REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te Ütü ifadesini içeren 1823 kelime bulundu...

husuf namazı / husûf namazı

  • Ay tutulduğunda kılınan namaz.

misak / mîsâk

  • Söz verme, sözleşme, andlaşma.
  • Allahü teâlânın, Âdem aleyhisselâma ve bütün zürriyetine (ondan gelecek insanlara); "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye hitâb buyurması, onların da; "Evet, sen Rabbimizsin" diye cevab vermeleri.
  • Yemîn ile kuvvetlendirilen söz verme.

a'mide

  • (Tekili: Amud) Direkler. Temeller. Sütunlar.
  • Mc: Büyük kimseler. Büyükler.

a'taf

  • (Tekili: Atf) Meyiller.
  • Merhametler, şefkatler, lütuflar, ihsanlar.

abd-i külli / abd-i küllî

  • Bütün varlıkların ibadetlerini kendi şahsında temsil eden kul.

abdullah

  • Allah'ın kulu.
  • Bu isim Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın mübarek ve şerefli isimlerindendir. Çünkü, Allah'a itaat ve ibadette, kulluk yapmada devamlı ve en ileride olup bütün ömürlerinde Cenab-ı Hakka maddi manevi bütün hâlâtında itaatttan ayrılmamıştır (A.S.M.). Hem muhterem ba

abdurrahman bin avf

  • Aşere-i mübeşşereden ve çok fedakar olan Sahabelerdendir. İlk müslüman olan sekiz kişiden birisidir. Bütün ihya-yı din için olan muharebelerde çok fedakârlıkta bulunmuş, birisinde yirmibir yerinden yaralanmıştı. Bir gazada oniki dişini birden kaybetmişti. Medine'ye ve Habeşistan'a hicret edenlerdend

acac

  • Toz.
  • Tütün.
  • Bulut.
  • Duman.

aciyy

  • (Çoğulu: Acâyâ) Anası öldüğünden, başka kimsenin sütüyle beslenen çocuk.
  • Anası sütünü vermeyip yemeği öğrettiği çocuk.

adalet-i kübra / adâlet-i kübra

  • Bütün hak sahiplerine haklarının verildiği ve bütün haksızlardan hesap sorulduğu büyük adâlet.

adalet-i mahza-yı kur'aniye / adalet-i mahzâ-yı kur'âniye

  • Kur'ân'da emredilen ve bütün yönleriyle hak ve hukuku esas alan adalet; 'Hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz' şeklinde ifade edilen, ferdin ve masumun hakkını hiçbir gerekçeyle çiğnenmesine izin vermeyen adalet.

adem / âdem

  • Kur'ân-ı kerîmde ismi geçen peygamberlerden. Yeryüzünde yaratılan ilk insan ve ilk peygamber, bütün insanların babası.

adem-i merkeziyyet

  • Bir idâri taksimattaki parçaların (vilâyet, belediye ve köy) muayyen hususlarda kendi kendilerine idare yetkileri. Bir yere bağlı olmaksızın veya bir yerden idare edilmeksizin olan muamele. Bütün kısım ve şubelerin kendi kendilerini idare tarzı.

adetullah / âdetullah

  • (Sünnetullah da denir.) Tabiatta canlı cansız bütün varlıkların nasıl hareket edeceklerini belirliyen Allah'ın emirleri, O'nun koyduğu değişmez düzen. Meselâ oksijenle hidrojenin birleşmesinden su meydana gelir. Işık, geldiği açıya eşit bir açı ile yansır ki, bunlar birer âdetullahdır. "Âdetullah" y

afir

  • Güneşte kum üstünde kurutulan et.

afyon

  • Lât. Haşhaş sütünün birikmesinden ibaret bir madde.

ahd ü misak / ahd ü mîsâk

  • Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı yaratınca, kıyâmete kadar bütün zürriyetini (neslini) zerreler hâlinde onun belinden çıkarıp, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye buyurduğunda onların; "Evet, sen Rabbimizsin!" diye söz vermeleri.

ahek-i siyah

  • Rutubete dayanıklı olan bir cins çimento.

ahiret / âhiret

  • Bu dünyadan sonra gideceğimiz ebedi âlem. Âhiret, kıyamet koptuktan sonra, bütün varlıkların ve insanların devamlı kalacakları yerdir. Orada ölüm yoktur, hayat sonsuzdur; dinin emirlerine bağlı olanlar için cennet; dine bağlı olmıyanlar için de cehennem vardır. Âhirete inanmayan insan müslüman olama

ahkam-ı ezeli / ahkâm-ı ezelî

  • Bütün zamanlarda geçerli olan ezelî hükümler, esaslar.

ahkam-ı rububiyet / ahkâm-ı rububiyet / ahkâm-ı rubûbiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan mâlikiyeti ve rububiyetinin hükümleri.
  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi ile ilgili hükümler.

ahlak / ahlâk

  • (Hulk.C.) Huy, tabiat. İnsanın davranış tarzı, tutum ve tavrı, bir cemiyette makbul ve iyi sayılan davranış kuralları. Bu kural ve kaideleri inceliyen ilim. Ahlâkın kaynağı ve mahiyetini inceliyen felsefe.Filozoflar hangi hareketlerin iyi, hangilerinin kötü olduğu ve insanın neden ahlâk kaidelerine
  • Huy, tabiat, insanın davranış tarzı, tutum ve tavrı.

ahmed-i faruki / ahmed-i fârukî

  • (Hi. 971-1034) (İmam-ı Rabbanî) Hz. Ömer (R.A.) ahfadından olduğundan Fârukî denilmiştir. Kendisi demiştir ki: "Hakaik-i imaniyeden bir mes'elenin inkişafını, binler ezvak ve mevâcid ve kerâmata tercih ederim." Hem demiş ki: "Bütün tarikatların nokta-i müntehası hakaik-i imâniyenin vuzuh ve inkişâfı

ajanda

  • Akılda tutulması icab eden şeyleri not etmeye yarayan, takvim şeklinde tanzim edilmiş defter.

akkal / akkâl

  • Çok yiyen, obur.
  • Tıb: Etrafındaki etleri çürütüp mahveden (yara).

akraba-i taallukat / akraba-i taallûkat

  • Hısım akraba; yakın uzak bütün akrabalar, aile çevresi.

aktab / aktâb / اقطاب

  • (Tekili: Kutb) Kutublar. Hak tarikatların reisleri, şahları.
  • Kutuplar, büyük velilerden zamanının en büyük mürşidi olan kimseler.
  • Kutublar. Tasavvufta yüksek derecelere ulaşmış mübârek, kıymetli zâtlar Kutb'un çokluk şeklidir.
  • Kutublar, büyük evliyalar.
  • Kutuplar. (Arapça)
  • Azizler. (Arapça)
  • Efendiler. (Arapça)

aktab-ı aşıkin / aktâb-ı âşıkîn

  • Allah'a âşık tarikat şeyhleri, kutupları.

aktab-ı ehl-i beyt

  • Ehl-i Beytten yetişen kutublar. Yâni, büyük mürşidler.

aktab-ı erbaa / aktâb-ı erbaa

  • Ehl-i sünnet âlimleri ve mütebahhir ve maneviyatta çok ileri zatlar tarafından şimdiye kadar dört büyük kutup olarak bilinen veliler. (Seyyid Abdulkadir-i Geylâni, Seyyid Ahmed-i Bedevi, Seyyid Ahmed-i Rufâi, Seyyid İbrahim Desuki.)
  • Dört büyük kutub zât (Seyyid Abdülkadir-i Geylâni, Seyyid Ahmed-i Bedevî, Seyyid Ahmed-i Rufâî ve Seyyid İbrahim Desukî).

aktab-ı hamse-i azime / aktâb-ı hamse-i azîme

  • Beş büyük kutup.

aktar / aktâr

  • (Tekili: Kutr) Kuturlar. Çaplar. Dâirenin merkezinden geçen doğru hatlar.
  • Her taraf.
  • Güzel kokulu yağlar vesaire satan adam. Güzel kokular tâciri.
  • Ecza, ilâç satan adam.
  • Mahalle aralarında bazı baharatla iğne, iplik vesaire satan satıcı.
  • Kuturlar, çaplar, dairenin merkezinden geçen hatlar, bölgeler, taraflar. Her taraf.

aktivizm

  • Hakikatin, düşüncede kalmasından ziyade, hayat ve fiile intikalini ve bütün ilimlerin, cemiyetin gelişmesine hizmet etmesini isteyen ve böylece iradenin faaliyet ve tesirliliğini açıklayan felsefî bir meslek.

aky

  • Koyu olan ve birbiri üstüne sağılmış olan koyun sütü.

al-i ibrahim / âl-i ibrahim

  • Hz. İbrahim Peygamberin (A.S.) neslinden gelen ve onun mânevi yolunda yürüyenler. Bütün müslümanlar, Mü'minler.

ala

  • Bahşişler. Lütuflar. Nimetler. İhsanlar.

alak

  • Kan. Kızıl veya koyu ve uyuşuk kan.
  • Yapışkan veya ilişken nesne.
  • Hayvanat.
  • Bir işe mülâzemet eylemek.
  • Husumet-i lâzime veya muhabbet-i lâzime. Aşk ve muhabbet eylemek. Bir işe başlayıp o işe devamlı olmak.
  • Bir şeye ilişip tutulmak.
  • Yapışkan, ba

alaka / عَلَقَه

  • Ana rahmi duvarına tutunmuş asılı bir hücre topluluğu, insan yaratılışının ilk safhası.

alelumum

  • Genellikle, bütünüyle.

alem / âlem

  • Bütün cihan. Kâinat.
  • Dünya.
  • Her şey.
  • Cemaat.
  • Halk.
  • Cemiyet. Dehr.
  • Hususi hal ve keyfiyet.
  • Bir güneş ile ona tâbi olan ve etrafında devreden seyyarelerin teşkil ettiği dâire.

alem-efruz / âlem-efruz

  • Âlemi parlatan, bütün âleme ışık saçan. (Farsça)

alem-i esir / âlem-i esir

  • Bütün kâinatı kapladığı farz edilen ince ve lâtif maddenin bulunduğu âlem.

alem-i islamın şahs-ı manevisi / âlem-i islâmın şahs-ı mânevîsi

  • Bütün İslâm âleminden meydana gelen mânevî şahıs; tüzel kişilik.

alem-i kebir / âlem-i kebîr

  • İnsandan başka bütün mahlûkât, kâinat ve içindekiler.

alem-i misal / âlem-i misâl

  • Rüyâda görülen âlem. Dünyada mevcud bulunan bütün eşya ve zuhura gelen bütün ef'âlin aynısı ile müretteb ve mütekevvin olan bir tarzı veya âlem-i ruhâninin bir nev'i.

alem-i misali / âlem-i misalî

  • Görüntüler âlemi; bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem.

alem-i misaliye / âlem-i misaliye

  • Bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem.

alem-şümul / âlem-şümul

  • Evrensel, bütün cihanı kaplayan.

alemgir / âlemgir

  • Bütün âleme yayılan, cihanı kaplayan, dünyayı zapteden. (Farsça)

alemlerin rabbi / âlemlerin rabbi

  • Bütün âlemleri idare ve terbiye eden Allah.

alempesend / âlempesend

  • Bütün herkesin hoşuna gidip beğendiği şey. (Farsça)

alemşümul / âlemşümul / âlemşümûl

  • Bütün dünyayı alâkadar eden, dünyayı kaplayan ve her yerde tanınmış olan.
  • Bütün âlemi kaplayan, evrensel.

alim-i inayetkar / alîm-i inayetkâr

  • Sonsuz lütuf, yardım ve ihsan sahibi ve herşeyi hakkıyla bilen, ilmi herşeyi kuşatan Allah.

allah

  • İnsanı, dünyayı, kâinatı, görülen veya görülemiyen bütün varlıkların yaratıcısı. Allah ezelidir; yani varlığının başlangıcı yoktur, çünki yaratılmamıştır ve varlığı devamlıdır, sonsuzdur. Hiç bir şey yokken o yine vardı. Allah'ın ilmi, kudreti ve iradesi ve diğer sıfatları da sonsuzdur. O herşeyi ve
  • Bütün varlıkları yaratan Halıkımızın has ismi.

allah-ı kerim / allah-ı kerîm

  • Sınırsız ikram, lütuf, ihsan ve cömertlik sahibi Allah.

allam-ül guyub / allâm-ül guyub

  • Esma-i Hüsnadandır. Bütün gaybları, geçmişi, geleceği, hazırda olmayanı, dünyadakileri, âhirettekileri ve her şeyi bilen Cenab-ı Hak.

allamü'l-guyub / allâmü'l-guyûb

  • Gayb âlemini ve bütün gizlilikleri çok iyi bilen Allah.
  • Esmâ-i Hüs-nâ'dan biri, bütün gizlileri bilen Allah.

amed

  • Sütunlar.
  • Birşeye devam üzere olma.
  • Mülâzemet etme.

amel defteri

  • İnsanların dünyâda iken yaptığı bütün işlerinin yazıldığı ve Arasât meydanında herkese verilecek olan defter.

amme nevaluhu / amme nevâluhu

  • "Allah'ın bağış ve ikramı bütün varlığı kaplamıştır".

amme nevalühü

  • "Cenâb-ı Hakkın lütuf ve ihsanı herkese veya herşeye şâmildir." meâlinde.

amud / amûd

  • Dik, dikine. Sütun, direk.
  • Direkler, sütunlar.
  • Direk, sütun.

amud-u nurani / amud-u nuranî / amud-u nurânî / amûd-u nuranî

  • Nurdan sütun, nurlu sütun.
  • Nurlu sütun.
  • Nurlu, parlak sütun, nurlu direk.

analoji

  • Mant. Benzetme yoluyla sonuç çıkarma. Bilinmeyen bir durum, bir hadise, bir münasebet ve bir varlık hakkında hüküm vermek için bilinen bir benzeri hakkındaki bilgilerden faydalanılarak muhakeme yürütülmesidir. Bu tarz düşünce çok defa düşüneni yanlış sonuca götürür. Muhtemel olanın muhakkak zannedil

ane / âne

  • Bir aşiretin bütünlüğü veya işleri veya şerefi.
  • Dişi ve yabani eşek.
  • Yabani eşek sürüsü.
  • Cedi (keçi) burcundan bir kısım yıldızlar.
  • Kasık kılı.
  • Apış arası, kasık.

anestezi

  • yun.Tıb: Bütün vücutta veya vücudun bir kısmında hislerin az veya çok miktarda kaybı.

anka / ankâ / عنقا

  • Zümrütüanka, (Arapça)

ansiklopedi

  • yun. Bir sahadaki bilgileri veya bütün bilgileri sistemli veya alfabetik bir şekilde sıralayan eser.

antranik

  • Ermeni örgütünün liderlerinden biri.

arak

  • Ter, rutubet.
  • Dağdaki yol.
  • Çukur.
  • Deve izleri.
  • Sıra sıra olan şey.
  • Zenbil.
  • Menfaat, sevab, karşılık.
  • Süt.

ard

  • Buğday ve diğer tahıllardan öğütülen un. (Farsça)
  • Buğdayı değirmen taşına akıtan oluk. (Farsça)

armatür

  • Lât. Fiz: Kuvvet akımını toplu bir hale koymak için mıknatısın kutupları arasına yerleştirilen demir parçası.
  • Kondansatördeki iki iletken yüzeyden her biri.

arş-ı rahman / arş-ı rahmân

  • Bütün yaratılmışları şefkat ve merhametle besleyip büyüten Allah'ın tasarruf dairesi, makamı.

arşu'r-rahman / arşu'r-râhmân

  • Bütün yaratılmışları şefkat ve merhametle besleyip büyüten Rahmân isminin tasarruf dairesi, makamı.

arz-ı belde ta'yini

  • Ast: Herhangi bir bölgede kutup yıldızı veya diğer yıldızlarla astronomik hesaplar yapmak suretiyle o yerin arzını tayin etmek.

as'ase

  • (Is'as) Yönelme. Arka çevirme.
  • Gece karanlığı gelmeğe başlamak veya gitmek.
  • Bulutun yere yakın olması.

asen

  • Tütün, duhan.

ashab-ı kehf / ashâb-ı kehf

  • Mağara arkadaşları. Bunlar, zamanlarındaki zalim hükümdarlarının şerrinden mağaraya sığınan ve orada yıllarca uyutulduktan sonra tekrar diriltilen, köpekleri ile birlikte, yedi sekiz kişiydiler.

ashab-ı kütüb-i sitte / ashâb-ı kütüb-i sitte

  • Kütüb-ü sitte ashabı, meşhur altı sahih hadis kitabı olan Sahih-i Buhâri, Sahih-i Müslim, İbn-i Mâce, Ebu Davud, Tırmizi ve Neseî'nin yazarları.

ashab-ı suffa / ashâb-ı suffa

  • Suffa ehli. Bunlar, Hz. Peygamberin (A.S.M.) mescidine bitişik üstü örtülü, etrafı açık bir yerde otururlardı ve orada yaşarlardı. Bu zatların yaşayışları ve hâlleri din hizmeti, hayatı bakımından büyük değer taşımaktadır. Bütün hayatları Peygamberimiz'in (A.S.M.) yanında bulunarak Kur'ânın en yükse

ashab-ı yemin / ashâb-ı yemin

  • Ahid ve yeminlerinde sebât edenler. Kendi kazançlarından ziyâde Cenab-ı Hakk'ın lütuf ve ikrâmına kavuşacakları ümid edilenler. Allah'a itâatleri ve amelleri iyi olup ahirette amel defterleri sağ taraftan verilecek olanlar. Sağcılar. Mukaddesatçılar. Kur'an ve İmân yolunda Allah (C.C.) için çalışanl

aşi

  • Akşam.
  • Akşam yemeği.
  • Tavuk karasına tutulan kimse.

asif

  • (Çoğulu: Usefâ) Para ile tutulan işçi, yevmiyeci, gündelikçi.

asile

  • (Çoğulu: Asâil) Bir şeyin tamamı, bütünü.
  • Öğleden sonranın son kısmı, akşam üzeri.
  • Ölüm, mevt.

asiye / âsiye

  • Kederli, hüzünlü kadın.
  • Sütun, kolon, direk.
  • Hz. Musa'yı (A.S.) Nil nehrinden çıkararak büyütüp yetiştiren kadın. Firavunun zevcesinin ismi.

ata / atâ

  • Verme. Bağışlama. Bahşiş. Lütuf. İhsan.
  • İhsân, lütuf, bağış. Buna atiyye de denir.
  • İhsan, lütuf, bağışlama.
  • Verme, lütuf, ihsan.

ata ender ata

  • Lütuf içinde lütuf, ihsan üzerine ihsan.

ata-ender / atâ-ender

  • Lütuf ve bağış içinde.

ata-yı mahz / atâ-yı mahz

  • Sâf, halis lütuf, bağış, Allah vergisi.

atam

  • (Tekili: Utum) Yüksek binalar, köşkler, hisarlar.

ataya

  • (Tekili: Atiyye) Bahşişler. İhsanlar. Lütuflar.

atele

  • (Çoğulu: Utül) Rende.
  • Kalın ve büyük asâ.
  • Fârisi yayı.
  • Doğurmamış dişi deve.

ateş-efruz / ateş-efrûz

  • Ateş yakan, ateş tutuşturan. (Farsça)

atil

  • Para karşılığı tutulan yardımcı, asistan.

atiyye

  • Hediye. Bahşiş. Lütüf ve ihsan.
  • İhsan, lütuf, muhtaç olanlara yapılan bağış.

atle

  • (C. Utül) Rende.
  • Yoğun büyük asâ.
  • Büyük iğne demiri. Farisî yayı.
  • Doğurmamış dişi deve.

atmosfer

  • Dünyanın çevresini kuşatan 100 km. kalınlığında, çeşitli gazlardan meydana gelen gaz tabakası. Başka gök cisimlerini kuşatan gaz tabakalarına da atmosfer denir.
  • Bir yerdeki mânevi hava.
  • Basınç birimi. 0 derecede 76 cm. yükseklikteki bir civa sütununun 1 cm. karelik alan üzeri

atum / atûm

  • Akşam vaktinin dışında sütünü vermeyen deve.

avniye

  • Serasker Hüseyin Avni Paşa tarafından ilk olarak, daha sonra da Sultan Mecid ve Sultan Aziz zamanında giyilen kolsuz asker kaputu.
  • Bir nevi yağmurluk.

ayine-i ahmediye / âyine-i ahmediye

  • Hz Muhammed'in (a.s.m.) Allah'ın bütün güzelliklerini yansıtan bir ayna olması.

ayine-i esma-i rabbaniye / âyine-i esmâ-i rabbâniye

  • Bütün varlıkları idare, tedbir ve terbiye eden Allah'ın isimlerinin aynası.

ayinedarlık / âyinedarlık

  • Aynalık, ayna tutuculuk.

ayn-ı inayet

  • Lütuf ve ihsanın ta kendisi.

ayn-ı zat-ı akdes / ayn-ı zât-ı akdes

  • Bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah'ın bizzat kendisi.

aytemus / aytemûs

  • (Çoğulu: Atâmıs) Bütün vücut organları yerli yerince ve tam olarak yaratılmış olan.

azam-ı aktab / âzam-ı aktâb

  • Kutupların, Allah'ın sevgili kulları velilerin ileri gelenlerinin en büyükleri.

azerm

  • Şefkat, merhamet. (Farsça)
  • Haşmet, büyüklük, azamet. (Farsça)
  • Haya, utunma. (Farsça)

bahz

  • Sıkıntılı olma, can sıkma.
  • Yük ağır gelip hayvanı çökertme.
  • Bir adamı çenesinden, sakalından tutup çekme.

bankiz

  • Kutub bölgelerinde deniz suyunun donmasıyla meydana gelen buzların tamamı. Bunlar ençok Kuzey Buz Denizinde görülürler.

bast fi makam-il-kalb / bast fî makam-il-kalb

  • Nefis makamında ricâ mesabesindedir. Lütuf ve rahmeti, kurb ve ünsü kabule işarettir.

batın / bâtın

  • Bütün varlıkların içini yaratan ve dahiline hükmeden Allah.
  • Bütün varlıkların iç yüzünü ve özellikle canlıların içlerini mükemmel bir fabrikanın harika makineleri gibi yaratan ve işleten Allah.

batş

  • Şiddetle tutup kapma. Kuvvet. Şiddet.
  • Hastalık geçtikten sonraki zayıflık.

bebr

  • Kaplana benzer, ondan daha büyükçe ve pek yırtıcı bir canavar ki, Hindistanda ve Afrikada bulunur. Saldırdığı zaman derisindeki tüyleri kabarıp korkunç bir manzara arzeder. Arslanı bile korkutur bir hayvandır. (Farsça)

bed-maye / bed-mâye

  • Soysuz, sütü bozuk.

bedel-i küll

  • Kapalı bir söze bütün yönleriyle yapılan açıklama.

beden

  • (Çoğulu: Ebdân) Gövde, vücut, ten.
  • Vücudun kol, bacak ve baş gibi ayrıca kısımlarından başka diğer merkezi kısmı.
  • Ağacın dal ve budaktan başka olan kısmı, kütük.
  • Kale bedeni.

bedeviyet-i sırf

  • Bütün yönleriyle bedevîlik ve köylülük, medenî olmama özelliği.

bedil

  • Bir şeyin mukabili, karşılığı.
  • Tutuşulan bir bahiste yenilen veya aldananın vereceği şey.
  • (Çoğulu: Ebdâl) Sâlih kişi.

bedmaye / bedmâye

  • Ahlâksız. (Farsça)
  • Soysuz. Sütü bozuk. (Farsça)
  • Sütü bozuk.

behr

  • Nasip.
  • Galip olmak.
  • Nefesi tutulmak.
  • Ümidin boşa çıkması.
  • Felâket, musibet.
  • Uzaklık, mesafe.

bek'

  • (Çoğulu: Bilkâ) Sütü az olan davar.

bel' / بلع

  • Yutma. (Arapça)
  • Yutulma. (Arapça)
  • Bel' edilmek: Yutulmak. (Arapça)
  • Bel' etmek: Yutmak. (Arapça)

bel' olunma

  • Yutulma.

bel'-i lokma

  • Lokmanın yutulması.

belel

  • Yaşlık, rutubet, ıslaklık.
  • Zafer, galibiyet.
  • Mihnet, keder, üzüntü.
  • Mücadele, kavga.
  • Hastalıkdan iyileşen.
  • Düşkünlük.

bende-zade

  • Köle çocuğu. (Farsça)
  • Mc: Çocuğunu onun kölesi yerinde tutup mütevâzi muâmelede bulunan. (Farsça)

berahin-i vahdaniyet / berâhin-i vahdâniyet

  • Allah'ın bütün varlıkları kaplayan birlik tecellisinin delilleri.

beraya

  • (Tekili: Beriye) Halk. Bütün mahlûkat.
  • Halkın kılıç kullanabilenleri ve vergi hârici tutulan müslüman kısmı.

bercis

  • Müşteri denilen gezegen.
  • Bol sütü olan deve.

berdar

  • Asılmış, yukarı kaldırılmış. (Farsça)
  • Tutucu. İtaat edici ve ettirici. (Farsça)
  • Meyveli. Meyve verici olan. (Farsça)

bergerde

  • Hatırda tutulmuş, ezberlenmiş, hıfzedilmiş. (Farsça)

berud / berûd

  • Soğutucu.
  • Göze çekilen sürme.

beşel

  • İki kimsenin birbiriyle tutuşması. İki şeyin birbirine sarılması. (Farsça)
  • Beşelîden masdarından emir ki; asıl, sarıl, mânâlarına gelir. (Farsça)

beşer

  • İnsan, bütün insanlar.
  • Ebu'l-Beşer: İnsanlığın babası, Hz. Âdem.

beste

  • Bağlanmış, bitiştirilmiş, bağlı. (Farsça)
  • Kapalı. Tutucu. Donmuş. (Farsça)
  • Bir nevi ipek kumaş. (Farsça)
  • Gr: "Besten" fiilinin ism-i mef'ulüdür. Kelimelerin başına veya sonuna getirilerek mürekkeb kelimeler (Birleşik kelimeler) yapılır. (Farsça)
  • Müzikte: Şarkının makam ve âhengi. (Farsça)

beste-dem

  • Nefesi tutulmuş. (Farsça)

bevarid

  • (Tekili: Bârid) Soğutulmuş yemekler.
  • Omuzlarda boyun arasında, gerdanın yanında veya kulaklar arasında ve ensede olan etler.
  • Sakat şeyler.

bevz

  • Rutubetten dolayı yiyecek ve giyeceklerde meydana gelen yeşil renkte küf. (Farsça)
  • Ağacın, kök kısmına yakın olan yerleri. (Farsça)
  • Eşek arısı. (Farsça)

beyanat

  • (Tekili: Beyan) Nutuklar, izahlar, açıklamalar, beyanlar.

bezm-i ezel-i elestü

  • Cenâb-ı Hak ezelde ruhları yarattığında, "Ben Rabbiniz değil miyim?" şeklindeki soruya bütün ruhların, "Evet Sen Rabbimizsin" diye söz vermeleri ânı; "Elest meclisi" veya "Bezm-i elest" şeklinde de ifade edilir.

bi-

  • Başına eklendiği kelimeyi "e" haline getirir. İle, için mânâlarını vererek Farsçadaki "be" edatıyla aynı vazifeyi görür. Harf-i cerdir. Yâni; kendinden sonraki kelimeyi esre ("İ" diye) okutur. Yemin için de kullanılır.

bi-zar / bî-zar

  • Bıkmış, usanmış, fütur getirmiş. (Farsça)
  • Bezginlik. (Farsça)

bid'at-ı hasene

  • Resûlullah'ın ve dört halîfesinin zamanlarında bulunmayıp da, dinde sonradan meydana çıkan ve bir sünnetin unutulmasına sebeb olmayan minâre, medrese, mektep yapmak, İslâmî ve faydalı kitaplar yazmak gibi güzel şeyler.

bid'at-ı seyyie

  • Resûlullah'ın ve Eshâbının zamanlarında bulunmayıp da, dinde sonradan meydana çıkan ve bir sünnetin unutulmasına sebeb olan bozuk inanış ve ibâdet olarak yapılan işler.

bifütur / bîfütûr

  • Fütursuz, gevşemeyen, çekinmeyen.

bil'umum / bil'umûm / بِالْعُمُومْ

  • Bütün, genel olarak.
  • Bütünüyle, tamamıyla.

bil-umum

  • Bütün, tamamı, hep.

bilcümle / بِالْجُمْلَه

  • Bütün, toptan.
  • Bütün, hepsi. Umumiyetle.
  • Bütün olarak.

bilkülliye

  • Büsbütün.
  • Tamamı ile. Büsbütün. Bütün ile. Tamamen.
  • Bütünüyle.

bille

  • Yaşlık, ıslaklık. Çiy dedikleri rutubet ki sabah vakitlerinde olur.

bilumum / بالعموم

  • Bütün.
  • Genel olarak, bütün, hep.
  • Tüm, bütün. (Arapça)

bitamam / bitamâm

  • Büsbütün.

bitamamiha / bitamâmihâ

  • Tamamen, bütünüyle, hepsi.

bitamamihi / bitamamihî

  • Tamamıyla, bütünüyle, hepsi birden.

bitevi / bitevî

  • (Biteviye) t. Sürekli, durmadan.
  • Bütün yekpare.

brahma dini / brahma dîni

  • Hindistan'da mîlâddan asırlarca önce ortaya çıkmış, Allahü teâlânın varlığına inandığı gibi, başka tanrıları (ilâhları) da kabûl eden ve bütün peygamberleri inkâr eden bozuk yol ve inanış.

buhari-işerif / buhârî-işerîf

  • İslâm dîninde Kur'ân-ı kerîmden sonra en kıymetli, en üstün kitap. Kütüb-i sitte adı verilen meşhur altı hadîs kitabının birincisi.

büraka

  • Bütün gün yüzünü süsleyen kadın.
  • Yemek sırasında bir kimseye kızıp, yemeği kimseye vermeyip yalnız yiyen kadın.

burhan-ı inayet

  • Bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzen delili.

bürhan-ı natık / bürhan-ı nâtık

  • Konuşan bürhan. Mecaz olarak Peygamberimiz Hz. Muhammed (A.S.M) kastedilir ki; bütün hakikatları isbat ve izhar etmiştir.

burhan-ı vahidiyet / burhan-ı vâhidiyet

  • Allah'ın bütün varlıkları kaplayan birlik delili.

bürokrasi

  • Hükûmet dairelerinde aşırı kırtasiyecilik, muamele çokluğu. İşlerin yürütülmesinde şekilciliğin ve idarî işlemlerin ağır basması hâli. Devlet görevlilerinden meydana gelen zümre veya sınıf. Memurlar sınıfı. Bürokrasi, her çeşit rejimde tahakküm vasıtası olmaktadır. Oysa İslâmiyet'te devlet makamları (Fransızca)

busayri / busayrî

  • (Şeref-üd-din) (Mi: 1213-1295) Busayr'da doğdu. Meşhur Arap şair ve hattatıdır. "Kaside-i Bürde" sahibidir. Esas ismi "El-Kevakib-üd-Dürriyye fi Medh-i Hayrilberiyye" olan kasidesine; tutulmuş olduğu hastalıktan, rü'yasında Resûlullah'ın hırkasını (bürde) üzerine örtüp şifa bulması sebebiyle "Kaside

bütperest

  • Putu mâbut ittihaz eden. Heykellere ibâdet eden. (Farsça)

ca'feri / ca'ferî

  • Şiilerden İmam-ı Ca'fer-i Sâdık Hazretlerine bağlı olduklarını iddia edenler.Bütün mânâsıyla İslâmiyet'e bağlı olup şeriatın emirlerine göre amel eden ve Âl-i Beyt'in büyük bir dinî şahsiyeti olan İmam-ı Ca'fer-i Sâdık Hazretlerine bağlılık iddiasının doğru olması için, o zat gibi olmağa ve Hz. Muha

cami

  • İslâm mâbedi. İbadet yeri olan bina.
  • Cem'edici, toplayıcı, içine alan.
  • Cem'etmiş, toplamış bulunan, hâvi ve muhit olan.
  • Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm bütün evvel ve âhir güzel isim ve ahlâkı kendisinde cem'ettiğinden dolayı ona verilen bir isimdir.
  • Ehl-

can ü gönülden

  • Candan, gönülden, kalbin bütün samimiyetiyle.

cansuz

  • Can yakıcı, yürek tutuşturan. (Farsça)

çare / çâre

  • Neticeye varmak üzere maniaları kaldırmak için tutulması icabeden çıkar yol. Kurtuluş yolu. Tedbir, yardım, yol. (Farsça)
  • Hile. (Farsça)
  • Bir def'a. (Farsça)
  • Ayrılık. (Farsça)

cazim

  • Kat'i karar veren.
  • Gr: Cezmedici, cezmeden. Arabça bir kelimenin başına gelen bazı harfler o kelimenin sonunu sâkin okutur, o harfe de "câzim" denir. Meselâ "Lem yezuk" aslında (Yezuku) idi. Başına "lem" harfi geldiğinden " Yezuk" diye sâkin okundu.)

caziye

  • Doğurduktan sonra sütü azalmaya başlayan hayvan.

cebir

  • Zabtetmek. Zor. Kuvvet.
  • Bir şeyi ıslah ve tamir etmek, düzeltmek.
  • Bâtıl bir fırka.
  • Mat: Harflerle yapılan hesab.
  • Tıb: Fevkalâde ameliyat, kırık kemiği sarıp bütünlemek. Kırık veya çıkık uzva sarılan tahtalar.

cebr-i umumi / cebr-i umumî

  • Genel zorlama, bütün herkesi zorlama.

cedh

  • Bir şeyi başka bir şeyle karıştırmak.
  • Sütü su ile karıştırmak.

cedud / cedûd

  • (Çoğulu: Cedâyid-Cüdüd) Sütü çekilmiş koyun.

cehennem

  • Allah yerine, tabiat, madde, sebepler vb. yaratılmış şeyleri ilâh kabul eden; Allah'a kul olacaklarına, arzularına ve heveslerine, başka insanlara ve mahlukata kul olanların işledikleri cürüm ve suçtan dolayı İlâhi adaletle ceza görecekleri yer. Cehennem'in varlığını bütün geçmiş peygamberler ve onl

celabib

  • (Tekili: Cilbâb) Kadının bütün vücudunu örten ve dıştan giyilip bol olan çarşaf nevi. Yaşmaklar. Baş ve yüz örtüleri, ferâceler.

celed

  • Sütü ve yavrusu olmayan büyük deve.
  • Muhkem yer.
  • Samanla doldurulup anası önüne koyulan buzağı derisi.

celid

  • Fazla celâdetli, bahadır.
  • Rutûbetli, kırağı, çiğ.
  • Buz.

cem'i mahlukat / cem'i mahlukât

  • Bütün yaratıklar.

cem-i kutbiyet ve ferdiyet ve gavsiyet

  • Manevî âlemlerde en yüksek seviyeler olan kutupluk, gavslık ve ferdiyet özelliklerini üzerinde toplama; bu makamlara sahip olan Şeyh Abdülkadir-i Geylânî hazretleri.

cem-i mükesser

  • Gr: Cemi yapılacağı zaman müfredinin şekli bozularak yapılan cemi. Kaide dışı yapılan, kaideye uymadan yapılan cemi. Kitab; kütüb, gibi.

cem-ul cevami'

  • Eski medreselerde okutulan Dört Hak Mezhebin fıkıh usûlünü içine alan, Usûl-i Fıkh'ın en son kitabı. Müellifi Şâfiî âlimlerinden İbn-üs Sübkî'dir.

cemad

  • Cansız ve kurumuş olmak.
  • Yağmur yağmayan yer.
  • Sütü olmayan deve.
  • Donmuş, katı cisim.

cemal / cemâl

  • Yüz güzelliği. Fertteki güzellik.
  • Cenâb-ı Hakk'ın lütuf ve ihsânı ile tecellisi.
  • Hak ile söylenen doğru söz.
  • Hüsün.
  • Güzellik.
  • Allahü teâlânın lütuf ve rızâ sıfatı.
  • Zât, yüz.
  • Çirkinliği gidermek, vakar sâhibi olmak ve şükr etmek için nîmeti göstermek. Çirkinliğe, başkalarının iğrenmelerine, hakâret etmelerine sebeb olacak şeyleri yapmamak, bunları gidermek.

cemali / cemalî / cemâlî

  • Allah'ın sonsuz lütuf, ihsan, rahmet ve merhametine dair isim ve sıfatlarının tecellisiyle ilgili; lütuf ve cemal tecellisi gibi.
  • Allah'ın lütuf ve ihsanının tecellîsine ait.

cemi / cemî

  • Bütün.
  • Bütün, hepsi.

cemi'

  • Bütün.
  • Cümle, hep, bütün.
  • Gr: Çokluk bildiren kelime. Çoğul.

cemi'-i edyan-ı semaviye / cemî'-i edyân-ı semâviye

  • Semâvî dinlerin tamamı; Allah tarafından gönderilmiş olan bütün hak dinler.

cemi-i ahlak-ı aliye / cemi-i ahlâk-ı âliye

  • Bütün yüksek ve üstün ahlâklar.

cemi-i enbiya

  • Bütün peygamberler.

cemi-i fünun / cemî-i fünun

  • Bütün fenler, ilimler.

cemian

  • Bütün, hep.

cemil / cemîl

  • Sonsuz güzel olan ve bütün güzelliklerin sahibi bulunan Allah.
  • Bütün güzelliklerin kaynağı ve sonsuz güzellik sahibi Allah.

cendere

  • yun. Tazyik. Baskı, basınç.
  • Dar dere, boğaz.
  • Kalın oklava.
  • Çamaşır ütülemeye mahsus iki ağaç üstüvaneden ibaret alet.
  • Mc: Sıkı ve dar yer.

cerban

  • Uyuz hastalığına tutulmuş olan, uyuz.

cereb-nak

  • Uyuz hastalığına tutulmuş kimse, uyuz kişi. (Farsça)

cerh / جرح

  • Yara.
  • Baş ve yüzden başka uzuvlardan birisini yaralamak.
  • Bir kimseye söğmek. Taan etmek. Sözle gönül incitmek.
  • Birisinin fikrini çürütüp kabul etmemek.
  • Şahid, yalancı ve fâsık olduğundan dolayı mahkemede hâkimin şâhidin şehâdetini reddetmesi.
  • Kesb u kâ
  • Yaralama. (Arapça)
  • Çürütme. (Arapça)
  • Cerh edilmek: (Arapça)
  • Yaralanmak. (Arapça)
  • Çürütülmek. (Arapça)
  • Cerh etmek: (Arapça)
  • Yaralamak. (Arapça)
  • Çürütmek. (Arapça)

cerh edilme

  • Çürütülme.

cerh edilmez

  • Çürütülmez.

cerib

  • Uyuz hastalığına tutulan. Uyuz marazına tutulmuş olan. Uyuz.

cevşen-i kebir / cevşen-i kebîr

  • Büyük zırh. Peygamberimiz Hz. Muhammed'e (A.S.M.) vahiyle gelen en azîm ve en mühim bir münâcâtın ismidir. Bu harika münâcât, mârifetullahda terakki eden bütün âriflerin münâcâtının fevkindedir. Bin hâsiyeti olan ve bin Esmâ-i Hüsnâ'yı içine alan emsalsiz bir münâcât-ı Peygamberiyedir.

cezbekarane / cezbekârâne

  • Cezbeye tutulmuşçasına.

cezeb

  • Adamın ağzında tükrüğü kesilmek.
  • Hayvanın sütü az olmak.

cial

  • (Çoğulu: Cüul) Ocaktan çömlek ve tencere gibi sıcak şeyleri tutup indirmekte kullanılan bez.

cihad

  • (Cehd. den) Düşman ile muharebe. İlim ve imanla, sözle, fiile, mal ve canla bütün kuvvetini sarf etmek. Allah (C.C.) yolunda muharebe. Din için çalışmak. Erkân-ı imâniye ve esasât-ı diniyeyi muhafaza ve imânı takviye için cehd ve gayret etmek. Şeriat-ı Garrâ'nın ahkâmını muhafaza, Kelimetullah'ı i'l

cihanpesendane

  • Bütün dünyanın beğenip hayran kaldığı gibi.

cihetü'l-vahdet-i nübüvvet

  • Peygamberlik müessesesinin birlik yönü, bütün peygamberlerin ortak niteliği.

cilve-i rahmet-i alem / cilve-i rahmet-i âlem

  • Cenâb-ı Allah'ın bütün âlemleri kuşatan rahmetinin yansıması.

cilve-i rahmet-i rahmaniye / cilve-i rahmet-i rahmâniye

  • Sonsuz şefkat ve merhameti bütün varlık âlemini kuşatan Allah'ın rahmetinin yansıması.

cilve-i rububiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesinin yansıması.

çim

  • Rutubetten hasıl olan yosun. (Farsça)
  • Kesilmiş çimenli yerler. (Farsça)

cimri

  • Hasis, varyemez, pinti. Elindeki mal veya parayı harcayamıyan ve türlü sıkıntılara katlanarak daha çok biriktirmeye çalışan kimse. Cimrilik, müsriflik (savurganlık) gibi İslâmda kötü huy olarak bilinir. Cömertlik ve tutumluluk ise övünülen ahlâkî vasıflardandır. Cömertlikte de ölçülü olmak tavsiye e (Farsça)

ciz'

  • Ağaç kütüğü. Ağaç kökü. Kuru direk. Hurma ağacının kökü. Hurma ağacı.
  • Çatı örtüsünde kullanılan ağaçlar.
  • Kuru hurma kütüğü.

ciz'-un nahl

  • Hurma ağacının kökü, kütüğü.

cizmir

  • Ağaç kütüğü.

cizn

  • Kök.
  • Ağaç kütüğü.

cübab

  • Devenin sütünün üstüne gelen köpüğü.

cud

  • Cömertlik. Sahilik. Eli açık olmak. Muhtaçların vaziyetlerini, durumlarını bildirmeğe meydan vermeksizin lütuf ve ihsanda bulunma hâleti. Mücahede-i diniye ve neşr-i hakaik-ı Kur'aniye ve imaniye hizmetinde mutemed zâtlara lüzumunda maddeten de iştirak etmek fedakârlığı.

cümle / جمله / جُمْلَه

  • Hep, bütün, tam.
  • Gr: Tam mânâyı ifade eden, kaideye uygun söz.
  • Bütün, hüküm bildiren söz.
  • Hep,bütün.
  • Bütün, tüm. (Arapça)
  • Tümce. (Arapça)
  • Bütün.

cümle alem / cümle âlem

  • Bütün dünya.

cümle hali

  • Bütün hali.

cümle ihvan / cümle ihvân

  • Bütün kardeşler.

cümle şiran-ı cihan / cümle şirân-ı cihân

  • Cihânın bütün arslanları. (Farsça)

cümlesi

  • Hepsi, bütünü.

cümleten

  • Bütün, hep, kâffeten, cemian, hep birden.

cümud-u baridi göstermek / cümud-u bâridi göstermek

  • Aşırı katı, soğuk tutum göstermek.

cune / cûne

  • (Çoğulu: Cuven) Attarların kutusu ve tablası.

cürn

  • (Çoğulu: Cüren) Hurma kurutulan ve harman yapılan yer.

cüz' / جُزْؤْ

  • Bir bütünü meydana getiren parçalardan her biri.
  • Bütünü oluşturan parçalardan herbiri.

cüz-küll

  • Parça-bütün.

cüz-ü tamm

  • Bütün. Bir şeyin, temel vasıflarının tamamını toplayan parçası. Parçalandığı vakit ana vasfını ve asliyetini kaybeden şey.

dad-ı ezel / dâd-ı ezel

  • Ezelî bağış, lütuf ve ihsan.

dafuf

  • Sütü çok olan davar.

dahil / dahîl

  • Yabancı, sığınan, sığınmış. Muhacir.
  • Birisinin içyüzü, niyet ve mezhebi. Dâhil ve içerde. Birisinin bütün gizli ve sırlı işlerine vâkıf olan dost ve hemdemi.
  • Evvelâ alâkasız olup sonradan bir cemaate dâhil olan.
  • Edb: Başka bir dilden olup, sonradan diğer bir dile geçe

daire-i tasarruf / dâire-i tasarruf

  • Dilediği gibi tasarruf etme, tedbir ve idare etme dâiresi, bütün yaratılmışlar dâiresi olan kâinat.

dakvan

  • Sütü çok içtiğinden dolayı bedeni ağırlaşan kuzu.

damzer

  • (Çoğulu: Damazir) Sütü az olan deve.
  • Sağlam ve sert yer.
  • Şişman kadın.

dar-ül kütüb

  • Kütübhâne, kitab evi. (Farsça)

dar-ut-teklif / dâr-ut-teklîf

  • Kulların Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmekle mükellef, sorumlu tutulduğu yer. Dünyâ.

darbiz / darbîz

  • Rutubetli tarla, sulak yer.

darib

  • (Darb. dan) Sütünü sağan kimseye vuran dişi deve.
  • Ağaçlı yer.
  • Karanlık gece.
  • Vurucu, vuran. Darbeden, çarpan. Döven.

dars

  • Dişiyle tutup ısırmak.

darülkütüb / dârülkütüb / دارالكتب

  • Kütüphane. (Arapça)

darzem

  • Sütü az deve.
  • Çok ısırıcı olan yılan.

dav'

  • Kaymağı alınmış sığır sütünden yapılmış ekşi yoğurt ve ayran.

defterdar

  • Defter tutup kayıt işlemlerini yürüten.

dehr

  • Zaman, devir. Âlemin (varlıkların) varlığının başlangıcından son bulmasına kadar olan bütün zaman.

dehşet-efşan

  • Korkunç, korku ve dehşet saçan, ürkütücü. (Farsça)

dehşet-engiz

  • Çok dehşet verici. Çok korkutucu. (Farsça)

delil-i inayet

  • Bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzen delili.

dellal-ı kitab-ı mübin / dellâl-ı kitab-ı mübîn

  • Bütün hakikatleri açıklayan Kur'ân-ı Kerimdeki gizil sırları insanlara duyuran.

dellal-ı saltanat-ı rububiyet / dellâl-ı saltanat-ı rububiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiye saltanatının ilancısı.

derece-i lütuf

  • Lütuf ve iyilik derecesi.

derece-i rububiyette

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi derecesinde.

dergah / dergâh

  • Makam, kapı girişi, eşik. Tasavvuf mektebi. Tasavvufta yetişmiş ve yetiştirebilen evliyâ zâtlar tarafından, talebelere, tasavvuf, İslâm ahlâkı ve diğer dînî ilimlerin ve zamânın fen ilimlerinin okutulduğu yer.
  • Cenâb-ı Hakk'ın rahmet kapısı.

dergah-ı kàdiyü'l-hacat / dergâh-ı kàdiyü'l-hâcât

  • Bütün ihtiyaçları karşılayan Allah'ın yüce katı.

dergah-ı rububiyet / dergâh-ı rububiyet

  • Yarattığı bütün varlıkları terbiye edip egemenliği altında bulunduran Allah'ın yüce katı.

ders-i amm

  • Bir medreseyi bitirdikten sonra, tâbi tutulan imtihan sonunda medrese talebelerine ders vermek salâhiyetini kazanan.
  • Asistan.
  • Herkese ders vermeğe salâhiyetli âlim.

derviş / dervîş

  • Allahü teâlâdan başka şeyleri kalbinden çıkarıp bütün âzâsıyla İslâm dîninin emir ve yasaklarına uyan, dünyâ malına gönül bağlamayan kimse.

dest-gir

  • Muavenet. Arka olmak. Tutucu, yardımcı, muin. Zahir. (Farsça)

dest-i inayet / dest-i inâyet

  • Yardım, ihsan, lütuf eli.

dest-keş

  • Gözleri görmeyen bir kimseyi ellerinden tutup dolaştıran. (Farsça)
  • Kazanç. Kâr. (Farsça)
  • Yay gibi elde kolaylıkla idare olunabilen şey. (Farsça)
  • Dilenci. (Farsça)
  • Bir işten vazgeçen. (Farsça)

dest-zen

  • Tutunma. (Farsça)
  • El uzatma. (Farsça)

destgah-ı levh-i mahfuz-u hakikat / destgâh-ı levh-i mahfuz-u hakikat

  • Gerçekte herşeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhasının tezgâhı.

dev

  • Masallarda geçen korkutucu varlık.

dıram

  • Ateşin alevlenmesi.
  • Ateşin alevi.
  • Odun parçası, tahta parçası (tezcek ateş tutuşup alevlenir.)

direktif

  • Üst makamlardan, tutulacak yol üzerine verilen emirlerin tümü, hepsi. Talimat, emir. Nasıl, ne şekil olacağına çalışacağına dair emir. (Fransızca)

dırre

  • (Çoğulu: Direr) Sütün çokluğu.
  • Sütün akanı.
  • Turra.
  • Kırbaç.

dirvas

  • Büyük deve.
  • Boynu kalın olan adam.
  • Arslan.
  • Köpek ve devenin sütü.

dübb-ü asgar

  • Küçük ayı denen ve Kutup yıldızı etrafında devreden yedi tanelik yıldız kümesi.

dübb-ü ekber

  • Büyük ayı tâbir edilen, kutup yıldızı ile beraber etrafındaki yedi yıldız.

duçar / dûçar

  • Tutulmuş, yakalanmış.

dücun

  • Bulutun göğü bürüyüp örtmesi.

dud

  • Duman, sis. Tütün. (Farsça)
  • Elem, gam, keder, tasa. (Farsça)

duhan / duhân / دخان

  • Duman. Tütün.
  • Kur'an-ı Kerim'in 44. suresinin adı.
  • Mc: Gaflet ve dalâlet dumanı ki, hakikatların görünmesine mâni olur. Arap lisanında galib olan şerre, duhan tesmiye ederler.
  • Kıtlık ve kuraklık.
  • Tütün. (Arapça)
  • Duman. (Arapça)

duhh

  • Tütün.

dükkan-ı rabbani / dükkân-ı rabbânî

  • Herşeyin Rabbi olan Allah'ın bir dükkân gibi düzenleyerek bütün ihtiyaç maddelerimizi depoladığı yeryüzü.

dünya saltanatı

  • Bütün dünya egemenliği.

dünyayı terketmek / dünyâyı terketmek

  • Bütün haram olan şeyler ile berâber, mübâhları da, yâni günâh olmayan lezzetlerin çoğunu da bırakıp, yaşamak için zarûrî olan miktârını kullanmak.
  • Harâm ve şüpheli şeylerden kaçıp mübâhları kullanmak.

dürc / درج

  • Kutu, kutucuk, küçük kutu.
  • Mücevherat kutusu.
  • Hokka gibi olan ağız, biçimli ağız.
  • Kutu. (Arapça)
  • Mücevher kutusu. (Arapça)
  • Sevgilinin küçük ağzı. (Arapça)

dürc-i zer

  • Altın kutusu.

dürüst

  • Sıhhati yerinde, sağ, sahih, salim. (Farsça)
  • Doğru, hatasız. (Farsça)
  • Bütün, tam. (Farsça)

ebh

  • Unutulan şeyi hatırlatmak.

ebr-i bahar

  • Bahar bulutu.

ebr-i baran / ebr-i bârân

  • Yağmur bulutu.

ebr-i ihsan

  • İhsan, lütuf bulutu.

ebrkar / ebrkâr

  • Şaşkın, sersem, ne yapacağını bilmeyen adam. (Ebr'in "bulutun" yerinde durmayıp gezici olmasından kinâye olarak, bu mânayı aldığı sanılmaktadır.) (Farsça)

ebs

  • Sütü çok içmekten dolayı karnı şişmek.

ebu bekir-i sıddık

  • Asıl adı Abdullah, künyesi Ebu Bekir, lâkabı Sıddık ve Atik. Erkekler içerisinde Resul-i Ekreme (A.S.M.) ilk iman eden; bütün muharebelerde ona refakat eden; seferde, hazarda, bütün tehlikeli anlarda Peygamber Efendimizle (A.S.M.) beraber çalışmış ve onun en yakın Sahâbesi. Onun sohbetinden feyz alm

ebu davud

  • (Bak: Kütüb-ü Sitte)

ebu hüreyre

  • Peygamberimize (A.S.M.) bütün gücüyle hizmette bulunmuş ve İ'lâ-yı kelimetullâh yolunda Peygamber (A.S.M.) ile bütün muharebelere iştirak etmiş, 5374 aded Hadis-i Şerif nakletmiştir. Hicri 75 yılında, Medine-i Münevvere'de, 78 yaşında iken dâr-ı bekaya irtihâl etmiştir. (R.A.)

ebu katade haris bin rib'iy

  • Ensardan ve Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın süvarilerindendir. 170 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir. Uhud Gazvesinden itibaren bütün muharebelere iştirak etmiş bir kahraman olup 74 tarihinde 80 yaşında iken Medine'ye avdetinde vefat etmiştir. (R.A.)

ebu talha zeyd bin sehl

  • Ashab-ı Kiram arasında, sayılı kahramanlardan ve atıcılardandır. Resul-ü Ekreme (A.S.M.) atılan oklara göğsünü germiştir. 20 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir. Hicri 34 tarihinde vefat etmiştir. Bütün muharebelere katılmış bir kahraman-ı İslâmdır. (R.A.)

ebu-d derda

  • Uveymir adı ile de meşhurdur. Ashab-ı kirâmın âlim ve hakîmlerindendi. Peygamberimiz: "Uveymir, Ümmetimin hakimlerindendir" buyurmuştur. Uhud'dan itibaren bütün muharebelerde bulunmuştur. 179 hadis rivâyet etmiştir. Hikmetli sözlerinden birisi şudur: "Âlim olmayınca insan müttaki olamaz, bir âlim âm

ecir-i has / ecîr-i hâs

  • Belli zamanda, belli işi yapmak için husûsî tutulan işçi.

eczahane-i kudsiye-i kur'aniye / eczahane-i kudsiye-i kur'âniye

  • Kur'ân'ın yüce, yüksek ve bütün kusurlardan uzak eczahanesi.

eczahane-i rahmet-i alem / eczahane-i rahmet-i âlem

  • Kâinatı kuşatan İlâhî rahmetin bir neticesi olarak bütün mânevî hastalıkları tedavi edecek ilâçların bulunduğu eczahane.

edeb

  • Terbiye. Kavlen, fiilen insanlara lütuf ile muamele etmek. Güzel ahlâk. Usluluk. Hayâ.
  • Ist: Sünnet-i Resul'e (A.S.M.) uygun hareket etmek.
  • Utanılacak şeylerden insanı koruyan meleke; kuvve-i râsiha-i nefsiye.
  • Edebiyat ve ondan bahseden ilim. (Kur'anın edebi ise: Öyle

edhine

  • (Tekili: Duhân) Duhanlar, dumanlar, sisler.
  • Tütünler.

ef'al-i umumiye-i ilahiye / ef'âl-i umumiye-i ilâhiye

  • Bütün varlıklar âleminde varlıkları ortaya çıkaran İlâhî fiiller.

effak

  • Ticaret için bütün dünyayı dolaşıp gezen tüccar adam.

eflec

  • (Felc. den) Seyrek, sık olmayan diş. Bazıları dökülmüş olan diş.
  • Geniş omuzlu, kollarının arası açık olan adam.
  • Nüzul hastalığına tutulmuş olan kimse.

efn

  • Noksan etmek. İçmek.
  • Sağmak.
  • Davarın sütü az olmak.

efradın zerrat-ı hürriyatı / efrâdın zerrât-ı hürriyâtı

  • Bireylerin bütün zerrelerinin hürriyetleri, bireylerin bütün varlıklarıyla hür ve özgür olmaları.

efrenc

  • (Franc. dan) Bu kelime, Ortaçağda teşekkül ederek, o sıralarda Frankların ve bilhassa Charlemagne'in hükmü altında bulunanlara ve zamanla genişleyerek bütün Avrupalılara denmiştir. Frenk. Avrupalı ve hasseten Fransız. (Fransızca)

efruhte

  • Şu'lelenmiş, parlamış, ziyalanmış, nurlanmış, ışıklanmış, aydınlanmış. (Farsça)
  • Yanmış, tutuşmuş. (Farsça)

efruz

  • (Efruhten: Tutuşturmak, ziyalandırmak mastarının emir kökü) Şule. Aydınlatıcı. Parıltı. (Farsça)

eftel

  • (Çoğulu: Fütul) Ön ayaklarının arası geniş olan at.

efyun

  • Haşhaştan çıkarılan uyutucu madde. Afyon. (Farsça)

ehadiyet

  • Allah'ın bütün esması ile her bir varlıkta isimlerinin yansıması.

ehl-i beyt

  • Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın bütün âile fertleri. Mübârek zevceleri, çocukları, kızı hazret-i Fâtıma ile hazret-i Ali ve bunların mübârek evlâdları olan hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn'den kıyâmete kadar gelecek nesilleri.

ehl-i dünya / ehl-i dünyâ

  • Âhireti unutup, dünyâya sarılanlar. Dünyâya düşkün olanlar.

ehl-i keşif ve şuhud

  • Gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Allah'ın lütuf ve ihsanıyla bilen ve gören kimseler.

ehl-i keşif ve zevk ve şuhud ve müşahede

  • Maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini Allah'ın lütuf ve ihsanıyla gözleme yeteneğine sahip olan veli zâtlar (k-ş-f;.

ehl-i salah / ehl-i salâh / اَهْلِ صَلَاحْ

  • Bütün güzel sıfatları üzerinde toplayanlar.

ehl-i şuhud

  • Gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Allah'ın lütuf ve ihsanıyla gören kimseler.

ehl-i velayet ve şuhud / ehl-i velâyet ve şuhud

  • Mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini Allah'ın lütuf ve ihsanıyla gözleme yeteneğine sahip insanlar, velîler.

ekmel-i küll

  • Bütün fertlerin en mükemmeli; bütün niteliklerde en mükemmel.

ekonomi

  • yun. İktisad. Tutum. Geliri gideri hesaplıyarak lüzumsuz masrafı bırakıp artırmağa çalışmak. Ölçülü ve idâreli harcamak. İnsanların sınırsız olan ihtiyaçlarıyla bunları sağlamaya yarayacak sınırlı imkân ve vasıtalar arasında mümkün olan azami uygunluğu temin için (sağlamak için) yapılan çalışma ve f

el-ala / el-âlâ

  • Cenâb-ı Hakkın lütuf ve ihsanları. Ni'metler.

el-buğzu fillah

  • Allah için buğzetmek. Bütün şiddet, adavet ve düşmanlık Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) rızası dairesindedir. İhlâsı kıracak, hissî hareketten sakınmaktır.

el-i istiğrak

  • Tanımlama edatı olup başına geldiği isim, kendisiyle ilgili bütün mânâları içerir, örneğin el- insan = bütün insanlık.

el-ihsan ale-l ihsan

  • İhsan üzerine ihsan, lütuf üzerine lütuf.

eleman

  • Bir bütünün parçaları.
  • (Lât: Element) Unsur. Bileşik bir şeyi meydana getiren basit şeylerden biri. Bir bütünün parçaları.

elhamdü lillahi ala nuri'l-iman ve hidayeti'r-rahman / elhamdü lillâhi alâ nûri'l-iman ve hidâyeti'r-rahmân

  • Bütün övgüler ve şükürler iman nurunu ve doğru yolu nasip eden Allah'a mahsustur.

elhamdülillah

  • "Hamd, şükür Allahü teâlâya mahsûstur, bütün nîmetler O'ndandır" mânâsına mübârek, kıymetli bir söz. Buna hamdele de denir.

elif

  • Birinci harf-i hecânın adı.
  • (Ülfet. den) : Bütün harflerle ülfet edebildiği için böyle isimlendirilmiştir. Ebcedî değeri de bire delâlet eder.

elken

  • Dilinde tutukluk olan, kekeme, peltek.

eltaf / eltâf / الطاف

  • (Tekili: Lutf) Lütuflar, iyi muameleler, iyilikler, iyilikseverlikler. Nezaketler, nazik davranmalar. Okşamalar.
  • Lütuflar, ikramlar.
  • Lütuflar, en latîf, en hoş.
  • İyilikler, lütuflar. (Arapça)

eltaf ve inayet-i sübhaniye / eltaf ve inâyet-i sübhâniye

  • Her türlü eksiklikten sonsuz derecede yüce olan Allah'ın lütuf ve yardımları.

eltaf-ı ilahiye / eltâf-ı ilâhiye

  • Allah'ın lütufları, ikramları.

eltaf-ı ilahiyye / eltaf-ı ilâhiyye

  • İlâhî lütuflar; Allah'ın ihsanları, şefkatle muamelesi.

eltaf-ı rabbaniye / eltâf-ı rabbaniye

  • Allah'ın lütufları, ikramları.

eltaf-ı sübhaniye / eltâf-ı sübhâniye

  • Her türlü eksiklikten sonsuz derecede yüce olan Allah'ın lütufları, şirin ikramları.

eltafı

  • Lütufları, bağışları.

emin / emîn

  • Kendisine güvenilen.
  • Peygamber efendimizin lakabı. Peygamber olduğu bildirilmeden önce de, Kureyş kabîlesi Resûlullah'a sallallahü aleyhi ve sellem çok güvenir, inanır ve; "Muhammed-ül-emîn" derlerdi.
  • Vücuttaki bütün âzâlarını İslâmiyete uygun şekilde ve uygun yerlerde kullan

emr-i rabbani / emr-i rabbânî

  • Bütün varlıkları yaratılış gayelerine göre terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutan Allah'ın emri.

en'üm

  • (Tekili: Ni'met) Nimetler, iyilikler, lütuflar, ihsanlar.
  • Medine-i Münevverede bir mevki ismi.

enam

  • Halk. Bütün mahlukat.

endaz

  • Atan, atmış, atıcı mânasında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dehşet-endaz : Dehşet verici, korkutucu. (Farsça)

enfiye

  • Buruna çekilen çürütülmüş tütün tozu.

entak

  • (Nutk. dan) Çok güzel söz söyliyen, çok iyi nutuk veren.

enva-ı hakaik / envâ-ı hakaik

  • Bütün hakikatler.

enva-ı mahlukat / envâ-ı mahlûkat

  • Bütün yaratılmış varlık türleri.

enzar-ı alem / enzâr-ı âlem

  • Bütün varlık âleminin bakışları.

enzar-ı mahlukat önünde / enzâr-ı mahlûkat önünde

  • Bütün varlıkların gözleri önünde.

er-rahman / er-rahmân

  • Çok merhamet sahibi olan ve şefkatle bütün yaratıkların rızkını veren Allah.

er-rahmanü'r-rahim / er-rahmânü'r-rahîm

  • Bütün varlıklara olduğu gibi tek tek her bir varlığa şefkat gösteren sonsuz rahmet sahibi Allah.

erkan / erkân

  • Bir şeyin bir parçasını veya bütününü meydana getiren şeyler, esaslar. Rüknün çoğuludur.

errahmanirrahim / errahmânirrahîm

  • Bütün varlıklara genel olarak ve her bir varlığa özel olarak rahmet tecellîleri olan Allah.

errezzak

  • Bütün rızıkları ve faydalanacak şeyleri yaratan ve ihsan eden Allah (C.C.)

esatin / esatîn

  • Sütunlar. Üstüvaneler. Direkler.
  • Mc: İleri gelen kimseler.

esbabperest

  • Allah'ı unutup sebeplere haddinden fazla değer veren.

eshab-ı bedr / eshâb-ı bedr

  • İslâm târihinin ilk ve en önemli muhârebesi olan Bedr savaşında Peygamber efendimiz ile birlikte Mekkeli müşriklere (puta tapanlara) karşı harbedip kıyâmete kadar unutulmayacak şanlı bir zafer kazanan üç yüz on üç kahraman mücâhid.

esir

  • Bütün kâinatta bulunan ve her tarafı kaplamış olan lâtif madde. Elektrik, ışık ve hararetin yayılmasına vasıtalık eden madde. Görülmeyen ve varlığı bütün ehl-i ilimce kabul edilen lâtif, rakik, elâstikiyeti hâiz seyyal madde.

esma-i külliye / esmâ-i külliye

  • Bütün varlık âleminde yansımaları görünen Allah'ın isimleri.

esma-i mübheme

  • Tek başına bir mâna ifade etmeyen isimler. Arabcada: (Ellezine) gibi kelimeler esma-i mübhemeden olduğundan onu tayin ve temyiz eden yalnız sılasıdır. Demek bütün kıymet sılasına aittir.

eşşükrü lillah / eşşükrü lillâh

  • Ezelden ebede bütün şükürler ancak Allah'adır.

et-tahiyyatü

  • Bütün mahlukatın hayatları, kal ve hâl dilleri ile Hâlıkları olan Allah'a (C.C.) karşı yaptıkları hamdler, şükürler, mânevi hayat hediyeleri.

etrika

  • (Tekili: Tarik) Tarikler, yollar, caddeler.
  • Sebepler, vesileler, vasıtalar.
  • Maişeti te'min etmek için tutulan meslekler, geçinmek için yapılan işler.

etvak

  • (Tekili: Tavk) Kadın gerdanlıkları.
  • Hindistan cevizinin sütü.

evbar

  • Yutma, yutuş. (Farsça)

evleviyet olmayan

  • Öncelikli olmayan; bütün imkân ve ihtimallerin önceliği eşit olan.

evrak-ı tevkifiye

  • Tutuklanmayı gerektiren belgeler.

ey sübhanımız

  • Ey bütün mükemmel sıfatların sahibi ve bütün eksikliklerden, bütün noksan sıfatlardan uzak, acz ve şerikten münezzeh olan Rabbimiz!.

eyyam-ı ma'dudat / eyyâm-ı ma'dûdât

  • Sayılı günler; Ramazan ayının bütün günleri.

ezel sabahı

  • Allah tarafından bütün varlıkların yoktan var edildiği an.

fahr-i alem / fahr-i âlem

  • Bütün varlık âleminin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m.).

fahr-i kainat / fahr-i kâinat

  • (Fahr-i Âlem, Zübde-i Kâinat, Seyyid-i Kâinat) Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) nâmları. Bütün âlemin kendisi ile şeref bulduğu, iftihar ettiği Hz. Muhammed (A.S.M.).

fahr-i rusul

  • Bütün peygamberlerin övünç kaynağı Hz. Muhammed.

fahru'l-alemin / fahru'l-âlemîn

  • Bütün varlık âleminin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m.).

fakir

  • Aslî (temel) ihtiyâçlarından başka nisâb miktârı (dînen zengin sayılacak kadar) malı olmayan.
  • Tasavvufta fakir: Derviş. Her zaman her işte yalnız Allahü teâlâya muhtaç olduğunu bilen, bütün ihtiyaçlarını hep Allahü teâlâya arz eden.

fakr

  • İhtiyaç, yoksulluk.
  • Azlık, muhtaçlık.
  • Cenab-ı Hakk'a karşı fakrını, ihtiyacını hissetmek.
  • Tas: Kendisindeki bütün her şeyin Allah'a âit olduğunu bilmek.

faraş

  • (Feraşe. den galat) Süprüntüleri toplamağa ait kulplu kutu, kürekçik. Süpürge.

farz / فرض

  • Tanrı emri. (Arapça)
  • Borç, ödev. (Arapça)
  • Zorunlu. (Arapça)
  • Farz edilmek: Sayılmak, tutulmak, tasavvur edilmek. (Arapça)
  • Farz etmek: Saymak, tutmak, tasavvur etmek. (Arapça)
  • Farz olunmak: (Arapça)
  • Ta (Arapça)

fatir

  • Durgun, füturlu, gevşek.
  • Ilık, az sıcak.

fatır-ı akdes / fâtır-ı akdes

  • Varlıkları hiç yoktan benzersiz olarak yaratan ve bütün noksanlıklardan yüce olan Allah.

fatır-ı kerim-i zülcemal / fâtır-ı kerîm-i zülcemâl

  • Sonsuz güzellik, lütuf ve cömertlik sahibi ve herşeyi hârika üstün sanatıyla yaratan Allah.

fazl

  • Lütuf, ihsan, bağış.
  • Üstünlük, lütuf.

fazl ve kerem / فَضْلْ وَ كَرَمْ

  • İyilik ve lutuf.

fazl-ı ihsan

  • İlâhi ihsan ve lütuf.

fazl-ı kerem

  • İhsan ve iyilik, lütuf ve nimet.

fe-sübhanallah

  • Allah (C.C.) ne güzel yaratmış; Allah Sübhândır, bütün noksanlıklardan münezzehtir; Her şey kendine tesbih eder (anlamında olup hayret ve taaccübü ifâde için söylenir.)

feda'

  • Kurban.
  • Uğruna verme, gözden çıkarma.
  • Bir yere toplanmış arpa, buğday veya hurma.
  • Hurma ve üzüm kurutulan yer.

felak

  • Tan zamanı, subh, fecir.
  • İki tepe arasındaki düzlük.
  • Bütün mahlukat.
  • Suçlunun ayağına vurulan tomruk, falaka.
  • Cehennem.

felek

  • Gök, gök katı, devir.
  • Tâli', baht.
  • Büyük ve dâirevi olan şey.
  • Her gök seyyaresinin gezdiği âlem.
  • Dünyâ, âlem,
  • Bir zilli âlet.
  • Yuvarlak kütük, kızak. (Felek her türlü esbab-ı cefasın toplasın gelsin Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten

fena fi'l-ihvan / fenâ fi'l-ihvân

  • Bütün varlığını kardeşlerinin mânevî şahsiyetinde yok etme.

fena fi'l-maksat

  • Maksadında fâni olma; bütün kalbiyle maksadına yönelme.

fena fi'r-resul / fenâ fi'r-resul

  • Bütün varlığını Hz. Muhammed'in (a.s.m.) mânevî şahsiyetinde yok etme.

fena fi'ş-şeyh / fenâ fi'ş-şeyh

  • Bütün varlığını şeyhinin mânevî şahsiyetinde yok etme.

fena fillah / fenâ fillâh

  • Allah'ta fâni olmak, bütün benliğini Allah'a verme ve sadece Onu düşünme.

fena-i nefs / fenâ-i nefs

  • İnsanın kendine ve başkalarına bağlılığının kalmaması. Benliği unutup, bırakması. Yâni Allahü teâlâdan başka hiç bir şeyi bilmemesi ve sevmemesi.

fenafilihvan

  • (Fenâ fi-l-ihvân) Tefâni. Yani; kardeşlerin birbirinde fâni olması; kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyyât ve hissiyâtı ile fikren yaşaması. Samimi ihlâs üzerine müesses en yakın dostluk, en fedakâr ve en civanmert kardeşlik.

fenafirresul

  • (Fenâ fir-resul) Tas: Bütün varlığını Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) manevî şahsiyetinde yok etmek mânasına gelir. Hassaten, sünnî olan tarikat mensubuna göre Hz. Peygamber'in (A.S.M.) rivayet yolu ile nakledilen hadisleri ile beraber hareketlerini benimsemek ve O'na en küçük mes'elede aykırı hareke

fenafişşeyh

  • (Fenâ fiş-şeyh) Tas: Bütün maneviyatını şeyhin manevî şahsiyetinden, feyzinden almak manasına gelen bir tabirdir.

fera'

  • Devenin ilk doğurduğu yavru. (Cahiliyet zamanında kefere putlarına kurban ederlerdi ve "anasının sütü bereketlenir; çoğalır" derlerdi.)

ferace / ferâce

  • Örtünecek gibi olan ve giyilen bol elbise, cübbe.
  • Kadınların üzerlerine örttükleri örtü. Bütün vücudu kaplayan geniş örtü.
  • Bütün vücudu kaplayan bir cins elbise.

ferd-i ferid-i deveran / ferd-i ferîd-i deveran

  • Bütün zamanların benzeri olmayan tek ferdi.

ferdiyet

  • Cenâb-ı Hakk'ın birliği. Vahdetle bütün kâinata birden tasarruf eden Allah'ın (C.C.) sıfatı.Ferdiyet mânası insanlara isnad edilirse: Sadece bir olup, benzeri dünyada bulunmayan kimsenin sıfatı olur. Sadece Kur'andan ders alarak irşadda bulunabilen büyük velilik. Hiçbir şahsı merci yapmadan doğrudan

ferec

  • Sıkıntıdan kurtulmak, zafer, inşirah, kederden kurtulmak. Genişlik, ferahlık, fütuhat.
  • Girecek yerler.

ferid

  • Kutup gibi mürşidlerin gözetimi dışında doğrudan Kur'ân ve sünnetle gayba eren ve hakikati bulan kimse.

ferid-i devran / ferîd-i devrân

  • Bütün dönemlerin en seçkin kişisi.

ferid-i kevn ü zaman / ferîd-i kevn ü zaman

  • Bütün varlıkların en değerlisi ve bütün zamanlarda biricik ve tek olan.

ferik / ferîk

  • Buğday tanesinin olgunu, öğütülecek hâle gelmiş buğday tânesi.

ferman-ı rabbani / fermân-ı rabbânî

  • Bütün varlıkları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutan Allah'ın emir ve buyruklarının yazılı olduğu Hizbü'l-Ekber.

ferman-ı risalet / fermân-ı risalet

  • Peygamberlik fermânı, buyruğu; Hz. Muhammed'in (a.s.m.) bütün cin ve insanlara tebliğ ettiği Kur'ân-ı Kerim.

fesübhanallah

  • Allah bütün noksanlıklardan uzaktır.

fetanet / fetânet

  • Peygamberlerde bulunması lâzım olan sıfatlarından biri. Peygamberlerin; bütün insanların en akıllısı, en zekîsi ve en anlayışlısı olmaları.

fetha

  • (Çoğulu: Füteh-Fütuh-Fethât) Kaşı olmayan halka yüzük.
  • Büyük yüzük.
  • Tavşancıl kuşu.

fetö

  • Fethullahçı Terör Örgütü

fettah / fettâh

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarına hayır kapılarını, dileklerine kavuşmak istiyen kullarına kapalı kapıları açan, peygamberlerini düşmanlarının elinden kurtarıp, memleketlerin fethini müyesser (kolay) kılan; evliyâsına (sevdiği kullarına) melekûtünün (gözle görülmeyen

fevak

  • İki sağım arasında devenin memesinde sütün birikmesi.
  • Rahat.
  • Rücu.
  • Uzun boyunlu bir nevi su kuşu.

fevkalküll

  • (Fevk-al kül) Hepsinin fevkinde. Bütününün üstünde.

feya rabbi / feyâ rabbî

  • Ey bütün varlıkları terbiye eden Rabbim.

feyiz

  • Bolluk, bereket, lütuf.

feyl

  • Hamile kadının sütü.

feyyaz-ı rahmani / feyyaz-ı rahmânî

  • Kullarına karşı çok merhametli olan ve rahmet eserleri bütün varlık âlemini kuşatan Allah'ın feyiz, bereket ve ihsanı.

feyz-i fazl

  • Allah'ın lütuf ve ihsanının bereketi.

feyz-i ilahi / feyz-i ilâhî

  • Allah'ın sunduğu manevî feyiz ve lütuf.

feyz-i rahman / feyz-i rahmân

  • Kullarına karşı çok merhametli olan ve rahmet eserleri bütün varlık âlemini kuşatan Allah'ın lûtfu, ihsanı.

fiil-i rububiyet

  • Cenab-ı Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan terbiye ve idare edicilik fiili.

fika / fîka

  • (C Efavık-Efvak) İki defa sütü sağmak arasında biriken süt.

filcümle

  • Genellikle, bütünüyle.

fırışka

  • Bütün yelkenleri camadana vurmaksızın kullanabilmeğe münasib olan rüzgâr hakkında söylenilen bir tabirdir. Bu rüzgârın, saniyedeki sür'ati 5-12 metredir.

fırtına

  • Şiddetli rüzgâr, korkutucu dalgalanma.

fisal

  • (Tekili: Fasıl) Ayrılmış olanlar.
  • Yavrunun sütten kesilmesi.
  • Kısa duvar.
  • İnsanların lehinde veya aleyhinde söz söyleyerek para toplıyan.
  • Ana sütünden kesilmiş hayvan yavrusu (Füslan, fislan şeklinde de olur.)

fünun-u kevniye

  • Kâinatla ilgili bütün ilimler.

füru-maye

  • Soyu alçak. Kötü soylu. Sütü bozuk.

fütuh

  • (Tekili: Feth) Fetihler.
  • (Çoğulu: Fütuhât) Açılmak.
  • Yardım.
  • Lütf-u İlâhîye ulaşmak.
  • Zafer. Galibiyet.
  • Açıklık. Gönül ferahlıkları.

fütuhat

  • (Tekili: Fütuh) Fetihler, zaferler, galibiyetler.

fütüvvet

  • Cömertlik. Başkasını, kendisine tercih etmek. Başkalarının işlerini düzeltmeye çalışmak ve faydasına koşmak. Fütüvvetin başka değişik târifleri de yapılmıştır. Bunlardan bâzıları şöyledir: Kendi nefsinde başkasının üzerine bir meziyet, üstünlük görme mek. Hatâlarını îtirâf edenleri affetmek, hiç kim
  • Dostlara afv ve safh ile muamele.
  • Yiğitlik. Cömertlik. Lütuf ve ihsankârlık.
  • Kerem ve seha.
  • Soy temizliği.

gabibe / gabîbe

  • Sabah sağılan koyun sütünün üzerine akşam yine sağıp, ertesi güne bekletilip ekşiyen süt.

gamak

  • Rutubet, ıslaklık. Rutubetli hava.

ganiyy-i muğni / ganiyy-i muğnî

  • Bütün varlıkların ihtiyaçlarını karşılayan ve her varlığın zenginliği Kendisinin tükenmez hazinesinden çıkan ve hiçbir şeye muhtaç olmayan sınırsız zenginlik sahibi Allah.

ganiyy-i mutlak

  • Hiçbir şeye hiçbir şekilde muhtaç olmayan ve bütün varlıkların her türlü ihtiyaçları gayb hazinelerinde bulunan sınırsız zenginliğe sahip olan Allah.

garaz-ı külli / garaz-ı küllî

  • Genel hedef, bütün unsurları içine alan kapsamlı gaye.

gavadi / gavadî

  • Sabah bulutu.

gayr-ı mes'ul

  • Mes'ul olmayan, sorumlu tutulmayan.

geylani / geylanî

  • Seyyid Abdulkadir-i Geylanî, Gavs-ül A'zam, Gavs, Kutub gibi mecâzi nâm ile bilinen bu zât (Hi: 470-561) yılları arasında yaşamış ve Kadirî Tarikatının müessisidir. Müteaddid müridlerinden bir çoğu sonradan veli olarak meşhurdurlar. Derslerinin te'siriyle birçok Hristiyan ve Museviler Müslüman olmuş

gir / gîr

  • (Giriften) "Tutmak, yakalamak" mastarının emir köküdür. Türkçedeki: yapan, tutan, tutucu, dağılan, yayılan gibi mânalara gelir. Kelimenin sonuna eklenir. (Farsça)

gira / gîra

  • Müessir, te'sir eden, tutucu. (Farsça)

gırajova ateşi

  • Tar: Eskiden kale müdafaalarında hücum edenlere karşı ve deniz savaşlarında düşman gemilerini tutuşturmak için kullanılan ve su ile sönmeyen bir cins ateş. Balmumu, kükürt, ispirto, kâfuru karmasından ibarettir. Bu ya doğrudan doğruya tutuşturulur veya buna batırılmış yuvarlak yün parçaları ateşlene

gırar

  • Devenin sütünün azalması.
  • Az uyku.
  • Miktar.
  • Cihet, Misâl.
  • Yol.
  • Birbiri ardınca olmak.
  • Her nesnenin kenarı.
  • Büyük kıl çuval.

girde

  • Yuvarlak, değirmi. (Farsça)
  • Evvelce yahudilerin, müslümanlardan ayırd edilebilmeleri için, omuzlarına diktikleri sarı renkte bir parça. (Farsça)
  • Açılmış yufka. (Farsça)
  • Yuvarlak yastık. (Farsça)
  • Gr: Bütün, hepsi, tamamı. (Farsça)

girift

  • Yakalama, tutma. (Farsça)
  • Dolaşık. Birbiri içine girik. Girintili çıkıntılı, karışık. (Farsça)
  • Motifleri birbirine girik ve içiçe geçme olan tezyinat tarzı. Buna aynı zamanda arabesk de denilir. (Farsça)
  • Türk musikisinin nefesli sazlarından olup, bugün unutulmak üzeredir. Ney'e benzer. Girift ç (Farsça)

giriftar / giriftâr / گرفتار / گِرِفْتَارْ

  • Tutulmuş. Yakalanmış. (Farsça)
  • Tutulmuş, yakalanmış.
  • Tutulmuş, esir, yakalanmış.
  • Düşkün.
  • Tutulmuş.
  • Yakalanmış, tutulmuş, müptela. (Farsça)
  • Tutulmuş.

giriftar olan

  • Tutulan, yakalanan.

girifte

  • Yakalanmış, tutulmuş. (Farsça)
  • Bir hastalığa mâruz kalmış, hastalığa yakalanmış. (Farsça)
  • Esir. (Farsça)

girifte-dem

  • Nefesi tutulmuş. (Farsça)

girifte-leb

  • (Çoğulu: Giriftelebân) Dudağı tutulmuş. (Farsça)
  • Mc: Sessiz, sakin (kimse). (Farsça)

girifte-zeban

  • Kekeme, dili tutuk.

gümkerde

  • (Gümkerdepey) İzi kalmamış, adı sanı kaybolmuş, unutulmuş. (Farsça)
  • Yaptığı işi kimseye sezdirmeyen. (Farsça)

gümnam / gümnâm / گمنام

  • Eseri kalmamış, adı sanı kaybolmuş, unutulmuş. (Farsça)
  • Adı unutulmuş. (Farsça)

gusl

  • Boy abdesti. Cünüb olan her kadın ve erkeğin, hayz (âdet) ve nifası (lohusalık hâli) sona eren kadınların ağzı ve burnu ile birlikte, iğne ucu kadar kuru bir yer kalmayacak şekilde, bütün bedenini yıkaması.

guzr

  • Çokluk, kesret.
  • Devenin sütünün çok olması.

habib-i ekrem / habîb-i ekrem / حَب۪يبِ اَكْرَمْ

  • Lutuf ve cömerdliği çok olan sevgili (Peygamberimiz asm).

habib-i rahman / habib-i rahmân

  • Sonsuz merhamet sahibi ve yarattığı bütün varlıklara şefkatle rızıklarını veren Allah'ın en sevdiği kulu olan Hz. Muhammed.

habshane / habshâne / حبس خانه

  • Hapishane, tutukevi. (Arapça - Farsça)

hader-i umumi / hader-i umumî

  • Bütün vücudu kaplayan uyuşukluk.

hadin

  • Bir kuş cinsidir. (Hiç doymak bilmez, yediğini hemen hazmedip yine yemek ister, yüksek yerleri sever, değme yer üstüne konmaz, ağaç başlarına konup bütün yemişini yer, yemişleri kalmazsa başka yerlere gider.)

hadis-i munfasıl / hadîs-i munfasıl

  • Aradaki râvîlerden (nakledenlerden), birden ziyâdesi (fazlası) unutulmuş olan hadîs-i şerîfler.

hafiz-ı hakiki / hafîz-ı hakikî

  • Her şeyin gerçek koruyucusu olan ve her şeyi bütün özellikleriyle kaydedip muhafaza eden Allah.

hafız-ı kütüb / hâfız-ı kütüb / حافظ كتب

  • Kitabları hıfzeden, saklayan. Kütüphane me'muru, kütüphaneci.
  • Kütüphaneci.

hafiziyyet / hafîziyyet

  • Muhafaza edicilik, koruyup esirgeyicilik.
  • Cenâb-ı Hakk'ın, bütün tohum ve çekideklerde olduğu gibi, bir mahlûkun başına gelecek vaziyetleri ve başından geçenleri muhafaza edici sıfatı. Cenab-ı Hakk'ın muhafaza ediciliği.

hakb

  • Devenin semerini karnına bağlamakta kullanılan ip.
  • Tutulmak.

hakikat

  • (Çoğulu: Hakaik) Bir şeyin aslı ve esâsı. Mahiyeti. Gerçek. Doğru. Sahih. Künh. Sâbit ve vâki.
  • Kadirbilirlik. Sadâkat, doğruluk. Kâinat ve tabiat ve uluhiyet hakkında bütün teşbih ve mecazlardan âri ve zâhir olan gerçek.
  • "Mecâz" karşılığı, esas olarak kullanılan kelime.
  • <

hakikat-i mahz

  • Bütün yönleriyle hakikat ve gerçek olan.

hakim-i ezel / hâkim-i ezel

  • Hükümranlığı ve hâkimiyeti bütün zamanları kaplayan Allah.

hakk-ul yakin / hakk-ul yakîn

  • (Hakk-al yakîn) Mârifet mertebesinin en yükseği. En yakînî bir surette hakikatı müşahede edip yaşamak hali. Ateşin yakıcı olduğunu bütün hislerimizle yakından duyup yaşadığımız gibi.

hakkak

  • Hokkacı, kutucu.

hakn

  • Sütü tuluma koyup toplamak ve sağıldıkça üzerine koymak.
  • Men etmek, engel olmak.

halife / halîfe

  • Birinin yerine geçen.
  • Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vekîlî ve yeryüzündeki bütün müslümanların reîsi (başı).
  • Bir tasavvuf büyüğünün yetiştirip, hayâtında veya vefâtından sonra insanları terbiye etmek ve talebe yetiştirmekle vazîfelendirdiği talebesi.

halık-ı hakiki / hâlık-ı hakikî

  • Bütün varlıkların gerçek yaratıcısı olan Allah.

halık-ı kadir / hâlık-ı kadîr

  • Bütün varlıkların yaratıcısı olan ve her şeye gücü yeten, sonsuz kudret sahibi Allah.

halık-ı kainat / hâlık-ı kâinat

  • Evreni ve bütün varlıkları yaratan Allah.

halık-ı mutlak / hâlık-ı mutlak

  • Bütün kâinatın sınırsız güç ve kudretiyle mutlak yaratıcısı olan Allah.

halık-ı rahmanü'r-rahim / hâlık-ı rahmânü'r-rahîm

  • Çok merhamet sahibi olan ve şefkatle bütün yaratıkların rızkını veren, sonsuz rahmetiyle her bir varlığa ayrı ayrı şefkatini gösteren ve bütün varlıkların yaratıcısı olan Allah.

halık-ı zülcelali ve'l-ikram / hâlık-ı zülcelâli ve'l-ikram

  • Haşmeti sonsuz, lütuf ve ikramları sınırsız yaratıcı, Allah.

hallakıyet-i umumiye / hallâkıyet-i umumîye

  • Bütün varlıklar âleminde gözlemlenen Allah'ın yaratıcılık özelliği.

haluf

  • Sütün veya yemeğin bozulması.

hamiyyet

  • Dîni, milleti himâye etmekte, korumakta, şerefini savunmakta tenbellik etmeyip, bütün kuvveti ile gayret etmektir.

hane-i avarız

  • Avarız ve bedel-i nüzul ve buna benzer vergiler ve tekâlifin toplanmasında tutulan ölçü. Buradaki hanenin, lügat mânası olan evle münasebeti yoktur. Kasabalar, köyler nüfuslarına ve emlâk ve arazilerinin miktar ve hâsılatlarına göre hane itibar edilir ve mahallî masraflarla sair vergiler ona göre ta

hanin-ül ciz'

  • Kuru direğin inleyip ağlayışı. Hurma kütüğünün inlemesi.

hannane / hannâne

  • Resûlullah efendimizin dayanarak hutbe okuduğu, Mescid-i Nebevî'de dikili bulunan hurma kütüğü.

hapishane / حبس خانه

  • Tutukevi, mahpushane. (Arapça - Farsça)

harat

  • Davarın memesinde olan bir hastalık. (Sütün parça parça, ufanmış gibi çıkmasına sebep olur)

harf-i atıf

  • Atıf harfi, bağlaç; (Ar. gr.) bir mânâ bütünlüğünü korumak için, kelime veya cümle grubu arasındaki irtibatı sağlayan harf, "vav" gibi.

harık

  • Yakan, yakıcı. Yanan, tutuşmuş. Ateş, od.

harisun aleyküm / harîsun aleyküm

  • Tevbe Suresi'nin bir âyetinde geçen bu ifade, birinci derecede Peygamberimiz (A.S.M.) hakkında olup ümmetini ve bütün insanları doğru yola irşadda yılmadan, büyük bir sebat ve azim ve gayretle devam etmesine işaret edilerek böylece tavsif edilmiştir.

harus

  • Sütü az olan kadın.
  • Evlenip hâmile olan kız.

haşa' / haşâ'

  • (Çoğulu: Ehşâ) Nefes tutukluğu.
  • Nefesin tutulması.
  • Nâhiye.
  • Kalb.

haşef

  • Hurmanın yaramazı.
  • Eski elbise diken.
  • Devenin sütünün çok olması.

hasf / خسف / خَسْفْ

  • Ay tutulması.
  • Işığı sönmek.
  • Ay tutulması.
  • Ay tutulması. (Arapça)
  • Ay tutulması.

hasılat-ı safiye / hâsılat-ı sâfiye

  • Sâfi kazanç. Net kâr. Bütün masraflar çıktıktan sonra kazanç olarak geri kalan hâsılat.

hasir / hasîr

  • Bir şey söyler veya okurken dili tutulan kimse. Kekeme insan.
  • Hasır.

haşir / hâşir

  • Haşreden, toplayan. Cem'eden.
  • Hz. Peygamber'in (A.S.M.) bir ismi. Haşir meydanında bütün insanlar mübarek izlerinde haşr olup toplanacaklarından Delâil-i Hayrat'ta bu isimle mezkurdur.

hasıraltı etmek

  • Ist: Unutmak, saklamak, gizlemek, terviç etmemek manasında kulanılan bir tâbirdir. Hasır, eskiden halı ve kilim yerinde kullanıldığı ve onun altında kalan şeyler unutulup gittiği için bu tâbir meydana gelmiştir.

hasr

  • Bir şeyin içine alma. Yalnız bir şeye mahsus kılma.
  • Bir çember içine almak. Askerle etrafını kuşatmak.
  • Sıkıştırma. Kısaltma.
  • Okurken tutulup kalmak.
  • Vakfetmek.
  • Zaman ayırmak.

haşr

  • (Haşir) Toplanmak, bir yere birikmek.
  • Toplama, cem'etmek.
  • Kıyametten sonra bütün insanların bir yere toplanmaları. Allahın, ölüleri diriltip mahşere çıkarması. Kıyamet.
  • Bir tohumun içinden büyük ağaçlar çıktığı gibi, her bir insanın acb-üz zeneb denilen bir nevi çekir
  • Toplanma, bir araya gelme. Allahü teâlânın bütün insanları, melekleri, cinleri, şeytanları ve diğer hayvan ve kuşları, gökte, yerde, denizde ne kadar büyük ve küçük canlı var ise, hepsini kıyâmet kopmasından (dünyânın son bulmasından) sonra diriltip, dünyâda yaptıklarının hesâbını vermek üzere Arasâ

haşr-i bahar

  • Bahar mevsiminde bitkilerden hayvanlara kadar bütün bedenlerin inşa edilmesi ve diriltilmesi.

hasr-ı evkat

  • Bütün vakitlerini o işe verme.

hasr-ı fikir

  • Bir şeye bütün fikrini vermek ve başka şeyle meşgul olmamak tarzı ve düsturu ile o şeyde veya meslekte mütehassıs ve muvaffak olmaya çalışmak. Bütün fikri çalışmayı bir şey üzerinde toplamak.

hasr-ı hayat

  • Hayatını sadece bir şeye vermek, bütün çalışmalarını yalnız bir şeye yöneltmek.

hasr-ı iştigal

  • Bütün çalışmaları bir şeye hasretme.

haşr-i kıyamet

  • Bütün varlıkların bedenlerinin kıyametten sonra ahiret âleminde tekrar inşa edilip diriltilmesi.

hasr-ı vücut

  • Bütün varlığını bir şeye odaklama.

hass ü amm / hâss ü âmm

  • Herkes, bütün herkes.

hatat

  • Sütün kaymağı.
  • Tıb: Cilt iltihabından meydana gelen kabukların soyularak iyi olanları.

hatavat

  • (Tekili: Hatvât - Hatuvât - Hutuvât olarak da yazılır) (Hatve) Adımlar, hatveler.

hatem-i rahmaniyet / hâtem-i rahmâniyet

  • Allah'ın bütün varlıklar üzerinde rahmet ve merhametini gösteren mührü.

hati / hatî

  • Fakir kavutu.

hatibane

  • Hatibcesine. Güzel ve akıcı söz söyleyenlere yakışırcasına. Nutuk atarcasına. (Farsça)

hatice-i kübra / hatîce-i kübra

  • Peygamberimizin (A.S.M.) ilk zevcesi ve mü'minlerin annesi. Yirmidört sene bütün varlığıyla ve mülküyle Peygamber Efendimize hizmet etmiş ve Ona ilk olarak iman etmiştir. (Radıyallahu Anha)

hatıra / hâtıra / خاطره

  • Hatıra, hatıra gelen. (Arapça)
  • Hatıra getirmek: Aklına getirmek, düşünmek. (Arapça)
  • Hâtıra hutûr etmek: Hatırlamak, anımsamak. (Arapça)

hatme

  • Baştan aşağı (bütün Kur'ân-ı Kerimi) okuyup bitirmek.
  • Bir arada muayyen bir şeyi okuyup bitirmek.

hatt-ı istiva / hatt-ı istivâ

  • Dünyanın kuzey ve güney kutuplarına aynı uzaklıkta olduğu ve dünyayı iki müsavi parçaya böldüğü farzedilen dâire çizgisi. (Farsça)
  • Ekvator. (Farsça)
  • Mevlevi semahânesinde, şeyhin oturduğu post ile meydan kapısı ortasında farzolunan çizgi. (Farsça)

havan

  • İçinde çeşitli şeylerin dövülüp ufalandığı ağaç, mâden veya taştan yapılmış çukurca kap.
  • Tütün kesmekte kullanılan makine.
  • Başkalarına destek olacak gücü bulunmadığı halde, yardakçılık eden kimse.
  • Elektrikî bir boşalmanın ısı değerini gösteren âlet.
  • İçine çuku

havass-ı hümayun / havâss-ı hümayun

  • Tar: Osmanlı İmparatorluğunun fütuhat devirlerinde (yükselme devri) fethedilen araziden devlet hazinesine ayrılan kısım. Her yer zaptedildikçe, arazi: timar, zeamet ve has namıyla üç sınıfa ayrılırdı. Meselâ 250 köyden müteşekkil bir sancağın 100-150 köyü ikişer üçer köy olarak 40-50 tımara ayrılır,

havass-ı refia / havâss-ı refia

  • Tar: Eyüp Kadılığı eskiden Çatalca'ya kadar uzanır ve Çatalca'da kadının bir vekili bulunurdu. İkinci meşrutiyete kadar bütün mahkeme işleri, kadının tayin ettiği bir naib tarafından idare edilirdi. Meşrutiyet devrinde diğer kadılara yapıldığı gibi, Eyüp Kadılığına da maaş bağlandı. Şer'î ve nizamî

havza

  • Bir hükümetin idaresi altında bulunan bütün ülkeler.

hayal-i şan

  • Hayalî olarak büyütülen şan ve şöhret.

hayat-ı külliye

  • Küllî hayat; bütün fertleri içine alan kapsamlı hayat.

haylulet-i arz / haylûlet-i arz

  • Ay tutulması. Dünyanın güneşle ay arasına girerek güneş ışığına perde olması.
  • Ay tutulması, Dünyanın Güneşle ayın arasına girmesi.

hayrat / hayrât

  • Sevâb kazanmak için yapılan Allahü teâlânın beğendiği iyi işler, bütün iyilikler, hayırlar.

haytü'l-emel

  • Ümit kaynağı, tutunacak bir ümit dalı.

hayy-u kayyum / hayy-u kayyûm

  • Her an diri olan ve herşeyi ayakta tutup varlığını devam ettiren Allah.

hazhaz

  • Sütü çoğaltır nesne.
  • Bir nevi katran.

hazine-i rahman / hazine-i rahmân

  • Rahmet ve merhameti bütün varlıkları kaplayan Allah'ın hazinesi.

hedaya

  • (Tekili: Hediye) Hediyeler. Lütuf ve ihsanlar. Bağışlar.

heft-merd

  • Yedi büyükler. (Kutub, gavs, ebdâl, ahyâr, evtâd, nücebâ, nukabâ) (Farsça)

hem-ginan

  • Bütün insanlar, bütün nev'-i beşer. (Farsça)

heme

  • Cümle. Hep. Bütün. (Farsça)

hemegan

  • Cümlesi, tamamı, bütünü, hepsi. (Farsça)

hems

  • Gizli ses. Çok gizli. Sesi gizlemek.
  • Ağzı açmadan lokma çiğnemek.
  • Fütursuz olarak geceleyin yola gitmek.
  • Peçe.
  • Sıkmak.
  • Kırmak.

hemşire

  • Aynı sütü emen kızkardeş. Abla, bacı. (Farsça)
  • Hastabakıcı kadın veya kız. (Farsça)

hepten

  • Bütünüyle, tamamıyla.

her

  • Bütün, hep, tamamen. (Farsça)

hergele

  • Binilmek ve yük taşımak için alıştırılmamış at, kısrak, beygir veya merkep sürüsü.
  • Böyle bir sürüye dahil olan hayvan.
  • Mc: Terbiye ve görgüden büsbütün mahrum adam.
  • Bir işe yaramaz işçi kalabalığı.

heşaş

  • Açık yüzlü şen yeynicek kişi.
  • Sağan kimseye sevip sütünü veren koyun.

hesm

  • Kaba yemek. Bütün bütün yutmak.
  • Kesmek.
  • Toplamak, cem'etmek.

hey'a

  • Yere dökülen birşeyin akması.
  • Korkutucu ses.

hey'at / hey'ât

  • Birşeyin hâl ve keyfiyetleri, yani birşeyin durum, vaziyet, özellik, nitelik, kalite, şekil gibi bütüncül olarak genel yapısı.

hey'et-i mecmua

  • Bir şeyin teferruatına ve cüz'lerine bakılmaksızın bütününün gösterdiği hal ve manzara.

heyet-i umumiye

  • Genel yapı, bütün.

heyula / heyûla

  • Korkutucu hayâl, felsefede eşyanın aslı kabul edilen şey.

hicran / hicrân

  • Ayrılık.
  • Unutulmaz acı keder.

hidad

  • Dul olan bir kadının mâtem tutup süsten vazgeçmesi.

hidayet güneşi

  • Bütün hak ve hakikatleri güneş gibi ortaya çıkaran, insanlara iman yolunu gösteren Kur'ân.

hikmet-i amme-i kainat / hikmet-i âmme-i kâinat

  • Bütün kâinatta geçerli olan hikmet.

hikmet-i san'at-ı rabbaniye

  • Bütün varlıkları yaratılış gayelerine göre terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutan Allah'ın san'atındaki hikmet, gaye, fayda, sır.

hilafet / hilâfet

  • Halîfelik, emirlik, imâmlık (devlet reisliği).
  • Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) sonra bütün müslümanlara imâmlık ederek İslâmiyet'in emirlerinin tatbik edilmesine nezâret edip, İslâmiyet'e ve müslümanlara karşı yapılan her türlü müdâhaleye cevap vermek vazîfesi.
  • İnsanları

hilafet-i kübra / hilâfet-i kübrâ

  • En büyük halifelik; insanların Allah tarafından bütün varlıkların üzerinde bir temsilci kılınması.

hilye-i seadet / hilye-i seâdet

  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem görünüşü veya O'nun görünen bütün uzuvlarının şeklini, sıfatlarını, isimlerini ve güzel huylarını anlatan yazılar. Süslü levhalar üzerine yazılan bu yazılara Hilye-i şerîf de denir.

hime / hîme

  • Kütük, odun, kereste. (Farsça)

himmet

  • Kalbin bütün kuvveti ile Cenab-ı Hakk'a ve sâir mukaddesata yönelmesi. Kalb isteği ile gösterilen ciddi gayret.
  • Allah indinde makbul ve mübârek bir kimsenin mânevi yardımı ile birisini koruması, yardım etmesi.
  • Tabiî şevk ve meyil ve heves.
  • Lütuf, yardım.

hiss-i zahir / hiss-i zâhir

  • Zâhirde ve varlığın dış yüzünde olanları kavrayan hisler, duyular; görme, işitme, tatma duyuları gibi (Varlığın mânâ boyutu ile ilgili sezgi ve ihtisaslara vesile olan aklî, rûhî, kalbî, vicdanî hislere hiss-i bâtın denir.).

hışt-ı ham

  • Ham kerpiç. Tam pişmemiş kerpiç. Güneşte kurutulan kerpiç.

hitab

  • Bir veya daha fazla kimselere söz söyleme, nutuk.

hitabat-ı kur'aniye / hitâbât-ı kur'âniye

  • Kur'ân'ın bütün insanlara yönelik hitapları.

hitabet / hitâbet

  • Cemaate, topluluğa veya birisine karşı söz söylemek. Güzel ve faideli söz konuşmakla halka dinletmek. Güzel söz söyleme san'atı. Hutbe okuma. Nutuk irâdetmek.
  • Man: Makbul ve zannî mukaddemelerden terekküb eden kıyas.
  • Konuşma, nutuk.

hitabet-i umumiye

  • Bütün toplumu muhatap alarak seslenme; kamuoyuna hitap etme.

hıtam

  • (Çoğulu: Hutum) Dizgin, yular.

hıyatat-ı kamile-i muhita-i san'at / hıyâtât-ı kâmile-i muhita-i san'at

  • Sanatın bütün mükemmelliklerini kapsayan kusursuz terzilik.

hokka

  • Cam, seramik veya metalden yapılmış küçük kutu biçimindeki kap. (Bilhassa içine mürekkep konulur.)

höl

  • Yaşlık, nem, rutubet.

homogen

  • Bütün elemanları aynı yapıda veya aynı keyfiyette olan. (Fransızca)
  • Kim: Aynı cinsten olan. Çeşitli elementlerin birleşmesiyle meydana gelmelerine rağmen, bütün kütlelerinde aynı özellikleri gösteren maddelerdir. (Fransızca)

hübel

  • Cahiliyet devrinde Kureyşlilerin en büyük putu.

hubse

  • Tutuk mânâsına bir isim.

hüdbüd

  • Sütün koyu ve yoğurt olması.

hukka

  • (Çoğulu: Hukuk) Küçük kutu. Hokka.

hükle

  • Dil tutukluğu, kekemelik.

hukuk-u umumiye-i kainat / hukuk-u umumiye-i kâinat

  • Genel kâinat hukûku; kâinattaki bütün varlıkların hakları.

hukuk-u umumiyye

  • Cemiyetin bütün fertlerine şâmil olan haklar. (Mülkiyet hakkı, iştirak hakkı vs. gibi.)

hülagu / hülâgu

  • Mi: 1258' de Bağdadı zaptederek halkını kılıçtan geçirmiş, Abbasi Halifesi Musta'sımı ve bütün âile efradını öldürtmüştür. Cengiz Hanın torunu, Tülay Hanın oğludur. Tarihde en çok kan döken hükümdar olarak bilinir. Abbasi Devletini yıkan Moğol Başkumandanıdır.

huleb

  • Bozrak bir ot ki, yer üzerine yayılır, sapı olmaz; yaprağını koparsalar sütü akar ve ekseriyâ geyik yer.

huluc

  • Ayrılmak.
  • Çekilmek.
  • Yavrusu ayrıldığında sütü az olan deve.

hulul / hulûl

  • İlâhî sıfatların mahlûklar ile bütünleştiği onlara nüfuz ettiği esasına dayalı bâtıl bir görüş.

hulus / hulûs

  • Dünyâ menfaatlerini düşünmeden bütün iş ve ibâdetlerin yalnız Allah için olması, niyet temizliği.

hüma / hümâ / هما

  • Zümrütüanka. (Farsça)
  • Devletkuşu. (Farsça)

huruf-u atıf

  • Atıf harfleri, bağlaçlar; (Ar. gr.) mânâ bütünlüğünü korumak için, kelime veya cümle grubu arasındaki irtibatı sağlayan harfler; "vav, bel, fe" gibi.

huşkar

  • İri öğütülmüş un. O undan olan ekmek.

hüsn-ü külli / hüsn-ü küllî

  • Bütün fertleri içine alan kapsamlı, şümullü güzellik.

hüsn-ü tedbir

  • İyi düşünülerek tutulan yol. Tefekkür ile tasmim etmek, ihtiyar olunacak meslek ve harekete karar vermek.
  • Bir kimseden bir haberi nakil ve rivâyet eylemek.
  • Bir şeye iyi muvaffak olmak için o işe muvafık ve hesaplı hareket etmek.

husr

  • Tıb: Peklik, kabızlık, inkıbaz.
  • İdrar tutulması.

husuf / husûf

  • Ay tutulması. Perdelenmek. Dünya gölgesinin ay üzerine gelmesi.
  • Bir şeyin nuru ve ışığı gitmesi.
  • Ay tutulması.
  • Perdelenme, ay tutulması.

hüsuf / hüsûf

  • Ay tutulması, sönme.

husuf / husûf / خسوف / خُسُوفْ

  • Ay tutulması. (Arapça)
  • Ay tutulması.
  • Ay tutulması.

husuf namazı

  • Ay tutulmasında kılınan namaz.

husuf-i cüz'i / husuf-i cüz'î

  • Ayın bir kısmının tutulması.

husuf-i külli / husuf-i küllî

  • Ayın tamamen tutulması.

husufat / husufât / husûfât

  • Ay tutulmaları.
  • Perdelenmeler, ay tutulmaları.

husure

  • Yoğunluk, kalınlık. Sütün yoğurt olması.

hutbe

  • Hitâbe, nutuk, konuşma, vâz. Cumâ namazlarından evvel, bayram namazlarından sonra hatîbin (imâmın) minber denilen yüksekçe yerde cemâate karşı okuduğu Allahü teâlâya hamd, Resûlullah'a salât ve selâm ve mü'minlere nasihat ve duâdan ibâret bir ibâdet.

hutun

  • (Hutunet) Evlenme, tezevvüc, teehhül.
  • Damatlık, damat olma.

hutuvat-ı sitte

  • Altı adım. (Kur'an-ı Kerim'deki "Hutuvat-üş şeytan" tabirinden istifaze ile, şeytanların ve onların insî mümessilleri olan şerir insanların fitnekâr ve dalâlete sevkedici adımları, izleri ve desiseleri gibi mânalarla alâkalı olarak "bir mühim eser"e verilen isim) Şeytanın altı desisesi.

hüve'l-batın / hüve'l-bâtın

  • O Bâtındır; bütün varlıkların içyüzlerini mükemmel bir fabrikanın harika makineleri gibi yaratıp işleten ve herşeyin iç âlemine hükmeden Allah'tır.

huzme

  • Demet. Deste. Bir kucak şey.
  • Fiz: Bir ışık kaynağından çıkan sütun halindeki şua.

i'tilak

  • Âşık olma, birinin sevgi ve muhabbetine tutulma.

i'tizam

  • Azim ve kasdeylemek. Gitmek üzere olmak. Fütursuz ve kasd üzere olmak.

iaşe-i umumiye / iâşe-i umumiye

  • Bütün yaratıkları kapsayan besleme, rızıklandırma.

ibadat-ı umumiye / ibâdât-ı umumiye

  • Bütün varlıkların yaptığı ibadetler.

ibn-i mes'ud

  • Ebu Abdurrahman Abdullah Bin Mes'ud da denir. (R.A.)şeref-i İslâm ile müşerref olanların altıncısıdır. Bütün gazvelere iştirak etmiştir. Dâimî surette huzur-u Risalette bulunduğundan Kur'an-ı Kerim'i herkesten iyi öğrendiği gibi, pekçok hadis de işitmiş ve ezberlemişti. Kur'an-ı Kerim'i en evvel Mek

ibra-i amm / ibrâ-i âmm

  • Huk: Bir kimsenin zimmetini bütün haklardan, dâvâlardan temize çıkarmak.

ibrahim bin edhem

  • Babası Belh Şehrinin Pâdişahı idi. Hicri 2. asırda yetişmiş büyük bir veliyullahtır. Bir çok kerametleri görülmüş, Allah rızası yolunda dünya saltanatını terk ederek fakirliği kabul etmiş ve bütün ömrünü ibadet ve taat ile geçirmiştir. Kerametleri dillere destandır.

ibrak

  • Av hayvanlarını ürkütüp korkutmak.
  • Koyun kurban etmek.
  • Şimşek çakmak.

ibret-i alem için / ibret-i âlem için

  • Bütün âleme ibret olsun diye. Herkese ibret olsun için.

ibtidad

  • İki kişinin bir şeyi bir tarafından tutup kavraması.

icaz-ı mutneb / îcâz-ı mutneb

  • Az sözle çok mânâlar ifade etme; bir kelime veya sözün çağrıştırdığı bütün mânâları, açıklama yapmamak sûretiyle kastetme.

icra / icrâ / اجرا

  • Yürütme, yapma, yerine getirme. (Arapça)
  • Yapılma, yerine getirilme, yürütülme. (Arapça)
  • İcrâ edilmek: Yürütülmek, yapılmak, yerine getirilmek. (Arapça)
  • İcrâ etmek: Yürütmek, yapmak, yerine getirmek. (Arapça)

icraat-ı rububiyet

  • Allah'ın bütün varlıkları kuşatan idare ve terbiyesinin ve egemenliğinin sonucu olan faaliyetler.

ictira'

  • (Cür'a. dan) Suyu soluk almadan birden içme.
  • Ağacı bir tutuşta kırma.

iddianame / iddiânâme

  • İddia yazısı; savcının, yapılan soruşturmalar neticesinde tutuklu hakkındaki suçlamalarını bildirmek üzere mahkemeye sunduğu yazı.

ifdal

  • (Fadl. dan) Lütuf ve bağış. İhsan.

ifna / ifnâ

  • Yok etme, yaşamını elinden alma (tutukluluk).

ifrah

  • Belirsiz bir şeyi belirtme.
  • şübhe ve tereddütü giderme.
  • (Kuş) yavrulama.
  • (Tohum) yeşerme.

ifraz / ifrâz

  • Bütünden parça ayırma. Bölme.

iğnedan

  • İğne koymağa mahsus küçük kutu.

iğtisal / iğtisâl

  • Gusl (boy) abdesti almak. Ağız ve burun dâhil bütün vücûdu hiç kuru yer kalmayacak şekilde baştan ayağa yıkamak.

igyal

  • Hâmile kadının sütünü vermesi.

ihaze

  • Kalkanın elle tutulacak olan yeri.
  • Timar. Hükümdarın verdiği arazi.

ihlas / ihlâs

  • Hâlis, temiz etmek, niyyeti düzeltmek, temizlemek, dünyâ menfaatini düşünmeden bütün işlerini, ibâdetlerini yalnız Allah için yapmak.

ihlil

  • Erkek tenasül organının deliği, sidik yolu. Sidik deliği.
  • Kadınlarda memede sütün aktığı yer.

ıhlivlak

  • Eskimek.
  • Bulutun gökyüzünü kaplaması.

ihsan / ihsân

  • İyilik, lütuf, bağışlamak.
  • Sahilik etmek, cömertlik yapmak.
  • Allah'ı görür gibi ibadet etmek.
  • Güzel bilmek. Güzel eylemek.
  • Bağış, ikram, lütuf.

ihsan-ı azim / ihsân-ı azim

  • Büyük ikram, lütuf.

ihsan-ı halık / ihsan-ı hâlık

  • Herşeyin yaratıcısı olan Allah'ın lütuf, ihsan ve ikramı.

ihsan-ı rahmani / ihsan-ı rahmânî

  • Bütün yarattıklarına karşı çok merhametli olan Allah'ın ikramı, bağışı.

ihsanat / ihsânât

  • (Tekili: İhsan) İhsanlar, lütuflar.
  • İyilikler, bağışlar, lütuflar.

ihsanat-ı ilahiye / ihsânât-ı ilâhiye

  • Allah'ın lûtuf ve bağışları.

ihsanat-ı rabbaniye / ihsânât-ı rabbâniye

  • Allah'ın lütuf ve bağışları.

ihsanen

  • İhsan suretiyle. Bağışlayarak, lütuf ve iyilik ederek.

ihtibas

  • (Habs. den) Tutulma, tutukluk.
  • Hapsolunma, hapsetme.

ihtibas-ı bevl

  • İdrar tutukluğu, zorluğu.

ihtirak

  • Yanmak, tutuşmak, yanıp kül olmak.
  • Koz: Bir gezegenin güneşe yaklaşması.

ikad

  • Ateş yakma, tutuşturma.

ikindi namazı

  • İslâm'ın şartlarından biri olan beş vakit namazın üçüncüsü, öğle vakti ile akşam vakti arasında kılınan namaz.Gökten yere iner kamû (bütün) melekler, Meleklere müştâk olur (can atar) felekler, Kabûl olur anda bütün dilekler, İkindi namâzın kıldığın zaman.

ikmal / ikmâl / اكمال

  • Tamamlama, bitirme. (Arapça)
  • Bütünleme. (Arapça)
  • İkmâl edilmek: Tamamlanmak, bitirilmek. (Arapça)
  • İkmâl etmek: Tamamlamak, bitirmek. (Arapça)

ikmal-i nüsah

  • Bütün sahifeleri tamam etmek, okuyup bitirmek.

ikrah-ı mülci / ikrâh-ı mülcî

  • Mülcî ikrâh. Bir kimseyi ölümle veya bir uzvunu (organını) yok etmekle, şiddetli dövmekle veya bütün malını telef etmekle (zarar vermekle) korkutarak rızâsı dışında bir işi zorla yaptırmak.

ikramat-ı ilahiye / ikrâmât-ı ilâhiye

  • Allah tarafından gelen ikramlar, ihsan ve lütuflar.

iktirah

  • (Çoğulu: İktirahat) (Karh. dan) Evvelden hazırlamadan düzgün bir şekilde ve içe doğduğu gibi (şiir veya nutuk) söyleme.

iktisad / iktisâd / اقتصاد / اِقْتِصَادْ

  • Tutum, biriktirme. Her hususta itidal üzere bulunmak. Lüzumundan fazla veya noksan sarfiyattan kaçınmak.
  • Edb: Beyit veya kasideyi birbirine vasl ile uzatmak.
  • Tutumluluk.
  • Orta yol, orta hâl. Tutumlu olma, gereği kadar ölçülü harcama.
  • Üretim ve tüketim faâliyetlerinin nasıl düzenlendiğini inceleyen ilim dalı.
  • Ekonomi. Toplumun tutumluluğu.
  • Tutum, harcamada aşırıya kaçmama, ekonomi.
  • Tutum. (Arapça)
  • Ekonomi. (Arapça)
  • Tutumlu olma.

iktisadi / iktisadî

  • İktisada ait, tutumla alâkalı. Ekonomik.

iktisadiyat

  • İktisad bilgisi. İktisad ve tutumla alâkalı olan işler.

iktisat

  • Tutumluluk.

iktisatçı

  • Tutumlu kimse.

iktisatsızlık

  • Tutumlu olmamak.

iktiyad

  • Tutup götürme veya götürülme.

ila ahiri hayalatihim / ilâ âhiri hayalâtihim

  • "Sonuna kadar bütün bunlar onların hayalleridir" mânâsında Arapça bir ibare.

ilahi kudret / ilâhî kudret

  • Allah'ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarı.

ilhab

  • Tutuşturma, alevlendirme.
  • İltihaplandırma, şişirip kızartma.

ilm-i ezeli / ilm-i ezelî

  • Allah'ın herşeyi ve bütün zamanları kuşatan sonsuz ilmi.

ilm-i husuli / ilm-i husûlî

  • Bir şeyi onun sûreti, görüntüsü zihinde bulunduğu müddetçe bilmek. O şeyin zihindeki sûreti yok olunca, o şey unutulur. Bundan dolayı ilm-i husûlî devamlı değildir.

ilm-i muhit-i ezeli / ilm-i muhit-i ezelî

  • Allah'ın, geçmiş ve gelecek bütün zamanları ve herşeyi kuşatan sonsuz ilmi.

iltifat-ı ilahi / iltifât-ı ilâhî

  • Allah'ın lütuf ve iyiliklerle insanlara yönelmesi.

iltifat-ı merhamet-i rahman / iltifat-ı merhamet-i rahmân

  • Bütün varlıklara merhamet eden Cenâb-ı Hakkın iltifatı, teveccühü.

iltifat-ı rahmani / iltifat-ı rahmânî

  • Allah'ın sonsuz rahmetiyle kuluna yönelip ona lütufta bulunması.

iltifat-ı rahmet

  • İlâhî rahmet tarafından gelen lütuf.

iltifat-ı şahane / iltifât-ı şâhâne

  • Yüksek iltifât, padişahın lütufla yaptığı özel muamele.

iltifatat / iltifâtât

  • İltifâtlar, lütuf ve iyilikler.

iltifatat-ı rahmaniye / iltifâtât-ı rahmâniye

  • Allah'ın sonsuz rahmetiyle kullarına lütuf ve iyilikte bulunması.

iltihab

  • Alevlenme, tutuşma.

iltihab-ı ezhan / iltihâb-ı ezhân

  • Zihinlerin uyanıp alevlenmesi, tutuşması.

iltisak

  • Rutubetlenmek, ıslanmak.

imam-ı malik / imam-ı mâlik

  • (Hi: 93-179) Medine-i Münevvere'de doğdu. İmâm Mâlik bin Enes diye anılır. Mâlikî Mezhebinin imamı. El-Muvatta isimli eseri, "Kütüb-ü Sitte"ye dahil olacak kıymettedir. Mezhebinin mensubları, Afrika ve Endülüs'te çok yayılmıştır. Bu mezhepte olana "Malikî" denir.

imamet-i kübra / imâmet-i kübrâ

  • Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) vekâleten bütün müslümanlara imamlık ederek İslâmiyet'in emirlerinin tatbik edilmesine nezâret edip, İslâmiyet'e ve müslümanlara karşı yapılan her türlü müdâhaleye (saldırı ve sataşmaya) cevap vermek vazîfes i, hilâfet.

iman

  • İnanmak. İtikad. Hakkı kabul, tasdik ve iz'ân etmek. İslâmiyeti kabul edip amel etmek. Dini bütün hakikatleri kabul edip gereğini yerine getirmek.

iman-ı hılki / îmân-ı hılkî

  • Allahü teâlâ bütün rûhları yarattığı zaman, onlara: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sorduğunda, bütün ruhların "Belâ" yâni evet diyerek Allahü teâlânın Rab olduğunu kabûl edip inanmaları.

iman-ı tahkiki / iman-ı tahkikî

  • İmana aid bütün mes'eleleri yakînî surette tedkik ile bilmek ve yaşamak ve tahkikî iman derslerini veren ve taklidî imanı tahkike tebdil eden eserleri sadakatla okumak neticesinde hâsıl olan sağlam, sarsılmaz iman. (Mü'minin kalbi tasdik nuru ile o derece münevver olmasıdır ki, o nur bütün letaif-i

in'am-ı hak / in'âm-ı hak

  • Allah'ın nimeti, lütuf ve ihsanı.

in'amat-ı külliye

  • Bütün in'amlar. Cenab-ı Hakk'ın mahlukata, hususan insanlara hadsiz nimetler ihsan etmesi.

iname-i etfal

  • Çocukların uyutulması.

inayat

  • (Tekili: İnayet) İnayetler, iyilikler, lütuflar, ihsanlar.

inayat-ı rabbaniye / inâyât-ı rabbâniye

  • Bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah'ın özel yardımları.

inayet / inâyet

  • Yardım, lütuf meded etmek.
  • Mühim bir işle karşılaşıp onunla meşgul olmak.
  • Dikkat, gayret, özenme.
  • Lütuf, ihsan, iyilik.
  • Bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzenlilik.
  • Allah'ın özel yardımı, şefkatle ilgilenmesi.
  • Lütuf, ihsân, iyilik, yardım.

inayet ve rahmet-i ilahi / inayet ve rahmet-i ilâhi

  • Allah'ın özel rahmeti, şefkat ve merhameti, lütuf ve yardımı.

inayet-i merhamet-i ilahiye / inayet-i merhamet-i ilâhiye

  • Allah'ın merhamet ve yardımı, lütuf ve ihsanı.

inayet-i rahmaniye / inayet-i rahmâniye

  • Kullarına karşı çok merhametli olan ve rahmet eserleri bütün varlık âlemini kuşatan Allah'ın özel yardımı.

inayet-i şahsiye / inâyet-i şahsiye

  • Şahsa ve kişiye yapılan yardım, ikram, lütuf.

inayet-i tamme / inâyet-i tamme

  • Bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzenliliğin eksiksiz ve tam oluşu.

inayet-i zahire

  • Ap açık inayet; bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan ap açık düzenlilik.

inayetkar / inayetkâr / inâyetkâr

  • Yardım ve iyilik eden. Lütuf ve inayette bulunan. (Farsça)
  • Yardım ve iyilik eden, lütuf ve inayette bulunan.

inayetli

  • Yardımlı, lütuflu.

ince donanma

  • Tar: Hafif gemilerden meydana gelen donanma. Bunun yerine "Hafif Donanma" da denilir. Bunların en meşhurları: Uçurma, varna, beş çifteleri, karamürsel, aktarma, üstüaçık, çiftekayığı, brolik, celiyye, çamlıca, kütük, at kayığı, kancabaş, âyaska, işkampaviya, şahtur, çekelve, kırlangıç, firkate, kali

incizam

  • Kesilme.
  • Cüzzam hastalığına tutulmuş kimsenin bir organının (âzâsının) kopması.

infar

  • Ürkütme, ürkütülme.

inhibas

  • Vakıf namına malı hapsetme.
  • Nefes tutulma.

inhisaf / inhisâf / انخساف

  • Ay tutulması. Husufa uğramak. Ay'ın, dünyanın gölgesi altına girmesi veya o şekildeki gölgelenmek.
  • Tutulma.
  • Ay tutulması
  • Söner gibi olma, parlaklığın gitmesi.
  • gözden düşürme, perdeleme.
  • Ay tutulması. (Arapça)
  • Gelişimini yitirmek, parlaklığını kaybetmek. (Arapça)

inkıbaz / inkıbâz

  • Tutulma, tutukluk.
  • Büzülme. Çekilip toplanma.
  • Sıkıntı. Gamlı olmak.
  • Kabızlık. Tutukluk.
  • Tutukluk.

inkıhal

  • Büsbütün zayıf ve güçsüz düşme.

inkisaf

  • (Küsuf. tan) Parlaklığı sönme. Güneş tutulması.
  • Tutulma.

inkişaf-ı feyezani / inkişaf-ı feyezanî

  • İlâhi lütuf, bolluk ve bereketin ortaya çıkması, görünmesi.

inkişaf-ı feyzani / inkişaf-ı feyzânî

  • İlâhî lütuf, bolluk ve bereketin ortaya çıkması, görünmesi.

inkitam

  • Gizli tutulma, saklı tutulma.

inşaallah / inşâallah

  • Her zaman Allahü teâlânın adını anmağa alışmak ve Allahü teâlâ dilerse olur mânâsına bütün işlerini Allahü teâlânın dilemesine havâle etmek için söylenen söz.

inşaallahü'r-rahman / inşaallahü'r-rahmân

  • Kullarına karşı çok merhametli olan ve rahmet eserleri bütün varlık âlemini kuşatan Allah dilerse.

insan-ı himmetperver

  • Gayretli, himmetli insan; kalbin bütün kuvvetiyle mukaddes şeylere yönelen insan.

insan-ı kamil / insan-ı kâmil

  • Kemâle ermiş, olgun insan. İslâmiyet'in emrettiği bütün emirleri yapan, yasaklardan sakınan, Peygamber efendimizin güzel ahlâkıyla ahlâklanan, hareketleri ve sözleri hep Allahü teâlânın ilhâmı ile olan üstün insan.

intişab

  • Odun veya mal biriktirme.
  • Tutulup kalma.

intisah

  • Verilen öğütü dinleme, edilen nasihatı tutma.

irad-ı nutk

  • Nutuk iradetme. Nutuk söyleme.

irade-i rabbani / irade-i rabbânî

  • Bütün varlıkları terbiye eden, idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın iradesi, dilemesi.

irdaf

  • Ardısıra yürütme, yürütülme.

irhab

  • Korkutma veya korkutulma.
  • Kaçırma.

irkad

  • Uyutma veya uyutulma.

irtiaş

  • Ra'şeye tutulma, titreme, sarsılma.

irtidad-ı mutlak

  • Tam dinsizlik, dinin bütün değerlerini red ve terk etme.

irtitac

  • Konuşurken kekelemeye başlama, dili tutulma.

ırza-i gayr-i maderi / ırzâ-i gayr-i mâderî

  • Çocuğu hayvan sütüyle besleme.

ırza-i maderi / ırzâ-i mâderî

  • Çocuğu ana sütüyle besleme.

iş'al / iş'âl

  • Şulelendirmek. Yaymak, alevlendirmek. Tutuşturmak. Parlatmak. Şiddetlendirmek.
  • Tutuşturma.

iş'al edilen / iş'âl edilen

  • Yakılan, tutuşturulan.

ıs'as

  • Gece karanlığı başlamak, karanlık basmak.
  • Karanlığın açılması.
  • Bulutun yere yakın olması.
  • Peşinden gitmek.

isaga

  • Kolaylıkla ve rahatlıkla yutulma.

isaga-i taam

  • Yemeğin kolaylıkla yutulması.

islac

  • Kara tutulma. Karlı olma.

islam alimi / islâm âlimi

  • Dînî ilimleri bütün incelikleri ile zamânın fen bilgilerini de lüzûmu kadar bilen âlim.

ism-i a'zam

  • En büyük isim. Allahü teâlânın bütün sıfatlarını kendinde toplayan ism-i şerîfi. Hadîs-i şerîfte İsm-i A'zamın Bekara ve Âl-i İmrân sûrelerinde olduğu bildirilmiştir. Bâzı âlimler, İsm-i A'zamın "Allahu lâ ilâhe illâ huvel hayy-ul-kayyûm" bâzıları "Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minezzâlimî

ism-i batın / ism-i bâtın

  • Allah'ın, bütün varlıkların iç yüzünü ve özellikle canlıların içlerini mükemmel bir fabrikanın harika makineleri gibi yaratıp işlettiğini gösteren ismi.

ism-i cami' / ism-i câmi'

  • Bütün isimlerin mânâlarını içinde toplayan isim.

ism-i cemil / ism-i cemîl

  • Allah'ın bütün güzelliklerin kaynağı ve sonsuz güzellik sahibi olduğunu ifade eden ismi.

ism-i hafiz / ism-i hafîz

  • Herşeyi koruyan, bütün özellikleriyle kaydedip muhafaza eden anlamına gelen Allah'ın bir ismi.

ism-i muhyi / ism-i muhyî

  • Allah'ın bütün canlılara hayat verdiğini ifade eden ismi.

ism-i nur

  • Bütün varlığı aydınlatan, bütün nurlar kendi nurunun zayıf bir gölgesi olan ve her çeşit nuru yaratan anlamına gelen Allah'ın Nur ismi.

ism-i rahim ve rezzak / ism-i rahîm ve rezzâk

  • Allah'ın sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olduğunu ve bütün canlıların rızıklarını verdiğini ifade eden Rahîm ve Rezzak isimleri.

ismet

  • Günahsızlık, mâsumluk. Günahlardan kaçınmak melekesine sâhib olmak. Suçsuzluk.
  • Peygamberlik vasıflarından birisidir. Peygamberler (A.S.), hiç bir zaman gizli, âşikâr herhangi bir ma'siyete yaklaşmazlar; bütün kusur ve hatâlardan ve şâibelerden müberrâdırlar.

israflı

  • Savurgan, tutumsuz.

israil

  • Hz. Yakub'un (A.S.) lâkabı olup sonradan bütün o soydan gelenlere Benî İsrail denmiştir. İsrail oğulları, Yahudiler.

istiab

  • İçine almak.
  • Kaplamak. Toplamak. Tamam etmek.
  • Tutulmak. Zapteylemek.

iştial / iştiâl / اشتعال

  • Tutuşma. Parlama. Alevlenme.
  • Mc: Şiddetlenme.
  • Tutuşma, parlama.
  • Alevlenme, tutuşma.
  • Alevlenme, yalazlanma, parlama, tutuşma. (Arapça)

iştialat / iştialât

  • (Tekili: İştial) Parlamalar, alevlenmeler, yanmalar, tutuşmalar.
  • Mc: Şiddetlenmeler.

istiare-i musarraha

  • (Açık istiare) Teşbihin iki temel unsurundan yalnız kendisine benzetilen ile yapılan istiare.Meselâ: Büyük âlimlere; ayaklı kütüphane veya yaşlı kimselere hayatının son baharında denilmesi gibi.

istiare-i temsiliye

  • Temsilî istiare; istiarenin, teşbih unsurlarından "benzetilen" ögesi ile yapılan, benzeyenin teferruatlı olarak tasvir edildiği istiare çeşididir. Temsilî istiarede anlatılan kavram bütün manzumeye veya yazıya işlenmiştir.

istidad-ı insani / istidad-ı insanî

  • İnsanın yaratılışında var olan bütün özellikleri, konuşma, sevme gibi.

istigrak

  • Gark olmak, dalmak.
  • Dalgınlık.
  • Ist: Seraba kapılmak. Manevî bir hal ile hayret ve taaccübden bayılmak derecesine gelmek.
  • Tas: Dalgınlıkla, zihni bütün bütün meşgul olmak. Aşk-ı İlâhî ile dünyayı unutup kendinden geçmek.
  • Gr: "El" harf-i ta'rifinin, isimleri umu

istiğrak

  • Bir şeyi baştan aşağı kaplamak. Tasavvuf erbabının vecde gelip kendinden geçmesi.
  • İstiğrak lâmı: Bir cinsin bütün bireylerini içine alan belirtme edatı, lâm-ı tarif, diğer adıyla harfi tarif.

istihdam-ı rabbani / istihdam-ı rabbânî

  • Bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın çalıştırması, hizmet ettirmesi.

istihsar

  • Usanmak, fütur getirmek, bıkmak.

istikad

  • Yakma, ateşi tutuşturma.

istikra-ı tam / istikrâ-ı tam

  • Bütün cüz'î olaylardan hareket ederek küllî bir hükme varma; tümevarım; endüksiyon; burada bütün ilimlerin hep birlikte aynı sonuca parmak basmaları kastediliyor.

istikra-i tam / istikrâ-i tâm

  • Tümevarım, endüksiyon; bir bütünü oluşturan parçaların hepsini inceleyerek o bütün hakkında hüküm vermek.

istikra-i tamm / istikrâ-i tâmm

  • Tam bir tümevarım, endüksiyon; parçalardan bütüne, fertlerden türlere, olaylardan kanunlara, ilimlerden kâinatın mükemmel olan düzen ve düzenliğine varma yöntemi.

istikra-i tamme / istikrâ-i tâmme

  • Bütün cüz'î olaylardan hareket ederek küllî bir hükme varma; tümevarım; endüksiyon; burada bütün ilimlerin hep birlikte aynı sonuca parmak basmaları kastediliyor.

istikram

  • Kerem ve lütuf isteme.

istıktab

  • (Kutb. dan) Kutuplaşma, bir kutubun etrafında toplanma, bir kutuba bağlanma.

istinfaz

  • Bir yerin bütün her tarafını iyice öğrenebilmek için dikkatle bakma, inceleme.

istira'

  • İki tâne odun parçasını birbirine sürte sürte tutuşturma.
  • Çakmak taşında ateş çıkartma.

istirhab

  • Korkutma veya korkutulma.

ısva'

  • Kuruma, yaşlığı ve rutubeti kaybolma.

ıtam

  • İdrar zorluğu, idrar tutukluğu.

ıtar

  • (Çoğulu: Utur) Dudak kenarı.
  • Elin kasnağı.
  • Diğerlerini ihâta eden nesne.

itkan-ı muhkem

  • Bütün açıklığıyla bilerek sağlam yapmak.

itraz

  • Kurutma veya kurutulma.

ittihad-ı islam cemiyet-i kudsiyesi / ittihad-ı islâm cemiyet-i kudsiyesi

  • Bütün Müslümanların birliğini sağlama gibi mukaddes bir hedef için faaliyet gösteren bir topluluk.

ittihad-ı umumi / ittihad-ı umumî

  • Umumi ittihad. Bütün insanların birleşmesi.

ittika

  • Sakınmak. Çekinmek. Günahlardan ve bütün kötülüklerden kendini çekmek. Takvâ ile amel etmek.

ittisal-i mana / ittisal-i mânâ

  • Anlam bütünlüğü.

izlam

  • Karanlık olmak. Zulme giriftar olmak. Zulme tutulmak.

ızram

  • Ateşi tutuşturma, ateşi alevlendirme.

ka'be / kâ'be

  • (Kâbe) Dünyanın en kudsi ma'bedi. Beytullah, Beyt-ül Ma'mur, Beyt-ül Atik. Bütün mü'minlerin ibâdet esnâsında yöneldikleri merkez. Dört köşe olduğu için Kâbe denir. Bu mukaddes makamın etrafına Mescid-ül Haram ismi verilir. İçinde bir kısım olarak Makam-ı İbrahim mevcuddur. Burası İbrahim Aleyhissel

kab'

  • Seyahat edip gezmek.
  • Nefesi tutulmak.
  • Atın burnu içinden çıkan hırıltı.

kaba necaset / kaba necâset

  • İnsandan çıkınca abdesti veya guslü gerektiren her şey, eti yenmeyen hayvanların, (yarasa hâriç) ve yavrularının yüzülmüş, dabağlanmamış derisi, eti, pisliği ve bevli ile süt çocuğunun pisliği, bevli ve ağız dolusu kusmuğu, insanın ve bütün hayvanlar ın kanı ile şarab, leş, domuz eti ve kümes ve yük

kabil-i cerh

  • Çürütülebilir.

kablo

  • Telgraf, telefon hatlarında veya elektrik akımı iletmede kullanılan izole edilmiş tellerin bütünü. (Fransızca)

kabul-ü ümmet

  • Bütün Müslümanların kabul etmesi.

kaburga

  • Göğüs kemiklerinin beheri. Göğüs kemiklerinin bel kemiğine bağlanmak suretiyle meydana getirdikleri şeklin bütünü.
  • Gemi, sandal, kayık gibi deniz nakil vasıtalarının hayvan kaburgasına benzeyen ve omurga üzerine kaldırılan eğri ağaçları.

kabz

  • Tutma, alma, tutukluk.

kabza-i rububiyet / kabza-i rubûbiyet

  • Cenâb-ı Hakkın bütün varlıklara hükmetme ve terbiye etme eli.

kader

  • Cenab-ı Hakk'ın kâinatta mevcut her şeyin bütün özelliklerini ezelden bilip takdir etmesidir.

kadi-ül hacat / kadî-ül hâcât

  • Bütün ihtiyaçları yerine getiren Hâkim. Allah (C.C.)

kadid / kadîd / قدید

  • Kurutulmuş et.
  • Pek zayıf, kuru ve çelimsiz insan.
  • Etleri dökülmüş olup yalnız kemikten ibaret olan gövde. İskelet.
  • Kurutulmuş et, kadit. (Arapça)
  • Canlı cenaze. (Arapça)

kàdir-i kayyum / kàdir-i kayyûm

  • Ezelden ebede kadar bütün varlıkları ayakta tutan sonsuz kudret sahibi, Allah.

kàdıu'l-hacat / kàdıu'l-hâcât

  • Bütün ihtiyaçları karşılayan Allah.

kadro

  • ing. Bir işin yürütülebilmesi için icab eden bir cinsten şeylerin, bilhassa insanların tamamı veya bütünü.

kaffe / kâffe / كَافَّه

  • Hep. Bütün. Cümle.
  • Bütün, tamamı.
  • Bütün.
  • Bütün.

kaffe-i ahval / kâffe-i ahvâl

  • Bütün hâller, durumlar ve özellikler.

kaffe-i ef'al / kâffe-i ef'al

  • Bütün işler.

kaffe-i efrad / kâffe-i efrâd

  • Bütün fertler.

kaffe-i kelimat / kâffe-i kelimat

  • Bütün kelimeler.

kaffeten / kâffeten

  • Bütünü. Hepsi birden.

kainat kitabı / kâinat kitabı

  • Bir kitap gibi yazılmış bütün âlem.

kainat mecmuası / kâinat mecmuası

  • Kâinat kitabı, bütün yaratılmışlar.

kainat seması / kâinat seması

  • Kâinatın ve bütün varlıkların üzerinde duran gökyüzü; burada bütün varlıklar âlemi dünyaya, onu kuşatan gökyüzü ise yücelerde bulunan manevî âlemlere benzetilmiştir.

kainat sultan / kâinat sultan

  • Kâinatın ve bütün varlıkların sultanı olan Allah.

kalb-i kerim

  • Allah'ın lütuf ve ikramına ayna olan mübarek kalp sahibi.

kalemdan

  • Kalem kutusu, kalemlik. (Farsça)

kalubela / kâlûbelâ

  • Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı yaratınca, kıyâmete kadar bütün zürriyetini zerreler hâlinde onun belinden çıkarıp; "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye buyurup, onların da; "Evet, sen Rabbimizsin" diye verdikleri cevâbı ifâde eden söz.

kama

  • İki tarafı keskin, ucu sivri ve enli bıçak.
  • Duvara veya keresteye çakılan büyük tahta çivi.
  • Ağaç, kütük ve sâireyi yarmak için kullanılan ucu ince, arka tarafı kalın ağaç veya demir takoz.

kamet-i ömr

  • Ömür boyu. Bütün hayat müddetince.

kamıh

  • Tarhana.
  • Kokutup ekşitilmiş şey.

kamil / kâmil

  • (Kemal. den) Bütün, tam, olgun, eksiksiz, kemalde olan, kusursuz. Kemal ve fazilet sâhibi.
  • Resul-i Ekrem'in de (A.S.M.) bir vasfıdır.
  • Yaşını başını almış, terbiyeli ve görgülü kimse.
  • Âlim, bilgin kişi.
  • Bir aruz kalıbı ismi.
  • Bütün, eksiksiz, tam.
  • Kemale ermiş, olgun.
  • Geniş bilgili, kültürlü, bilgin.

kamilen / kâmilen / كاملا

  • Noksansız, eksiksiz olarak. Tam olarak. Kâmil olarak. Bütünü ile. Tamamen.
  • Tamamen, büsbütün, tümüyle. (Arapça)

kamu

  • (Kamuğ) t. Hep, bütün, tamamen.

kan-ı kerem / kân-ı kerem

  • Kerem, lütuf ve ihsan menbaı.

kanun-u hafiziyet / kanun-u hafîziyet

  • Allah'ın bütün kâinatta geçerli olan muhafaza edicilik kanunu.

kanun-u kader-i ilahi / kanun-u kader-i ilâhî

  • Allah'ın meydana gelecek hadiseleri gerçekleşmeden önce sonsuz ilmiyle belirlediği ve bütün kâinatta geçerli olan kanunlar.

kanun-u kayyumiyet / kanun-u kayyûmiyet

  • Allah'ın yarattıklarının varlıklarını ayakta tutup devam ettirme kanunu.

kapıkulu

  • Osmanlı devletinin daimi ordusunu teşkil eden yaya ve atlı askerlerin bütününe verilen addır.

kariyer

  • Bir insanın kendisini hasretmiş olduğu meslek. (Fransızca)
  • Bir meslekte alınan merhalelerin bütünü. (Fransızca)

karun

  • (A, uzun okunur) Peygamber Musâ (A.S.) devrinde yaşamış, malı ile mağrur olarak haddini aşmış ve Cenab-ı Hakkın zekât emrini dinlemediğinden Musa'nın (A.S.) duâsından sonra malı ile birlikte yere batmış olan dünya zengini. Cenab-ı Hakkın lütuf ve ihsanını kendine mâlederek nankörlük ve enaniyetinden

kasar

  • Üşenme, tembellik etme.
  • Güç ve kuvvetin son sınırı.
  • Boğazı tutup nefes aldırmayan bir zahmet.

kaside / kasîde

  • Onbeş beyitten aşağı olmamak, bütün beyitlerin ikinci mısraları en başta bulunan mısra ile kafiyeli bulunmak ve daha çok büyükleri övmek üzere yazılan nazım. Koçaklama.

kasm

  • Kapa kapa yemek, bütün bütün yutmak.
  • Kesmek.
  • Cem'etmek, toplamak.
  • İ'tâ etmek, vermek.

kated

  • (Çoğulu: Aktâd-Kutud) Semer ağacı.

katib-i zülkemal / kâtib-i zülkemâl

  • Bütün varlıkları bir kitap yazar gibi, mükemmel ve kusursuz bir şekilde yaratan Allah.

katıbe

  • (A, uzun okunur) Hepsi, tamamı. Cümleten.
  • Bütün hâllerde.

katıbeten

  • Tamamıyla, bütünüyle, cümleten, hepsi.
  • Hiçbir zaman, aslâ.

katibin-i kiram / kâtibîn-i kiram

  • İnsanın yaptığı bütün amelleri yazan melekler.

katl-i am / katl-i âm

  • Halkı bütünüyle kılıçtan geçirme.

kavaid-i külliye / kavâid-i külliye

  • Bütün fertleri içine alan kapsamlı, genel kurallar, prensipler.

kayd

  • Bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi her bir parçası.

kayyım

  • İnsanları birbirine kardeşlikte ve sevgide bir araya toplayıp dünya ve âhirette necat ve iyilikler yolunda cem' edici olduğundan; bütün iyilikleri haseneleri toplayıcı ve muhtaçlara çok ihsan edici mânasında Peygamberimiz Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) verilen bir isim.

kayyum

  • Başlangıç, nihayet ve yeniden oluş gibi hallerden münezzeh ve ezelden ebede kaim, dâim ve var olan Allah (C.C.). Bütün eşyanın ancak kendisi ile kaim olduğu Cenab-ı Hak.

kayyumiyet / kayyûmiyet

  • Allah'ın bütün herşeyi ayakta tutması, varlığını devam ettirmesi.

kayyumiyet-i ilahiye / kayyûmiyet-i ilâhiye

  • Allah'ın her zaman ve her yerde var olması ve bütün varlıkların ancak Onunla var olabilmeleri.

kaza orucu / kazâ orucu

  • Oruç tutmamayı mubâh kılan (dînde bildirilen) bir özür sebebiyle vaktinde tutulamayan veya tutarken bir özür sebebiyle yâhut kast (bilerek) olmadan bozulup, Ramazân bayramının birinci, Kurban bayramının birinci, ikinci ve üçüncü günleri dışındaki zam anlarda gününe gün tutması gereken Ramazân-ı şerî

kazem

  • Bütün bütün yutmak.
  • Asılsızlık.

kazi-yül hacat / kazi-yül hâcât

  • Bütün ihtiyaçları yerine getiren Allah (C.C.)

keffaret / keffâret

  • (Masdar gibi kullanılıyorsa da "keffâr" mübalâğa isminin müennesi olup, asıl mânası: örtücü ve imhâ edici demektir.) Bir mecburiyet altında veya yanlışlıkla işlenmiş günahı affettirmek ümidiyle şeriata uygun olarak verilen sadaka veya tutulan oruç.
  • Günahtan arınma.
  • İşlenen bir hata veya günahın bağışlanmasına vesile olması için verilen sadaka veya tutulan oruç, karşılık.

kekeme

  • Harfleri serbest söyliyemeyip tekrarlayan. Dilinde tutukluk olan. (Türkçe)

kelam

  • Söz, söyleyiş, nutuk.
  • Dil, lehçe.
  • Kelâm ilmi, İslâmî inanç meselelerinden bahseden ilim.

kemal

  • Kâmillik, olgunluk. Olgunlaşma. Erginlik. Bütün güzel sıfatlarla muttasıf olmak. Fazilet.
  • Değer, baha.
  • Fazlalık.
  • Sıdk ile yapılan güzel iş.

kemal-i ilahi / kemâl-i ilâhî

  • Allah'ın bütün noksanlıklardan yüce ve en mükemmel sıfatlara sahip olması.

kemal-i inayet / kemâl-i inâyet

  • Bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzenliliğin mükemmelliği.

kemal-i rububiyet / kemâl-i rubûbiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan mâlikiyet, yaratıcılık ve terbiyesinin mükemmelliği.

kemal-i şehamet / kemâl-i şehâmet

  • Mükemmel derecede akılla bütünleşmiş yiğitlik.

kemalat-ı sübhaniye / kemâlât-ı sübhâniye

  • Bütün eksikliklerden yüce olan Allah'ın sonsuz mükemmellikteki sıfatları, nitelikleri.

keman-dar / keman-dâr

  • Yay tutan, yay tutucu. (Farsça)

keramet-i iktisadiye

  • Tutumlu olmanın ortaya çıkardığı keramet.

keramet-i ilmiye

  • İlmi keramet, lütuf, ihsan.

kerem

  • İyilik, lütuf, ikram, değer.

kerem-i ilahi / kerem-i ilâhî

  • İlâhi lütuf ve ikram.

kerem-i sübhaniye

  • Bütün noksanlıklardan uzak olan Allah'ın cömertliği, ikramı.

kerim-i mutlak / kerîm-i mutlak

  • Lütuf ve cömertliği sınırsız olan Allah.

kerimane / kerîmâne

  • Lütufkâr ve cömert bir şekilde.

kerkere

  • Tavuğa çağırmak.
  • Rüzgârın bulutu toplayıp dağıtması.

kerm

  • (Çoğulu: Kürum) Bağ kütüğü. Asma, üzüm çubuğu.

keşakeş

  • Münâkaşa, çekişme. (Farsça)
  • Keder, hüzün, tasa, gam. (Farsça)
  • Sıkıntı, felâket, ıztırab. (Farsça)
  • Tereddüt, kararsızlık. (Farsça)
  • Pehlivanların birbirleriyle mücâdeleleri. (Farsça)
  • İki kişinin, bir şeyi birer uçlarından tutup, her birinin kendine doğru çekmesi. (Farsça)

kesir darbı

  • Bölme işleminde paydanın çarpılarak büyütülmesi.

kesis

  • Hurma şarabı.
  • Darı bozası.
  • Arapların taş üstünde kurutup ve dövüp azık edip yedikleri et.

keşkek

  • Haşlandıktan sonra kurutulmuş buğday.

kesr

  • Kırmak. Parçalamak. Parçalara ayırmak.
  • Mat: Bir bütünün parçalarından her biri.

kevn ü mekan / kevn ü mekân

  • Kâinat, âlem; bütün varlıklar.

kibase

  • Bütün olan hurma salkımı.

kıble-i kainat / kıble-i kâinat

  • Bütün evrenin yöneldiği kıble.

kımız

  • Ekşimiş kısrak sütü.

kıram

  • Nakışlı perde.
  • Duvara tutulan örtü.
  • Çarşaf.

kitab-hane

  • Kitabevi, kütüphane. Kitap okunan veya satılan yer. (Farsça)

kitab-ı kainat / kitab-ı kâinat

  • Kâinat kitabı; bir kitap gibi yazılmış olan bütün âlem.

kitab-ı mübin / kitâb-ı mübîn / كِتَابِ مُب۪ينْ

  • Kaderde olan her şeyin gerçekleşmesinde esas tutulan kānunların bütünü; Allahın geçmiş ve gelecekten ziyâde, şimdiki hâle bakan ilmi.

kitabhane / kitabhâne / كتابخانه

  • Kütüphane. (Arapça - Farsça)

kıtar

  • (Çoğulu: Kutur-Kuturât) Deve katarı.

kıtt

  • (Çoğulu: Kutut) Nasib, hisse.
  • Kitab ve kâğıt.
  • Erkek kedi.

kıyafet

  • Bir şeyin dış görünüşü, zâhiri.
  • Bir kimsenin giydiklerinin bütünü.
  • Heyet, şekil, suret.
  • Feraset.
  • Bir kimsenin ardınca olmak.

kıyamet / kıyâmet

  • Dünyanın yıkılıp harab olması. Her şeyin mahvolması. Dünyanın sonu ve mahşer meydanına bütün insanların dirilip toplanacağı zaman.
  • Mc: Büyük belâ.
  • Fazla sıkıntı.
  • Allahü teâlânın emri ile İsrâfil aleyhisselâmın sûr denilen ve nasıl olduğunu bilmediğimiz bir âlete üfürmesi, (nefha-i ûlâ: Birinci üfürme) ile bütün canlıların ölüp, her şeyin yok olması, kâinâttaki (varlık âlemindeki) nizâmın, düzenin bozulması, kıyâmetin kopması.
  • Her canlının ölü

kıyamet-i kübra / kıyamet-i kübrâ

  • Büyük kıyâmet, bütün varlığın bozulup dağılması, ölümü.

kıyas-ı hadsi-i hafi / kıyas-ı hadsî-i hafî

  • Gizli olan hükmün illetine (sebebine) güçlü bir sezgi ile (zihnin hemen intikali olan hads ile) ulaşmak sûretiyle yapılan kıyas; yani peygamberlik sebebi olan bütün peygamberlerdeki esasların Peygamber Efendimizdeki (a.s.m.) esaslar ile kıyaslanmasıdır ki, zihin bu esasların Peygamber Efendimizde da

köle

  • Bütün tarihî devirlerde başka milletlerden, yabancılardan zorla kaçırılıp hürriyetten mahrum hale getirilerek hizmette kullanılan erkek. (Türkçe)

kolon

  • Sütun. (Fransızca)
  • Matbaacılıkta, dizilen yazı sütunu. (Fransızca)

kompleks

  • Bir anda kavranamıyacak şekilde çeşitli sebeblerden, unsurlardan meydana gelmiş. (Fransızca)
  • Basit olmayan. Mürekkep. (Fransızca)
  • İnsanların davranışlarına, ruh hâllerine yön veren birbirine bağlı şuuraltı hayallerinin bütünü. (Fransızca)

korsan

  • itl. Deniz haydutu. Deniz eşkiyası.
  • Başkaların haklarını zor kullanarak yiyen kimse.
  • Bir hakkı izinsiz olarak kullanan.

kozmoz

  • (Kozmos) yun. Kâinat. Bütün gökler.

kübreviyye

  • Evliyânın büyüklerinden Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Yaptığı bütün münâzaralarda gâlib geldiği için kübrâ (büyük) lakabıyla meşhur olmasından dolayı, bu yola Kübreviyye denmiştir.

kudret

  • Güç. Takat.
  • Her yeri kaplayan kudretullah.
  • Varlık. Ehliyet. Becerebilme.
  • Zenginlik.
  • Kabiliyet.
  • İlm-i kelâmda: Allah Teâlâ'ya mahsus ezelî ve ebedî ve bütün kâinatta tasarruf eden sıfattır.
  • Allah'ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarı.
  • Güç.
  • Allah'ın bütün varlıkları kuşatmış olan gücü.
  • Varlık, zenginlik.
  • Ehliyet, becerebilme.

kudret eli

  • Güç ve iktidarı bütün varlığı kuşatan Allah'ın yardımı.

kudret ve irade-i rabbaniye / kudret ve irade-i rabbâniye

  • Bütün varlıkların idaresi ve terbiyesi elinde olan Cenâb-ı Hakk'ın güç, iktidar ve iradesi.

küfae

  • Davarın bir yıllık dölü, sütü, yoğurdu, yünü ve yapağısı.

küll / كل / كُلّ

  • Hep, tüm, bütün. Çok. Cüz'lerden meydana gelen.Bütün cüzlerin şumul ve istiğrak üzere ifadeleri.
  • Bütün, genel.
  • Bütün.
  • Tüm, bütün. (Arapça)
  • Parçalardan oluşan bütün.

küll-i a'zam

  • En büyük bütün. En büyük küll.

küll-i alem / küll-i âlem

  • Âlemin bütünü.

küll-i azam / küll-i âzam

  • En büyük varlık; bütünlük arz eden en büyük şey.

küll-ü azam / küll-ü âzam

  • En büyük bütün; bütünlük arz eden en büyük şey.

küll-ü ekber

  • En büyük bütün, en büyük unsur.

küll-ü nurani / küll-ü nuranî

  • Nurlu bir küll, bütün varlıklarla ilgisi olan bir kapsamlılık.

külli / küllî

  • Külle mensub. Cüz'iyat ve ferdlerden meydana gelmiş olan. Umumi, bütün.
  • Çok, ziyade, fazla.
  • Man: İnsan dediğimiz zaman küll'ü ve küllîyi ifade etmiş oluyoruz. İnsanın eli, ayağı, kolu, gözü dersek cüz' ve cüz'îyi ifade etmiş oluruz. Dünya denilirse küll; dünyanın karaları, kı
  • Bütün fertleri içine alan, kapsamlı.
  • Genel, bütün, çok, tümel.
  • Bütün fertleri ihtiva eden genel kavram, genel, kapsamlı.

külliyat

  • Bütün hepsi, bir yazarın bütün eserleri.
  • (Tekili: Külliyet) Bütün. Hepsi. Hepsi birden.
  • Bir müellifin bütün eserleri.
  • Hepsi, bir yazarın bütün eserleri.

külliyat-ı hakaik / külliyât-ı hakaik

  • Gerçeklerin bir araya gelmesi, gerçekler bütünü.

külliyat-ı kainat / külliyat-ı kâinat

  • Bütün evren.

külliye

  • (Külliyet) Bütünlük, umumilik, genellik.
  • Bolluk, çokluk, ziyadelik.
  • Tar: Osmanlı İmparatorluğu zamanında Arap vilâyetlerinde bazı medreselere, üniversite karşılığı verilen ad.
  • Bütünlük, ilgili bütün kısımların bir arada bulunduğu yapı.

külliye ise

  • Kapsamlı ve genel ise; hüküm bir sınıf veya türün bütün fertlerini kapsıyor ise.

külliyen

  • Bütünüyle.
  • Kâmilen, tamamen. Cüz'î olmamak üzere. Büsbütün. Tamamıyla, toptan, kâffesi.
  • Bütünüyle.

külliyet

  • Bütünlük, genellik, kapsamlılık.
  • Bütün ferdleri içine alan, kapsamlılık, genellik.
  • Genellik, bütünlük, çokluk.

külliyetiyle

  • Bütün fertleriyle, bireyleriyle.

küllü amm

  • Her sene, bütün sene.

küllü dain

  • Bütün hastalıklar. Bütün dertler.

kulub-u münevvere aktabı / kulûb-u münevvere aktâbı

  • Kalp aracılığıyla nurlara ulaşan ve manevî bir kutup hâline gelen insanlar.

kulub-u nuraniye aktabı / kulûb-u nuraniye aktâbı

  • Nuranî kalp sahiplerinin kutupları, en önde gelenleri—velilerin ileri gelenleri gibi.

kumandan-ı akdes

  • Bütün varlıkları emri altında tutan ve her türlü eksiklikten ve âcizlikten yüce olan Allah.

kumandan-ı ferd

  • Bütün varlık âleminin tek kumandanı.

kumar

  • Para veya başka bir menfaat karşılığı oynanan oyun; birkaç kimsenin aralarında para veya mal toplayarak piyango çekip, isâbet etmeyenlerin isâbet edenlere mal veya para vermek için sözleşme veya para ile kazanmak için tahminde bulunma, toto. Karşılık lı para veya mal koyarak bahse tutuşma.

kundak

  • Küçük çocukları sıkı bağlamaya yarıyan bezler takımı.
  • Yangın çıkarmak için bir yere sokulan, tutuşturulmuş yağlı bez çıkısı.

kunut

  • Yatsı veya sabah namazlarında ayakta okunan duâ. İbadet. Duâ. Taat. Şükür eylemek.
  • Namazda dünya kelâmından imsak eylemek, yani kendini tutup konuşmamak.

kur'an

  • Allah (C.C.) tarafından Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma Cebrâil Aleyhisselâm vâsıtası ile (yâni vahiyle) gönderilen ve beşeriyetin bütün saadet düsturlarını hâvi en mukaddes ve en son kitâb-ı semâvidir. Din ve dünyanın nizâmını en iyi şekilde bildirir, kâinatın neden ve niçin yaratıldığ

kur'an-ı ezher / kur'ân-ı ezher

  • Parlak Kur'ân (ayrıca burada Kur'ân, insanlığın bütün kabiliyet ve donanımının gelişmesine hitap ettiği için evrensel üniversite anlamında Ezher Üniversitesine benzetilmiş de olabilir.).

küre

  • (Kürre yanlıştır) Yuvarlak cisim.
  • Şeklin sathındaki bütün noktalar merkeze aynı uzaklıktadır. Dünya da yuvarlak olduğundan "Küre-i arz" denilmiştir. "Küre-i zemin" de denir.

kürum

  • (Tekili: Kerm) Üzüm kütükleri. Bağ kütükleri.

kuşe-i nisyan / kûşe-i nisyan

  • Unutma köşesi, unutulan yer.

küsuf / küsûf / كثوف / كُسُوفْ

  • Güneş tutulması. Ay'ın, dünya ile güneş arasına gelerek dünya üzerinde gölge yapması.
  • Mc: Birisinin felâketli hâlinde çok teessür göstermesi hâli.
  • Güneş tutulması.
  • Güneş tutulması.
  • Kararma, tutulma (güneş tutulması).
  • Kararma, güneş tutulması.
  • Güneş tutulması. (Arapça)
  • Tutulma. (Arapça)
  • Güneş tutulması.

küsuf namazı / küsûf namazı

  • Güneş tutulduğunda en az iki rek'at olarak cemâatle kılınan namaz.

küsuf ve husuf namazı

  • Güneş ve ay tutulmasında kılınan namaz.

küsuf-u cüz'i / küsuf-u cüz'î

  • Güneşin bir kısmının tutulması.

küsuf-u külli / küsuf-u küllî

  • Güneşin tamamının tutulması.

küsufat / küsûfât

  • Güneş tutulmaları.
  • Kararmalar, güneş tutulmaları.

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

kutb / قطب

  • (Kutub) Dünyanın şimâl veya cenub uçları. (Güney ve kuzey taraflarının son kısımları.)
  • Elektrik cereyânını meydana getiren veya mıknatısın uçlarından her biri.
  • Dini bir meslek veya grubun başı. Bir çok müslümanların kendisine bağlandıkları azim ve büyük evliyaullahtan zamanın
  • Kutup. (Arapça)

kutb-u a'zam / قُطْبِ اَعْظَمْ

  • En büyük kutub.

kutb-u azam / kutb-u âzam

  • En büyük kutup; birçok Müslüman'ın kendisine bağlandıkları büyük evliyadan zamanın en büyük mürşidi.

kutb-u azim / kutb-u azîm

  • Büyük kutup, büyük yol gösterici.

kutb-u rabbani / kutb-u rabbânî

  • Allah tarafından terbiye edilen büyük kutup, büyük velî.

kutb-ul aktab

  • Kutubların başı. Hilafet-i mâneviye-i Muhammediye (A.S.M.). Velâyet-i mâneviye makamlarının en yükseği, nübüvvet-i Muhammediyeye (A.S.M.) veraset makamı olup, bu makama ancak Cenâb-ı Hakkın bir atiyyesi olarak nâil olunur. Bu makamda bulunan zât, Hakikat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) mazharı ve Esmâ-i İ

kutbeyn

  • İki kutub. Şimal ve cenub kutbu. Kuzey ve güney kutubları.

kutbi / kutbî

  • (Kutbiye) Dünya kutuplarına ait. Onlarla alâkalı.

kutbiye

  • Deve ve koyun sütünün birbirine karışması.

kutbiyet

  • Kutup mertebesine erme hali.

kutbiyyet

  • Kutubluk denilen yüksek evliyâlık mertebesi.

kutbuazam / kutbuâzam

  • En büyük kutub, zamanın en büyük velîsi.

kütle

  • (Kitle) Bir cismi terkib ve teşkil eden kısımların bütün hey'etine denir. Toplu şey. Deste. Yığın. Külçe.

kutreni / kutrenî

  • Kutur itibariyle, çap olarak.

kutub

  • (Tekili: Kutb) Kutublar.

kütüb-ü mensuha-i semaviyye

  • İslâma ve bütün beşeriyyete gönderilen Kur'an-ı Kerim'den evvel eski peygamberlere gelen -Tevrat, İncil, Zebur- namlarındaki şimdi hükmü kalkmış olan mukaddes kitablar.

kütüb-ü mutebere

  • Konu hakkında kaleme alınan ve bütün ilim ehli tarafından kabul edilen eserler.

kütübhane / kütübhâne / كتبخانه

  • Kitapların bulunduğu salon veya bina.
  • Belli bir kaideye göre tasnif edilmiş kitaplardan meydana gelen bütün.
  • Kitap koymağa yarayan bölmeli dolap.
  • Kütüphane. (Arapça - Farsça)

kütübhane-i umumiye

  • Umumi kütübhâne.

kütük

  • Bütün adların yazıldığı büyük defter.

kütüphane-i ilahi / kütüphane-i ilâhî

  • İlâhi kütüphane, kâinat.

kütüphane-i mesai / kütüphane-i mesâi

  • Çalışma kütüphanesi, içinde çalışılan kütüphane.

kütüphane-i vücud

  • Varlık kütüphanesi.

kuvve-i iktisadiye

  • Tutumluluk, iktisat gücü.

kuyud ve hey'at / kuyud ve hey'ât

  • Bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi parçalarıyla bunların sarf ve nahiv (dilbilgisi) yönünden özellikleri; meselâ, erkeklik-dişilik, belirlilik-belirsizlik, isim-sıfat gibi.

kuyudat / kuyûdât

  • Kayıtlar; bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi parçaları, bütün unsurları.
  • Kayıtlar; bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi parçalarıyla bunların sarf ve nahiv (dilbilgisi) yönünden özellikleri; meselâ, erkeklik-dişilik, belirlilik-belirsizlik, isim-sıfat gibi.

kuyudat-ı kelam / kuyûdât-ı kelâm

  • Sözün kayıtları; bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi parçalarıyla bunların sarf ve nahiv (dilbilgisi) yönünden özellikleri; meselâ, erkeklik-dişilik, belirlilik-belirsizlik, isim-sıfat gibi.

la ilahe illa hu beraber mizened alem / lâ ilâhe illâ hû beraber mîzened âlem

  • Bütün âlem hep beraber "Allah'tan başka ilâh yoktur" der.

la nazime illa hu / lâ nâzime illâ hû

  • Bütün kâinat ve varlık âlemini bir fayda ve gayeye göre düzenleyen Allah'tan başka ilâh yoktur.

lafzullah

  • Allah lâfzı. (Bu kelime Kur'ân-ı Kerimde 2806 defa zikredilmiştir. Bu lâfız bütün "sıfat-ı kemâliyeyi" tazammun eden bir sadeftir.)

lam-ı cer / lâm-ı cer

  • Kelimeyi cerreden lâm harfi. Kelimenin sonunu "i" diye okutur. Lillâhi, Lieclillâhi'de olduğu gibi. İstihkak ve ihtisas, has ve müstehak ve zarfiyyet, illet mânâsını verir.

lam-ı ta'rif veya lam-ı istiğrak / lâm-ı ta'rif veya lâm-ı istiğrak

  • Kelimenin mânâsını umuma teşmil ettiği için, istiğrak mânâsı verilir. El-i istiğrak veya harf-i ta'rif de denir. Meselâ: Hamd kelimesi herhangi bir hamdi ifâde ettiği halde; El-Hamd dediğimiz zaman her ne kadar hamd varsa, bütün hamd ve senâlar mânâsına gelir. Bu, harf-i ta'rif ile olur. Harf-i ta'r

lamis / lâmis

  • El ile tutup yoklayan. Dokunan. Temas eden.

latif / latîf / لَط۪يفْ

  • Çok lütuf edici (Allah).

latife-i rabbaniye

  • İnsanın kalbine bağlı ve bütün duygularının sultanı olan ince bir duygudur ki, İlâhî hakikatlar onunla hissedilip zevkedilir.

layüs'el / lâyüs'el

  • Mes'uliyetsiz. Mes'ul tutulamaz. Sorumsuz.

lebc

  • Güreşmek.
  • Sar'a tutup düşmek.

lebun

  • Sütlü hayvan. Sütü bol olan hayvan.

lecebe

  • (Çoğulu: Elcâb-Licâb-Lecebât) Doğurduktan dört ay sonra sütü çekilmiş davar.

leclac

  • Sözü tutuk söyliyen.
  • Satranç oyununun icatçısı.
  • Bir harfi iki kere söyliyen.

leht

  • Bir bütünün cüz'ü. Bir şeyin parçası. (Farsça)

lehviyat-ı nevmiye

  • İnsanları uyutucu zevk ve eğlenceler.

lem

  • (Arabçada cezm harfidir) Muzari fiilinin başına getirilirse, nefyeder, cezmeder, sâkin okutur. "Gelir" fiilini "gelmedi" yaptığı gibi.

lerzenak / lerzenâk

  • Titrek, titreyici. Titremeğe tutulmuş. (Farsça)

levazım / levâzım

  • Gerekli şeyler; bir bütünden ayrılmayan, bir işte beraber bulunması gereken şeyler.

levh-i a'la / levh-i a'lâ

  • Levh-i Mahfûz; herşeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah'ın ilminin bir adı.

levh-i kaza ve kader / levh-i kazâ ve kader

  • Allah tarafından olacak bütün olayların belirlendiği ve yazıldığı Kazâ ve Kader Levhası.

levh-i mahfuz

  • Herşeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah'ın ilminin bir adı.

levh-i mahfuz-u azam / levh-i mahfuz-u âzam

  • Herşeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı büyük mânevî kader levhası.

levhimahfuz / levhimahfûz

  • Olmuş ve olacaklarla ilgili bütün bilgilerin yazılı bulunduğu kader levhası.

leyte

  • "Keşke olsa idi. Ne olaydı" meâlinde olan huruf-u müşebbeh bir fiildir. İsimlerini nasbeder, (yâni, üstün okutur), haberini ref'eder (yâni ötre okutur).

liban

  • Kadın sütü, insan sütü.
  • Süt emzirme.

linç

  • Halk tarafından öldürülme. Halkın bir suçluyu tutup derhal öldürmesi.

liva-i hamd / livâ-i hamd

  • Hamd (şükür) sancağı. Kıyâmet gününde, canlılar dirilip, Arasat meydanında toplanınca, Allahü teâlâ tarafından Peygamber efendimize ihsân edilecek olan ve altında bütün inananların toplanacağı sancak-ı şerîf.

lübna

  • Bal gibi yapışkanlı sütü olan bir ağaç.

lücube

  • Davarın sütünün çekilip azalması.

lühab

  • Ateş alevlenmek.
  • Işıklanmak, şule vermek.
  • Ateşi yakıp tutuşturmak.

lühbe

  • Sütü azalmış davar.

lühmum

  • (Çoğulu: Lehâmim) İnsanlardan ve atlardan iyi ve cevvâd olanlar.
  • Sütü çok olan deve.

lüknet / لكنت

  • Pelteklik, dil tutukluğu, kekeleme.
  • Dil tutukluğu. (Arapça)

lüknunet

  • Kekeleme, pelteklik, dildeki tutukluk.

lükunet

  • Dildeki tutukluk, pelteklik, kekeleme.

lutf

  • (Bak: Lütuf)

lütf

  • Lütuf.

lutf / لطف

  • İyilik, lütuf. (Arapça)
  • Güzellik. (Arapça)

lütf u kerem ü ihsan

  • Lütuf, kerem ve ihsan.

lutf-u ilahi / lutf-u ilâhî / lûtf-u ilâhî

  • Allah'ın lütuf ve ikramı.
  • Allah'ın lütuf ve ikramı.

lütf-u mücessem

  • Cisimleşmiş lütuf.

lütfen

  • Lütuf ile.

lutfkar / lutfkâr / لطفكار

  • Lütuf sahibi. (Arapça - Farsça)

lütuf ve inayet-i bari / lütuf ve inâyet-i bâri

  • Varlıklara biçim verip şekillendiren ve onları mükemmel bir şekilde yaratan Allah'ın lütuf ve yardımı.

lütuf-dide

  • Lütuf görmüş.

lutufdide / lutufdîde / لطف دیده

  • İyilik görmüş, lütuf görmüş. (Arapça - Farsça)

lütufkar / lütufkâr

  • Lütuf eden.

lutufkar / lutufkâr / لطفكار

  • Lütuf sahibi. (Arapça - Farsça)

lütufkarane / lütufkârane

  • Lütuf edercesine.

lütufname / lütufnâme

  • Lütuf mektubu.

ma'füvv

  • Suçu bağışlanmış, affolunmuş.
  • Muaf tutulan, istisna edilen.
  • Suçu afvedilmiş. Bağışlanmış.
  • İstisnâ edilmiş, müstesnâ kılınmış, ayrı tutulmuş.

ma's

  • Tıb: Adalelerin tutulması, kasların büzülmesi. Kramp.

maani-i rububiyet / maânî-i rububiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesinin ifadeleri.

maaşir-i mevcudat

  • Bütün varlıklardan meydana gelen topluluk.

mabud / mâbud

  • Bütün varlıkların kendisine ibadet ettiği Allah.

madde-i esiriye / madde-i esîriye

  • Esîr maddesi; bütün kâinatı dolduran ince, lâtif madde.

maddeten

  • Cismen. Madde ve cisim olarak.
  • İş olarak, iş ile.
  • Gözle görülür ve elle tutulur şekilde.

maddiyat

  • (Tekili: Maddiyet) Maddi ve cismâni şeyler. Gözle görülüp elle tutulur cinsten şeyler.

maddiyet

  • Gözle görülür, elle tutulur şey.
  • (Çoğulu: Maddiyât) Gözle görülüp elle tutulan şey. Cismâni.

maddiyyat

  • Gözle görülür, elle tutulur şeyler.

mahbub-u can

  • Bütün insanların ve derece olarak yüksek makamlarda olan zâtların sevgilisi.

mahbub-u ezeli / mahbub-u ezelî / mahbûb-u ezelî

  • Ezelî Sevgili; bütün yaratılmışlar tarafından çok sevilen ve varlığı ezelî olan Allah.
  • Varlığının başlangıcı olmayan ve bütün yaratılmışlar tarafından sevilen Allah.

mahbusin / mahbusîn

  • Hapsedilmiş olanlar, tutuklular.

mahfaza / محفظه

  • (Hıfz. dan) Küçük kutu, kap. Zarf.
  • Kutu, kap. (Arapça)

mahfuz liman

  • Bütün rüzgarlara kapalı olan ve her türlü hâllerde emniyet ile barınmağa müsâit bulunan limanlar.

mahk

  • İnat etmek.
  • Birbirini tutup çekmek.

mahkeme-i kübra / mahkeme-i kübrâ

  • Öldükten sonra, âhiretteki ve Allah (C.C.) huzurundaki mahkeme. Bütün insanların muhakemesinin huzur-u İlâhiyede yapılacağı yer.
  • En büyük mahkeme, âhirette bütün insanların amel defterlerinin tartıldığı ve dünyâda yaptıklarının hesâbını verecekleri yer.

mahkumiyet / mahkûmiyet

  • Hükümlülük, tutukluluk.

mahmud

  • Bütün varlıklar tarafından hamd edilen Allah.

mahmud-u bil-ıtlak

  • Her cihetle ve bütün hallerde medhe ve hamde elyak olan Cenab-ı Hak.

mahmum

  • Hummaya, sıtmaya tutulmuş. Sıtmalı olan. Ateşli olan. Mecnun. Saçma sapan konuşan.

mahpus

  • Tutuklu.

mahpusiyet

  • Hapsedilme, tutukluluk hali.

mahşer

  • Haşr olunacak, toplanılacak yer. Kıyâmet gününde bütün mahlûkâtın (bütün canlıların) yeniden dirildikten sonra hesap için toplanacakları yer. Arasat Meydanı, Mevkıf.

mahşer-i azim / mahşer-i azîm

  • Bütün varlıkların yeniden diriltilip hesaba çekileceği büyük toplanma yeri; mahşer meydanı.

mahsus ve meşhud

  • Hissedilir ve görülür olma, elle tutulur, gözle görülür hale getirme.

mahzuf

  • Silinmiş, kaldırılmış, gizli tutulmuş.

mahzum

  • Burnunun halkasıyla tutulan sığır ve deve.
  • Her delinmiş nesne.

makale

  • Söylenen söz. Söyleme. Söyleyiş. Kelâm. Nutuk.
  • Bir bahsin kaleme alınışı.

makame

  • (Çoğulu: Makamât) Meclis.
  • Topluluk, cemaat, cemiyet, kalabalık.
  • Nutuk tarzında söylenen sözler.

makàsıd-ı rububiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutmasındaki maksat ve gayeler.

maksad-ı külli / maksad-ı küllî

  • Bütünündeki maksat.

maksur

  • (Kasr. dan) Kasrolunmuş, kısaltılmış, kasılmış, alıkonulmuş.
  • Mahbus.
  • Kasrolunmuş nesne.
  • Gelinin üzerine tutulan duvak.
  • Gr: Bir kısım arapça kelimelerin sonunda yâ şeklinde yazılan, fakat elif gibi okunan harf. ( : Dâ'vâ) kelimesinde olduğu gibi. Buna, "Elif-i

malik-i mülk / mâlik-i mülk

  • Bütün mülkün gerçek sahibi olan Allah.

malik-ül mülk

  • Bütün mülkün hakiki mâliki olan Allah (C.C.)

malikü'l-mülk / mâlikü'l-mülk

  • Bütün mülkün gerçek sahibi olan Allah.

malikü'l-mülk ve'l-melekut / mâlikü'l-mülk ve'l-melekût

  • Görünen ve görünmeyen bütün mülkün ve âlemlerin sahibi olan Allah.

malikü'l-mülk-i zü'l-celali ve'l-cemali ve'l-ikram / mâlikü'l-mülk-i zü'l-celâli ve'l-cemâli ve'l-ikram

  • Bütün mülkün sahibi, sonsuz haşmet, güzellik ve ikram sahibi Allah.

malikü'l-mülk-i zülcelal / mâlikü'l-mülk-i zülcelâl

  • Bütün mülkün gerçek sahibi, haşmet ve yücelik sahibi olan Allah.

malikü'l-mülki zü'l-celali ve'l-ikram / mâlikü'l-mülki zü'l-celâli ve'l-ikram

  • Bütün mülkün sahibi, sonsuz haşmet ve ikram sahibi Allah.

manevileşmiş / mânevîleşmiş

  • Mânâ boyutunun yaşam seviyesine yükselmiş.

manevra

  • Bir makinenin, bir cihazın işleyişini düzenleme veya idare etme işi ve şekli. (Fransızca)
  • Ask: Muharebede düşmanın savaş gücünü yok etmek maksadıyla eldeki askerî kuvvetlerin en te'sirli bir biçimde düzenlenmesini te'min eden bütün hareketler. (Fransızca)
  • Barış zamanında kıt'alara ve kurmay hey'etle (Fransızca)

mantık

  • (İntak. dan) Konuşturan, söyleten.
  • Doğru muhakeme ve doğru düşünceyi öğreten ilim. Akıl kaidesi.
  • Akıl, nutuk, söz.

mantuk

  • Bir lâfzın nutuk hâlinde, söz sahasında üzerine delâlet ettiği şey. " Şu kitabı satın aldım", sözünde bu lâfzın mantuku, o kitabın satın alınmış olmasıdır.
  • Söz, nukut, mânâ, mefhum.
  • Söylenmiş, denilmiş, söz, kelam, nutuk, mefhum.

mar-gir

  • Yılan tutan, yılan tutucu. (Farsça)

maraz-ı kalbi / maraz-ı kalbî

  • Kalb hastalığı, bozuk îtikâd; kibir, hased (kıskançlık), kin ve riyâ (gösteriş) gibi kalb hastalıkları. Kalbin Allahü teâlâdan başka şeylere tutulması.

maruz / معروض

  • Arzedilen, sunulan. (Arapça)
  • Karşı karşıya kalma, tutulma. (Arapça)
  • Maruz olmak: Karşı karşıya kalmak. (Arapça)

masdu'

  • Baş ağrısına tutulmuş olan. Başı ağrıyan.

mason

  • "Masonluk" denilen kökü dışarıda gizli ve tehlikeli bir örgütün üyesi, islâm düşmanı.

masru'

  • Sar'a hastalığına tutulmuş, sar'alı.

masruan

  • Sar'alı olarak, sar'a hastalığına tutulmuş olarak.

masver

  • Sütsüz keçi.
  • Sütü zor çıkan deve.

mat'un

  • (Tâun. dan) Belâya tutulmuş. Musibet ve tâuna giriftar olmuş.
  • (Ta'n. dan) Ayıplanmış.

mat'unen

  • Vebâya tutularak.

matemhane / mâtemhane

  • Matem ve yas tutulan yer.
  • Ağlanılan, yas tutulan yer. (Farsça)

matemkünan / mâtemkünân

  • Yas tutup mâtem ederek. (Farsça)

matemsera / mâtemserâ / ماتمسرا

  • Yas tutulan ev. (Arapça - Farsça)

matmah-ı cihani / matmah-ı cihanî

  • Bütün herkese ait tamah olunan ve büyük istekle üzerine bakılan şey.

mavtın / موطن

  • Yurt tutulan yer. (Arapça)

mazanne

  • Zan taşıyan, tahmin yürütülen mevzular, konular, yerler.

mazbut / mazbût

  • Zabtolunmuş, elegeçirilmiş.
  • Sağlam.
  • Yazılmış. Kaydedilmiş. Hatırda tutulmuş. Derli toplu.
  • Muhâfazalı. Korunmuş.
  • Belli, belirtilmiş.
  • Tutulan, derli toplu.

mazbutat / mazbutât

  • (Tekili: Mazbut) Ele geçirilmiş; kaydedilmiş; hatırda tutulmuş şeyler. Mazbut olan şeyler.

me'huz

  • Alınmış, çıkarılmış, tutulmuş.
  • Ödünç olarak başka bir yerden alınmış.

me'lum

  • Kederli. Eleme, derde tutulmuş.

measir / meâsir

  • Harika işler, unutulmaz olaylar.

mebde-i sukut

  • Sukutun başlangıcı. Düşüşün mebdei.

mebde-i tevkif

  • İlk tutuklama.

meblu'

  • (Bel'. den) Yutulmuş.

mebtuş

  • Tutulmuş.
  • Hışım olunmuş.

mecazib

  • (Tekili: Meczub) Meczublar. Cezbeye tutulmuş olanlar.

mecbur

  • Zor görmüş. Zorla bir işe girişmiş. İcbar görmüş.
  • Hatırı alınmış, gönlü yapılmış. (Hakiki manası: Kırıldıktan sonra bütünlenmiş.)

mecburiyet

  • Zora tutulma. Mecburluk.

mechure

  • Nefesin tutulup sesin çıkarılmasıyla okunan harfler.

mecmu

  • Bütün, bir şeyin tamamı.

mecmu'

  • Bütün.
  • Bütün, hepsi. Topluca. Yığılmış. Cem' olunmuş. Bir araya getirilmiş şey.

mecmu' asar / mecmu' âsâr

  • Eserlerin bütünü, yaratılmış varlıkların hepsi.

mecmu-u alem / mecmu-u âlem

  • Âlemin bütünü.

mecmu-u kainat / mecmu-u kâinat

  • Kâinatın tamamı, bütünü.

mecmu-u kavanin / mecmu-u kavânîn

  • Bütün kanunlar.

mecmu-u kavanin-i itibariye / mecmu-u kavânin-i itibariye

  • Varsayıma dayalı kanunlar bütünü.

mecmu-u vahşet ve cinayet

  • Vahşiliklerin ve cinayetlerin bütünü.

mecmuiyyet

  • Topluluk. Bütünlük. Tamlık.

mecmuu / mecmûu

  • Bütünü, tamamı.

mecruh

  • Yaralı. Yaralanmış.
  • Huk: İnandırıcı sözlerle çürütülmüş fikir, davâ.

meczub / meczûb

  • Allahü teâlânın sevgisi ile kendinden geçmiş olan.
  • Cezbeye tutulmuş, çekilmiş tasavvuf yolcusu.

meczube / meczûbe

  • Cezbeye tutulmuş, İlâhî aşkla aklî dengesi değişmiş kadın, mecnun.

meczum

  • (Cüzam. dan) Cüzam hastalığına tutulmuş kimse.

medar-ı fahr-i cihan / medâr-ı fahr-i cihan

  • Bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m.).

medar-ı mesuliyet / medâr-ı mesuliyet

  • Bazı suçlardan sorumlu tutulma sebebi.

medaris

  • Medreseler. Ders okunan yerler. Talebe-i ulumun ikametgâhları. Din, imân, ahlâk dersi ve fenni ilim okutulan ve aynı zamanda talebenin ikamet ettiği mektebler.

medeniyet-i mahza

  • Tam bir medeniyet; bütün yönleriyle medenîlik özelliğini kazanma.

medrese

  • (Ders. den) Ders görülen yer. Ders okutulan yer. İslâmi ilimleri okuyan talebelerin yatıp kalktıkları ve tahsil için çalıştıkları vakıf odalarının bulunduğu binâ.

medrese ehli

  • Dinî ilimlerin okutulmasıyla meşgul olan hocalar.

medrese-i yusufiye

  • Hz. Yusuf'un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur'ân'a hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane.

meftun / meftûn / مفتون

  • Fitne ve belâya tutulmuş olan. Âşık. Mecnun.
  • Cünun. Fitne.
  • Tutkun, aşık. (Arapça)
  • Meftûn etmek: Aşık etmek. (Arapça)
  • Meftûn olmak: Aşık olmak, tutulmak. (Arapça)

meftun olma

  • Tutulma, bağlanma.

meftur

  • Füturlu, kederli, üzgün, bezgin.

mehasin-i hakikat-ı muhammediye / mehâsin-i hakikat-ı muhammediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) bütün kâinatı kaplayan hakikatinin güzellikleri.

mehcur

  • (Hicr. den) Uzaklaşmış, uzakta kalmış, ayrı düşmüş. Bırakılmış, metruk, unutulmuş, gayr-i müstâmel.
  • Saçma sapan, hezeyan. Amel edilmeyen. Kullanılmaz olmuş. Ayrılmış.

mehcuriyet

  • Uzaklık, ayrılık.
  • Bırakılıp unutulma, metrukiyet.

mekare / mekâre

  • Eskiden kira ile tutulan yük hayvanı.
  • Tar: Osmanlı ordusunda taşıma işlerinde kullanılan hayvanlara verilen ad. (Mekâre denilen at, katır, deve gibi hayvanlar, harp zamanlarında halktan satın alınırdı. Bazen geçici bir zaman için, savaş bölgesindeki halktan hayvan toplanır ve belirli

meksuf

  • Küsufa uğramış, ziyâsı, aydınlığı tutulmuş. Kararmış.

mekteb-i mülkiye

  • Siyaset ve yönetim biliminin okutulduğu okul; Siyasal Bilgiler Fakültesi.

mektubat-ı rabbaniye / mektubât-ı rabbâniye

  • Rabbimizin mânâ ve mesaj yüklü mektupları; yani san'at eserleri olan bütün mahlûklar.

mektum

  • Gizli. Saklı. Gizli kalmış.
  • Hükümetten gizli tutulan.

melak

  • Lütuf, muhabbet, sevgi.

melal

  • Can sıkıntısı. Usanç. Gamlılık. Zaaf ve fütur.

memsun

  • Mesâne hastalığına tutulmuş kimse.

menar / menâr

  • Işık tutucu.

menat

  • İslâmiyyetten evvel cahiliyyet devrinde Kâbedeki bir putun adı.
  • Cahiliye devrinde Kâbe'de bulunan bir putun adı.
  • Bir putun adı.

mensi / mensî

  • (Mensiyye) (Nisyan. dan) Unutulmuş, hatırdan çıkmış.

mensiyat

  • (Tekili: Mensi) Hatırdan çıkıp unutulmuş şeyler.

mensiyet

  • Unutulma, hatırdan çıkma.

menuc

  • Sütü diğer develerden sonra çekilen deve.

mera

  • (Çoğulu: Merâyâ) Sütü çok olan dişi deve.

merci'-i küll

  • Bütün işler için müracaat edilen makam.

mercuh

  • Başka bir şeyin kendisine üstün tutulduğu şey.
  • Hasmından önce iddiasını ispata selahiyeti olmayan kişi.

mercum

  • (Recm. den) Recmolunmuş. Taşlanmış, taşa tutulmuş.

merkez-i alem / merkez-i âlem

  • Bütün varlıklar âleminin merkezi.

merkeziyyet

  • İşlek yerde, merkezde bulunmuş olmak.
  • Bütün işlerin bir yerden idare edilir olması, merkezleştirilmesi.

mertebe-i rububiyet / mertebe-i rubûbiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, terbiye ediciliği, idare etme derecesi.

mertub

  • (Ratb. dan) Rütubetli, ıslak, nemli, yaş.

merzukiyyet

  • Rızıklanış. Bütün mahlukatın rızkını bulması hali.

mesalik / mesâlik

  • (Tekili: Meslek) Meslekler. Tutulan yollar. Süluk edilen yollar.
  • Meslekler, tutulan yollar.

meşgul

  • (Şugl. den) Bir işle uğraşan.
  • Dalgın.
  • Doldurulmuş, tutulmuş, işgal olunmuş.

meşhum

  • Cesaretli. Sözü geçer kimse. Zeyrek. Zeki. Akıllı.
  • Korkmuş. Korkutulmuş.
  • Çok güzel hareketli at.

meslek

  • Yol. Usul. Gidiş.
  • San'at. Geçim için tutulan yol.
  • Sistem.
  • Mezheb. Mâneviyatta tutulan yol.

mesluc

  • Yutulmuş, bel'olunmuş.

meşş

  • Elini bez ile silmek.
  • Bir şeyi aldıktan sonra yine almak.
  • Davarın sütünü sağıp bazısını koymak.

mest-i harab / mest-i harâb / مست خراب

  • Körkütük sarhoş. (Farsça - Arapça)
  • Mest-i harâb olmak: Körkütük sarhoş olmak. (Farsça - Arapça)

mesture

  • Örtülü kadın. İslâmiyetin emrettiği şekilde örtülmesi farz olan yerlerini örtmüş olan kadın.
  • Gizli tutulan resmi işlerde harcanmak için hükümetin emrine verilen para. (Buna tahsisat-ı mesture de denir.)

mevcudat-ı kainat / mevcudat-ı kâinat

  • Kâinattaki bütün varlıklar.

mevkuf

  • Durdurulan. Vakfedilen. Dâimi bir halde bırakılan.
  • Tevkif edilen. Tutulup hapsedilen.
  • Ait, bağlı.
  • Tevkif edilmiş, tutuklu.
  • Durdurulan, tutulan.

mevkufat

  • (Tekili: Mevkufe) Bir zaman için tutulup alıkonulmuş mal veya para.
  • Vakfedilmiş mal, emlâk.
  • Gelirden artıp hazineye mâl edilen para.

mevkufen

  • Tutuklu olarak.
  • Tutularak, durdurularak.

mevkufin / mevkufîn

  • (Tekili: Mevkuf) Tevkif edilmiş kimseler. Tutuklular. Mevkuflar.

mevkufiyet

  • Tutukluluk.

mevlana halid

  • (Hi: 1192-1242) Yüzyıl evvelinin müceddidi olduğu milyonlarca irşad ettiği kimselerin şehadetiyle sabit olmuştur. Şam'da vefat etmiştir. Hz. Osman bin Affan (R.A.) soyundandır. İlim ve takvada ve her çeşit makbul vasıflarda, devrindeki en ileri âlimlerin ve velilerin fevkinde idi. Bütün ömrünü zühd

mevleviyyet

  • Mevlevilik. Mevlevi tarikından olmak.
  • Mollalık.
  • Müderrislikten sonra gelen ilmiye sınıfından oluş.
  • Eyâlet kadılığı; yani, bir eyâletin bütün hukuki ve kazai işlerine bilfiil bakan kadı. "Mevâli" de denir.

meydan dayağı

  • Eskiden askeri mekteblerle kışlalarda tatbik edilen cezalardan biridir. Meydanda tatbik edildiği için bu adı almıştır. Arkadaşını yaralamak, hoca ve zâbitine hakarette bulunmak gibi büyük kabahatlerden dolayı verilen bu dayak cezası, saf saf dizilen bütün talebelerin; asker ise kışladaki askerlerin

meyl

  • Ortadan bir tarafa eğik olmak.
  • İstek. Yönelme. Arzu.
  • Sevme, tutulma, âşık olma.
  • Gönül akışı.
  • Eğilme, eğiklik, akıntı.
  • Sevme, tutulma, gönül akışı.

meyş

  • Halt etmek, karıştırmak.
  • Koyun sütünü keçi sütüne karıştırmak.
  • Yünü kıla karıştırmak.
  • Sözün birazını söyleyip, bir kısmını söylememe.

mezahib / mezâhib

  • Mezhepler, tutulan yollar.
  • Mezhepler, tutulan yollar.

mezc

  • Karıştırma, birbiri içinde bütünleştirme.

mezc etmek

  • Kaynaştırmak, bütünleştirmek.

mezheb

  • Yol. Gidilen yol. Tutulan çığır.
  • Dinin esaslarında ve esas temel mes'elelerde bir olmakla beraber, teferruatta bazı muhtelif mes'eleler olması sebebiyle birbirinden az farklı müctehidlerin yolları. Müctehidlerden, kendilerine tâbi olunanların seçtikleri meslekleri. Füruatta Hanefi ve
  • Gidilen, tutulan yol.
  • Mezhep.

mezhep

  • Dinde tutulan yol.

mezkum

  • Zükâm hastalığına tutulmuş. Nezle olmuş, nezleli.

mi'ber

  • (Mi'bere) İğne kutusu, iğne kabı.

mi'rac

  • Peygamberimizin (a.s.m.) Allah'ın huzuruna yükseldiği ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk.

migfer

  • Ateşli silâhların icadından evvel, muharebede kılıç, mızrak ve ok gibi harp âletlerinden korunmak için başa giyilen bir nevi başlık idi. Miğfer, zırh ile beraber bir bütün teşkil ederdi. Osmanlı miğferleri çeşitli şekillerde olmakla beraber genel olarak iki kısma ayrılırdı. Bir kısmı ince bakırdan,

mihver-i arz

  • Arzın kuzey ve güney kutupları arasında uzanıp, merkezden geçtiği farz olunan hat.

mıknatıs

  • yun. Demir ve benzeri mâdenleri kendine çekici hususiyeti bulunan câzibe.
  • Başka te'sir altında kalmadan kuzey ve güney kutuplarına doğru yönünü değiştiren demir çubuk. (İki kutbu bulunan bu mıknatıslı çubuğun şimale bakan kısmına şimal (kuzey) ucu, cenuba çekilen ucuna da cenub (güne

mıkvem

  • (Çoğulu: Mekâvim) Saban ağacının tutulacak yeri.

milha

  • Kutu. Dağarcık.

millet-i beyza

  • Bütün Müslümanlar.

millet-i insaniye

  • İnsanlık milleti, bütün insanoğlu.

minkab

  • Delecek âlet. Ateş yakmak ve tutuşmak.

minnet-i uhrevi / minnet-i uhrevî

  • Âhirete ait iyilik, lütuf.

mıntıkat-ül büruc

  • Burçlar mıntıkası. Coğ: Oniki burcun bulunduğu tutulma dairesi.

mirac / mirâc

  • Peygamberimizin (a.s.m.) Allah'ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk.

miraç

  • Peygamberimizin (a.s.m.) Allah'ın huzuruna yükseldiği ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk.

mirac-ı ahmedi / mirac-ı ahmedî

  • Peygamberimizin (a.s.m.) Allah'ın huzuruna yükselişi ve bütün mânevî âlemleri gezdiği yolculuk.

mirac-ı ahmediye

  • Peygamberimizin (a.s.m.) Allah'ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk.

mirac-ı azam / mirac-ı azâm

  • Peygamberimizin (a.s.m.) Allah'ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği büyük yolculuk.

mirac-ı azim / mirac-ı azîm

  • Peygamberimizin (a.s.m.) Allah'ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği büyük yolculuk.

mirac-ı nebevi / mirac-ı nebevî

  • Peygamberimizin (a.s.m.) Allah'ın huzuruna yükseldiği ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk.

mirac-ı nebeviye

  • Peygamberimizin (a.s.m.) Allah'ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk.

mirilu

  • Uzayan harblerde ve askerin kifayetsizliği zamanlarında aylıkla toplanan askerler. Bunlar talimsiz, intizamsız oldukları için "Nefer-i âm: Bütün halkın cenge sürülmesi" hükmünde kalıyor, bir istifade te'min olunamıyordu. Yeniçeri Ocağı'nın ilgasıyla muntazam askerî teşkilât yapılınca bu türl

misak-ı ezeliye / misâk-ı ezeliye

  • Ezelde gerçekleşen sözleşme; bütün ruhların kendilerini yaratan Allah'a iman ve emirlerini yerine getireceklerine dair yaptıkları yemin.

mu'cizat-ı kudret / mu'cizât-ı kudret

  • Allah'ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarının mu'cizeleri.

mu'cize-i mirac

  • Mirac mu'cizesi, Peygamberimizin (a.s.m.) Allah'ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk mu'cizesi.

mu'tekid

  • Bağlanmış.
  • İnanmış. Dindar. İtikad eden. Dini bütün olan.

mu'zam

  • Bir şeyin en büyük kısmı. İ'zam edilmiş, büyütülmüş.

mu'zamat

  • (Tekili: Mu'zam) Büyük görülmüş veya büyütülmüş şeyler.

muaf / muâf

  • Afvolunmuş. İstisna edilmiş, ayrı tutulmuş. Bağışlanmış. Serbest.
  • Affolunmuş, ayrı tutulmuş.

muafiyet / muâfiyet / معافيت

  • Muaf tutulma. (Arapça)
  • Bağışıklık. (Arapça)

muafname

  • Afv kâğıdı. Bir şeyin muaf tutulup afvedildiğini gösteren kâğıt. (Farsça)

muahez değil

  • Eleştiri konusu değil, sorguya tâbi tutulmaz.

muamelat

  • İnsanların birbirine karşı tutum ve davranışları.
  • Resmî dairelerde yapılan evrak kayıt ve işlemleri.

mübadil

  • Mübâdele olunmuş. Başkasının yerine getirilmiş, bir şeye bedel tutulmuş.

mübarekat / mübarekât

  • Bütün tebrike sebeb olacak ve mâşâallah dediren ve bârekâllah söyleten bütün hâletler ve san'atlar. Mübarekiyet ifade eden bolluk ve İlâhî lütuflar.

müberred

  • Soğutulmuş olan.

müberrid

  • (Berd. den) Soğutan, soğutucu.
  • Karlık. Su soğutan damacana.

mübtela / mübtelâ / مبتلا

  • Dertli. Hasta. Başı sıkıntılı. Rahatsız. Belâlı. Düşkün. Tutkun. Tutulmuş.
  • Uğramış, tutulmuş, yakalanmış. (Arapça)
  • Mübtela olmak: Uğramak, tutulmak, yakalanmak. (Arapça)

mübtela'

  • (Bel'. den) Yenilmiş. Yutulmuş.

mübtela-yi aşk / mübtelâ-yi aşk

  • Aşka tutulmuş.

mübtela-yi maraz / mübtelâ-yi maraz

  • Hastalığa tutulmuş.

müceffef

  • Kurutulmuş. Suyu çekilmiş, nemi kalmamış, kurumuş.

müceffif

  • Kurutucu.

mücib / mücîb

  • Bütün dualara, isteklere cevap veren Allah.

mucid-i küll-i mevcud / mûcid-i küll-i mevcud / mûcid-i küll-i mevcûd / مُوجِدِ كُلِّ مَوْجُودْ

  • Bütün varlıkları yoktan var eden Allah.
  • Bütün varlıkları îcâd eden (Allah).

müctehid

  • İctihâd makâmına yâni Kur'ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîf ve diğer dînî delillerden hüküm çıkarma derecesine yükselmiş büyük din âlimi. Bütün İslâm ilimleri ve zamânın fen bilgilerinde söz sâhibi âlim.

mudga

  • Et parçası; embriyo; döllenmiş hücrenin, bütün organlar oluşuncaya kadar geçirdiği dönem.

müdhişe

  • Korkunç, ürküten, ürkütücü.

müellefet-ül kulub

  • Asr-ı Saadette kalbleri te'lif için mübâşeret edilenler. İslâmiyete ısındırmak için kıymet vererek farklı ve lütufla muamele edilenler.

müessir-i hakiki / müessir-i hakikî

  • Gerçek tesir sahibi olan, bütün sebepleri yaratıp hükmeden.

mufaddıl

  • Dilediğine dilediği konuda üstünlük veren, lütufta bulunan Allah.

mufazzal

  • (Fazl. dan) Başkalarına üstün tutulmuş. Tafdil edilmiş.

müfettih-ül ebvab

  • (Hayır) kapıları(nı) açan. Bütün müşkilleri giderip ferahlatan. (Cenab-ı Hak)

müflis

  • İflâs eden.
  • Dünyâda iken insanların haklarını yemiş, onları dövmüş, sıkıntı ve eziyet vermiş; bu sebeblerle âhirette hesâblar görülürken, hakkı olanlara bütün günahları verilip, hiç sevâbı kalmayan ve hak sâhiplerinin günâhlarını yüklenerek, Cehennemlik olan kimse.

müfrat

  • Terk olunup unutulmuş.

müfredat

  • Bir bütünü meydana getiren şeylerin her biri.
  • Bir şeyin içindekiler.
  • Basit ve gayr-i mürekkeb şeyler.
  • Toptan mâlum olan şeylerin tafsilâtı, birer birer zikrolunmuşları.
  • Edb: Tek tek ve ayrı ayrı beyitler.
  • Gr: Bir ibareyi meydana getiren kelimelerin her

müfşil

  • Korkutucu, korkutan.

muhafazakar / muhafazakâr / محافظه كار

  • Tutucu. (Arapça - Farsça)
  • Tutucu. (Arapça - Farsça)

muhafazakarlık / muhafazakârlık

  • Tutuculuk. (Arapça - Farsça - Türkçe)

muhammes

  • Ateş üzerinde kızdırılıp kurutulmuş. (Kavrulmuş kahve gibi)

muhasara

  • Bir kişinin, diğer kimsenin elini tutup yürümesi veya ellerini birbirinin kuşağına sokup yürümeleri.

muhasebe-i kübra / muhasebe-i kübrâ

  • Büyük muhasebe, hesaba çekilme; Allah'ın bütün insanları öldükten sonra dirilttiğinde hayatlarının tamamından hesaba çekmesi.

muhassal-ı mazbut

  • Elde tutulacak şekilde var olan, oluşan.

muhassil

  • Sütü çok emdiğinden hasta olan çocuk.

muhatara

  • Tehlike. Korkulacak hâle tutulmak.
  • Zarar. Ziyan. Korku.
  • Tehlike ve zarar ihtimali olan.

muhavvef

  • Korkulu. Korkutulmuş.

muhavvif

  • Korkutan. Korkutucu.

muhavvifane / muhavvifâne

  • Dehşetlice. Korkutucu bir vaziyette. Korkutmak suretiyle. (Farsça)

muhazara

  • (Çoğulu: Muhazarât) (Huzur. dan) Hatırda tutulan şeyler.
  • Tarihi ve edebi fıkra ve hikâyeler anlatma.
  • Konferans verme.

muhazarat / muhazarât

  • (Tekili: Muhazara) Akılda tutulan faydalı bilgiler veya hikâyeler.

muhazzil

  • Korkutucu.

mühdi / mühdî

  • Hediye veren. Hediye gönderen. İhda eden.
  • Hidayete getiren. Hidayete vesile olan.
  • Mürşid, muvaffak.
  • Risalet ve nübüvveti bütün âlemlere rahmet ve saadet sebebi olduğundan, Cenab-ı Hakk'ın bütün âlemlere hediye ve atiyyesi mânasında Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) mübarek bi

muhdis

  • Bütün varlıkları yok iken var eden, meydana getiren, yaratan Allah.

müheymin

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden); her mahlûkun (yaratılmışın) ömrünü, amelini, rızkını, ecelini, nefeslerini, sözlerini bilen, gören, onların bütün hallerinden haberdâr olan.

muhif / muhîf

  • (Muhife) Korkunç. Korkutucu.

muhiş / mûhiş / موحش

  • Korkutucu, dehşet verici.
  • Korkunç, korkutucu. (Arapça)

muhit-i enfüsi / muhit-i enfüsî

  • Kapsamlı olan kendi dünyası; kâinattaki bütün mükemmelliklerin ve olgun hâsiyetlerin kapsamlı bir nümunesi hükmünde olan kendi zâtı ve iç dünyası.

muhtar kavl / muhtâr kavl

  • Bir mes'elede, bir mezhebin âlimlerinin çoğu tarafından mezhebin içinde mevcûd ictihâdlardan (büyük âlimlerin kitâb ve sünnetten çıkardıkları hükümlerden) seçilen ve bu seçime göre üstün tutulan ve fetvâya esâs alınan kavl, söz.

muhterik

  • Yanıp tutuşan.

muhyi / muhyî

  • Bütün canlılara hayat veren Allah.

muhyiddin-i arabi / muhyiddin-i arabî

  • (Hi: 560 - 638) İspanya'da doğmuş, Anadolu ve Arabistan'ı gezmiştir. Mutasavvıf ve büyük âlim idi. Birçok ilmi eserler yazmıştır. Kendisine Şeyh-i Ekber de denir. Fütuhat-ı Mekkiye, Füsus-ül Hikem adlı eserleri meşhurdur. Şam'da vefat etmiştir. (K.S.)

mukadderat-ı hayatiye

  • Bütün canlıların hayatları müddetince geçirdikleri ve geçirecekleri tavır, hareket, şekil ve amelleri gibi hususiyetleri.

mukaddir

  • Takdir eden. Bütün mahlukatın ve her şeyin esaslarını tanzim ve takdir edip sıralayan. Allah (C.C.). Bir şeyin kıymetini biçen, takdir eden. Beğenen.

mukaddiru'n-nur

  • Bütün nurların miktarlarını takdir eden Nurların Mukaddiri, Allah.

mukaffi / mukaffî

  • Resul-i Ekremin (A.S.M.) bir ismidir. (Çünkü, O'nu dünyanın hiç bir şeyi Allah'a tâbi olmaktan ayıramamış ve bütün enbiyâ ve resullerin iyi yollarını da tâkib etmiştir.)

mukalled

  • (Kald. dan) Boynuna gerdanlık takılmış.
  • Padişah tarafından nişan takılan kimse.
  • (Taklid. den) Taklid edilen. Örnek tutulan. Misal alınan.

mükevvenat / mükevvenât

  • Yaratılmışlar, bütün varlıklar.
  • Yapılmış ve yaratılmışlar. Bütün mahlukat.

mukrib

  • Nöbete tutulmuş at.

muktefa

  • (Kafâ. dan) İzinden gidilmiş. Ardına düşülmüş. Misâl alınmış, örnek tutulmuş.

muktesid / مقتصد

  • İktisadlı, tutumlu. Malını, ömrünü, vaktini boşuna geçirmeyen, lüzumsuz masrafta bulunmayan.
  • İktisadlı, tutumlu.
  • Tutumlu, iktisatlı.) (Arapça)

muktesidan

  • (Tekili: Muktesid) Muktesidler. Lüzumsuz masrafda bulunmayan ve vaktini boşa geçirmeyenler. İktisadlılar, tutumlular.

muktesidane

  • İktisadlı şekilde, tutumlu biçimde.

muktesit

  • İktisatlı, tutumlu.

mülki tamamiyet / mülkî tamamiyet

  • Ülke varlığı, toprak bütünlüğü.

mültehib

  • (Lehb. den) Alevlenmiş, tutuşmuş.
  • İltihablı, kızarmış, şişmiş.

mümkin-ül-vücud / mümkin-ül-vücûd

  • Var da olabilen, yok da olabilen. Allahü teâlâdan başka her şey, bütün âlem.

mümsike

  • Tutan güç, tutucu güç.

mümtaz

  • İmtiyazlı, seçkin, üstün tutulmuş.
  • Diğerlerinden ayrılmış, üstün, seçkin, seçilmiş.
  • Ayrı tutulan.

mün'am

  • Çok kıymetli ve nazlı olarak büyütülmüş.

mün'im-i hakiki / mün'im-i hakikî

  • Bütün nimetleri yaratan ve veren Allah (C.C.)

müncezib

  • Tutulmuş.

münevvem

  • Uyutulmuş. Gaflet verilmiş. Unutturulmuş.

münevvim / مُنَوِّمْ

  • Uyutucu.
  • Uyutucu. Uyku veren ilâç.
  • Uyutucu, uyuşturucu.
  • Uyutan, uyutucu.

münevviru'n-nur

  • Bütün nurlar ve nurlu varlıklar Kendisinden feyiz alan Nurların Nurlandırıcısı, Allah.

münhasif

  • Sönmüş, batmış, tutulmuş.

münkabız

  • Sıkıntılı, tutuk.
  • Kabız hâli, tutukluluk.

münkesif

  • Küsufa uğramış, tutulmuş, tutulan.
  • Tutulmuş.

müptela / müptelâ / مبتلا

  • Uğramış, tutulmuş, yakalanmış. (Arapça)
  • Müptelâ olmak: Tutulmak, yakalanmak, uğramak. (Arapça)

murakabe / murâkabe

  • Kontrol etmek, inceleyip vaziyeti anlamak.
  • Kulun, bütün hâllerinde Allahü teâlânın kendini gördüğünü bilmesi ve O'nu unutmaması.
  • Nefsi kontrol etmek, ondan gâfil olmamaktır.

müreccah

  • (Rüchân. dan) Daha ileride kabul edilen, üstün tutulan, tercih edilen.

müreddef

  • Edb: Redifli olan manzum söz.
  • Peşinden yürütülmüş.

mürehheb

  • Korkutulmuş, terhib edilmiş.

mürehhibane / mürehhibâne

  • Korkuturcasına. (Farsça)

mürekkebat / mürekkebât

  • Bir bütünü oluşturan parçalar.

mürettıb

  • Rutubet veren.

mürkıd

  • Uyutucu ilâç.

murzia

  • (Rızâ. dan) Çocuğa süt emziren. Meme veren. Sütnine. Bebeğe süt vermek üzere para ile tutulmuş kadın.

müs'ut

  • Misk kutusu, enfiye kutusu.

musab / musâb / مصاب

  • Yakalanmış, tutulmuş, uğramış. (Arapça)
  • Musâb olmak: Yakalanmak, tutulmak. (Arapça)

musabiyet

  • Bir hastalığa tutulma. Bir musibete giriftar olma.

müsag

  • Kolay yutulmuş. Boğazdan kolaylıkla geçirilmiş.

musamaha

  • İyilikle, lütufla muamele.
  • İdare edip, kusuru görmezden gelme.

musammet

  • (Sammet. den) Kof olmayan. İçi boş olmıyan şey.
  • Gr: Arap alfabesine "b, f, l, m, n, r" nin haricindeki bütün harfler.

musaraa

  • Pehlivanlık. Güreşmek. Güreşe tutuşmak.

musarraha

  • Açık ve bütün ayrıntılarıyla anlatılmış.

musayefe

  • (Sayf. den) Bir yaz tutulmak üzere pazarlık etme. Ücretle tutma.

müsebbib-i hakiki / müsebbib-i hakîkî

  • Bütün sebepleri yaratan Allahü teâlâ.

müsebbib-ül esbab

  • Bütün sebeplere sâhip olan, hakiki müsebbib (Cenab-ı Hak). Bütün sebepleri meydana getiren, Allah (C.C.)

müsebbihan

  • Tesbih edenler. Bütün noksan sıfatlardan, her çeşit kusurdan Cenab-ı Hakkın uzak, temiz ve pâk olduğunu ikrar edenler, söyleyenler. (Farsça)

müselsel

  • (Silsile. den) Teselsül eden, birbirine bağlı olan, bir sırada devam eden. Zincir halkaları gibi bir sırada olan.
  • Edb: Bütün mısraları kafiyeli manzume.

musika-i kübra / musika-i kübrâ

  • Bütün kâinatta cereyan eden İlâhi musikî.

müslim

  • Mûteber ve güvenilir olduğu bütün İslâm âlimleri tarafından kabul edilen, Kütüb-i sitte denilen altı hadîs kitâbının ikincisi.
  • Allahü teâlânın, peygamberi Muhammed aleyhisselâm vâsıtasıyla gönderdiklerine îmân edip, O'nun emirlerini yerine getiren, yasaklarından kaçan kimse.

müsrif

  • Boş yere malını harcayan, tutumsuz, Allah'ın (C.C.) razı olmayacağı şeylere parasını, malını ve zamanını harcayan.

müstahzar

  • (Huzur. dan) Hazır, hazırlanmış.
  • Huzura getirilmiş. Zihinde tutulan.

müştail

  • (Şa'l. den) Yanan, tutuşan, alevlenen.

müste'cer

  • Kira ile tutulmuş olan.

müstehdif

  • (Hedef. den) Hedef tutan. Hedef tutulan. Hedef gibi dikilip duran.

müştemil

  • Kavrayan, saran, içine alan. Büsbütün örten.

müsteşhed

  • (Çoğulu: Müsteşhedât) şâhid olarak gösterilen. şâhid tutulan.

müsteşhedat / müsteşhedât

  • (Tekili: Müsteşhed) şâhid olarak gösterilen kimseler. şâhid tutulan kişiler.

müstesna / müstesnâ / مُسْتَثْنَا

  • İstisna edilen. Ayrı tutulan, ayrı muameleye tabi olan. Kaide dışı bırakılmış olan.
  • Ayrı tutulan.

musu'

  • Davarın sütü çekilip gitmek.

muta'assıb / متعصب

  • Taassup gösteren, aşırı tutucu, yobaz. (Arapça)

mutaassıb

  • Tutucu, bağnaz, körü körüne bağlanan.

mutaassıbane / mutaassıbâne

  • Tutucu, inanç ve geleneklerine aşırı derecede sahip çıkarak.

mutaassıp

  • Aşırı, sıkı sıkıya bağlı olan, tutucu.

mutavattinin / mutavattinîn

  • Vatan edinmişler, yurt tutunmuşlar.

mutbik

  • (Tıbk. dan) Genel ve umumi olan. Değişmeyip devam eden. Bütün. Tam.
  • Bir şeyin etrâfını örten, bürüyen.

müteazid

  • (Adad. dan) Kol kola tutunan, birbirine yardım eden, kol veren.

mütebekkim

  • (Bekem. den) Konuşurken kekeleyen, tutulup kalan.

mütebekkimane / mütebekkimâne

  • Kekeliyerek, dili tutularak. (Farsça)

mütehattır

  • (Hutur. dan) Hatırlayan, hatırına getiren, tahattur eden.

mütekasırin / mütekasırîn

  • (Tekili: Mütükasır) Kısalık gösterenler.
  • Ellerinden geldiği, becerebildikleri halde iş yapmayanlar.

mütekellim

  • Söyleyen, konuşan, nutuk söyleyen.
  • Gr: Söyleyen, birinci şahıs.

mütemetti'

  • (Mütu'. dan) Menfaatlenmiş, faydalanmış.
  • Umre ile hacc için ihram bağlanmış.
  • Kazanan, kâr eden.

müteneşşib

  • Bir şeye ilişip tutulan.

müteneşşif

  • Suyu ve rutubeti çekip emen.

mütese'ir

  • Çok yanmış ve tutuşmuş ateş.

mütevahhiş

  • Issız, kimsesiz, korkutucu, ürkütücü.

mütevakkıd

  • Tutuşan, tutuşup yanan.

müteverrimin / müteverrimîn

  • (Tekili: Müteverrim) Veremliler. Verem hastalığına tutulmuş kimseler.

mutlak fena / mutlak fenâ

  • Allahü teâlâdan başka her şeyin kalbden çıkıp, isimlerinin bile unutulması.

muvahhiş / موحش

  • Vahşet veren. Vahşileştiren. Korkutan. Korkutup ürküten.
  • Korkutucu, vahşet verici.
  • Korkutup ürküten.
  • Korkutucu. (Arapça)

muvakkat nikah / muvakkat nikâh

  • Geçici nikâh. Bir adamın, yüz sene de olsa, belli bir zaman sonra hanımını boşamağı söyleyerek, bütün şartlarına uygun yapılan ve harâm olan nikâh.

muzam / mûzam

  • En büyük kısım, büyütülmüş.

müzekkir

  • Andıran, hatıra getiren, yâd ettiren, zikrettiren, hatırda tutturan.
  • Zikreden, ibâdet eden.
  • Resul-i Ekrem (A.S.M.) mü'minleri ve bütün beşeriyeti tehlikeli şeylerden halâs edip iki cihan saadetine nâil olma yolunu tâlim ettiğinden, Kur'an-ı Kerim'de müzekkir diye isimlendiril

muzur

  • Sütün ekşimesi. Mübâlagalı ism-i fâil.

na'f

  • Sütü çok olan deve.

nafi' / nâfi'

  • Bütün yararlı şeyleri ihsan eden, Allah.

nagz

  • Devekuşunun erkeği.
  • Başını sallayıp depretmek.
  • Bulutun koyu ve kesif olması.

nahise

  • Koyun sütüyle karışık keçi sütü.

naime

  • Rahatlık içinde nazlı büyütülmüş kadın.
  • Yumuşak yapılı hayvancıklar.

nakkaş-ı ezeli / nakkâş-ı ezelî

  • Başlangıcı ve sonu olmayıp zamanla sınırlı olmayan ve bütün varlıkları bir nakış halinde yaratan Allah.

namazgah / namazgâh

  • Namaz kılınan yer. İbadetgâh. Eskiden şehir dışında, kırda ve sed üzerinde mihrab konulmak suretiyle namaz kılınmak için yapılan yere verilen addır.
  • Bir kasabanın bütün halkını bir arada bulunduran geniş sahaya da bu ad verilirdi. Bayramlarda ve fevkalâde günlerde kasaba ve civar köy

nar-ı mukade / nâr-ı mûkade

  • Tutuşturulmuş ateş.

nariyye

  • Nar ile alâkalı, nara mensub. Ateşten, yanıp tutuşur, patlar olan şey.

nassi / nassî

  • Nass'a ait. Her türlü şübhe ve tereddüdün ve tenkidin üstünde tutulacak şekilde olan kesinlik, kat'ilik, açıklık. Bedahet.
  • Âyet ve hadisle doğruluğu sâbit olan.

nat'

  • (Çoğulu: Nütu'-Entâ') Sahtiyan döşek.
  • Zahir olmak, âşikâre olmak, görünmek.

natafe

  • (Çoğulu: Nutuf) Küpe.

nazar-ı dikkat-i ammeyi celb etme / nazar-ı dikkat-i âmmeyi celb etme

  • Bütün kamuoyunun dikkatini çekme.

nazar-ı kudret

  • Kudretin nazarı; İlâhî kudretin bütün varlıklara bakışı, nazarı.

nazzam-ı kevn / nazzâm-ı kevn

  • Kâinata ve bütün varlık âlemine düzen veren Allah.

nazzam-ı vahid / nazzâm-ı vâhid

  • Bütün varlık âlemini yaratılış gayelerine uygun olarak en güzel şekilde düzenleyen Kendisi bir olan Allah.

nebg

  • Un öğütülürken tozan un.
  • Görünmek, zâhir olmak.

nebiyyü-r rahmet

  • Bütün âlemler için Rahmete vesile olduğundan peygamber Efendimiz için söylenmiş bir isimdir.

neda

  • Rutubet, çiğ, nem.

nedavet

  • Yaşlık, ıslaklık, nemlik, rutubet.

nefhat-ül-ba's

  • İsrâfil aleyhisselâmın, nasıl olduğu bizce bilinmeyen ve sûr denilen bir âlete ikinci defâ üflemesiyle bütün canlıların dirilmesi.

neft

  • Neft yağı. Çam gibi bazı ağaçlardan çıkarılan, tutuşabilen bir yağdır ve boyacılıkta vesair sanayide kullanılır.

nefuh

  • Sütü sağılmadan çıkıp akan deve.

nehur

  • Burnuna vurmayınca veya burnuna parmak sokmayınca sütünü salıvermeyen deve.

nekda'

  • Sütü olmayan deve.

nem / نم

  • Rutubet, az yaşlık. Hafif ıslaklık. (Farsça)
  • Rutubet. (Farsça)

nemdar

  • Nemli, ıslak, yaş, rutubetli. (Farsça)

nemkeşide

  • Islak, nemli, yaş, rutubetli. (Farsça)

nemnaki / nemnakî

  • Nemlilik, ıslaklık, yaşlık, rutubet. (Farsça)

neş'e-i lütuf

  • Lütuf ve ikramdan kaynaklanan sevinç.

nesai

  • (Bak: Kütüb-ü sitte-i hadisiyye)

nesel

  • Davar sağıldıktan sonra meme başlarında arta kalan sütü.
  • İki tarafı saf saf ağaçlar olan yol.

nesi'

  • (Çoğulu: Ensâ) Yolcuların ve misafirlerin konakladıkları menzilde düşürdükleri esvap.
  • Unutkan.
  • Unutulan. Unutulmuş olmak.

neşvünema vermek / neşvünemâ vermek

  • Büyütüp geliştirmek.

nesy

  • Unutma, nisyan.
  • Unutulmuş.

nesyen mensiyyen

  • Tamamıyla unutulmuş, tamamen hatırdan çıkmış.

neta

  • (Nütü') Yaranın şişmesi.
  • Yüksek olmak.

nev'in umumu

  • Türün bütünü, insanlığın tamamı.

nevafil

  • (Tekili: Nâfile) Farz ve vâcib olandan başka ibadetler. Nâfile (yani sevab için kılınan) namaz veya tutulan oruçlar.

nezzam-ı hakiki / nezzam-ı hakikî

  • Kâinatın ve bütün varlık âleminin gerçek düzenleyicisi ve düzen koyucusu olan Allah.

ni'met

  • (Nimet) İyilik, lütuf, ihsan. Saadet. Hidayet.
  • Giyecek şeyler.
  • Yiyecek faydalı şey, rızık.

nigindan / nigindân

  • Yüzük mahfazası, yüzük kutusu. (Farsça)

nimet / nîmet

  • Hayat için lâzım olan her şey; iyilik, lütuf, ihsan.

nisyan / nisyân / نسيان

  • Unutma, unutuş.
  • Unutma. (Arapça)
  • Unutulma. (Arapça)

nıt'

  • Ağız tavanının pütür yerleri.

nita'

  • (Çoğulu: Nutu') Deri döşek.

nizam-ı rabbaniye / nizam-ı rabbânîye

  • Bütün âlemleri idare ve terbiye eden Allah'ın kanunu, nizamı.

nizar

  • Korkutup, uygunsuz şeylerden vazgeçirmek için söylenilen söz.

nüas

  • Uyuklama, uyku gelip basma.
  • Hislere ârız olan uyuşukluk ve fütur. Pineklemek.

nücebe

  • Lütuf ve keremi çok olan. Cömert insan.

nüda

  • (Çoğulu: Endâ-Endiye) Yağmur.
  • Boğaz ıslatıcı nesne.
  • Çiy, rutubet.
  • Atâ, bahşiş.
  • Sesin uzaklara gitmesi.

nuhas

  • Bakır. Bakır para.
  • Kızgın mâden.
  • Kıtr. Ateş. Tunç ve demir döğülürken sıçrayan şerâre.
  • Dumansız alev.
  • Bir şeyin aslı.
  • Tütün.

nümune-i imtisal

  • Örnek tutulacak şey.

nümune-i rahmet-i alem / nümune-i rahmet-i âlem

  • Cenâb-ı Allah'ın bütün âlemleri kuşatan rahmetinin nümunesi, örneği.

nur ism-i azimi / nur ism-i azîmi

  • Bütün varlığı aydınlatan, bütün nurlar kendi nurunun zayıf bir gölgesi olan ve her çeşit nuru yaratan anlamında Allah'ın büyük ismi.

nur ism-i celili / nur ism-i celîli

  • Bütün varlığı aydınlatan, bütün nurlar kendi nurunun zayıf bir gölgesi olan ve her çeşit nuru yaratan anlamında Allah'ın yüce ismi.

nur-u çırağ-ı yezdan / nur-u çırâğ-ı yezdan

  • Cenâb-ı Hakkın nurunun çırası, Allah'ın nuruyla tutuşmuş, aydınlatan bir çıra.

nur-u muhammedi / nur-u muhammedî

  • Bütün varlıkların yaratılışının mayası, aslı, esası olan Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (a.s.m.) nuru.

nur-u rahmani / nur-u rahmânî

  • Rahmet ve şefkati bütün varlıkları kaplayan Allah'ın nuru.

nuru'l-envar / nuru'l-envâr

  • Bütün nurlar Kendi nurunun zayıf bir gölgesi olan nurların nuru, Allah.

nüşafe

  • Sütü sağdıklarında üzerine gelen köpük.

nüşuz / nüşûz

  • Kadının kocasına kafa tutup isyan edici bir durum almasıdır. Güya kendisini yüksek sayıp itaatını kaldırmış olur.

nutk / نطق

  • (Nutuk) Söyleyiş, söyleme kabiliyeti, konuşma, hitabet.
  • Dervişlerce büyüklerin manzum sözleri.
  • Nutuk, söylev. (Arapça)
  • Konuşma. (Arapça)

nutk-u beliğ-i bitarafane / nutk-u beliğ-i bîtarafane

  • Tarafsız (objektif) şekilde, hâl ve seviyeye uygun olan nutuk, konuşma.

nutk-u beliğane / nutk-u beliğâne

  • Balâgatli nutuk; kusursuz ifadelerle muhatapların hallerine ulgun olarak akıl ve kalplerini aydınlatan nutuk.

nutuk-han

  • Nutuk okuyan.

ocak imamı

  • Tar: Yeniçeri Ocağı'nın imamı. Cami-i Miyane adını alan ve ilkin mescid halinde bulunan Orta camii, Hicri 1000 senesinde büyütülerek cami haline getirilmiştir. Camiin imamı, hatibi, müezzini, muarrifi ve kayyumu vardı. İmam, Yeniçeriler arasında okuyup yazan ve tahsil görenlerden seçilirdi.

ömer

  • Resül-ü Ekrem'in (A.S.M.) ikinci halifesi, Aşere-i Mübeşşere'den ve sahabenin en büyüklerindendir. Çok âdil, âbid, zâhid ve merhametli idi. Fakirce yaşadı. Adaleti, şecaat ve cesareti, İlâ-yı Kelimetullah için fedakârlığı meşhurdur. Çok Hadis-i Şeriflerle medhedildi. Zamanında çok fütühat ve ilerlem

oruç kazası / oruç kazâsı

  • Oruç tutmamayı mubah kılan (dinde bildirilen) bir özür sebebiyle vaktinde tutulamayan veya kasd (bilerek) olmadan orucunu bozan bir kimsenin, Ramazân bayramının birinci, Kurban bayramının ilk üç günü hâricindeki zamanlarda gününe gün oruç tutması.

osmanlılık

  • Din, dil ve ırk gözetmeksizin bütün Osmanlı vatandaşlarını vatan birliği ortak paydası etrafında toplamayı gaye edinen fikir akımı.

pan

  • Yun. "Bütün, karşı" mânasına kelimenin başına getirilerek kullanılır. Meselâ: Panzehir : Zehire karşı ilâç.
  • "Bütün, hepsi" mânâsında ön ek.

pan-islamizm

  • Bütün müslümanların birleşmesi siyaseti. İttihad-ı İslâm. İslâm birliği siyaseti.

paralel

  • Yun. Müvazi.
  • Geo: Bütün noktaları birbirinden aynı uzaklıkta olan çizgi veya hat, düzlük, satıh.

pertev-suz

  • Yakan ışık. Güneşe karşı tutulduğu zaman, ışıkları bir noktaya toplayan ve bu suretle ışığın değdiği yeri yakan mercek.

perverende

  • Besleyen, büyüten. Besleyici, büyütücü. (Farsça)
  • Terbiye edici, yetiştirici. (Farsça)

perveri / perverî

  • Büyütücülük, besleyicilik. Terbiye. (Farsça)

perverişyafte / perverişyâfte

  • Terbiye edilmiş, büyütülmüş, yetiştirilmiş, eğitilmiş. (Farsça)

peygule-i nisyan

  • Unutulma köşesi.

politika

  • İtl. Memleket işlerini idare için tutulan ölçülü yol. Siyaset.

pür-neval / pür-nevâl

  • Çok lütuf ve ihsan. Çok çok ihsan etmek, vermek.

pürnar / pürnâr

  • Tutuşmuş, yanan.

rab'at

  • (Çoğulu: Rabeât) Attarların dağarcığı ve kutusu.
  • Orta boylu kimse.

rabb

  • Varlıkları eksik bir hâlden mükemmel bir hâle doğru götürürken bütün ihtiyaçlarını veren Allah.

rabb-ül alemin / rabb-ül âlemîn

  • Bütün âlemlerin Rabbi. Her âlemi doğrudan doğruya Rububiyyeti ile tâlim, terbiye, tedbir ve idâre eden Cenab-ı Hak.

rabb-ül erbab

  • Bütün sâhiblerin, terbiyecilerin Rabbi, Allah. (C.C.)

rabbü'l-alemin / rabbü'l-âlemîn

  • Âlemlerin Rabbi, bütün âlemleri idare ve terbiye eden Allah.

rabbü'l-alemin teala ve tekaddes hazretleri / rabbü'l-âlemîn teâlâ ve tekaddes hazretleri

  • Bütün âlemleri idare ve terbiye eden, yücelik sahibi olan ve her türlü kusur ve eksiklikten uzak olan Allah.

rabia-i adeviye

  • (Hi: 95 - 185) Basra'lı bir hatun. Bütün hayatını dine hizmet için vakfetmiş, zengin kimseler evlenmek teklifinde bulundukları halde; "Allah'ı anmaktan, dine hizmetten beni alıkor" fikri ile reddetmiş, fakirliği ve istiğnayı kabul edip dine hizmetten vaz geçmemiştir. Talebe okutmuş meşhur bir veliye

radife

  • Kıyametteki ikinci Sur'un ismi. (O'nunla bütün ölüler hayat bulurlar.)

ragsa'

  • İçinden sütün aktığı meme içindeki damar.

rahimiyet-i rabbaniye / rahîmiyet-i rabbâniye

  • Bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah'ın herbir varlığa şefkat ve merhameti.

rahman / rahmân

  • Bütün yaratıklara rızıklarını veren, her an bütün mahlukat hakkında hayır ve rahmet irade buyuran, bütün mahlukatına sayısız nimetler veren. Nizam ve adâlet sâhibi. (Allah)
  • Çok merhamet sahibi ve şefkatle bütün yaratıkların rızkını veren Allah.
  • "Dünyâda dost olsun düşman olsun, lâyık olsun olmasın, mü'min olsun kâfir olsun bütün yaratıklara rızık ve sayısız nîmetler veren" mânâsında Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden).

rahman-ı rezzak / rahmân-ı rezzâk

  • Rahmet ve merhameti bütün varlıkları kuşatan ve bütün varlıkların rızıklarını bol bir şekilde tekrar tekrar veren ve ihtiyaçlarını karşılayan Allah.

rahmaniyet / rahmâniyet

  • Allah'ın bütün varlıkları kuşatan merhamet edicilik sıfatı.

rahmanü'r-rahim / rahmânü'r-rahîm

  • Bütün varlıklara rahmet ve şefkat gösteren ve herbir varlığa özel rahmet tecellîsi olan Allah.

rahmanürrahim / rahmânürrahîm

  • Bütün her şeye ve herbir varlığa, şefkat ve merhametiyle muamele eden Allah.

rahmet kapısı

  • Duâların kabûl edildiği, ihsân ve bereket kapısı. Duâların geri çevrilmediği lütuf kapısı.

rahmet-i alem / rahmet-i âlem

  • Bütün âlemleri kuşatan İlâhî rahmet.

rahmet-i rahman / rahmet-i rahmân

  • Rahmet eserleri bütün varlık âlemini kuşatan Allah'ın rahmeti.

rahmeten lil'alemin / rahmeten lil'âlemîn

  • Bütün âlemlere rahmet olan; Hz. Muhammed (a.s.m.).

rahmeten-li-l-alemin / rahmeten-li-l-âlemin

  • Bütün âlemlere rahmet olan Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm.

raic / râic

  • Kıymetli olan ve halk arasında tutulan.

rakam

  • Bütün satıcı, bütün satan.

ramazan

  • Hicrî ayların dokuzuncusu, üç ayların sonuncusu ve farz olan orucun tutulduğu ay. Ramazan yanmak demektir, çünkü bu ayda oruç tutan ve tövbe edenlerin günahları yanar, yok olur.

ratabet

  • (Ratb. dan) Rutubet, nem, yaş.

ratb

  • Rutubet, nemlilik yaşlık.
  • Rutubetli, yaş.
  • Yaş hurma.
  • Mülâyim, yumuşak.
  • Rutubetli, yaş.

ratıb

  • Islak, nemli, çok yaş, rütübetli. Tâze.

ratib / râtib / راطب

  • Nemli, rutubetli. (Arapça)

raz-ı nihan

  • Gizli tutulan sır.

razık / râzık

  • Bütün varlıkların rızkını veren Allah.

razık-ı hakiki

  • Hakiki rızık veren. Hiç bir vasıtaya ihtiyacı olmadan en güzel nimetleri yaratan ve bütün rızıkları ancak kendisi veren Allah (C.C.)

reaya

  • (Tekili: Raiyet) Bir kimsenin emri altında bulunanlar.
  • Bir hükümdar idaresi altında bulunan halk.
  • Hristiyan tebaa.
  • Bütün halk.

recim

  • (Recm. den) Taşlanmış, taşa tutulmuş.
  • Lânetlenmiş, mel'un.

redd

  • Geri döndürmek, kabul etmemek, çevirmek, def etmek.
  • Bir şeyin karşılığını icra etmek.
  • Sözü selâset ve talâkatla eda edemeyip harfleri geri çevirerek konuşmağa sebep olan dilin tutukluğuna denir.
  • Cerhetmek.
  • Kötü ve fena şey.

reform

  • Düzeltme, tanzim. Asıl şeklini verme. Islah etme. Avrupa'da başlayan dinde reform hareketini, İslâm dinine tatbik etmenin yeri yoktur. Çünkü İslâm dini, bütün zaman ve mekânların insanlarına her cihetle cevap verecek câmiiyette olduğundan ve ilmi esaslara dayanmış olarak asliyetini muhafaza ettiğind (Fransızca)

rehain

  • (Tekili: Rehine) Rehineler. Garanti olarak elde tutulanlar.

rehin

  • (Rehn-Rehine) Bir şeyin yerine teminat olarak tutulmuş olan şey, rehin edilmiş.
  • Mevkuf ve mahpus kılmak.
  • Bir şeyin yerine garanti olarak tutulan.

reis-i alem / reis-i âlem

  • Bütün dünyanın reisi.

rekaket

  • Kekeleme, dil tutukluğu.
  • Sözün kusurlu oluşu. Belagattan mahrum olmak.
  • Zayıf ve ince olmak, yufka olmak.
  • El ile cismin hacmi ve cüssesini anlamak için yoklamak.
  • Gevşeklik, zayıflık, dermansızlık.

rekik

  • Dili tutuk, kusurlu, peltek.
  • Rey ve idraki zayıf olan.
  • Gayret ve namusu olmayan.
  • Zayıf, kuvvetsiz.
  • Kusurlu, tutuk.
  • Peltek, dili tutuk.

rekik-ül lisan / rekik-ül lisân

  • Dili tutuk. Peltek. Kekeme.

resa'

  • Tatlı sütü ekşi yoğurtla karıştırmak. (O yapılan yemeğe "resise" derler.)

reşha

  • Damla, katre. Sızıntı, ter, rutubet, yaşlık.

resul / resûl

  • Yaratılışı, huyu, ilmi, aklı ve her bakımdan zamânında bulunan bütün insanlardan üstün olan ve yeni bir din ile gönderilen peygamber.
  • Elçi, haberci.

resül

  • Peygamber. Yeni bir kitap ve yeni bir şeriat ile bir ümmete veya bütün beşeriyete Allah tarafından Peygamber olarak gönderilmiş olan zât. Mürsel de denir. Yeni bir kitap ve şeriatla gelmeyip kendinden evvelki Resülün getirdiği kitap ve şeriatı devam ettirirse, ona Nebi denir.
  • Haberci

resul-i rahman / resul-i rahmân

  • Rahmet ve şefkati bütün varlıkları kaplayan Allah'ın elçisi, Hz. Muhammed (a.s.m.).

resül-ür rahmet

  • Peygamberimize (A.S.M.) verilen bir isim. Çünkü bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Rahmeten lil-âlemîn'dir.

ret'

  • (Rita' - Rütu') Yemek, içmek. Bolluk içinde dilediğini yiyip içmek.
  • Oynamak.

revb

  • Sütün yoğurt olması.

revban

  • (Çoğulu: Rübâ) Sütün yoğurt olması.
  • Sarhoşluk şiddetinden birbirine karışmış olan insanlar.

reviş

  • Gidiş, hal, tavır. (Farsça)
  • Tutum, yol. (Farsça)

rez

  • Bağ kütüğü, asma. (Farsça)

rezzak / rezzâk

  • Bütün mahlukatın rızkını veren ve ihtiyaçları karşılayan. (Allah)
  • Bütün yaratıkların rızkını veren Allah.
  • Bütün yaratıkların rızkını veren, Allah.
  • Bütün varlıkların rızıklarını bol bir şekilde tekrar tekrar veren ve ihtiyaçlarını karşılayan Allah.

rezzak-ı kerim / rezzâk-ı kerîm

  • Bütün varlıkların rızıklarını veren ve pek büyük ikram sahibi olan Allah.

rezzak-ı rahim / rezzâk-ı rahîm

  • Bütün varlıkların rızıklarını devamlı veren, sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan Allah.

rezzak-ı zülcelal / rezzâk-ı zülcelâl

  • Sonsuz haşmet, yücelik ve heybet sahibi olan ve bütün canlıların rızıklarını veren Allah.

rib'

  • Sıtmanın bir gün tutup iki gün tutmaması ve dördüncü gün yine tutması.

rıda' / rıdâ'

  • Süt emme çağında yâni iki buçuk yaşından küçük bir çocuğun bir kadının memesinden süt emmesi veya bir kadının sütü bir vâsıta ile çocuğun mîdesine gitmesi.

rızk

  • Yiyip içecek şey. Maddi mânevi ihtiyaca lâzım nimet. Allah'ın herkese lütuf ve kısmet ettiği ve bekaya sebeb olan nimet.

rızk-ı umumi-i iaşe / rızk-ı umumî-i iâşe

  • Bütün canlıların yaşaması için verilmiş olan umumî rızık.

ru'b

  • Sütün yoğurt olması.

rububiyet / rubûbiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi.
  • İlâhî terbiye, Allahın bütün varlıkları eksik bir hâlden mükemmel bir hâle doğru götürmesi, bu esnada her nevi ihtiyaçlarını vermesi ve onları emrine itaat ettirmesi.

rububiyet-i amme / rububiyet-i âmme

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, idaresi ve terbiyesi.

rububiyet-i sani

  • Herşeyi mükemmel ve san'atlı bir şekilde yaratan Allah'ın bütün mahlûkatı besleyip terbiye etmesi, idaresi ve egemenliği altında bulundurması.

rububiyet-i sermediye

  • Allah'ın bütün varlıklar üzerindeki kesintisiz mâlikiyet ve egemenliği ve her varlığı yaratılış amacına hikmetle ulaştıran kesintisiz terbiyesi.

rububiyet-i sübhaniye / rububiyet-i sübhâniye

  • Her türlü kusur ve noksandan yüce olan Allah'ın bütün varlık âlemini terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutması.

ruh u canımla

  • Ruh ve canımla, bütün içtenlikle.

ruh-u can

  • Ruh ve can; bütün içtenlik.

ruhsat

  • (Çoğulu: Ruhas-Ruhsat) İzin, müsaade.
  • Genişlik.
  • Kolaylık.
  • Fık: Kulların özürlerine mebni, kendilerine bir suhulet ve müsaade olmak üzere, ikinci derecede meşru' kılınan şeydir. Sefer halinde Ramazan-ı Şerif orucunun tutulmaması gibi. Vuku' bulan ikraha mebni, birisini
  • İzin, müsaade; kulların özürlerine binaen, kendilerine bir kolaylık ve müsaade olmak üzere ikinci derecede meşru olan şeyler, yolculukta Ramazan orucunun tutulmaması gibi.

rükn / ركن

  • Bir şeyin bir parçasını veya bütününü meydana getiren şey.
  • Namazın içindeki farz.
  • Kâbe'nin dört köşesinden her birine verilen isim.
  • Rükün, direk, sütun.
  • Direk, sütun. (Arapça)
  • Esas. (Arapça)

rükn-ü salabet / rükn-ü salâbet

  • Sağlamlığın, pekliğin direği, sütunu.

rükün

  • Direk, sütun.

rüşeym

  • Rahimde yavrunun bütün azalarının teşekkül etmiş şekli. (Harekete başlayan rüşeyme, cenin denir)

rutubet-i havaiye / rutubet-i havâiye

  • Havanın rutubeti, nemi.

sa'

  • Çiy, rutubet, şebnem.
  • Kur'an-ı Kerim alfabesindeki dördüncü harfin adı.

sa'd bin ebi vakkas

  • Aşere-i Mübeşşere'den ve ilk İslâm olanların yedincisidir. Peygamberimiz (A.S.M.) ile beraber bütün gazalarda bulundu. Müslüman olduğunda 17 yaşlarında idi. Hz. Ömer zamanında İran'a gönderilen ordunun başkumandanı oldu. Medayin şehrinin fethinde ve Kadsiye meydan muharebesinde muvaffak oldu. Kufe ş

sadak

  • Okları koymağa mahsus torba veya kutu şeklindeki kılıfın adıdır. Boyuna asılan bu âlete "tirkeş" veya "tirdan" da denilirdi.

sadiha

  • Bulutun kat kat olması.

şafak

  • Tan zamanı. Güneş doğmağa yakın zaman veya güneş battıktan sonraki alaca karanlık. Gündüz.
  • Nahiye. Cânib.
  • Nasihat eden kimsenin "Nasihatım te'sir etsin, sözüm tutulsun" diye ıslah için gayret göstermesi.
  • Merhamet.
  • Harf.

safiyullah

  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ismidir. Bütün mahlukatta efdal ve Cenab-ı Hakk'ın ihsanı ile onlardan seçilip çıkarılmış tertemiz mânâsına Safiyullâh denilmiştir. Hz. Adem'in de (A.S.) bir ismidir.

şah-ı evliya / شَاهِ اَوْلِيَا

  • Bütün velilerin piri (Hz Ali Efendimiz).

şah-ı velayet / şâh-ı velâyet / شَاهِ وَلَايَتْ

  • Bütün velilerin pîri olan Hz. Ali Efendimiz (r.a).

sahh

  • şiddetinden kulaklar tutulan çığlık.
  • Sağlam bir şeyle vurmak.
  • Cemetmek, toplamak.

sahib-i alem / sahib-i âlem

  • Bütün âlemin, yaratılmış herşeyin sahibi Allah.

şahid / şâhid

  • Bütün zamanlardaki yaratıkları ve onların her hâlini gören Allah.

şahid-i ezeli / şâhid-i ezelî

  • Ezelden beri bütün zamanları ve herşeyi gören ve herşeye şahid olan Allah.

sahih bey' / sahîh bey'

  • Aslı ve sıfatı dîne uygun olan satış. Mûteber olması için bütün şartlarını taşıyan alış-veriş.

sahih-i buhari / sahîh-i buhârî

  • Kur'ân-ı kerîmden sonra, doğru oldukları, bütün İslâm âlimleri tarafından tasdîk edilmiş olan meşhur altı hadîs kitâbından birincisi.

sahih-i müslim

  • (Bak: Kütüb-ü sitte-i hadisiyye)

sahihayn / sahîhayn

  • Kur'ân-ı kerîmden sonra, doğru oldukları, bütün İslâm âlimleri tarafından tasdîk edilmiş olan altı hadîs kitâbından Sahîh-i Buhârî ile Sahîh-i Müslim'in ikisine birden verilen isim.

şahıs

  • (şahs. dan) Ölçmek için dikilen ve işaret tutulan nişan.
  • Belirten.

şahs-ı külli / şahs-ı küllî

  • Ferdlerde bulunan bütün özellikleri kendinde toplayan şahıs, ferd, kişi.

sahy

  • Nemli olmak.
  • Islaklık, rutubet.

şaile

  • (Çoğulu: Şüvül-Şevâil) Sütü çekilmiş deve.

sakb

  • (Çoğulu: Sukub) Delinme, delme.
  • Bir taraftan diğer tarafa kadar açık olan delik.
  • Sütü çok olan deve.
  • Çok kırmızı, koyu kırmızı.

şaklaban

  • Şen şatır, hoppa. Avutucu, aldatıcı. Güldürücü, soytarı.

salavat

  • (Tekili: Salât) Namazlar.
  • Bütün dualar. İhtiyaçtan gelen ricalar.
  • Nimetten çıkan şükürler. İbadetler.
  • Hazret-i Muhammed'e (A.S.M.) memnuniyet ve bağlılık için yapılan dualar.
  • Nasârâ kilisesi.

salibe-i külliye

  • Man: Bir şeyin nefyine delâlet eden kaziye. Bir şeyin bütün bütün olmadığını veya mevcudattan hiç birisine hâkim ve müessir olmadığını iddia ve isbat eden hüküm.

salik / sâlik

  • (Sülûk. dan) Bir yolda giden. Belli bir yol tutup giden.
  • Bir tarikat yolunda olan.

salk

  • Şiddetli ses.
  • Vurmak.
  • Hâmile kadının ağrısı tutup bağırması.

saltanat-ı mutlaka

  • Allah'ın bütün varlık âlemi üzerindeki sınırsız hâkimiyeti.

saltanat-ı uluhiyet / saltanat-ı ulûhiyet

  • Hiçbir ortak kabul etmeyen Allah'ın bütün âlemdeki saltanatı.

şamaniler / şâmânîler

  • İyi ve kötü ruhların bütün âlemi te'siri altında tuttuğu inancına dayanan sapık bir yolun mensupları.

samed

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hiçbir kimseye, hiçbir şeye ihtiyâcı olmayan, bütün mahlûkâtın (yaratılmışların) kendisine muhtaç olduğu yüce Allah.

samediyet

  • Allahın hiçbir şeye ihtiyacı bulunmaması ve bütün varlıkların kendisine muhtaç olması hakikatı.

sanayi

  • San'at, zanaat, beceri, hüner; ham maddeleri işleyerek mamul madde haline sokmak için uygulanan işlem ve araçların bütünü; endüstri.

sandukça

  • Küçük sandık, kutu.

sandukça-i cevahir

  • Mücevherler kutusu.

sandukça-i cevher

  • Mücevher kutusu.

sani-i alem / sâni-i âlem

  • Bütün varlık âlemini san'atlı bir şekilde yaratan Allah.

sani-i fail / sâni-i fâil

  • Her şeyi san'atla yaratan ve bütün fiillerin sahibi olan Allah.

sani-i hakem-i hakim / sâni-i hakem-i hakîm

  • Her bir varlığın bütün keyfiyetleri hakkında genel hüküm veren ve o hükme göre sebepleri ve eşyayı hikmetle sevk edip san'atla yaratan Allah.

sani-i mevcudat / sâni-i mevcudat

  • Bütün varlıkları sanatlı bir şekilde yaratan Allah.

sarb

  • Sütü birbiri üstüne sağmak.
  • Bevlini hapsetmek.
  • Çok ekşimiş süt.
  • "Zamk-ı talh" denilen ağaç sakızı.

şarid

  • Tutunup beğenilmiş ve yayılmış şiirler.
  • Şiir tarzındaki ata sözleri.

şart-ı vücud-u küll

  • Bütünün varlığının şartı.

şaşaa-i rububiyet / şâşaa-i rububiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan rablığının azameti, haşmeti.

şat

  • (Çoğulu: şutut) Büyük nehir.

şatbe

  • (Çoğulu: Şütab-Şütub) Hurma ağacının budağı.
  • Yaş ekin yaprağı.
  • Yarmak.
  • Kesmek.
  • Uzun boylu kadın.

satr

  • (Çoğulu: Sutur) Satır. Yazı sırası.

savm-ı davudi / savm-ı davudî

  • Bir gün oruç tutup bir gün iftar etmek.

savm-ı dehr

  • Aralıksız, bir sene mütemadiyen nehyedilen bayram günlerinde dahi iftar edilmeksizin oruç tutmağa denir. Bu nevi oruç bayram günleri tutulmazsa câizdir.

savmıvisal

  • İftar etmeksizin üst üste tutulan oruç.

sayibe

  • (Çoğulu: Siyeb) Adak için ayrılıp üstüne binilmeyen ve sütü içilmeyen dişi deve.
  • "Ümm-ül bahire" adı verilen ve peşpeşe üç dişi deve doğuran deve. Bu deveye de binilmez, sütü sağılmaz. Yabana salarlar, ölünceye kadar gezer.

se'd

  • Zayıf yağan yağmur.
  • Yaz gecelerinde olan rutubet.
  • Boğaz ıslatan her cins nesne.

şeair

  • (Tekili: Şiâr) Âdetler, İslâm işaretleri. İslâmlara ait kaideler. Allah'ı anmak, hamdetmek, ezan okumak, İslâmî kıyafet gibi. Bunlara Şeair-i İslâmiye denir. Bütün müslümanlarla alâkalı mes'eleler ve alâmetler, umumun hissedar olduğu işlerdir.

şebnem

  • Çiğ. Rutubet. Gece nemi. Neda. (Farsça)

sebr ve taksim

  • Mantıkta kullanılan bir ispatlama yöntemi; bir şeyi kısımlara bölmek, sonra bütün bu kısımları sırayla çürüterek son kalan kısmın doğruluğunu ispat etmek.

şecer

  • Ağaç. Kütük.
  • Sülâle. Bir soyun bütün fertlerini gösterir cetvel.

şecere

  • Tek ağaç, kütük.
  • Bir soyun bütün fertlerini gösterir cetvel, soy kütüğü.

şecere-i pak-i muhammedi / şecere-i pâk-i muhammedî

  • Muhammed aleyhisselâmın mübârek, temiz soy kütüğü, soy ağacı.

şecere-i tayyibe

  • Temiz ağaç. Bütün iyiliklerin ve güzelliklerin kaynağı olan İslâmiyet'e verilen ad.

şefaatçı

  • Allah'ın lütuf ve ihsanıyla aracı, vesile olan.

sefi'

  • Şiddetle tutup çekme.

şefkat-i mukaddese

  • Bütün çirkinliklerden uzak bir şefkat.

sehab-ı matir

  • Yağmur bulutu.

sehab-ı rahmet

  • Rahmet bulutu.

şehid / şehîd

  • Allah yolunda harb ederken, Allahü teâlânın ism-i şerîfini yüceltmeye (İslâmı yaymaya) çalışırken veya düşman saldırdığında vatan, din ve milletini, ırz ve nâmûsunu müdâfâ ederken ölen müslüman.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Bütün mahlûkâtın (yaratılmışları

şeker

  • Davarın sütü çok olmak.
  • Dolmak.

şekire

  • Sütü çok olan davar.

şekur

  • Çok şükreden. Allahın (C.C.) lütuflarına karşı pek fazla memnuniyetini, sevincini gösteren. Az şükredene dahi çok nimet veren Allah (C.C.).

selam

  • Ayıplardan, âfetten sâlim oluş. Selâmet, emniyet. Sulh. Asâyiş. Bütün korktuklarından emin olma.
  • Allah'ın (C.C.) rızasına erişmek için mü'minlerin birbirlerine yaptığı dua. Mü'minler birbirleriyle karşılaştıklarında büyük küçüğe; yürüyen durana; azlık çokluğa; hayvan veya vasıta üzer

şemal

  • (Çoğulu: Şemâlât) Kıble ardında kutup tarafından esen yel.
  • Ahlâk.
  • Kılıç.

şems-i ezel ve ebed

  • Ezelden ebede kadar bütün varlık âlemini aydınlatan Allah.

şems-i ezel ve ebed sultanı

  • Ezel ve ebedin sultanı olan Güneş; bu tabir ezelden ebede kadar bütün varlık âlemini aydınlatan Allah için bir benzetme olarak kullanılır.

şems-i ezeli / şems-i ezelî

  • Ezelî Güneş; bütün varlıkları yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkaran ve onlara hayat veren Allah.

şems-i ezeliye

  • Ezelî Güneş; bu tabir ezelden beri bütün varlıkları aydınlatıp hayat veren Allah için bir benzetme olarak kullanılır.

şerare

  • (Şerâr) Kıvılcım. Elektrik kıvılcımı. Müsbet ve menfi (+ ve -) elektrik kutuplarının birbirine çok yakın olmasından veya dokunmasından hâsıl olan kıvılcımların parlayışı.

seraser

  • Baştan başa, bütün, hep mecmuan, külliyen. (Farsça)

sercümle

  • Hepsi, tamamı, bütün. (Farsça)

sergi-i rabbaniye ve muhammediye / sergi-i rabbâniye ve muhammediye

  • Bütün âlemlerin Rabbi olan Allah'ın ve Peygamber Efendimizin tanıtıldığı sergi.

şerh

  • Açıklama ve tefsir, bir kitabı bütün ayrıntılarıyla anlatma.

şeriat-ı fıtriye

  • Allah'ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların bağlı olduğu anayasa, kanunlar mecmuası.

şeriat-i fıtriye

  • Allah'ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların fiillerini düzen altına alan kanunlar.

şeriat-ı fıtriye-i ilahiye / şeriat-ı fıtriye-i ilâhiye

  • Düzeni ve ahengi sağlamak için Allah tarafından kainata koyulan ve bütün varlıkların uymak zorunda olduğu kanun ve kuralların tamamı.

şeriat-ı fıtriye-i kübra / şeriat-ı fıtriye-i kübrâ

  • Kâinattaki düzen ve intizamı sağlayan, bütün varlıkların tabi olduğu büyük kanun; tabiat kanunlarının bütünü.

şeriat-i fıtriye-i kübra / şeriat-i fıtriye-i kübrâ

  • Allah'ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların tabi olduğu büyük kanun.

şeriat-ı fıtriye-i kübra-yı ilahiye / şeriat-ı fıtriye-i kübrâ-yı ilâhiye

  • Kainattaki düzen ve intizamı sağlayan, bütün varlıkların tabi olduğu büyük, İlâhi kanunlar.

şeriat-ı fıtriyye-i ilahiye / şeriat-ı fıtriyye-i ilâhiye

  • Allah'ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların tabi olduğu İlâhi kanunlar.

şeriat-ı hilkat

  • Yaratılış kanunu, Allah'ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların tabi olduğu kanunlar.

şeriat-ı kübra-yı ilahiye / şeriat-ı kübrâ-yı ilâhiye

  • Allah'ın kâinata koyduğu ve bütün varlıkların tabi olduğu büyük anayasa, kanunlar mecmuası.

sertaser

  • (Serteser) Baştan başa, bütün, hep. (Farsça)

şesis

  • Sütü gitmiş hayvan.

şesus

  • (Çoğulu: Şesâyıs) Sütü az olan deve.

settar / settâr

  • Kullarının bütün kusurlarını örten, ayıplarını en çok gizleyen Allah.

şevaz

  • Tütünsüz ateş.

seyr-i fil-eşya / seyr-i fil-eşyâ

  • Tasavvufta nihâyete kavuşan bir velînin geri döndükten sonra daha önce unutmuş olduğu eşyânın bütün bilgilerine yeniden sâhib olması.

şeytan

  • İblis. (Cenab-ı Hakk'ın emrine isyan ettiğinden rahmetinden kovulmuş, şerleri ve muzır şeyleri temsil eder ve ateşten yaratılmıştır. Bütün melekler Cenab-ı Hakk'ın emriyle Hazret-i Âdem'e secde ettiği halde Şeytan: "O, topraktan yaratılmıştır, ben ateşten yaratıldım. Ben ondan daha kıymetli ve yükse

seyyid-ül enam

  • Bütün mahlukatın efendisi. Muhammed (A.S.M.)

seyyidü'l-beşer

  • Bütün insanlığın büyüğü, efendisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

seyyidü'l-enam / seyyidü'l-enâm

  • Bütün varlıkların efendisi.

seyyidü'r-rusül

  • Bütün peygamberlerin efendisi, Hz Muhammed (a.s.m.).

şi'ra-ül yemani / şi'ra-ül yemanî

  • Semanın güney yarım küresinde bulunan "Kelb-i Ekber" denilen burcun ve bütün semanın görünen en parlak yıldızı. (Sirius)

sıbğa-i rahmaniye / sıbğa-i rahmâniye

  • Çok merhamet sahibi olan ve şefkatle bütün yaratıkların rızkını veren Allah'ın boyası.

sicil

  • Resmi vesikaların kaydedildiği kütük denen büyük defter.
  • Memurların durumu hakkında tutulan dosya.

sicill / سجل

  • Kayıt kütüğü. (Arapça)

şiddet-i iktisat

  • Çok iktisatlı, tutumlu olma.

şiddet-i iltihab

  • Şiddetli bir şekilde tutuşma.

sıfat-ı cemaliye / sıfât-ı cemaliye

  • Lütuf ve merhamet ile daha ziyade alâkalı olan vasıflar.

sıfat-ı mutlaka-i muhita / sıfât-ı mutlaka-i muhîta

  • Allah'ın yüce Zâtını niteleyen ve bütün kâinatı kuşatan sınırsız ve sonsuz kutsal özellikler.

şıkk

  • Bir bütünün parçalarından her biri.
  • İki ihtimalden ve iki cihetten her biri.
  • İkiye ayrılmış şeyin bir kısmı.

simurg / sîmurg / سيمرغ

  • Zümrütüanka. (Farsça)

sinema-i rabbaniye / sinema-i rabbâniye

  • Rabbâni sinema; Cenâb-ı Hakkın tedbir ve irâdesiyle, bütün faaliyetlerinin âdeta sinema perdeleri ve levhaları gibi gösterildiği âlem.

şinik

  • On litre su alabilen teneke kutu kadar olan mahsul ölçüsü. Yarım gaz tenekesi. (Isparta havalisine mahsus hububat ölçüsü)

şir-i mader / şir-i mâder

  • Ana sütü.

sırar

  • Devenin sütü çok olsun ve yavrusu emmesin diye emziğinin dibine bağladıkları ip.

şirhar

  • Tar: Acemiliğe alınmayan veya sayısı beşten az olan esirlerden bir kısmı. Pencik kanuni hükümlerine göre esirler: Şirhâr, beççe, gulamçe, gulâm, sakallı ve pir olmak üzere sınıflara ayrılır ve bu tertibe göre vergiye tâbi tutulurdu. Üç yaşına kadar olan çocuklara, süt emen mânâsına gelen şirhâr; üç (Farsça)

sırr-ı ferdiyet

  • Bütün varlıkları yaratanın tek olması sırrı.

sırr-ı kayyumiyet / sırr-ı kayyûmiyet

  • Allah'ın her zaman ve her yerde olması ve bütün varlıkları ayakta tutmasında gizli olan sır.

sırr-ı rububiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliğinin, yaratıcılığının, idaresinin ve terbiyesinin sırrı.

sırr-ı tesbihat

  • Cenâb-ı Hakkın bütün noksan sıfatlardan uzak ve bütün kemâl sıfatlara sahip olduğunu ifade eden sözlerin sırrı.

sistem

  • Bir bütün meydana getirecek şekilde, karşılıklı olarak birbirine bağlı unsurların hepsi. (Fransızca)
  • İlimde bir bütün meydana getirecek esasların hepsi. (Fransızca)
  • Bir nizâm dâiresinde çalışan takım. (Fransızca)
  • Proğramlı çalışmak. (Fransızca)
  • Manzume. (Fransızca)

sofestai / sofestâî

  • Şüpheci; herşeyi, hattâ kendisini dahi inkâr eden, olumlu veya olumsuz hiçbir hükme varmayan daima şüphe içinde kalmayı esas alan bir felsefi zihniyet ve tutum sahibi, septik.

sofra-i ihsan

  • Bağış, iyilik, lütuf sofrası.

sosyalizm

  • Toplumculuk, bütün malları devlet elinde toplamak isteyen bir anlayış.

şu'legir

  • Tutuşan, alevlenen, alev alan. (Farsça)

sübhanallah

  • Cenab-ı Hakk'ın mahlukatı ve eserleri karşısında duyulan hayret ve taaccübü ifade etmek için söylenir. Cenab-ı Hakkın zâtında, sıfâtında ve ef'alinde bütün kusurlardan münezzehiyetini ifade eder.

süheyl

  • Kolay, uygun ve yumuşak.
  • Semânın güney tarafında ve Yemenden daha iyi görülen bir yıldız adı. (Bunun için buna Süheyl-i Yemâni denir. Kuzey kutup yıldızının naziri, benzeridir.)

suhte

  • Yanmış, tutuşmuş. Yanık. (Farsça)
  • (Çoğulu: Suhtegân) Softa. Medrese talebesi. (Farsça)

sükte

  • Çocukları avutup susturmada kullanılan şey.

sukut-ı hakk

  • Hakkın sukutu. Hakkın kaybolması.

sultan-ı levlak / sultan-ı levlâk

  • Bütün herşeyin onun sevgisi ve getirdiği nur sebebiyle yaratılan Sultan; Peygamber Efendimiz (a.s.m.).

sultanü'l-evliya

  • Bütün velilerin sultanı olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

sultanü'l-ulema

  • Bütün âlimlerin sultanı.

sünen-i ebu davud / sünen-i ebu dâvud

  • (Bak: Kütüb-ü sitte-i hadisiyye)

sünni / sünnî

  • Sünnet ehlinden olan kimse. Peygamberimiz Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) izinden giden, bütün düsturlarını Şeriat-ı İslâmiyeden alan, Ehl-i Sünnet denen ve Fırka-i Nâciye ismiyle yâdedilen zümreden olan.

sütude

  • (Çoğulu: Sütudegân) Övülmüş, medhedilmiş. (Farsça)
  • Övülüp medhedilmeğe değer. (Farsça)

sütun-u elmas

  • Elmas sütun, direk.

sütun-u iman

  • İman sütunu, direği.

sütur

  • (Bak: Sutur)

şuunat-ı rabbaniye / şuûnât-ı rabbâniye

  • Bütün varlıkların Rabbi olan Allah'ın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecellîye sevk eden Zât'a ait nitelikler.

süyuti / süyûtî

  • Osmanlı dönemi medreselerinde okutulan tefsir metodu ile ilgili imam Suyûtî'nin "el-itkân fî ulûmi'l-Kur'ân" adlı eseri.

suz

  • (Suhten: Yanmak mastarından) "Yakan, yakıcı, yanmak, tutuşmak" mânâlarına gelerek mürekkeb kelimeler yapar. (Farsça)
  • Yanma, tutuşma. Ateş. Sıcaklık. (Farsça)

suzi / suzî

  • Yanma ile, tutuşma ile ilgili. (Farsça)

ta'dil-i erkan / ta'dil-i erkân

  • Fık: Namazın bütün rükünleri, esaslarını usulüne uygunca yerine getirerek ve namazın tertib ve düzeninin hakkını vererek kılmak. Meselâ : "Secdeyi sükunetle yerine getirmek ve iki secde arasında "Sübhânallah" diyecek kadar doğrularak oturmak. Kıyamda ve rüku'dan sonraki kıyamda sükunet üzere olmak v

ta'nik

  • (Unk. dan) Boğazını tutup sıkmak.

ta'rif

  • (İrfan. dan) Bir şeyi belli noktalar ve işaretlerle inceden inceye anlatıp bildirmek, tanıtmak. Kavl-i şârih.
  • Bir maddeyi bütünüyle bir ibare halinde anlatmak.
  • Gr: Bir ismi marife etmek.
  • Arafat'ta vakfe yapmak.

taaşşuk

  • Aşka tutulma.

taattufat / taattufât

  • (Tekili: Taattuf) İhsanlar, lütuflar, bağışlar.

taberi / taberî

  • (Ebu Cafer Muhammed bin Cerir İbn-i Yezid) (Hi: 224 - 310) İslâm tarihçisi ve müfessiri olup Taberistan'da doğmuş, 7 yaşında Kur'anı hıfz edip bütün ömrünü ilme vakf etmiştir. Babasının adına izafetle Ceririye adlı bir fıkıh mektebi kurmuştur. İbn-i Cerir-et Taberî adı meşhurdur. Kur'an-ı Kerimin bü

tabiat

  • Doğa, canlı cansız bütün varlıklar, maddî âlem.

tabiat tağutu / tabiat tâğutu

  • Tabiat putu.

tafsilatıyla / tafsilâtıyla

  • Bütün ayrıntılarıyla. (Arapça - Türkçe)

tahassür

  • Dili tutulup konuşamamak.

tahfil

  • Koyunun sütü çoğalsın diye birkaç gün sağmayıp bırakmak.

tahhan

  • (Tahn. dan) Değirmenci, öğütücü.

tahin

  • Darı unu.
  • Öğütülmüş tahıl.
  • Şekerle karıştırılarak helvası yapılan öğütülmüş susam.

tahine

  • (Çoğulu: Tavâhin) Öğütücü diş, azı dişi.

tahir

  • Temiz. Pâk. Abdesti bozacak veya guslü icab ettirecek şeylerden birisiyle özürlü olmayan.
  • Zâhir ve bâtında bütün ayıp ve kirlerden temiz, pâk olduğu için Hz. Peygamberimize de (A.S.) bu isim verilmiştir.
  • Müzikte: Makam ismi.

tahir-i mutlak / tâhir-i mutlak

  • Bütün yönleriyle temiz olan, temizliğine en küçük halel getirecek bir pislik olmayan.

tahkir etmek / tahkîr etmek

  • Hor görmek, kötülemek, aşağılamak, birine veya bir şeye söz ve hareketle hakâret etmek, saygı ve hürmet gösterilmesi, üstün tutulması lâzım olan şeyleri aşağı tutmak, saygısızlık etmek.

tahmis-hane / tahmis-hâne

  • Kahvenin kavrulup öğütülüp satıldığı yer. (Farsça)

tahn

  • (Çoğulu: Tahniyât) Öğütme, öğütülme.

taht-ı tedbir

  • Yönetim ve idaresi altında tutulan alan.

taht-ı tevkif / taht-ı tevkîf / تَحْتِ تَوْق۪يفْ

  • Tutuklama altında.

taht-ı tevkife alınmak

  • Tutuklanmak.

tak / tâk / تاک

  • Asma, asma kütüğü. (Farsça)

takva / takvâ

  • Bütün günahlardan kendini korumak. Dinin yasak ettiğinden veya haram olduğunda şüphesi olan şeylerden çekinmek.
  • "Vikâye"den. Allah'ın emirlerini tutup, yasaklarından kaçınmak.

talimat-ı rabbaniye / talimat-ı rabbâniye

  • Bütün varlıkları terbiye eden, idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah'ın emirleri.

taltif / taltîf / تَلْط۪يفْ

  • Gönül okşama, lütuf etme.
  • Lütuf ve iyilik etme.

taltifat / taltifât

  • Lütuf ve iyiliklerde bulunma.
  • (Tekili: Taltif) Taltifler, ihsanlar, lütuflar, bağışlar.

tamam / tamâm / تمام

  • Eksiksiz, bütün.
  • Tam. (Arapça)
  • Bitiş, sona erme. (Arapça)
  • Bütün. (Arapça)

tamam-ı ıttırad-ı ahval

  • Bütün işlerin birbiriyle sürekli şekilde düzenli olması.

tamam-ı mahiyet

  • Mahiyetinin tamamı, bütün özellikleri.

tamamen

  • Büsbütün, eksiksiz ve tam olarak, mükemmel biçimde.

tamamiyet

  • Tamamlık, bütünlük.
  • Bütünlük, tamamlık, tamlık.

tamim / tâmîm

  • Umumileştirme, genelleme; bir hükmü aynı cinsin bütün fertlerine verme.

tamme / tâmme

  • Bütün, noksansız, eksiksiz, tam.
  • Tam, bütün.

tamtame

  • Pelteklik, kekemelik, tutukluk.

tarifename / târifename

  • Bir şeyin bütün özelliklerini tanıtan yazı.

tarik-i vahdaniyet / tarik-i vahdâniyet

  • Bütün varlıkların sadece Allah tarafından yaratıldığını kabul etme yolu.

tartib

  • Islatma, rutubetlendirme. Islatılma.
  • Tâzelik verme.
  • Hoşlandırılma.
  • Hurmanın rutubetli olması.

tasarruf / تصرف

  • İdâreli kullanma, sarfetme. Tutumlu olma; harcamada isrâftan ve cimrilikten sakınıp orta yolu seçme.
  • İdâre etme, hükmetme.
  • Bir velînin Allahü teâlânın izniyle sevdiklerini mânen yetiştirmesi, düşmanlarını ise cezâlandırması.
  • İdare ile kullanmak. Sarfetmek. Tutum. Sâhib olmak. İdare etmek. Sâhiblik. Kullanma hakkı.
  • (Para veya mal) artırma.
  • Bir şeye karışıp müdahale etme.
  • Tutum. (Arapça)
  • Elinde bulundurma. (Arapça)
  • Para arttırma. (Arapça)

tasarruf-u amm / tasarruf-u âmm

  • Genel tasarruf; bütün kâinatta görülen faaliyet ve icraat.

tasarruf-u rabbani / tasarruf-u rabbanî

  • Her bir varlığı terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın bütün kâinattaki varlıkları dilediği gibi kullanması ve idare etmesi.

tasarrufan

  • Tasarruf ve tutum gayesiyle. İktisad maksadıyla.

tasbih

  • Rüzgârdan dolayı otun kuruması.
  • Sütü su ile karıştırıp içirmek.

tasri'

  • Bir beytin iki mısraını da kafiyeli yapma.
  • Bütün mısraları kafiyeli manzume yazma.
  • Yere vurmak.
  • İki parça etmek.

tasriye

  • Koyunun sütü çoğalsın diye birkaç gün sağmayıp bırakmak.

tasy

  • Sütü ve suyu çok içmekten dolayı vücudun ağırlaşması.
  • Süst olmak, zayıflamak.

tat'ir

  • Sütü yoğurt yapmak.

tavahin

  • (Tekili: Tâhine) Azı dişleri, öğütücü dişler.
  • (Tekili: Tâhun ve Tâhune) Öğütülmüş şeyler.
  • Su değirmenleri.

tavtin

  • (Vatan. dan) Bir yerde yerleştirme. Yurtlandırma.
  • Birşeye bağlanıp onu neticelendirme. Makam tutunmak.
  • Gönlünü bağlamak.

tayy-i mekan / tayy-i mekân

  • Mekân ve mesafe boyutunu atlama, aşma.

tayyibat / tayyibât

  • (Tekili: Tayyibe) Bütün güzel sözler, güzel mânalar, harika güzel cemaller.
  • Bütün kâinat yüzünde cemalleri görünen ezelî Esma-i Hüsnâ'nın cilveleri.

te'cic

  • Tutuşturup alevlendirme.

teanüd

  • İnatlaşma, kutuplaşma.

teazud

  • Kol kola tutunma.
  • Mc: Yardım.

teb-zede

  • (Çoğulu: Teb-zedegân) Sıtmaya tutulmuş. (Farsça)

tebaguz

  • (Çoğulu: Tebâguzât) (Buğz. dan) Sevişmeme, gizli kin tutup düşmanlık besleme.

tebekküm

  • (Bekem. den) Dili tutulma. Konuşurken tutulup kalma.

tebrid

  • (Bürudet. den) Soğutma, soğutulma.
  • Mc: Ara açılma, soğuma.

tecelli-i amme / tecellî-i âmme

  • Umumî tecellî; Cenâb-ı Hakkın bütün mahlukatı kuşatan isimlerine ait büyük tecelliler, yansımalar.

tecellidar / tecellidâr

  • İlâhî kudret ve lütuf ile meydana gelen. (Farsça)

tecelliyat-ı rububiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiye edişinin tecellileri, yansımaları.

tecerru'

  • (Cur'a. dan) Yudum yudum ve süzerek içmek.
  • Hışmını ve gadabını yutup def'etmek. Hiddetini yenmek.

tecfif

  • (Ceff. den) Kurutma veya kurutulma.
  • Cübbe giydirme.

tecyif

  • Korkma, korkutulma.
  • Vurmak.
  • Murdar etmek, pisletmek.

tedbir-i uluhiyet / tedbir-i ulûhiyet

  • Cenâb-ı Allah'ın ilâhlığıyla bütün varlık âlemini tedbiri, idaresi.

teeccüc

  • Tutuşma, alevlenme.

teferruat / teferruât

  • Bir şeyin bütün incelikleri, ayrıntıları.

teftir

  • (C. Teftirat) Bıkkınlık verme. Fütur verme. Usandırma.
  • Zayıf etmek, zayıflatmak.
  • Naksetmek, eksiltmek.

tehdid

  • Göz dağı verme, birisini korkutma. Korkutulma.

tehnid

  • Lâtifeleşmek, şakalaşmak, birbirine lütuf etmek.

tekmil / tekmîl / تكميل

  • Bitirmek, tamamlamak. Kemâle erdirmek.
  • Tam, bütün, eksiksiz.
  • Tamamlama. (Arapça)
  • Bütün, tüm. (Arapça)

tekrim

  • Hürmet ve tazim göstermek ve görmek. Saygı göstermek, lütuf ve kerem icrasında bulunmak.

tekvini emr-i rabbani / tekvînî emr-i rabbânî

  • Bütün varlıkları yaratılış gayelerine göre terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutan Allah'ın birşeye "Ol" deyince onu hemen olduruveren emri.

telattuf

  • (Çoğulu: Telattufât) (Lutf. den) Lütuf ve nezaketle davranma. Nâzikâne muamelede bulunma.

telattufen

  • Nezaketle, lütuf ile.

telattufkar / telattufkâr

  • Lütuf, nezaket ve tatlılıkla muamele eden. (Farsça)

telatuf

  • (Çoğulu: Telâtufât) Nezaket ve lütufla hareket etme, nâzikâne muamelede bulunma.

telcin

  • Davarın sütünü sağıp memesini boşaltmak.
  • Kalınlaştırmak.

telebbün

  • (Leben. den) Durma, eğlenme.
  • Memeden sütün damla damla akması.

telehhüb

  • (Leheb. den) Alevlenme, tutuşma, alevlenip yanma.
  • İltihap.

telhib

  • (Çoğulu: Telbihât) (Leheb. den) Alevlendirme, tutuşturma.

telid

  • (Telide) (Veled. den) Yabancı memlekette doğduğu halde küçük yaşta İslâm diyârına getirilerek orada büyütülmüş ve oranın tâbiiyetini kabul etmiş olan kişi.

temadi-i mevkufiyet / temâdi-i mevkufiyet

  • Tutukluluğun devam etmesi.

temassur

  • Davarın memesinde kalan sütü sağmak.

temessük / تَمَسُّكْ

  • Temessük etmek: Sımsıkı tutunmak, sarılmak.
  • Tutunma, yapışma.
  • Tutunma, sarılma.
  • Borç senedi.
  • Tutunma. Sarılma. Sıkıca tutma.
  • Hüccet ve delil izhar etme.
  • Borç senedi.
  • Sarılma, tutunma.
  • Sıkıca tutunma.

temessük eden

  • Sarılan, tutunan.

teneşşüb

  • Bir şeye ilişip tutulma.

teneşşüf

  • (Suyu veya rutubeti) çekme, emme.

tenezzüh-ü zati / tenezzüh-ü zâtî

  • Zata mahsus tenezzüh. Yani zatının bütün noksan sıfatlardan, kusurlardan temiz ve uzak oluşu.

tenşif

  • (Çoğulu: Tenşifât) Suyu veya rutubeti emdirme. Sünger veya bez ile suyu alıp kurulama.
  • Ter kurulama.

tenvim edilen

  • Uyutulan.

tenvimat / tenvimât

  • (Tekili: Tenvim) Uyutmalar veya uyutulmalar.

tenzil / tenzîl

  • İndirmek, indirilmek; Allahü teâlâ tarafından indirilen kitab, Kur'ân-ı kerîm. İnzâl kelimesinde bir defada indirmek mânâsı bulunduğu halde, tenzîlde azar azar indirme mânâsı vardır. Kur'ân-ı kerîm Levh-i mahfûzdan Beyt-ül-izze (Kur'ân-ı kerîmin bir bütün hâlinde indirildiği ve dünyâ semâsında bulun

ter

  • Rutubetli, ıslak, yaş. (Farsça)
  • Taze. (Farsça)

terbi' / terbî'

  • Dörtleme, yâni cenâzenin omuz üzerinde tabutun tahta kolundan el ile tutarak dört kişinin taşıması.
  • Mezârı düz yapmak.

tervib

  • Sütü yoğurt yapmak.
  • Sütün yoğurt olması.

teş'il

  • (Şu'l. den) Parlatma. Tutuşturma, alevlendirme.

teşa'ul

  • (şu'l. den) Parlama, tutuşma.

tesafuh

  • Elele tutuşma.

tesbihat-ı hayatiye

  • Bütün canlı varlıkların halleriyle yaptıkları tesbihler.

tesbihat-ı uzma / tesbihât-ı uzmâ

  • Büyük, azim tesbihât bütün varlıkların Allah'ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anmaları.

tescih

  • (Eşek) dişiyle bir yerini tutup ısırmak.

tescilat / tescilât

  • (Tekili: Tescil) Kütüğe geçirmeler, sicile geçirmeler.

tesekkür

  • Sarhoş olma.
  • Şeker hastalığı.
  • Şeker hastalığına tutulma.

teselli-amiz / teselli-âmiz

  • Teselli verici, avutucu, avundurucu.

teselli-pezir

  • Avutulabilir, avundurulabilir. (Farsça)

teselli-yab / teselli-yâb

  • Avunan, avutulan, teselli bulan. (Farsça)

teshir-i sehab / teshir-i sehâb / تَسْخِيرِ سَحَابْ

  • Bulutu itaat ettirme.

teşkil-i cümle enva / teşkil-i cümle envâ

  • Bütün türleri meydana getirme.

tesliyet-bahş

  • Avutucu, teselli verici. (Farsça)

tesliyet-kar / tesliyet-kâr

  • Avutucu, teselli verici. (Farsça)

teşmis

  • (Şems. den) Güneşe tutma, güneşe serme.
  • Güneşe tutup hasta etme.

teşri / teşrî

  • Kânun koyma. Allahü teâlânın ve peygamberlerinin, insan hayâtının maddî ve mânevî bütün yönlerine dâir emir ve yasaklar koyması.

teşrid

  • Ayırma, dağıtma. Dilim yapıp kesmek.
  • Nefyetme, kovalama.
  • Belâya atma. Ürkütüp kaçırma. Sevketme.
  • Birisinin ayıbını teşhir eylemek.

tevakkud

  • Tutuşup yanma.

tevatür-ü mevcudat

  • Bütün varlıkların aynı hakikatte birleşmeleri ve aynı noktaya parmak basmaları.

teveffi

  • Ölme, vefat.
  • Bütününü aldırma.

tevfikat-ı sübhaniye / tevfikat-ı sübhâniye

  • Bütün kusur ve eksikliklerden münezzeh ve uzak olan Allah'ın verdiği yardım ve başarılar.

tevhid-i ceberut

  • Bütün varlıklara boyun eğdiren kudret ve otoritenin bir olan Allah'a ait olduğunu kabul etme ve kudret ve otorite hususunda hiçbirşeyi Ona ortak koşmama.

tevhid-i kayyumiyet / tevhid-i kayyûmiyet

  • Allah'tan başka varlıkları ayakta tutup varlıklarını devam ettiren kuvvet ve kudretin olmaması.

tevhid-i rahman / tevhid-i rahmân

  • Rahmet eserleri bütün varlık âlemini kuşatan Allah'ı bir olarak bilme ve ilân etme.

tevhiş

  • Ürkütüp kaçırma.

tevkid

  • Ateş tutuşturma.

tevkif / tevkîf / توقيف / تَوْق۪يفْ

  • Tutuklama.
  • Durdurma. (Arapça)
  • Kapatma. (Arapça)
  • Tutuklama. (Arapça)
  • Tevkîf edilmek: (Arapça)
  • Durdurulmak. (Arapça)
  • Kapatılmak. (Arapça)
  • Tutuklanmak. (Arapça)
  • Tevkîf etmek: (Arapça)
  • Durdurmak. (Arapça)
  • Kapatmak. (Arapça)
  • Tutuklamak. (Arapça)
  • < (Arapça)
  • Tutuklama.

tevkif etmek

  • Tutuklamak.

tevkifat

  • Tutuklamalar.

tevkifhane / tevkifhâne

  • Hapishane, tutukevi.
  • Tutukevi, hapishane.

tevkifname

  • Tutuklama metni, yazısı.
  • Tutuklama yazısı.

teyakkuz-u tam

  • Tam bir uyanıklılık; bütün yönleriyle uyanık ve dikkatli olma hâli.

tezahür-ü rububiyet / tezahür-ü rubûbiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, idare ve terbiyesinin görünmesi.
  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, idare ve terbiyesinin görünmesi.

tezahürat-ı cemaliye / tezahürat-ı cemâliye

  • Allah'ın güzelliğinin, lütuf ve iyiliklerinin varlıklar üzerinde görünüşleri.

tezahürat-ı rububiyet / tezahürât-ı rububiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesinin gözle görülür olması.

tıraz

  • Elbiselere nakışla yapılan süs.
  • Sırma ve ipekle işleme.
  • Zinet, süs.
  • Üslup, tarz, tutulan yol.
  • Döviz.

tirmizi / tirmizî

  • (Bak: Kütüb-ü Sitte)

tumaninet / tumânînet

  • Namaz kılarken rükû' ve secdelerde ve kavmede (rükû'dan kalktıktan sonra ayakta durmakta) ve celsede (iki secde arasında oturmada) bütün âzânın (uzuvların) hareketsiz kalması. Sübhânallah diyecek kadar bir miktar durması ise, ta'dîl-i erkândır.

ucm

  • Araptan gayrisi. Arap milletinden olmayanlar.
  • (Tekili: Acmâ) Dilinde tutukluk olanlar.

ucme

  • Dil tutukluğu. Tutuk tutuk kekeliyerek konuşma.
  • Acemlik.

ükrume

  • Kerem, bahşiş, lütuf.

ulat

  • Demir örs.
  • Üstünde keş kurutulan taş.

ulbe

  • (Çoğulu: Uleb-İlâb) Fıçı.
  • Büyük kutu.
  • Sandık.

uleb

  • (Tekili: Ulbe) Fıçılar.
  • Büyük kutular.
  • Sandıklar.

uluhiyet / ulûhiyet

  • İlâhlık, kısaca "ibadet edilmeye lâyık olan yegâne mabud bütün varlıkları yaratan Allahtır" diye ifade edilebilen hakikat.

ümmet-i islamiye / ümmet-i islâmiye

  • İslâm ümmeti, bütün Müslümanlar.

ümmet-i muhammed

  • Hz. Peygamberin (a.s.m.) davetine muhatap olan bütün insanlar.

umud

  • (Tekili: Amud) Direkler. Sütunlar.
  • Mc: Seyyidler. Askerî elçiler.

umuhet

  • Yapılacak işte tereddüt gösterme, tutulacak yolda duraklama.

umum / umûm / عموم / عُمُومْ

  • Umumi olmak. Hep, bütün, cümle, herkes.
  • Bütün.
  • Bütün, herkes.
  • Bütün, genel, herkes.
  • Bütün.
  • Bütün.

umum islamın / umum islâmın

  • Bütün İslâmın, bütün Müslümanların.

umumen

  • Bütün, hep.
  • Bütünüyle.

umumi harpler / umumî harpler

  • Bütün dünyayı olumsuz olarak etkileyen savaşlar; Birinci ve İkinci Dünya Savaşları.

umumun

  • Genelin, bütünün.

urva

  • Sıtma. Sıtmaya tutulma.

urve

  • Tutulacak yer, kulp.

urvet-ül vüska

  • Sağlam kulp. Metin ve muhkem olan tutulacak şey.
  • İslâmiyet.
  • Kur'an-ı Kerim.

urvet-ül-vüska / urvet-ül-vüskâ

  • Tutunulacak en sağlam kulp.
  • İslâmiyet veya Kur'ân-ı kerîm.
  • Dinde güvenilir, kendisine uyulacak büyük âlim mânâsına, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin üçüncü oğlu olan Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî'nin lakabı.

üsr

  • Sidik tutulması, sidik zoru.

üstad-ı ezeli / üstad-ı ezelî / üstâd-ı ezelî

  • Cenab-ı Hak. Bütün ilim ve bilgilerin, marifetlerin öğreticisi. Alîm-i Mutlak ve Hakîm-i Ezelî.
  • Varlığının başlangıcı olmayan ve bütün ilimlerin öğreticisi olan Allah.

üstad-ül beşer

  • Beşerin bütün insanlığın üstadı, hocası, daha bilgili ve ârif. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselam.

üstadü'l-beşer

  • Bütün insanlığın üstadı, hocası; Hazret-i Muhammed (a.s.m.).

üstun

  • Direk. Sütun. (Farsça)

üstüvane

  • Geo: Silindir. Direk şeklindeki sütun. İçi boş direk şekli.

usul

  • (Tekili: Asıl) Ana, baba. Cedler.
  • İstinadgâh.
  • Râcih delil, kaide. Asıllar, kökler, temeller. Bir ilmin asıl mevzuundan önce öğrenilmesi lâzım gelen esaslar. Bir hedefe ulaşmak için tutulan düzenli yol.
  • Tarz, metod, tertip.

üsvet

  • Beraberlik.
  • Halka reis olmak.
  • Dert ortağı. Sâdık arkadaş. Manevî tabib.
  • Nümune ve örnek tutulacak olan insan.

ütam

  • Sidik tutulması. İdrar tutukluğu.

utm

  • (Utüm) Yabani zeytin ağacı.

utufet

  • Nezaket, lütuf. şefkat.

üveys-el karani / üveys-el karanî

  • Hz. Ebu Bekir ve Ömer (R.A.) devirlerinde Medine-i Münevvere'de çok hürmet gören ve Tabiînin büyüklerinden olup hadis-i şerif ile medh ü senâsı yapılan büyük bir veli. Peygamberimiz (A.S.M.) zamanında yaşamış ise de vâlidesine çok hürmetinden dolayı Peygamberimizle görüşememiş, fakat ona bütün ruh u

vacid / vâcid

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Ma'bûd, Rab, ilâh olan, zâtında bulunması lâzım ve lâyık olan bütün sıfatları kendisinde bulunan, hiçbir şeye muhtaç olmayan, kendisinden hiçbir şey gizli kalmayan.

vahdet-i mevcud

  • Bütün varlıkların bir elden tedbir ve idare edilmesi ve sahiplerinin bir olması.

vahdet-i vücud / vahdet-i vücûd

  • Sâlikin (tasavvuf yolunda bulunan kimsenin) muhabbetle zikir yapması esnâsında, Allahü teâlâdan başka her şeyi unutup, yalnız O'nu bilmesi hâli.

vahdetü'l-mevcud

  • "Yaratıcı, kâinatı oluşturan varlıkların toplamıdır. Allah da kâinat da birdir. Tek olan ilâh kâinatın bütünüdür" şeklinde kâinat hesabına Allah'ı inkâr eden materyalist felsefî düşünce sistemi.

vahid-i ehad-i samed / vâhid-i ehad-i samed

  • Bir ve tek olan, birliği bütün varlıkları kuşattığı gibi herbir varlıkta da tecellî eden, hiçbir şeye muhtaç olmayan, ama herşey Ona muhtaç olan Allah.

vahim / vahîm

  • Korkutucu, tehlikeli.

vahşet

  • Ürkütücü yabanilik.

vahşet-engiz

  • Dehşet veren, ürkütücü.

vahşet-i cehalet

  • Cahillik vahşeti, ürkütücülüğü.

vahşetengiz

  • Korkunç, ürkütücü.

vahşetgah / vahşetgâh

  • Korkutucu yer.
  • Ürkütücü yer.

vahşetli

  • Ürkütücü.

vakad

  • (Ateş) yanmak ve tutuşmak.

vakd

  • (Vakdân) Ateşin yanması, tutuşması.

vakf

  • Mükellef (akıllı, müslüman ve ergenlik çağına erişmiş)kimsenin kendi mülkü olan mütekavvim (belli, kıymetli ve dayanıklı) malının menfaatini (faydasını) hiçbir şarta bağlamadan, müslüman veya zımmî (gayr-i müslim vatandaş), bütün veya belli fakirle re bırakması. Vakfın çoğulu evkâftır. Vakfe

vakıf / vâkıf

  • Mülkü olan belli ve kıymetli malının menfaatini bir şarta bağlamadan müslüman veya zımmî (gayr-i müslim vatandaş) bütün veya belli fakîrlere Allah rızâsı için terkeden kimse.
  • Bir işten haberi olan.
  • Arafât'ta vakfeye duran.

vali / vâlî

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyin mâliki (sâhibi), yaratıcısı, bütün işler tasarrufunda olan, her şey O'nun irâdesi, hükmü ile olan.

vasi' / vâsi'

  • (Vasia) Geniş, enli. Bol. Engin. Meydanlı.
  • Her ihtiyacı olana vergisi kâfi ve bol bol ihsan eden. İlmi cümle eşyayı muhit, rızkı bütün mahlukata şâmil ve rahmeti bütün şeyleri kaplamış olan Allah (C.C.)

vasut

  • Gölgelik.
  • Sütü sağdıkları kabı dolduran deve.

vedud / vedûd

  • Çok şefkatli. Kendisine çok sevgi beslenen. Cenâb-ı Hak. (Vedud ismine mazhar olan muhakkıkin-i evliya: "Bütün kâinatın mâyesi, muhabbettir. Bütün mevcudatın harekâtı muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizab ve cezbe ve câzibe kanunları, muhabbettendir." demişler.)
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Bütün yarattıklarına ihsân eden, onlara iyilik ve ihsân etmeyi seven, beğenen Allahü teâlâ.

vehhab-ı rezzak / vehhâb-ı rezzâk

  • Çok bağışta bulunan ve bütün yaratılmışların rızkını veren; Allah.

vehise

  • Pişirilip kurutulduktan sonra dövülen çekirge.

vekif

  • Sütü çok olan deve.

velvele-i teşhir ve takdis

  • Güzellikleri sergilemek ve bütün eksikliklerden uzak görmeyi dile getiren sesler.

vera'

  • Takvânın ileri derecesi. Bilmediği ve şüphe ettiğini öğrenip iyiye ve doğruya göre hareket edip bütün günahlardan çekinme hâleti.

vicdan-ı umumi / vicdan-ı umumî

  • Bütün toplumun vicdanı, kamu vicdanı.

vilayet-i hassa / vilâyet-i hâssa

  • Tasavvufta, nefsin îmân ve itâate geldiği ve bütün ibâdetlerin hakîkî ve kusursuz olduğu makam.

vilayet-i muhammediyye / vilâyet-i muhammediyye

  • Peygamber efendimizin kendine mahsûs vilâyetle birlikte bütün peygamberlerin vilâyetlerini (evliyâlık derecelerini) kendisinde toplamış olması. Vilâyet-i Mustafaviyye de denilir.

vücud-u akdes

  • Bütün eksik ve kusurlardan pâk olan Allah'ın kendi zâtına ait varlığı.

vukud

  • Ateş alıp yanma. Tutuşma.

ya

  • "Hey, ey!" mânasında nida olarak kullanılır. Arapçada başına geldiği kelimenin i'rabını ötre okutur. "Yâ-Halimu, Yâ-Rahimu" da olduğu gibi. Yâ, terkibli kelimelerin başına gelirse; baştaki kelimeyi "üstün" meftuh okutur. "Yâ Rabbe-l Âlemîn" de olduğu gibi."Yâ" üç şekilde kullanılır:1- Müennes zamiri

ya cemil / yâ cemîl

  • Ey bütün güzelliklerin sahibi ve sonsuz güzellik sahibi Allah.

ya kerim / yâ kerîm

  • Sınırsız ikram, lütuf, ihsan ve cömertlik sahibi Allah.

ya maksud / yâ maksud

  • Ey bütün varlıkların rızasına ermeyi ve cemâlini görmeyi arzuladıkları Allah.

ya rabbe'l-alemin / yâ rabbe'l-âlemîn

  • Ey âlemlerin Rabbi olan, bütün âlemleri idare ve terbiye eden Allah'ım.

yaddaşt

  • Hatırda tutulan şey. Hâtıra. (Farsça)

yahmum

  • (Çoğulu: Yahâmîm) Kara duman.
  • Tütün.
  • Kara nesne.

yalak

  • Hayvanların su içmelerine mahsus içi oyuk kütük veya taş. Çeşmelerin musluğu altına konulan tasa da bu ad verilir.

yebuset

  • Kuruluk, nemsizlik, rutubetsizlik.

yekpare / yekpâre / یك پاره

  • Tek parçadan meydana gelen. Bütün. Parçasız.
  • Tek parça. (Farsça)
  • Bütün. (Farsça)

yekun / yekûn

  • Bütün, toplam.

yekvücut

  • Tek vücut, tek bir insan gibi birlik ve bütünlük içinde.

yemin

  • Sözü Allah'ı (C.C.) zikrederek kuvvetlendirmek. Kasem.
  • El tutuşarak, Allah'a bağlılıklarını bildirerek, Allah'a ve birbirlerine söz vererek ahitleşmek.
  • Mübarek.
  • Sağ taraf, sağ el.

yeuk

  • Nuh Aleyhisselâm'ın kavminin putlarından bir putun ismi.

yevm-i şek

  • Şaban ayının otuzuncu günü; ramazan olması zannedilip ancak görülmedikçe oruç tutulması münasip olmayan gün.

yevm-i şevk

  • Şaban-ı Şerifin otuzuncu günü. Ramazan olması zannedilip ancak hilâl görülmedikçe oruç tutulması münasib olmayan gün.

yusuf

  • Hz. Yakub'un (A.S.) oniki oğlundan en küçüğü idi. Babası kendisini çok severdi. Gördüğü bir rüyayı babası tabir ederek peygamber olacağını ve bütün kardeşlerinin kendisine itaat edeceklerini söyledi. Kardeşleri kendisini kıskandıkları için bir hile ile izini kaybetmek istediler ve bir kuyuya attılar

yusufiye medresesi

  • Hz. Yusuf'un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur'ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane.

zabab

  • Rutubetli duman. Sis.

zabıta / zâbıta

  • Yurt içinde emniyet ve intizamı korumakla vazifeli devlet kuvveti, polis.
  • Fık: Bütün hususlara şâmil olmayıp yalnız bir hususa ve onun teferruatına şamil olan hususi kaideye denir. Kanun ve âdet, zabt ve idareye vesile olan bağ.

zabt-name / zabt-nâme

  • Hâdise veya vak'a yerinde alâkalı kimselerin hâdisenin oluş şeklini imzâ altında kaydettikleri kâğıt. Zabıt tutulan kâğıt. (Farsça)

zahir / zâhir

  • "Bütün varlıkların dış yüzünü yaratan ve dışına da hükmeden" mânâsında ilâhî isim.

zalim-i ale'l-küll / zâlim-i ale'l-küll

  • Bütün varlıklara ve herşeye zulmeden.

zaptedilen

  • Tutulan, ele geçirilen.

zat-ı baki-i hayy-ı kayyum / zât-ı bâki-i hayy-ı kayyûm

  • Varlığının sonu olmayan, hayatı ezelî ve ebedî olan ve bütün varlıkların ayakta durmaları, devam ve bekàları Kendine bağlı olan Zât; Allah.

zat-ı fahr-i alem / zât-ı fahr-i âlem

  • Bütün âlemin kendisiyle övündüğü Zât, Peygamberimiz.

zat-ı hayy ve muhyi / zât-ı hayy ve muhyî

  • Gerçek hayat sahibi olan ve bütün canlılara hayat veren Zât, Allah.

zat-ı nuru'l-envar / zât-ı nuru'l-envâr

  • Bütün nurlar Kendi nurunun zayıf bir gölgesi olan nurların nuru, Allah.

zat-ı rezzak-ı şafi / zât-ı rezzâk-ı şâfî

  • Bütün canlıların rızkını veren ve hastalıklara Şifâ veren Zât, Allah.

zede

  • (Zed) Birleşik kelimeler yapılarak, "vurulmuş, çarpılmış, tutulmuş" manalarına gelir. Meselâ: Musibet-zede : Musibete uğramış. (Farsça)
  • "Vurulmuş, çarpılmış, tutulmuş" mânâsında son ek.

zedegan / zedegân

  • (Tekili: -zede) Tutulmuşlar, çarpılmışlar, uğramışlar mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

zelil

  • Hor, hakir, alçak. Aşağı tutulan.

zena'

  • Kısa boylu ve dar nesne.
  • Sidiğini tutup işemeyen kişi.

zened

  • (Hâl sigası Zeden masdarından) Vuruyor, çarpıyor, tutuyor (meâlinde). (Farsça)

zerrat-ı mevcudiyetim / zerrât-ı mevcudiyetim

  • Varlığımın bütün zerreleri, bütün varlığım.

zerv

  • Tutup götürmek.
  • Savurmak.
  • Kırıp götürmek.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın