü. (Farsça)

bunduk

  • Yuvarlak küçük taşlar.
  • Yuvarlak küçük kurşun.
  • Fındık.

bünduka

  • (Çoğulu: Bünduk, Benâdik) Fındık tanesi.
  • Kemankere taşı. Küçük yuvarlak taş.

bünyamin

  • Yakup Aleyhisselâm'ın en küçük oğlu.

bünye

  • Bir şeyin vücut yapısı. Vücut, beden. Fıtrat.
  • Şekil, tarz, sûret.

bünye-hiz / bünye-hîz

  • Vücudu canlandıran, bünyeyi kaldıran. (Farsça)

burak

  • Binek. Cennet'e mahsus bir binek vâsıtası. (Kelimenin kökü; (Berk) dir. Burak'ın Hadis-i Şerife göre ta'rifi: "Merkepten büyük, katırdan küçük hacimde bir dâbbe ki; ayağını gözünün müntehasına basar." Bu ise bir berk ve elektrik sür'atini anlatır. (E.T. sh: 3150)

bürdek

  • Küçük bilmece. (Farsça)

bürke

  • Martı.
  • Kurbağa.
  • Havuz.
  • Küçük göl.

bus / bûs

  • Öpme, öpücük.

buse / bûse / بوسه

  • Öpücük.
  • Öpücük. (Farsça)

buse-çin

  • Öpücük alan, öpücük toplayan. (Farsça)

buse-zen

  • Öpen, öpücü. (Farsça)

busende

  • Öpen, öpücü. (Farsça)

büsre

  • Herşeyin ucu ve başı.
  • Herşeyin tâzesi.
  • Genç kız veya oğlan.
  • Hurma koruğu.
  • Biraz büyümüş olan ekşi ot.

büstuka / büstûka

  • (Çoğulu: Besâtik) Küçük küp. Küpçük.

büyü

  • Cin gibi manevî varlıklar aracılığı ile insan veya başka varlıklar üzerinde etki meydana getirme işi. Dinimiz büyücülerin şerrinden, kötülüklerinden Allah'a sığınmamızı emreder. Müslüman büyücülük yapmaz.

büziçe

  • Oğlak. Küçük, yavru keçi. (Farsça)

ca'fer

  • Küçük akarsu, çay.

ca'le

  • (Çoğulu: Cüul) Küçük hurma ağacı.

cabir / câbir

  • Cebredici, zorla yaptıran.
  • Galib gelen.
  • Şefkatsiz, merhametsiz.
  • Tekebbür ve taazzüm eden.
  • Aziz ve kavi olan.
  • Tıb: Kırıkçı, çıkıkçı.
  • Cebir ilminin ilk kurucusu olan müslüman âlimi.

cadı

  • Avrupa'da putperestlik çağından beri gelen bir inanca göre, şeytanın gücünü kullanarak büyü yolu ile insanlara kötülük eden, felâketler getiren kadın. Bu bâtıl inanç yüzünden birçok yaşlı masum kadın, cadı diye Hristiyanların kurduğu Engizisyon mahkemeleri kararıyla yakılmıştır.

cadib

  • Kusur görücü. Başkalarının noksan taraflarını gören.

cadu / câdû / جادو

  • Büyücü, cadı. (Farsça)
  • Hortlak, gulyabani. (Farsça)
  • Acuze, çirkin kocakarı. (Farsça)
  • Çok güzel söz. (Farsça)
  • Büyücü. (Farsça)
  • Cadı. (Farsça)

cadu-fenn

  • Büyücü, sihirbaz. (Farsça)

cadu-ger

  • Büyücü, sihirbaz. (Farsça)

caduger / câdûger / جادوگر

  • Büyücü. (Farsça)

caize / câize

  • Armağan, övücü şiirleri için eskiden şairlere devlet büyükleri veya aşiret büyükleri tarafından verilen para veya mal.

çak

  • Yarık, çatlak, yırtmaç. (Farsça)
  • Kılıç, bıçak gibi şeylerin sesleri. (Farsça)
  • Sabah vakti beyazlığı. (Farsça)
  • Küçük pencere. (Farsça)
  • Hazır. Amâde. (Farsça)

çakaloz

  • Çakıltaşı atan bir nevi küçük top.

calis

  • (Çoğulu: Cüllâs) Oturan, oturucu, cülûs eden. Tahta çıkan.

can-geza

  • Ruh sıkıcı, can sıkıcı. Tehlikeli olan, öldürücü. (Farsça)

candar / cândâr / جاندار

  • Diri, canlı, zihayat, ziruh. (Farsça)
  • Silâhlı kimse. (Farsça)
  • Muhafız, koruyucu, emniyet memuru. (Farsça)
  • Yol yiyeceği, azık. (Farsça)
  • Canlı. (Farsça)
  • Koruyucu. (Farsça)

canşikar / canşikâr

  • Öldürücü. (Farsça)
  • Mc: Can avlayan veya öldüren. Sevgili, mahbub. (Farsça)

çapulcu / çapûlcu

  • Düşman toprağına atla hücum edip yağma eden. Akıncı, yağmacı.

cariha

  • (Müe.) Yaralayan.
  • Kol, ayak gibi her bir vücud azâsı.

caris

  • Yaygaracı, geveze, terbiyesiz, güldürücü. Çala çaldıran.

çarşaf

  • Yatağın üstüne serilen veya yorgana kaplanan bez örtü.
  • Kadınların kullandığı baştan örtülen, pelerinli eteklikli sokak elbisesi. Kadınların örtünmesi farzdır. Bu maksatla çarşaf ucuz, pratik, hafif olması ve zengin fakir herkesin kolayca sağlıyabilmesi bakımından yaygın olarak kulanı

carub-zen / cârûb-zen

  • Süpürücü, çöpçü. (Farsça)

çarub-zen / çârub-zen

  • Süpürücü. (Farsça)

cazibe / câzibe

  • Çekim, çekim gücü.

cazibe-i umumi / câzibe-i umumi

  • Genel çekim gücü.

cazibe-i umumi-i vatani / cazibe-i umumî-i vatanî

  • Vatana ait genel çekim gücü.

cazibe-i umumiye-i islamiye / câzibe-i umumiye-i islâmiye

  • İslâm dininin genel çekim gücü.

cazu / cazû

  • Cadı. Büyücü, sihirbaz. (Farsça)

çe

  • Küçültme edatı olap bu mânâ ile Farsça isimlere eklenir. (Farsça)

cebb

  • Bir kimsenin zekerini ve hayasını kesip hadım etmek.
  • Devenin hörgücünü kesmek.
  • Kökünden kesmek.

cebbar / cebbâr / جَبّاَرْ

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarının hallerini ıslâh edip tövbeye götüren, dilediğini yaptırmaya gücü yeten.
  • Kibirli, zorba, gaddâr.
  • Dilediğini yapmaya ve yaptırmaya gücü yeten (Allah).

cebin-say / cebin-sây

  • Alın sürücü, alın süren. (Farsça)

cebri nefy

  • "İnsan iradesizdir. Yaptığı işlerde mecburdur. Kendi seçme gücü yoktur" şeklindeki iddiayı reddetme; iradesizliği reddetme.

çeçek

  • Gül. Çiçek. (Farsça)
  • Gönül. (Farsça)
  • Çiçek hastalığı. (Farsça)
  • Vücutda çıkan ben. (Farsça)

cedda'

  • Küçük memeli kadın.
  • Susuz çöl.

cederi / cederî

  • Vücutta çıkan çiçek hastalığı.

cehd

  • Gayret, olanca gücü ve kuvveti sarf etmek.

cehennem-i suğra / cehennem-i suğrâ

  • Küçük cehennem.
  • Küçük cehennem.

çekre

  • Küçük su damlası. Su serpintisi. (Farsça)

celabib

  • (Tekili: Cilbâb) Kadının bütün vücudunu örten ve dıştan giyilip bol olan çarşaf nevi. Yaşmaklar. Baş ve yüz örtüleri, ferâceler.

celacil

  • (Tekili: Cülcül) Küçük çanlar, ufak çıngıraklar.

celbiz

  • Kement, ilmik. (Farsça)
  • Gammâz, koğucu, ara bozucu. (Farsça)

celde

  • Kamçı ile vücuda vuruşlardan her bir vuruş. (Fıkhî ıstılah)

cem'are

  • Galiz, kaba nesne. Yüksek taşlar.
  • Kabile ismi.
  • Küçük kuş.

cem-i kuvvet

  • Gücü toplayıp bir araya getirme, güç birliği.

cem-ül cem

  • Gr: Bir defa cemi'olan kelimenin tekrar bir defa daha cemi olması. (Evliya; Evliyalar gibi.)
  • Tas: Vahdet-i vücuda dalmak. Bekabillah, Cenab-ı Hak'ta fâni olmak.

cemiyetçi

  • Topluluk teşkil eden, dernek kurucusu.

cemmal

  • Deveci, deve süren, deve sürücüsü.

cemr

  • İnsanların bir araya toplanması.
  • Atın sıçrayarak yürümesi.
  • Ateş ve küçük taş vermek.
  • Bir kimseyi def etmek, kovmak.

cemre

  • Hacıların şeytan taşlarken attıkları taşlar veya bu taşların atıldığı yer. Çoğulu cimâr ve cemerât'tır. Minâ'da birbirlerine birer ok atımı mesâfede bulunan üç taş yığını vardır. Bunlardan birincisine Cemre-i ûlâ (birinci cemre), ikincisine Cemre-i vustâ (orta cemre) ve üçüncüsüne Cemre-i Akabe adı

cemre-i salise / cemre-i sâlise

  • Üçüncü cemre ki, toprağa düşer.

cenab-ı kadir-i kayyum / cenâb-ı kadir-i kayyûm

  • Herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi olan ve herşeyi Kendi varlığıyla ayakta tutan Allah.

cenab-ı mevla / cenâb-ı mevlâ

  • Herşeyin efendisi, koruyucusu ve sahibi olan Allah.

cennetü'l-me'va / cennetü'l-me'vâ

  • Cennetin üçüncü katının ismi.

cerahat

  • Yaradan akan irin. Yaralı vücudda toplanan kandaki küreyvât-ı beyzâdan (ak yuvarlardan) mürekkeb kan. Yaradan akan beyaz akıcı cisim.

cerame

  • Gövdeli olmak. Vücudu iri olmak.
  • Cesâmet.

cerr

  • Kendine doğru çekmek. Çekmek. Cezb.
  • Para almak.
  • Uçurum.
  • Kale hendeği.

cerrare

  • Sarı renkte küçük ve zehirli akrep.

cerv

  • Küçük meyve.
  • Vahşi hayvan yavrusu. Enik.

cesed

  • Ten, gövde, vücut, beden. Ruhsuz vücud.
  • Ceset, cansız vücut.

cesed-i hayvani / cesed-i hayvânî

  • Canlı beden, cesed, vücut.

cesed-i manevi / cesed-i mânevî

  • Mânevî vücud, varlık.

cesed-i misali / cesed-i misalî

  • Maddi yapısı olmayan vücut, misalî beden.

cesed-i mübarek

  • Mübarek beden, vücud.

ceset

  • Vücud, beden.

cesim

  • İri vücudlu.
  • Kebir. Ehemmiyetli. Büyük.

cevab-ı müskit / cevâb-ı müskit / جَوَابِ مُسْكِتْ

  • Susturucu cevab.

cevarih

  • El, ayak gibi vücud azaları.

cevelan-ı dem / cevelân-ı dem

  • Kanın vücudda dolaşması.

çevgan

  • Cirit oyunlarında atlıların birbirlerine attıkları değnek. (Farsça)
  • Baston, ucu eğri değnek. (Farsça)

cevher-i ferd / جَوْهَرِ فَرْدْ

  • Zerre, en küçük cisim. Atom.
  • Maddenin bölünemeyen en küçük parçası.

ceylan

  • Geyik çeşidinden küçük, ince bacaklı, pek hafif ve çok koşucu bir kara hayvanı, gazâl.

cezr

  • Kök, asıl, temel. Bünyâd.
  • Kesmek.
  • Mat: Kendi misline darbolunmakla (çarpılmakla) bir sayı meydana getiren rakam (Kare kök). Üç, dokuzun cezri'dir. Dokuz, üçün meczuru'dur.
  • Derya, deniz.
  • Arı kovanından bal almak.
  • Ay ve güneşin câzibesi te'siri ile deniz

ciar

  • Ucunu bir kazığa bağlayıp bir ucunu da beline bağlayıp kuyuya inilen ip.

cihad-ı asgar

  • Küçük savaş. İslâm müdâfaası için silahla savaşma.

cihad-ı asgar ve ekber

  • Nefis mücadelesi olan en büyük cihat ve silahlı mücadele olan küçük cihat.

cihan-ban / cihan-bân

  • Cihanın bekçisi, dünyanın koruyucusu olan. Allah. Hükümdar. (Farsça)

cihan-penah

  • Cihanın koruyucusu olan.

cilaz

  • Kamçının ucuna bağlanan kayış.

cilz

  • Süngü demiri.
  • Kamçının ucundan tuttukları yer.

cimnastik

  • yun. Vücud organlarını alıştırıp kuvvetlendirmek için yapılan idman. Beden terbiyesi.

cinzab

  • Yaban havucu.

circis

  • Mühür yapılan mum.
  • Toprak.
  • Küçük üvez.

cirit

  • Düşmana atılmak üzere yapılmış ucu demirli, sert tahtadan kısa mızrak. Sulh zamanlarında talim mahiyetinde yapılan karşılaşmalara cirit oyunu denirdi. Türklerin makbul bir sporu idi.
  • Ucu temrenli bir çeşit mızrak.

cirm

  • Vücud, ten, cüsse, hacim, büyüklük.
  • Cansız cisim.
  • Yıldız.

cirman

  • Organlarla birlikte vücut.

cirsam

  • Divanelik, delilik.
  • Öldürücü zehir.
  • Zatülcenb.

cism / جسم

  • Boşlukta yer kaplayan şekil almış veya başka bir şekle giren madde.
  • Beden, vücûd.
  • Cisim, madde. (Arapça)
  • Vücut, beden. (Arapça)

cism-i nizar / cism-i nizâr

  • Zayıf vücud.

cism-i vücud

  • Vücut cismi, şekli.

cismani / cismanî / cismânî

  • (Cismaniye) Bedene mensub, vücutla alâkalı.
  • Mânevi ve ruhani karşılığı. Maddi ve cisimli olmak.
  • Maddi vücuda sahip.

cismaniyet / cismâniyet

  • Bedenle, maddî vücutla ilgili oluş.

cismen

  • Cisim itibariyle, cisim olarak. Vücutça, bedence.

cıvata

  • Arkası iri başlı ve ucu somun geçmek üzere yivli vida. Başlıca potrelleri, demir ve tahtaları birbirine bağlamaya yarar.

cizfe

  • Küçük sürü.

cop

  • Polis ve polis görevlisi askerlerin taşıdığı, kauçuktan yapılma sopa.

cu'bub

  • (Çoğulu: Ceâbib) Fitil ucu.
  • Çirkin ve kısa boylu adam.

cübar

  • Ziyan olmak. Heder olmak.
  • Üçüncü gün.

cübu'

  • Tehir etmek, sonraya bırakmak.
  • Yönelmek, rücu etmek.

cüdad

  • Çulha yumağı.
  • Eski kaftan.
  • Küçük ağaç.

culah

  • Örümcek, ankebut. (Farsça)
  • Çulha, yâni dokuyucu, nessâc. (Farsça)

cülahek

  • Örümcek, ankebut. (Farsça)
  • Küçük dokumacı. (Farsça)

cülcül

  • (Çoğulu: Celâcil) Ufak çıngırak, küçük çan.

cümmah

  • Temrensiz, ucu yuvarlak ok. (Oğlancıklar onunla ok atmayı öğrenirlerdi)

cüneyd

  • Küçük asker. Askercik.

cünha / جنحه

  • Suç, kabahat. Te'dib cezâsına müstahak olanın suçu.
  • Küçük suç. (Arapça)

cürde

  • Çorak bölge.
  • Çıplak vücut.
  • Atlı asker.

cürm-ü meşhut

  • Suçüstü.

cürmümeşhud

  • Suçüstü.

cürmuz

  • Küçük havuz.

cürüf

  • Uçurum, yar.

cuş-aver / cûş-aver

  • Coşturucu, coşmaya sebep olucu. (Farsça)

cüseym

  • Cisimcik. Küçük cisim.

cüseymat

  • (Tekili: Cüseym) Küçük cisimler, cisimcikler.

cüsman

  • Organlarla birlikte vücudun tamamı.
  • Her nesnenin cismi ve cesedi.

cüveyre

  • Küçük câriye, câriyecik.

cuy-çe

  • Küçük ırmak. (Farsça)

cüz'i / cüz'î / جزئي

  • Ferdî, küçük.
  • Cüzde olan, küçük.

cüz'i teferruat / cüz'î teferruat

  • Küçük ayrıntılar.

cüz'iyat tabakatı

  • Küçük varlıklardan oluşan varlık tabakaları.

cüz'iyyat / cüz'iyyât / جزئيات

  • Küçük şeyler, önemsiz şeyler. (Arapça)

cüz-i asgar

  • En küçük cüz. En ufak parça.

cüz-i ihtiyar

  • İnsandaki çok az seçim gücü, irade.

cüz-i layetecezza / cüz-i lâyetecezzâ

  • Bir daha bölünmeyen en küçük parça. En küçük cisim parçası. Tecezzisi kabil olmayan. Atom. Yani parçalansa, maddîlikten çıkıp kanun-u İlâhî ile bir nevi kuvvete inkılâb eder.

cüz-ü asğar

  • En küçük varlık, en küçük parça.

cüz-ü ferd

  • Bir varlıktan veya bir vücuddan bir parça.
  • Atom..

cüz-ü fert

  • Atom, en küçük parça.

cüz-ü ihtiyar

  • İnsandaki çok az seçim gücü, irade.

cüz-ü layetecezza / cüz-ü lâyetecezzâ

  • Bir daha bölünemeyen en küçük parça, en küçük cisim parçası, atom.

cüz-ün layetecezza / cüz-ün lâyetecezzâ

  • Maddenin yapı özelliğini taşıyan en küçük parçası, atom, zerre.

cüzeyre

  • Küçük ada, adacık. Etrafı su ile çevrili küçük kara parçası.

cüzi / cüzî

  • Küçük, az, ferdî.

cüziyyet

  • Azlık, küçüklük.

dafia / dâfia

  • İtme gücü.

dag / dâg

  • Yanık yarası. (Farsça)
  • İnsan veya hayvan vücuduna kızgın demirle vurulan damga. (Farsça)

dagbus

  • (Çoğulu: Dagabis) Küçük hıyar.
  • Sirkeyle ve zeytin yağıyla yenen bir ot.

dağlama

  • Kızdırılmış mâdenle vücûdun bir yerini yakma.

dagş

  • Hücum etmek.

dahamet / dahâmet

  • İrilik, kocamanlık, kabalık, vücutça büyük olmaklık.
  • Tıb: Hipertrophie.

dahdah

  • Küçük adımlı kimse.

dahhak

  • Çok gülen. Çok gülücü.
  • İran'da eski tarihte yaşamış çok zâlim bir hükümdarın adı.

dahhas

  • (Çoğulu: Dehâhis) Toprak içinde kaybolup bulunmayan küçük bir böcek.

dahık

  • Gülen, gülücü.

dahr

  • Alçalma. Küçülme. Hor ve hakir olma.

dail

  • Arık, zayıf, küçük hacimli.

daire-i iktidar

  • Gücün etkili olduğu alan.

daire-i vücud

  • Vücud ve varlık dairesi ve sahası.

dakk

  • Vurmak.
  • Çekmek. Çok yemekten dolayı vücudun ağırlaşması.
  • Kapı çalma.

dar-üs-selam / dâr-üs-selâm

  • Sekiz Cennet'ten üçüncüsü.

darame

  • Ucu ateşli kuru ot ve odun.

darib

  • (Darb. dan) Sütünü sağan kimseye vuran dişi deve.
  • Ağaçlı yer.
  • Karanlık gece.
  • Vurucu, vuran. Darbeden, çarpan. Döven.

darir

  • (Çoğulu: Edirrâ) Kör, a'mâ.
  • Nefis.
  • Cismin bakiyyesi.
  • İri vücutlu fakir kişi.

darül hikmetil islamiye

  • (Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye) Bu teşkilât, son devirlerde gerek imparatorluk ve gerekse İslâm Aleminde ortaya çıkan bir takım dini mes'elelerin halli ve İslâma yapılan hücumların İslâm ahkâmına göre cevaplandırılması için 12 Ağustos 1334 (25 Ağustos 1918) tarihinde 5. Mehmed Reşat ve Şeyhülislâm Musa

debl

  • Küçük eşek.
  • Toplamak, cem'etmek.
  • Islah etmek.

decac

  • (Çoğulu: Dücüc) Tavuk.
  • Horoz, tavuk ve piliç cinsi.

deflasyon

  • Paranın piyasada azalmasıyla satın alma gücünün artması. (Fransızca)

dehşet-efşan

  • Korkunç, korku ve dehşet saçan, ürkütücü. (Farsça)

dehşet-engiz

  • Çok dehşet verici. Çok korkutucu. (Farsça)

deka'

  • (Çoğulu: Dükk-Dükük-Dekâvât) Hörgücü arkasına düşmüş dişi deve.
  • Kaygan yer.

dekovil

  • Ray aralığı 60 cm. yahut daha az olan küçük demiryolu. (Fransızca)

delail-i enfüsiye

  • Kişinin kendi nefsinde olan deliller. Yani vücudun gerek maddi ve gerek (vicdan ve hisler gibi) mânevi yapısında olan ve imana ait hükümleri isbat eden delillerdir.

dellal / dellâl

  • Duyurucu, ilân edici.

dellal-i alişan / dellâl-i âlişân

  • Şânı yüksek olan duyurucu, tebliğ edici

dellal-ı azam / dellâl-ı âzam

  • En büyük duyurucu, ilân edici.

dellal-ı muhterem / dellâl-ı muhterem

  • Saygıdeğer ilan edici, duyurucu.

derdak

  • (Çoğulu: Derâdik) Küçük çocuklar.
  • Her şeyin küçüğü.

derek

  • Urgan ucuna eklenip, kovanın kulpuna bağlanan ip parçası (urgan suya değmesin diye)
  • Kiriş uçlarında olan halka (yayın başlarına geçirirler.)

deriçe / derîçe / دریچه

  • Küçük kapı, oyma kapı. Pencere. (Farsça)
  • Pencere. (Farsça)
  • Küçük kapı. (Farsça)

deryaçe

  • Göl, küçük deniz. (Farsça)

deryaniye

  • Hörgücü ikiden fazla olan sığır nevi.

deskere

  • (Çoğulu: Desâkir) Dağ başında olan harab kale.
  • Küçük köy.

dest-gir

  • Muavenet. Arka olmak. Tutucu, yardımcı, muin. Zahir. (Farsça)

destaviz / destâvîz / دستاویز

  • Küçük hediye. (Farsça)

destek

  • Bir şeyin yıkılıp devrilmemesi için, o şeye vurulan payanda, dayanak. (Farsça)
  • Küçük el. (Farsça)
  • Yün ve pamuk gibi şeyleri eğirmeye yarıyan âlet. (Farsça)

destroyer

  • ing. Çok sür'atli giden küçük savaş gemisi, torpido muhribi.

dev

  • Masallarda geçen korkutucu varlık.

devbel

  • Bir karar üzere durup büyümeyen küçük eşek.

deybub

  • Koğucu, dedikoducu.

dide

  • Göz, ayn, çeşm. (Farsça)
  • Görmek. (Farsça)
  • Gözcü. (Farsça)
  • Göz bebeği. (Farsça)
  • Göz ucu. (Farsça)

dihan

  • Kırmızı deri, sahtiyan.
  • (Tekili: Dühn) Vücuda sürünülecek yağlar.

dihçe

  • Küçük köy. (Farsça)
  • Çiftçi, köylü. (Farsça)

dıhk-aver / dıhk-âver

  • Güldüren, güldürücü. (Farsça)

dıkrar

  • (Çoğulu: Dekârir) Koğucu, dedikoducu.
  • Belâ. Zahmet.
  • Yalan söz.
  • Fuhşiyât.

dıl'-i kazib / dıl'-i kâzib

  • Tıb: Göğüs kemiğine dayalı beş adet küçük kaburga kemiği.

dırab

  • Erkek dişiye aşmak.
  • Küçük dağlar.

dirayetli

  • İncelikleri kavrayış gücüne sahip.

direktuvar

  • Fransız ihtilâlinin üçüncü yılında Konvansiyon'un yerine geçen idare şekli. (Fransızca)

divançe

  • Kafiye itibariyle harf sırası tertibiyle yapılan küçük şiir mecmuası. (Farsça)

du'mus

  • (Çoğulu: Deâmis) Rengi siyaha benzer bir küçük su canavarı.

dübb-i asgar

  • Küçük ayı (yedili yıldız grubu).

dübb-ü asgar

  • Küçük ayı denen ve Kutup yıldızı etrafında devreden yedi tanelik yıldız kümesi.

dücünne

  • (Çoğulu: Dücünnât) Bulut kat kat olma.
  • Karanlık, zulmet.
  • Yağmur yağma.

dude

  • Kurtcağız, küçük solucan, böcek.

dugmus

  • (Çoğulu: Degâmis) Rengi siyaha yakın küçük bir su canavarı.

duha suresi / duhâ sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin doksan üçüncü sûresi.

duhseman

  • Kara yağız, iri vücutlu adam.

dülke

  • Küçük bir canavar.

düma

  • (Tekili: Dümye) Suretler. Küçük putçuklar.

durc

  • İçine inci ve altın konulan küçük hokka.

dürc / درج

  • Kutu, kutucuk, küçük kutu.
  • Mücevherat kutusu.
  • Hokka gibi olan ağız, biçimli ağız.
  • Kutu. (Arapça)
  • Mücevher kutusu. (Arapça)
  • Sevgilinin küçük ağzı. (Arapça)

dure

  • Hakir ve şânı küçük olan adam.

earr

  • Hörgücü küçük deve.

ebahir

  • Kuş kanadının üçüncü mertebede olan yelekleri.

ebred / ابرد

  • Dondurucu soğuk, çok soğuk. (Arapça)

ebsar

  • (Tekili: Basar) Gözler. Dikkat sahipleri. Görücüler.

ebu hüreyre

  • Peygamberimize (A.S.M.) bütün gücüyle hizmette bulunmuş ve İ'lâ-yı kelimetullâh yolunda Peygamber (A.S.M.) ile bütün muharebelere iştirak etmiş, 5374 aded Hadis-i Şerif nakletmiştir. Hicri 75 yılında, Medine-i Münevvere'de, 78 yaşında iken dâr-ı bekaya irtihâl etmiştir. (R.A.)

ebzün

  • Küvet, banyo.
  • İçinde yıkanılabilinen küçük havuz.

eceme

  • (Çoğulu: Acâm-Ecemât - Ecem-Ücüm) Meşelik.
  • Kamışlık.

ecr

  • (Çoğulu: Ücur) Bir iş, bir hizmet mukabilinde verilen şey.
  • Ahirete aid mükâfat, hayır ceza.
  • Ücret, mukabil, karşılık. Sevab.
  • Tıb: Kırılan bir uzvun sarılması.

ecsad

  • (Tekili: Cesed) Cesedler. Cisimler. Tenler. Vücudlar.

ecsam / ecsâm / اجسام

  • Cisimler. (Arapça)
  • Vücutlar. (Arapça)

ecvibe-i müskite

  • Susturucu cevaplar.

ecza / eczâ / اَجْزَا

  • (Tekili: Cüz) Eczacılıkta kullanılan çeşitli maddeler.
  • Ciltlenmemiş kitab ve saire.
  • Cüz'ler, parçalar, kısımlar.
  • Bir kimyevi terkible vücuda gelip yanma hassası gibi böyle bir kuvvet ve te'siri haiz bulunan şey.
  • (Kimyevî) küçük maddeler.

ecza-i asliye / eczâ-i asliye

  • Vücudda temel teşkil eden parçalar ve kısımlar, unsurlar.

ecza-yı asliye / eczâ-yı asliye

  • Asıl parçalar; vücuttaki el, ayak, göz gibi.

edevat

  • (Tekili: Edat) Aletler. Takımlar, parçalar.
  • Gr. Fiil veya isimlere eklenen küçük kelime veya harfler. Edatlar.

edi

  • Küçük ve şerir (adam).
  • Küçük kap.

edna / ednâ

  • Basit, küçük, aşağı.

edra'

  • Vücudu beyaz, başı siyah olan at.
  • Hecin.

efgen

  • (Figen) Düşüren, yere atan, yıkan, yere atıcı, düşürücü, yıkıcı. (Farsça)

efil

  • (Çoğulu: Afâl-Efâil) Genç küçük deve.

efra'

  • İşi gücü olmayan adam. Boş dolaşan kişi.
  • Kuruntulu, vesveseli adam.
  • Başının saçı tamam olan kimse. (Müe: Für'â)

efsunger

  • Büyücü, sihir yapan. Efsun yapan kimse. (Farsça)

efyun

  • Haşhaştan çıkarılan uyutucu madde. Afyon. (Farsça)

ehatt

  • En ucuz, daha ucuz.
  • Daha cilâlı.

ehliyet-i vücub / ehliyet-i vücûb

  • İnsanın, lehine ve aleyhine olan hakların doğmasına elverişli olması. Vücûb ehliyeti.

ehven / اهون

  • Daha aşağı. Daha ucuz. Bayağı. Adi.
  • Zararı az olan. En zararsız.
  • En zararsız, pek ucuz.
  • Çok ucuz. (Arapça)
  • Çok kolay. (Arapça)

ehveniyet

  • Ucuzluk, ehvenlik, daha hafif, daha zararsızlık.

ehya

  • Ucuzluk.
  • Ucuzluk, bolluk.

ejah

  • Vücutta ve bilhassa ellerde çıkan ufak urlar, siğil, sivilce. (Farsça)

ekall

  • Daha az, en az, pek az. En küçük.

ekram

  • Küçük burunlu.
  • Küçük boylu.

el-eys

  • Vücud. Varlık. Büyük cisim.

el-hayy

  • Diri ve devamlı hayat sâhibi. Zâtî hayat ile münferid, her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten Allah (C.C.)

elemli

  • Acı veren, üzücü.

elfaz-ı tazimiye / elfâz-ı tâzimiye

  • Övücü, yükseltici sözler.

elhaz

  • (Tekili: Lahz) Göz ucu ile bakışlar.

elim / elîm

  • Acıklı, üzücü.

elmas

  • Küçük kaşlı olan.

elzem

  • Daha lâzım. Çok lâzım. Ziyade mucib.
  • Küçük parmaklı.

emare

  • Alâmet, işaret, nişan, iz, ip ucu, belirti.

emin / emîn

  • Kendisine güvenilen.
  • Peygamber efendimizin lakabı. Peygamber olduğu bildirilmeden önce de, Kureyş kabîlesi Resûlullah'a sallallahü aleyhi ve sellem çok güvenir, inanır ve; "Muhammed-ül-emîn" derlerdi.
  • Vücuttaki bütün âzâlarını İslâmiyete uygun şekilde ve uygun yerlerde kullan

emled

  • En genç, çok körpe ve nazik vücut veya dal (Müennesi: Meldâ)

emr-i cüz'i / emr-i cüz'î

  • Bireysel, ferdî iş; küçük ve basit bir iş.

emr-i itibari / emr-i itibârî

  • Hakikatta, hariçte vücudu olmayıp, var kabul edilen emir, iş. (İnsanın fiilleri, kesbi gibi.)

emr-i nafiz / emr-i nâfiz

  • Etkili, tesir gücü olan emir.

emr-i nisbi / emr-i nisbî

  • Kıyas ile olan emir. Öncekilerine veya diğerlerine göre olan iş veya emir veya hâdise. İllet-i tâmme istemiyen ve vücud-u haricisi bulunmayan emir.

emt

  • Yüksek yer. Küçücük tepecikler.
  • Doldurma.

Emzik / Bibs / Kidful

  • About Page template By Adobe Dreamweaver CC
    sample

    Bibs Kauçuk Emzik


    Söz konusu emzik olunca, BIBS Colour gerçek bir klasik. Yaklaşık 40 yıldır Danimarka'da tasarlanıp üretilen BIBS Colour emzikler, %100 doğal kauçuk ucuyla, hava akışı sağlayan delikleri ve cilt tahrişini önlemek için geliştirilen hafif eğimli yapısı ile gerçek bir efsane! BIBS Colour, yuvarlak ve yumuşak kauçuk uç kısmı ile anne memesine en yakın forma sahip olduğundan, çocuklar tarafından kolay kabul ediliyor. Anne memesini taklit ederek, emiş sırasında hava akışı sağlıyor. Ultra hafif ve sağlam yapısı ile bebeğinizi yormuyor. BPA, PVC ve phthalates gibi zararlı maddeler içermiyor ve dünyaca geçerli EN 1400 standardına göre üretiliyor. Hiçbir emzik markasında göremeyeceğiniz kadar fazla renk çeşitine sahip olan BIBS Colour, klasikleşen zamansız tasarımı ve elegant duruşu ile tasarım ve işlevselliği birleştiriyor. BIBS Colour, bir emzikten beklenen tüm detaylara sahip olmasının yanısıra; bir emzikten beklenmeyen güzellikte tasarımı ile, tüm dünyada hem anneleri hem çocukları kendine hayran bırakıyor…

    https://www.kidnkind.com/bibs

sample

Kidful Bitkisel Boyalı Emzik Askısı


KIDFUL Emzik Askıları, çocuk ürünlerinde kullanıma uygun olan, en kaliteli %100 gerçek deriler kullanılarak EN 12586 standartlarına göre üretilir. KIDFUL'un organik serisinde kullanılan boyalar tamamen bitkiseldir ve kimyasal madde içermez. KIDFUL'un özel olarak üretilen metal klipsi kurşun ve krom içermez. Metal klipsin kıyafetlere zarar vermemesi için, klips içerisinde plastik aparatı bulunur. KIDFUL emzik askısını, güçlü lastik ve güçlü bağlantı yapısı ile, uzun seneler yıpranma sorunu yaşamadan kullanabilirsiniz...
https://www.kidnkind.com/kidful


Kidnkind Emzik Anne Bebek ve Tekstil Ürünleri Ticaret Limited Şirketi


Web sitesi :www.kidnkind.com

Telefon : 0(216) 606 21 06

(www.kidnkind.com)

endam

  • Beden. Vücud. (Farsça)
  • Vücudun tenasübü. Vücudun görünüşü. (Farsça)
  • Letafet. İntizam ve üslub. (Farsça)
  • Vücut, beden, boy pos.

endami / endamî

  • Vücuda uygun, bedene münasib, biçimli. (Farsça)

endaz

  • Atan, atmış, atıcı mânasında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dehşet-endaz : Dehşet verici, korkutucu. (Farsça)

endaze

  • Ölçü, mikyas. (Farsça)
  • Arşının bez, basma vesâire ölçmeğe mahsus küçük cinsi. (60 cm.dir) (Farsça)
  • Tahmin, takdir. (Farsça)
  • Derece, mertebe. (Farsça)
  • Mc: Hesap. (Farsça)

endek

  • Az, kalil. (Farsça)
  • Yaşı küçük, küçük yaşlı. (Farsça)

endüstri

  • Sanayi, imalât, sanatlar. Hammaddeyi mâmul eşya hâline getirme. Bu da ikiye ayrılır. 1- Küçük sanayi: Ev ve atölyelerde basit âlet ve makinelerle eşya imalâtıdır. 2- Büyük sanayi: Su buharı, akaryakıt, elektrik, atom enerjisi gibi büyük çapta enerji kaynaklarından faydalanılarak fabrikalarda seri hâ (Fransızca)

enerji

  • Kuvvet. Güç. Fiziki kuvvet. (Fransızca)
  • Gücünü harcama isteği ve iktidarı. (Fransızca)

enf

  • Burun. Koku ve teneffüse mahsus âzâ.
  • Bir şeyin ucu veya evveli veya en şiddetlisi.
  • Bir şeyin sivri yeri.
  • Bir şeyin en şerefli olan yeri.

engüj

  • Filcilerin fili idare etmekte kullandıkları ucu eğriltilmiş demir karga burnu. (Farsça)

enmele

  • (Çoğulu: Enâmil) Parmak ucu.

entimem

  • yun. Man: Mantıkta kısaltılmış kıyas şekli. Öncül veya had denilen ve bilinen kaziyelerden biri söylenmeden sonuca varmak. Örnek: (Orucu bozdu, o halde 61 gün keffareten oruç tutması gerekir.) Burada hadlerden biri (Orucu bozan, 61 gün keffareten oruç tutar), kaziyesi biliniyor kabul edilerek söylen

enva-ı sağire / envâ-ı sağîre

  • Küçük çeşitler.

erdan / erdân

  • "Beden"in çoğulu. Cisimler, vücutlar, gövdeler.

ergen

  • (Bâliğ) Çocukluk çağından gençlik çağına geçmiş olan, aklı ermeğe başlamış, bâliğ.Erginlik çağına gelen müslüman genç, namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek gibi Allah'ın farz kıldığı emirlerini yerine getirmeğe mükellef (yükümlü) olur. Küçük yaştan itibaren derece derece gerekli dini bilgiyi öğre

erhas

  • (Rahis. den) Pek ucuz.

ermeni

  • Eskiden batı Asya'nın kuzey kısmında ve Avrupa'nın Asya'ya komşu olan bazı yerlerinde dağınık şekilde yaşayan bir milletti ki, İranlılar ve Romalılar tarafından birçok defa mağlub edilmeleri üzerine çeşitli yerlere dağılmışlardır. Ve bu dağılma sonucunda büyük şehirlere de yerleşerek san'at, kuyumcu

ernebe

  • (Çoğulu: Eranib) Burun ucu.

erre

  • Tahta kesecek dişli âlet, bıçkı. (Küçüğüne verilen testere ismi bundan gelir.) (Farsça)

erşem

  • Yemeğin kokusundan iştahı gelep karnı acıkan (adam).
  • Vücuduna iğne batırıp çivit ile şekil veya resim yapan adam.

erzan / erzân / ارزان

  • Pek ucuz.
  • Ucuz, değeri düşük, pahalı olmayan. (Farsça)
  • Lâyık, münâsib, muvafık, elyâk, şâyân, müstehak, uygun, yerinde. (Farsça)
  • Ucuz, pahalı olmayan.
  • Ucuz. (Farsça)
  • Yaraşır, layık. (Farsça)

erzani / erzanî / erzânî / ارزانى

  • Ucuzluk. (Farsça)
  • Lâyıklık, liyakat, münasiblik, muvafakat, uygunluk. (Farsça)
  • Ucuzluk. (Farsça)
  • Liyakat, yeterlilik. (Farsça)

eşa

  • (Çoğulu: Âşâ) Hurma ağacının küçüğü.

esans

  • Çeşitli yollarla bitkilerden elde edilen veya suni olarak yapılan, kokulu ve uçucu sıvı.

esase

  • Gözucu ile bakma. (Farsça)

esbab-ı fesat ve ifsat

  • Fesat çıkarıcı ve bozucu sebepler.

esbab-ı ifsat

  • Fesat çıkarıcı ve bozucu sebepler.

eşbah

  • (Tekili: Şebâh) Şahıslar, cisimler, vücudlar.
  • Büyük kapılar.
  • Uzaktan görünen karaltılar, hayâller.
  • Renk, levn.

esbtaz

  • At koşturucu, at koşturan. (Farsça)
  • At koşturacak meydan, saha. (Farsça)
  • Her şemsî ayın onsekizinci günü. (Farsça)

esefnak / esefnâk / اسفناک

  • Üzücü. (Arapça - Farsça)

esekk

  • Tavşan.
  • Kulağı kesik olan.
  • Küçük kulaklı.
  • Kulağı işitmeyen. Sağır.

esele

  • (C. Eselât) Dil ucu.
  • Urgan ucu. Uzun süngü.

eser

  • Emek sonucu ortaya konan ürün.

eser-i acz

  • Acizliğin, çaresizliğin sonucu.

eser-i hata / اَثَرِ خَطَا

  • Hata eseri, sonucu.

eser-i ikram-ı ilahi / eser-i ikram-ı ilâhî

  • Allah'ın ikramının eseri, sonucu.

eser-i in'am / eser-i in'âm

  • Allah'ın nimetlendirmesinin eseri, sonucu.

eser-i inayet ve rahmet / eser-i inâyet ve rahmet

  • Allah'ın özel yardımının ve rahmetinin eseri, sonucu.

eser-i kast

  • Kasıt ve isteğin sonucu, bilerek ve isteyerek ortaya çıkan bir durum.

eshab-ı tercih / eshâb-ı tercîh

  • Hanefî mezhebinde, fıkıh âlimlerinin beşinci tabakası. Bunlar, ictihâd gücüne sâhib olmayan, sâdece bağlı oldukları mezhebdeki müctehidlerin ictihadları (verdikleri hükümleri) arasından delili kuvvetli olan ictihâdı seçen âlimlerdir.

esham

  • Küçük katreli yağmur.
  • Kara nesne, esved.

esihha'

  • (Tekili: Sahih) Özürsüz olanlar, sıhhati yerinde ve vücudu sıhhatte olan kimseler.

esir / esîr / اَث۪يرْ

  • Maddenin en küçük parçası.

esleb

  • İnsanın vücudunda veya yüzünde bulunan ben, nokta.
  • Süprüntü, moloz.

eşna

  • Yüzücü, yüzgeç. (Farsça)
  • Kıymeti büyük olan mücevher. (Farsça)

esna-yı sefer / esnâ-yı sefer

  • Yoluculuk esnasında, yolculuk sırasında.

esrar

  • (Tekili: Sır) Sırlar. Gizli hikmetler ve mânalar. Bilinmeyen şeyler.
  • Keyif veren zehir. Uyuşturucu madde.
  • Elinde ve el ayasında olan hatlar.

esteh

  • Çekirdek. (Farsça)
  • Kemik. Vücud iskeletini meydana getiren nesne. (Farsça)

eşveş

  • Göz ucuyla bakan kişi.
  • Yüksek bina.

eşyem

  • Yüzünde ve vücudunda çok beni olan adam.

et-tevvab

  • Tevbeleri kabul edici olan Allah. Kendine tevbe ve rücu' eden kulları çok. Tevbeyi kabulde çok beliğdir. Tevbe edeni hiç günah yapmamış gibi afv u rahmeti ile bahtiyar eder.

etbautebe-i tabiin / etbautebe-i tâbiîn

  • Sahâbe ve Tâbiînden sonra Peygamber efendimizin övdüğü nesillerden üçüncüsü olan Tebe-i tâbiîni görenler.

etiket

  • Bir şeyin cinsini, miktarını veya fiyatını belli etmek için üzerine konan küçük yafta. (Fransızca)
  • Teşrifat, görgü. (Fransızca)

etlad

  • Evde doğan câriyeler.
  • Eski mal.
  • Damızlık denilen doğurucu hayvan.

etnab

  • (Tekili: Tınb) Çadır ipleri.
  • Ağacın kök damarları.
  • Vücudun sinirleri.

etnik

  • yun. Bir kavim, bir ırkla ilgili olan. İslâmiyet, kavmiyeti ve ırkçılığı reddeder. Etnik bölücülüğe karşı en kuvvetli siper, İslâm şuuru ve kardeşliğidir.

evbe

  • Rucu etmek. Geri çekilmek, dönmek.

evram

  • (Tekili: Verem) Veremler, vücudda hasıl olan yumrular, şişler.

evride

  • (Tekili: Verid) Vücudun her tarafından kalbe kanın gitmesini temin eden damarlar. Siyah kan damarları.

evsal

  • (Tekili: Vasl) Vücuttaki mafsallar, oynaklar.

evşaz

  • Yardımcılar, tarafdarlar. Aşağılık ve ayak takımı olan kişiler.
  • Vücuttaki mafsallar, oynak yerler.

evvab

  • (Evb. den) Rücu' eden. Geri dönen.
  • Günahlardan tevbe edip hakkı kabul eden.

ey kari-i müteharri-i hakikat / ey kâri-i müteharri-i hakikat

  • Ey hakikati, gerçeği araştıran okuyucu.

eybe

  • Rücu' etmek.
  • Gurub etmek, batmak.

eyd

  • Rücu' etmek.
  • Avdet etmek.

eys

  • Varlık. Vücud. Mevcud.
  • Kahir. Zulüm.
  • Zarar, ziyan.
  • Ümidsiz olmak. Ye'se düşmek.

eyyam-ı nahr / eyyâm-ı nahr

  • Kurban kesme günleri. Kurban bayramında, kurbanın kesildiği birinci, ikinci ve üçüncü günler.

ezfar

  • Tırnaklar.
  • Tırnakbahuru denilen tıbbi bir koku.
  • Şimal kutbunda bulunan küçük yıldızlar.

ezgehan

  • Tembel adam. İşi gücü olmayan kimse. (Farsça)

ezlef

  • (Çoğulu: Zelef) Burnunun ucu uzun ve ince olan.

eznem

  • Kulakları ucunda sarkık uzun kılları olan keçi.

ezvet

  • Küçük yanaklı.

facir / fâcir

  • Fücûr sahibi, fena huylu. günahkâr.

fail-i kadir / fâil-i kadîr

  • Her şeye gücü yeten, kudret sahibi olan fâil, Allah.

faiz

  • Ödünç verilen para için alınan ve şer'an haram olan kâr. Faizin iş hayatındaki mânası, "sen çalış, ben yiyeyim"dir. Küçük tasarruf sahiplerinin paraları bankalarda toplanıp, büyük yekûnlere ulaşır. Banka bu parayı aldığından daha büyük faizle iş sahiplerine kredi olarak verir. İstihsâl edile

faktör

  • Bir sonucu oluşturan unsurlardan her birisi.

falaka

  • İki ucunda bir ipin iki uçları bağlı, bir sırıktan ibaret olan ceza âleti.

falic

  • Felce uğramış.
  • Vücudun bir kısmını veya her tarafını tutmaz hale koyan hastalık.
  • İsabeti çok olan ok.

fani / fânî / فانى / فَان۪ي

  • Yok olucu, geçici, devamlı olmayan.
  • Tasavvufta Allahü teâlâdan başkasını unutan, bunların sevgisinden kurtulan kimse.
  • Ölümlü. (Arapça)
  • Yok olucu. (Arapça)
  • Geçici. (Arapça)
  • Geçici, yok olucu.

faniye / fânîye / فَانِيَه

  • Geçici, yok olucu.

farfara

  • Gürültücü, övüngen.

fasık / fâsık

  • (Fısk. dan) Günahkâr. Hak yolundan hâriç olan. Allah'ın emirlerine karşı zıt hareket eden. Büyük günahı işleyen veya küçük günahta ısrar eden kimse.

fassal

  • Dedikoducu. Herkesin kusurunu sayıp döken.
  • İnsanları medh ü sena eden kimse.

fatır-ı kadir / fâtır-ı kadîr

  • Herşeye gücü yeten yaratıcı, Allah.

fatır-ı kàdir / fâtır-ı kàdir

  • Herşeye gücü yeten yaratıcı; Allah.

fatr

  • Bir şeye başlamak.
  • İcab eylemek.
  • Yarık, çatlak.
  • Yarmak.
  • Yaratmak.
  • Oruç tutanın orucunu açması.

faze

  • Küçük çadır.

feci hadise / feci hâdise

  • Çok üzücü ve acıklı olay.

fecr

  • Tan yerinin ağarması. Şafak. Sabah vakti, güneş doğmadan evvel şarkta hâsıl olan kızıllık.
  • Bir şeyi genişçe ikiye ayırmak.
  • Günah işlemek. Fücur ve fısk işlemek. Yalan söylemek.
  • Tekzib eylemek.
  • İsyan ve muhalefet eylemek.
  • Haktan sapmak. Meyletmek.
  • <

fecr-i sadık / fecr-i sâdık

  • Fecr-i kâzibi tâkibeden tam karanlıktan sonraki beyazlık. Sabah namazının ve orucun başlama vakti.

fela cerem / felâ cerem

  • Şüphesiz. Muhakkak.
  • Düşündürücü değil.

felak suresi / felak sûresi

  • Kur'an-ı Kerim'de 113. suredir. Nâs Suresiyle beraber ikisine Muavvezeyn; İhlâs suresi ile beraber olursa üçüne Muavvezât adı verilir.
  • Kur'ân-ı kerîmin yüz on üçüncü sûresi.

felc

  • Nüzul, inme. Vücudda bir kısmın veya çok kısımların hareket etmekten âciz kalışı.
  • İki kısma yarılmak.
  • Küçük nehir.
  • Fevz, zafer.

felec

  • Küçük nehir.
  • Dişlerin seyrek olması.
  • El eğriliği.

felsefe

  • Madde, hayat, yaratılış, kâinât, ruh, ölüm, ölüm sonrası gibi konularda insan gücünün akla dayanarak ortaya koyduğu düşünce ve görüşlerin tamâmı. Beğendiği düşüncelerini hakîkat olarak anlatmak, yaldızlı, heyecan verici laflarla inandırmaya çalışmak. Tecrübeye, hesâba dayanmayan şahsî düşünceler.

feltut

  • Küçüklüğünden dolayı iki tarafı gelip birleşmiyen elbise.

fenafirresul

  • (Fenâ fir-resul) Tas: Bütün varlığını Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) manevî şahsiyetinde yok etmek mânasına gelir. Hassaten, sünnî olan tarikat mensubuna göre Hz. Peygamber'in (A.S.M.) rivayet yolu ile nakledilen hadisleri ile beraber hareketlerini benimsemek ve O'na en küçük mes'elede aykırı hareke

fenapezir / fenâpezîr / فناپذیر

  • Yok olucu, fani. (Arapça - Farsça)

fenn-i teşrih

  • tıb: Bir cesedin, canlı vücudunun iç yapısını öğrenme bilgisi. (Anatomi)

ferace / ferâce

  • Örtünecek gibi olan ve giyilen bol elbise, cübbe.
  • Kadınların üzerlerine örttükleri örtü. Bütün vücudu kaplayan geniş örtü.
  • Bütün vücudu kaplayan bir cins elbise.

ferahi / ferahî

  • Genişlik, bolluk. Ucuzluk. (Farsça)

feraşet

  • Süpürücülük ve döşeyicilik. Kâbe-i şerifeyi süpürenin hizmeti.

feravvuc

  • Küçük oğlan gömleği.

ferfere

  • Farfara, akılsızlık, hafif meşreplik.
  • Patırtıcı, gürültücü, ağzı kalabalık.

ferkadan

  • Şimâl kutbuna yakın parlak ve küçük ayı kümesine tâbi ve gece istikamet bulmağa yarayan, sık sık karşı karşıya gelen iki yıldız (İkizler mânasına).

ferma / fermâ

  • Buyurucu. Emredici. Âmir. (Farsça)
  • Buyurucu.

ferş

  • Yer. Yeryüzü.
  • Döşeme. Döşeyiş. Yaymak. Yayılmak. Döşenmiş şey.
  • Küçük develer.

fesad

  • Fenalık, kötülük, arabozuculuk. Kargaşalık, karışıklık.

fesil / fesîl

  • (Çoğulu: Füslân) Hurma ağaçlarının küçüğü.
  • Her nesnenin kemi ve yaramazı.

fetişizm

  • Küçük putlara ve heykellere tapma âdeti. Putçuluk. Kadın resimlerine veya heykellere fazlaca sevgi beslemek hastalığı. (Fransızca)

fetiyle

  • Yanmış fitil ucu.
  • Bükülmüş ince sicim.
  • İki parmak arasındaki kir.

fevak

  • İki sağım arasında devenin memesinde sütün birikmesi.
  • Rahat.
  • Rücu.
  • Uzun boyunlu bir nevi su kuşu.

fevga'

  • İri vücutlu, şişman kadın.

fevkalbeşer

  • (Fevk-al beşer) İnsan gücünün üstünde, insanüstü.

fey'

  • Ganimet. Harbde elde edilen mal.
  • Rücu'.
  • Haraç.
  • Zeval vaktinden sonraki gölge.

feza / fezâ

  • Uzay; ucu bucağı bulunmayan boşluk, kâinatın sonsuz genişliği.

fidye

  • Herhangi bir farzından birini yerine getirmeye gücü olmayan bir kimsenin Cenâb-ı Hak'tan özür dilemek kasdı ile, verdiği para veya sadaka.
  • Esir veya kölelikten kurtulmak için verilen para.
  • Fık: Fakirin sabahlı akşamlı bir günlük yiyeceği.

figen

  • Yıkıcı, düşürücü, atıcı. (Farsça)

fihristecik

  • Küçük indeks, içindekiler.

fıkarat / fıkarât

  • (Tekili: Fıkra) Kıssalar, fıkralar, küçük hikâyeler.
  • Fasıllar, bölümler, kısımlar.
  • Cümleler, parağraflar.
  • Omurga kemiklerindeki boğumlar.

fıkra

  • Yazıda bir bahis.
  • Parağraf.
  • Kanun maddelerinden her bir kısım.
  • Kısa haber.
  • Küçük hikâye.
  • Omurga kemiklerinin her biri.
  • Bend.
  • Kıssa.
  • Gazetelerde gündelik hâdiselerin kısaca yazılmış şekli.
  • Kısa yazı, küçük hikâye, nükteli hikâyecik.

fil

  • (Çoğulu: Efyal-Füyul) Daha ziyade Hindistan ve Asya gibi yerlerde bulunan iri vücudlu, hortumlu bir hayvan.

firaset

  • Zihin uyanıklığı. Bir şeyi çabukça anlayış kabiliyeti. Bir kimsenin ahlâk ve istidadını yüzünden anlamak. Firasetin bir nev'i, sebebini anlamadan ve ilham eseri olarak vücuda gelen seziştir. Diğer nev'i ise kesbîdir. Muhtelif huy ve tabiatları bilmek neticesinde hâsıl olur.
  • Yiğitlik.

firavuncuk / firâvuncuk

  • Küçük bir Firavun; kendini Firavun gibi ilâh seviyesine çıkaracak derecede büyük gören.
  • Küçük bir Firavun.

fırtına

  • Şiddetli rüzgâr, korkutucu dalgalanma.

fitne / فتنه

  • Bölücülük, kargaşa çıkartma. (Arapça)
  • Sıkıntı. (Arapça)

flama

  • Mızrak ve süngü ucuna takılan, gemi direğine çekilen ince bayrak.

fügen

  • Yıkıcı, atıcı, düşürücü. (Farsça)

fünun-u ekvan / fünun-u ekvân

  • Kâinata dair fenler. Âlemlere, vücudlara, keyfiyetlere dair olan fenler.

füseyfisa

  • Küçük boncuk taneleriyle veya taş ve cam parçalarıyla süslenmiş satıh.

füsunger / füsûnger / فسونگر

  • Afsuncu, büyücü. (Farsça)
  • Büyüleyici. (Farsça)

gaddar

  • Kahredici, öldürücü. Ahdine vefâ etmeyip hıyânet eden. Hâin, zâlim, çok zulmeden.

gafk

  • Hücum etmek, vurmak.
  • Birbiri ardınca cima etmek.

gafr

  • Örtmek, setr etmek.
  • Menazil-i kamerden üç küçük yıldız.

gaib

  • Göz önünde bulunmayan, hazırda olmayan. Kaybolmuş olan. Görünmeyen âlem.
  • Gr: Üçüncü şahıs, hazırda olmayan kimse.

gaibane muamele / gaibâne muamele

  • Yüz yüze olmadan, üçüncü şahıs olarak anmak.

galle

  • Gelir, varidat, küçük kasa.
  • Zahire, mahsul, ekin.

gamez

  • Malın ve davarın kemi ve küçüğü.

gamis / gamîs

  • Üstü kuru, altı yaş olan ot.
  • Ağaç ve otların arasında olan küçük su arkları.

gammaz

  • "Gamz"dan. İftiracı, fitne koğucu. Birine iftira ederek zarar veren kimse.

gammazane

  • Fitnecilikle, gammazlıkla, koğuculukla. (Farsça)

gammaziyyet

  • Koğuculuk, fitnecilik, gammazlık.

gamus

  • Şiddetli emir.
  • Süngü ile vurup, ucunu diğer taraftan çıkarmak.
  • Karnındaki yavrusu belli olmayan deve.

ganbot

  • Yapısı küçük olmakla beraber, nisbeten ağır toplarla mücehhez harp gemisi.

garib

  • (A, uzun okunur) Batan. Gurub eden.
  • İki omuz arası.
  • Devenin hörgücüyle boynu arası.

gasl

  • Yıkama. Gusül. Şartlarına uygun şeklide boy abdesti almak.
  • Birisini döğüp vücudunu acıtmak.

gassak

  • Ehl-i cehennemin vücudundan akan irin.
  • Çok soğuk ve fenâ kokulu içilmez şey.

gavaş

  • (Tekili: Gaşiye) Örtücü, örten.

gaybet

  • Gr. bulunmama, görünmeme; üçüncü şahıs.

gaybi tevafuk / gaybî tevafuk

  • Gaybî ve mânevî bir yardım sonucu oluşan tevafuk, uygunluk.

gaye-i cüz'iye

  • Küçük bir gaye.

gaye-i harp

  • Savaşın gayesi, sonucu.

gayr-ı mümeyyiz

  • İyiyi ve kötüyü, doğruyu ve yanlışı birbirinden ayıramayan kimse; bunak veya küçük çocuk gibi.

gazel-hani / gazel-hanî

  • Gazel okuyuculuk. (Farsça)

gazra

  • Ucuzluk.
  • Hayır.
  • Özlü balçık.

gerdan / gerdân

  • Dönen, dönücü. Çeviren. (Farsça)

gerden

  • Dönen. Dönücü. (Farsça)
  • Boyun. (Farsça)
  • Şeci'. Bahadır. Pehlivan. (Farsça)

gerdendade-i tevfik / gerdendâde-i tevfik

  • Gerekli çalışma ve vazifeleri yerine getirdikten sonra neticeye boyun eğme ve sonucu Allah'tan bekleme.

gerdun

  • Dünyâ, felek. (Farsça)
  • Dönen, dönücü, devreden, çevrilen. (Farsça)

gerdun-sirişt

  • Mağrur, gururlu, kibirli kimse. (Farsça)
  • Zâlim, gaddar, kan dökücü. (Farsça)
  • Tenbel, uyuşuk. (Farsça)

gerilla

  • (İspanyolca) Büyük bir kuvvete karşı, dağınık küçük kuvvetler tarafından yapılan çete harbi.

gıda

  • Besleyici madde. Vücuda lâzım olan yenecek ve içilecek şeyler.
  • Kuşluk vakti yenen yemek.
  • Zihni ve kalbi olgunlaştıracak Kur'an ve iman ilmi ve Allah'a ibadet ve taat.

gılale

  • (Çoğulu: Galâyil) Zırh altına giyilen kısa gömlek.
  • Küçük kaftan zıbını.

gir / gîr

  • (Giriften) "Tutmak, yakalamak" mastarının emir köküdür. Türkçedeki: yapan, tutan, tutucu, dağılan, yayılan gibi mânalara gelir. Kelimenin sonuna eklenir. (Farsça)

gira / gîra

  • Müessir, te'sir eden, tutucu. (Farsça)

gırajova ateşi

  • Tar: Eskiden kale müdafaalarında hücum edenlere karşı ve deniz savaşlarında düşman gemilerini tutuşturmak için kullanılan ve su ile sönmeyen bir cins ateş. Balmumu, kükürt, ispirto, kâfuru karmasından ibarettir. Bu ya doğrudan doğruya tutuşturulur veya buna batırılmış yuvarlak yün parçaları ateşlene

girihçe

  • Küçük düğüm, düğümcük. (Farsça)

goncedehan / goncedehân / غنجه دهان

  • Küçük ağızlı, gonca ağızlı. (Farsça)

gönder

  • Tar: Seferde ordunun ve ileri gelen vezir ve diğer devlet ricalinin atlarına bakmak ve sair zamanlarda ise has ahır ve çayır hizmetlerinde kullanılmak üzere gayr-ı müslimlerden ve hasseten Bulgarlardan tertip edilmiş bir sınıf olan voynukların her mıntıkada iki, üçü ve dördü hakkında kullanı

gudde

  • Tıb: Bez. Vücudun muhtelif yerlerinde, hususan boyunda bir nevi vücuda lazım su çıkaran depocuk. Şiş.

gül

  • Küçük ve dikenli bir ağaçta olup şeklinin ve kokusunun güzelliği ile meşhurdur. Şairlere göre bülbülün sevgilisidir. Pek çok cinsi vardır. (Farsça)

gülbeden

  • Vücudu gül gibi nâzik ve lâtif olan. (Farsça)

gülçe

  • (Gül-çe) Küçük gül, gülcük, çiçekçik. (Farsça)

gülle

  • Top mermisi. (Vaktiyle demirden veya taştan yuvarlak olarak yapılırdı. Şimdi çelikten, silindir biçiminde ve ucu sivri olarak yapılmaktadır.)
  • Eskiden demirden, yuvarlak bir biçimde yapılırken, günümüzde çelikten silindir biçiminde, bir ucu sivri olarak yapılan top mermisi.

gülten / گل تن

  • Gül gibi lâtif ve nâzik vücutlu. (Farsça)
  • Gül vücutlu. (Farsça)

gulüvv

  • Ayaklanma. Taşkınlık.
  • Üşüşme. Hücum. Saldırış.
  • Edb: Mübalağanın son derecesi. Üçe ayrılan mübalağanın diğer iki derecesinden biri tebliğ, öteki iğraktır. Aşağıdaki parçada mübalağa gulüv derecesindedir: Gökler gürüldese, şimşekler çaksa Volkanlar fışkırsa, lâvları aksa,Kıyısı

gumre

  • Kadınların yüzlerine örttükleri kırmızı bez.
  • Küçük kadeh.

gümüş kozak

  • Tar: Eskiden hükümdarlara gönderilen nâme-i hümayunların konulduğu mahfaza. Nameler atlas keseye konur, sonra da kozaya geçirilirdi. Kozakların gümüşten yapılmış olanları olduğu gibi altundan, şimşirden de yapılanları vardı. Altundan olanlar imparatorlara, gümüşten olanlar da küçük devlet reislerine

günah-ı sagire / günâh-ı sagîre

  • Küçük günah.

gürbüz

  • Yaşından fazla gösterişli, serpilmiş, vücutlu, genç irisi. (Farsça)
  • Cerbezeli. (Farsça)
  • Anlayışlı. İdrakli. (Farsça)
  • Kahraman, yiğit. (Farsça)

gurve

  • Burnun ucundaki kıkırdaktan yapılmış yumuşak kısım.

gusl

  • Boy abdesti. Cünüb olan her kadın ve erkeğin, hayz (âdet) ve nifası (lohusalık hâli) sona eren kadınların ağzı ve burnu ile birlikte, iğne ucu kadar kuru bir yer kalmayacak şekilde, bütün bedenini yıkaması.

hab-güzar

  • Uyuyan, uyuyucu. (Farsça)

habat

  • Vücuttaki bir yara iyileştikten veya vücuda bir sopa ile vurulduktan sonra bedende kalan iz.
  • Davarın çok yemekten dolayı karnının şişmesi.

habellak

  • Küçük olup büyümeyen koyun.

haberkas

  • Küçük deve.
  • Küçük adam.

habil

  • Sihirbaz, efsuncu, büyücü.
  • Kement ile yakalanan canavar.

habıt

  • Susturucu.
  • Batıl kılan. İptal ettiren.
  • Değersizleşen.

habiye

  • (Çoğulu: Havâbi) Küp.
  • Küçük havuz.
  • Kuyu.

habl

  • İp. Urgan. Halat.
  • Tıb: Vücudda ip gibi olan âzalar.

hacamat / hacâmat

  • Hacâmat bıçağı denilen bir âletle, vücûdun deriye yakın damarlarını keserek kan alma. Kan almaya fasd da denir.

hacamet

  • (Hacamat) Tıb: Vücudun bir tarafından kan aldırmak.

hacer-ül esved

  • (El-Hacer-ül Esved) Kâbe'de bulunan meşhur siyah taş. Rengi siyah olduğundan "Esved" denmektedir. (İslâm Ansiklopedisi'ne göre: Kâbe'nin şark köşesinde olup, yerden bir buçuk metre yükseklikte kapıya yakın bir yerde yerleştirilmiş, üç büyük ve bir kaç tane de küçük parçadan müteşekkil ve gümüş bir h

hacer-ül-esved

  • Kâbe-i muazzamanın doğu köşesinde bir buçuk metre kadar yükseklikte bulunan ve Cennet yâkutlarından olan parlak, siyah taş.

hacerü'l-esved

  • Kabe'nin doğu köşesinde olup, yerden bir buçuk metre yükseklikte bulunan semavî, kutsal siyah taş.

hacfe

  • (Çoğulu: Hucuf) Sade demirden olan kalkan.

hacid

  • Uyuyucu, uyuyan.

hacim

  • Saldıran. Hücum eden.

hacin

  • Küçük hayvan.
  • Büluğdan önce evlenmiş olan kız.

haciri / hacirî

  • Yapıcı, kurucu.

haciz

  • Ayıran. Bölen.
  • Vücudun içindeki bazı uzuvları ayıran karın zarı gibi zarların adı.
  • Haczeden. Borcunu ödeyemeyenin diğer mallarına el koyan.
  • Tıb: Bâdemin içindeki bazı oyukları ayıran bölme zarlarına denir.

hacl

  • (Çoğulu: Ahcâl-Hucul) Köstek.
  • Bukağı.
  • Küçük deve yavruları.

hadad

  • Küçük, beyaz boncuk.

hadd ü payan / hadd ü pâyân

  • Ucu ve son sınırı.

hadd-i asgar

  • Man: Bir hükmün veya neticenin mevzuu. Küçük kaziye.

hadd-i zina

  • Zinâ suçu işleyene verilen ceza.

hadebe

  • Kambur, yumru.
  • Vücuttaki kamburluk.

hader-i umumi / hader-i umumî

  • Bütün vücudu kaplayan uyuşukluk.

hadise-i cüz'iye / hâdise-i cüz'iye

  • Küçük hadise.

hadise-i cüz'iye-i gaybiye

  • Görünmeyen küçük ve basit olay.

hadise-i elime / hâdise-i elîme

  • Üzücü olay.

hadr

  • Evmek, acele etmek.
  • Vücutta bir organın şişip yumrulaşması.
  • Men etmek, engel olmak.
  • Saçak bükmek.

hafaza

  • Muhafızlar, koruyucular, bekçiler.
  • Koruyucu melekler.
  • Koruyucu.

hafaza melekleri

  • Koruyucu melekler, her insanın hayır (iyi) ve şer (kötü) işlerini yazan; ikisi gece, ikisi gündüz gelen ve kötülüklerden ve cinlerden koruyan melekler. Bunlara Kirâmen kâtibîn melekleri diyenler olduğu gibi, onlardan başka olduğunu söyleyenler de olm uştur.

hafeş

  • Gözün küçük olması ve görme kuvvetinin zayıf olması. (Öyle kişiye "ahfeş" derler.)

hafiz-ı hakiki / hafîz-ı hakikî

  • Her şeyin gerçek koruyucusu olan ve her şeyi bütün özellikleriyle kaydedip muhafaza eden Allah.

hafiz-i zülcelal / hafîz-i zülcelâl

  • Sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, büyük küçük herşeyi kaydedip koruyan Allah.

hafiziyet / hafîziyet

  • Koruyuculuk.
  • Hafîzlik, koruyuculuk.

hak

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Vâcib-ül-vücûd yâni varlığı lâzım olan, hiç yok olmayan, dâimâ var olan ve kendisinden başkası yaratmaya lâyık olmayan.
  • İslâmiyet.
  • Gerçek, doğru.
  • Alacak.
  • Pay, hisse.
  • Hâtır, hürmet.
  • İnsanı

hakaret

  • Küçüklük. İtibarsızlık. Hor ve hakir görmek. Küçümseme. Küçük görme. Tâzimsizlik.
  • Küçüklük, değersizlik.
  • Küçüklük, küçük görme.

hakir / hakîr / حقير

  • Küçük. Ehemmiyetsiz. Kıymetsiz. İtibarsız. Kudretsiz.
  • Aşağı, küçük, önemsiz.
  • Küçük, ehemmiyetsiz.
  • Değersiz. (Arapça)
  • Küçük. (Arapça)
  • Bendeniz, ben. (Arapça)

hakkak

  • Hokkacı, kutucu.

hal / hâl

  • Küçük Hindistan cevizi.
  • Dayı.
  • Vücudda hususan yüzde görünen siyah benek, ben.

halbus

  • Serçeden küçük bir kuş.

halenbus

  • Serçe renginde, ondan küçük bir kuş.

haliçe

  • Küçük halı. Kilim. Seccâde. (Kaliçe de yazılır.)
  • Küçük halı.

halık-ı kadir / hâlık-ı kadîr

  • Bütün varlıkların yaratıcısı olan ve her şeye gücü yeten, sonsuz kudret sahibi Allah.

halim / halîm

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hep hilm sâhibi olan; günâh işleyenlerin, günâh işlemelerini ve emirlerine muhâlefetlerini, karşı geldiklerini gördüğü hâlde gazablanmaya ve onları cezâlandırmaya gücü yettiği hâlde, acele etmeyen. Allahü teâlâ kullarına cezâ vermekte

hallak-ı alim / hallâk-ı alîm

  • Küçük büyük, gizli açık, geçmiş ve gelecek her şeyi hakkıyla bilen ve kâinatta her şeyi yaratan Allah.

hamek

  • Her şeyin küçükleri.
  • Siyah bulut.

hami / hamî / hâmî / حَام۪ي

  • Himaye edici, himaye eden. Koruyucu, koruyan. Kayıran.
  • Koruyucu.
  • Himaye eden, koruyucu.
  • Himaye edici, koruyucu.
  • Koruyucu.

hami-i meçhul / hâmî-i meçhul

  • Bilinmeyen koruyucu.

hami-i saadet / hâmi-i saadet

  • Mutluluğun koruyucusu.

hamir-gar / hamîr-gâr

  • Hamurcu, hamur yoğurucu. (Farsça)

hamisiz / hâmisiz

  • Koruyucusuz.

hamle

  • Hücum etme. Atılış, saldırış. Savlet.

han

  • Okuyan, okuyucu, çağıran manasına gelir. Meselâ: Duâ-hân : (Niyaz ve tazarrukârane bir tezellül ile) duâ okuyan. (Farsça)

hançe / hânçe

  • Küçük tepsi, ufak sini. (Farsça)

hançe-i zer / hânçe-i zer

  • Küçük altın tepsi.
  • Mc: Güneş.

hancer

  • Ucu sivri, iki tarafı keskin büyük bıçak. Halk dilinde hançer şeklinde kullanılır. Divan edebiyatında şâirler, güzellerin kaşlarını hancere benzetirlerdi.

handan

  • Gülen, gülücü, mesrur. (Farsça)

handebahşa

  • Güldürücü, tebessüm ettirici. (Farsça)

handebar

  • Güldüren, güldürücü. (Farsça)

handeferma

  • Güldürücü, güldüren. (Farsça)

handek gazvesi

  • Peygamberimizin (A.S.M.) büyük muharebelerinden birisi olup, hicretin beşinci senesinde Şevval ayında vuku bulmuştur. Asıl muharebeyi uyandıranlar Beni Nadir kabilesi olup bunlar Kureyş ve Gatfan kabilelerini de davet etmekle hepsi birden Medine-i Münevvere'ye hücuma geçtikleri vakit, Hz. Resullulah

handekar / handekâr

  • Gülen, tebessüm eden, gülücü. (Farsça)

hanende / hânende / خواننده

  • Şarkıcı. (Farsça)
  • Okuyucu. (Farsça)

hanık

  • (Hunk. dan) Boğucu, boğan.
  • Küçük dar yarık ve sokak.

hanis / hanîs

  • Yeminini bozan, ahdinde durmayan. Rücu' eden. Te'hir eyleyen.

hannak

  • Boğan, boğucu.

harac

  • Vaktiyle müslüman olmayan vatandaşlardan alınan vergiye denirdi. Arazi hasılatından veya çalışanların emeğinden elde edilirdi. Reşit ve vücudu sağlam olan gayr-ı müslim erkek verirdi. Buna harac-ı rüus veya cizye denirdi. Topraktan alınan vergiye de harac-ı araziye denilirdi.

hararet-i garize / hararet-i garîze

  • Normal vücut ateşi, ısısı.

hararet-i gariziye / hararet-i garîziye

  • Fıtrî vücut ısısı.
  • Vücudun normal harareti.

harbe

  • Tar: Kısa mızrak tarzında bir nevi silâhın adıdır. Eskiden "Köylü" adı verilen yangın habercisinin taşıdığı ucu demirli değneğe de harbe denilirdi. Eski tüfekleri doldurmağa mahsus demirden yapılmış âlete de "tüfek harbisi" adı verilirdi.

hardal

  • Tohumları küçük bir bitki.
  • Çok küçük tohumları olan bir bitki.
  • Çok küçük tohumları olan ve yaprakları yenen bir nebat ismi. Döğülerek macun haline getirilir ve sofrada iştah açmak için kullanılır.

hardale

  • Çok küçük tohumları olan bir bitki.

harici vücut / hâricî vücut

  • Dışa ait, maddî vücut.

harikulade / hârikulâde

  • Olağanüstü. İnsan gücünün üzerinde, insanı hayrette bırakan âdet dışı şaşılacak iş.

haris-i vatan / hâris-i vatan

  • Vatanın koruyucusu, vatanın bekçisi.

harita

  • yun. Yeryüzünün veya bir parçasının belli bir ölçüye göre küçültülerek muvafık bir yere çizilen taslağı.
  • Dağarcık, kulplu kese.

harsek

  • Küçük cisim.

haruf

  • Küçük kuzu, hamel.
  • Tâze et.

harur

  • Yüksekten düşmek.
  • Akla gelmedik cihetten hücum etmek.

hasasa

  • (Çoğulu: Hasâs) Fakirlik.
  • Hali yaramaz olmak.
  • Küçük delik.
  • İki kişinin arasındaki açıklık.

hasaset

  • İhtiyaç. Yoksulluk. Züğürtlük.
  • Rahne.
  • Kalbur ve elek gibi şeylerdeki küçük delik, gedik.

hasat / hasât

  • Küçük taş parçası. Çakıl.
  • Tıb: Sidik yolunda taş peyda olmak.

haşerat

  • (Tekili: Haşere) Küçük zararlı böcek, akrep ve yılan gibi hayvanlar.
  • Mc: Zararlı ve kıymetsiz kimseler.
  • Küçük böcekler; Karınca, akrep, yılan gibi hayvancıklar.
  • Değersiz ve zararlı adamlar.

haşhaş

  • Kapsüllerinden uyuşturucu bir madde olan afyon; tohumlarından da yağı çıkarılan bir bitki.
  • Hazırlıklı.
  • Silâhlı ve zırhlı topluluk.

hasib / hasîb

  • Cömert kimse. Hayır sahibi ve eli açık adam.
  • Bolluk yer, ucuzluk.

hasıl-ı darb / hâsıl-ı darb

  • Çarpma işleminin sonucu.

hasin / hasîn

  • Küçük balta.

hasis emir

  • Sıradan küçük, basit iş.

haşiyecik

  • Küçük haşiye, dipnot.

haşr

  • Toplanma, bir araya gelme. Allahü teâlânın bütün insanları, melekleri, cinleri, şeytanları ve diğer hayvan ve kuşları, gökte, yerde, denizde ne kadar büyük ve küçük canlı var ise, hepsini kıyâmet kopmasından (dünyânın son bulmasından) sonra diriltip, dünyâda yaptıklarının hesâbını vermek üzere Arasâ

haşr-ı cismani / haşr-ı cismânî

  • Âhirette tekrar bedenlerin ve vücudların dirilişi.

haşr-i cismani / haşr-i cismanî

  • Cisimle, cesedle dirilme. Bedenlerin ve vücudların haşri.

hass

  • Duyan. Hisseden. Duyucu.
  • Duygu.

haşşaş

  • Esrar, eroin gibi uyuşturucu maddeler kullanan. Esrarcı, esrar içen.

hassas bölgeler

  • Sivil savunmada düşmanın hedef tutacağı bölgeler. Her hassas bölgenin ehemmiyeti aynı değildir. Hava savunması bakımından eldeki imkanlar ve hassas bölgeler arasında öncelik tesbitine ihtiyaç vardır. Hassas bölgeler, sırasıyla:1) Atomik vurucu üslerin bulunduğu bölgeler.2) Yüzeyden yüzeye füze üsler (Türkçe)

hastgar / hâstgâr / خواستگار

  • Görücü. (Farsça)

hastgari / hâstgârî / خواستگاری

  • Görücülük. (Farsça)

hasun

  • Serçe gibi küçük ve alaca renkli bir kuş.

haşv

  • (Haşiv) (Çoğulu: Ahşâ) Tıb: Vücudun içindeki uzuvlardan her birisi.
  • Minder, yastık gibi şeylerin içini dolduran pamuk, kuru ot.
  • Kırılması ihtimali olan eşyanın arasına konan yumuşak, ot gibi şey.
  • Edb: İbarede lüzumsuz söz bulunması, aynı mânada iki kelimeyi yanyana sö

hatar

  • Tehlike, uçurum.
  • Tehlike. Uçurum, Emniyetsizlik. Korku.

hateb

  • (Çoğulu: Ahtâb) Odun.
  • Koğuculuk.

hatıf

  • Süratli kapıp götürücü.
  • Göz kamaştırıcı şimşek.

hatimenin hatimesi / hâtimenin hâtimesi

  • Sonucun neticesi, son sözün son sözü.

hatt

  • Bir şeyi yukarıdan aşağıya indirmek.
  • Ucuzlatmak.
  • Cilâ vurmak.
  • Bırakmak.

hattiyye

  • (Çoğulu: Hatyât) Canı, kıymeti yüce olmak.
  • Küçük ok.

havale

  • Bir işi veya bir şeyi başka birine bırakma. Ismarlama.
  • Görmeyi önleyen duvar gibi perde.
  • Tıb: Küçük çocuklarda veya gebe kadınlarda bazan meydana gelen, baygınlık veren bir hastalık.
  • Postadan gelen emanet kâğıdı.

havan

  • İçinde çeşitli şeylerin dövülüp ufalandığı ağaç, mâden veya taştan yapılmış çukurca kap.
  • Tütün kesmekte kullanılan makine.
  • Başkalarına destek olacak gücü bulunmadığı halde, yardakçılık eden kimse.
  • Elektrikî bir boşalmanın ısı değerini gösteren âlet.
  • İçine çuku

havariyyun

  • Hz. İsa'nın (A.S.) yardımcı ve sahabeleri olan 12 kişinin hepsine birden verilen isim. Bunlar: İsa'nın (A.S.) Petrus adını verdiği Yunus'un oğlu Simun, kardeşi Andreas, Yakub, Zebedi'nin oğlu Yuhanna, Filipus ve Bartholomaeus, Matta ve Tomas, Alte'nin oğlu Küçük Yakub, Gayur Simdeu, Yakub'un oğlu Ya

havcele

  • Ağzı büyük, kendisi küçük şişe.

havd

  • Güzel ahlâk.
  • Güzel ve yumuşak vücutlu câriye.

havıt

  • Deve semeri. Devenin hörgücüne takılan küçük semer.

havl

  • Güç. Kuvvet.
  • Muhit, etraf.
  • Yıl, sene.
  • Tahavvül, inkılâb.
  • Geçmek.
  • Bir hâlden bir hâle dönmek.
  • Rücu etmek.
  • Sıçramak.
  • Hile.

havr

  • Rücu etmek, dönmek.
  • Eksiltmek, noksan etmek.

havreme

  • Burun ucu.

havsala / حوصله

  • Anlama gücü.
  • Kavrama gücü, havsala. (Arapça)

havsala-i mevcude

  • Sahip olunan anlama gücü.

havz-ı kebir

  • Fık: Büyüklüğü 45 - 50 metre kare genişliğinde olan akmayan, durgun su bulunan havuzdur. Genişliği bu ölçüden küçük olursa ona havz-ı sagir denilir.

havz-ı sagir / havz-ı sagîr

  • Alanı yirmi beş metrekareden küçük havuz.

haya

  • Yağmur.
  • Ucuzluk.

hayal-i fener

  • Sihirbaz feneri denilen ve resimli camları olan ve bu resimleri duvara aksettiren fenere benzer bir âlet.
  • Mc: Son derece vücutça zayıf olan kimseler için kullanılır.

hayr-ül-enam / hayr-ül-enâm

  • Mahlûkâtın, yaratılmışların en hayırlısı, iyisi mânâsına Peygamber efendimizin lakablarından. Âmine eydür çü vakt oldu tamâm, Kim vücûda gele ol hayr-ül enâm.

hazaze

  • Tıb: Bulaşıcı, müzmin bir cilt hastalığı olup sonradan bağırsaklara geçerse öldürücü olur.

hazb

  • Hayvanın memesi şişip emziğinin deliklerinin dar olması.
  • Ucuz olmak.

hazefe

  • (Çoğulu: Huzef) Hicaz vilayetinde olan siyah renkli bir cins küçük koyun.

hazer

  • Gözün dar ve küçük olması.
  • Kabile.
  • Cemaat.

hazır ve nazır / hâzır ve nâzır

  • Bulunucu, mevcut olucu ve gören.

hazkil aleyhisselam / hazkîl aleyhisselâm

  • İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden veya Allahü teâlânın velî kullarından biri. Yâkûb aleyhisselâmın oğullarından Lâvî'nin neslindendir. Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra gönderilen üçüncü peygamberdir. Allahü teâlâ, onun duâsı bereketiyle, ölen binlerce kişiyi diriltti.

hazm

  • Midedeki yenen şeyleri eritmek, sindirmek. Vücuda yarayacak hale getirmek.
  • Birisine ansızın hücum etmek.
  • Ansızın bir şey üzerine inmek.
  • Birisinin hakkını, malını gasb ile alıp zulmeylemek.
  • Münasebetsiz bir hale, güce gidecek bir vaziyete düşenin kendi nefsini

hazra'

  • Küçük ve dar gözlü kadın. (Müz: Ahzer)

hazve

  • (Çoğulu: Hazavât-Hızâ) Küçük ok.

heby

  • Küçük câriye.

hecemat

  • Hamleler, taarruzlar, hücumlar.

hedef

  • Nişan noktası.
  • Emel. Varılmak istenen gaye.
  • Yüksek, bülend.
  • İri vücudlu adam.
  • Bir işe yaramayan, tembel ve uykucu olan.

hedef-i hücum

  • Hücum ve saldırının yapıldığı hedef.

heft

  • Hafiflik sebebiyle uçup dağılmak.
  • Hafif mizaçlı olup, her dile geleni söylemek.
  • Vurmak.

heft-endam

  • Vücudumuzda yedi organ.

helahil

  • (Tekili: Hülhül) Tesiri pek kuvvetli ve öldürücü zehir. Panzehiri olmayan ağu.

helahil-riz

  • Öldürücü zehir saçan. (Farsça)

helhel

  • Seyrek, ince, dakik şey.
  • Öldürücü zehir.

helhele

  • Okuyucunun tesirli nağmeyi tekrar etmesi.
  • Unu seyrek elekten elemek.
  • Teenni ile encamını beklemek.
  • Bir şeye pek yaklaşıp çatmak.

heluk

  • Helâk olucu, helâk olan.
  • Fâcire kadın. Kötü hayata alışmış kadın.

hem suçlu hem güçlü

  • Suçlu olduğu hâlde suçunu bilmez ve suçsuz olduğunu iddia eder kimse hakkında kullanılan bir tâbirdir.

hemger

  • Çulha dokuyucu. (Farsça)

hemmaz

  • Koğucu.

hengame-gir / hengâme-gir

  • Meddah, oyuncu. Hikâye söyleyici, hokkabaz. (Farsça)
  • Diş macunu, leke tozu gibi şeyler satan çığırtkanlar. (Farsça)
  • Kavgacı, gürültücü. (Farsça)

her'a

  • Küçük bir canavar.
  • Erkeğiyle muhalata ettiğinde şevkinin şiddetinden hemen inzal eden kadın.

hetalla'

  • Uzun ve iri vücutlu erkek.

hevadic

  • (Tekili: Hevdec) Kadınların binip oturmaları için devenin üzerine konulan küçük mahfeler.

hevamm

  • Böcekler, haşereler. Pire, tahta kurusu, bit, örümcek, yılan gibi, kışın gizlenip yazın meydana çıkan, insan ve hayvanın vücudundan beslenerek yaşayan, insana zararı dokunan (parazit yaşayan) küçük canlılır.

hevdec

  • Kadınların binmesi için deve üzerine yapılan küçük mahfel.

hey'a

  • Yere dökülen birşeyin akması.
  • Korkutucu ses.

heybe

  • Eşya koymaya mahsus iki taraflı küçük torba.

heyula / heyûla

  • Korkutucu hayâl, felsefede eşyanın aslı kabul edilen şey.

hezk

  • şiddetli gök gürültüsü.
  • Uçurmak.
  • Yuvarlamak.

hical

  • (Tekili: Hecl) Uçurumlar, derinlikler, yarlar, çukurlar.

hıdırellez

  • Yazın başlangıcı sayılan altı Mayıs günü. (Rûmî senede Nisan ayının yirmi üçüncü günü.)

hidroelektrik

  • Su gücünü kullanarak elde edilen elektrik. (Fransızca)

hidroelektrik santralı

  • Su gücünü kullanarak elektrik üreten fabrika veya merkez.

hıfş

  • Küçük ev.

hikçe / hîkçe

  • Küçük tulum. (Farsça)

hikmet-i cüz-ü ihtiyariye

  • İnsanın elindeki seçim gücünün hikmeti.

hikmetü'l-istiaze / hikmetü'l-istiâze

  • Şeytanın şerrinden Allah'a sığınmanın sebepleri ve faydaları; On Üçüncü Lem'a.

hil'at-ı vücud

  • Vücud elbisesi. Ruhun,içinde bulunduğu ten elbisesi. Cesed.
  • Vücud, beden elbisesi.

hilal / hilâl

  • Yeni ay şekli. Yeni ay.
  • Fık: Yay şeklinde görülen her yeni aya ve her ayın üçüncü gecesine kadar aya hilâl denir. 26 ve 27 nci gecelerdeki aya da hilâl, onda sonrakileri kamer denir.
  • Cami kubbeleri ve minâre külâhları tepesine konulan alemlerin hilâl şeklinde olan uç kısmı.

hılbid

  • Küçük deve.

hilm

  • Yumuşak huylu olmak, kızmamak. Gücü yettiği halde affetmek.

hılt / خلط

  • Safra, sevda, dem (kan) ve balgam olmak üzere insan vücudundaki dört ana maddenin herbiri. (Arapça)

hılt-ı mahmud

  • Vücudun sağlam ve sağlıklı oluşu.

hılt-ı redi / hılt-ı redî

  • Vücudun hastalanmasına sebebiyet veren madde.
  • Bir şeye karışmış olan şey.

hilya'

  • Yırtıcı hayvanların küçüğü.

himayetçi

  • Koruyucu.

himayetkar / himayetkâr / himâyetkâr

  • Koruyucu.
  • Koruyucu.

hınaye

  • Burun ucu.

hinsare

  • Küçük ve kısa.

hınsır

  • Küçük parmak. Serçe parmak.

hinv

  • Eyer ağacı.
  • İyeği kemiğinin eğrice ucu.

hınzab

  • Kısa boylu.
  • Yaban havucu.

hipotenüs

  • Mat: Bir dik üçgende dik açının karşısında bulunan kenar. (Diğer kenarların her birerlerinden büyük, toplamlarından küçüktür.) (Fransızca)

hıra

  • Zayıf, cılız.
  • Küçük, ufak.

hircas

  • Gövdeli, iri vücutlu, cesim.

hıred-fersa

  • Akıl yorucu. (Farsça)

hirek

  • Karaman koyunundan daha küçük yapıda, yassı ve geniş kuyruklu bir koyun cinsi.

hirzun

  • Bir küçük canavar.

hışaş

  • Başı küçük adam.
  • Küçük başlı yılan.
  • Devenin burnuna geçirdikleri burunduruk.
  • Kuşlardan, dimağı olmayan.
  • Çuval.
  • Cânip, taraf.
  • Sinir.

hısb

  • Ucuzluk, bolluk.

hiskil

  • (Çoğulu: Hasâkil) Her canavarın yavruları içinde küçük olanı.

hisse-i icad

  • Var etme, vücuda getirme hissesi.

hısset

  • Düşüklük, adilik, küçüklük.

hışt

  • Küçük mızrak şeklinde, ortasında ipten örtülü bir halka olan ve orta parmağa geçirilerek atılan eski bir savaş âleti.
  • Kerpiç.
  • Tuğla.

hıştek

  • Küçük kerpiç. (Farsça)

hıyar-ı vasf

  • Bir akitte vücudu şart kılınan veya örfen meşhud bulunan mergub bir vasfın mevcud olmaması sebebiyle âkitlerden biri için sabit olan muhayyerliktir. (Sağılır diye satılan bir ineğin, sütten kesilmiş olması gibi.)

hokka

  • Cam, seramik veya metalden yapılmış küçük kutu biçimindeki kap. (Bilhassa içine mürekkep konulur.)

hornito

  • İsp. Küçük fırın.
  • Jeo: Genellikle patlamalar neticesinde meydana gelen, lâv fışkırmalarının volkan selleri yüzeyinde meydana getirdiği kabarcık.

hubeyb

  • (Hubeybe) (Çoğulu: Hubeybât) Küçük tane, ufak tane, tanecik.

hubeybat

  • (Tekili: Hubeybe) Küçük tanecikler.

hücerat

  • (Hücürat-Hücrât) Hücreler. Hüceyreler. Gözler, odacıklar.

hüceyrat

  • Hüceyreler. Hücrecikler. Küçük odacıklar.

hüceyrat şehri

  • Küçük hücreciklerden meydana gelen şehir.

hüceyre

  • Küçük delik, oyuk.
  • Odacık, hücrecik.
  • Hücrecik. Canlı varlıkların veya nebâtatın vücudunu teşkil eden küçük küçük odacık halinde ve içi vücuda lüzumlu madde ile dolu hücrecik. En küçük canlı parça.
  • Küçük delik ve oyuk.

hüceyre-i kübra / hüceyre-i kübrâ

  • En büyük hücre; maddî yapısı çok küçük olmasına rağmen, değeri çok büyük olan insan.

hücre / حجره

  • Oda. Odacık.
  • Hüceyre. En küçük canlı varlık. Canlı varlıkların en küçük yapısı.
  • Odacık, göz.
  • Dokuların, organların en küçük parçası, hücre.
  • Odacık, canlıların en küçük yapısı.
  • Odacık. (Arapça)
  • Hücre, canlı organizmaların en küçük yapıtaşı. (Arapça)

hücul

  • (Tekili: Hecl) Uçurumlar, çukurlar, derinlikler, yaralar.

Hücumat / hücumat

  • Hücum etme

hücumat-ı sitte / hücumât-ı sitte

  • Altı hücum anlamına gelen ve şeytanın desiselerine karşı yazılan bir eser; Yirmi Dokuzuncu Mektupta Altıncı Risale olan Altıncı Kısım.
  • Altı Hücum. Altı maddelik bir müdafaa (olan bir eser ismi).

hudeybiye

  • Mekke-i Mükerreme'den Medine-i Münevvere'ye giden yolun üzerinde ve Mekke'den bir merhale uzaklıkta küçük bir köy olup, yakınında bir kuyu ve bir ağaç vardır ki, bu ağacın altında Hz. Fahr-i Kâinat Efendimize (A.S.M.) beşinci hicri senede eshabı tarafından biat olunmuştur. Hicretten beş sene on ay g

hudud-u icraat

  • İcraatın sınırı, ucu.

hudus

  • Yeniden meydana gelme. Sonradan peyda olma. Yok iken vücuda gelme.

hukka

  • (Çoğulu: Hukuk) Küçük kutu. Hokka.

hülagu / hülagû

  • Kan dökücü bir hükümdar.

hulam

  • Kurban olmayan küçük oğlak.

hulc

  • Küçük gemi.

huleke

  • Kum içinde olan küçük bir hayvan.

huleyme

  • (Çoğulu: Huleymât) Memecik.
  • Ciltte, bilhassa dil üzerinde bulunan küçük kabarcıkların beheri.

hülhül

  • (Çoğulu: Helâhil) Öldürücü zehir.

hulul

  • Girme. Dâhil olma. İçine gizlice giriş.
  • Birinin veya birkaç kimsenin sevgi veya itimadını kazanmak, içlerine onlardan görünüp girmek.
  • Halletmek.
  • Vuku' bulmak. Zuhur etmek.
  • Gelip çatmak.
  • Bir menzile inmek.
  • Kim: Bazı akıcı cisimlerin vücud mesâmâ

humbara

  • Küçük küp. (Farsça)
  • Ask: Demir veya tunçtan dökülmüş, içi boş ve yuvarlak olarak yapılan ve içine patlayıcı maddeler doldurularak havan topu veya elle atılan harp aleti. Havan topu ile atılana havan humbarası, elle atılana da el humbarası denirdi. (Farsça)
  • Para biriktirmek için kullanılan topr (Farsça)

humçe

  • Küçük küp. (Farsça)

hümeze

  • (Hemz. den) Dürtüştürücü, kırıcı, ısırıcı, sıkıcı.
  • El ve kaş işâretleri ile ayıplama.
  • Bir kişinin ardından ayıplarını söyleyen. Gammaz.

hümma

  • (Çoğulu: Hümmeyât) Hastalıktan dolayı vücudda meydana gelen harâret.
  • Nöbetli hastalık.
  • Sıtma.

hümmeyat

  • (Tekili: Hümmâ) Hastalıktan dolayı vücutta meydana gelen şiddetli hararetler, ateşler.
  • Sıtmalar.
  • Nöbetli hastalıklar.

humre

  • (Çoğulu: Humur) Küçük seccade.
  • Namaz kılacak yer.
  • Küçük hasır parçası.
  • Güzelleşmek için kadınların yüzlerine sürdükleri şey.

huneyn vak'ası

  • Hicretin sekizinci senesinde şirkten kurtulmamış bazı Arap kabileleri Mekkeyi geri almak maksadıyla hücum ettikleri zaman burada müslüman askerlere karşı gelerek başlangıçta galip gibi görünmüşlerse de daha sonra galebe ve zafer, İslâm askerlerine nasib olmuştur. Bu muhârebede Sahabe-i kiramdan birç

hunhar / hunhâr

  • Kan içici. Zâlim. Kan akıtan. Öldüren, öldürücü. (Farsça)
  • Kan dökücü.
  • Kan dökücü.

hünkar mahfili / hünkâr mahfili

  • Eskiden camilerde padişahlar için yapılmış olan yerler. Bu mahfiller camilerin zemininden yüksek olarak yapılır ve caminin iç kısmını görmek için kafes konulurdu. Bunun haricinde kafesin birkaç yerinde 20-30 cm. en ve boyunda açılabilir küçük pencereler de bulunurdu.

hunriz / hunrîz / خونریز

  • Kan dökücü, kan döken, kan akıtan. (Farsça)
  • Kan dökücü. (Farsça)

hunus

  • Rücu etmek, vazgeçmek, geri dönmek.
  • Örtülü olmak.
  • Tehir etmek, sonraya bırakmak.

huraşe

  • Ufak parça, küçük şey.

hurd / خرد

  • Küçük. Ufak. İnce. (Farsça)
  • Kırık. (Farsça)
  • Ehemmiyetsiz, önemsiz. (Farsça)
  • Küçük, ufak. (Farsça)

hurde

  • Bir şeyin küçüğü, ufağı. (Farsça)
  • Ufak şey, ufak parça. Ufak ve kırıntıdan ibaret olan. (Farsça)
  • Pek ince ve küçük. (Farsça)

hurde tezyinat

  • Tezhibde küçük süsleme motiflerine verilen genel isim.

hurde-bini / hurde-bînî

  • Gözle görülmeyecek derecede küçük. Mikroskopik.

hurdebin / hurdebîn

  • (Hurde-bîn) Mikroskop. Çok küçük, ufak şeyleri, mikropları gösteren âlet.

hurdebin-i akıl / hurdebîn-i akıl

  • Akıl mikroskobu; küçücük şeyleri görebilen akıl.

hurdsal

  • Genç. Yaşı küçük. (Farsça)

hürnu'

  • Küçük canavar.

hurs

  • (Çoğulu: Hursân) Altından ve gümüşten olan halka.
  • Kulağa taktıkları küçük halka.

huruf-ı mukattaa / hurûf-ı mukattaa

  • Kur'ân-ı kerîmde bâzı sûre başlarında bulunan ve mânâsı açık olmayan ikisi üçü bir arada veya tek başına yazılı harfler. Elif lâm mîm, Yâsîn, Elîf lâm râ... gibi.

huruf-ul mukattaa

  • Gr: Kur'an-ı Kerim'de sure başlarında bulunan, kesik kesik, ikisi üçü birleşik veya tek başına yazılı hafler. Elif Lâm Mim, Yâ Sin, Elif Lâm Râ... gibi. Bunlar İlahî birer şifre olup, mânalarını anlayanlar Resul-ü Ekrem (A.S.M.) ve O'nun vârisleridir.

huş'a

  • Alçak küçük tepe.

hüsbane

  • Küçük ok.
  • Küçük yastık.

hüseyin / حسين

  • Küçük güzel.
  • (Hi: 6-61) Hazret-i Ali Radıyallahü Anhu'nun oğlu, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sevgili torunudur. Peygamberimiz (A.S.M.) "Hüseyin benden, ben Hüseyindenim. Allah Hüseyini seveni sever." buyurmuştur. Kerbelâda şehid oldu (R.A.)
  • Küçük güzel.

hüsn-ü endam

  • Vücut güzelliği.

hüsn-ü mücerred

  • Gayr olsun olmasın bizzat güzel olan şey. Bazı âza veya çizgilerin mütenasib terkib ve tertibiyle hâsıl olan hüsün, hüsn-ü mücerred değildir. Şartları zâil olsa, hüsün de zâil olur. Fakat, vücud, hayat, iman gibi varlıklar hüsn-ü mücerreddir ve bizzat güzeldirler. Güzellikleri başka şeylere

hüsünşiken

  • Güzellik bozucu.

hutm

  • Her kuşun gagasına, her davarın burnunun ucuna ve ağızının önüne derler.

hüve nüktesi

  • On Üçüncü Sözden bir bölüm.

huveyn

  • Hayvancık. Çok küçük canlı.

huveynat

  • Çok küçük hayvancıklar. Mikroplar.

huyela'

  • Kibir, ucub.

hüzlul

  • (Çoğulu: Hezâlil) Küçük dağ veya tepe.
  • Hafif adam.

huzye

  • (Çoğulu: Huzâyât) Küçük ok.

i'dam

  • Vücudu ortadan kaldırmak. Yok etmek. Öldürmek.

i'tikal / i'tikâl

  • (Ekl. den) Kemirme, kemirerek yeme.
  • Dalgaların, deniz kenarlarındaki karaları döğerek aşındırması.
  • Tıb: Yaranın, vücudu yemesi. Yaranın büyümesi.

i'tiraf

  • (İtiraf) Kabahatini saklamamak. Suçunu söylemeği kabul etmek. Gizleyip söylemek istemediği şeyi açıklamak.

i'tiraf-ı cürm

  • Maznunun yaptığı suçu söylemesi, itiraf etmesi.

ibale

  • Kuyu bileziği.
  • Hayvanları muhafaza etme.
  • Küçük çocuklara def-i hacet ettirme.
  • Devenin hallerini ve huylarını iyi bilmek.

ibn-i ırs

  • (Çoğulu: Benât-ı ırs) Gelincik dedikleri küçük hayvan.

ibn-i ishak

  • (Ebu Abdullah Muhammed) Medine'de büyümüştür. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) hayatına dair vak'aları derin bir alâka ile toplamağa başladı. Daha sonra Mısır'a, oradan da Irak'a gitti. Hi: 151 veya 152 tarihinde Bağdat'ta vefat etti. Siyere dair iki eser vücuda getirmiştir.1. Kitab-ül Mübtedâ ve Kısâs-ul E

ibn-üz zina / ibn-üz zinâ

  • Zinâ sonucu meydana gelen çocuk. Piç.

ibret

  • Uyanıklığa sebeb olan ders.
  • Çok çirkin ve düşündürücü.
  • Tuhaf, acâyip.

ibretli

  • Düşündürücü, ders verici.

iç cebehane

  • Şimdiki askerî müzeye eskiden verilen addır. İç cebehâne tâbiri bilahare "Hazine-i esliha", Üçüncü Sultan Ahmed devrinde "Dâr-ül esliha", daha sonraları da "Harbiye ambarı" olarak değiştirilmiş, en sonunda "askerî müze" şeklini almıştır. (Türkçe)

iç kale

  • Kale duvarlarıyla çevrilmiş şehir ve kasabaların bazılarının ortasında ve en yüksek yerinde yapılan küçük kaleler. Bu çeşit kalelere "bâlâ hisâr" da denilirdi. Bu iç kaleler, düşmanın, surları geçmesi hâlinde veya şehirde bir isyân çıktığı zaman, hükümdar veya kumandanın çekilip kendini müdafaa etme (Türkçe)

icad / îcâd

  • Vücuda getirmek. Yeniden bir şey meydana getirmek. Yoktan var etmek.
  • Yoktan var etme, vücûda getirme, yaratma.

icad ve teceddüd fikri

  • Yeni çalışmalar ve eserler vücuda getirme; yenilik arayışında olma düşüncesi.

icalet

  • El kitabı. Lüzum etttiği zaman müracaat olunup faydalanılan, cepte ve elde taşınabilir küçük kitap.
  • Acele ile ve derhal yapılan iş.

iclet

  • (Çoğulu: Ucul) Dişi buzağı.
  • Bir cins ot.
  • Kırba.

icma' / icmâ'

  • Edille-i şer'iyyenin (din bilgilerinin elde edildiği delîllerin, kaynakların) üçüncüsü. Bir asırda yaşayan müctehid denilen derin âlimlerin bir mes'elenin hükmünde birleşmeleri, ictihadlarının birbirine uygun olması.
  • Beş vakit namazın farz oluşu, zinânın haram oluşu gibi ictihâd lâzı

icraat-ı rububiyet

  • Allah'ın bütün varlıkları kuşatan idare ve terbiyesinin ve egemenliğinin sonucu olan faaliyetler.

icşaş

  • Bir şeyi döverek ufaltma, küçültme.

ictihad / ictihâd

  • İnsan gücünün yettiği kadar zahmet çekerek, çalışma. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş olan işlerin hükümlerini açıkça bildirilenlere benzeterek meydana çıkarma.

idare / idâre / اِدَارَه

  • Camsız küçük lamba.

idare fitili

  • Eskiden geceleyin yatak odalarını aydınlatmak için zeytinyağı konmuş küçük bir tabağın içinde yakılan bir çeşit fitilin adıdır. Küçük petrol lâmbalarına da idâre denildiği için bunların fitillerine de bu ad verilir.

idare kandili

  • Yatak odalarını aydınlatmağa ve elde gezdirmeğe mahsus küçük, ışığı az lâmba.

iddet-i eşhür

  • Ay hesabıyla iddet beklemek. Boşanma tarihinden itibaren hür ise üç ay, cariye ise birbuçuk ay bekler.

idkak

  • (Dekik. den) Ezme, ufaltma, küçültme.

ifakat-yab / ifakat-yâb

  • İfakat bulucu, iyileşen. (Farsça)

ifk

  • Bühtan. Bir suçu birisine yüklemek. İftira.

ifna-yi beden

  • Vücudu yok etme, öldürme.

ifrazat

  • Vücuddan çıkan, bedenden ayrılan kan, irin, balgam gibi şeyler.

iftar / iftâr

  • Oruçlunun, akşam namazı vakti girdikten, yâni güneşin battığı iyice anlaşıldıktan sonra, yiyerek veya içerek orucunu açması.
  • Oruç tutmama, yime.

iftira / iftirâ / افترا

  • Birine işlemediği suçu yıkma. (Arapça)

igare

  • Yağma etmek, hücum etmek.
  • Teşvik etmek. Gayrete getirmek. Acele etmek.

iğnedan

  • İğne koymağa mahsus küçük kutu.

iğtisal / iğtisâl

  • Gusl (boy) abdesti almak. Ağız ve burun dâhil bütün vücûdu hiç kuru yer kalmayacak şekilde baştan ayağa yıkamak.

ihanet / ihânet

  • Hâinlik etmek, güveni kötüye kullanmak, sadâkat göstermemek.
  • İsyân etmek, karşı gelmek.
  • Küçük düşürmek, tahkîr etmek, hafife almak.

ihcac

  • Hac vazifesi için bedel vermek veya nâib tutmak. Nâib tutana "Âmir, menub veya mahcucun anh" da denir.

ihlal edici / ihlâl edici

  • Bozucu, karıştırıcı.

ihsab

  • Ucuzlama, fiattaki azalma.

ihtikan-ı dem

  • Vücudun bir tarafına kanın hücum etmesi.

ıhtira'

  • Vücud vermek, icad.

ihtisar

  • İcmâl etmek. Sözün kısaltılması. Kısaltmak.
  • Mat: Sadeleştirme, basitleştirme. Hesapta bir tenasübü en küçük haddine indirme.

ihtiyar-ı amm / ihtiyar-ı âmm

  • Allah'ın herşeyi kuşatan iradesi, seçme ve tercih gücü.

ihtiyar-ı cüz'i / ihtiyar-ı cüz'î

  • (İhtiyar-ı cüz'iye) İnsanın küçücük ihtiyarı, iradesi. Pek az, zayıf ihtiyar.

ikame / ikâme

  • Oturtmak. Mukim olmak. Yerleştirmek. İskân eylemek. Bulundurmak. Meydana koymak. Vücuda getirmek. Dâva açmak. Ayağa kaldırmak. Kıyam etmek.
  • Yerleştirmek, iskan etmek, vücuda getirmek.

iki lütfü'ler

  • Abdullah Lütfi Özerdem ve Küçük Lütfi.

ikindi namazı

  • İslâm'ın şartlarından biri olan beş vakit namazın üçüncüsü, öğle vakti ile akşam vakti arasında kılınan namaz.Gökten yere iner kamû (bütün) melekler, Meleklere müştâk olur (can atar) felekler, Kabûl olur anda bütün dilekler, İkindi namâzın kıldığın zaman.

iktidar / iktidâr / اِقْتِدَارْ

  • Gücü yetme.

iktidar-ı hayatiye

  • Yaşama gücü.

iktiham

  • Hücum ve istilâ eylemek.
  • Dayanmak. Tahammül etmek. Katlanmak. Güçlükleri yenmek.
  • Mülâhazasız bir işe başlamak.
  • Bir şeyi hakir addetmek.

iktihamat

  • (Tekili: İktihâm) İktihamlar, hücumlar, saldırışlar.
  • Tahammül etmeler, göğüs germeler.

iktitaf

  • Edb: Sözün özünü almak.
  • Ağaçtan meyve toplamak. Toplanma. Toplama.
  • Bir uğraşma sonucunda faydalanma.

iktiva'

  • Dağlama. Kızgın demirle vücudun bir yerine dağ vurma.

ilahi cazibe / ilâhî cazibe

  • Allah tarafından verilen bir çekicilik, çekim gücü.

ılgar

  • Düşman topraklarına ansızın yapılan hücum, akın.
  • Başıboş hayvanın dörtnala koşması.

illet-i tamme / illet-i tâmme

  • Herhangi bir şeyin var olması için lâzım gelen sebeblerin tamamı. Bu sebebler var olunca neticesinin vücuda gelmesi bizzarure ve bilvücub iktiza eder.

ilm-i bedi'

  • İlm-i beyânın üç bölümünden üçüncü bölümüdür ki, bediiyat da denir. Muktezâ-yı hâle uygun bir kelâmın lâfız ve mânâ bakımından daha da güzelleştirilmesinin kaidelerinden bahseder. Bu kaidelere Edebî San'atlar da denir.Her şeyin güzellik cihetlerinden bilhassa Arabi terkiblerden bahseder, kelâmın güz

ilm-i nücum

  • İlm-i Ahkâm-ı Nücum da denir. Yıldızların ahvalinden, hareketlerinden mâna çıkarmağa çalışmak ve araştırmak ilmidir.

ilm-i tencim

  • (Bak: İLM-İ NÜCUM)

ilmam

  • İki şey birbirine yaklaşma.
  • Küçük günah işleme.

iltiyah

  • Vücudun güneşten yanması.
  • Susama.
  • Şimşek çakma.
  • Yıldızın parıltısı.

imam-ı mübin

  • İlim ve emr-i İlâhînin bir nev'ine bir ünvandır ki, âlem-i şehadetten ziyade âlem-i gayba bakıyor. Yani, zaman-ı halden ziyade mazi ve müstakbele nazar eder. Yani, her şeyin vücud-u zahirîsinden ziyade aslına, nesline ve köklerine ve tohumlarına bakar.

imam-ı şafii / imam-ı şâfiî

  • (Hi: 150-204) İmam-ı Abdullah bin Muhammed diye de anılır. Üçüncü ceddi olan Şâfiî, hayatında Resulüllâh'ı (A.S.M.) gördüğü için o isimle anılır. Nesebi, Abd-i Menaf'da Peygamberimiz (A.S.M.) ile birleşir. Gençliğinde çok fakir bir hayat yaşadı. Çok ileri muhaddis ve müfessir-i Kur'andır. Usul-ü Had

imam-ıa'zam ebu hanife / imâm-ıa'zam ebû hanîfe

  • Ehl-i sünnet ve'l-cemâatın ameldeki dört mezhebinden biri. Hanefî mezhebinin kurucusu.

imame / imâme

  • İslâma mahsus baş kisvesi olan sarık. Zırhlı külâh.
  • Çubuk ve sigaralığın başına takılan ağızlık.
  • Tesbihin başındaki ve ipin iki ucu içinden geçen uzunca tane.
  • Eskiden müslümanların başlarına sardığı, bugün ise, sadece din görevlilerinin namaz kıldırırken ve dînî vazîfeleri yerine getirirken giydikleri başlık üzerine sarılan sarık.
  • Tesbîhin ucundaki uzun tâne.

imkanat / imkânat

  • Varlığı da yokluğu da mümkün olanlar. Ademle vücudu müsavi olanlar. Var olmasında başkasına muhtaç bulunan şeyler.

imsak / imsâk / امساک

  • Kendini tutmak. Bir şeyden el çekme.
  • Oruca başlama zamanı.
  • Hapsetmek.
  • Şer'an müftirat denen şeylerden (orucu bozan şeylerden) nefsi hakikaten veya hükmen men' etmek.
  • Yemez içmez adamın hâli. Cimrilik, hasislik, pintilik.
  • Orucun başlangıç saati. (Arapça)

ince donanma

  • Tar: Hafif gemilerden meydana gelen donanma. Bunun yerine "Hafif Donanma" da denilir. Bunların en meşhurları: Uçurma, varna, beş çifteleri, karamürsel, aktarma, üstüaçık, çiftekayığı, brolik, celiyye, çamlıca, kütük, at kayığı, kancabaş, âyaska, işkampaviya, şahtur, çekelve, kırlangıç, firkate, kali

infial

  • Bir tesirin gücü altında hareket etme.

infial mertebesi

  • Bir fiil veya tesir gücünden etkilenme derecesi.

inhiraf

  • Doğru yoldan sapma.
  • Dönme.
  • Bozulma. Değişme.
  • Kırıklık.
  • Tecvidde: Harf okunduğu zaman o harfde, dil ucuna veya dil arkasına doğru bir meyli bulunmasına denir. İnhirâf sıfatının harfleri Lâm ve Ra harfleridir. Bunlara Münharif denir.

inkaz

  • Kırma ve bozma.
  • Tuhaf sesler çıkarma. Küçük bir hayvanın veya böceğin kendine mahsus ses çıkarması.
  • Vücuttaki oynak yerlerden çıkan ses.

inkidam

  • Vücudun bir tarafı berelenme veya kızarma.

inorganik

  • Mâden cinsinden olan, cansız maddelerden bulunan. Organik olmayan. Hayvan ve insan gibi vücud yapısına ait olmayan. (Fransızca)

inşa / inşâ

  • Yapma. Vücuda getirme. Terkib etme. Bir şey peyda etmek.
  • Yaratma.
  • Edb: Yazı dersi. Nesir yazmak.
  • Güzel nesir halinde yazı yazmak veya güzel yazılmış nesir halindeki yazı.Çeşitli mektuplaşma ve güzel yazma için mektup, tezkere, istida (dilekçe), tebrik, tâziyenâme, sen
  • Yapma, vücuda getirme.

insan-ı asgar

  • Küçük insan, insan.

insibab

  • Dökülme. Akıtılma.
  • Cereyan etme.
  • Başka suya karışma.
  • Tıb: Ahlat-ı erbaadan birisinin vücudun bir tarafında nesicler (dokular) arasında toplanması.

insilal

  • Bir yere toplanma, üşüşme, hücum etme.

inşilal

  • Şiddetle dökülerek akma.
  • (Su) uçurumdan dökülerek şelâle meydana getirme.

intibac

  • Hastalıktan dolayı vücutta hâsıl olan şişkinlik.

intifah

  • Şişkinlik. Şişmek. Kabarmak.
  • Vücud organlarından birinin büyümesi.

intihak

  • Zayıflatma, gücünü azaltma, kuvvetsizlendirme.
  • İşe yaramaz bir hale sokma.

intikaz

  • Bozulma.
  • Çözülme, battal edilme.İNTİMA'Â : Birine mensub olma, intisâb etme. Bir kimseye bağlanma.
  • (Kuş) bir yerden uçup, başka bir yere konma.

irade-i cüz'iye

  • Cüz'î irade; insanın elindeki çok az seçme gücü.

irade-i cüz'iye-i insaniye

  • İnsanın elindeki çok az seçme gücü.

irade-i istihfaf

  • Başkalarını küçükseme ve hafife alma iradesi.

ırgat

  • (Rumca) Rençber, işçi.
  • Yapı işçisi. Amele.
  • Gemilerde demir zincirini toplamak için ve binalarda bazı ağır şeyleri kaldırmak için zincirlerle çevrilmiş, ufki bucurgat.

irhas

  • Fiat indirmek, ucuzlatmak.

ırnin / ırnîn

  • Kaş tarafında burun ucu.
  • Her nesnenin evveli.

irtica / irticâ

  • Geriye dönme, geri dönücülük, gericilik.
  • Geri dönücülük.

irtican

  • Adamın işi gücü bozulma.

irtihas

  • Ucuz saymak veya sayılmak.

irtikak

  • Söz gücü olan kimsenin, söz söylemekten âciz kalması.

irtişaf

  • Emerek ve azar azar içme.
  • Tıb: Vücudun her hangi bir yerinde toplanan suyun, dışarı atılması.

irtiva'

  • Suya içerek kanma.
  • Tıb: Vücuttaki organ ve eklemlerin kuvvetlenip kalınlaşması.

isam

  • (İsm. den) Ceza. Bir kabahat veya suçun gerektirdiği netice, karşılık.

isase

  • Zenginlik, servet.
  • Göz ucuyla bakma.
  • Cemiyet, topluluk.

isbat-ı vücud / isbât-ı vücûd

  • İsbât-ı vücûd etmek: Bir yerde bulunmak, varlığını göstermek.

ısdar

  • (Sudur. dan) Çıkarma, çıkarılma, sudur ettirme.
  • Deveyi sudan geri döndürmek.
  • Rücu ettirmek, geri döndürmek, vazgeçirmek.

ısgar

  • (Sagir. den) Hakir ve hor görme.
  • Küçültme.

işhas

  • Fesatçılık ve dedikoduculuk yapma. Çekiştirme. Gıybet etme.

ıskarmoz

  • Kayık ve sandallarda kürek takılmak üzere yan kenarlara dikine sokulmuş tahta çiviler.
  • Bir cins küçük balık.

iskelet

  • Vücudun kemik çatısı. (Fransızca)

iskete

  • Güzel ve çok öten sarı kanatlı bir cins küçük kuş.

ışki / ışkî

  • İki ucu saplı eğri bıçaktır ve deri ve tahta kazımakta kullanılır.

ism-i hakem nüktesi

  • Hakem isminin ince mânâsı; Otuzuncu Lem'a'nın Üçüncü Nüktesi.

ism-i tafdil

  • Renge, şekil ve vasfa dâir (ef'al) vezninde olan mutlak ve uzuv noksanlığına delâlet etmemek üzere mukâyeseli üstünlük ifâde eden sıfatlardır. Daha büyük, en büyük, daha küçük, en küçük, en güzel, daha güzel gibi mânâlara gelir. (Kebir kelimesinin ism-i tafdili: Ekber; sağir kelimesinin ism-i tafdil

ism-i tasgir

  • Küçültme ismi. Küçüklük veya azlığa delâlet eden isimdir. Arapçada ekseri (Fueyl) veya (Fuayil) vezninde, Türkçede kelime sonuna cik, cık, cağız, ceğiz gibi ekler getirerek yapılır. Abd: Kul, Ubeyd: Kulcağız, kulcuk gibi.

ismail

  • Peygamberlerdendir. İbrahim'in (A.S.) oğludur. Küçükken İbrahim'e (A.S.), oğlunu Allah için kurban etmesi emredildi. Halilullah olan İbrahim, İsmail'i (A.S.) kurban etmek isterken Cenab-ı Hak koç gönderdi. Mu'cize zâhir oldu. Bıçak İsmail'i kesmedi, yerine koç kurban edildi. Resul-i Ekrem'in (A.S.M.

ismet

  • Peygamberlerin sıfatlarından biri. Peygamberlerin, peygamber oldukları bildirilmeden önce ve sonra; küçük olsun, büyük olsun bilerek veya bilmeyerek günah işlemekten korunmuş olmaları.
  • Günahlardan sakınma, kötü ve çirkin şeylerden uzak durma.

ispiralya

  • İtl. Gemi güvertelerinde kamaraları aydınlatmak için açılan küçük kaporta.

ıstahar

  • Havuz, küçük göl. Su birikintisi.

istar

  • Yüzletme, astar çekme.
  • (Çoğulu: Esâtir) Altıbuçuk dirhem ağırlığında (19.5 gr.) bir ölçü.
  • Dört tane.
  • Dört veya dört buçuk miskal.

isti'ab / istî'âb / استيعاب

  • Kapasite, alım gücü, sığıdırma. (Arapça)

istibda

  • (İstibra') Ayırmak. Uzak etmek.
  • Küçük abdest bozduktan sonra idrardan temizlenmek, sidik eserinin tamâmen kesilmesini beklemek.
  • Nikâhla alınan dul bir kadının gebe olmadığına kanaat getirmek için, kadın bir âdet görünceye kadar beklemek.

istibra / istibrâ

  • Temizlenme.
  • Erkeklerin küçük abdesti yaptıktan sonra yürüyerek, öksürerek veya sol tarafa yatarak, idrar yolunda damlalar bırakmaması. Kadınlar istibrâ yapmaz.
  • Nikâhla alınacak dul bir câriyenin hâmile olup olmadığını bilmek ve şüpheye yer vermemek için bir temizlik müddeti geçip tekr
  • Küçük abdestten sonra idrarın iyice kesilmesini beklemek.

istihfaf / istihfâf / استخفاف

  • Küçük ve aşağı görmek, küçümsemek, tahkir ve tahfif etmek.
  • Küçük ve aşağı görme, ehemmiyet vermeme, küçümseme.
  • Hafife alma, küçümseme. (Arapça)

istihfaf-ı hayat

  • Hayatı küçümseme, hafife alma.

istihfaf-ı nizam

  • Nizamı hafif görme; düzeni küçümseme.

istihfafkar / istihfafkâr / istihfâfkâr / استخفافكار

  • Ehemmiyet vermeyerek. Küçümsemek suretiyle. Tahfif ve tahkir ederek. (Farsça)
  • Hafife alan, küçümseyen. (Arapça - Farsça)

istihfafkarane / istihfafkârane

  • Küçümseyerek, küçük görerek, hafifseyerek, ehemmiyet vermeyerek. (Farsça)

istihfafkarlık / istihfafkârlık

  • Küçümseme, hafife alma. (Arapça - Farsça - Türkçe)

istihkam / istihkâm

  • Sağlamlık. Metin olmak. Kuvvetli ve dayanıklı olmak.
  • Askerlikte: Düşmana karşı, hücumlarını savmak için hazırlanmış bulunan siper, askeri yapılar. İstihkâm işi ile uğraşan asker sınıfı.
  • Kuvvet ve metanet vermek.

istihkar

  • Hakaret etmek. Küçük görmek.
  • Hakir görülmek. Hor bakılmak.
  • Küçümseme.

istihkar ederek

  • Küçümseyerek.

istihkar etmek

  • Küçümsemek, küçük düşürme.

istiladi / istiladî

  • Doğurtucu.

istimbot

  • ing. Küçük vapur, çatana.

istinkas

  • Bir şeyin fiatını düşürmeye çalışma, ucuzlatmağa uğraşma.

istirhas

  • Bir şeyi ucuz görme, ucuz sayma.

istisgar / istisgâr

  • Küçümsemek. Küçük görmek. Kerih görmek.
  • Küçümseme.
  • Küçük ve aşağı görmek.

istiska / istiskâ / استسقا

  • Su isteme.
  • Yağmur duasına çıkma.
  • Vücudun bir yerinde su toplanması.
  • Yağmur duasına çıkma. (Arapça)
  • Vücutta su toplanması. (Arapça)

istiska'

  • (Saky. den) Su isteme. Susama.
  • Yağmur duasına çıkma.
  • Vücudun bazı yerlerinde su toplanması hastalığı.

istitaat

  • (Tav'. dan) Tâkat getirmek. Kudreti ve gücü yeter olmak.

istitale

  • Uzanmak. Uzantı. Uzayıp gitmek.
  • Birisi üzerine faziletlilik dâvasında bulunmak.
  • Tecvidde: Harf okunduğunda sesin imtidadına, uzamasına denir. Bu harfe müstatıl harfi de denir. Bu sıfat Dad harfine aittir.
  • Tıb: Vücutta bazı organların uzaması.

istitare

  • Gönderme veya gönderilme. Yollanma.
  • Uçurma veya uçurulma.

istiz'af

  • (Za'f. dan) Zayıf ve âdi görme, küçümseme.

ısvede

  • Küçük bir böcek adı.
  • Kuvvetli.

ıtare

  • Uçurma, uçurulma.

itare

  • (Tayerân. dan) Uçurma veya uçurulma.
  • Hızla gönderme, yollama.
  • Otomobil tekeri.

itare-i kebuter

  • Güvercin kuşu uçurma.

itfal

  • İnsan vücudunun fenâ bir şekilde kokması.

itiraf

  • Kabahatını saklamamak, suçunu söylemeyi kabul etmek, açıklamak.

ıtk-ı muzaf

  • Bir zamana, bir vaktin girmesine veya çıkmasına izafe edilen ıtkdır. "Sen gelecek ayın başında hürsün." denilmesi gibi ki, o ayın başında ıtk hadisesi vücuda gelir.

ıtrih / ıtrîh

  • Devenin hörgücü.

ıyd-ı edha / ıyd-ı edhâ

  • Kurban bayramı. Kamerî seneye göre Zilhicce ayının onuncu, on birinci, on ikinci ve on üçüncü günleri.

ız

  • (Çoğulu: Uzuz-A'zâz) Çok zekâlı kötü adam.
  • Dikenli ağaçların küçüğü.

izafet-i maktu'

  • Kesik tamlama. Terkib-i izafet-i maktu'da denir. Esre'yi kaldırmağa da fekk-i izafet denir. Yani izafetin kaldırılması demektir. Meselâ: Câme-hâb : Yatak. Câme-i hâb : Uyku elbisesi. Ser-rişte : İp ucu, vesile, tutamak. Ser-i rişte : İpin ucu.

izale

  • Halsiz bırakma.
  • Uzun etekli elbise.
  • Kadın yaşmağını açma.
  • Sarığın ucunu uzatma.

ızbandut

  • Eskiden Rum korsanlarına verilen addır.
  • Haydut, yolkesen, şaki, eşkiya.
  • İri vücutlu, korkunç.

ızca'

  • Yırtma.
  • Yatarken vücudun yan tarafı üzerine yatma.

iztiba / iztibâ

  • Hac ve ömre ibâdetlerinde erkeklerin giydikleri dikişsiz iki parçadan meydana gelen ihramın üst parçasının bir ucunu sağ koltuk altına alıp diğer ucunu sol omuz üzerine atmak.

izzet-i iktidar

  • Gücün haysiyet ve şerefi.

kab-ı kavseyn

  • İmkân ve vücub ortasında bir makam.
  • İki yay uzaklığı mesafesi.

kabiliyet

  • Dıştan gelen te'sirleri alabilme gücü.
  • İstidat, anlayış, kabul edebilirlilik. Kabul edici yüksek bir kuvvete mâlik olmak, olabilirlilik.

kabine

  • Vekiller hey'eti. Bakanlar kurulu. (Fransızca)
  • Küçük oda. (Fransızca)
  • Doktorun muâyene yeri. (Fransızca)

kabisa

  • Parmak ucuyla yenen şey.

kabise / kâbise

  • Ucu üstüne eğri ve kıvrık olan burun.

kabs

  • Parmak ucuyla yemek.

kac / kâc

  • Küçük bir çeşit çam. (Farsça)

kadah

  • Küçük toprak çanak.

kadir / kadîr

  • Bir işi yapmaya gücü yeten. Kudret sâhibi ve herşeye kudreti yeten. (Allah C.C.)
  • Herşeye gücü yeten, herşeyi yapabilen, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah.

kàdir

  • Herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah.

kadir / kâdir / قادر

  • Gücü yeten, iktidar sahibi.
  • Gücü yeten, kudret sâhibi.
  • Allahü teâlânın sıfatlarından biri; gücü her şeye yeten, hakîkî kudret sâhibi.
  • Gücü yeten.
  • Kudretli, gücü yeten.

kàdir olma

  • Gücü yetirme, yapabilme.

kadir-i alim-i mutlak / kadîr-i alîm-i mutlak

  • Herşeye gücü yeten ve herşeyi bilen, sınırsız kudret ve ilim sahibi Allah.

kadir-i bimisal / kadîr-i bîmisâl

  • Herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi olan, eşi ve benzeri olmayan Allah.

kadir-i ezeli / kadîr-i ezelî

  • Herşeye gücü yeten, varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan Allah.

kadir-i külli şey / kadîr-i külli şey

  • Sınırsız güç ve kudret sahibi olan ve herşeye gücü yeten Allah.

kàdir-i külli şey / kàdîr-i külli şey

  • Sınırsız güç sahibi olan ve herşeye gücü yeten Allah.

kadir-i mürid / kadîr-i mürîd

  • Her şeye gücü yeten ve istediği şeyi yapan Allah.

kàdir-i mutlak

  • Herşeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah.

kadir-i mutlak / kâdir-i mutlak

  • Herşeye gücü yeten, sınırsız güç ve kuvvet sahibi Allah.

kadir-i rahim / kadîr-i rahîm

  • Gücü herşeye yeten, rahmeti herşeyi kuşatan Allah.

kadiriyet-i mutlaka / kadîriyet-i mutlaka

  • Allah'ın gücünün sınırsız olarak her şeyde görünmesi.

kadiyanilik / kâdiyânîlik

  • On dokuzuncu yüzyılda, Hindistan'da Mirzâ Gulâm Ahmed tarafından kurulan bozuk yol. Kurucusunun doğum yeri olan Kâdiyan kasabasına nisbetle bu adla anılmaktadır. İsmine nisbetle, Ahmediyye de denilmektedir.

kahde

  • (Çoğulu: Kıhâd) Devenin hörgücü dibi.

kahhar-ı zülcelal / kahhâr-ı zülcelâl

  • Haşmet ve yücelik sahibi ve herşeye her zaman mutlak galip gelen ve kahretmeye gücü yeten Allah.

kahkaha'

  • Öldürücü bir yılan.

kahkariye

  • Geri dönme. Rücu'.

kaid

  • (Kuud. dan) Oturan, oturucu, oturmuş.

kainat-ı suğra / kâinat-ı suğrâ

  • Küçük kâinat, evren; insan türü.

kal'a

  • Kale. Eskiden yapılan büyük merkezlerin ve şehirlerin bulunduğu etrafı duvarlarla çevrili ve düşmanın hücumundan muhafaza edilen yüksek yerlerde inşa edilmiş yapı.
  • Çobanın çantası.
  • Hurma ağacının dibinden kesilen taze fidan.

kal'a-dar / kal'a-dâr

  • Kale koruyucusu, kal'a muhafızı. Dizdar. (Farsça)

kalb

  • Vücudun kan dolaşımı merkezi. Yürek.
  • Gönül.
  • Herşeyin ortası.
  • Bir halden diğer bir hale çevirme. Değiştirme.
  • İmanın mahalli.
  • Fuâd, sıkt-ül ilim, tâbut-ül ilim, beyt-ül hikmet, via-i ilim de denilir. (Dâima değiştiği ve hareket halinde olduğu için kalb i

kalem

  • (Çoğulu: Aklâm) Kamış. Yazı için ucu inceltilen bir nevi ince ve sert kamış.
  • Yazı yazmak için kullanılan her türlü âlet.
  • İfâde. Üslub.
  • Mâden, taş ve tahta üzerinde oymak için ucu sivri çelik âlet.
  • İnce boya, fırçası.
  • Yazı enva'ı.
  • Resim. Nakış.<

kalem-i kudret

  • Varlıkların ve olayların düzenli olarak vücuda gelişinde bir kalem gibi eserini gösteren İlâhî güç.

kali / kalî

  • Dedikoducu, gıybet eden, çekiştirici.
  • Söylemekle. Söylenmiş. Söz olarak. Söze dair ve müteallik.

kalıb

  • (Ka, uzun okunur) Hususi bir biçim, bir şekil alması istenen bazı şeylerin konmasına mahsus araç. (Buz kalıbı, çizme kalıbı gibi)
  • Hususi surette dökülmesi istenen şeylere mahsus zarf.
  • Beden, vücut, gövde.
  • Şekil ve suret nümunesi, örnek.
  • Bir kalıba dökülmüş vey
  • Vücut, beden.

kaliçe

  • Küçük halı. (Farsça)

kalla'

  • Beylere koğuculuk yapan yalancı.
  • Halk içinde tanınmak için kendine bir alâmet yapan kimse.

kalori

  • Lat. Bir kilogram suyu bir derece ısıtmak için lâzım olan ısı miktarı.
  • Gıdaların vücuda yarayışlı olması ve hararet vermesi bakımından değeri.
  • Gıdaların vücuda ısı vermesi bakımından değeri.

kaluc / kâluc

  • Küçük parmak. (Farsça)
  • Güvercin kuşu. (Farsça)

kama

  • İki tarafı keskin, ucu sivri ve enli bıçak.
  • Duvara veya keresteye çakılan büyük tahta çivi.
  • Ağaç, kütük ve sâireyi yarmak için kullanılan ucu ince, arka tarafı kalın ağaç veya demir takoz.

kameriyye

  • Çardak. Bahçelerde, mehtaplı gecelerde oturmak üzere yapılıp, etrâfı sarmaşık v.s. çiçeklerle örtülü bulunan yer. Küçük köşk.

kamkam

  • (Çoğulu: Kumâkım) Ulu, şerif kimse.
  • İyi, keskin kılıç.
  • Büyük deniz.
  • Çok adet.
  • Saç dibine düşen yavşak.
  • Küçük kene.

kanaat-bahş

  • Kanaat verici, tatmin eden, doyurucu.

kanat

  • (Çoğulu: Kanavât) Yeraltına döşenmiş olan künk. Küçük kanal, su borusu.
  • Sopa, mızrak.

kanef

  • Kulağın küçük ve kalın olması.

kanfa

  • Kulakları küçük ve kaba olan kadın. (Müz: Aknef)

kangren

  • Yun: Canlı vücudun belirli bir kısmında hücrelerin ölmesiyle meydana gelen bir hastalık.

kanun-u zivücud-u harici / kanun-u zîvücud-u haricî

  • Haricî (maddî) vücud sahibi bir kanun.

kanunda inhisar-ı kuvvet

  • Gücü sadece kanunlara münhasır kılmak, güç ve kuvvetin sadece kanunların eline verilmesi.

kanuni / kanunî / قانونى

  • Yasal. (Arapça)
  • Kanun çalan. (Arapça)
  • Yasa koyucu. (Arapça)

kar

  • (Çoğulu: Kur-Kirân) Zift, kara boya.
  • Deve. Dağ keçisi.
  • Ses çıkmasın diye ayağın kenarıyla yürümek.
  • Küçük tepe.
  • Kara taşlı yer.
  • Kara büyük taş.

karamil

  • Örülüp ucu sarkıtılan saç bağı.

kareh

  • Kişinin gövdesi kirli olmak. Vücut kirliliği.

kari / karî

  • Okuyucu.
  • Okuyucu.

kàri

  • Okuyucu.

kari' / kâri' / قارء

  • (Kari'e) (A, uzun okunur) Okuyucu. Okuyan.
  • Âbid ve zâhid olan.
  • Kur'anı tecvide göre okuyan.
  • Kıraat eden, okuyan, okuyucu.
  • Kur'ân'ı usulünce okuyan.
  • Okuyucu. (Arapça)

kari'in / kâri'în / قارئين

  • Okuyucular. (Arapça)

karia / kâria / قارئه

  • Bayan okuyucu. (Arapça)

kariha / karîha / قریحه

  • Düşünme gücü. (Arapça)

karine / karîne / قرینه / قَر۪ينَه

  • Bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ip ucu. Anlaşılması zor olan hususun hak ve hakikatına dâir cüz'i delil olan şey. İşaret.
  • Bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret.
  • Karışık bir iş veya meselenin anlaşılmasına yarayan hal, ipucu.
  • İpucu. (Arapça)
  • İp ucu.

karine-i mania / karîne-i mania

  • Kelimenin gerçek anlamında alınmasına engel olan ipucu.

karine-i münevvire

  • Işıklandıran, aydınlatan ipucu.

karkar

  • Kilim veya halı ucu.
  • Hışımla gürleyerek çağır demek.

karmele

  • Yapraksız küçük ağaç.

kars

  • Küçük ibrik.

karye

  • Köy. Nâhiyeden küçük olan, insanlarla meskun yer.

kas'

  • Bir şeye el ayası ile vurmak.
  • Gidermek.
  • Tahkir etmek, küçümsemek.

kasaba

  • (Çoğulu: Kasabât) Akciğerdeki nefes borularından herbiri. Bronş.
  • Küçük şehir. Çarşısı olan büyük köy.
  • Ahalisi beş-on bin raddelerinde olan mâmure.

kaşağı

  • Hayvanları kaşıyıp tozlarını düşürmeğe mahsus âlet.
  • İhtiyar kimselerin, sırtlarını kaşımak için kullandıkları, ağaçtan uzun saplı ve bir ucundaki levhası dişli bir âlet.

kasatura

  • Süngü gibi tüfeğin namlusu ucuna takılan veya bel kayışına asılı olarak taşınan bir çeşit bıçak.

kaskase

  • Yol göstermek.
  • Köpeği "kuçu kuçu" diye çağırmak.

kasr

  • Köşk. Yüksek ve ferah bina. Taştan veya kârgir küçük saray.

kassam

  • Huk: Vârisler arasında miras malını taksim eden ve küçüklerin hakkını koruyan şeriat memuru.
  • Taksim eden.

katt

  • Kuru yonca.
  • Koğuculuk etmek, yalan söylemek, dedikodu yapmak.
  • Zeytin yağını fesliğen ile kokutmak.

kaviyy-ül bünye

  • Bünyesi sağlam olan. Sağlam vücutlu.

kavs-pare

  • Küçük yay, küçük kavs. (Farsça)

kavz

  • (Çoğulu: Akvâz-Akâviz-Kızân) Küçük kum tepesi.
  • Düşmek.
  • Bağlamak.

kayım

  • Durucu, duran.
  • Kılıç kabzası.

kayyum / kayyûm

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yaratıcı ve mahlûkları yerlerinde ve varlıkta durdurucu.

kaza orucu / kazâ orucu

  • Oruç tutmamayı mubâh kılan (dînde bildirilen) bir özür sebebiyle vaktinde tutulamayan veya tutarken bir özür sebebiyle yâhut kast (bilerek) olmadan bozulup, Ramazân bayramının birinci, Kurban bayramının birinci, ikinci ve üçüncü günleri dışındaki zam anlarda gününe gün tutması gereken Ramazân-ı şerî

kazif / kâzif

  • Bir kadına zina suçu isnat eden.

ke

  • Farsçada küçültme edatıdır. Kelimelerin sonlarına gelir. (Meselâ: "Merdüm: Adam; merdümek: Adamcağız" gibi.) (Farsça)

kebv

  • Davarın, başını vücuduna sürçmesi.
  • Çakmak çöngelip ateşi çıkmaz olmak.
  • Görmek.
  • Kabın içindekini dökmek.
  • Ateşi kül bürüyüp örtmek.

keffaret / keffâret

  • (Masdar gibi kullanılıyorsa da "keffâr" mübalâğa isminin müennesi olup, asıl mânası: örtücü ve imhâ edici demektir.) Bir mecburiyet altında veya yanlışlıkla işlenmiş günahı affettirmek ümidiyle şeriata uygun olarak verilen sadaka veya tutulan oruç.
  • Günahtan arınma.
  • Dini suçun affı ümidiyle dünyada çekilen ceza.

keffaret-i savm / keffâret-i savm

  • Ramazan-ı Şerifte özürü bulunmaksızın muayyen şartlar dâhilinde orucunu bozan bir mükellefin, müslim veya gayr-i müslim bir köle veya câriye azâd etmesinden; buna muktedir değilse, iki ay muttasıl oruç tutmasından; buna da muktedir değilse, altmış fakire yemek yedirmesinden ibârettir.
  • Ramazân-ı şerîfte bilerek orucu bozmanın cezâsı.

keffaret-i zıhar

  • Zıhar keffareti.Keffâret-i zıharın vâcib olmasının şartı kudrettir. Muktedir olan, köle azad eder; değilse iki ay oruç tutar, buna da gücü yetmezse altmış fakire yemek verir.

kelal-aver / kelâl-âver

  • Yorgunluk ve bıkkınlık veren. Sıkıcı, yorucu. (Farsça)

kelal-bahş / kelâl-bahş

  • Sıkıcı, yorucu. Yorgunluk getiren. (Farsça)

kelepir

  • Çok ucuz ele geçen. Zahmetsiz, ücretsiz.
  • Üvey evlât. Evlâtlık.
  • Zahmetsiz, ücretsiz, çok ucuz ele geçen.

keler

  • Kertenkele cinsinden küçük bir hayvan.

kelime

  • Gr: Mânası olan en küçük söz veya cümlenin yapısını teşkil eden unsurlardan birisidir. Kelime, isim, fiil ve harf olmak üzere dilbilgisinde üç kısma ayrılmıştır. "Bir tek söze" kelime denir.

kelime-i gaddare

  • Kahredici, öldürücü, zâlim ve merhametsiz söz.

kemal sıfatları / kemâl sıfatları

  • Allahü teâlânın zâtında ve işlerinde hiçbir kusûr, karışıklık, değişiklik ve noksanlık olmadığını gösteren hayât (diri olmak), ilim (bilmek), sem' (işitmek), basar (görmek), kudret (gücü yetmek), irâde (istemek), kelâm (söylemek) ve tekvîn (yaratmak) sıfatları. Bunlara Subûtî, Hakîkî ve Kâmil sıfatl

keman-dar / keman-dâr

  • Yay tutan, yay tutucu. (Farsça)

kemençe

  • Çiftçilerin tarlalara kimyevi gübre atmak için kullandıkları bir nevi âlet. (Farsça)
  • Tırnağı tellerine değdirmekle ses çıkaran kemana benzer küçük bir çalgı âleti. (Farsça)

kemend

  • Eskiden idam için boyna geçirilen yağlı kayış. (Farsça)
  • Uzakta bulunan herhangi bir nesneyi yakalayıp çekmek için üzerine atılan ucu ilmekli uzunca ip. (Farsça)
  • Geyik ve benzeri hayvanların yuları. (Farsça)
  • Güzelin saçı. (Farsça)

kemin

  • Pek küçük, çok ufak. Çok az. (Farsça)

kemiş

  • Tez yürüyüşlü at.
  • Zekeri küçük at.
  • Memesi küçük koyun.

kemişe

  • Küçük emzikli deve.

kemsal

  • Genç. Yaşı küçük. (Farsça)

kemterane

  • Fakirce. Acizce. Çok küçük nisbette. (Farsça)

kemterin / kemterîn

  • Pek âciz ve güçsüz. Çok hakir. (Farsça)
  • En küçük, en âşağı. Pek çok noksan veya eksik. (Farsça)

kene

  • Hayvanın etine yapışıp kanını emen küçük bir böcek.

kenet

  • (Esâsı: Kinet) İki sert cismi birbirine bağlamak için çakılan iki ucu kıvrık madeni parça.

kenif

  • (Çoğulu: Künüf) Hıfzedici, koruyan.
  • Örtücü.
  • Kalkan.
  • Deve ağılı.
  • Ayakyolu, tuvalet.

kenizek

  • Küçük cariye. (Farsça)

kerem-i mütecessid

  • Maddi vücut giymiş kerem.

kerim / kerîm

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kudreti (gücü) var iken affeden, vâd ettiğini yapan, vermesi ve ihsânı (lütfu) bol olan, ümîd edilenin üstünde olan, ne kadar verdiğini ve kime verdiğini hesâb etmeyen, kendisine sığınanı ko ruyan ve isteyeni zenginleştiren.
  • Mu

kerime

  • Kız evlâd.
  • Kendine ikram edilmiş kimse. Şerefli.
  • Güzide, seçkin, kıymetli şey.
  • Vücudun kıymettar yerlerinden her biri.

kerr

  • Çekilerek yeniden hücum etmek.
  • Birşeyden vazgeçtikten sonra tekrar ona, o işe yönelmek.
  • Devlet.
  • Gemi halatı.
  • Hurma ağacına çıkmakta kullanılan urgan.
  • Çekilme ve yeniden hücum etme.

kerr ü fer

  • Muharebede geri çekilerek tekrar hücuma geçme.

kerr u ferr

  • Muharebede geri çekilerek tekrar hücum etmek.

kerş

  • Karın.
  • İşkembe.
  • Topluluk, cemaat.
  • Kişinin çoluk çocuğu veya küçük evlâdı.

kese / كيسه

  • Torba, küçük torba. (Farsça)

kestel

  • itl. Küçük kale. Hisarcık.

kett

  • Zayıf vücutlu kimse.
  • Mal kazanıp yığan.

kevn

  • Hudus. Varlık, var olmak. Vücud, âlem, kâinat. Mevcudiyet.

kevniyyat

  • Kâinat ilmi, kozmoloji.
  • Mevcudat, varlıklar. Vücuda gelmeler.

kıbal

  • (Bir yazıyı) karşılaştırma, mukabele etme.
  • Pabucun ayak üstüne gelen yeri.

kibrit

  • Kükürt.
  • Kırmızı, yakut, altun.
  • Ucu kibritlenmiş yakacak madde.

kift

  • (Çoğulu: Kifât) Küçük çömlek.
  • Çuval ve buna benzer kap.

kih

  • (Çoğulu: Kihân) Küçük, sagir. (Farsça)

kihan

  • (Tekili: Kih) Küçükler.

kihan ü mihan

  • Küçükler ve büyükler.

kihin

  • Küçük, sagir. (Farsça)

kihter

  • Yaşça en küçük olan. (Farsça)

kihteri / kihterî

  • Yaşça küçüklük. (Farsça)

kindare

  • Arkasında deve hörgücü gibi, hörgücü olan bir cins balık.

kinfire

  • Burun ucu.

kırat-ı urfi / kırât-ı urfî

  • Kullanılması âdet olan ve hükûmetin kabûl ettiği miskâl ve dirhemden küçük bir ağırlık birimi.

kırkıs

  • Küçük üvez.
  • Köpeği çağırmak.
  • Yüzük yapılan özlü balçık.

kirpik

  • Göz kapağının kenarındaki kıllar.
  • Bir nevi taş.
  • Hayvan ve nebatların beden yapısında bâzı küçük ve ince uzantılar.

kis

  • (Çoğulu: Ekyâs) Cepte taşınır küçük para kesesi.
  • Rahimde döl yatağı.
  • Bedendeki bâzı sıvıların toplandığı kese biçimindeki oyuklar.

kış'ame

  • Fak dedikleri nesne.
  • Küçük arı.
  • Kene.

kısas / kısâs / قِصَاصْ

  • İşlenen bir suçun cezası.
  • İşlenen suçun, yapılan kötülüğün aynısını suçluya tatbîk ederek cezâlandırma, öldüreni öldürme, yaralıyanı yaralama, bir uzvu kesenin uzvunu kesme cezâsı.
  • İşlediği suçun aynısıyla cezâlandırma.

kise

  • (Kis-Kese) Küçük-büyük torba kab. (Farsça)
  • Para kesesi. Kumaştan çanta biçiminde torba kab. (Farsça)
  • Yoğurt kesesi. (Farsça)
  • Para. Para hesabı. Öz para. (Farsça)
  • Kestirme yol. (Farsça)

kısım

  • (Kısm) Bir parça, bölük, takım, kesim.
  • Kapalı avucunun alabildiği miktar.

kısm-ı kalil / kısm-ı kalîl

  • Küçük bir bölüm.

kişmiş

  • Çekirdeksiz çok küçük tâneli üzüm. (Farsça)

kışşebe

  • Dişi maymun eniği.
  • Cüssesi küçük olan kız.

kıt'a

  • (Çoğulu: Kıtat) Dünyanın kara parçalarından her biri.
  • Memleket. Ülke.
  • Mat: Bir dairenin bir yayı ile onun çapı arasındaki kısım.
  • Tıb: Kesik organın vücudda kalan parçası.
  • Ask: Çok kalabalık olmayan askerî kuvvet.
  • Edb: En az iki beyitten yapılmış manzum

kıtmir

  • Ashab-ı Kehf'in köpeğinin adı.
  • Hurma ile çekirdeğinin arasındaki ince zar. Çekirdeğin arasındaki ince pürüz.
  • Hakir ve küçük olan şeylerde mesel olmuştur.

kitr

  • Her nesnenin ortası.
  • Deve hörgücü.

kıyamet alametleri / kıyâmet alâmetleri

  • Kıyâmetin kopmasının yaklaştığına dâir Resûlullah efendimizin haber verdiği büyük ve küçük alâmetler, işâretler.

kıyamet-i suğra / kıyâmet-i suğrâ

  • Küçük kıyâmet, herkesin kendi ölümü.

kıyas

  • Benzetmek, karşılaştırmak, mukâyese. İki şeyi birbiri ile karşılaştırmak. Benzeterek hüküm ve muhâkeme etmek.
  • Man: Doğru kabul edilen iki hükümden bir üçüncü hükmü çıkarmak.
  • Fık: İki belli şeyden birinin mahsus olan hükmünü, yâni, bu hükmün mislini, aralarındaki müttehid ille

kıyas-ı istisnai / kıyas-ı istisnâî

  • Bir kıyasın sonucunun aynı yahut karşıt halinin öncüllerde hem anlam hem de şekil bakımından bulunmasıyla meydana gelen kıyas; meselâ, "mıknatıs bu cismi çekiyor; o halde bu cisim demirdir" cümlesi gibi.

kiz / kîz

  • Küçük kap.

kopil

  • Küçük Rum çocuğu.
  • Çapkın, külhani.

kotra

  • ing. Tek direkli, yelkenli, narin küçük gemi.

koy

  • Küçük körfez. Karanın içine girmiş, rüzgârdan saklı deniz parçası. Deniz koyuna benzer, çevresi mahfuz yer. Köşe, bucak.

ku'bere

  • Bileği meydana getiren iki kemiğin küçüğü.

kub

  • "Vuran, vurucu, döven" mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: (Leked-kub: Tekme vuran) (Farsça)

kubaa

  • Serçe gibi küçük bir alaca kuşun adı.
  • Avcıların giydiği hırka.

kuban

  • (Tekili: Kub) Vurucular, dövücüler. (Farsça)
  • Vurarak, döverek mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

kubbeleri habbe gösterme

  • Büyük şeyleri hafife alma, küçük gösterme.

kubbere

  • (Çoğulu: Kubber-Kabbere) Turgay dedikleri küçük kuş.
  • Bacaksız, kısa boylu kimse.

kubus

  • Sür'atle yürüdüğünden yere tırnağının ucundan başka yeri değmeyen at.

kuçe

  • Dar sokak, küçük sokak. (Farsça)
  • Pazar, çarşı. (Farsça)

küçük günah

  • Fitne çıkarmak, adam öldürmek, zinâ etmek gibi büyük günahlara göre daha küçük sayılan günahlar, yasaklar, mekrûhlar.

kuddus / kuddûs

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Azamet ve celâline, büyüklüğüne lâyık olmayan, noksanlık ve eksiklik getiren şeylerden, his organlarının anladığı, hayâl gücünün hayâl ettiği, hâtıra gelen ve düşünülebilen her türlü vasıftan ve özellikten münezzeh, pâk ve temiz olan.

kudeyh

  • Küçük kadeh, kadehcik.

kudret

  • Güç.
  • Allah'ın bütün varlıkları kuşatmış olan gücü.
  • Varlık, zenginlik.
  • Ehliyet, becerebilme.
  • Güç, güçlü olma.
  • Allahü teâlânın sıfat-ı sübûtiyyesinden biri. Allahü teâlânın her şeye gücünün yetmesi.
  • Kullara âit sınırlı olan güç, kuvvet.

kudret-i beşer

  • İnsan kuvveti, gücü.

kudret-i kalemiye

  • Yazı yazmadaki kuvvet; kalem gücü.

kudret-i mümkinat

  • Kâinattaki varlıkların kudreti, gücü.

kudret-yab / kudret-yâb

  • Gücü yetebilen, yapabilen.

kudretyab / kudretyâb

  • Gücü yetebilen, yapabilen, kuvvet ve kudreti olan. (Farsça)

küf

  • Yetiştiği satıhta kimyevî değişikliklere sebep olan küçük boylu mantarlara verilen umumi ad.
  • Maddelerin oksitlenme neticesinde dış tarafını kaplayan tabaka. Pas.

kuhan

  • Kambur. (Farsça)
  • Eyer, at eyeri. (Farsça)
  • Sığır veya deve hörgücü. (Farsça)

kuhbeden

  • Dağ gibi iri vücutlu kimse. İri yarı kişi. (Farsça)

kuhe

  • Dağ. (Farsça)
  • Hücum, saldırma. (Farsça)
  • Dağ tepesi gibi kubbeli ve sivri olan şey. (Farsça)
  • Deve hörgücü. (Farsça)
  • At eyeri. (Farsça)

kuhkub

  • Dağ vurucu. Dağı yerinden oynatan. (Farsça)
  • Kuvvetli at veya katır. (Farsça)
  • Kale veya sur döven top. (Farsça)

kulfe

  • Zeker ucundaki sünnet edilecek deri.

kullab

  • (Çoğulu: Kalalib) Çengel, kanca. Ucu eğri nesne.

küllab

  • (Çoğulu: Kelâlib) Çengel, kanca. Ucu eğri demir.

kulunç

  • Tıb: Şiddetli bağırsak ağrısı. Omuzlarda ve vücutta bir ağrı.

kumar

  • Para vs. karşılığında oynanılan oyun. Meşru bir ihtiyacın karşılanması için bir çalışma sonucu olmadan piyango ve şans oyunları gibi haram yollarla kazanç elde etmektir. Dinimizde böyle oyunların her türlüsü haramdır.

kunais

  • (Çoğulu: Kanâıs) Büyük cüsseli, iri vücutlu kişi.

kunbul

  • (Çoğulu: Kanâbil) Kalın vücudlu kimse. Sinirli ve hiddetli olan.
  • 30 ilâ 40 yaş arasındaki kimse.
  • At.
  • Bomba.

kundak

  • Küçük çocukları sıkı bağlamaya yarıyan bezler takımı.
  • Yangın çıkarmak için bir yere sokulan, tutuşturulmuş yağlı bez çıkısı.

kunefhar

  • Büyük cüsseli, iri vücutlu.

kunut duası / kunût duâsı

  • İtâat etme, ibâdet. Hanefî mezhebinde, vitir namazının üçüncü rek'atinde zamm-ı sûre okunduktan sonra; Şafiî mezhebinde, sabah namazının farzının ikinci rek'atinde rükûdan kalktıktan sonra ve Ramazân-ı şerîf ayının yarısından sonra vitir namazının üç üncü rek'atinde rükûdan kalktıktan sonra okunan d

kurat

  • Fitil ucundan yanmış yer.

kurban geceleri

  • Kurban bayramının birinci, ikinci ve üçüncü günlerinin geceleri.

kurduh

  • Maymun.
  • Küçük karınca.

küreyvat

  • Kandaki küçük yuvarlak cisimler. Küçük küreler.

küreyvat-ı beyza

  • Kandaki beyaz renkte ve çok küçük kürecikler. Kan ve lenf gibi vücud mâyilerinde bulunan çekirdekli ve yuvarlak hücreler. Kırmızı küreciklere nisbetle azdırlar. Vazifeleri hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdafaadır. Ne zaman müdafaaya girseler Mevlevi gibi iki hareket-i devriye ile sür'atl

küreyvat-ı hamra

  • Kırmızı kan kürecikleri. Kana kırmızı rengini veren, çekirdeksiz, yuvarlak, küçük hücrecikler olup kanın her mm.küpünde beş milyon kadar bulunurlar, beden hücrelerine erzak dağıtırlar ve bir kanun-u İlâhî ile hücrelere erzak yetiştirirler. (Tüccar ve erzak memurları gibi)

küreyve

  • (Çoğulu: Küreyvât) Küçük yuvarlak.

kurmus

  • (Çoğulu: Karâmıs) Avcıların dağda olan kulübesi veya soğuktan sakındıkları küçük çukur yer.

kurra / kurrâ / قراء

  • (Tekili: Kari') Okuyucular. Kur'ân-ı Kerimi usul ve tecvidine göre okuyanlar. Dindar ve sâlih kimse.
  • Kârîler, kırâat âlimleri, Kur'ân-ı kerîm okuyucuları.
  • Kurân okuyucuları.
  • Kur'ân okuyucular. (Arapça)

kürsu'

  • Bilek kemiğinin ucunun serçe parmak tarafında olan yumruca kısmı.

küş

  • "Öldüren, öldürücü" mânalarına gelerek tamlama yapmada kullanılır. Meselâ: Düşman-küş: Düşman öldüren. (Farsça)

küşende

  • Öldüren, katil, öldürücü. (Farsça)

kuşluk vakti

  • Orucun başlaması (imsak) ile güneşin batması arasındaki zamânın ilk dörtte biri geçince başlayan ve güneşin zeval (tepe) noktasına ulaşmasından, bir müddet öncesine kadar devâm eden vakit, duhâ vakti.

küssab

  • Küçük ok.

küşud

  • Memesi küçük davar.

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

kutruti / kutrutî

  • Kısa boylu küçük adam.

küttab

  • (Tekili: Kâtib) Kâtipler.
  • Mektep, okul.
  • Başı yuvarlak küçük ok. (Oğlancıklar onunla ok atmayı öğrenirler.)

kuttal

  • (Tekili: Katil) Katiller, öldürücüler, öldürenler. Katledenler.

kütüb-ü salise / kütüb-ü sâlise

  • Üçüncü kitap, üçüncü makale (Muhâkemât'ın üçüncü makalesi).

kuva-yı selase / kuvâ-yı selâse

  • Üç güç; gazap gücü, şehvet gücü, akıl gücü.

küvsiyy

  • Küçük yürügen at.

kuvve-i akliye

  • Akıl gücü, duygusu.

kuvve-i akliye ve fikriye

  • Akıl ve düşünce gücü.

kuvve-i arziye

  • Dünya gücü, dünyaya ait kuvvet.

kuvve-i bazu / kuvve-i bâzû

  • Bilek gücü.

kuvve-i bedeniye

  • Beden gücü.

kuvve-i cazibe / kuvve-i câzibe

  • Çekim gücü.

kuvve-i gadabiye

  • Öfke gücü, duygusu.

kuvve-i gazabiye

  • Öfke gücü.

kuvve-i hayal

  • Hayal gücü.

kuvve-i hayatiyesi

  • Hayatî gücü.

kuvve-i icadiye

  • İcâd etme kabiliyeti, gücü.

kuvve-i idrakiye / kuvve-i idrâkiye

  • Anlama, kavrama gücü.

kuvve-i iktisadiye

  • Tutumluluk, iktisat gücü.

kuvve-i iman

  • İman gücü.

kuvve-i imaniye

  • İman gücü; iman duygusu.

kuvve-i kalemiye

  • Kalem gücü, yazma becerisi.

kuvve-i maneviye-i ehl-i iman / kuvve-i mâneviye-i ehl-i iman

  • Mü'minlerin mânevî kuvveti, gücü.

kuvve-i mıknatısiye

  • Mıknatısın çekim gücü.

kuvve-i müeyyide / قوهء مؤیده

  • Yaptırım gücü.

kuvve-i muhayyile / قوهء مخيله

  • Hayal gücü.

kuvve-i münbite

  • (Ağaç ve bitkileri) Bitirip yeşillendirme ve büyütme gücü.

kuvve-i musavvire

  • Şekil verme gücü.

kuvve-i nabite / kuvve-i nâbite

  • Yetiştirme gücü; bitirip geliştirme, bitirip yetiştirme gücü (tarımsal verimlilik gücü).

kuvve-i sebuiye

  • İnsanda başkalarına hücum ve zararları defetmek kuvvesi.

kuvve-i şeheviye

  • Şehvet gücü.

kuvvet-i cezalet / kuvvet-i cezâlet

  • Kelimedeki akıcı ve düzgün anlatım gücü.

kuvvet-i hissiyat

  • His ve duyuların gücü.

kuvvet-i ifade

  • İfade gücü.

kuvvet-i ilahiye / kuvvet-i ilâhiye

  • Allah'ın kuvveti, gücü.

kuvvet-i iman

  • İman gücü.

kuvvet-i imaniye

  • İman gücü.

kuvvet-i medeniyet

  • Medeniyet gücü.

kuvvet-i vehim

  • Vehim kuvveti, kuruntu gücü.

kuyud-u ihtiraziye

  • Koruyucu tedbirler, bazı hakları kullanabilme şartları, çekince şartları.

lafz-ı müşebbi' / lâfz-ı müşebbi'

  • Doyurucu, tatmin edici söz.
  • Doyurucu, tatmin edici söz.

laglaga

  • (Çoğulu: Laglag) Ördekten küçük bir güzel kuştur, başında az miktar beyaz tüyü vardır. Türk diyârında yavrusunu çıkarıp kış günlerinde Mısır'a gider.

lahz

  • (Lahzân) Göz ucu ile bakma.

lahza

  • Göz açıp kapayacak kadar kısa zaman. Bir an. En kısa zaman. Göz ucu ile bir bakış. Zaman.

lakanık

  • Sucuk gibi içi doldurulmuş olan şey.

lale

  • Lâle denen meşhur çiçek.
  • Vaktiyle suçluların ve delilerin boynuna takılan halka.
  • İncir koparmak için ucu çatallı değnek.

latif

  • Mülâyim. Yumuşak. Nâzik. Mütenasip.
  • Güzel. Şirin. Küçük ve hoşa giden.
  • Cisimle alâkası olmayan. Göze görünmeyen.
  • Çok lutf edici.
  • Derin, gizli.

lazım / lâzım

  • Lüzumlu, gerekli.
  • Bir şeyden aslâ ayrılmayan. Bir işte beraber bulunmasına ve vücuduna ihtiyaç olan şey.
  • Gr: Müteaddi olmayan.

lebid

  • Küçük çuval.

leha

  • (Tekili: Lehât) Küçük diller.

lehat

  • (Çoğulu: Lehâ ve Lehevat) Küçük dil.

lehaz

  • Gözucu.

lehaza

  • Gözucu ile bir şeye dikkatlice bakmak.

lehevat

  • (Tekili: Lehât) Küçük diller.

lehviyat-ı nevmiye

  • İnsanları uyutucu zevk ve eğlenceler.

lemem

  • Günaha yakın olmak.
  • Küçük günahlar.
  • Delilik, cünun.
  • Musibete yakın olmak.

lenger

  • Gemiyi yerinde sâbit kılmak için denize atılan zincir ucundaki büyük demir çapa. (Farsça)
  • Bakırdan yayvan ve kenarları genişçe sahan veya tepsi. (Farsça)

levh-i kaza ve kader / levh-i kazâ ve kader

  • Kader ve kazanın levhası, yani: Olmuş ve olacak her bir şeyin ilm-i İlâhîdeki vücudları; yani, ilmen mevcudiyyetleri.

levvah

  • Yakıcı ve bozucu.

leys

  • Adem. Yokluk. Gayr-ı mevcud. (Bunun aslı "lâyese" idi. Yâ'yı tahfif için "leyse" oldu.) Hükemâlar arasında "eys" vücud, "leys" adem mânâsında kullanılmıştır.
  • Gaflet.
  • Bahâdırlık, kahramanlık.
  • Yük çekici olmak.

lezaiz-i cismaniye / lezâiz-i cismaniye

  • Vücudun hissettiği zevk ve lezzetler.

lezzet-i cüz'iye

  • Küçük ve az lezzet.

liha'

  • (Tekili: Lehât) Küçük diller.

lısb

  • Küçük kaya yarığı.
  • Derenin dar yeri. Dar olan her cins madde.
  • İçi zorla çıkan ceviz.

liva

  • Bayrak. Sancak.
  • Eskiden kazadan büyük, vilâyetten küçük yerleşme merkezlerine denirdi. Tugay.
  • Hz. Peygambere (A.S.M.) âit sancak.

loca

  • İtl. Bazı toplantı yerlerinde bir veya birkaç seyirciye mahsus hususi odacıklar.
  • Hücre, küçük bölme.
  • Masonların toplandıkları yeri.

lule

  • Çeşme, musluk gibi şeylere takılan küçük boru. (Farsça)
  • Lüle. Halka gibi dürülmüş şey. (Farsça)

lümey'a

  • Küçük pırıltı. Küçük ışıkcık. Parıltıcık.
  • Küçük parıltı.

lüseyn

  • Küçük dil. Dilcik.

lut

  • Hz. İbrahim'in kardeşi Harran oğlu Lut (A.S.) onunla beraber Bâbil diyarında Şam yakasına geçmişti. Sodom nahiyesine peygamber oldu. Bu nâhiyenin ahalisi ehl-i küfr ve fücur idi. Yolsuz giderlerdi ve hiçbir kavmin yapmadığı fuhşiyatı yapalardı. Hz. Lut, onları doğru yola dâvet etti, dinlemediler ve

lütin / lütîn

  • Adam boyu miktarı bir ağacın adı. (Bakla yaprağı gibi yaprağı olur, hurnup gibi dalları olur, içinde küçük taneleri olur.)

ma'dumat-ı hariciyye / ma'dumat-ı hâriciyye

  • İlm-i İlâhide olup, maddi vücudu olmayan şeyler.

ma'füvv

  • Suçu bağışlanmış, affolunmuş.
  • Muaf tutulan, istisna edilen.
  • Suçu afvedilmiş. Bağışlanmış.
  • İstisnâ edilmiş, müstesnâ kılınmış, ayrı tutulmuş.

ma'nevi bağ / ma'nevî bağ

  • Herhangi bir şekilde, iki şey arasında zihinde kurulan irtibat, ilgi. Buna mânevî râbıta da denir.
  • Büyüklere hürmet, küçüklere şefkat, dînine bağlılık gibi mânevî değerler.

ma'nevi kuvvet / ma'nevî kuvvet

  • Müdrike (anlayıcı) kuvvetlerinin üçüncüsü olup, insanların havâssına, seçilmişlerine mahsûs anlayıcı kuvvet.

ma'ra

  • Vücudun çok zaman çıplak olan yeri.

ma'ruzat / ma'ruzât

  • (Tekili: Ma'ruz) Arz olunanlar. Arzedilenler, takdim edilenler. Küçükten büyüğe bildirilenler.

ma-i mevsule / mâ-i mevsule

  • Buna ism-i mevsul de denir. Kendinden sonra gelecek küçük cümleyi daha önce geçen cümleye bağlar. (Ketebtu mâ kultü: Söylediğimi yazdım, ne söyledimse yazdım) cümlesinde olduğu gibi.

madahik

  • (Tekili: Madhek) Güldürücü ve komik kimseler. Soytarılar.

madde-i musavvire

  • Tıb: Kanın küreciklerinden başka gıda maddesinden olup, azot ve sair maddeleri içine alan sulu cisim. Canlı hücrelerin vücudunu teşkil eden ve içinde çoğunun çekirdek bulunan albüminli madde. Protoplazma.

maden-i kuvve-i maneviye / mâden-i kuvve-i mâneviye

  • Manevî kuvvetin, moral gücünün kaynağı.

madgare

  • Mukabil iki tarafın şiddetli hücumları ile meydanda gelen savaş.

mafsal

  • Tıb: Vücuddaki kemiklerin ekli olan oynak yerleri. Eklem.

magakçe

  • Küçük çukur. Çukurcuk. (Farsça)

mahasal-ı ömr / mâhasal-ı ömr

  • Evlât. Çocuk.
  • Hayat boyunca çalışılarak vücuda getirilen eser veya elde edilen şey.

mahasin

  • (Mehâsin) İyilikler. İyi ahlâklar.
  • İnsanın vücudunda hüsün ve cemal yerleri.
  • Güzel tavırlar.
  • İnsanın yüzüne güzellik veren bıyık ve sakal.

mahfaza / مَحْفَظَه

  • (Hıfz. dan) Küçük kutu, kap. Zarf.
  • Koryucu kap.
  • Koruyucu kap.

mahiyet-i ilmiye / mâhiyet-i ilmiye / مَاهِيَتِ عِلْمِيَه

  • Bir şeyin hârici vücûdu dışındaki ilmî ciheti.

mahiyet-i mücerrede / mâhiyet-i mücerrede / مَاهِيَتْ مُجَرَّدَه

  • Bir şeyin ne olduğunun, kendi maddi vücudundan ve ona has kimliğinden bağımsız soyut hali.

mahkür

  • Aşağılanan, küçük düşürülen.

makale-i salise / makale-i sâlise

  • Üçüncü makale.

makalim

  • (Tekili: Maklem) Ucu budanmış ve sivrilmiş şeyler.

maket

  • Bina, şehir gibi eserlerin, belirli bir ölçüde küçültülmüş modeli. (Fransızca)

maki

  • Coğ: Çalı ve küçük ağaçlarla kaplı arazi.

makine-i vücud

  • Kâinatın küçük bir örneği olan vücut makinası.

maksuv

  • Kulağının ucu kesilmiş deve veya koyun.

maktaa

  • Eskiden üzerinde kamış kalemin ucu kesilerek düzeltilen kemikten veyâ mâdenden yapılmış âlet.

makzi / makzî

  • Kaza olunmuş, ödenmiş, te'diye olunmuş olan. Ümid edildiği üzere tamam ve ikmâl edici olan. Ödeyici. Sâhib-i mucib ve muris.
  • Fık: Kendi irade ve kesbimizin neticesi olmak üzere Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) yaratıp vücuda getirdiği bazı şeyler vardır ki, bunlar Allah'ın rızasına muhalif old

maliki mezhebi / mâlikî mezhebi

  • Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri. Kurucusu İmâm-ı Mâlik bin Enes'tir.

malişger

  • Sürtücü, oğucu. (Farsça)
  • Tellak. (Farsça)

mancınık

  • Eskiden kale kuşatmalarında ağır taşlar fırlatmak için kullanılan, bir ucunda bir kepçe, öbür ucunda da bir karşı ağırlık bulunan kaldıraç biçiminde eski bir savaş âleti.

manevra

  • Bir makinenin, bir cihazın işleyişini düzenleme veya idare etme işi ve şekli. (Fransızca)
  • Ask: Muharebede düşmanın savaş gücünü yok etmek maksadıyla eldeki askerî kuvvetlerin en te'sirli bir biçimde düzenlenmesini te'min eden bütün hareketler. (Fransızca)
  • Barış zamanında kıt'alara ve kurmay hey'etle (Fransızca)

manga

  • Küçük askerî birlik.
  • Ask. Tek bir kumandanın kolaylıkla sevk ve idare edebileceği kadar erden kurulu küçük askerî birlik. (Yaklaşık olarak on erden kurulabilecek olan mangada birkaç makinalı tüfek veya tabanca ile avcı erleri bulunur.)
  • Savaş gemilerinde erlerin yattığı koğuş.

manivela

  • Ağır şeyleri çekmek ve kaldırmak için vasıtanın dönen merkezine bir ucu takılıp döndürülen kol.

mar-gir

  • Yılan tutan, yılan tutucu. (Farsça)

marin

  • Burun ucunda olan yumuşak kemiksiz yer.

marpiç / mârpîç / مارپيچ

  • Marpuç, nargile marpucu. (Farsça)

maşi / maşî

  • (Mâşiyye) (Çoğulu: Müşşât) (Meşy. den) Yürüyen, yürüyücü.

ması'

  • Sağlam vücutlu kimse.

masir / masîr

  • (Çoğulu: Masâyi) (Sayruret. den) Sürüp giden.
  • Karargâh.
  • Suyun aktığı yer.
  • Rücu etmek, dönüp gitmek.
  • Dönüp varılacak yer.

masnuat-ı sağire

  • San'at eseri küçük varlıklar.

masum / معصوم

  • Suçsuz, günahsız. (Arapça)
  • Küçük çocuk. (Arapça)

masume / معصومه

  • Suçsuz, günahsız. (Arapça)
  • Küçük kız çocuğu. (Arapça)

maziyan

  • Kendisinden küçük arklara ayrılan büyük su arkı.

me'cuc / me'cûc

  • Çok eski zamanlarda, bir duvar arkasında bırakılmış, kıyâmete yakın, yeryüzüne yayılacak olan Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes'in soyundan gelecek olan kötü bir millet. Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları çok büyük, boyları kısadır.

me'n

  • (Çoğulu: Müün-Me'nât) Böğür.
  • Yer kazmakta kullanılan ucu demirli ağaç.

me'va cenneti / me'vâ cenneti

  • Sekiz Cennet'ten üçüncüsü.

meal / meâl

  • (Geri dönmek ve rücu eylemek. den) Meydana gelen netice. Mefhum.
  • Mânası. Kısaca mânası.
  • Kaymak.
  • Husul yeri, peyda olunacak yer.
  • Son, sonuç.

mebde' ve mead / mebde' ve meâd

  • Başlangıç ve sonuç, dünyâ ve âhiret; mahlûkların (yaratılmışların) nereden ve nasıl vücûda geldiği, onları kimin yarattığı, yaratılış hikmetleri, sonunda ne olacakları ve ölümden sonraki hâlleri.

mebşure

  • Yüzü ve vücudu güzel yaratılmış kadın.

mebzul / mebzûl / مَبْذُولْ

  • Bol. Çok sarf olunan. Ucuz.
  • Bol, çok, ucuz.
  • Bol, ucuz.

mebzuliyet / mebzûliyet

  • Bolluk, çokluk, ucuzluk.

mebzuliyet-i mutlaka

  • Sınırsız bir bolluk, ucuzluk.

mebzuliyyet

  • Ucuzluk. Bolluk.

mecmu-u cesed

  • Vücudun tamamı, beden.

mecmua / mecmûa / مجموعه

  • Dergi. (Arapça)
  • Küçük risale veya farklı kitapların bir araya getirildiği eser. (Arapça)

mecus

  • Kulakları küçük olan adam.
  • Ateşe tapan kişi.

mecusi

  • Çok eskiden yaşamış, kulağı küçük olan birisinin adıdır. Ateşperestlik âyinine sebeb olduğundan "Ateşperestlere" bu isim verilmiştir.
  • Eski İran dini olan Mecusilikten olan kimse.

medihasenc

  • Medihnâme yazan, övücü yazılar yazan. (Farsça)

mef'ul / mef'ûl

  • Dilbillgisinde tümleç; özne tarafından yapılan iş, öznenin fiilinin sonucu.

mefasıl

  • (Tekili: Mafsal) Mafsallar. Vücuttaki oynak yerleri, eklenti yerleri.

mefkureci

  • Ülkücü, idealist.

meh-çe

  • Minâre, kubbe ve bayrak direğinin üstüne konulan küçük hilâl, ay.

mehamm

  • (Tekili: Mühim) Mühim şeyler. Kıymetli işler. Umur-u azime.
  • Düşündürücü şeyler.

mehanen

  • Küçümsenerek, hafifsenerek.

mehanet

  • Küçültme. Küçük görülme.
  • Hor ve zelil olmak. Zayıf ve zebun olmak.
  • Tedbiri azca olmak.

mehcenet

  • Küçük hurma ağacı.

mehmuz-ul ayn

  • Kelime kökündeki ikinci harf "hemze" olursa, o kelimeye denir. Birinci harfi "hemze" olursa ona: Mehmuz-ul fâ; üçüncü harf hemzeli olur ise ona da: Mehmuz-ül lâm denir.

mehva

  • (Çoğulu: Mehâvâ) Sahrâ, çöl,
  • Uçurum, yar.
  • İki dağ arası.
  • İki şeyin arası.

mekkuk

  • (Çoğulu: Mekâkik) Birbuçuk sa' alır kile.

mel'anet-piş

  • Mel'unluktan başka işi olmayan. İşi gücü mel'unluktan ibaret olan. (Farsça)

melaike-i sıyanet / melâike-i sıyanet

  • Koruyucu melekler.

melaze

  • Küçük dil. (Farsça)

melda

  • Çok genç ve körpe vücud veya dal. İnce ve nâzik bedenli kız.

melek-i sıyanet / melek-i sıyânet / مَلَكِ صِيَانَتْ

  • Koruyucu melek.
  • Koruyucu melek.

memsud

  • Vücudu kuvvetli ve sağlam yapılı olan.

menadil

  • (Tekili: Mendil) Mendiller. Küçük havlular, peçeteler.

menafi-i cüz'iye / menâfi-i cüz'iye

  • Küçük ve sınırlı menfaatler.

menar / menâr

  • Işık tutucu.

mencuk

  • Bayrak direkleri ve minâre başına takılan küçük ay. (Farsça)
  • Sancak, bayrak. (Farsça)
  • Şemsiye. (Farsça)

mendil

  • (Mindîl) (Çoğulu: Menâdîl) Mendil.
  • Küçük havlu, peçete.

menfaat-i cüz'iye-i gururiye / menfaat-i cüz'iye-i gurûriye

  • Gurura dayanan küçük ve kişisel menfaat.

mensec

  • (Nesc. den) Bez, çulha vs. dokunan yer. Örücü işyeri. Trikotaj atelyesi.

menşele

  • Küçük parmağın yüzük takılan yeri.

meraa

  • Ucuzluk.

meraci'

  • (Tekili: Merci) Rücu edilecek ve dönülecek yerler.
  • Mürâcaat edilerek başvurulacak kimse veya yerler.

merak-aver / merak-âver

  • Merak verici, düşündürücü.

merakaver / merakâver

  • Merak verici. Düşündürücü. Meraklandırcı. (Farsça)

merdümek

  • Küçük adam. Bebek. (Farsça)

merhemsazi / merhemsâzî

  • Çare buluculuk. (Farsça)

meri'

  • (Çoğulu: Emrâ-Emru) Otu çok olan yer.
  • Ucuzluk olan yer.

merkez-i vücut

  • Vücudun merkezi.

mermare

  • Yumuşak vücutlu kadın.

mernea

  • Ucuzluk.

merş

  • (Çoğulu: Müruş) Tırnak ucuyla deriyi yırtmak.
  • Yağmur suyunun durmayıp üzerinden çabuk geçtiği yer.
  • İncitici söz.

mertebe-i vücub ve vücud ve tevhid / mertebe-i vücûb ve vücûd ve tevhid

  • Vücûb, vücut ve tevhid mertebeleri.

merz

  • Parmak ucuyla çimdiklemek ve tırmalamak.

meş'ale

  • Aydınlatıcı âlet. Lâmba, kandil. Ucunda ateş yanan değnek.

mesab

  • Rücu edecek, geri dönecek yer. Kuyu ağzında su çeken kimsenin durduğu yer.
  • Havuz ortası.
  • Suyun biriktiği yer.

mesacid

  • Mescidler. Namazgâhlar. Küçük namaz yerleri.

meşaki

  • (Tekili: Mişkât) İçerisine lâmba, kandil gibi şeyler koymak üzere duvarda yapılan küçük hücreler, oyuklar.

meşale / meşâle

  • Ucu alevli değnek.

mesamat / mesâmât

  • Gözenekler, pencereler.
  • Cilt üzerinde küçük delikler, gözenekler.

mesame / mesâme / مسامه

  • Derideki küçük delikler. (Arapça)

mesamm

  • (Tekili: Mesemm) İnsan veya hayvan cildi üzerindeki teneffüse yarayan küçük delikler, gözenekler.

mesamm-ül cild

  • Tıb: Cilt üzerindeki küçük delikler.

mescid

  • Secde yeri, küçük cami.

mesel

  • Bir umumi kaideye delâlet eden meşhur söz. Ata sözü. İbretli ve küçük hikâye.
  • Dokunaklı ve mânalı söz.
  • Benzer. Misil.
  • Delil. Hüccet.
  • Atasözü, küçük hikâye.

mesele-i vahdetü'l-vücud

  • Vahdetü'l-vücud meselesi.

mesemm

  • (Çoğulu: Mesâmm) Tıb: Cild üzerindeki küçük delik. Gözenek.

mesh

  • Mest denilen ayakkabıyı abdestle giydikten sonra, abdest bozulup, yeniden alırken, ayakları yıkamayıp elleri ıslatarak, sağ elin yaş beş parmağını sağ mest, sol elinkini de sol mest üzerine boylu boyunca yapıştırıp ayak parmakları ucundan bacağa do ğru çekme.
  • Bir uzva veya sargıya ıs

mesit

  • Küçük sel.

meslu'

  • Vücudunda ur bulunan kimse.

mesnuniyet cihetiyle / mesnûniyet cihetiyle

  • Yaş yönünden; yaşın küçük olması bakımından.

mesrebe

  • (Çoğulu: Mesârib) Deve ve koyun sürülerinin çayırlık, mer'a, otlakları.
  • Vücudda karından göğüse kadar olan kıllı yer.

meşum

  • Vücudu benekli adam.

metab

  • Tevbe etmek.
  • Rücu etmek, geri dönmek, caymak, vazgeçmek.

metk

  • İğne ucu. Zeker ucu.

mev'ude

  • Küçükken diri diri gömülüp öldürülen kızcağız.

mevalid

  • Mevcudlar. Doğmuşlar. Vücud bulmuşlar. Mevludlar.

mevcud-u harici / mevcud-u haricî

  • Maddî vücudu bulunan eşya.

mevcudat-ı cismaniye

  • Maddî vücudu olan varlıklar.

mevh

  • Avucuyla su içmek.

mevk

  • Bir şeyin ucuz olması.

mevla / mevlâ

  • Efendi, sahip, koruyucu; Allah.
  • Yardımcı ve koruyucu olan Allahü teâlâ.
  • Sevgili, sevilen.
  • Âzâd edilmemiş, serbest bırakılmamış köle ve câriyenin sâhibi, efendisi.
  • Âzâd edilmiş köle.
  • Kölesini âzâd etmiş olan kimse.

mevr

  • Başka te'sirle bir şeyin dalga gibi gidip gelmesi. Çalkanmak.
  • Suyun yeryüzüne yayılması.
  • Hayvanlardan yün almak.
  • Yol, tarik.
  • Toz, gubar.
  • Rücu etmek, döndürmek.

meydan-ı tayeran-ı ervah / meydan-ı tayeran-ı ervâh

  • Ruhların uçuştuğu meydan.

mezheb-i azami / mezheb-i âzamî

  • İmam-ı Âzamın kurucusu olduğu Hanefi Mezhebi.

mezil

  • Daralıp gönlündeki sırrı ifşâ eden, sıkıntıdan içindeki sırrı açıklayan.
  • Ayağı uyuşmuş.
  • Malını ve sırrını herkese gösterip açıklayan.
  • Küçük cüsseli, zayıf, hafif kimse.

mezza'

  • (Çoğulu: Mezâyi) Koğucu.
  • Yalan.
  • Sırrını gizlemeyen kişi.

mi'rac-ı asgar

  • Küçük mi'rac, yükseliş; kulun namazı.

mibvel

  • (Mibvele) Sidik kabı. Küçük abdest edilecek delikli taş veya oluk.

micmer

  • İçinde tütsü yakılan bakır yahut bronzdan küçük şamdan şeklindeki aletin adıdır. "Buhurdan" da denilir.

micvel

  • Gömlek.
  • Küçük esvap.
  • Kalkan.

midhatger

  • Övücü, medhedici. (Farsça)

midilli

  • At cinsinin küçük çaptaki nev'ine verilen addır. Bu türlü atlar Midilli adasında yetiştirildiği için bu adı almıştır.

midrebe

  • Demir yerine ucuna boynuz takılan süngü.

mihamme

  • Küçük bakır ibrik.

mihek

  • Küçük çivi. (Farsça)
  • Karanfil. (Farsça)

mihrican günü / mihricân günü

  • Eylül ayının yirmi üçüncü gününe rastlayan mecûsî bayramı.

mikail aleyhisselam / mîkâil aleyhisselâm

  • Dört büyük melekten biri. Ucuzluk, pahalılık, kıtlık, bolluk yapmak, ferah ve huzûr getirmek ve her maddeyi hareket ettirmekle görevli melek.

mıknatıs

  • yun. Demir ve benzeri mâdenleri kendine çekici hususiyeti bulunan câzibe.
  • Başka te'sir altında kalmadan kuzey ve güney kutuplarına doğru yönünü değiştiren demir çubuk. (İki kutbu bulunan bu mıknatıslı çubuğun şimale bakan kısmına şimal (kuzey) ucu, cenuba çekilen ucuna da cenub (güne

mıkra'

  • Hekimlerin, hastanın vücudunu dinledikleri âlet.

mikroskop

  • Gözle görülmeyecek kadar küçük cisimleri, çok defa büyük göstermeye yarayan âlet. (Fransızca)

mil

  • İğne gibi ince ve uzun bir âlet.
  • Göze sürme çekecek âlet.
  • Ucu sivri çelik kalem.
  • Sivri dağ tepesi.
  • Bir çarkın, üzerinde döndüğü mihver, eksen.
  • Elektromotordan iş tezgâhına kuvvet nakleden uzun çelik çubuk.
  • Selin bıraktığı en verimli münbit topr

mildem

  • Çekirdek dövdükleri taş.
  • Ahmak ve iri vücutlu kimse.

mincede

  • Küçük asâ, küçük sopa.
  • Yorgancı çubuğu.

mindag

  • Hücum edecek âlet.

minkaa

  • Küçük taş çömlek.

minyatür

  • Eski el yazısı kitapları süslemek için sulu boya ile yapılan ince resimler hakkında kullanılır bir tâbirdir. İtalyanca "minyatura" kelimesinden alınmadır. Buna vaktiyle küçük nakış demek olan "hurde nakış" denilirdi.
  • İnce bir san'atla yapılmış küçük resimler.

mirac-ı cüz'i / mirac-ı cüz'î

  • Küçük bir yükseliş.

mirbed

  • (Çoğulu: Merâbid) Ev içinde olan küçük hücre (içine esvap koyarlar).
  • Davar ahırı.
  • Davar duracak yer.
  • Hurma kuruttukları yer.

mirhat

  • (Çoğulu: Merâhâ) Yürüyücü at.

mirken

  • (Çoğulu: Merâkin) Don yıkayacak kap.
  • Küçük leğen.

mirsal

  • (Çoğulu: Merâsil) Tenbel yürüyüşlü davar.
  • Küçük ok.

misal-i musaggar

  • Küçültülmüş örnek.

misal-i musağğar / misâl-i musağğar / مِثَالِ مُصَغَّرْ

  • Küçültülmüş örnek.
  • Küçültülmüş örnek.

misal-i musağğar-ı kainat / misâl-i musağğar-ı kâinat

  • Âlemin küçültülmüş örneği.

mişezar

  • Küçük koruluk, ağaçlık, meşelik. (Farsça)

mişkat / mişkât

  • İçine lâmba konan küçük hücre. Duvarda içine ışık konulan yer.
  • Kandil.
  • Kandil, içinde lamba olan küçük hücre.

miskata

  • Düşürtücü ilâç veya sebep.

mişmel

  • Kaftan altında götürüldüğü hâlde görünmeyen küçük kılıç.

mıt'an

  • (Çoğulu: Metâin) At sürücüsü.

mizancık / mîzancık

  • Küçük terazi, ölçücük.

mizancıklar

  • Küçük küçük teraziler.

mizcel

  • "Harbe" denilen küçük kılıç.

mizec

  • Küçük süngü.

mızrak / mızrâk

  • Ucu sivri uzun saplı harp âleti. Kargı.
  • Ucu sivri savaş aleti.

mizraka

  • Küçük şırınga.

molekül

  • Kim: Vasıflarını kaybetmemek şartıyla ayrılabilen herhangi bir maddenin en küçük cüz'ü, parçası. (Fransızca)

moral

  • Ruh gücü.

mü'hir

  • (Çoğulu: Meâhır) Göz ucu.

mü'minun suresi / mü'minûn sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin yirmi üçüncü sûresi.

mu'ziyat

  • (Ezâ. dan) İnsanı rahatsız eden küçük şeyler. Hayvancıklar.

muaheze

  • Azarlama. Çıkışma. Darılma. Alay eder tarzda karşısındakini küçümseme. Tenkid.

muahid / muâhid

  • Belli şartlar çerçevesinde antlaşma yapan.
  • Karşılıklı anlaşma sonucu olarak İslâm devletine cizye ödeyen ve buna karşılık koruma altına alınan Müslüman olmayan kimse.

muaviye / muâviye

  • Emevi Devletinin kurucusu olan bir sahabe.

mübalaga

  • (Mübalağa) Bir şeyi çok büyük veya çok küçük göstermek. Bir şeyi olduğundan fazla veya eksik göstermek.
  • Haddini aşmak.
  • Edb: Bir şeyi ifade ederken ya olduğundan fazla veya olduğundan çok noksan göstermek." Habbeyi kubbe, kubbeyi habbe yapmak."

mübalağa

  • Bir şeyi çok büyütme, abartma, küçük bir şeyi büyük gösterme.

müberrid

  • (Berd. den) Soğutan, soğutucu.
  • Karlık. Su soğutan damacana.

mübir / mübîr

  • Hunhar. Zâlim. Kan içen. Kan dökücü.

mubsır

  • Görücü, gösterici, görünen, bilici, bildirici, vazıh ve âşikâr.
  • Mantık. Kelâm ve seyrin mutediline denir.

mübtezel

  • (Bezl. den) Pek bol ve ucuz. Değersiz.
  • Hor kullanılan. Ortaya düşmüş olan.
  • Bol, ucuz, değersiz.

müceffif

  • Kurutucu.

müdafaa

  • Bir hücuma ve zarar veren bir harekete karşı durmak. Def'etmek. Savmak.
  • Düşman hücumunu men'etmek.
  • Mahkemede: İddiacının dâvasını def' edecek bir surette bir iddia dermeyân etmek, beyânatta bulunmak.

müdafaat

  • Müdafaalar. Karşı hücuma mukabil müteaddit def'edici hareketler. Savunmalar.

müdahene / müdâhene

  • Aldatmak, iki yüzlülük etmek, hîle ve yağcılık etmek. Kudreti olduğu, gücü yettiği hâlde dindeki gevşekliği sebebiyle haram işleyene mâni olmamak.

müdara / müdârâ

  • Yüze gülme, yüze gülücülük.

mudhik

  • Güldürücü, güldüren, maskaralık ederek halkı güldüren.

müdhişe

  • Korkunç, ürküten, ürkütücü.

müessif / مؤسف

  • Üzücü.
  • Üzücü. (Arapça)

müessiriyet / مؤثریت

  • Etkileme gücü. (Arapça)

müessis / مؤسس

  • Kuran, kurucu.
  • Tesis edici, kurucu.
  • Kurucu, te'sis edici. Te'sis eden, kuran, temel atan.
  • Kanun ve usul gibi şeyleri vaz'edip temelleştiren.
  • Kurucu. (Arapça)

müessis-i devlet

  • Devlet kuran. Bir devletin kurucusu.

müessisin / müessisîn

  • (Tekili: Müessis) (Esas. dan) Meydana getirenler, tesis edenler. Kurucular, kuranlar.

müeyyis

  • (Ye's. den) Ümidsizliğe sevk eden. Üzücü. Yeis veren.

müfekkire / مفكره

  • Düşünme gücü ve kuvveti.
  • Düşünme gücü.
  • Düşünme gücü. (Arapça)

müfettil

  • (Fetil. den) Büken, bükücü.

müfreze

  • Küçük askerî birlik.

müfrig

  • (Müfriga) Döken, dökücü. İfrağ eden.

müfsid / مفسد

  • Fesat çıkaran, bozucu.
  • Bozucu. (Arapça)

müfsidane / müfsidâne

  • İfsad etmek suretiyle. Nifak meydana getirmekle. Fesadlıkla. Ara bozuculukla. (Farsça)

müfşil

  • Korkutucu, korkutan.

müftir

  • İftar eden.
  • Orucu bozan şey.

müftirat

  • Orucu bozan şeyler.

muganni / mugannî

  • Nağmeli ve çeşitli sesle okuyan, ahenkle okuyucu.
  • Hoş sesle öten.

mugar

  • Düşman üzerine hücum etmek.

muğni / muğnî

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hikmeti îcâbı, her şeyin ihtiyâcını giderici, tamamlayıcı ve lütfuyla doyurucu.

mugterif

  • Elini daldırarak avucuyla su alan.

muhacemat

  • Hücumlar, üşüşmeler. Her taraftan ve birden hücum etmeler.

muhaceme

  • Hücum etme, saldırma.

muhacim

  • Hücum eden, saldıran.

muhacimin / muhacimîn

  • (Tekili: Muhâcim) Hücum edip saldıranlar, üşüşenler.

muhaddir / مخدر

  • Uyuşturucu ilâç.
  • Uyuşturucu. (Arapça)

muhaddirat

  • (Tekili: Muhaddire) Uyuşturucu ilâçlar.

muhafazakar / muhafazakâr / محافظه كار

  • Koruyucu.
  • Koruyucu. (Farsça)
  • Dinî amel ve işlere muhabbet eden. Dinî inanışında sağlam olan ve değiştirmeden muhafaza eden yüksek ve sâdık insan. (Farsça)
  • Koruyucu.
  • Tutucu. (Arapça - Farsça)
  • Tutucu. (Arapça - Farsça)

muhafazakarlık / muhafazakârlık

  • Tutuculuk. (Arapça - Farsça - Türkçe)

muhafazat

  • Muhafızlık, koruyuculuk.

muhafız / muhâfız / محافظ

  • Koruyucu. (Arapça)

muhavvif

  • Korkutan. Korkutucu.

muhavvifane / muhavvifâne

  • Dehşetlice. Korkutucu bir vaziyette. Korkutmak suretiyle. (Farsça)

muhayyile / مخيله

  • Hayal gücü, hayal duygusu.
  • Hayal gücü. (Arapça)

muhazzil

  • Korkutucu.

muhdec

  • İçine esvap koydukları küçük ev, kiler.
  • Azâsı noksan olan.

müheykel

  • Heykelleşmiş.
  • İri vücudlu ve sağlam.

müheymin

  • Mü'min.
  • Hazır. Sâdık.
  • Hâfız. Hıfz edici. Koruyucu.

muhif / muhîf

  • (Muhife) Korkunç. Korkutucu.

mühimm

  • Düşündürücü.
  • Değeri çok fazla. Kıymetli.
  • Lâzım ve muktezi olan.

muhiş / mûhiş / موحش

  • Korkutucu, dehşet verici.
  • Korkunç, korkutucu. (Arapça)

mühlik / مهلك

  • Helâk eden. Öldüren. Öldürücü. İfsad eden. Bozan. Kıtal.
  • Öldürücü. (Arapça)

muhnik

  • (Hank. dan) Boğucu, boğan.

mühre

  • Cilâ için kullanılan küçük yuvarlak cisim. Deniz böceği kabuğu. (Farsça)
  • Her nevi yuvarlak cisim. (Farsça)
  • Billurdan yapılı küçük kap. (Farsça)
  • Çekiç. (Farsça)
  • Cam boncuk. (Farsça)
  • Omurga kemiği. (Farsça)

muhtariyye / muhtâriyye

  • Şia fırkasının kollarından biri. Bu fırkaya Keysâniyye ve Bedâiyye de denir. Kurucusu Muhtâr bin Ebî Ubeyd es-Sakafî'dir.

mühtecin

  • Pek küçük yaşta iken evlendirilerek kocaya verilmiş olan kız.

mükabir / mükâbir

  • Kendini büyük gören, karşısındakini küçümsüyerek, doğru sözünü kabul etmeyen. Haksız olduğu hâlde hak iddiasında bulunan.

mukaddem

  • Zaman ve mekân cihetiyle daha evvel olan.
  • Askerin ön tarafına sevkedilen karakol.
  • Değerli, üstün.
  • Küçükten büyüğe sunulan, takdim edilen.

mukaddeme-i salise

  • Üçüncü mukaddeme.

mukannin / مقنن

  • Yasa koyucu. (Arapça)

mukarib-ül vücud

  • Olması yakın, vücuda gelmesi yakın.

mukarrib-ül vücud

  • Vücudunu yakın eden, yaklaştıran.

mukassır

  • Taksir eden, yapabilir iken yapmayıp çekinen.
  • Kusur işleyen.
  • Gücü yetmediği için yapmayan.

mukavemetsuz / mukavemetsûz

  • Dayanma gücünü bitiren.

mukavvim

  • Kıvama getiren. Biçimine koyan. Tesviye ve tanzim edici. Eğriyi doğrultucu.

mukayyi / مقيىء

  • Kusturucu. (Arapça)

mukayyiat

  • (Tekili: Mukayyi) Kusturucu ilâçlar.

müksif

  • Kalınlaştırıcı.
  • Tortu çöktürücü.

muktedir

  • İktidarlı, gücü yeten.
  • Güçlü, kuvvetli, becerikli. İşe gücü yeten. İktidarlı.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Kudret sâhibi, her şeye gücü yeten.

muktedir olma

  • Gücü yetme.

muktedir olmayan

  • Gücü yetmeyen.

muktedirane / muktedirâne

  • Gücü yeter biçimde.

muktedirin / muktedirîn

  • (Tekili: Muktedir) İktidar sahibleri. Muktedirler, gücü yetenler.

muktehim

  • Mülâhazasız bir işe hücum edip giren.
  • (Bak: İktiham)

mülk-ü ten / مُلْكُ تَنْ

  • İnsan vücudu.
  • Vücûd.

mülkiyet

  • İnsanın bir şeyi başkasının rızâsını, iznini almadan kullanabilme yetkisi gücü.

mülteim

  • (Le'm. den) İyileşen ve kapanan (yara).
  • Cem'olucu, toplanan.
  • Ulaşan, ulaşıcı.

mülzim

  • İlzam eden, susturucu.
  • Lüzumlu gören. Gerektiren.
  • Verilen hükmün mutlak yerine getirilmesindeki mecburiyet.

mülzime

  • Masa üzerine konulan kâğıtların uçup dağılmasını önlemek için üzerine konulan bir âlet.

mümsike

  • Tutan güç, tutucu güç.

mümteni-un bizzat

  • (Mümteniatün bizzât) Varlığı, vücudu hiç bir şekilde mümkün olmayan. Zâtı itibariyle imkânsız olan.

münadea

  • Süngü ile birbirine hücum etmek.
  • Kucaklaşmak.

münafık / منافق

  • İkiyüzlü, nifak sokucu. (Arapça)

münafikun suresi / münâfikûn sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin altmış üçüncü sûresi.

münazzıc

  • Yumuşatıcı. Öldürücü.

müneccim

  • Yıldızların hareketlerini gözetleyerek geleceğe dâir haber verdiğini iddiâ eden, yıldız falına bakan kimse. Astrolog.
  • İlm-i nücûm yâni astronomi ilmiyle uğraşan kimse. Astronom.

münevvim / مُنَوِّمْ

  • Uyutucu.
  • Uyutucu. Uyku veren ilâç.
  • Uyutucu, uyuşturucu.
  • Uyutan, uyutucu.

münimm

  • (Nemim. den) İnsanlar arasında kovuculuk yapan, fitne verip alan kimse. Nemmam.

münkaleb

  • Rücu etmek, geri dönmek.

müraat

  • Riayet, saygı göstermek.
  • Korumak, hıfzetmek, saklamak.
  • Riayet etmek.
  • Bir şeyin akibetinin ne olacağını gözetmek. Söze kulak vermek.
  • Bir kimsenin hakkına riâyet eylemek.
  • Göz ucuyla bakmak.

müracaat

  • (Rücu'. dan) Geri dönmek.
  • Baş vurmak, izin almak için veya bir iş için alâkadarlarla görüşmek.
  • Mütalâa istemek, danışmak.

müraşe

  • Bir kimsenin üzerinde olan küçük hak.

murçe

  • Küçük karınca. (Farsça)

mürevvic-üş-şeria / mürevvic-üş-şerîa

  • İnsanları dînin emirlerine uymaya teşvîk eden mânâsında Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî hazretlerinin üçüncü oğlu Muhammed Ubeydullah Serhendî'nin lakabı.

mürg-i tarab

  • Şarkı söyliyen. Hânende, okuyucu.
  • Güvercin.
  • Bülbül.

mürgek

  • Küçük kuş. Kuşcağız. (Farsça)

mürkıd

  • Uyutucu ilâç.

mürteci'

  • (Rücu'. dan) Geri dönen, geri dönmek isteyen. İrticâa giden.
  • Her cihetle en yüksek saadet ve selâmete sevkeden İslâmiyete muhalefetle İslâmdan önceki câhiliyet ve ahlâksızlığa dönmek isteyenlerin vasfı.
  • İslâmiyete muhalif olanların; hakikat, İslâmiyet ve iman fedakârlarına, İ

mürtehis

  • Ucuz sayan. İrtihas eden.

musaggar

  • (Sagir. den) Küçültülmüş. Tasgir olunmuş, küçük yapılmış.

musağğar

  • Küçültülmüş.

müsalemet / müsâlemet

  • Uyuşmak; fikirler ayrıldığı, sözler çoğaldığı zaman münâkaşa etmemek; sertliği, bölücülüğü, ayrıcılığı istemeyip, barışmak istemek.

musamsa'

  • Küçük kulaklı geyik.

müşan

  • Yüzsüz, utanmaz, sövücü kadın.
  • Bir cins hurma.

müşariz

  • Huysuz, kavgacı, gürültücü.

musaye

  • Küçük sidik kabı.
  • Büyük kursak.

müsebbeb

  • Sebep olunan şey, sebebin sonucu.
  • Sebeplerin sonucu.

müşebbek

  • (Şebek. den) Ağ ve kafes gibi örülmüş olan. Küçük tahta parçalarından yapılan oymalı kafes.

müsebbep

  • Sebeple meydana gelen, sebebin sonucu.

müşebbi'

  • Tokluk verici, doyuran, doyurucu.

müsebbib

  • Sebep, vesile ve mucib olan. Vücuda getiren, kuran.

müsebbitat

  • Uyuşturucu, bayıltıcı, dondurucu ilâçlar.

müsekkit / مسكت

  • Susturucu. (Arapça)

müselles

  • Tâze iken yâni gaz kabarcıkları çıkmadan, köpürmeden önce ısıtılıp, üçte ikisi uçup üçte biri kalan üzüm suyu.

müselli / müsellî

  • Yarış atlarının üçüncüsü.

müşerri / müşerrî

  • Şeriatın kurucusu.

müşerri'

  • Şeriat kanunu koyucusu; şeriat hükmünü vaz' eden, koyan.
  • Teşri' eden. Şeriatın kurucusu. Şeriat kanununu meydana getiren.

müşhıs

  • Sövücü, söven, şâtim.

müşkil

  • Anlamı kapalı olan ve ancak bir ipucu sayesinde anlaşılabilen âyet.

müskit

  • Susturucu.

muslib

  • Vurucu, vuran, dârib.

muslihane / muslihâne

  • Sulh yolu ile, iyilikle anlaşarak. Arabuluculukla. (Farsça)

müsta'fi

  • Bir işten isteği ile çekilen, istifa eden.
  • Suçunun bağışlanıp afvedilmesini isteyen.

müstahdis

  • Yeni bir şey bulucu.

müstahkar

  • (Hakaret. den) Hakir, hor görülen, küçümsenen.

müstahkır

  • (Hakaret. den) Hakir gören, istihkar eden, küçük gören, küçümsiyen.

müstasgir

  • (Sagir. dan) Küçük gören, istisgar eden, küçümseyen.

müstasgirane / müstasgirâne

  • Küçümseyerek, küçük görerek. (Farsça)

müstatir

  • Uçan, uçuşan.
  • Yangının veya sabahın intişarı gibi müstaid olan.

mustazill

  • (Zıll. dan) Gölgelenen, gölgede oturan.
  • Birinin koruyuculuğu ve himâyesi altında bulunan.

müsterhis

  • (Ruhs. dan) Ucuz sayan.

müstevcib

  • (Vücub. dan) Lâyık, şâyan, münasib.
  • Gereken, icab eden.

muta'assıb / متعصب

  • Taassup gösteren, aşırı tutucu, yobaz. (Arapça)

mutaassıb

  • Tutucu, bağnaz, körü körüne bağlanan.

mutaassıbane / mutaassıbâne

  • Tutucu, inanç ve geleneklerine aşırı derecede sahip çıkarak.

mutaassıp

  • Aşırı, sıkı sıkıya bağlı olan, tutucu.

mutaffifin suresi / mutaffifîn sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin seksen üçüncü sûresi.

mütaliin / mütaliîn

  • Okuyucular, mütalâa edenler.

mutasarrıf

  • Tasarruf hakkı ve salâhiyyeti olan. Tasarruf eden. Bir işi kendi isteğine göre idâre eden. Bir malın sahibi.
  • Eskiden, vilâyetten küçük olan Sancağın en büyük idâre âmiri.

mutasarrıf-ı kadir / mutasarrıf-ı kadîr

  • Herşeyde istediği gibi tasarruf eden ve herşeye gücü yeten Allah.

mutayere

  • Uçurup gönderme. Uçurma.

mütecaviz

  • (Cevâz. dan) Hücum eden, tecüvüz eden. Haddi aşan, geçen.
  • Sataşan, saldıran.
  • Sarkıntılık eden.
  • Çok, fazla.

mütecessid

  • Cesed şekline giren, tecessüd eden, vücud bulan.

mütedahilen müteselsil / mütedâhilen müteselsil

  • İç içe girmiş daireler şeklinde zincirleme devam eden; küçükten büyüğe iç içe sıralanmış daireler.

mütegamız

  • (Çoğulu: Mütegamızin) Birbirine göz ucu ile işâret eden.

mütegamızin / mütegamızîn

  • (Tekili: Mütegamız) Birbirine göz ucu ile işaret edenler, gözle işaretleşenler.

mütehacim / mütehâcim

  • Birbirine hücum eden, saldıran.
  • Hücum eden, saldıran.

mütehacimane / mütehacimâne

  • Birbirine saldırır ve hücum eder şekilde. (Farsça)

mütehacimin / mütehacimîn

  • (Tekili: Mütehacim) Birbirine hücum edenler, saldıranlar.

mütehassıl

  • (Husul. den) Husule gelen, hasıl olan, vücut bulan, meydana gelen.

mütehayyile

  • Hayal gücü.

mütekasır

  • (Çoğulu: Mütekasirîn) (Kasr. dan) Kısalık gösteren.
  • Elinden gelip gücü yettiği hâlde iş yapmıyan.

mütelahiz

  • (Çoğulu: Mütelahizîn) Gözucu ile bakışanların beheri.

mütelahizin

  • (Tekili: Mütelahiz) Gözucu ile bakışanlar, telâhuz edenler.

mütenatice

  • Her biri ötekinin sonucu; birbirlerini sonuç verme.

mütesagır

  • Küçülen, küçük görülen.

mütesalik

  • Uçucu, uçan.
  • Tırmanan, tırmanıcı.

mütevahhiş

  • Issız, kimsesiz, korkutucu, ürkütücü.

mutref

  • (Çoğulu: Metârif) Haz kumaşından dokunmuş bir kaç alemli Arap kaftanı.
  • Başı ve kuyruğu beyaz veya siyah olup, vücudu başka renk olan at.

müttehid-i bizzat

  • Bizzat müttehid, birleşik, tek vücut (ikisinin tek vücut olması dışarıdan bir vasıtaya bağlı değil).

muvahhiş / موحش

  • Korkutucu, vahşet verici.
  • Korkutucu. (Arapça)

müzahamet

  • Birbirine zahmet verme. Kalabalıktan gelen sıkıntı, sıkıştırma.
  • Bir yere itişe kakışa hücum etme.

muzaye

  • Küçük sidik kabı.

müzca

  • Sürücü, süren.
  • Kâmil olmayan kişi. Olgunlaşmamış insan.

müzevvir / مزور

  • Yalancı, dolandırıcı, arabozucu.
  • Yalancı, arabozucu.
  • Arabozucu. (Arapça)

müzevvirane / müzevvirâne

  • Arabozuculukla. (Farsça)

müzevvirin / müzevvirîn

  • (Tekili: Müzevvir) Müzevvirler, arabozucular.

müzzemmil suresi / müzzemmil sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin yetmiş üçüncü sûresi.

na'ş

  • Kefene sarılıp tabuta konmuş ölü.
  • Cansız vücud.

na't / نعت

  • Övme. (Arapça)
  • Hz. Muhammed'i övücü şiir. (Arapça)

na-mütenahi

  • Sonsuz, ucu bucağı olmayan. Nihâyetsiz. (Farsça)

naat / نعت

  • Övme. (Arapça)
  • Hz. Muhammed'i övücü şiir. (Arapça)

nabite

  • Bir kabilede yeni çıkan küçük çocuk.

naçiz

  • (Nâ-çiz) Çok küçük, ehemmiyetsiz şey, değersiz, hükümsüz. (Farsça)

nafata

  • Vücutta çıkan sivilce veya kabarcık.

nafih

  • (Nefh. den) Üfürücü, üfleyici.

nahhat

  • Marangoz. Doğramacı. Ağaç oymacısı. Taş yontucusu.

nahis

  • Vuran, vurucu.
  • Devenin kuyruğunda veya göğsünde olan uyuz.

nahiye / nâhiye / نَاحِيَه

  • Yan taraf, kenar, civar, çevre.
  • Küçük yer, bölge. İdari taksimatta, kazadan küçük, köyden büyük olan yerleşme merkezi.
  • Küçük idârî yapı.

nakılmeclis

  • Söz taşıyan. Dedikoduculuk yapan. Gammaz.

nakir

  • Bir insanın hem cins ve aslı.
  • Gayet fakir.
  • Bir nevi kara sinek.
  • Ağzı dar olan küçük kab.
  • Hurma çekirdeğinin arkasındaki beyaz çukur.
  • Kıymetsiz şey.

nakis

  • Bozan, çözen, üzen veya dağıtan.
  • Rücu eden. Dönen.

nakız

  • (Nakz. dan) Bozan, bozucu.

nakş-ı kilki / nakş-ı kilkî

  • Kalemin ucuyla yapılan nakış.

nakz-ı sıyam

  • Orucu bozmak.

nalçe

  • Küçük nal.
  • Yemeni, çizme gibi ayakkabılara vurulan hafif demir parçaları.

nar-ı hayat / nâr-ı hayat / نَارِ حَيَاتْ

  • Canlıya lüzumlu bulunan sıcaklık. Vücudun harareti.
  • Hayat ateşi (vücûd ısısı).

narkotik

  • yun. Afyon, morfin gibi uyuşturucu maddelerin genel adı.

naşi

  • Neş'et eden, yeniden vücuda gelen, yetişen, yetişmiş.
  • Delil, dolayı, ötürü, sebebiyle.
  • Geceleyin meydana gelip zâhir olan şey.
  • Yetişmiş oğlan veya kız.

nasil

  • Kıl dökücü ilâç.

naşıt

  • Büyük yoldan ayrılan küçük yol.
  • Vahşi sığır. Bir burçtan başka burca varan yıldız.
  • Neşeli ve şen adam.

nasl

  • Okun ucundaki sivri demir. okun uçmasına yardım eden kanatlar.

nasreddin hoca

  • (Mi: 1208 -1284) Mizahlı, güldürücü sözleri ile meşhur bir zâttır. Akşehir, Sivrihisar Medreselerinde okumuş, Selçuklular zamanında yaşamıştır.

natıka / nâtıka / ناطقه

  • Konuşma gücü. (Arapça)

nav

  • Küçük gemi. Sandal, kayık. (Farsça)
  • İçi oyuk şey. (Farsça)

nay-çe

  • Küçük ney. (Farsça)

nayçe / nâyçe / نایچه

  • Küçük ney. (Farsça)

nazar-ı şari' / nazar-ı şâri'

  • Kanun koyucu olan Allah'ın nazarı.

nazik-beden / nâzik-beden

  • Vücudu, bedeni nâzik olan. (Farsça)

nazik-endam / nâzik-endâm

  • Lâtif ve güzel vücutlu. Nâzik endamlı. (Farsça)

nazik-ten / nâzik-ten

  • Nâzik vücudlu. (Farsça)

nazır / nâzır

  • Gören, görücü.
  • Vakfın işlerini, dînin emirlerine uygun olarak idâre etmek üzere vâkıf (vakıf yapan) veya hâkim tarafından tâyin edilen mütevellînin vakıf işlerindeki tasarruflarını murâkabe (kontrol) etmesi ve gerektiğinde ona re'yleri (görüşleri) ile yardımcı o lması için vazîfelend

nebbaş

  • Mezar soyucu, kefen soyucu.

nebr

  • (Nibr) : (Çoğulu: Enbâr - Nibâr) Keneye benzer bir küçük böcek.
  • Yukarı kaldırmak, yükseltmek.

neccariyye / neccâriyye

  • Hicretin üçüncü asrında Hüseyin bin Muhammed en-Neccâr tarafından kurulan bozuk fırka.

neccaş

  • Hayvan sürücüsü.

necl

  • (Çoğulu: Encâl) Oğul, evlât, çocuk.
  • Kuşak, nesil, sülâle.
  • Atmak.
  • Ayak ucuyla vurmak.
  • İstihrac etmek, meydana çıkarmak.
  • Yerden çıkan su.

necm suresi / necm sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin elli üçüncü sûresi.

necmeddin-i kübra

  • (Mi: 540 - 618) İran Mutasavvıflarının en mühim şahsiyetlerindendir. Kübreviyye veya Zehebiyye ismi ile anılan tarikatın kurucusu sayılır. İsmi: Ahmed bin Ömer Eb-ul Cenab Necmeddin Kübra el-Hivakî el-Harzemî.Münazara ve mübaheseyi çok sevdiği ve her münazarada hasımlarını yendiği için kendisine "Et

neffasat / neffasât

  • (Tekili: Neffâse) Neffâseler, büyücü kadınlar.

neffase

  • (Çoğulu: Neffâsât) Büyücü kadın.

negatif

  • Mat: Sıfırdan küçük, önünde eksi işareti bulunan sayı. Menfi. (Fransızca)
  • Gerçekteki karanlık ve aydınlık kısımları tersine gösteren fotoğraf camı veya filmi. ( Bak: Menfi) (Fransızca)

nehsek

  • Yaban havucu.

nekefe

  • (Çoğulu: Nüküf-Nükfân) Çene altında olan küçük bez.

nemaim

  • (Tekili: Nemime) Dedikoducular, çekiştiriciler.

nemf

  • Küçük kurt (böcek).

nemime / nemîme

  • Söz götürme, taşıma, kişi aleyhindeki sözleri ona eriştirme, koğuculuk etme.
  • Koğuculuk, müslümanlar arasında fitne çıkarmak, ara bozmak için söz taşıma.

nemimekar / nemimekâr

  • Koğucu, fitneci, dedikoducu, münafık. (Farsça)

nemin

  • Fısıltı.
  • Koğucu.

nemle

  • Bir tek karınca.
  • Vücutta olan karıncalanma.

nemm

  • Birinin sözünü başkasına götürüp ikisinin arasını bozma. Koğuculuk.

nemmal

  • Koğucu, dedikoducu, münafık.

nemmam / nemmâm

  • (Nemmas) : Koğuculuk ve nemimecilik eden. Dedikoducu.
  • Söz taşıyan, koğuculuk yapan. Duyulması istenmeyen bir sözü başkalarına götürüp söyleyen.
  • İfsad için söz taşıyıcılık, dedikoduculuk ve koğuculuk eden.

nergis

  • (Nerges - Nercis) İri papatya biçiminde ortası yeşil veya sarı, yaprakları gri ve sarı bir çiçek. Suyu, uyuşturucudur. Mahmur bakışı andırır.

neş'et

  • Meydana gelmek, vücuda gelmek. Büyüyüp kat ve kamet sahibi olmak. Yetişmek, ileri gelmek.
  • Çıkmak. Kaynak olmak.
  • Hâsıl olma, vücuda gelme, yetişme.
  • İleri gelme, sebep olma.

neş'et-i saniyye / neş'et-i sâniyye

  • İkinci defa vücuda gelme.

neş'et-i ula / neş'et-i ulâ

  • İlk defa vücuda gelme.

nescolmak

  • Dokunmak, örülmek, örülü hâle gelmek. Kumaş dokunması, bez dokunması. (Canlıların vücudundaki nescolunmak gibi)

nesis

  • Aşırı derecedeki açlık.
  • İnsan gücünün sonu. İnsanın en son tâkati.
  • Son nefes.

nesnas

  • Koğuculuk eden kişi.
  • Maymun.

nessac

  • Dokuyucu, dokuyan, çuhacı.
  • Dokuyucu.

netice-i burhan-ı bahir / netice-i burhan-ı bâhir

  • Açık, parlak, kesin ve sağlam delilin sonucu.

netice-i efkar / netice-i efkâr

  • Fikirlerin sonucu.

netice-i harb

  • Savaşın sonucu.

netice-i hareket

  • Hareketin sonucu.

netice-i hilkat

  • Yaratılışın sonucu.

netice-i hizmet

  • Hizmetin sonucu.

netice-i ıztırar

  • Çaresizliğin sonucu.

netice-i karar

  • Kararın sonucu.

netice-i müddeayat

  • İleri sürülen iddiaların sonucu.

netice-i muharebe

  • Savaş sonucu.

netice-i nimet-i sabıka

  • Geçmişte verilmiş nimetin sonucu.

netice-i tahrib

  • Yok etme, bozma sonucu.

netice-i tevhid

  • Birleme, her şeyin bir olan Allah'a ait olduğu sonucuna ulaşma.

neticesinde

  • Sonucunda.

neva-saz

  • Çalgıcı, okuyucu. (Farsça)

nevager

  • Okuyucu, hânende. (Farsça)

nevk-i müjgan / nevk-i müjgân

  • Kirpiklerin ucu.

nevsale

  • Genç. Küçük. Tâze. (Farsça)

neyçe

  • Küçük ney. (Farsça)

neyh

  • Vücudun kemikleri taze iken pekişmek.

neyrib

  • Koğuculuk, dedikoduculuk.

nezle

  • (Çoğulu: Nevâzil) Burnun akmasını mucib olan hastalık.
  • Vücudun herhangi bir organından cerahat veya başka bir maddenin akması.

nezzam-ı hakiki / nezzam-ı hakikî

  • Kâinatın ve bütün varlık âleminin gerçek düzenleyicisi ve düzen koyucusu olan Allah.

ni'me-r rakib

  • Ne iyi gözetici, koruyucu.

nibal

  • Küçük tepe.
  • (Tekili: Nebl) Oklar.

nigahdar / nigâhdar

  • Bekçi, gözcü. (Farsça)
  • Koruyucu, muhafaza eden, saklayıcı. (Farsça)

nigehdar / nigehdâr

  • Gözcü, bekçi. (Farsça)
  • Saklayıcı, koruyucu. (Farsça)

nihayet-i azm

  • Kemik ucu.

nihayet-i tahkik

  • Araştırmanın sonucu.

nim / nîm / نيم

  • Yarım, nısf, buçuk, yarı. (Farsça)
  • Yarı. (Farsça)
  • Yarım. (Farsça)
  • Buçuk. (Farsça)

nimlahza

  • Yarım bakış. Gözucuyla bakış. (Farsça)
  • Çok kısa zaman. (Farsça)

nimnigah / nimnigâh

  • Yarı bakış. Gözucuyla bakma. (Farsça)

nims

  • Firavun faresi dedikleri küçük hayvan.
  • Sansar.

nişinende

  • Oturan, oturucu. (Farsça)

nitak-ı ka'be-i ulya / nitâk-ı ka'be-i ulyâ

  • Yüce Kâbe'nin örtüsü (Burada Kâbe örtüsü nutaka benzetilmiştir. Nutak ise, hanımların vücudun ortasına gelecek şekilde taktıkları ikiye bölünmüş bir elbise veya elbisenin bir parçasıdır ve yere kadar serbestçe sarkıtılır.).

nizek

  • Câriye. (Farsça)
  • Küçük mızrak, süngü. (Farsça)

nizk

  • Küçük süngü.

nüceym

  • Yıldızcık. Küçük parıltısı olan. Küçük yıldız.

nüfuz / نفوذ

  • Sözü geçer olmak, sözü dinlenmek.
  • Vücudundan işleyip geçmek. İçine alan.
  • Etki etme, işleme. (Arapça)
  • Etki gücü. (Arapça)
  • Nüfuz etmek: İşlemek, etki etmek. (Arapça)

nugz

  • Kürek ucuna bitişik olan kıkırdak.

nuk

  • Okun ucu, temren. Kuş gagası. (Farsça)
  • Gaga gibi sivri uçlu olan şey. (Farsça)

nukaz

  • Küçük serçe kuşu.

nükub

  • Rücu' etmek, geri dönmek.
  • Udul etmek, ayrılmak.
  • (Tekili: Nekbet) Tâlihsizlikler, şanssızlıklar. Felâketler, musibetler, düşkünlükler.

nümayan

  • Görünen, aşikâr olan, gözükücü olan. Parlayan. (Farsça)

numruka

  • (Çoğulu: Nemarik) Küçük yastık.

nurdan sesler

  • Ali Ulvi Kurucu tarafından yazılan bir şiirin başlığı.

nüsha-i musaggara

  • Küçültülmüş nüsha.

nüsha-i musağğara

  • Küçültülmüş örnek.

nüsha-i suğra

  • Küçük sahife, küçük nüsha. Küçük mâna ifade eden, küçük mahluk, âlemin küçük bir nüshası mânasında insan.

nüshacık

  • Küçük bir kopya.

nütuc

  • Doğurucu hayvan.
  • Doğurması yakın olan.

nüza

  • Koyunda olan öldürücü bir hastalık.

oba

  • Ev biçimi, birkaç direkli, uzun bölüntülü keçeden yapılmış göçebe çadırı.
  • Çadırlardan müteşekkil küçük topluluk.
  • Göçebe ailesi. Çadır halkı.

ok

  • Yay veya keman denilen kavis şeklinde bükülmüş bir ağaç çubuğa gerili kirişe takılarak uzağa atılan ucu sivri demirli ince ve kısa değneğe verilen addır. Ok, silâhın icadından evvel insanlar tarafından kullanılmış ise de, en büyük mahareti Türkler, Araplar göstermişlerdir.

ol

  • Osmanlıca'da üçüncü tekil şahıs olan "o" kelimesini ifade eder.

operasyon

  • Bir cerrahın canlı bir vücut üzerinde yaptığı cerrahi müdahale. Ameliyat. (Fransızca)

organ

  • t. Uzuv. Canlılarda belli bir vazifeyi yapmak için bir arada yaratılmış nesiclerin teşkil ettiği vücud parçası. (El, ayak, baş, göz.. gibi)
  • Bir fikre, bir gayeye hizmet için çalışan.
  • Âlet.

orhan gazi

  • (Mi: 1288 - 1359) Osmanlı Devletinin kurucusu olan Babası Osman Gazi vefat edince (1326) Onun yerine tahta geçti. Onu yetiştiren, Hocası Şeyh Edebâli idi. Genç yaşta gazi akıncılar arasına karıştı, çok cesur ve atılgandı. Akıncı Gaziler onun oğlu Süleyman Paşa kumandasında Rumeli'ye geçtiler. Türbes

oruç kazası / oruç kazâsı

  • Oruç tutmamayı mubah kılan (dinde bildirilen) bir özür sebebiyle vaktinde tutulamayan veya kasd (bilerek) olmadan orucunu bozan bir kimsenin, Ramazân bayramının birinci, Kurban bayramının ilk üç günü hâricindeki zamanlarda gününe gün oruç tutması.

oruç keffareti / oruç keffâreti

  • Ramazân-ı şerîfte bilerek orucu bozmanın cezâsı.

osman

  • Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın en yakın sahabelerinden, Aşere-i Mübeşşere'den ve İslâmiyet için en çok fedakârlık gösterenlerdendir. Hz. Talha ve Zübeyr'den evvel imana geldi, iman edenlerin beşincisi oldu. Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın üçüncü halifesi ve damadıd

özür

  • Bir kusurun afvı için gösterilen sebep.
  • Bahane, sebep.
  • Mâni, engel. Kusur, nakise, sakatlık.
  • Fevz. Zafer.
  • Bir adamın kusur ve kabahatinin çok olması.
  • Fık: Abdesti bozucu ve devamlı olan şey.

p

  • Osmanlı alfabesinin üçüncü harfi olup, ebced hesâbında "b" harfi gibi iki sayısına tekabül eder.

pa-çe

  • Küçük ayak. Pantolon, şalvar gibi şeylerin dizden aşağı olan kısmı. Paça. (Farsça)
  • Koyun, keçi ve sığır ayağı. (Farsça)
  • Koyun, keçi ve sığır ayağından yapılan yemek. (Farsça)

paçeng

  • Küçük pencere. (Farsça)
  • Baca, menfez delik. (Farsça)

pala

  • Ağzı enli, ortasına doğru daha genişliyerek ucuna doğru daralmaya başlayan kalın, kısa ve ağır kılıç.

palikane

  • Büyük han kapılarının ortasındaki küçük kapı. (Farsça)

parçe

  • Ufak şey, küçük nesne, parça. (Farsça)

Payidar / pây-dâr /

  • “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır Ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet pây-dâr kalacaktır”

    Gazi Mustafa Kemal Atatürk


payidar / pâyidâr

  • İyice yerleşmiş, sağlam, sürekli.

    “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır Ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır”
    Gazi Mustafa Kemal Atatürk


pehlu

  • Vücudun iki yanından biri, yan. (Farsça)

per-güşa

  • Kanat açıcı, uçucu. (Farsça)
  • Keskin uçucu. (Farsça)

perdekeş

  • Perde çekici, örtücü. Engel, mâni. (Farsça)

perdepuş

  • Örten, örtücü. (Farsça)

perdesera / perdeserâ

  • Şarkı söyleyen, şarkıcı. (Farsça)
  • Saz çalan, çalgıcı. (Farsça)
  • Küçük çadır. (Farsça)

perdeseray / perdeserây

  • Küçük çadır. (Farsça)
  • Şarkı söyleyen, şarkıcı, hânende. Çalgıcı, saz çalan. (Farsça)

pere-i bini / pere-i binî

  • Burun ucu.

perende

  • Uçan, uçucu. (Farsça)
  • Av kuşu. (Farsça)
  • Çark gibi dönerek atılan takla. (Farsça)

perendek

  • Küçük tepe. (Farsça)

pergaze

  • Kuş kanadının vücuda yapışık olan kısmı. (Farsça)

perhiz

  • Sakınmak, çekinmek. (Farsça)
  • Vücuda zararlı ve tıbben muzır; ve dinen, zevk veren şeylerden sakınmak. (Farsça)
  • Hastalıkta bazı yiyecek ve içeceklerden sakınmak. (Farsça)

perran

  • Uçan, uçucu. (Farsça)

peruş

  • Küçük çıban, sivilce. (Farsça)

pervane / pervâne

  • Fırıldak çark. (Farsça)
  • Geceleri ışığın etrafında dönen küçük kelebek. (Farsça)
  • Haberci, kılavuz. (Farsça)
  • Işık etrafında dönen küçük kelebek.

pervaz / pervâz

  • Kanat açmak, uçmak. Uçan, uçucu. (Farsça)
  • Nur. (Farsça)
  • Karargâh. (Farsça)
  • Saçmak. (Farsça)
  • Hücre. (Farsça)
  • Saçak. (Farsça)
  • Ayna. Dolap. (Farsça)
  • İnce, uzun tahta. (Farsça)
  • Uçan, uçucu gibi mânâlara gelerek birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)
  • Uçuş.

pervazgah / pervazgâh

  • Uçulacak yer. Tayyâre meydanı. Hava alanı. (Farsça)

perverende

  • Besleyen, büyüten. Besleyici, büyütücü. (Farsça)
  • Terbiye edici, yetiştirici. (Farsça)

perveri / perverî

  • Büyütücülük, besleyicilik. Terbiye. (Farsça)

peykan

  • Okun ucundaki sivri demir.

peyma

  • Ölçen, ölçücü. (Farsça)

peymay

  • Tartıcı, ölçücü. (Farsça)

pil

  • Topuk, ökçe. (Farsça)
  • Çelik çomak oyunu. (Farsça)
  • Çadır eteği tutturmada kullanılan küçük ağaç değnekler. (Farsça)

pil-ten

  • Fil gibi iri, fil vücutlu.

pingançe

  • Küçük fincan. (Farsça)

pir / pîr / پير

  • Yaşlı, ihtiyar. (Farsça)
  • Reis. (Farsça)
  • Bir tarikatın kurucusu. (Farsça)
  • Herhangi bir meslek ve san'atın başlatıcısı, te'sis edicisi. (Farsça)
  • Reis; herhangi bir meslek veya sanatın kurucusu, başlatıcısı.
  • Yaşlı. (Farsça)
  • Tarikat kurucusu. (Farsça)

pir-i fani / pîr-i fânî

  • Ölünceye kadar Ramazân orucunu veya kazâya kalmış oruçlarını tutamıyacak kadar çok yaşlı olan.

piştahta

  • Çekmece. Küçük sandık. (Farsça)
  • Mal serilen yer, vitrin. (Farsça)

pürsan

  • (Pürsâ) Soran, sorucu. (Farsça)

puşende

  • Örten. Örtücü. (Farsça)

pusula / پُوصُولَه

  • Küçük not kağıdı.
  • Not yazılı küçük kağıt.

puyeger

  • Koşucu. (Farsça)

puyende

  • Koşan. Seğirtici. Koşucu. (Farsça)

ra'

  • Küçük kene.

ra'd suresi / ra'd sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin on üçüncü sûresi.

ra'la'

  • (Çoğulu: Rual) Akılsız kadın.
  • Kulağının ucu kesilip ilişik duran dişi koyun.

ra'sa'

  • Kulakları küpe gibi uzunca sarkık olan yahut ucunu kesmekten ilişik kalıp sallanıp duran kulakları asılı olan dişi koyun.

raci'

  • (Rücu. dan) Geri dönen, ric'at eden.
  • Dair, aid, alâkası olan, dokunur olan, müteallik.
  • Gr: Bir şahıstan kinaye olan zamir.

radi' / radî'

  • Süt emen iki buçuk yaşından küçük çocuk.

rahis

  • Ucuz, yumuşak elbise.
  • Ansızın ölüm.

rahle

  • Küçük masa.
  • Küçük masa.

rahle-i tedris

  • Eğitim ve öğretim rahlesi, üzerinde ders verilen küçük masa.

rai

  • (Rü'yet. den) Görücü, gören.
  • Gr: R harfiyle alâkalı. R harfine mensub.

raib

  • Göz bağlayıcı, büyücü.
  • Doldurucu.

raif

  • Önde giden at. ("pişnek" derler)
  • Burun ucu.
  • Dağ burnu.

ramazan

  • Hicrî ayların dokuzuncusu ve mübarek üç ayların üçüncüsü.
  • Hicrî ayların dokuzuncusu, üç ayların sonuncusu ve farz olan orucun tutulduğu ay. Ramazan yanmak demektir, çünkü bu ayda oruç tutan ve tövbe edenlerin günahları yanar, yok olur.

ramazan-ı sükut / ramazan-ı sükût

  • Sessizlik ramazanı, sessizlik orucu.

rampacı

  • Eski deniz muharebelerinde yakından dövüşerek zabtedilmek istenilen bir düşman gemisine hücumla borda bordaya gelindiği sırada düşman gemisindeki askerlerin vuku bulacak hücumunu menetmek için güverteye yayılan silâhendazlar.

ran / rân

  • Bacağın uyluk kısmı. Uyluk. (Farsça)
  • Kelimenin sonuna getirilerek. " Süren, sürücü" mânasını ifade eden birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Hükümrân : Hüküm süren. (Farsça)
  • "Süren, sürücü" mânâsında son ek.

rapor

  • İnceleme sonucunu bildiren yazı.

ravh

  • Rahatlık. Rahmet ve kolaylık.
  • Serin serin esen rüzgârın vücuda dokunmasiyle verdiği serinlik ve sefa.
  • Koklamak.

razraz

  • İri vücutlu kimse.
  • Dökülmüş ve ufanmış taş.

rebi'

  • Yaz günü.
  • Küçük nehir.

rebi'ul-evvel / rebî'ul-evvel

  • Hicrî-Kamerî senenin üçüncü ayı, Peygamberimizin doğduğu ay.

rebi-ül evvel

  • Arabî ayların üçüncüsü.

rebiü'l-evvel

  • Hicrî takvimde üçüncü ay.

rec'

  • Geri döndürmek.
  • Döndürülmek.
  • Yağmur.
  • Menfaat, fayda.
  • Rücu' etmek veya ettirmek.

recaze

  • Mahfeden küçüktür ve deve arkasına vurup üzerine binerler.

recca'

  • Hörgücü büyük dişi deve.

recm

  • Taşlamak, taşa tutmak, taş ile insan öldürmek.
  • Atılan taş.
  • Kabre taştan nişan dikmek.
  • Şeytan üzerine atılan nücum.
  • Tardetmek, kovmak, sövmek. Terketmek.
  • Zan ve kıyas etmek.

refş

  • Küçük kazma.
  • Çapa.
  • Büyük kulaklık.
  • Kulağı büyük olma.

rehaset

  • Tazelik, yumuşaklık, incelik.
  • Ucuzluk.
  • Bir işi gevşek tutma.

reman

  • (Remen) Sürü. (Farsça)
  • Ürken, ürkücü. (Farsça)

remende

  • Ürkek, ürkücü. (Farsça)

reml

  • Hac ibâdeti yerine getirilirken, tavâfın (Kâbe'nin etrâfında dönmenin) ilk üçünde, erkeklerin kısa adımlarla, omuzları silkerek, çalımlı yürümeleri.

remmah

  • Mızrakçı, süngücü.

remy-i cimar / remy-i cimâr

  • Hac ibâdeti esnâsında Kurban bayramının birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü günlerinde Minâ'da bulunan ve Cemre adı verilen taş yığınlarına nohut büyüklüğündeki taşları atmak. Buna şeytan taşlama da denilmektedir.

resail

  • (Tekili: Risale) Risaleler, bir mevzuda yazılan mektuplar veya küçük kitaplar.
  • Dergiler, mecmualar.
  • Risaleler, küçük kitaplar, mektuplar.

reşen

  • Tar: Yeniçeri maaşlarının üçüncü üç aylığı.

resul-i sadık

  • Her haliyle doğru olan, sözleri ve hareketlerinde en küçük yalan olmayan Allah'ın elçisi Hz. Muhammed (a.s.m.).

revabıt-ı kuvvet / revâbıt-ı kuvvet

  • Gücün (icranın) bağları, etkileri.

revolver

  • Tabanca, küçük silah.

revzeke

  • (Çoğulu: Revâzik) Küçük kuzu ve oğlak.

rey'

  • Arpa, buğday, tahıl.
  • Rücu', geri dönme, avdet.
  • Ziyade, çok.

reyah

  • (Tekili: Râh) şaraplar.
  • Gökçek kokulu küçük bir kuyu.

ribac

  • Kanatlarının ortasında küçük kapısı bulunan büyük kapı.

rıda' / rıdâ'

  • Süt emme çağında yâni iki buçuk yaşından küçük bir çocuğun bir kadının memesinden süt emmesi veya bir kadının sütü bir vâsıta ile çocuğun mîdesine gitmesi.

rif

  • (Çoğulu: Eryâf) Mâmur, bayındır yer.
  • Ekini bol ve ucuz olan yer.

risale / risâle

  • Mektup.
  • Bir ilme dair yazılmış küçük kitap.
  • Haber göndermek.
  • Elçinin götürdüğü mektup, name.
  • Fık: Bir kimsenin sözünü veya emrini başka birisine tebliğ etmek.
  • Küçük kitap, mektup.
  • Mektûb; bir mes'eleye, bir ilme ve fenne dâir yazılan müstakil küçük kitâb.

röntgen

  • Röntgen adında bir Alman âliminin 1896' da keşfettiği ışıklar. Bunlar gözle görülmediği halde fotoğraf camına tesir eder, vücuddan, tahta, kâğıt gibi maddelerden bu ışık geçebilir. Bazı hastalıkların teşhis ve tedavisinde de kullanılır.
  • Vücuddaki iç uzuvların filmini çekmek.

rovelver

  • (Aslı: Revolver-Lüverver) Tabanca. Küçük silâh. Toplu tabanca. Altı patlar denilen, altı mermi alan tabanca. (Fransızca)

rüc'a

  • Rücu' mânâsına mastar.

rüceme

  • (Çoğulu: Rucâm-Rucum) Büyük taş.

rüft

  • Bir küçük canavar. ("İnâk-ul arz" da derler)

ruh-ul-kuds / rûh-ul-kuds

  • Cebrâil aleyhisselâm.
  • Allahü teâlânın Îsâ aleyhisselâma ihsân ettiği kudret, kuvvet.
  • Hıristiyanlıktaki teslis (üçlü tanrı) inancında, baba-oğul unsurlarından türeyen üçüncü unsur.
  • İsm-i âzam.
  • İncîl.
  • Allahü teâlânın hayat verici, koruyucu mânâsına gelen

ruhs

  • Ucuzluk.
  • Hafif pahalı olmak.

ruhsat

  • (Çoğulu: Ruhas-Ruhsat) İzin, müsaade.
  • Genişlik.
  • Kolaylık.
  • Fık: Kulların özürlerine mebni, kendilerine bir suhulet ve müsaade olmak üzere, ikinci derecede meşru' kılınan şeydir. Sefer halinde Ramazan-ı Şerif orucunun tutulmaması gibi. Vuku' bulan ikraha mebni, birisini
  • İzin, müsaade; kulların özürlerine binaen, kendilerine bir kolaylık ve müsaade olmak üzere ikinci derecede meşru olan şeyler, yolculukta Ramazan orucunun tutulmaması gibi.

rukye

  • Afsun, büyücü ve üfürükçülerin okuduğu şeyler, nefes, üfürük, okuyup üfleme.

ruyin-ten

  • Güçlü kuvvetli, tunç vücutlu. (Farsça)

sa

  • (-Sây) Sürücü, süren. (Farsça)

sa'l

  • Başı küçük olan kimse.
  • Başı küçük deve kuşu.
  • Tüyü gitmiş eşek.

sa'la

  • Küçük başlı kadın.

sa'le

  • Eğri hurma ağacı.
  • Küçük başlı dişi devekuşu.

sa'neb

  • Başı küçük olan kimse. Küçük başlı kişi.

sa'r

  • Katil zehiri.
  • Kısa boylu adam.
  • Küçük hıyar.
  • Yaban soğanının kökü.

sa'v

  • Duymak. İşitmek.
  • Zayıf adam.
  • Serçeden küçük bir kuş.

sa'y-u amel

  • İş ve iş gücü.

saat-i hardal-misal

  • Tohum küçüklüğünde olan saat.

sabaya

  • (Tekili: Sabiyye) Büluğ çağına varmamış küçük kızlar. Kız çocukları.

sabga'

  • Kuyruğunun ucu beyaz olan koyun.

sabi / sabî / صبى

  • Bebek, küçük çocuk.
  • Bebek. (Arapça)
  • Küçük çocuk. (Arapça)

sabih / sâbih

  • Yüzen, yüzücü.

sabihat / sâbihât

  • Yüzücü olanlar, yüzenler. Gemiler.
  • Ehl-i imânın ruhları.
  • Yıldızlar.

sabiyy

  • Sabi, bebek, küçük çocuk.

sabur / sabûr

  • Kullarına sabır gücü ihsan eden Allah.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi vakti gelince ve belli miktarı ile yaratan, bu hususta acele etmeyen, kendisine şirk (ortak) koşan ve başka günâhları işleyerek isyân edenleri cezâlandırmaya kâdir (gücü yetici) iken, cezâ vermekte acele etmeyen.

sabye

  • (Tekili: Sabi) Küçük erkek çocukları. Oğlancıklar.

sadare

  • Rücu etmek, geri dönmek.
  • Doğmak.

sadefçe

  • Küçük sadef. (Farsça)

sadr

  • Her şeyin evveli ve başlangıcının en iyisi.
  • Kalb, göğüs, ön.
  • Meclisin önü ve en muteber yeri. Reisin oturduğu yer.
  • Rücu.
  • Bir aruz kalıbı.
  • Baş, reis, başkan.
  • Oturulacak yerlerin en iyisi.

safa ile merve

  • Mekke-i Mükerreme'de iki tepenin adları. Sa'yin iki ucu.

şafi'

  • (Şefaat. den) Şefaat eden. Bir kimsenin suçunun bağışlanması için vasıtalık eden.

şafii / şâfiî

  • İmâm-ı Şâfiî'nin meşhur adı, Şâfiî mezhebinin kurucusu.
  • Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Şâfiî mezhebinde olan kimse.

şafin

  • Göz ucuyla bakan kişi.

sagair / sagâir

  • (Tekili: Sagire) Küçük günahlar.
  • Küçük günahlar.
  • Küçük günâhlar. Küçük sayılan günahlar.

sagar

  • Küçük olmak.

sagir

  • Küçük, ufak. Büluğa ermemiş çocuk.

sağir / sağîr

  • Küçük, ufak.
  • Küçük.

sagir / sagîr / صغير

  • Küçük. (Arapça)
  • Küçük çocuk. (Arapça)

sagir-üs sinn

  • Yaşı küçük.

sagire / sagîre

  • (Çoğulu: Sagair) Küçük günah.
  • Küçük günah.

sagsaga

  • Dişi çıkmamış küçük oğlan.
  • Bir şeyi ısırmak.

sahabe / sahâbe

  • Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem sağlığında bir an gören, eğer âmâ ise (gözü görmüyorsa), bir an konuşan, îmân etmiş büyük-küçük mü'minlerin birkaç tânesine veya daha fazlasına verilen isim. Sâhib kelimesinin çokluk şeklidir. Hürmet ve saygı için, "Resûlullah'ın kıymetli ve mübârek a

sahabi / sahâbî

  • Peygamber efendimizi sağlığında ve peygamber iken bir ân gören, eğer âmâ (gözü görmüyor) ise bir ân konuşan büyük ve küçük müslümanlardan bir tânesine verilen isim.

sahfe

  • (Çoğulu: Sıhâf) Küçük çanak.

sahhab

  • Gürültücü, patırtıcı.

sahib / sâhib

  • Sahip, koruyucu, sohbet arkadaşı.

sahib-i şeriat / sâhib-i şeriat

  • Kanun koyucu; şeriat sahibi; Peygamber efendimiz.

sahife / sahîfe

  • Peygamberimizden sallallahü aleyhi ve sellem önce gelen peygamberlere gönderilen küçük kitablardan herbiri. Çoğulu suhuftur.

sahir / sâhir / ساحر

  • Büyücü, büyü yapan, sihir yapan.
  • Büyücü.
  • Büyücü, büyü eden, sihirbaz.
  • Büyücü. (Arapça)
  • Büyüleyici. (Arapça)

sahire

  • Büyücü kadın.

sai

  • Çalışan.
  • Devletçe posta idaresinin kurulmasından evvel mektup ve emanet götürüp getiren kimseler.
  • Bir yere vâli olan.
  • Cemaat başı.
  • Yan yan giden.
  • Hızlı yürüyen.
  • Koğuculuk yapan.

saka

  • Sucu, meşrubatçı.

sakare

  • Kâfir.
  • Koğucu, dedikoducu, nemmam.
  • Müstehak olmayana lânet eden.
  • Pekmezci.

saki / sâkî

  • (Saky. dan) Sulayan, içecek su veren, sucu.
  • Kadeh sunan. İçki sunan.
  • Sucu, su veren.

sakka

  • Çok su dağıtan, çok sulayan, sucu.

sakka'

  • Kulağı çok küçük olan koyun.

şaklaban

  • Şen şatır, hoppa. Avutucu, aldatıcı. Güldürücü, soytarı.

salah

  • Bir şeyin en iyi hâli. Rahatlık, sulh, iyileşme, düzelme, iyilik. Dine olan bağlılık. Her hayra câmi faziletlerin toplanmasında hâsıl olan yüksek bir sıfat. (Mukabili fesad ve fücurdur)

salib

  • Bir şeyin vücudunu veya vukuunu inkâr eden.
  • Kapıp götüren, zorla alan.
  • Alan.
  • Bir şeyin vücudunun olmadığını veya meydana gelmediğini söyleyip isbat eden.

salis / sâlis / ثالث

  • Üçüncü.
  • Sâniyenin altmışta biri.
  • Üçüncü. (Arapça)

salise / sâlise

  • Üçüncü.

salisen / sâlisen / ثالثا / ثَالِثًا

  • Üçüncü olarak.
  • Üçüncü olarak.
  • Üçüncüsü.
  • Üçüncüsü, üçüncü olarak. (Arapça)
  • Üçüncü olarak.

şam

  • (Tekili: şâme) Vücutta olan benler.

sam'a

  • Küçük kulaklı kadın. (Müz: Asmâ)
  • Kuvvetlenip olgunlaşan ot.

şamat

  • (Tekili: şâme) Vücuttaki benler.

şame

  • Kadın baş örtüsü. (Farsça)
  • Arapçada: Vücuddaki ben. (Farsça)

şamih

  • Ali şey, yüksek.
  • Mağrur, başını kaldırmış. Mütekebbir.
  • Tıb: Vücuddaki beyin ve kemik gibi yerlerdeki çıkıntılı, tümsek yerler.

samm

  • Zehirleyen. Ağulu.
  • Sam Yeli denen öldürücü rüzgâr.

sandıkça

  • Küçük sandık.

sandukça

  • Küçük sandık; sandıkçık.
  • Küçük sandık, kutu.

sandukça-i uhreviye / صَنْدُوقْجَۀِ اُخْرَوِيَه

  • Ahiret kumbarası, küçük sandık.

sandukçe

  • Küçük sandık. (Farsça)

sani-i kadir / sâni-i kadîr

  • Herşeye gücü yeten ve herşeyi san'atla yaratan Allah.

sani-i kadir-i zülcelal / sâni-i kadîr-i zülcelâl

  • Sonsuz haşmet ve azamet sahibi, herşeye gücü yeten, herşeyi sanatla yaratan Allah.

şantaj

  • Bir kimsenin suçunu veya yüz karasını meydana çıkarmak tehdidiyle menfaat sağlamaya çalışma. (Fransızca)

saray-ı vücud

  • Bin kubbeli harika bir saraya benzetilen insan vücudu.

saray-ı vücut

  • Vücut sarayı.

sarban

  • Deve sürücüsü. Deveci. (Farsça)

sarf-ı kuva / sarf-ı kuvâ

  • Kuvvetlerin geri çevrilmesi, karşı tarafın gücünü etkisiz bırakma.

sari

  • Süren, sürücü. (Farsça)

şari / şâri

  • Kanun koyucu, şeriatı gönderen Allah.

şari' / şâri' / شارع

  • Kanun koyucu; kullarına yapmaları ve yapmamaları gerekli davranışlarla ilgili kanun ve kurallar koyan Allah.
  • Yasa koyucu. (Arapça)

şari-i hakiki / şâri-i hakikî

  • Şeriatın kurucusu ve gerçek sahibi olan Allah (c.c.).

şarim

  • Ucu yarılmış ok.

satl

  • Kova, tas, küçük leğen.

savlet

  • Hücum, saldırı.

savr

  • (Çoğulu: Savâri) Hamle yapmak.
  • Parçalamak, pâre pâre etmek.
  • Bir yerde toplanmış küçük hurma ağaçları.

şayan-ı esef

  • Üzücü, üzüntü verici.

saydani

  • Bir küçük canlı.
  • Tilki.
  • Mülk.

saydenani

  • Bir küçük canlı.

saye-endaz

  • Gölge salan. (Farsça)
  • Mc: Koruyuculuk eden, himâyecilik yapan. (Farsça)

sayis

  • (Siyaset. den) At uşağı, seyis. Koyun güdücü.

sayruret

  • (Sayr. dan) Bir hâlden diğer hâle intikal etmek. Bir şeyin bir şeye dönmesi.
  • Olmak, edilmek.
  • Vücud, kevn.

şazeli / şazelî

  • (Ebu Hasan Şazelî) Nureddin Ebu Hasan-ı Şazelî de denildiği gibi Ali bin Abdullah diye de anılmaktadır. Tunus'lu olup Şazeliye Tarikatı kurucusu olarak bilinir. Tasavvufî, ilmî bir çok eseri vardır. Tarikatının tekke ve zaviyesi yoktur. Hicri 654 yılında Mekke-i Mükerreme'ye giderken sahrada dâr-ı b

se'bül

  • (Çoğulu: Sevâbil) Aş havucu.
  • Pirinç, buğday, nohut, mercimek.

sealil

  • (Tekili: Sü'lul) Memeler.
  • Vücudda meydana gelen siğiller.

sebbah

  • (Sibahat. dan) Suda yüzen, yüzücü.
  • Yüzgeç.

sebbahe

  • Yüzücü kuşlar sınıfı.

sebeb

  • Vâsıta. Bir işte te'siri olmayan fakat o işin yapılmasını, vücûdunu, var olmasını îcâb ettiren şey.

sebike

  • Eritilerek kalıba dökülmüş şey, külçe. Kalıba dökülmüş altın veya gümüş.
  • Hafif, küçük.

sebuçe

  • Küçük testi. (Farsça)
  • Küçük kap. (Farsça)

secc

  • (Sücuc) Akıcı bir şeyin kesretle dökülüp akması, akıtılması. Su akmak.

seccade / seccâde

  • Genellikle üzerinde secdeye varmakta yâni namaz kılmakta kullanılan küçük halı, kilim cinsinden sergi.
  • Yere serilip üzerinde namaz kılınan küçük halı, kilim, hasır, bez gibi temiz sergi, namazlık.

secde

  • Allah'ın (C.C.) huzurunda yere kapanış. İbadet ve Allah'a (C.C.) memnuniyetini ve itaatini bildirmek veya şükretmek için yere kapanarak alın, burun ucu, eller, dizler ve ayak uçları yere gelecek şekilde yapılan en büyük tazim ifade eden hareket. Namazın bir rüknü.

şecen

  • (Çoğulu: Eşcân-şücun) Dal, budak, kol.
  • Hâcet, ihtiyaç.
  • Keder, hüzün.

şecir

  • Küçük ve kısa ağaç.

şecn

  • (Çoğulu: Şücun) Dere içinde ağaçlar arasında olan yol.

sedh

  • Döşemek.
  • Uçuk hastalığı.
  • Bir nesneyi açıp yaymak ve arkası üstüne bırakmak.
  • Deve çökertmek.
  • Kırba doldurmak.

sedif

  • Deve hörgücü.
  • Her canlının sırtı.

sedn

  • Vücut organlarının anormal biçimde gelişmesi.

şef'

  • Çift.
  • Kurban bayramı günü.
  • Namazların her iki rek'atı demektir. Dört rek'atlı bir namazın evvelki iki rek'atında Şef'-i evvel, diğer iki rek'atına da Şef'-i Sâni denilir. Üç rek'atlı namazın üçüncü rek'atı da Şef'i sâni'dendir.

şefa'at / şefâ'at

  • Kıyâmet günü, Allahü teâlânın izni ile, başta Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem olmak üzere, diğer peygamberler, âlimler, şehîdler, sâlihler (iyi kimseler) ve küçük yaşta ölen müslüman çocuklar ve Allahü teâlânın izin verdiklerinin; gün ahkâr olan mü'minlerin günahlarının affedilip Ceh

şefaceref

  • (Şefâcürf) Yar üstü. Uçurum kenarı.

seffah / seffâh / سفاح

  • Cömert, eliaçık, civanmerd.
  • Güzel konuşan, hatip.
  • Kan dökücü, gaddar.
  • Kandökücü. (Arapça)
  • Cömert. (Arapça)

seffak / seffâk / سفاک

  • (Sefk. den) Kan döken, kan dökücü.
  • Kandökücü. (Arapça)

şefi' / şefî'

  • Şefâat eden, bir suçun, günâhın bağışlanması için vâsıta, aracı olan.

sefine-i vücud

  • Vücut gemisi.

sefk-i dima' / sefk-i dimâ'

  • Kan dökme, kan dökücülük.

segil

  • Yaramaz huylu kimse.
  • Cüssesi küçük, ayakları ince olan kimse.

sehab

  • (Çoğulu: Sehâib) Bulut.
  • Karanlık.
  • Bulut gibi uçuşan böcekler.
  • Çağırgan, gürültücü kişi.

sehba

  • Üç ayaklı küçük masa.
  • İdama mahkûm olanların idam edildiği üç ayaklı âlet.

sehbel

  • Büyük, iri vücutlu, şişman deve.
  • Büyük ve geniş tuluk.
  • Büyük keler.

sehha'

  • (Sehh'ten mübalağa sigası) "Çok dökücü" mânasına gelir.

sehhar

  • Sihirbaz, büyücü.

sehpa

  • Küçük masa, idam tahtası.

şeile / şeîle

  • (Çoğulu: Şâil-Şeâyil) Ucu yanmış fitil.

sekar

  • Cehennem'i meydana getiren tabakalardan üçüncüsü. Burada İncîl'i değiştirenler azâb görecektir.

selam

  • Ayıplardan, âfetten sâlim oluş. Selâmet, emniyet. Sulh. Asâyiş. Bütün korktuklarından emin olma.
  • Allah'ın (C.C.) rızasına erişmek için mü'minlerin birbirlerine yaptığı dua. Mü'minler birbirleriyle karşılaştıklarında büyük küçüğe; yürüyen durana; azlık çokluğa; hayvan veya vasıta üzer

selb

  • Zorla alma, kapma, soyma.
  • Nefy ve inkâr etme.
  • Kaldırma, giderme, izale.
  • Man: İki şey arasında nisbet-i vücudiyenin kalkması.

selhane / selhâne

  • Eti yenen büyük ve küçük baş hayvanların kesilip yüzüldüğü yer, mezbaha.

sema'ma'

  • Küçük başlı.
  • Yular.

şema'ma'

  • Küçük başlı.
  • Aceleci kişi.

semavi suhuflar / semavî suhuflar

  • Bazı peygamberlere gelen sahifeler halindeki küçük kitaplar.

semm-i katil

  • Öldürücü zehir.
  • Öldürücü zehir.

semm-i kàtil

  • Öldürücü zehir.

şemmam

  • Yeşil, kızıl ve sarı hatları ve güzel kokusu olan küçük bir cins kavun.

şemme

  • Bir defa koklamak.
  • En küçük mikdar.
  • En küçük miktar; bir defacık koklama; Mesnevî-i Nuriye'de yer alan bir bölüm.

semmikatil

  • Öldürücü zehir.

şems-i ezeli / şems-i ezelî

  • Vâcib-ül-vücud ve ebediyyen var olan, her şeyi nurlandıran Allah (C.C.) hakkında teşbihen söylenen bir tabirdir.

şemu'

  • Gülen, oynayan. Gülücü, oynayıcı.

senakar / senâkâr

  • Sena edici, övücü.

senam

  • (Çoğulu: Esnâm-Esnime) Deve hörgücü.
  • Her nesnenin yücesi, yükseği.

sengtraş

  • Taş yontucu, taş yontan sanatkâr. (Farsça)

ser-i muy

  • Pek az şey.
  • Kıl ucu.

seraçe

  • Küçük saray. Küçük konak. Saraycık. (Farsça)

şeraşir

  • Nefis.
  • Beden, vücut, ceset.
  • Ağırlık.

şerazim

  • (Tekili: Şirzime) Küçük ve az olan topluluklar. Küçük cemaatler.

sere

  • Başparmağın ucundan şehadet parmağının ucuna kadar germek suretiyle hâsıl olan uzunluk ölçüsü. Karıştan küçüktür ve dört sere bir arşın sayılırdı.

şeriha

  • (Çoğulu: Şerâih) Vücuttan kopmayarak ayrılmış olan et parçası.
  • Et dilimi.

seriyy

  • (Çoğulu: Esriye-Seryân) Nefis.
  • Kavi, kuvvetli.
  • Reis.
  • Küçük nehir, ırmak.

şerr-i cüz'i / şerr-i cüz'î

  • Küçük kötülük.

şerr-i hazin

  • Hüzünlü, üzücü kötülük.

serrişte

  • İp ucu, söyleyip durma.
  • İp ucu. Emâre, delil. Vesile. (Farsça)
  • Başa kakmak. (Farsça)
  • Maksad. (Farsça)
  • İpucu, tutamak, bahane.

serseri

  • Ötede beride gezen, başı boş. İşi gücü olmayıp boşta dolaşan, haylaz, derbeder, avare. (Farsça)
  • Boş söz. (Farsça)

serşikeste

  • Ucu kırılmış olan. Başı kırık. (Farsça)

sertiye

  • Zayıf vücutlu, ahmak adam.

sertiz

  • Baştarafı sivri olan, ucu sivri, keskin. (Farsça)

şerzime

  • Küçük insan topluluğu.

şetaret

  • Şenlik. Şatır ve şuh olmak.
  • Yarım olmak.
  • Göz ucuyla bakmak.
  • Hafiflik. (Ağırbaşlılığın zıddı.)

settare

  • Dışarıdan gelecek soğuk veya olumsuz şeylerden koruyacak şekilde yapılan küçük kulübe.

şeva

  • Kolay.
  • Vücut organları. (El, ayak gibi).
  • Malın kötüsü.

sevb

  • (Çoğulu: Siyâb-Esvâb-Esvüb) Elbise. Giyilecek eşya. Kaftan. Bez. (Bunların sahibine "sevvab" derler.)
  • Rücu' manasına mastar.

sevda

  • Fazla sevgi sebebiyle meydana gelen bir çeşit hastalık. Aşk. (Farsça)
  • Hırs. Tama. (Farsça)
  • Heves, istek. (Farsça)
  • Siyah. (Farsça)
  • Balgamdan, kandan ve safradan başka vücuddan çıkan bir nevi ifrazat. (Farsça)
  • Gam. Keder, Sıkıntı. (Farsça)

şeves

  • Gururdan dolayı göz ucuyla bakma.

sevk-i tabii / sevk-i tabiî

  • İçgüdü, düşünme sonucu olarak değil, tabii hareket.

sevret

  • Kızgınlık, hiddet, öfke.
  • Hücum. Dövüş.
  • Hükümdarın şiddet veya kudreti.
  • Tezlik.

şeyh

  • Bir tarîkatın kurucusu veya başı.

şezr

  • Kızgınlık ve hiddetten dolayı gözucuyla bakmak.

siayet

  • Dedikodu, gıybet, koğuculuk.

sicn

  • (Çoğulu: Sücun) Hapis, zindan.

sıdar

  • Küçük gömlek.
  • Başa örttükleri bez, baş örtüsü.
  • Devenin göğsünde olan nişan ve alâmet.

şiddet-i ihata / şiddet-i ihâta

  • Çok yüksek anlama ve kavrama gücü.

sıfat-ı ayniye

  • Sadece zâta mahsus olan sıfat. Zatî sıfat. Lafza-i Celalin sadece Cenab-ı Vâcib-ül Vücud olan Rabbimize mahsus olması gibi.

sıfat-ı nefsiyye

  • Allahü teâlânın Vücûd yâni var olma sıfatı.

sıfat-ı zatiyye / sıfat-ı zâtiyye

  • Allahü teâlânın zâtında (kendisinde) bulunup diğer varlıklarda bulunmayan, yalnız Allahü teâlâya mahsûs sıfatları. Bu sıfatların sonradan yaratılan varlıklarla hiçbir sûrette bağlantıları yoktur. Bu sıfatlara sıfat-ı Vücûdiyye ve sıfat-ı Ulûhiyyet de denir.

sıfrid

  • (Çoğulu: Safârid) Toygar adı verilen küçük kuş.

sıgar

  • Küçükler.
  • Çocukluk hali. Küçüklük. Zelli oluş.
  • Küçüklük, kıymetsizlik, küçükler.

sığar / sığâr / صغار / صغر

  • Küçükler. (Arapça)
  • Küçüklük. (Arapça)

sigar ü kibar

  • Küçükler ve büyükler.

sıgar-ı nefis

  • Nefsin küçüklüğü.

sıgar-ı nefs

  • Zelil ve hakir olma hali. Küçüklük, kıymetsizlik.

sığar-ı nefs

  • Nefsin küçüklüğü; kendi küçüklüğünden duyulan rahatsızlık.

sığar-ı sahife

  • Sayfanın küçüklüğü.

sığar-kiber

  • Küçüklük-büyüklük.

sıgreb

  • Küçük dişler.

şihdare

  • Fahiş ve israfçı ve dedikoducu kimse.
  • Kısa boylu ve şişman kimse.

sıhhat-i beden

  • Vücut sağlığı.

sihirbaz / sihirbâz

  • Büyücü.
  • Büyücü, büyü yapan, gözbağcı, sahir.
  • Büyü yapan, büyücü. Sâhir, neffase.

sihr

  • (Sihir) Büyü, gözbağıcılık, büyücülük, hilekârlık.
  • Aldatmak.
  • Haktan uzaklaşmak. Bâtıl şeyi hak diye göstermek.
  • Lâtif ve dakik olan şey. Büyü kadar te'siri olan şey.
  • Şiir ve güzel söz söyleme gibi, insanı meftun eden hüner.

sihrbaz / sihrbâz / سحرباز

  • Sihirbaz. (Arapça - Farsça)
  • Büyücü. (Arapça - Farsça)

silan

  • Sapına girmiş olan kılıç ve bıçak ucu.

şilv

  • Vücut azâlarından biri.

simin-ten

  • Gümüş tenli. Gümüş gibi beyaz ve parlak vücutlu. (Farsça)

simm

  • (Çoğulu: Simâm-Sümum) Küçük dar delik.
  • İğne deliği.
  • Ağu, zehir.
  • Kast.
  • Düzeltme, ıslah.
  • Set.

şın

  • Kur'an alfabesinin onüçüncü harfi olup, ebcedî değeri 300'dür.

sinsin

  • (Çoğulu: senâsin) İyeği kemiklerinin arka tarafının ucu.

sipare

  • (Si-pâre) Kur'an-ı Kerimin herbir cüz'ü. (Farsça)
  • Küçük kitap, mecmua. (Farsça)
  • Otuz cüz. (Farsça)

siper-i saika / siper-i sâika

  • Yıldırımdan korunmak için gemilerle, minarelere ve büyük binalara konan âlet. Paratoner.Gemilerde direklerin şapkalarına konulur ve üzerlerine, bir ucu denize kadar sarkıtılmış bakır tel bağlanır. Direkleriyle teknesi ağaç olmayan gemilerde tel yoktur. Telin gördüğü nakil hizmetini geminin demir kıs

şiraze

  • Kitap ciltlerinin iki ucuna konulan ve yaprakları muntazam tutan, ibrişimden örülmüş ince şerit. (Farsça)
  • Pehlivan kispetinin paçası. (Farsça)
  • Mc: Düzen, nizam, esas. (Farsça)

şirpençe

  • (Şir-pençe) (Aslan pençesi) Vücutta ve daha ziyade sırtta çıkan çok tehlikeli bir çıban. (Farsça)

sırr-ı furkan

  • Kur'ân'ın sırrı, özü, ruhu, gücü.

sırr-ı hakikati

  • Gerçek gücü, hikmet ve esprisi.

sırr-ı ihlas-ı hakiki / sırr-ı ihlâs-ı hakikî

  • Gerçek ihlâs sırrı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetme esprisi, mânevî gücü.

sirve

  • (Çoğulu: Sirâ) Küçük ok.
  • Çekirge yumurtası.

şirzime

  • Küçük, ehemmiyetsiz cemaat. Bir miktar insan grubu.

şişe / şîşe

  • Camdan yapılmış ağzı dar uzunca kap. Lâmbaya geçirilen camdan küçük baca.
  • Çeşitli maksatlarla çakılan çıta.
  • Lâmbaya geçirilen sırça, camdan yapılmış küçük baca, camdan yapılmış dar ağızlı uzun kap.

sitayişkar / sitâyişkâr / ستایشكار

  • Övücü. (Farsça)
  • Öven. (Farsça)

sofestai / sofestâî

  • Olumlu veya olumsuz hiçbir hükme varmayan kuşkucu felsefeci.

sofiye

  • Sofilik (sofi yolunun vahdetü'l-vücudu).

su'ban

  • (Çoğulu: Saâbin) Büyük yılan. Ejderha.
  • Koz: Semanın kuzey yarım küresinde bulunan Tinnîn Burcu'nun çevirdiği büyük kavisin ortasında ve küçük ayı dörtgeninin tam karşısında bulunan en parlak yıldız. (Alpha Draco)

su'l

  • (Çoğulu: Süul) Devede sonradan çıkan küçük meme.
  • Koyunda küçük meme.
  • Asıl dişin yanında çıkan fazlalık diş.

sü'lul

  • Meme başı.
  • Vücutta meydana gelen siğil, sivilce.

subbah

  • (Tekili: Sâbih) Yüzenler, yüzücüler (suda).

sübhaneke / sübhâneke

  • Her namazın ilk rek'atinde, ayrıca ikindi ve yatsı namazlarının sünnetlerinin üçüncü rek'atinde, besmele çekmeden önce okunan duâ.

sücre

  • (Çoğulu: Sücür) Yağmur suyundan biriken su.

şüfea'

  • (Tekili: Şefi') Şefaatçiler. Şefaat edenler, bir suçun bağışlanması için aracılık yapanlar.

şüfun

  • Göz ucuyla bakmak.

sugra

  • (Suğra) Daha küçük, pek küçük.
  • Man: Hadd-i asgarın bulunduğu cümle. Birinci kaziyye. Küçük önerme.

suğra / suğrâ

  • Pek küçük, mantıkta küçük önerme.
  • Daha küçük, pek küçük.
  • Küçük önerme; kıyası oluşturan önermelerden birisidir. Kıyasın sonuç önermesinin öznesi olan küçük terim bu küçük önermede bulunur.

sugra / sugrâ / صغرا

  • Küçük. (Arapça)

süha / sühâ

  • Büyükayı yıldız kümesindeki en küçük yıldız; eskiden gözün keskinliği bu yıldızla denenirdi.
  • Bir yıldız ismi. Dübb-ü ekber (Büyük Ayı) yıldız kümesinden gözü kuvvetli olan kimselerin görebileceği en küçük yıldız.
  • Pek küçük görünen bir yıldızın ismi.

sühale

  • Küçük tavşan.

sühan-çin

  • Söz getirip götüren, söz toplayan, dedikoducu. (Farsça)

suhuf-u enbiya

  • Peygamberlere gelen sahifeler; küçük kitaplar.

suhuf-u ibrahim

  • Hz. İbrahim'e indirilen sahifeler, küçük kitap.

suhuf-u semaviye / suhuf-u semâviye

  • Bazı peygamberlere gelen sahifeler halindeki küçük kitaplar.

suiistimalat / suiistimalât

  • Kötü kullanımlar, vücut enerjisini israf etmeler.

sukaybe

  • Küçük delik, delikçik.

şukka

  • Parça. Kâğıt veya kumaş parçası.
  • Küçük tezkere.

sülama

  • Parmak kemiği.
  • Küçük içi boş kemik.

sulh-amiz / sulh-âmiz

  • Ara bulucu, barıştırıcı. (Farsça)

sultan-üd dem

  • Vücutta kanın galeyanı.

sünusi / sünusî

  • (Seyyid Muhammed bin Ali) (Hi: 1206 - 1276) Şâzelî (Şazilî) Tarikatının sonradan teşekkül eden kollarından birisinin kurucusudur. Cezayir'in büyük velilerindendir. Memleketinin bir çok yerlerini ve Mekke-i Mükerreme'yi ziyaret etmiş; Mısır'da, Bingazi'de tederrüsle iştigal etmiştir. Bingazi'de zaviy

sured

  • (Çoğulu: Surdân) Göçgen adı verilen küçük kuş.
  • Davar arkasında yanırdan olan beyazlık.

suret-i cüz'iye

  • Küçük suret.

suret-ül asr

  • Kur'an-ı Kerim'in yüzüçüncü suresi.

sürü

  • Tar: Devşirme suretiyle alınan Hristiyan çocuklarının yüzer, yüzellişer, ikiyüzer veya daha fazla kişilik kafileler halinde sevkedilmeleri. Sürü adı verilen bu kafileler, sürücülerle muhafızların nezareti altında hükümet merkezine sevkedilirlerdi.

susmar

  • Kertenkele denen küçük bir hayvan. Keler. (Farsça)
  • Kertenkele cinsinden küçük bir hayvan.

süt anne

  • İki buçuk yaşından küçük olan çocuğu emziren kadın.

şüvaye

  • Büyük nesnelerin küçüğü.
  • Kıt'a.

süveyda hücresi

  • Kalbin ortasında bulunduğuna inanılan küçük siyah nokta; İlâhi aşkın tecelli ettiği yer.

süvüm

  • Üçüncü. (Farsça)

suz / sûz

  • "Yakan, yakıcı, bozucu" mânâsında son ek.

ta

  • Kur'anın alfabesinde üçüncü harfin adıdır. Ebcedî değeri 400'dür.

ta'kib

  • Gözlemek.
  • Yolunda gitmek.
  • Peşinden yürümek.
  • Suçlunun suçunu araştırmak.
  • Bir kimsenin aynı senede yine gazaya gitmesi.
  • Bir şeyi ciddiyetle istemek.

taarruz

  • Bir şey veya bir kimse üzerine şiddetle saldırma. Çatma. Düşmana hücum etme. Sataşma. İlişme.
  • Hücum, saldırma.

taarruz-u evham

  • Vehimlerin hücumu.

tabak-çe

  • Küçük tabak. (Farsça)

tabasbus

  • Yaltaklanmak. Kendini küçülterek riyakârlıkla kendini beğendirmeğe çalışmak.
  • Yaltaklanma, kendini küçülterek başkasına beğendirmeye çalışma.
  • Yaltaklanma, kendini küçülterek beğendirmeye çalışma.

tabasbusat

  • Dalkavukluklar, kendini küçülterek başkasına kendini beğendirmeye çalışmalar.

tabdih

  • Işık veren. (Farsça)
  • İplik bükücü. (Farsça)

tablacı

  • Tezgâhtar, sunucu.

taftir

  • Orucunu açmak.

tagr

  • (Çoğulu: Tagrân) Bir küçük kuş.

tağut / tâğût / طاغوت

  • Büyücü. (Arapça)
  • Şeytan. (Arapça)

tahammül-suz / tahammül-sûz

  • Dayanma gücünü, sabrı yakıp yok eden.

tahammül-ü beşer fevkinde

  • İnsanın tahammül gücünün üstünde.

tahammülsuz / tahammülsûz

  • Dayanma gücünü kıran.

tahan

  • Kendini toprağa gömerek yatan küçük bir hayvan.

tahavus

  • Göz ucuyla bakmak.

tahazzüb

  • (Hizb. den) Toplanma, birikme. Küçük topluluk meydana getirme.

tahfe

  • Bakla otunun yukarı ucu.

tahhan

  • (Tahn. dan) Değirmenci, öğütücü.

tahine

  • (Çoğulu: Tavâhin) Öğütücü diş, azı dişi.

tahir-i mutlak / tâhir-i mutlak

  • Bütün yönleriyle temiz olan, temizliğine en küçük halel getirecek bir pislik olmayan.

tahkimat / tahkimât

  • Bir yeri düşmanın hücumuna karşı savunmak maksadıyla yapılmış düzenlemeler ve tesisler.
  • Ask: Bir yeri düşmanın hücumuna karşı sağlamlaştırmak.

tahkir / tahkîr / تحقير

  • Hareket etmek. Hor görmek. Küçük görmek. Aşağı ve alçak addetmek.
  • Küçümseme, aşağılama. (Arapça)
  • Tahkîr edilmek: Aşağılanmak. (Arapça)
  • Tahkîr etmek: Aşağılamak. (Arapça)

tahkirane

  • Küçük düşürürek, alçaltarak.

tahkirat / tahkirât

  • (Tekili: Tahkir) Tahkirler. Hor ve küçük görmeler. Hakaret etmeler.

tahribkar / tahrîbkâr / تخریبكار

  • Tahrip edici, yıkıcı, bozucu. (Arapça - Farsça)

tahrip edici

  • Yıkıcı, bozucu.

tahvir

  • Rücu ettirmek, döndürmek.
  • Ağartmak, beyazlatmak, tebyiz.

tair

  • (Tayeran. dan) Uçucu. Uçan.
  • Kuş.

taka

  • İki-üç kişi ile idare edilen küçük yelkenli.

takat / tâkat / طاقت

  • Dayanma gücü. (Arapça)

takat-ı beşer / tâkat-ı beşer

  • Beşer gücü ve kuvveti. İnsana mahsus kuvvet.
  • İnsan gücü.

takat-i beşer / tâkat-i beşer

  • İnsanın bir şeyi yerine getirebilme gücü.

takat-i beşeriye / tâkat-i beşeriye

  • İnsan gücü.

takatgüdaz / tâkatgüdaz

  • Tâkati kaldıran, gücü kuvveti eriten, mahveden. (Farsça)

takçe / tâkçe / طاقچه

  • Küçük kemer. (Arapça - Farsça)
  • Küçük pencere. (Arapça - Farsça)

takdim

  • (Kıdem. den) Arzetmek. Sunmak.
  • Küçük bir kimseyi yaş, amel, mevki ve takva itibariyle büyük bir kimse ile tanıştırmak.
  • Öne geçirmek, bir şeyi başka bir şeyden önde tutmak.
  • Bir büyüğün önüne geçip bir şey vermek.

takım

  • En küçük askerî topluluk.

takip

  • Gözetmek, yolunda gitmek, peşinden yürümek, suçlunun suçunu araştırmak, izlemek.

taklid-i tufeylane / taklid-i tufeylâne

  • Küçük çocuklara yakışır şekildeki taklid.

takris

  • Parmak ucuyla veya tırnakla bir nesneyi ovup yıkamak.

takvimçe

  • Küçük takvim. (Farsça)

talak-ı bayin / talâk-ı bâyin

  • Yeniden evleniyorlarmış gibi kadının rızası ile tekrar nikâh edilmedikçe geri alınamayacağı talâk. Kadın istemiyorsa erkek zorla alamaz. İddet sırasında kadın, erkeğin evinde kalmaz. Erkek üçüncü defa verdiği bâin talaktan sonra, üzerinden hulle geçmeden karısını bir daha (kadın istese de) alamaz.

tandır

  • Ufak fırın.
  • Elleri ve ayakları ısıtmak için üstü kapalı küçük mangal.

tarf

  • Göz, bakış, nazar. Göz ucu.
  • Soyu temiz kimse.
  • Her şeyin nihayeti, sonu.
  • Göz kapaklarını yummak veya oynatmak.
  • Göze bir şey dokundurmakla yaşartmak.
  • Koz: Menazil-i Kamer'den bir menzil adı. (Kamer menzillerinden birisinde aslanın alnını teşkil eden dört

tark

  • Vurmak.
  • Dövmek.
  • Yünü ve pamuğu ağaçla vurmak.
  • Bulanık su.
  • İçine deve bevlettiğinden dolayı pislenmiş olan yağmur suyu.
  • Vücuttaki gevşeklik.

tasgir / tasgîr / تصغير

  • Küçültmek. Cirm ve kadrini eksiltmek. Hakir eylemek.
  • Küçültme.
  • Küçültme. (Arapça)

tasgirat / tasgirât

  • (Tekili: Tasgir) Küçültmeler.

tasvir

  • Hiss ve mahsusata münhasır olan ifâde.
  • Bir şeyi söz veya yazı ile anlatmak. Resim yapmak.
  • Bir şeye şekil ve suret vermek. Resim.
  • Edb: Görebildiğimiz ve hissedebildiğimiz şeyleri bize gösterebilecek veya hariçte vücudu olmayan fakat hissedilen şeyleri duyurabilecek mel

tasy

  • Sütü ve suyu çok içmekten dolayı vücudun ağırlaşması.
  • Süst olmak, zayıflamak.

tatminkar / tatminkâr

  • Doyurucu, ikna edici, memnun edici.

tavahi

  • Lâşe etrafında dolaşıp uçuşan akbaba kuşları.

tavahin

  • (Tekili: Tâhine) Azı dişleri, öğütücü dişler.

tavaif-i müluk / tavaif-i mülûk / tavâif-i mülûk

  • Abbasi Devletinin parçalanması ile meydana gelen küçük devletler.
  • Küçük devletçikler, beylikler.

tavil-ül ba' / tavil-ül bâ'

  • Uzun kulaçlı. Gücü yeter.
  • Eli açık, vergili, verimli.

tavk-ı beşer

  • İnsanın takati, gücü.

tavk-ı harici

  • Gücün, takatin üstü.

tayaran

  • Uçma, uçuş.

tayeran

  • (Tayrân) Uçuş. Uçma.
  • Uçma, uçuş.

taylasan / طيلسان

  • (Çoğulu: Tayâlis-Tayâlise) Başa ve boyna sarılan şal.
  • Başa sarılan sarığın omuzlar üzerine salıverilen ucu.
  • Sarığın sarkan ucu. (Arapça)

tayyar / tayyâr / طيار

  • Uçan. Uçucu. Uçma kabiliyeti olan. Havaya kalbolup gaib olan.
  • Uçucu.
  • Uçucu. (Arapça)

tazende

  • Koşucu. (Farsça)

te'vil

  • (Tef'il veznindendir) Bir nesneye redd ve irca' etmek. Döndürmek. Te'vil kelimesi, bazı müfessirlere göre, rücu' mânasına olan "Evl: " den alınmıştır. Müfessirlerce: Bir âyet-i kerimenin mânasını bir nesneye irca' ile beyan etmektir. Bazılarınca da (Evvel: ) lâfzından alınmış olup kelâmı evveline sa

teayyün-i imkani / teayyün-i imkânî

  • İnsanın hakîkati olan teayyün-i vücûbîsinin zılli yâni görüntüsü. Ehlullah (evliyâ) kendi yaratılışlarına, güçlerine göre tasavvuf mertebelerine kavuşmakta birbirlerinden çok ayrıdırlar. Evliyâ arasında Allahü teâlânın ismine kavuşanlar pek azdır. Ço ğu bu ismin teayyün-i imkânîsine kavuşmuştur. (İm

tebei / tebeî

  • Kasdî olmayan.
  • Tâbi olarak.
  • Başkasının vücuduyla kaim olan.
  • Müstakil olmayıp başkasına tâbi olarak.

teberzin

  • Eskiden harp âleti olarak kullanılan ve eyere asılan küçük savaş baltası. (Farsça)

tebeşbüş

  • Küçükten büyüğe güler yüz gösterme.

tebhal / tebhâl / تبخال

  • Uçuk. (Arapça)

tecdi'

  • Bir kimseye iyileşmesin diye beddua etme.
  • Vücudun bir tarafını kesme.
  • Çocuğu zararlı şeylerle besleyip gelişmesini önleme.

tecessüd

  • Ceset şekline girmek. Vücud peyda etmek. Cesedlenmek.

tecsim

  • (Cisim. den) Vücudlu gösterilme. Cisimlendirme. Vücud gösterme.
  • Cisimlendirme, vücud verme.

tecsimat / tecsimât

  • (Tekili: Tecsim) Vücutlu göstermeler, cisimlendirmeler.

tedaül

  • Gizlenme, sinme. Zâyi olma. Saklanma.
  • Küçülme. Büzülme.

tefarik

  • Müteferrik olanlar. Tefrikalar. Ayırma ve seçmeler.
  • Taksitler. Ufak tefek şeyler. Ayrıca şeyler.
  • Küçük hediyelik eşya.

tefel

  • Guslü ve temizliği terk etmekle vücudun kokması.

tefettü'

  • Rücu etmek, geri dönmek, vazgeçmek.

tefie

  • Eğilmek.
  • Rücu etmek, geri dönmek.

tefrika / تفرقه

  • Bölücülük. (Arapça)
  • Ayrılma. (Arapça)
  • Bölüm bölüm yayınlama. (Arapça)

tefrika verme

  • Bölücülük ve ayrımcılığa neden olma.

tefsik

  • (Fısk. dan) Fısk ve fücura sürükleme. Birisine fâsık, kabahatli, günahkâr demek.

tegamüz

  • (Gamze. den) (Çoğulu: Tegamüzât) Birbirine göz ucu ile işâret etme.

tehacüm / tehâcüm / تَهَاجُمْ

  • Birbirine hücum etme.
  • Bir yere istekle, hızlıca toplanmak, üşüşmek.
  • Peşpeşe hücum etme, saldırı.
  • Hücum etme.

tehacüm-ü ıztırap / tehâcüm-ü ıztırap

  • Istırabın hücumu, saldırısı.

tehacümat / tehâcümât

  • Hücum etmeler, saldırılar.

tehacümat-ı müttehide

  • Bir birlik içinde yapılan hücumlar, saldırılar.

tehattüm

  • Pek lüzumlu ve vâcib olmak. Vücub derecesinde bulunmak.

teheccüm

  • Hücum etme. Saldırma.
  • Acele gitme.

tehekküm

  • Alay etme, hafife alma, küçümseme.

tehemten

  • İri vücutlu, boylu boslu yiğit. (Farsça)

tehvin

  • (Hevn. den) Kolaylaştırma.
  • Ucuzlatma. Ucuzlatılma.
  • Alçaltma. Alçaltılma.
  • Cevr ve hakaret eylemek. Saymamak. Hakir görmek.
  • Kolay gösterme, küçük gösterme.

tekaver / tekâver

  • Koşucu, seğirtici. (Farsça)
  • Yorga yürüyüşlü at. (Farsça)

tekevvün

  • (Çoğulu: Tekevvünât) Vücuda gelmek. Meydana geliş.
  • şekillenmek.
  • Var olmak.

teklif-i malayutak / teklif-i mâlâyutak

  • Kişinin yapmayacağı, gücünün yetmeyeceği bir şeyi ona yükleme.

tekvin / tekvîn

  • Var etmek. Meydana getirmek. Yaratmak.
  • İlm-i Kelâmda: Cenab-ı Hakk'ın sübutî bir sıfatıdır ve ademden vücuda getirmesi, icad etmesidir.
  • Var etmek, meydana getirmek, yaratmak, Kelâm ilminde Allah'ın subûti bir sıfatıdır, yokluktan vücuda getirmesi, icad etmesidir.

tela'lu'

  • Açlıktan zayıflamak.
  • Küçük olmak.

telahuz

  • Gözucu ile bakma. Gözucu ile bakışma.

telid

  • (Telide) (Veled. den) Yabancı memlekette doğduğu halde küçük yaşta İslâm diyârına getirilerek orada büyütülmüş ve oranın tâbiiyetini kabul etmiş olan kişi.

tematti

  • (Matiyy. den) Vücutta duyulan ağırlıktan dolayı gerinme.
  • Yürürken sallanmak.

temren

  • Okların ucuna demir veya sarıdan takılan parçaya verilen addır. Menzil oklarına maden yerine kemik takılır ve ona da "soya" adı verilirdi. Temren ile soyanın takılışında fark vardı. Temren oka; ok ise soyaya takılırdı.

ten / تن

  • Gövde, beden, vücut. (Farsça)
  • İnsan bedeninin dış yüzü. (Farsça)
  • Vücut, beden. (Farsça)
  • Dış yüz. (Farsça)

ten-aver

  • (Çoğulu: Ten-âverân) Vücutlu, etine dolgun. (Farsça)

ten-dürüst

  • Sağlam vücutlu, kuvvetli. Vücudu sağlam olan. (Farsça)

tenavür

  • İri vücutlu kişi, iri yarı kimse.

tenbelit

  • Hayvan yükü. Küçük yük. (Farsça)

tene

  • Gövde, beden, cüsse, vücut. (Farsça)
  • Örümcek ağı. (Farsça)

tenekkus

  • Rücu' etmek, geri dönmek.

tenemmül

  • (Neml. den) Karınca gibi kaynama.
  • Vücudun bir tarafı, bir organı uyuşup karıncalanma.

tenevvüme

  • (Çoğulu: Tünüm) Kırlarda yetişen küçük yemişli bir ağaç.

tenperver

  • Rahatına düşkün. Tembel. Vücudunu beslemek telâşesinde olan. (Farsça)

tenu-mend

  • Gövdeli, iriyarı, vücutlu kimse. (Farsça)

teracu'

  • (Rücu. dan) Bir yere veya bir kimseye dönme.
  • Birinden ayrılma.
  • Dönme, vazgeçme.

terahhus

  • İzinli ve müsaadeli olma. Ruhsat bulma.
  • Ucuzlama.

teranekar / teranekâr

  • Terennüm eden. Öten, ötücü. (Farsça)

teranesaz / teranesâz

  • Öten, ötücü. (Farsça)

terci'

  • (Rücu'. dan) Geri döndürme, geri çevirme.
  • Sesini yükseltmek.

tercih ehli / tercîh ehli

  • Hanefî mezhebinde, dînî hükümleri bildiren fıkıh âlimlerinin beşinci tabakasında bulunan ve ictihâd (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden dînî hüküm çıkarma) gücüne sâhib olmayan, sâdece bağlı oldukları mezhebin kavillerinden (sözlerinden) ve hüküml erinden sahîh ve evlâ (en iyi) olanı seçen mukall

terehhus

  • Müsaade, ruhsat bulma.
  • Ucuzlama.

teribe

  • Parmak ucu.
  • Bir ot cinsi.

terkuve / ترقوه

  • Köprücük kemiği. (Arapça)

tesagur / tesâgur

  • Küçük görünme, küçülme.
  • Küçültme, küçüklük.

teşavüs

  • Gururlanıp gözücuyla bakmak.

teselli-amiz / teselli-âmiz

  • Teselli verici, avutucu, avundurucu.

tesettür

  • Kapanıp gizlenme. Örtünme.
  • Fık: Kadınların ve erkeklerin başkasına, nâmahremlere vücutlarının haram kısımlarını örtüp göstermemeleri.

tesevvür

  • Kadının çok doğurucu olması.

teşhiz

  • (Çoğulu: Teşhizât) (Şahz. dan) Sivriltme, keskinleştirme.
  • Bileme.
  • Gücünü, kuvvetini artırma.
  • Uyandırma.

teşkil

  • Vücud vermek. Suretlendirmek. Şekil vermek. Meydana getirmek.
  • Atın iki önayağı ve art ayağının birisinin beyaz olması.

teslis

  • Üçleme. Hristiyanların sonradan uydurdukları ve dinlerinin esasında olmayan bir akidedir ki; bazılarının hâşâ, Cenab-ı Hakk Üçdür, bazıları da Üçü birdir diyerek, Allah'a şerik ve ortak tanımaları. Cenab-ı Hakk'ı Üç Unsurdur diye tevehhüm etmeleri. (Ekanim-i selâse de denir.)

tesliyet-bahş

  • Avutucu, teselli verici. (Farsça)

tesliyet-kar / tesliyet-kâr

  • Avutucu, teselli verici. (Farsça)

teşrik günleri

  • Kurban bayramının ikinci, üçüncü ve dördüncü günleri. Bayramın birinci gününe yevm-i nahr (nahr günü), ikinci ve üçüncü günleri de kurban günü olduğundan hepsine birden "eyyâm-ı nahr" denir. Ondan evvelki güne Arefe günü denir. Ramazân-ı şerîf bayram ında arefe yoktur. Arefe, kurban bayramına mahsus

tetayür

  • (Tayeran. dan) Uçuşma. Uçuşup dağılma.

tevaif-i müluk / tevâif-i mülûk

  • Abbasî Devletinin parçalanmasıyla meydana gelen küçük devletler.

tevbe-i nasuh

  • Sâdık tevbe. Nasuh tevbesi. Rücu' ettiği günaha bir daha dönmemek veya tevbe eylediği günahı bir daha yapmamak için kasd ve niyet etmek ve bunda tam kararlı olmak.

tevcib

  • (Vücub. dan) Lüzumlu yapma, lâzım etmek, gerektirmek.
  • Bir iş için vakit belirlemek.

tevekkül-ü tembelane / tevekkül-ü tembelâne

  • Tembelce tevekkülde bulunma; üzerine düşen görev ve sorumlulukları yerine getirmeden sonucu Allah'tan isteme.

tevkis

  • Küçük odun parçalarını ateşe atmak.

tevlid

  • Çocuğu doğarken almak. Doğurmak. Doğurtmak.
  • Mc: Sebep olmak, vücuda getirmek.
  • Beslemek. Terbiye etmek.

tevşiye

  • Koğuculukta mübâlağa etmek. Dedikoduculukta mübâlağa yapmak.

tezellül etme

  • Alçalma, kendisini küçük düşürme.

tezellülat / tezellülât

  • (Tekili: Tezellül) Alçalmalar, küçülmeler, zillete katlanmalar.

tezlil etme

  • Aşağılama, küçük görme, horlama.

tezvir / tezvîr / تزویر

  • Arabozuculuk. (Arapça)

tezyif / tezyîf / تَزْي۪يفْ

  • Çürütmek. Küçük düşürmek. Eğlenmek, alaya almak.
  • Bir şeyin dışını tezyin ve tanzim edip, içini fena yapmak. Kötü ayar etmek.
  • Tahkir etmek.
  • Çürütme, küçük düşürme.
  • Küçük düşürme, aşağılama.

tezyif etme

  • Hakaret etme, küçük düşürme.

tezyifat / tezyifât

  • Alay etmeler, küçük düşürmeler.
  • Çürütmeler, küçük düşürmeler.

tezyifkarane / tezyifkârâne

  • Küçük düşürürcesine.
  • Alay ederek, küçük düşürerek.

tıfıl

  • Küçük çocuk, bebek.

tıfl / طفل

  • Küçük çocuk.
  • Her şeyin cüz ve parçası.
  • Batmaya yakın güneş.
  • Kıvılcım.
  • Küçük çocuk. Her şeyin cüz ve parçası. Batmaya yakın güneş..
  • Küçük çocuk. (Arapça)

tıktıka

  • Taşların birbirine dokunması sonucu çıkan ses.

tıla

  • (Çoğulu: Talyân) Küçük kuzu ve oğlak.
  • Mahpus kimse.
  • Diş sarılığı.

tinnin / tinnîn

  • Büyük yılan, ejder, ejderha.
  • Koz: Gökte yedi burc boyunca uzanan hafif beyazlık.
  • Ejderha burcu. Semânın şimal yarım küresinde Küçük Ayı burcunu etrafından saran, kıvrılıp bir yıldız dörtgeni ile nihayet bulan bir burç.

tir'abe

  • Deve hörgücünün bir miktarı.
  • Deve hörgücü.

topuz

  • t. Ucu top şeklinde sopadan ibâret eski silâh.
  • Top şeklinde toplanmış saç.
  • Kısa ve tıknaz kimse.

tufuliyet / tufûliyet

  • Çocukluk, küçüklük.

tufuliyyet

  • (Tufulet) Çocukluk. Küçüklük. Yavru oluş.
  • Ter u tazelik.

tukus

  • Yaban havucu.

tulu'

  • Doğma, doğuş. Birden zuhur etme.
  • Hücum etme.
  • Bir şeye vâkıf olup bilme.

turra

  • (Tuğra) Mühür. Pâdişah damgası. Pâdişahın imzası.
  • Kumaşın etrafındaki nişan ve işaret. Kumaşta ipekten çevrilen kenar.
  • Herşeyin ucu ve kenarı.
  • Alındaki saç. Tura.

tuveyrat

  • Kuşçuklar, küçük kuşlar.

tuveys

  • Küçük tavus kuşu.

u'cube

  • Taaccüb olunacak şey. Ucube. Pek acib ve garib olan.
  • Hayret edilecek derecede olan isti'dad.

ubeyd

  • Küçük kul, kulcuk.

ucb

  • (Ucub) Kibir, gurur. Kendini beğenmişlik. Ameline, yaptıkları işe güvenmek.
  • Varlığı nâdir olan şeyi görünce istiğrab etmek hâli.
  • Yabancı kadın taifesiyle beraber oturmak ve konuşmaktan pek hoşlanan.

ücret-i cüz'iye

  • Küçük ücret.

üçüncü maksad

  • Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfında yer alan bölüm.

udhukeperdaz / udhukeperdâz

  • Güldürücü, komik. (Farsça)

ugeylime

  • Küçük oğlan çocukları.

uhdud

  • (Çoğulu: Ahâdid) Çukur.
  • Uzun hat.
  • Yeryüzündeki uzun yarık ve çatlak.
  • Hendek.
  • Kamçı vurulmasından vücutta hâsıl olan yara ve iz.

ukkaze

  • (Çoğulu: Akâkiz) Ucu demirli sopa.

uknum / uknûm

  • Hıristiyanların kabûl ettiği teslis (üç tanrı) inancındaki üç asıl veya üç esas varlıktan her birine verilen ad. Üçüne birden üç uknum mânâsına ekânim-i selâse denir.

ulka

  • Kahvaltı.
  • Az nesne.
  • Küçük çocuklara yapılan elbise.

uluhiyet-i sariye ve hayat-ı sariye / uluhiyet-i sâriye ve hayat-ı sâriye / ulûhiyet-i sâriye ve hayat-ı sâriye

  • Vahdet-ül vücud ehlince kullanılan tasavvufî tabirler olup; İlâhî sıfatların ve hayatiyetin eşyaya sirayet etmesi, yani tecelli etmesi mânasında olan bu tabirlerden, ehil olmayanlar; Allah'ın tecessümünü veya eşyaya hulûl'ünü veya eşya ile ittihad ve ittisal'ini zu'metmek gibi bâtıl vehimlere düştül
  • Vahdetü'l-vücud ehlince kullanılan tasavvufî tabirler olup; İlâhî sıfatların ve hayatın eşyaya sirayet etmesi.

umre

  • Ziyâret etmek. Hac zamânı olan beş günü yâni Arefe ve Kurban bayramının dört günü dışında, istenildiği zaman ihrâma girip Kâbe-i muazzamayı tavâf etmek ve Safâ ile Merve arasında sa'y etmek (yürümek), saçı kazımak veya kesmekten ibâret olan ibâdet. Umreye Hacc-ı asgar (küçük hac) da denir.

ümüldan

  • Taze fidan. Körpe dal.
  • Genç, güzel.
  • İnce ve narin vücud.

unsur-u akide

  • İnanç unsuru; Muhâkemât'ın üçüncü makalesi.

ünün

  • Ayağı ve burnu kırmızı, vücudu kara olan bir kuş.

urvet-ül-vüska / urvet-ül-vüskâ

  • Tutunulacak en sağlam kulp.
  • İslâmiyet veya Kur'ân-ı kerîm.
  • Dinde güvenilir, kendisine uyulacak büyük âlim mânâsına, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin üçüncü oğlu olan Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî'nin lakabı.

usare

  • Vücud bezlerinden akan faydalı su. Sıkılmış şeylerden çıkan su. Öz su.

usde

  • Kaftan altına giyilen küçük gömlek.

useyle

  • Bal gibi tatlı olan küçük bir şey.
  • Çiftleşme, cinsî münasebet.

uşeyya

  • (Eşyâ. dan) Küçük şeyler, eşyacıklar.

usnun

  • (Çoğulu: Asânin) Sakal ucu.
  • Her nesnenin evveli.
  • Devenin çenesi altında olan uzun kıllar.

üss

  • Esas, asıl. Kök, temel.
  • Askerlikte herhangi bir düşman hücumuna karşı esas dayanak olmak üzere önceden hazırlanmış yer.
  • Harb gemilerinin, noksanlıklarını tamamladıkları yer.
  • Mat: Bir sayının hangi kuvvete çıkarıldığını gösteren sayı.

üştülümkar / üştülümkâr

  • Kavgacı, gürültücü. (Farsça)

ut'ut

  • Yiğit.
  • Küçük buzağı.

uzeyvat

  • (Tekili: Uzeyve) Küçük uzuvlar, uzuvcuklar.

uzima

  • Vücutta bir organın ateşsiz ve ağrısız olarak şişmesi.

uzuv

  • (Uzv) Bir canlının vücud yapısının kısımlarından herbiri. Azâ. Organ.

vacib / vâcib

  • (Vücub. dan) (Çoğulu: Vâcibât) Lüzumlu, mecburi olan.
  • Fık: Yerine getirilmesi her müslüman için gerekli ve borç olup, yapılmadığı takdirde büyük günah olan Allah'ın emirleri. Yapılması zannî delil ile belli olan. Terki câiz olmayan. Yapılması şer'an kat'i derecede bir delil ile sâbit

vacib-ül vücud / vâcib-ül vücud

  • Vücudu mutlak var olan, yokluğu mümkün olmayan Cenâb-ı Hak.

vacibu'l-vücud / vâcibu'l-vücûd

  • Vücudu mutlak var olan, yokluğu mümkün olmayan Allah.

vacid / vâcid

  • Vücuda getiren.
  • Varlıklı. Fâtır. Gani ve zengin.
  • Mevcud olan.
  • Var eden, vücuda getiren.

vahid-i kadir / vâhid-i kadîr

  • Herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi olan, ve birliği herşeyi kaplayan Allah.

vahim / vahîm

  • Korkutucu, tehlikeli.

vahşet

  • Ürkütücü yabanilik.

vahşet-engiz

  • Dehşet veren, ürkütücü.

vahşet-i cehalet

  • Cahillik vahşeti, ürkütücülüğü.

vahşetengiz

  • Korkunç, ürkütücü.

vahşetgah / vahşetgâh

  • Korkutucu yer.
  • Ürkütücü yer.

vahşetli

  • Ürkütücü.

vakıa-i cüz'iye

  • Küçük ve ferdî bir olay.

vakin

  • Oturucu, oturan.

varakpare

  • Kâğıt parçası. (Farsça)
  • Küçük yaprak. Yaprak parçası. (Farsça)
  • Ehemmiyetsiz yazı, tezkere. (Farsça)

varta / ورطه

  • Her çukur yer. Uçurum.
  • Kurtuluşun zor olduğu yer. Tehlike. Muhatara.
  • Uçurum, tehlike.
  • Uçurum. (Arapça)
  • Tehlike. (Arapça)

varta-i hayret

  • Tehlikeli, hayret uçurumu.

vaşi

  • (Çoğulu: Vüşât) Gammaz, koğucu, yalancı.

vasile / vasîle

  • Geniş yer.
  • Ucuzluk.
  • İmaret.

vassad

  • Ören, örücü, dokuyan, dokuyucu.

vav

  • Kur'an alfabesinde sondan üçüncü harftir. Ebced hesabında 6 sayısının karşılığıdır.

vazı' / vâzı' / واضع

  • Koyan, koyucu. (Arapça)
  • Hazırlayıcı. (Arapça)

vecar

  • (Çoğulu: Vücür - Evcire) Sel suyunun oyduğu yer.
  • Arslan ve kurt gibi vahşi hayvanların yatağı. İn.

vecenat

  • (Tekili: Vecne) Elmacıklar, yanaktaki yumrucuklar.

vecne

  • (Çoğulu: Vecenât) Elmacık, yanaktaki yumrucuk.

vedi

  • Küçük abdest bozduktan sonra çıkan beyazımsı su.

vefk-i müselles

  • Üçlü vefk; bir âyet veya ibarenin ebced ve cifir değerleri esas alınarak, dağıtıldığı ve üç rakamının karesi biçiminde dokuz küçük kareden oluşan tılsımlı kare alan.

vehd

  • (Çoğulu: Vihad) Derin vadi. Uçurum.

velayet-i suğra / velâyet-i suğrâ

  • Küçük derecedeki velilik.

velga

  • Küçük kova.

veli / velî

  • Sahib, mâlik.
  • Evliya.
  • Muin. Muhafaza eden.
  • Küçük çocukların hâlinden mes'ul kimse.
  • Sıddık.
  • Baba. Babanın babası, cedde de denir.
  • Fık: Hayatını mücadelelerle ve azimet ve fevkalâde bir zühd ve takva ile ibadet ve taata sarfederek kendisinden All
  • Sahip, malik, evliya, koruyucu, muhafaza eden, küçük çocukların durumundan sorumlu kişi, baba, ata.
  • Velâkin, fakat, amma.
  • Sahip, gözetici, koruyucu.

velvele-endaz / velvele-endâz

  • Gürültü patırtı eden. Gürültücü. (Farsça)

vems

  • Fücur, masiyet, günah.

verh

  • Hamâkat, ahmaklık, bilmezlik.
  • Ucuz et.

verta

  • (Çoğulu: Vırât) Çukur yer, varta, uçurum.
  • Halledilmesi, içinden çıkılması zor olan iş.

veşm

  • İğne ile kan çıkarmak suretiyle vücudda yapılan damga, işaret.

veter

  • Yayın çilesi. İp ve kiriş.
  • Bir kavsın iki ucu arasına çekilen doğru çizgi.
  • Kasları hareket ettiren kalın sinir.

vicar

  • (Çoğulu: Vücur - Evcire) Sel suyunun oyduğu yer.
  • Arslan ve kurt gibi vahşi hayvanların yatağı. İn.

vihad

  • (Tekili: Vehd) Derin vâdiler. Uçurumlar.

vikaye

  • Koruma. Koruyuculuk. Sahib olma. Arka çıkma. Kayırma.
  • Tıb: Herhangi bir hastalık için önleyici tedbir alma.
  • Koruma, koruyuculuk, sahip olma, arka çıkma, kayırma.

vırat

  • (Tekili: Verta) Vartalar, uçurumlar, çukurlar.
  • Halli güç, içinden çıkılması zor olan işler.

vişaye

  • Koğuculuk, dedikoduculuk, gammazlık.

vitamin

  • Vücudda yokluğu bazı hastalıklara yol açan ve taze yiyeceklerde ve bazı meyvalarda bulunan organik madde. A, B, C, D, E gibi remizlerle gösterilen çeşitleri vardır. (Fransızca)

vücubi / vücubî

  • Vücuba ait ve onunla alâkalı.
  • Müsbet.

vücud / vücûd / وجود

  • Vücut, varlık, gövde.
  • Varlık. (Arapça)
  • Beden. (Arapça)
  • Var oluş. (Arapça)
  • Vücûd bulmak: Meydana gelmek, oluşmak. (Arapça)

vücud-u adem

  • Yokluk vücudu.

vücud-u arızi / vücud-u ârızî / وُجُودُ عَارِض۪ي

  • Sonradan olan vücud.

vücud-u baki / vücud-u bâki

  • Sürekli vücud.

vücud-u beşer

  • İnsan vücudu.

vücud-u cismani / vücud-u cismanî

  • Maddî vücut, beden.

vücud-u daimi / vücud-u daimî

  • Ölümsüz, devamlı vücut.

vücud-u hakiki / vücud-u hakikî

  • Gerçek vücut.

vücud-u harici / vücud-u hâricî

  • Zâhir, ademden çıkmış olan. İlmî vücuddan âlem-i şehadete gelmiş olan. Maddî varlık, cismanî eşya.

vücud-u hissi / vücud-u hissî

  • His ile bilinen vücud. Hisse aid vücud, varlık. Duygulu cesed.

vücud-u insaniyet

  • İnsanın vücudu, beden.

vücud-u kıymetdar

  • Değerli vücut, kıymetli varlık.

vücud-u misaliye

  • Görüntüden ibaret vücut.

vücud-u vahid / vücud-u vâhid

  • Tek bir vücut, varlık.

vücud-u zahiri / vücûd-u zâhirî / وُجُودُ ظَاهِرِي

  • Görünürdeki vücut.

vüleyd

  • (Veled. den) Küçük çocuk.

vüreyd

  • Çok küçük damar.

vuzu'

  • Hakir etme. Kendini, nefsini tezlil ve tahkir etme, küçümseme.

yabende

  • Bulan, bulucu. (Farsça)
  • Keşfeden, kâşif. (Farsça)

yabnak

  • Bulan, bulucu. (Farsça)

yafes

  • Hz. Nuh'un (A.S.) üçüncü oğlu. Tufandan sonra Hazar Denizinin kuzeyinde yerleşmiştir.

yahte

  • Benzer, misil, eş, nazir. (Farsça)
  • Oda. (Farsça)
  • Küçük küp. (Farsça)

yavuz sultan selim

  • (Hi: 875-926) Osmanlı Padişahlarından dokuzuncusudur. Sultan Süleyman Han'ın babası, 2. Bayezid Han'ın oğludur.Azim ve sebat örneği olan ve memleket mes'elelerinde en küçük kusurları bile afvedemiyen Yavuz Selim, Çaldıran seferine çıkmıştı. Uzun müddet seferde olan askerleri bir gün padişahın çadırı

ye'sefza / ye'sefzâ / یأس افزا

  • Üzücü. (Arapça - Farsça)

yed

  • Kelime mânâsı "el" demek olup, Allahü teâlâ hakkında kudret, gücü yetmek mânâsı verilen lafız, söz.

yekvücud-u vahdani / yekvücud-u vahdânî

  • Tek bir vücut halinde.

yekvücut

  • Tek vücut, tek bir insan gibi birlik ve bütünlük içinde.

yele

  • Kuvvetle saldıran. (Farsça)
  • Otlağa salınmış hayvan sürüsü. (Farsça)
  • Koşan, koşucu, seğirten. (Farsça)
  • Bazı hayvanların ensesindeki kıllar. (Farsça)

yengeç

  • Çok ayaklı ve yan yan yürüyen, başının iki tarafında iki kıskacı olan deniz veya durgun sularda yaşayan bir küçük hayvan. (Türkçe)

yezidiler / yezîdîler

  • Hazret-i Ali'ye düşman olan ve şeytana tapan kimselerin mensûb olduğu bozuk fırka. İbâdiyye fırkasının kurucusu Abdullah bin İbâd'ın adamlarından Yezîd bin Enîse'ye uydukları için bu adı almışlardır. Emevî halîfelerinden Yezîd'in bunlarla hiçbir ilgi si yoktur.

yusuf

  • Hz. Yakub'un (A.S.) oniki oğlundan en küçüğü idi. Babası kendisini çok severdi. Gördüğü bir rüyayı babası tabir ederek peygamber olacağını ve bütün kardeşlerinin kendisine itaat edeceklerini söyledi. Kardeşleri kendisini kıskandıkları için bir hile ile izini kaybetmek istediler ve bir kuyuya attılar

zaika

  • (Zevk. den) Tatma, tad alma. Tad alıcı kuvvet, tad duyurucu hassa.

zail / zâil / زائل

  • Geçip gidici, yok olucu.
  • Yok olan, yok olucu. (Arapça)
  • Zâil olmak: Yok olmak, ortadan kalkmak. (Arapça)

zailat-ı faniye / zâilât-ı fâniye

  • Geçici, yok olucu şeyler.

zamile

  • (Çoğulu: Zevâmil) Yük hayvanı.
  • Küçük yük.

zaraat

  • (Derâat) Alçalma. Kendini küçük görme, küçültme.

zarib

  • (Çoğulu: Zırâb) Bir ucu keskin yerli taş.
  • Küçük tepe.

zat-ı kadir / zât-ı kadîr

  • Herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah.

zaviye / zâviye / زاویه

  • Köşe.
  • Küçük tekke.
  • İki çizginin birleşmesi ile hasıl olan köşe, şekil.
  • Mat: Birbiriyle kesişen iki satıh veya iki çizginin birleştiği yerde meydana gelen açıklık. Açı. Açı ölçü birimi 360 eşit parçaya bölündüğü takdirde "derece", 400 eşit parçaya bölündüğü takdirde "g
  • Küçük tekke, zikir veya ders için toplanılan yer.
  • Eskiden büyük kervanların geçtiği ıssız yollarda veya köy ve kasabalarda; dînî ilimlerin, İslâm ahlâkının ve fen ilimlerinin öğretilmesi, yolcuların barınması maksadıyla kurulan yer; küçük tekke.
  • Tasavvufta bulunan kimselerin, ibâdet için çekildiği tenhâ yer.
  • Açı. (Arapça)
  • Köşe. (Arapça)
  • Küçük tekke. (Arapça)

zebh

  • Boğazlama, kesme. Hayvanın boğazındaki yemek borusu, hava borusu, iki yandaki kan damarından üçünü bir anda kesmek.

zed

  • "Vurucu, vuran" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Guş-zed : Kulağa çalınan. Zeban-zed : Yayılmış söz.

zehr-i katil

  • Öldürücü zehir.
  • Öldürücü zehir.

zelef

  • Burnun küçük ve ucunun, gerisine eşit olması. (O burun sahibine "ezlef" derler) (Müe: Zülefâ)

zellaka / zellâka

  • Dilin ucuyla veya dudak hareketiyle çıkartılan hafif harfler.

zenberek

  • (Zenburek) Hareket ettirmeğe yarıyan yay. Saatin zenbereği. (Farsça)
  • Hayvan üzerinde taşınan ve ateşlenebilen küçük top. (Farsça)
  • Mc: Faaliyet ve harekete sebep olan şey. (Farsça)

zenberiyye

  • Büyük cins bir gemi.
  • İri vücutlu, enli erkek.

zenburek

  • Zenberek. (Farsça)
  • Tar: Hayvan ile taşınan eski küçük toplar. (Farsça)

zenek

  • Küçük kadın. (Farsça)

zengar / zengâr

  • Bakır pası nev'inden bir mâden. Boyacılar kullanılır. Öldürücüdür. Yeşil renktedir.

zenme

  • Keçinin kulağı ucunda küpe gibi sarkan kıllar.
  • Devenin kulağından kesip ilişik koydukları parça.

zerdüşt

  • Mecûsîliğin kurucusu.

zerk

  • Hile. Riya. İki yüzlülük.
  • Şırınga yapmak, iğne ile vücuda ilâç vermek.

zerr

  • Zerre, en küçük parça.
  • Karınca yumurtası.
  • Ayırmak.

zerrat / zerrât

  • Atomlar, en küçük madde parçaları.

zerrat-ı vücudiye / zerrât-ı vücudiye

  • Vücudun hücreleri.

zerre / ذره / ذَرَّه

  • (Çoğulu: Zerrat) Pek ufak parça.
  • Atom.
  • Çok küçük karınca.
  • Güneş ışığında görünen ufacık tozlar.
  • Küçük boylu adam.
  • En küçük parça, molekül. (Arapça)
  • Azıcık, birazcık. (Arapça)
  • En küçük parça.

zerre kadar

  • Çok az, en küçük.

zerre-i cazibe / zerre-i câzibe

  • Çekim zerresi; çekim gücüne sahip parça, çekirdek.

zerre-i şeffafe / zerre-i şeffâfe

  • Şeffaf ve saydam zerre, ayna gibi yansıtma özelliği olan küçük maddeler.

zerrevari / zerrevâri

  • Zerre gibi çok küçük. (Farsça)

zeval

  • Zâil olma, sona erme.
  • Gitmek. Yerinden ayrılıp gitmek.
  • Güneşin tam ortada gibi, baş ucunda bulunduğu zaman.
  • Güneşin nısf-ı nehar dairesinden batmaya doğru dönmesi. Seyrinin sonuna yaklaşması.
  • Zail olma, sona erme.
  • Aşağılama, inme.
  • Güneşin başucunda, tam tepeden bulunma zamanı zeval vakti, öğle vakti.

zevalpezir / zevâlpezîr / زوالپذیر

  • Yok olucu, fani. (Arapça - Farsça)

zevamil

  • (Tekili: Zâmile) Küçük yükler.
  • Yük hayvanları.

zevari'

  • Küçük tuluklar.

zevaya / zevâyâ / زوایا

  • Açılar. (Arapça)
  • Köşeler. (Arapça)
  • Küçük tekkeler, zaviyeler. (Arapça)

zevreka

  • (Çoğulu: Zevrak-Zevârik) Ölçek.
  • Küçük gemi.

zırban

  • (Çoğulu: Zerâbin) Kokarca denilen küçük, kediye benzer, çirkin kokulu bir hayvan.

zırh

  • Demirden yapılmış koruyucu giysi, savaş elbisesi.

zıvana

  • İki ucu açık küçük boru. (Farsça)
  • Birbirine geçen şeylere açılan boru şeklinde delik. (Farsça)
  • Küçük boru.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın