REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te Çık ifadesini içeren 2870 kelime bulundu...

ma-icari / mâ-icârî

  • Akar su. Devamlı akmakta olan ve üzerinde herhangi bir pisliğin durması mümkün olmayan çay, dere, ırmak, nehir veya yer altından çıkarılan artezyen suları. Bir saman çöpünü götüren su, akar su sayılır.

müceddid / müceddîd

  • Yenileyici, kuvvetlendirici. İslâm dînini kuvvetlendiren, bid'atleri yâni İslâm dînine sokulmak istenen reformları, hurâfeleri söküp atan ve sünnetleri ortaya çıkaran âlim.

müteşabih ayet / müteşâbih âyet

  • Mânâsı açık olmayan âyet-i kerîme. Çoğulu, müteşâbihâttır.

müteşabihat / müteşâbihât

  • Mânâsı kapalı âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler. Müteşâbihâta îmân etmeli, mânâsını Allahü teâlâya bırakmalıdır. Bunlar, Allahü teâlânın sevdiklerine bildirdiği sırların sembolleri, işâretleridir. Bunları anlıyanlar açıklamamışlardır.

"icl" meselesi

  • Buzağı olayı. Bu olay İsrailoğullarının Firavun'dan kurtulup Sina Çölüne yerleştikleri zaman yaşandı. Bir ara Mûsa (a.s.) Tur Dağına çıkmış ve orada bir müddet kalmıştı. İsrailoğulları da bu esnâda altından bir buzağı yaptı ve ona tapmaya başladı.

a'mal-i erbaa / a'mâl-i erbaa

  • Mat: Dört işlem. (Toplama, çıkarma, çarpma, bölme.)

a'yen

  • Büyük ve iri gözlü.
  • Bakılan yer.
  • Çok açık, pek belli, bâriz.

ab-şar

  • Şelâle, su akarken çıkardığı ses, şırıltı. (Farsça)

ab-süvar

  • Su üstünde yüzen. (Farsça)
  • Sudaki kabarcık. (Farsça)

abeket

  • (Çoğulu: Abekât) Tâne, az şey.
  • Tuluk içinde kalan yağ bakiyyesi.
  • Ekmek parçası.
  • Yılan başı dedikleri ufacık akça boncuk.

abesiyyun

  • Kâinatın ve hâdiselerin başı boş, faydasız ve gayesiz, kendi kendine, Haliksız olduğuna inanmak isteyen bâtıl yoldaki felsefeciler. Zamanımızda Ekzistansializm "Varoluşculuk" adı altında yeniden ortaya çıkan bir varlık ve hayat felsefesidir. İki kola ayrılmıştır. Bunlardan uluhiyeti inkâr edenler, h

abile

  • Su üzerindeki kabarcık. (Farsça)
  • Sivilce. Çıban. (Farsça)

abraş

  • Alaca benekli at.
  • Klorofil azlığından dolayı açık renkte lekeleri olan bitki yaprağı.

acc

  • Yüksek sesle haykırma,
  • Gürültü çıkarma. Deveyi döğme.

adem-i tezkiye

  • Temize çıkarmama; hoş görmeme.

adette bid'at / âdette bid'at

  • Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem ve dört halîfesi zamânında olmayıp, ibâdet etmek ve sevâb kazanmak niyyeti ve kasdı olmaksızın sonradan meydana çıkarılan şeyler.

adrenalin

  • Tıb: Böbrek üstü salgısından çıkarılan bir hormon. Sentetik olarak da yapılır. Damar daraltmak ve kanamayı önlemekte kullanılır. (Fransızca)

aforoz

  • R. Papa tarafından bir Hıristiyanın kiliseden çıkarılması, dinden hariç addolunması.

ağıl

  • Koyun, keçi vesair hayvanlara mahsus üstü açık, etrafı çit veya çalı çırpı ile çevrilmiş yer, mandıra.

ahd ü misak / ahd ü mîsâk

  • Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı yaratınca, kıyâmete kadar bütün zürriyetini (neslini) zerreler hâlinde onun belinden çıkarıp, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye buyurduğunda onların; "Evet, sen Rabbimizsin!" diye söz vermeleri.

ahi

  • Kardeşim.
  • Ahilik ocağından olan kimse.
  • Eli açık, cömert.

ahihte / âhîhte / آهيخته

  • Kınından çıkmış, sıyrılmış. (Farsça)

ahkam-ı ictihadiyye / ahkâm-ı ictihâdiyye

  • Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfte açıkça bildirilmeyip, müctehid denilen âlimlerin açıkça bildirilenlere benzeterek elde ettikleri hükümler.

ahkam-ı mesture / ahkâm-ı mesture / اَحْكَامِ مَسْتُورَه

  • Örtülü (açık olmayan) hükümler.

ahkam-ı zımniye / ahkâm-ı zımniye

  • Açıkça söylenmeyip dolayısıyla anlatılan hükümler, esaslar.

ahlak-ı ahmediye / ahlâk-ı ahmediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) ahlâkı; hareket, tavır, söz ve danışlarından ortaya çıkan örnek hareket ve davranış tarzı.

ahte / âhte / آخته

  • Dışarı çıkarılmış, dışarı çekilmiş. (kılıç, bıçak gibi..) (Farsça)
  • Husyesi çıkarılmış hayvan. (Farsça)
  • İğdiş edilmiş. (Farsça)
  • Kınından çıkarılmış. (Farsça)

ahzükabz / اخذ و قبض

  • Alıp sahip çıkma. (Arapça)

ajeh

  • Vücutta çıkan pürtüklü küçük ur. (Farsça)

akabe

  • (Çoğulu: Akabât) Bâdire. Sarp ve çıkılması müşkül yokuş.
  • Tehlikeli geçit. Dar ve iki tarafı pusu yeri olan boğaz.
  • Muhatara, tehlike.
  • Hastalığın veya başka bir halin en tehlikeli ve korkulur süresi.
  • Kızıldenizin kuzey ucunda, Süveyş'in doğu tarafında bulunan da
  • Sarp ve çıkılması zor yokuş, bâdire.
  • Tehlike.
  • Tehlikeli geçit.
  • Bugün Ürdün sınırları içinde bulunan bir şehir.

akarib

  • (Tekili: Akreb) Kuyruğunda zehiri bulunan bir hayvancık olan akrebler.

akl

  • (Akıl) Men'etmek.
  • Sığınacak yer.
  • Kırmızı mihfe örtüsü.
  • Diyet.
  • İnsanın; hayrı, şerri ve ilimleri anlayan, sebeblerden neticeleri çıkaran ve eserden eser sahibine intikal eden hassası. Düşünme ve anlama kabiliyeti. Zihin, zekâ, tefehhüm, fehim, irade, anlayış, k

akonitin

  • Kurtboğan denilen bir bitkiden çıkan zehirleyici bir madde. (Fransızca)

akreb

  • Zehirli ve tehlikeli küçük hayvancık.
  • Saatin kısa ibresi.
  • Semâda bir burç ismi.

akrostiş

  • yun. Edb: Mısraların ilk harfleri yukarıdan aşağıya doğru okununca manalı bir kelime veya has isim çıkacak şekilde düzenlenmiş manzume.

aks

  • Boynuzu eğri ve kayık olmak.
  • Bağlamak.
  • Dövmek.
  • Saçlarının ucunu başının etrafına kadınlar gibi lif etmek.
  • Saçını kıvırcık göstermek.
  • Bahillik etmek.

aksiyon

  • Şirket ve ticaret hissesi. (Fransızca)
  • Kuvvet ve enerjinin dışa ve fiile çıkması. (Fransızca)

akson

  • yun.Tıb: Sinir hücrelerinden çıkan uzantıların en önemlisi.

aktivizm

  • Hakikatin, düşüncede kalmasından ziyade, hayat ve fiile intikalini ve bütün ilimlerin, cemiyetin gelişmesine hizmet etmesini isteyen ve böylece iradenin faaliyet ve tesirliliğini açıklayan felsefî bir meslek.

akva ve ahzar / akvâ ve ahzar

  • Daha kuvvetli ve daha açık.

akve

  • Evin önündeki açıklık, meydanlık. Avlu.

akves

  • Sıkıntılı an.
  • İhtiyarlıktan beli bükülmüş kimse. Kamburu çıkmış ihtiyar kişi.

alam-ı elime / alâm-ı elime

  • Çok acı ve acıklı elemler.

alamet-i sefer / alâmet-i sefer

  • Sefere çıkma belirtisi.

alan

  • Orman içinde açıklık, meydan.

alani / alânî

  • Açıkta, meydanda, herkesin gözü önünde.

alaniyeten / alâniyeten

  • Herkesin önünde, açıkça, alânen.

alarga

  • İtl. Açık deniz, engin.

aleka / علقه

  • (Çoğulu: Alekat) Yapışkan balçık, çamur.
  • Kan pıhtısı.
  • Uyuşmuş kan.
  • Sülük.
  • Kan pıhtısı. (Arapça)
  • Balçık. (Arapça)

alen

  • Aşikâr, apaçık, meydanda olma.

alenen / علنا

  • Gizli olmayarak, açıktan.
  • Açıktan, açıkça.
  • Açıkça, saklanmadan.
  • Açıkça. (Arapça)

aleni / alenî / علنى / عَلَن۪ي

  • Açık olarak, meydanda. Gizli olmayarak.
  • Açık.
  • Açık, gizli olmayan.
  • Açık, aşikâr. (Arapça)
  • Açık olarak.

aleniyet

  • Herkesin göreceği halde olma, açıklık.

aleniyye

  • Açık, aleni, göz önünde.

alet-i inkişaf / âlet-i inkişaf

  • Eşyanın derece ve miktarının ortaya çıkmasına yarayan âlet.

alev

  • Ateşten çıkan parlak ve yanar hava.
  • Mızrak ucuna takılan küçük bayrak, flama.

alin / alîn

  • Aleni, açık.

alizarin

  • Eskiden kök boyası denilen bitkiden çıkarılırken, şimdi kimya usulleriyle hazırlanan boya maddesi. (Fransızca)

amah

  • Şiş, kabarcık. (Farsça)

amas

  • İnsan vücudunda meydana gelen sis ve kabarcık. (Farsça)

amelde mezheb

  • Mutlak müctehid denilen derin âlimin, Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf, icmâ ve Eshâb-ı kirâma âit nakilleri esas alarak, iş ve ibâdetle ilgili hükmü açıkça bildirilmeyen husûslarda çıkardığı hükümlerin hepsi.

anakat

  • Muvaffakiyetsizlik. Ümidi boşa çıkma.

analoji

  • Mant. Benzetme yoluyla sonuç çıkarma. Bilinmeyen bir durum, bir hadise, bir münasebet ve bir varlık hakkında hüküm vermek için bilinen bir benzeri hakkındaki bilgilerden faydalanılarak muhakeme yürütülmesidir. Bu tarz düşünce çok defa düşüneni yanlış sonuca götürür. Muhtemel olanın muhakkak zannedil

anarşilik

  • Hiçbir kayıt ve kural tanımama, kargaşa çıkarma.

anarşist

  • Anarşi taraftarı. Anarşi ve karışıklık çıkaran.

anarşistlik

  • Kural tanımama, her türlü düzen ve otoriteye karşı çıkma.

anin

  • Yağ çıkarmağa mahsus olan yayık. (Farsça)

antikor

  • Vücuda giren hastalık mikroplarını zararsız kılmak için organizmanın bir kanun-u İlahî ile çıkardığı madde. (Fransızca)

arabe / arâbe

  • (Çoğulu: Arâbât) Keçi veya koyunun memesine geçirilen torba.
  • Açık saçık konuşma.

arafat

  • Mekkenin 16 kilometre doğusunda Hacıların arefe günü toplandıkları tepe ve bunun eteğindeki ova. Tepenin diğer bir adı Cebel-ür Rahme (Rahmet dağı)dır. Adem (A.S.) ile Havva anamız Cennet'ten çıkarıldıktan sonra burada bir araya geldiler. İbrahim Peygamber (A.S.) Cebrail ile burada konuştu. Hz. Muha

ararot

  • Ufak çocuklara yedirilen besleyici bir cins nişasta ki, Amerika'da hasıl olan bir kökten çıkarılır.

arbede-cuyane / arbede-cûyâne

  • Kavga çıkartmağa yeltenerek. (Farsça)

arda

  • Çıkrıkçı kalemi.

areb

  • Çok açıkgöz, en akıllı.

arf

  • (Çoğulu: A'râf) Rüzgâr.
  • El ayasında çıkan çıban.

aric / âric

  • (Uruc. dan) Yukarı çıkıp yükselen. Çıkıp inen. Uruc eden.
  • Topal, aksak, noksan.

arif / ârif

  • Bilen, tanıyan, ilim ve irfân sâhibi.
  • Allahü teâlânın rızâsını kazanmış, O'ndan başkasının sevgisini kalbinden çıkarmış, tasavvufta yetişip, kemâle ermiş velî zât. Ârif-i billah da denir.
  • Mütehassıs olduğu ilmi, zorlanmadan tatbik eden, kullanabilen kimse.

arız / ârız / عَارِضْ

  • Sonradan ortaya çıkan.

arız olan / ârız olan

  • Sonradan ortaya çıkan.

arız olma / ârız olma

  • İlişme, bulaşma; birşeyin aslından olmayıp o şeye dışarıdan gelip ilişme; sonradan ortaya çıkıp bulaşma, ilişme ortaya çıkma.

aruz

  • Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere etrafındaki nahiye ve köyler.
  • Edb: Şiirin ahenk ölçülerinden, nazmın vezinlerinden bahseden ilim. Arap, Fars, Türk şiirinde kullanılan vezin ki, hecelerin uzunluk (kapalılık) ve kısalık (açıklık) değerlerine dayanır.
  • Bir beytin birinci

arzu-yu tenzih-i hakikat

  • Hakikati temize çıkarma arzusu.

asa

  • Genişlik. Zuhur, meydana çıkma. Büyük kadeh.

asa-yı musa / asâ-yı musâ

  • Hz. Mûsânın (A.S.) Asâsı.
  • Kafir sihirbâzları Cenab-ı Hakkın izniyle mağlub eden ve taşa vurduğunda hemen Cenab-ı Hakkın izni ile su çıkaran Hz. Mûsânın (A.S.) mucizeli değneği. Bu mucizeye teşbih olarak, her bir zerrede ve her şeyde Allahın (C.C.) varlığını, birliğini ve kudsi sıfatl

asar-ı bahire / âsâr-ı bâhire

  • Apaçık eserler.

asef

  • (Asf) Büyük kadeh.
  • Bir şeyi almak.
  • Yoldan çıkmak. Zulüm eylemek. Körü körüne gitmek.
  • Birisini istihdâm eylemek. Irgatlık etmek, tarlada işçilik etmek.
  • Ölüm. (Kamus'tan alınmıştır.)

asel

  • Bal. Şehd.
  • Tatmak.
  • Su akarken yüzünde hâsıl olan kabarcık.
  • Cennette bir su.

asfiya-i müçtehidin / asfiya-i müçtehidîn

  • Kur'ân ve sünnetten yola çıkarak hüküm ortaya koyan ve Hz. Peygamberin yolundan giden ilim ve takvâ sahibi kimseler.

ashab-ı suffa / ashâb-ı suffa

  • Suffa ehli. Bunlar, Hz. Peygamberin (A.S.M.) mescidine bitişik üstü örtülü, etrafı açık bir yerde otururlardı ve orada yaşarlardı. Bu zatların yaşayışları ve hâlleri din hizmeti, hayatı bakımından büyük değer taşımaktadır. Bütün hayatları Peygamberimiz'in (A.S.M.) yanında bulunarak Kur'ânın en yükse

aşikar / aşikâr / âşikâr / آشكار

  • Belli, meydanda, açık. Bedihi. (Farsça)
  • Apaçık, görünen.
  • Açık, belli, meydanda.
  • Açık, belli, aşikâr. (Farsça)
  • Âşikâr etmek: Ortaya çıkarmak, belli etmek. (Farsça)
  • Âşikâr olmak: Ortaya çıkmak, belli olmak. (Farsça)

aşikare / âşikâre / آشكاره / آشِكَارَه / aşikâre / اٰشِكَارَه

  • Açık bir şekilde.
  • Belli ederek, açıkça.
  • Açık, belli. (Farsça)
  • Açıkça.
  • Açıkça.

aşikaren / âşikâren

  • Açıkça.
  • Açıkça.

asiye / âsiye

  • Kederli, hüzünlü kadın.
  • Sütun, kolon, direk.
  • Hz. Musa'yı (A.S.) Nil nehrinden çıkararak büyütüp yetiştiren kadın. Firavunun zevcesinin ismi.

aşkar / âşkâr / آشكار

  • Açık, belli, aşikâr. (Farsça)

aşkara / âşkârâ / آشكارا

  • Açık, belli, aşikâr. (Farsça)

asma'

  • Uyanık ve gözü açık (adam)
  • Keskin (kılınç).

asmani / asmanî / âsmânî / آسمانى

  • (Çoğulu: Asmâniyân) Gökyüzüne, aya, güneşe mensub. (Farsça)
  • Açık mavi. (Farsça)
  • Gökyüzüne ait. (Farsça)
  • Melek. (Farsça)
  • Açık mavi. (Farsça)

assal / assâl

  • Kovandan bal çıkaran, bal satan, balcı.

aşubengiz / âşûbengîz / آشوب انگيز

  • Kargaşa çıkaran. (Farsça)

ateş-i rumi / ateş-i rumî

  • Eskiden kullanılan bir silâh çeşitidir. Kara ve deniz muharebelerinde yangın çıkartmak için kullanılırdı.

atf-ı beyan

  • Kapalı bir sözü, açıklayan cümle.

athar

  • (Tekili: Tâhir) Kadınların aybaşı ve doğumdan çıktıkları zamanlar.

atiyülbeyan / âtiyülbeyân / آتى البيان

  • Aşağıda açıklanacak olan. (Arapça)

atm

  • Geciktirmek, eğlendirmek.

atme

  • Ateş kaynağı, volkanın tepesindeki lâvın çıktığı yer, krater.

atol

  • Mercan adası. Mercan iskeletlerinin birikmesiyle meydana gelmiş olan halka biçiminde ve ortasında bir göl bulunan adacık.

atyan

  • (Tekili: Tîn) Çamurlar, balçıklar.

avam / avâm

  • Amme'nin çoğulu, halk, topluluk.
  • Müctehid (âyet ve hadîslerden şer'î yâni dînî hükümler çıkaran İslâm âlimi) olmayan, mukallid (yâni mezhebinin usûl ve kâidelerini anlayıp taklîd eden).
  • Dînî ilimlerden haberi olmayan câhiller.
  • Olgunlaşmamış, irşâda (öğrenip, aydınlanmaya) muht

avarız

  • Arızalar. Sonradan olan noksanlıklar.
  • Girinti çıkıntı, noksanlık.
  • Mânialar. Engeller.
  • Fevkalâde hallerde ve bilhassa harp sebebi ile geçici olarak alınan vergi.

avişen

  • Kekik otu. (Farsça)
  • Sarılma, sıyırarak çıkma. Saldırma. (Farsça)

avk

  • (Çoğulu: A'vâk) Mâni olma, alıkoyma, durdurma, vazgeçirme, geciktirme.

ayan / ayân / عيان

  • Belli, açık seçik.
  • Açık, belli, aşikâr. (Arapça)

ayan beyan / ayân beyân

  • Besbelli, apaçık.

ayan-beyan / ayân-beyan

  • Apaçık.

ayanen / ayânen / عَيَانًا

  • Açıkça.
  • Açıkça, besbelli.
  • Açık olarak.

ayat-ı bahire / âyât-ı bâhire

  • Açık âyetler, deliller.

ayat-ı beyyinat / âyât-ı beyyinat / âyât-ı beyyinât

  • Açık seçik âyetler.
  • Ap açık âyetler.

ayat-ı beyyinat-ı kur'aniye / âyât-ı beyyinât-ı kur'âniye

  • Kur'ân'ın ap açık âyetleri.

ayat-ı muhkemat / âyât-ı muhkemât

  • Manası kat'i ve açık olan Kur'an âyetleri.

ayb-cu / ayb-cû

  • İnsanın ayıplarını araştıran, herkesin ayıbını, noksanını meydana çıkarmak isteyen. (Farsça)

aydın

  • Aydınlık.
  • Açık, âşikâr, açıkça görünen.
  • Mübârek, mesut. Bilgili, okumuş, görgülü.Bugün bazı çevrelerde batı ilim ve felsefesini tahsil edip benimseyenlere de "aydın" denilmektedir. Aklı gözüne inmiş, yani herşeyi maddi ölçülerle yorumlamaya alışmış, kalbi maddeci felsefe ile

ayet / âyet

  • Alâmet, işâret, mûcize, ibret.
  • Kur'ân-ı kerîmdeki sûreleri meydana getiren cümle veya cümleciklerden her biri. Çoğulu âyâttır.
  • Allahü teâlânın varlığını, birliğini ve kudretini gösteren alâmet, ibret, işâret.
  • Mûcize.
  • Eser.
  • Kimsenin inkâr edemiyeceği açık delil. Nişân. Alâmet. İşaret.
  • Menzil, mekân.
  • Kur'ân-ı Kerim'deki her bir cümle. Mânen uyanmağa, intibâha sebeb olan hâdise. (Kur'ân-ı Kerim'de 6666 âyet vardır.)

ayet-i muhkeme / âyet-i muhkeme

  • Muhkem âyet. Çoğulu âyât-ı muhkemât'tır.
  • Kur'ân-ı kerîm.
  • Kur'ân-ı kerîmde mânâsı açık olan âyet-i kerîmelere verilen ad.

ayet-i zulümat / âyet-i zulümat

  • Dalâlet ve inkâr karanlıklarında bulunan kâfirlerin durumunu açıklayan Nur Sûresinin 39. ve 40. âyetleri.

ayn-ı zahir / ayn-ı zâhir

  • Açıklık içinde, bizzat görünende.

azeh

  • Vücutta çıkan siğil. (Farsça)

azeret

  • Yetişip kuvvetlenme.
  • Kalınlaşma.
  • Ekinin yetişip tanelerinin çıkması.

azhar / اَظْهَرْ

  • En zâhir. En açık. Besbelli. Bedihi olan, rûşen.
  • Bir ibârenin en açık ve kat'i olan mânası.
  • Çok zahir ve açık.
  • En açık.
  • Pek zahir, en açık.
  • En açık.

azher

  • En zâhir, en açık.

azimet / azîmet / عزیمت

  • Takvâ ile amel etmek. Allah'ın emirlerini en mükemmel ve eksiksiz yapmağa çalışmak.
  • Kesin karar vermek.
  • Yola çıkmak, gitmek.
  • Gitme, yola çıkma. (Arapça)
  • Azimet etmek: Gitmek. (Arapça)

azimet-rah / azimet-râh

  • Yola çıkma.

azin / âzîn

  • Kaide, kanun. (Farsça)
  • Süs, zinet, güzellik. (Farsça)
  • Yoğurttan yağ çıkarmak için hususi olarak yapılmış yayık. (Farsça)

azl

  • Azil, atma, dökme, çıkarma.

azm-i veceni / azm-i vecenî

  • Tıb: Elmacık kemiği.

azrail

  • Ölüm meleği. Dört büyük melekten biridir, ölenlerin ruhlarını almak görevi vardır. Diğer bir ismi de "melek-ül mevt: Ölüm meleği"dir. Yeryüzünde hayatın var olması, insanın yaratılışı tesadüfle açıklanamıyacağı gibi, ölüm de tesadüfle açıklanamaz. Hayatı yaratan ölümü de yaratmıştır. Hayat gibi ölüm

azul / azûl

  • Çok azarlayan, çıkışan, paylıyan.

ba'seret

  • Dikkatle teftiş etme.
  • Keşif ve istihrac etme.
  • Perâkende edip dağıtma.
  • İnkılâb. Karıştırma. Bulandırma.
  • Meydana çıkma.
  • Kirli leke.

bab-ı alem / bâb-ı âlem

  • Âlemin kapısı. Herkesin girip çıktığı yer.

babilik / bâbîlik

  • On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında İran'da el-Bâb Ali Muhammed isminde bir acem tarafından ortaya çıkarılan bozuk yol. Kendisinin Mehdî olduğunu iddiâ eden, beklenen imâma açılan bir bâb (kapı) olduğunu söyleyen Ali Muhammed'e el-Bab, onun yoluna da Bâbîlik denildi. Daha sonra Behâîlik adıyla de

bad-ı pürgu / bâd-ı pürgû

  • Devamlı sesler çıkaran, ıslık çalan rüzgar.

badia

  • Derisini ve etini yarıp kanatmış olan, fakat kanı çıkmayıp akmayan baş yarası.

baği / bâğî

  • Azgın, yoldan çıkmış.

baha / bâhâ

  • Suyun derin yeri.
  • Açık meydanlık. Alan.
  • Bir evin çevresindeki kapalı avlu veya bahçe.

bahbaha

  • Boğazdan boğuk ses çıkartmak.
  • Devenin kükreyip ses çıkarması.
  • Çıtırdama. Mışıldama.
  • Deve çağırmak.

bahir / bâhir / باهر / بَاهِرْ

  • Belli, açık.
  • Aşikâr. Açık. Belirli. Apaçık.
  • Güzel.
  • Meşhur, namdar.
  • Galip.
  • Açık, berrak.
  • Yalancı, ahmak.
  • Ekin sulayıcı, sulayan.
  • Belli, açık.
  • Işıklı, parlak, güzel.
  • Açık.
  • Apaçık.

bahire / bâhire

  • Belli ve açık olan.

bahka'

  • Gözü çıkmış.

bahs

  • Kazmak.
  • Ayırmak.
  • Saçmak.
  • Birşey hakkında etrafiyle söz söyleyip hakikatı araştırma. Konuşulan şey.
  • Teftiş.
  • Söz münazarası, muaraza, mübahese.
  • Bir mevzû hakkında tafsilât, açıklama.
  • İddialaşma.
  • Noksanlık. Azlık. Nâkıs. Az.
  • Akarsu ile sulanmayıp yağmur suyu ile mahsül alınabilen tarla.
  • Zulüm. İşkence.
  • Uzaklık.
  • Gümrük almak.
  • Göz çıkarmak.

bahsere

  • Dağıtma.
  • Gizli bir şeyi aşikâr yapma, meydana çıkarma.
  • Kesilerek tane tane olma.

bakbaka

  • Desti ve bardaktan çıkan ses.

bakl

  • (Çoğulu: Bükûl) Tere ve sebzevatın her birisi.
  • Sakal bitmek ve diş çıkmak mânâsına mastardır.

barika-i beyan / bârika-i beyan

  • Parlak ifâde, açık anlatım.

bariz / bâriz

  • Doğan. Zâhir ve âşikar. Meydanda olan. Belli. Açıkça.
  • Açık, göz önünde, besbelli.
  • Açık, belli, âşikâr, zâhir.
  • Meydanda, açık.

basar

  • Âletsiz ve şartsız olarak, gizli ve âşikâr (açık) her şeyi görmesi mânâsına, Allahü teâlânın sübûtî sıfatlarından biri.

başıbozuk

  • Bir harp çıktığında orduya süvari veya piyade olarak katılan gönüllü asker. Başıbozuk tâbiri, gelişigüzel ve intizamsız idare tarzına da alem olmuştur. Bir zamanlar bu tâbir, asker olmayan siviller için de kullanılmıştır. (Türkçe)

basık

  • Yükselmiş. Uzamış. Çıkmış.
  • Eli açık. Cömert. Dolup taşan.

basın

  • Uydurma bir kelime olup "matbuat" yerine kullanılır. Gazete, mecmua gibi belli zamanlarda çıkan matbuatın hepsi.

basir / basîr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Gizli ve açık her şeyi hakkıyle görücü.

batıniyye / bâtıniyye

  • Kurânın apaçık mânâlarına itibar etmeyip gizli mânalar bulduklarına inanan sapık bir anlayış.

batıniyyun / bâtıniyyûn

  • Kurânın açık mânâlarını bir yana bırakıp gizli mânalar bulduklarına inanarak sapıtan kimseler.

baz / bâz / باز

  • Doğan. Yırtıcı kuş. Av kuşu. (Farsça)
  • Açık. (Farsça)
  • Ayırma. Temyiz etme. (Farsça)
  • İniş. (Farsça)
  • Tekrar. (Farsça)
  • Açık. (Farsça)
  • Doğan. (Farsça)

bazar

  • Alış-veriş. Ahz ü itâ. (Farsça)
  • Alış-veriş yeri. Pazar. Üstü açık yer ki, hergün veya belirli günlerde herkes satacağını oraya çıkarıp pazarlıkla veya açık artırmayla satar. (Farsça)
  • Fiat kararlaştırılıp alış-verişte uyuşmak için yapılan konuşma veya çekişme, pazarlık. (Farsça)

bece

  • Çıban, arpacık, sivilce.

becer

  • Göbeğin çıkıp şişmesi.
  • Suyu içip kanmayan koyun.

becra'

  • Yüksek yer, yüksek tepe.
  • Göbeği çıkmış kadın.

bed-reng

  • Açıkla koyu arasında kirli bir renk. (Farsça)

beda'

  • Fikir, rey.
  • Çöle çıkmak.

bedahaten

  • Çok açık bir şekilde.

bedahet / bedâhet / بداهت / بَدَاهَتْ

  • Açıklık. Zâhir delil. Belli, açık, aşikâr.
  • Birdenbire, hazırlıksız söz söyleme.
  • Atın yürümesi.
  • Her şeyin evveli, öncesi.
  • Açıklık, bellilik.
  • Ansızın ortaya çıkma.
  • Açıklık.
  • Apaçık olma.
  • Apaçıklık.

bedahet derecesinde / bedâhet derecesinde

  • Çok açık bir şekilde.

bedaheten / bedâheten / بَدَاهَتًا

  • Birdenbire, aniden, ansızın. Düşünmeksizin. Açık ve zâhir olarak.
  • Açıkça.
  • Apaçık biçimde.
  • Apaçık olarak.

bedahetle

  • Açıklıkla.

bedel-i ba'z

  • Geniş anlamlı bir sözün bir kısmına yapılan açıklama.

bedel-i iştim'al / bedel-i iştim'âl

  • Geniş ve genel anlamlı bir sözün bir noktasını açıklayan cümle.

bedel-i küll

  • Kapalı bir söze bütün yönleriyle yapılan açıklama.

bedergah

  • Kapıya çıkma. (Farsça)
  • Tar: Çeşitli hizmetlerde kullanılmak üzere, acemi ocağına ve ocak dışına verilen acemilerin, Yeniçeri Ocağı'na kayıt edilmeleri. (Farsça)

bedh

  • Vurmak, darp.
  • Âcizlik.
  • Aşikâre olmak, aleniyyet, açıklık.

bedihi / bedihî / bedîhî / بديهي / بَد۪يه۪ي

  • İspat gerekmeyecek şekilde açık.
  • Akla kendiliğinden gelen.
  • Aşikâr, belli ve açık olma.
  • Ansızın zuhur eden.
  • Delil ve isbata muhtaç olmayacak derecede açıklık.
  • Apaçık, aşikâr.
  • Delilsiz bilinen şey, apaçık.
  • Açık.
  • Apaçık.

bedihiyat / bedîhiyât

  • Delil ve ispatı gerektirmeyecek ölçüde apaçık şeyler.

bedihiyat-ı hissi / bedihiyat-ı hissî

  • Hislerle açık bir şekilde idrak edilen nesneler, olaylar.

bedihiyat-ı hissiye

  • Duyularla bilinen apaçık gerçekler; görme, işitme, tatma gibi duyularla idrak edilen şeyler.

bedihiyyat / bedîhiyyât

  • (Tekili: Bedihî) Delil ve isbatına lüzum olmayan sarih ve açık şeyler.
  • Delil ile ispatı gerekmeyen apaçık şeyler.

bedihiyyet

  • Açıklık. Kolayca anlaşılır ve görülür olmak.

bedihü'l-butlan / bedîhü'l-butlan

  • Batıl ve yanlışlığı apaçık ortada olan.

bednam / bednâm / بدنام

  • Kötü tanınmış, adı kötüye çıkmış olan. (Farsça)
  • Adı kötüye çıkmış. (Farsça)

bedv

  • Zihinde bir şeyin peyda olması. Bir şey zâhir olma.
  • Başlama.
  • Sahraya çıkma.

behr

  • Nasip.
  • Galip olmak.
  • Nefesi tutulmak.
  • Ümidin boşa çıkması.
  • Felâket, musibet.
  • Uzaklık, mesafe.

behrek

  • Yaralardan çıkan iltihap. (Farsça)
  • Çok çalışmaktan dolayı el ve ayak derilerinin sertleşmesi, nasırlaşması. (Farsça)

bekre

  • Kuyu ve benzerlerinde kullanılan makara, çıkrık, çark.
  • Mafsallarda bulunan makara şeklindeki kemik.

belagat ü fesahat

  • Tam yerinde açık ve güzel söz söyleme.

belağat-ı beyan / belâğat-ı beyan

  • Açıklama ve ifadenin yerine ve hedefine ulaşması.

belca'

  • Kaşları arası açık olan kadın. (Müz: Eblec)

belde

  • Memleket, şehir.
  • Büyük köy.
  • Yer, arz.
  • Göğüs, sadır.
  • İki kaş arasında kıl olmayıp açık olması.

beliğ

  • Açık, düzgün söz söyleyen.
  • Güzel, sanatlı söz. Belâ-gatli.

belvaz

  • Çıkıntı. Duvardan dışarı doğru çıkan direğin ucu. (Farsça)

benimsemek

  • Sahip çıkmak, bir şey hakkında benimdir iddiasında bulunmak. Kabullenmek. (Türkçe)

bens

  • Tehir etmek, geciktirmek.

beraat

  • Temize çıkma, suçsuz olduğunun anlaşılması.

beraat kararı

  • Temize çıkma, suçsuz bulunduğuna dair verilen karar.

beraat verme

  • Temize çıkarma, suçsuz olduğunu bildirme.

beraet / berâet

  • Temize çıkarmak. Bir şahsın, hakkında iddia edilen suçtan uzak olduğunun veyâ işlediği söylenilen suçun gerçekte suç olmadığının anlaşılması.
  • Kurtuluş vesîkası.
  • Temize çıkma, suçsuz olduğunun anlaşılması.
  • Temize çıkma. Temizlik, münezzehiyet. Bulaşık ve giriftâr olmama. Âri olma.
  • Huk: Bir davânın neticesinde suçsuz olduğu anlaşılma.

berah

  • Açık işlenmiş yer.
  • Zâil olmak.
  • Ağaçsız arazi.

berahide

  • Yola çıkarılmış, gönderilmiş. (Farsça)

berahihte

  • Daha ziyade silâh hakkında kullanılan bir tâbirdir. Çıkarılmış, çekilmiş mânâlarına gelir. (Farsça)

berahin-i aleniyye

  • Meydanda ve açık olan deliller.

berarende

  • Üste getiren, üzerine çıkaran. (Farsça)

berat / berât

  • Temize çıkma, suçsuz olduğunun anlaşılması.

berdaşte

  • Yükseğe kaldırılmış, yukarı çıkarılmış. (Farsça)

berendahte

  • Yükseğe çıkarılmış, üste çıkarılmış. Yükseğe kaldırılmış. (Farsça)

bergamot

  • Turunçgillerden bir ağaç ve bu ağacın meyvesi. Meyvenin kabuğundan güzel kokulu bir esans da çıkarılır.

berh

  • Balık, semek. (Farsça)
  • Parça, kısım, hisse, nasib. (Farsça)
  • Su birikintisi. (Farsça)
  • Şimşek, berk. (Farsça)
  • Yaş olan odunun, yanarken çıkardığı yaşlık. (Farsça)

berhuz / berhûz

  • Torba, dağarcık. (Farsça)

berka'

  • (Çoğulu: Berkavât) Yüksek yer.
  • Taşlı balçık.

berkan

  • Tüyü kıvırcık olan kuzu postu veya kürkü. (Farsça)

berkende

  • Koparılmış, sökülmüş, kökünden çıkarılıp atılmış. (Farsça)

berkeşide

  • Kınından çıkarılmış, sıyırılmış, çıkarılmış. (Farsça)
  • Mc: İlerletilmiş, çekilip meydana getirilmiş. (Farsça)

berrak

  • Nurlu, pek parlak.
  • Bulanık olmayan, duru, açık, saf.

bertaraf

  • Bir tarafa atılan, bir yana atılmış, ortadan çıkmış, zâil olmuş. (Farsça)
  • Çıkarılıp bir yana atılan.

besaret

  • Göz açıklığı. Dikkatle bakış.

beşaret

  • (Doğrusu Bişârettir) Müjde. Sevindirici haber. Hayırlı haber.
  • Müjdeye verilen ihsan.
  • Yeni çıkan acib şey.

beşaş

  • (Beşeş, beşüş) Açık yüzlü. Güler yüzlü.

besat

  • (Bisât) Düz.
  • Döşenmiş.
  • Geniş.
  • Yayvan kab.
  • Düz açık yer.

besere-i habise

  • Çıktığı yeri kangren eden ve adına da kara kabarcık denen öldürücü bir hastalık.

beşişe

  • Açık yüzlü olmak.

besr

  • (Besere) (Çoğulu: Besûr) Vücutta çıkan bir çeşit ufak sivilce.

beşş

  • Açık yüzlü olmak.

bet'

  • Boynu uzun olmak.
  • Aşikâre ve zâhir olmak. Açık ve görünür olmak.

bevh

  • Musibete, belâya uğrama; felâket gelmesi. Kederlenme.
  • Gizli şeyin, sırrın açığa çıkması.

bevk

  • Fenalık, düşmanlık, keder ve belâ meydana getirme.
  • Musibet, felâket.
  • İzinsiz ve habersiz olarak bir yere aniden çıkagelme.
  • Çalıp çırpma.
  • Yalan söz.
  • Boşboğaz (adam).
  • Şiddetli yağmur.

bevn-i baid

  • Çok açıklık, uzak mesafe.

beyan / beyân / بيان / بَيَانْ

  • İzah. Açıklama. Anlatma. Açık söyleme.
  • Öğretme.
  • Fesahat ve belâgat.
  • Edb: Belâgat ilminin hakikat, mecaz, kinâye, teşbih, istiâre gibi bahislerini öğreten kısmı.
  • Söz olsun, iş olsun; vukû' bulan şeyden murad ne olduğunu o şey ile alâkası ve münâsebeti bulunan b
  • Anlatma, açıklama sanatı.
  • Açık olmak, açıklamak, bildirmek. Konuşma, yazma, anlama, anlatma, ifâde etme.
  • Açıklama, anlatma.
  • Açıklayıp bildirme.
  • Açıklama, ifade etme, dile getirme. (Arapça)
  • Beyân edilmek: Açıklanmak, dile getirilmek. (Arapça)
  • Beyân etmek: Açıklamak, dile getirmek. (Arapça)
  • Açıklama.

beyan buyurulan

  • Açıklanan, anlatılan.

beyan eden

  • Açıklayan, anlatan.

beyan edilen

  • Açıklanan.

beyan et!

  • Açıkla!.

beyan etme

  • Açıklama, anlatma.

beyan etmek

  • Açıklamak, izah etmek.

beyan olunan

  • Açıklanan.

beyan-ı fikir

  • Düşüncesini açıklama.

beyan-ı ifhamiye

  • Bildirmek ve anlatabilmek için yapılan açıklama.

beyan-ı kur'an / beyan-ı kur'ân

  • Kur'ân'ın açıklaması.

beyan-ı mu'ciz / beyân-ı mu'ciz

  • Mu'cizevî açıklama; açıklamaları mu'cize olan ve bir benzer açıklamayı yapmaktan başkalarını âciz bırakan Kur'ân'ın beyanı.

beyan-ı mu'ciznüma / beyan-ı mu'ciznümâ

  • Mu'cizeli anlatım, açıklama.

beyan-ı tefsir

  • Huk: Mücmel ve mübhem bir sözden maksadın ne olduğunu açıklayan beyan.

beyanat / beyânat / beyânât / بيانات / بَيَانَاتْ

  • (Tekili: Beyan) Nutuklar, izahlar, açıklamalar, beyanlar.
  • Açıklamalar.
  • Açıklayıp bildirmeler.
  • Açıklamalar, demeç. (Arapça)
  • Açıklamalar.

beyanat-ı ayat-ı kur'aniye / beyanat-ı âyât-ı kur'âniye

  • Kur'an'ın âyetlerinin açıklamaları.

beyanat-ı furkaniye

  • Hak ile batılı birbirinden ayıran Kur'ân'ın açıklamaları, izahları.

beyanat-ı hakikiye

  • Gerçek olan açıklama.

beyanat-ı harika

  • Hayranlık veren açıklamalar, izahlar.

beyanat-ı kevniye

  • Yaratılışa âit açıklamalar.

beyanat-ı kur'aniye / beyânât-ı kur'âniye

  • Kur'ân'ın açıklamaları.

beyanat-ı medhiye / beyânât-ı medhiye / بَيَانَاتِ مَدْحِيَه

  • Övgü dolu ifadeler, açıklamalar.
  • Övgülü açıklamalar.

beyanat-ı muhammediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) açıklamaları.

beyanat-ı sabıka

  • Geçmiş açıklamalar, önceden yapılan izahlar.

beyani / beyanî / beyânî

  • Açıklama olarak.
  • Açıklanıp bildirilen.

beyanname / beyannâme

  • Bildiri, açıklama.
  • Durumu yazı ile bildiren açıklama. (Farsça)
  • Açıklama yazısı, bildiri.

beygar

  • Tekdir, azarlama, çıkışma. Sövme. (Farsça)

beyhuşt

  • Kökünden çıkarılmış, dibinden koparılmış olan şey. (Farsça)

beynunet / beynûnet

  • İki şey arasındaki mesafe, aralık.
  • İhtilaf, anlaşmazlık, ara açıklığı.

beyyin

  • Aşikâr. Açıklanmış. Gün gibi vâzih delil.
  • Müteaddit noktaları beyan eden ve açıklayan.
  • Şâhid. İsbat vasıtası. Kavi bürhan.
  • Belli, açık, âşikar.
  • Apaçık, kesin delil.

beyyinat / beyyinât

  • Açık, belli şeyler.
  • Mu'cizeli açık âyetler, deliller.
  • Apaçık olanlar.

beyyine

  • Apaçık, kesin delil.
  • Açık delîl.
  • Kur'ân-ı kerîm.
  • Mûcize.
  • Delil, şâhid.
  • Âdil olan iki erkek veya bir erkek ile iki kadın şâhid.
  • Peygamber efendimizin isimlerinden.

beyyinen

  • Vâzıhan, aşikâr olarak, alenen, açık olarak.

beyz

  • (Çoğulu: Büyuz) Yumurta.
  • Kuşun yumurtlaması.
  • Hayvanların bilhassa atın ayaklarında çıkan yumurta iriliğindeki şişler.

beza

  • Konuşmada açık saçıklık.
  • Hayasızlık, utanmazlık.

bezha'

  • Göğsü dışarı çıkıp arkası içeri giren kadın.

bezir

  • Ekilecek tohum, tane.
  • Keten tohumundan çıkarılan bir yağ. Bu yağ, yağlıboya yapmakta kullanılır.

bi-rahe / bî-râhe

  • Çıkmaz sokak. Sapa yer, yolu bulunmayan yer. (Farsça)

bid'a-i hasene

  • Hz. Muhammed'den (a.s.m.) sonra ortaya çıkan, fakat Kur'ân ve Sünnete aykırı olmayan şey.

bid'akar / bid'akâr

  • Aslen dinde olmayıp sonradan ortaya çıkan zararlı şeyleri dine mal etmeye çalışan.

bid'at / بدعت

  • Sonradan ortaya çıkan şey.
  • İslâm'da Peygamberimizden sonra ortaya çıkan değişik âdetler.
  • Aslen dinde olmayıp sonradan ortaya çıkan yeni âdet ve uygulamalar.
  • Sonradan ortaya çıkan şey, ilk defâ benzersiz bir şey ortaya koymak.
  • (Bid'a) Sonradan çıkarılan âdetler.
  • Fık: Dinin aslında olmadığı hâlde, din namına sonradan çıkmış olan adetler. Meselâ: Giyim ve kıyafetlerde, cemiyet (toplum) hayatındaki ilişkilerde, terbiye ve ahlâk kurallarında, ibadet hayatında yani dinin hükmettiği her sahada, dine uygun olmaya
  • Sonradan ortaya çıkma. (Arapça)
  • Dinde yeni getirilmiş şey. (Arapça)

bid'at ehli

  • Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâb-ı kirâmının yolundan (Ehl-i sünnet îtikâdından) ayrılanlar. Bid'at sâhibi. Îtikâdda (îmânda) ve amelde (ibâdette) dinde olmayan yenilikler ortaya çıkaran kimseler, dinde reformcular.

bid'at-ı hasene

  • Resûlullah'ın ve dört halîfesinin zamanlarında bulunmayıp da, dinde sonradan meydana çıkan ve bir sünnetin unutulmasına sebeb olmayan minâre, medrese, mektep yapmak, İslâmî ve faydalı kitaplar yazmak gibi güzel şeyler.

bid'at-ı seyyie

  • Resûlullah'ın ve Eshâbının zamanlarında bulunmayıp da, dinde sonradan meydana çıkan ve bir sünnetin unutulmasına sebeb olan bozuk inanış ve ibâdet olarak yapılan işler.

bid'at-üz zaman

  • Zamanın bid'ası. Yeni çıkan harikulâde şey. Zamanın acib ve garibi.

bid'atkar / bid'atkâr

  • Bid'at ortaya çıkarıp uygulayan, İslâmın ruhuna ve özüne ters davranışlara taraftar olan.

bid'atkarane / bid'atkârâne

  • Aslen dinde olmayıp sonradan ortaya çıkan ve dine zarar verici yeni âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışarak.

bid'iyyat / bid'iyyât

  • Bid'alar; aslen dinde olmayıp sonradan ortaya çıkan ve dine zarar verici yeni âdet ve uygulamalar.

bida / bidâ

  • Bidatlar, sonradan çıkan şeyler.

bida'

  • (Tekili: Bid'at) Bid'atlar. Sonradan meydana çıkan şeyler.

bih-ken

  • Kökünden çıkaran, kök söken. (Farsça)

bil'ayan

  • Açık olarak. Meydanda olarak.
  • Belli, açık bir şekilde.

bilahicap / bilâhicap

  • Utanmadan; açıkça.

bilate'ehhür / bilâte'ehhür / بلاتأخر

  • Gecikmeden. (Arapça)

bilbedahe / bilbedâhe / بالبداهه

  • Açıktan. Aşikâr olarak. Meydanda olarak. Besbelli.
  • Apaçık bir şekilde.
  • Açık seçik.
  • Açıkça.

bişkel

  • Elem, keder, gam, tasa, kasavet. (Farsça)
  • Orak şeklinde ağaç anahtar. (Farsça)
  • Kıvırcık saç. (Farsça)

bıta

  • Ağır davranma, gevşek davranma, gecikme.

bora

  • yun. Birdenbire çıkan fırtına. Pek şiddetli rüzgâr.

brahma dini / brahma dîni

  • Hindistan'da mîlâddan asırlarca önce ortaya çıkmış, Allahü teâlânın varlığına inandığı gibi, başka tanrıları (ilâhları) da kabûl eden ve bütün peygamberleri inkâr eden bozuk yol ve inanış.

bug

  • Elde omuzda, kucakta taşınmak üzere hazırlanmış eşya çıkını. (Farsça)

bukta

  • Perişan, pejmurde, dağınık, dökük saçık.
  • Cemaat, güruh, topluluk, kalabalık.

bülcet

  • Genişlik, vüsat.
  • İki kaş arasında olan açıklık.

büra'

  • Ağaç yongası. Törpüden çıkan talaş.

bürabe

  • Kalem yongası, törpüden çıkan talaş.

bürade

  • Eğeden çıkan talaş ki, "bürâde-i zeheb, bürâde-i fizza ve bürâde-i hadid" denir.

burak

  • Peygamber efendimizin göklere çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü gece (mîrac gecesinde) üzerine bindiği ve kendisini Mekke'den Kudüs-ü şerîfe kadar götüren (taşıyan) Cennet hayvanı. Burak, dünyâ hayvanlarından değildir. Erkekliği ve dişiliği yoktur. Çok hızlı giderdi.

büraye

  • Yontulan ağaçtan çıkan yonga.

burc

  • Kale, yüksek bina.
  • Herhangi bir şekli gösteren ve özel ad alan sâbit yıldızlar topluluğu, galaksi.
  • Güneşin girip çıktığı on-iki burçtan her biri: Yengeç, kova, akrep.
  • Muayyen bir şekil ve sûrete benzeyen sâbit yıldız kümesi.
  • Tek hisar kule, kale çıkıntısı.
  • Dünyaya göre güneşin döndüğü yerin onikide bir kadarı.

bürehne

  • Açık, yalın çıplak. (Farsça)

bürehne-ser

  • Başı açık. (Farsça)

burhan-ı bahir / burhan-ı bâhir

  • Ap açık delil.

bürhan-ı bahir / bürhan-ı bâhir

  • Çok açık delil.

burhan-ı bahir / burhân-ı bâhir / بُرْهَانِ بَاهِرْ

  • Apaçık delil.

burhan-ı bahir-i vahdaniyet / burhan-ı bâhir-i vahdâniyet

  • Allah'ın birliğini gösteren açık ve kesin delil.

burhan-ı bahire / burhan-ı bâhire

  • Çok açık olan kesin delil, sarsılmaz kanıt.

burhan-ı fasih

  • Çok açık ve düzgün anlaşılan delil.

bürhan-üt temanü' / bürhan-üt temânü'

  • İstiklâliyet, ulûhiyetin zâtî bir hassası ve zaruri bir lâzımı olduğuna dair ve şirkin butlanını isbat eden delil ki; eşyanın yaradılışı müteaddit ellere ve esbaba verilse, âlemdeki nizam bozulup karışıklıklar çıkacağını gösterir, isbat eder.

büruz / bürûz / بروز

  • Zâhir olma, belirme, meydana çıkma. Çıkmak.
  • Zâhir olmak. Görünmek, ortaya çıkmak. Olgun bir velînin sevenlerinde bâzı sıfatlarının zâhir olması, görünmesi.
  • Ortaya çıkma. (Arapça)

büsut

  • Cömertlik, civanmertlik. El açıklığı.

butu'

  • Geç kalma, gecikme.

büyük doğucular

  • Büyük Doğu dergisini çıkaranlar.

buzak

  • Tükrük. (Ağızda "buzak", ağızdan çıksa "rıyk" denir.)

ca'd

  • Kıvırcık saç, şa're.

ca'li / ca'lî

  • Sahte, yapmacıklı, düzme.

ca'liyyat

  • Yapmacık hareketler, sahte, düzme hâller.

ca'liyyet

  • Yapmacık (olmak.)

caadet

  • Kıvırcıklık.

cabir / câbir

  • Cebredici, zorla yaptıran.
  • Galib gelen.
  • Şefkatsiz, merhametsiz.
  • Tekebbür ve taazzüm eden.
  • Aziz ve kavi olan.
  • Tıb: Kırıkçı, çıkıkçı.
  • Cebir ilminin ilk kurucusu olan müslüman âlimi.

cahi / cahî

  • (Cahiye) Aşikar, aleni, açık, meydanda ve herkesin gözleri önünde olan.

cahif

  • Uykusunda dişini öttürmek.
  • Çok fazla hafiflik üzerine olmak.
  • Nefis, ruh.
  • İnsanın karnından çıkan ses.
  • Kısa.
  • Çok asker.

cahız / câhız

  • Asıl ismi Amr İbn-ül Bahr olan ve gözünün hadekası çıkık olduğu için bu isimle anılan büyük bir Arab edibi.
  • Patlak gözlü adam.

çakacak

  • Silahlı çatışmadan çıkan ses. (Farsça)

çalak

  • Yerinde durmayan, çabuk, oynak. Dâima çalışan. Her bir hareketi çabuk olan. (Farsça)
  • Akıl ve ferâseti açık. (Farsça)

cali / câlî

  • Yapmacıktan.

cali'

  • Açık-saçık kadın. Hayasız kadın.
  • Utanmaz, utanması kıt olan adam.

calis

  • (Çoğulu: Cüllâs) Oturan, oturucu, cülûs eden. Tahta çıkan.

can

  • Yaşayış. Diride olan kudret, kuvvet. Hayat cevheri. Madde ilimleri, maddenin; hayat ilimleri (biyolojik ilimler) hayatın ne olduğunu açıklıyamamışlardır. Aslında bunların konusu da madde, hayat ve ruhun kendisi değil, bunların tezahürleri yani olay haline gelen tesirleridir. Deney ilimlerini (Farsça)

can-sitan

  • Can çıkarıcı, ruh alıcı. İnsana bela olan. Güzel. (Farsça)

çare / çâre

  • Çıkar yol, kurtuluş yolu.
  • Neticeye varmak üzere maniaları kaldırmak için tutulması icabeden çıkar yol. Kurtuluş yolu. Tedbir, yardım, yol. (Farsça)
  • Hile. (Farsça)
  • Bir def'a. (Farsça)
  • Ayrılık. (Farsça)

çarh / چرخ

  • Tekerlek. (Farsça)
  • Çarkıfelek. (Farsça)
  • Felek. (Farsça)
  • Tef. (Farsça)
  • Çıkrık. (Farsça)

çarha

  • Ordunun ilerisinde bulunan askerlerin yaptıkları tâlim. (Farsça)
  • Çıkrık gibi dönen yuvarlakça bir cins dolap. (Farsça)

cayi'

  • (Çoğulu: Ciya') Aç, acıkmış; aç olan.

cazgır

  • Yağlı güreşlerde pehlivanları seyircilere takdim edip dualarını okuyarak onları meydana çıkaran kimse.

cazibedarane / cazibedârâne

  • Çekici, baştan çıkarıcı bir şekilde.

cebe'

  • Kuyu içinden çıkan toprak ki, etrafına öbek öbek dökerler.

cebelü'l-kamer

  • Kamer Dağı; Nil Nehrinin çıktığı dağ.

ceber

  • (Ceberiyyun) Cüz'i iradeyi inkâr eden bir fırka-i dalle. Hak yolundan çıkmış, dalâlete düşmüş bir fırka. Bunların zıdları da Mu'tezile'dir.

cebir

  • Zabtetmek. Zor. Kuvvet.
  • Bir şeyi ıslah ve tamir etmek, düzeltmek.
  • Bâtıl bir fırka.
  • Mat: Harflerle yapılan hesab.
  • Tıb: Fevkalâde ameliyat, kırık kemiği sarıp bütünlemek. Kırık veya çıkık uzva sarılan tahtalar.

cebire / cebîre

  • Çıkık veya kırık olan bir uzva sarılan tahtalar.
  • Kırık ve çıkığın iki yanına bağlanan tahtalar.

cebriyye

  • Hicrî birinci asrın sonlarında ve ikinci asrın başlarında Cehm bin Safvân tarafından ortaya çıkarılan bozuk yol. Buna mürcie fırkası da denir.

çeçek

  • Gül. Çiçek. (Farsça)
  • Gönül. (Farsça)
  • Çiçek hastalığı. (Farsça)
  • Vücutda çıkan ben. (Farsça)

cederi / cederî

  • Vücutta çıkan çiçek hastalığı.

cehir

  • (Cehr. den) (Çoğulu: Cüherâ) Yüksek sesle, bağırarak ve açık olarak söylenen.
  • Güzel, dikkate değer.

cehr

  • Açıktan söyleme, açık olarak okuma.
  • Görünmek, zâhir olmak.
  • Açıktan ve yüksek sesle olan söylemek veya okumak.
  • Tecvid'de: Harf hareke ile okunduğu zaman, mahreçte aralık kalmıyarak nefesin akmayıp, küllisi veya ekserisi hapsolmuş bir şekilde sesin çıkmasına denir.
  • Açıktan söyleme.

cehre

  • Açıkta ve belli olan şeyler.
  • Pamuk ve ipek sarılan masura.

cehren / جهرا

  • Açıktan, alenen.
  • Açıktan.
  • Açıkça. (Arapça)

cehreten

  • Aşikâr sûrette, aleni bir şekilde, açıktan açığa.

cehri / cehrî

  • Açıktan, alenî olarak, yüksek sesle söylemek, okumak.
  • Açık sesle.

cehva'

  • Açık.

cela / celâ

  • Parlak, ruşen. Zâhir, açık.

cela' / celâ'

  • Gurbete düşmek, memleketinden ayrı olmak. Şehrinden ve meskeninden çıkmak.
  • Başkalarını çıkarmak.
  • Açık haber.
  • Ruşen olmak, parlamak.

celb-i menafi / celb-i menâfi

  • Menfaatlerin celbedilmesi; yarar sağlama, çıkar elde etme.

celef

  • Yerden balçık küremek ve gidermek.

celi / celî

  • Parlak, açık, âşikâr, meydanda.
  • Kur'an harfleri ile yazılan bir çeşit yazı.
  • Açık, parlak.
  • Aşikar, belli, parlak, açık.
  • Belli, açık.

celiyyat

  • (Tekili: Celi) Aşikâr, açık, aleni, meydandaki şeyler.

celse-i aleniyye

  • Açık oturum.

cemceme

  • Sözü gizli söyleme, harfleri tâne tâne söyleyip açık beyan edememe.

cemh

  • Sür'at yapmak, hız yapmak.
  • Huruç etmek, çıkmak.

cerab

  • Torba, dağarcık.

cerd

  • Elbisesini çıkarma, elbisesinden soyma, çıplak hâle getirme.
  • Ot ve ağaç yetişmeyen yer.

cereng

  • Kılıç veya topuzun çarpmasından çıkan ses. Zil veya çan sesi. (Farsça)

çerh / چرخ

  • Çark. (Farsça)
  • Felek. (Farsça)
  • Tekerlek. (Farsça)
  • Çıkrık. (Farsça)
  • Çarkıfelek. (Farsça)
  • Tef. (Farsça)

ceride-i havadis / ceride-i havâdis

  • 1840'da Çörçil ismindeki bir İngiliz tarafından çıkarılan ilk hususî gazete.

ceşer

  • Davarı otlamaya çıkarmak.

cesis

  • Hurma ağacının yeni çıkan budağı. (Fesîl-ün-nahl derler).

çeşm-i dil erbabı / çeşm-i dil erbâbı

  • Gönül gözü açık olanlar.

cev'a

  • Bir kere acıkmak.

cev'an

  • (Cu'. dan) Acıkmış, aç, midesi boş.

cevşenü'l-kebir / cevşenü'l-kebîr

  • Peygamberimize Cebrâil'in (a.s.) getirdiği ve "Zırhı çıkar, bu duâyı oku" dediği meşhur duâ.

cevşenü'l-kebir münacatı / cevşenü'l-kebîr münâcâtı

  • Peygamberimize Cebrâil'in (a.s.) getirdiği ve "Zırhı çıkar, bu duâyı oku" dediği meşhur duâ.

ceyb

  • (Çoğulu: Cüyûb) Cep. Gömleğin (yarığı) açıklığı.
  • Yaka.
  • Kalb.
  • Geo: Sinüs.
  • Yakanın göğüs üzerindeki açık yeri.

cezm

  • (Cezim) Kat'î karar. Yemin. Kararlaştırmak.
  • Kesmek.
  • Niyet. Tahmin. Takdir.
  • İlzam.
  • İcâbe.
  • Gr: Arabçada kelime sonundaki harfi sâkin okumak. Kur'ân-ı Kerim okurken harfleri yerlerine vaz'edip mahrecinden çıkarırken tâne tâne, fesahat, beyan ve teenni ve

cifir / جِفِرْ

  • Harflere verilen sayı kıymetiyle ibarelerden geçmişe veya geleceğe ait işâretler çıkarmak, tarih düşürmek.
  • Harflere verilen sayılarla mânâlar çıkarma ilmi.
  • Harflerin sırlarıyla ma'nâ çıkaran ilim.

cifir muvafakatleri

  • Cifir ilmi açısından ortaya çıkan uyumlar, denklikler.

cifr

  • (Cefr) Harflere verilen sayı kıymeti ile, geleceğe veya geçen hâdiselere, ibarelerden tarih veya isme dâir işaretler çıkarmak ilmidir.

ciğer-hun / ciğer-hûn

  • Ciğeri kanlı. Çok acıklı. (Farsça)

cihan-nüma

  • Dünyayı gösteren harita veya coğrafya. (Farsça)
  • Çatının üzerinde her tarafa nezareti olan açık taraça. (Farsça)
  • Meşhur Türk Âlimi Kâtib Çelebi'nin 1654 (Hicri: 1065) tarihinde çizdiği Asya Kıt'asının haritası. (Farsça)

ciharen / cihâren / جهارا

  • (Cehr. den) Alenen, açık olarak.
  • Açıkça. (Arapça)

cilf

  • Boş küp.
  • Kırılmış, ufanmış köpek esfeli. Arı kovanı.
  • Kuru ekmek parçası. Kuru ekmek kenarı.
  • Yüzülüp karnı çıkmış ve başı ile ayağı kesilmiş koyun.
  • Her nesnenin parçası.
  • Hoyrat, kaba. Ayak takımından.

cinn

  • Bir cins ateşten yaratılmış olup, dünyanın insandan sonra en mühim sekenesidir. Akıl ve şuur sâhibi olup pekçok şer ve isyan yapabildikleri gibi "Peygamberlerin ve semâvî kitabların irşadlarıyla" insana yetişememekle beraber terakki edip yüksek kemâlatlara çıkabilen mahluktur. İnsanlar gibi

cirab

  • (Çoğulu: Ecribe-Cireb Cerbân) Dağarcık.

cirre

  • Devenin karnından çıkarıp çiğnediği geviş.
  • Yapağı denilen yün.

cirşab

  • Hasta olduktan sonra zayıflayıp gövdede çıban çıkmak.

ciya'

  • (Tekili: Câyi') Karınları acıkmış olanlar, açlar.

cömert

  • Eli açık.
  • Eli açık, ikramcı, kerem sahibi.

conta

  • Birbirinin üzerine kapanan iki madeni parça arasında, açıklık kalmamasını te'min etmek için konulan karton, kösele, lâstik vs. şey.

cu' / cû'

  • Acıkma, açlık.

cu'an

  • (Cu'. dan) Aç olarak, acıkmış olarak.

cud / cûd

  • Cömertlik. Sahilik. Eli açık olmak. Muhtaçların vaziyetlerini, durumlarını bildirmeğe meydan vermeksizin lütuf ve ihsanda bulunma hâleti. Mücahede-i diniye ve neşr-i hakaik-ı Kur'aniye ve imaniye hizmetinde mutemed zâtlara lüzumunda maddeten de iştirak etmek fedakârlığı.
  • Cömertlik, el açıklığı.
  • Cömerdlik, eli açık olmak.

cud u kerem

  • Cömertlik, eli açıklık.

cud u sehavet

  • Cömertlik ve eli açıklık, sahilik.

cüdere

  • (Çoğulu: Cüder) Ur dedikleri yumru. (İnsan bedeninde çıkar)

cüderi / cüderî

  • Kabarcık denilen hastalık.
  • Çiçek hastalığı.

cudi

  • Hz. Nuh'un (A.S.) tufandan sonra gemisi ile sahile çıktığı dağın ismi.
  • Şırnak İlinin 6 kilometre güneydoğusunda bulunan bir dağın adı.

cühera

  • (Tekili: Câhir) Yüksek sesle açık olarak söylenenler.

cuhuz

  • Çıkmak, huruç.

cülmüd

  • Sesi çok çıkan ve kuvvetli olan kimse.

cülul

  • Kişinin, yerinden başka yere çıkması.

cülus / cülûs

  • Tahta çıkma.

cülus-u hümayun / cülûs-u hümayun

  • Padişahın tahta çıkışı.

cülusiyye / cülûsiyye / جلوسيه

  • Taht'a çıkan hükümdarlar veya padişâhlar için yazılmış yazı veya söylenmiş şiir.
  • Hükümdarın tahta çıktığı ilk gün verdiği bahşiş.
  • Tahta çıkan hükümdarın dağıttığı bahşiş. (Arapça)
  • Tahta çıkan hükümdar için yazılan şiir. (Arapça)

cümle-i mu'tarıza

  • Parantez içinde bulunan cümle, açıklayıcı mahiyetteki cümle. Ara cümlecik.

cümle-i mu'terize

  • Cümlenin mânasını açıklamak için parantez içine yazılan cümle.

cümle-i tefsiriye

  • (Cümle-i müfessire) "Yâni, meselâ" gibi sözlerle başlayıp önceki cümleyi açıklayan cümle.

cümmah

  • Temrensiz, ucu yuvarlak ok. (Oğlancıklar onunla ok atmayı öğrenirlerdi)

cümmar

  • Hurma yağı denilen beyaz bir maddedir ve hurma ağacının başından çıkar ve araplar onu yerler.

cüneyd

  • Küçük asker. Askercik.
  • Askercik.

cürf

  • Dere kenarında selin dibini yalayıp oymuş olduğu bıçık üzerinde kalan toprak veya çamur çıkıntısıdır ki, her an için yıkılıp çökmeğe hazır bir vaziyette bulunur.
  • Estiyan adı verilen bir ot.

cüseym

  • Cisimcik. Küçük cisim.

cüseymat

  • (Tekili: Cüseym) Küçük cisimler, cisimcikler.

cüşu'

  • Durmak, kıyam.
  • Huruç etmek, çıkmak.
  • Hafif yay.

cuudet

  • Kıvırcıklık.

cüveyre

  • Küçük câriye, câriyecik.

cüz-i layetecezza / cüz-i lâyetecezzâ

  • Bir daha bölünmeyen en küçük parça. En küçük cisim parçası. Tecezzisi kabil olmayan. Atom. Yani parçalansa, maddîlikten çıkıp kanun-u İlâhî ile bir nevi kuvvete inkılâb eder.

cüzeyre

  • Küçük ada, adacık. Etrafı su ile çevrili küçük kara parçası.

cüziirade / cüziirâde

  • İnsanın azıcık iradesi.

da'daa

  • Koyunu ve keçiyi çıkarıp sürmek.
  • Sallamak.
  • Bir kimseye "güzel dur" demek.
  • Miktarı çok olsun diye depretip çevirmek ve doldurmak.

dabbet-ül-erd / dâbbet-ül-erd

  • Kıyâmetin büyük alâmetlerinden. Kıyâmetin kopmasına yakın çıkacak olan bir hayvan.

dabbetü'l-arz / dâbbetü'l-arz

  • Kıyâmet alametlerinden olup topraktan çıkan varlık.

dağdağa

  • Gürültü. Iztırab. Boş yere telâş ve zorluklar.
  • Tereddüt etmek, karar verememek.
  • Gıcıklamak.

dağdar

  • Pek acıklı, üzüntülü. (Farsça)
  • Gönlü yaralı. (Farsça)
  • Kızgın demirle nişan vurulu. Damgalı. (Farsça)

dahıke

  • (Çoğulu: Davâhık) Gülme ânında çıkan dört dişin birisi.

dahine

  • (Çoğulu: Devâhin) Duman çıkan baca.

dahs

  • Sözünü fesâhatle açık bir şekilde söylemek.

dakdaka

  • Davarın tırnağının taşa dokunup ses çıkarması.

dalal-i mubin / dalâl-i mubîn

  • Apaçık sapıklık.

dalalet / dalâlet

  • Sapıklık, yoldan çıkma. Peygamber efendimizin ve Eshâbının bildirdiği doğru yoldan ayrılma, sapma.

dalalet-i azime / dalâlet-i azîme

  • Çok büyük sapıklık, yoldan çıkma.

dalgıç

  • Mercan, inci ve saire avlamak veya denizin dibine düşmüş olan şeyleri çıkarmak için denizin dibine dalmaya alışık adam. (Türkçe)

dalkavukluk

  • Kendisine çıkar ve yarar sağlayacak olan kimselere aşırı bağlılık.

dall u mudılle / dâll u mudılle

  • Doğru yoldan çıkanlar ve çıkaranlar, sapanlar ve saptıranlar.

dall-i bi-l fehva / dâll-i bi-l fehvâ

  • (Dâllibilfehvâ) Fık: Söylenen sözün veya ifâdelerin hülâsasından çıkan mânaya göre delil ve işaret olmak.

dalle / dâlle / ضاله

  • Sapık, yoldan çıkmış. (Arapça)

damping

  • ing. Bir pazarı elde etmek veya bir malı elden çıkartabilmek için benzerlerinden çok düşük fiyatla satma.

dar-ı şura-yı askeri / dâr-ı şura-yı askerî

  • 1296 yılında lağvolunan bu yüksek askeri meclis 1253 yılının muharrem ayında kurulmuştu. 1259 tarihinde çıkarılan kanun ile vazifesi tesbit edildi. Askeri ve mülki ricâlden onbir daimi, altı tane ise geçici azası bulunan bu mecliste bir reis ve bir de müftü yer alıyordu.

dari / darî

  • Ot ve yem satan kişi.
  • Evinden çıkmayan kimse.

darül hikmetil islamiye

  • (Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye) Bu teşkilât, son devirlerde gerek imparatorluk ve gerekse İslâm Aleminde ortaya çıkan bir takım dini mes'elelerin halli ve İslâma yapılan hücumların İslâm ahkâmına göre cevaplandırılması için 12 Ağustos 1334 (25 Ağustos 1918) tarihinde 5. Mehmed Reşat ve Şeyhülislâm Musa

davita

  • Havuzun dibinde olan balçık.
  • Çöküklük.
  • Suyu çok olduğundan elde durmayan sıvı hamur.

deccal / deccâl / دَجَّالْ

  • Kıyâmetin büyük alâmetlerinden biri. Kıyâmete yakın çıkacağı bildirilen ve Îsâ aleyhisselâm ile hazret-i Mehdî tarafından öldürülecek olan zâlim.
  • Kıyametten az önce çıkacak, insanlardan bir kısmını sapıtacak ve daha sonra Hz. İsa tarafından öldürülecek olan şahıs.
  • Kıyametten önce ortaya çıkarak yandaşlarıyla birlikte dini yıkmaya çalışan azgın kimse.
  • Kıyâmete yakın çıkacak, yalancı, dini tahrîb edecek şahıs.

decl

  • Örtmek.
  • Devenin katranlanması.
  • Karıştırmak, yalan söylemek. Hakkı bâtıl; bâtılı hak diye göstermek. Anarşi çıkarmak.
  • Bâtılı hak gösteren.
  • Mübâlâgalı fâili; Deccaldır.

decucat

  • Ayakları kısacık dişi deve.

def-i tabii / def-i tabiî

  • Doğal şekilde çıkarma, başından atma.

dekele

  • Sıvı balçık. Kuvvetleriyle gururlanıp sultanın emrine uymayan kavim.

delail-i zahiriye / delail-i zâhiriye / delâil-i zâhiriye

  • Açık olarak zâhirde görünen deliller. Maddi deliller.
  • Açıkta olan, görünen deliller.

delalet-i nass / delâlet-i nass

  • Nassın delâleti. Nass'da (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfte) zikredilen şeyin hükmünün, müşterek (ortak) illet sebebiyle zikredilmeyen şey hakkında da sâbit olduğuna delâlet etmesi. Bâzı âlimler delâlet-i nass'a, kıyâs-ı celî(açık kıyâs) demişlerdir.

delil-i aleni / delil-i alenî

  • Apaçık delil.

delil-i azhar / delîl-i azhar / دَلِيلِ اَظْهَرْ

  • En açık delil.

delil-i kat'i / delîl-i kat'î

  • Mânâsı açıkça anlaşılan âyet-i kerîme ve tevâtürle bildirilmiş olan hadîs-i şerîf. Bunlar, farzlar ile haramları bildirirler. Kesin delil.

delil-i vazıh / delil-i vâzıh

  • Açık delil, anlaşılır delil.

delil-i zanni / delîl-i zannî

  • Mânâsı açıkça anlaşılmayan, tek bir mânâya, delâlet etmeyen âyet-i kerîme ve tek bir Sahâbî tarafından bildirilen, mânâsı açık hadîs-i şerîf.

delk

  • Eski ve yamalı elbise. Dervişlerin giydikleri eski aba. (Farsça)
  • Kılıcı kınından çıkarmak. (Farsça)

dellal-ı kitab-ı mübin / dellâl-ı kitab-ı mübîn

  • Bütün hakikatleri açıklayan Kur'ân-ı Kerimdeki gizil sırları insanlara duyuran.

dellal-ı muzhir / dellâl-ı muzhir

  • Gizli güzellikleri ortaya çıkararak ilân eden.

deluk

  • Dişleri kırılmış ve kütelmiş olan yaşlı deve.
  • Kınından çıkması kolay olan kılıç.

der-kenar

  • Kenarda bulunan, hâşiye. Bir sahifenin kenarına çıkarılan yazı.

derece

  • (Çoğulu: Derecât) Yukarıya çıkacak basamak.
  • Dairenin bölündüğü dilim. 360 kısmın beheri ki, açıları ölçmeye yarar.
  • Termometrenin bölündüğü kısımların beheri. Mertebe, paye.
  • Miktar, rütbe.

derece-i bedahet

  • Apaçıklık derecesi.

derece-i tahkik

  • Araştırma ve her şeyin gerçek yüzünü ortaya çıkarma derecesi.

derece-i zuhur

  • Ortaya çıkma derecesi.

dereziler / derezîler

  • Anuştekin ed-Derezî adlı bir bâtınî dâî (propagandacı) tarafından ortaya çıkarılan bozuk yol. Bunlar; Bâtıniyyeden ayrılarak ortaya çıkan, Fâtımî hükümdârı Hâkim bi-emrillah'ın ilâh olduğuna ve onun vezîri Hamza'nın imamlığına inanırlar. Kelimenin do ğrusu Derezî olup, yanlış olarak Dürzü denilmekte

derkenar

  • Açıklama, dipnot.

derviş / dervîş

  • Allahü teâlâdan başka şeyleri kalbinden çıkarıp bütün âzâsıyla İslâm dîninin emir ve yasaklarına uyan, dünyâ malına gönül bağlamayan kimse.

derya-yı umman

  • Açık deniz. Umman Denizi. Okyanus.

devahin

  • (Tekili: Dâhine) Duman çıkaran bacalar.

devr-i bid'at

  • Dinde olmayıp sonradan dine aykırı ve zarar verici şekilde ortaya çıkan şeylerin çok olduğu zaman.

devriy

  • (Devriyye) Geceleri gezen kol takımı, gezici karakol.
  • Bülbül, karatavuk, sığırcık ve bu gibi kuşların dahil olduğu sınıf.

deyyus

  • Derare. Karısının kötü hâllerine göz yuman ve ses çıkarmayan adam.

didar

  • Mülâkat, görüş. (Farsça)
  • Görünme. (Farsça)
  • Yüz. Çehre. (Farsça)
  • Görüş kuvveti, göz. (Farsça)
  • Açık, meydanda. (Farsça)

dikta

  • Lât. Diktatörlerin davranışları.
  • Hiç ses çıkarmadan yerine getirilecek emir.

dil-şikaf

  • Yürekleri delen, çok acıklı, dokunaklı. (Farsça)

din

  • Ceza, ivaz.
  • İman ve amel mevzuu olarak insanlara Cenab-ı Hak tarafından teklif olunan Hak ve hakikat kanunlarının hey'et-i mecmuasıdır. Din, kâinatın, dünyanın hayatın ve insanın yaratılış gayeleri ve var oluş şekillerini açıklıyarak, onları mânasızlıktan ve abesiyetten kurtarır. İns

din-i mübin / din-i mübîn

  • Hak ve hakikati açıklayan din, İslâm.

din-i mübin-i islam / din-i mübîn-i islâm

  • Hak ve hakikati açıklayan İslâm dini.

dinde bid'at

  • Peygamber efendimiz ve O'nun dört halîfesi zamânında olmayıp, dinde sonradan ortaya çıkarılan bozuk inanışlar, sevap kazanmak niyetiyle yapılan ibâdetler. Dinde yapılan her türlü değişiklikler, yenilikler ve reformlar.

dirayet tefsiri / dirâyet tefsîri

  • Resûlullah'tan sallallahü aleyhi ve sellem gelen rivâyetler (açıklamalar) esas alınarak, Kur'ân-ı kerîmin lisan bilgilerine ve zamanın fen bilgilerine, aklî ilimlere göre yapılan açıklaması. Bu tefsîre ma'kul, re'y tefsîri ve te'vîl de denir.

direng

  • Gecikme, yavaşlık, teenni, teahhur. (Farsça)
  • Dinlenme, karar, istirahat, aram. (Farsça)

dırga

  • Sıvı, balçık.

divane / divâne

  • Aklı tam olmayan, kaçık.

dolap

  • (Çoğulu: Devâlib) Kuyudan su çıkarıp bahçeleri sulamaya mahsus döner makine.
  • Her çeşit döner çark, çıkrık.
  • İçine eşya vesaire konulan raflı veya rafsız göz.
  • Eskiden selâmlık ile harem arasında eşya alıp vermeye mahsus döner dolap ki, veren ile alan birbirlerini görmez

dramatik

  • yun. Drama benzer. Heyecan verici, acıklı.
  • Temsil yapılmak üzere yazılan heyecan verici veya acıklı tiyatro eseri. Acıklı olanına Trajedi, gülünç olanına da Komedi denir.

düdil / دودل

  • İkircikli, tereddütlü. (Farsça)

dühn

  • Ot, yemiş veya çiçekten çıkarılan yağ.

duhuk

  • Doğurduktan sonra rahmi çıkan dişi deve.

duhul ü huruc

  • İçeri girip çıkma.

duhur

  • Def'etme, çıkarma, kovma, uzaklaştırma.

dülu'

  • Huruç etmek, çıkmak.

dürdür

  • Dişin kök yeri.
  • Çocukların dişlerinin çıkıp bittiği yer.

eazım-ı müçtehidin / eâzım-ı müçtehidîn

  • Âyet ve hadisler başta olmak üzere, diğer dinî delillerden hüküm çıkarma bilgi ve kabiliyetine sahip olan büyük İslâm âlimleri.

ebarik

  • Balçıklı, kumlu yer.
  • (Tekili: Ebrak) Alaca atlar.

ebced

  • Arap harflerinin diziliş sırası, bu harflerin rakam olarak değerlerinden yola çıkılarak yapılan hesap.

eblağ / eblâğ

  • Hâle ve maksada çok uygun, en açık ve seçik.

eblec

  • Açık kaşlı.
  • Mc: Nurlu, parlak, vuzuhlu.

ebled

  • Ebleh, ahmak, bön. Söylenilen şeylere aklı hemen taalluk etmeyen kimse.
  • Açık kaşlı.
  • Şişman gövdeli kişi.

ebrak

  • Fazlaca parıltılı.
  • Taşlı, kumlu, balçıklı yer.
  • Alaca renkli at.
  • İki renkli lekeli bir şey.

ebric

  • Yayık adı verilen ve yoğurttan yağ çıkarılan nesne.

ebü'l-vakt

  • Tasavvufta kalb makâmından yukarı çıkıp, kalbin sâhibine varan, hallerden kurtulup, halleri verene ulaşan. Bunlara Erbâb-üt-temkîn de denir.

ebyan

  • Cömert, eli açık, muhtaçlara ve yoksullara yardım eden kimse.
  • Yemekten tiksinen kişi.

ebza

  • Göğsü çıkık.

ebzah

  • Göğsü çıkık.

ecil

  • İşini geriye bırakan, geciktiren.
  • Geciktirilen, geriye bırakılan şey.
  • Bir yerde birikip toplanmış su.

ecma

  • Üstü açık ev.

ecribe

  • (Tekili: Cirâb) Dağarcıklar, meşin veya bezden yapılmış olan çantalar.

ecvad

  • (Tekili: Cevad) Sahiler. Cömertler. Eli açıklar.

edebiyat yapmak

  • Mc: Güzel ve uzun uzun sözlerle mevzu dışına çıkarak konuşmak.

edred

  • Dişsiz, dişi çıkmamış veya dökülmüş kimse.

ef'al-i ilahiye / ef'âl-i ilâhîye

  • Kâinattaki varlıkları ortaya çıkaran İlâhi fiiller.

ef'al-i umumiye-i ilahiye / ef'âl-i umumiye-i ilâhiye

  • Bütün varlıklar âleminde varlıkları ortaya çıkaran İlâhî fiiller.

eflah

  • Çok felah bulan, kurtulan, selâmete çıkan. Taleb ettiği şeye, arzusuna vasıl olan.

eflec

  • (Felc. den) Seyrek, sık olmayan diş. Bazıları dökülmüş olan diş.
  • Geniş omuzlu, kollarının arası açık olan adam.
  • Nüzul hastalığına tutulmuş olan kimse.

efşürde

  • Sıkılmış, posası çıkartılmış (şey.) (Farsça)

efyun

  • Haşhaştan çıkarılan uyutucu madde. Afyon. (Farsça)

ehl-i bid'a

  • Dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar.

ehl-i bid'a ve ilhad / ehl-i bid'a ve ilhâd

  • Dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar ve inkârcılar.

ehl-i bid'a ve mülhid

  • Dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı şeyleri dine mal etmeye çalışanlar ve dinsizler.

ehl-i bid'ad

  • Dinde olmadığı halde sonradan çıkan şeylere uyanlar.

ehl-i dalal / ehl-i dalâl

  • Sapıtanlar, yoldan çıkanlar.

ehl-i dalalet ve bid'a / ehl-i dalâlet ve bid'a

  • Dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışan, doğru ve hak yoldan sapmış olanlar.

ehl-i fesat

  • Bozgunculuk çıkaranlar.

ehl-i idlal / ehl-i idlâl

  • Yoldan çıkaranlar, saptıranlar.

ehl-i ilhad

  • Doğru meslek ve dinden, Hak yolundan çıkıp bâtıl yola sapan, imansızlar, dinsizler. (Farsça)

ehl-i ispat

  • Doğruyu ortaya çıkaran kimseler.

ehl-i kalb / اَهْلِ قَلْبْ

  • Kalb gözü açık Allah dostları.

ehl-i kıble

  • Kâbeyi kıble edinenler, müslümanım diyenler. İş ve sözünde açıkça küfür görülmeyen dalâlet (sapık) fırkalarında olanlar.

ehl-i kitab

  • Allah'ın gönderdiği kitaplara inanan. (Farsça)
  • Müslüman, Hristiyan veya Yahudi olan. (Hakiki Hristiyanlık veya Yahudilikten çıkmamış bulunan.) (Farsça)

ehl-i rivayet / ehl-i rivâyet

  • Dînî kaynaklardan hüküm çıkarırken Hicâz âlimlerinin yoluna tâbi olanlar. Bunlara; ehl-i hadîs, ehl-i eser de denir.

ehl-i tefsir

  • Kur'ân'ı yorumlayanlar, açıklayanlar.

ehlullah

  • Allah adamları, Allahü teâlânın emirlerine uyup, O'nun sevgisini ve ism-i şerîfini gönlünden hiç çıkarmayan evliyâ zâtlar.

ejah

  • Vücutta ve bilhassa ellerde çıkan ufak urlar, siğil, sivilce. (Farsça)

ejir

  • Akıllı, uyanık, açık göz. (Farsça)

ekid

  • Sağlam, metin, muhkem.
  • Sarih, kesin, açık, kat'i, muhakkak. Kuvvetli, te'kidli.

ekiden

  • Metin, muhkem ve sağlam şekilde.
  • Açık ve kesin olarak. Sarahaten ve kat'iyyen.
  • Mükerreren, tekrar olarak.

ekmam

  • (Tekili: Kimm) Tomurcuklar. Ağaç çiçeklerinin kapçıkları.

ekolali

  • yun. Psk: Sesleri taklit etme, yansıtma. Çocuk dünyaya geldiği zaman çevresinde konuşulan dilin seslerini çıkaramaz. Kendine mahsus sesleri çıkarır. Çevrede konuşulan dilleri dinleye dinleye çevredeki sesleri taklid etmeye başlar, bu taklid edebildiği sesleri sık sık tekrar eder. Meselâ: ba, ba, ba

ekremane

  • Ekremce, ekrem olana yakışacak şekilde. Çok elaçıklığıyle, cömertlikle.

ekşef

  • Açık nesne.
  • Savaşta kalkanı olmayan kimse.

elektron

  • yun. Atomda negatif yüklü zerrecik.

elest günü

  • Allahü teâlânın, Âdem aleyhisselâmı yaratınca, kıyâmete kadar gelecek olan zürriyetini (çocuklarını) zerreler hâlinde onun belinden çıkarıp onlara; "Ben sizin Rabbiniz değil miyim" diye hitâb buyurup, onların da; "Evet, sen Rabbimizsin" diye cevâb ve rdikleri gün, zaman.

elett

  • Dişi kökünden çıkıp düşmüş olan kişi.

elfaz-ı küfr / elfâz-ı küfr

  • Söylendiği zaman, îmânı gideren, müslümanlıktan çıkmaya sebeb olan sözler.

elim / elîm / اليم

  • Acıklı, üzücü.
  • Acı, acıklı. (Arapça)

elime / elîme / اليمه

  • Acı, acıklı. (Arapça)

emgaz

  • Kırmızı, kızıl nesne, ahmer.
  • Aşkar at.
  • Koyunu sağdıklarında süt ile birlikte kan çıksa "emgazeti'ş şât" derler.

emir ısdar edilmek: / emir ısdâr edilmek:

  • Emir çıkartılmak. (Arapça - Türkçe)

emred

  • Bâliğ olmamış (ergenlik çağına gelmemiş), sakalı çıkmamış parlak genç.

emt

  • Yüksek yer. Küçücük tepecikler.
  • Doldurma.

en'am / en'âm

  • Bazı Kur'an âyetlerinin veya sûrelerinin bir araya getirilmesiyle ortaya çıkarılan dua kitabı.

enban

  • Yiyecek çantası, heybe. Dağarcık adı verilen deri çanta. (Farsça)

enber

  • Kadın tuzluğu adı verilen ufacık kara yemiş.

enbuşe

  • Patates gibi yerden çıkarılan şeyler.
  • Ağaç kökleri.

enflasyon

  • Piyasaya gerektiğinden fazla kâğıt para çıkartmaktan dolayı paranın değeri düşüp fiyatların yükselmesi. (Fransızca)

enşat

  • Kovası, bir defa çekmekte çıkan, dibi yakın kuyu.

envar-ı vücud / envâr-ı vücud

  • Varlık nurları; Rabbiyle olan bağdan ortaya çıkan varlık nurları, ışıkları.

erbab

  • (Tekili: Rab) Sahipler.
  • Rabler, Terbiyeciler.
  • Bâtıl ilâhlar.
  • Türkçede diğer bir mânası: Maharet sahibi, elinden iyi iş çıkan kimse. Bir işin ehli.

erbab-ı fesahat

  • Dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması noktasında uzman olanlar.

erhab

  • Vâsi, geniş, açık.

erşem

  • Yemeğin kokusundan iştahı gelep karnı acıkan (adam).
  • Vücuduna iğne batırıp çivit ile şekil veya resim yapan adam.

erze

  • Samanlı sıva çamuru. (Farsça)
  • Çamdan çıkarılan zift. (Farsça)

eş'ari / eş'arî

  • Ehl-i sünnet vel-cemâat yolunun iki büyük imâmından biri. Ebü'l-Hasen Ali bin İsmâil Eş'arî. 879 (H. 266) yılında Basra'da doğdu. 941 (H. 330) yılında Bağdâd'da vefât etti.
  • Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdını Ebü'l-Hasen Eş'arî hazretlerinin açıkladığı şekilde öğrenip inanan.

esas-ı bahire / esas-ı bâhire

  • Açık ve âşikâr esas.

esbab-ı fesat ve ifsat

  • Fesat çıkarıcı ve bozucu sebepler.

esbab-ı ifsat

  • Fesat çıkarıcı ve bozucu sebepler.

esbab-ı inkişaf / esbâb-ı inkişaf

  • Gizli kalmış hakikatlerin ortaya çıkmasını sağlayan sebepler.

esef

  • Hüzün, gam, nedamet, pişmanlık. Daralmak. Elden çıkan bir şey için hâsıl olan üzüntü.

esef-nak

  • Hüzünlü, acıklı, esefli. (Farsça)

eser-i kast

  • Kasıt ve isteğin sonucu, bilerek ve isteyerek ortaya çıkan bir durum.

eser-i tasannu ve tekellüf

  • Yapmacık ve gösterişe dayalı eser veya sonuç.

eser-i tefsir / eser-i tefsîr

  • Tefsîr eseri; Kur'ân-ı Kerimi mânâ bakımından açıklayan, yorumlayan kitap.

eser-i telkin

  • Telkinlerin ortaya çıkardığı sonuç.

esha

  • (Sahi. den) Çok cömert, fazla eli açık, pek sahi kimse.

eshab-ı tahric / eshâb-ı tahrîc

  • Hanefî mezhebinde, kısa bildirilmiş olup, iki türlü anlaşılabilen hükümleri açıklayarak bir mânâsını seçen dördüncü tabaka âlimleri.

eshed

  • Becerikli, maharetli, mahir, açıkgöz, uyanık olan kişi.

eshel-i tarik

  • En çıkar yol. En kolay ve kestirme olan yol.

eşi'a

  • Şualar, ışınlar, bir kaynaktan çıkıp dağılan ince ışık hüzmeleri.

esir / esîr

  • Alemi kaplayan incecik madde.

esma-i mevsule / esmâ-i mevsule

  • Mânâsı kendisinden sonra gelen cümle içinde açıklanan ve bu cümleyi kendinden sonra gelen cümleye bağlayan kelimelerdir.

esma-i mevsule ve müpheme / esmâ-i mevsûle ve müpheme

  • Gr. ism-i mevsuller; mânâsı kapalı isimler; mânâsı kendisinden sonra gelen cümle ile açıklanan ve bir ismi başka bir cümleye bağlayan kelimedir.

esmah

  • Çok cömert, pek eli açık, en semahatli.

esvak

  • Uzun incikli.

etene

  • Hayvanlarda ana ile cenin arasındaki kan alış-verişini temin eden organ.
  • Bitkilerde yumurtacıkların yumurtalığa yapışık bulundukları doku.

evc-gir

  • Yükselen, yükseğe çıkan. (Farsça)

evhad / اوحد

  • Bir tane, biricik. (Arapça)

evhal

  • (Tekili: Vahal) Sıvalar, balçıklar, çamurlar.
  • Mekânlar, hâneler, evler, durulacak veya oturulacak yerler.

evliya-yı ümmet

  • İslâm ümmeti içinden velilik derecesine çıkanlar.

evzah / evzâh

  • Daha açık. Pek âşikâr. En vâzıh.
  • Daha açık.

faaliyet-i kudret

  • Allah'ın sonsuz kudretiyle ortaya çıkan fiiller, işler.

faci'

  • (Fâcia) Büyük belâ. Musibet. Acıklı. Elem verici hâdise. (Dram)

facia / fâcia / فاجعه

  • Acıklı olay.
  • Acıklı olay. (Arapça)
  • Felaket. (Arapça)
  • Dram. (Arapça)

facia-engiz / fâcia-engiz

  • Fâcialı. Çok acıklı.

facia-nüvis / fâcia-nüvis

  • Acıklı ve hazin tiyatro romanı yazan kimse. (Farsça)

faciat / fâciât / فاجعات

  • Acıklı olaylar, facialar. (Arapça)
  • Felaketler. (Arapça)

facir / fâcir

  • Açıktan günâh işleyen, haram ve günâha dalmış. Fâsık.
  • Kâfir.

faheka

  • Vurulduğu yerden kan çıkartan kılıç ve neşter parçası.

fakakı'

  • Su üstünde olan kabarcıklar.

fakam

  • Bir kimsenin ağzını yumduğunda alt dişlerinin öne çıkıp, üst dişleriyle üstüste gelmesi.
  • Dolmak, imtilâ olmak.

fakih / fakîh

  • Fıkıh âlimi. Dînin amelî (yapılacak işlerle ilgili) hükümlerinde mütehassıs âlim. Çoğulu fukahâdır.
  • Müctehid. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilmemiş olan hükümleri, açık ve geniş olarak bildirilenlere benzeterek meydana çıkarabilen derin âlim. İctihâd derecesine

falcı

  • Fala bakan, gaybı bildiğini iddiâ eden. Gaybı anlamak için güyâ bir takım vâsıtalara mürâcaat eden kimse. Atılan boncuk ve baklaya, koyunun kürek kemiğine ve sâir şeylere bakıp bunlardan manâ çıkarır görünen; gaybden haber verdiğini iddiâ eden kimse.

falıku'l-habbi ve'n-neva / fâlıku'l-habbi ve'n-nevâ

  • Tohum ve çekirdekleri çatlatıp açarak filiz çıkaran Allah.

faraş

  • (Feraşe. den galat) Süprüntüleri toplamağa ait kulplu kutu, kürekçik. Süpürge.

farat

  • Öne çıkan, geçen.
  • Issız yerlerde konan nişan ve işaret.
  • Kervan halkından önce su yerine varıp sakalık eden kimse.

faraziye

  • (Hipotez) Var sayma, kabul. Bir hâdiseyi, bir olayı açıklamak, bir düşünceyi isbat etmek için isbatı yapılmamış başka düşünceleri dayanak olarak alma. Müsbet ilimlerde araştırmanın bir merhalesini meydana getirir. İncelenen hâdiseyi açıklaması muhtemel olan faraziyeler düşünülür. Faraziyenin doğrulu

farfara / fârfâra / فَارْفَارَه

  • Hafif meşreb, gürültü çıkaran.

fariza / farîza

  • Namaz, oruç, zekât gibi kesin delil (mânâsı açık olan âyet-i kerîme) ile bildirilen emirler.
  • Miktârı bildirilen vârislerden her birine düşen hisse. Mîrâs payı.
  • Borç, vazife. Allah'ın açık emri olup, yapılması şart olan vazife.
  • Fık: Ölen bir kimsenin mirasından mirasçılara düşen hisse, pay.

farz

  • Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde yapılmasını açıkca bildirdiği emirler.

faş / fâş

  • Meydana çıkmış. Yayılmış.
  • Anlaşılmış olan.
  • Meydana çıkarma, açığa vurma.
  • Ortaya çıkmış.

fasahat / fasâhat

  • Doğru ve düzgün söyleyiş. Açık ve güzel ifadeli konuşma.
  • Güzel ve açık konuşma, uzdillilik, iyi söz söyleme kabiliyeti.

fasahat-perdaz / fasahat-perdâz

  • Güzel ve açık konuşan. Fasih konuşan. (Farsça)

fasid / fâsid

  • Bozguncu.
  • Doğru olmayan. Bozuk. Müfsid.
  • Yanlış olan.
  • Fık: Aslen sahih olup, vasfen sahih olmayan. Yani, kendi nefsinde meşru' iken gayr-i meşru' bir şeye yakınlığı sebebiyle meşru'iyyetten çıkan şeydir. İbadet hususunda fâsid ile bâtıl aynı şeydir. Meçhul bir şeyi sat

fasid-faside / fâsid-fâside

  • Kötü, fena, yanlış, bozuk.
  • Münafık, fesad çıkaran.

fasih / fasîh / فَص۪يحْ

  • Fasahat sâhibi. Hatasız olarak söyleyen. Açık ve güzel konuşan.
  • Güzel, açık ve düzgün.
  • Açık ve güzel konuşan.

fasihane / fasîhane

  • Fasahatli, fasih olana yakışır tarzda. Açıklıkla. (Farsça)

fasık / fâsık

  • Açıkça günah işlemekten çekinmeyen, âsî, günahkâr mü'min.

fasık-ı mütecahir / fâsık-ı mütecahir / fâsık-ı mütecâhir

  • Açıktan açığa kimseden sıkılmadan günah işleyen; işlediği günah ile övünen.
  • Açıktan açığa kimseden sıkılmadan günah işleyen. İşlediği günah ile övünen günahkâr kimse. (Böylelerin aleyhinde konuşmak gıybet sayılmaz.)

fasıkımütecahir / fâsıkımütecâhir

  • Açıkça günah işlemekten utanmayan.

fasl-ı hitab / fasl-ı hitâb

  • Kolay, açık ve anlaşılır söz söyleme.

fatanet

  • (Fetânet) Zihin açıklığı. Çabuk kavrayış ve anlayış. Sağlam anlayış. Fıtnetlik.
  • Müteyakkız oluş.
  • Peygamberlerin sıfatlarından biridir.

fatın

  • (Fıtnat. dan) Fıtnat sahibi, zihni açık, uyanık. İleri derecede akıllılık.

fatin

  • (Fitne. den) Fitne çıkaran. Dinden çıkarıp azdıran. İğfâl eden.

faza'

  • Sıkmak.
  • Çıkarmak.
  • Almak.

feca

  • Kirişi çıkmış yay.

fecaat / fecâat

  • Acıklı durum.

fecc

  • (Çoğulu: Ficâc) Açık yer. İki dağ arasındaki geniş yol. Tarik-i vâsi'.

fecet

  • Acıklı hâl.

feci / fecî

  • Kötü, acıklı.
  • Çok acıklı.

feci hadise / feci hâdise

  • Çok üzücü ve acıklı olay.

feci' / fecî'

  • Çok acı veren, acıklı.

fecva

  • Kirişi çıkmış ve ayrılmış olan yay.

feda

  • Gözden çıkarma, uğruna verme.
  • Kurban.

feda etmek

  • Uğruna her şeyi gözden çıkarmak.

feda'

  • Kurban.
  • Uğruna verme, gözden çıkarma.
  • Bir yere toplanmış arpa, buğday veya hurma.
  • Hurma ve üzüm kurutulan yer.

fekk

  • Açmak. Ayırmak.
  • Kırmak.
  • Kaldırmak.
  • Kesmek.
  • El ve bilek, yerinden burkulup çıkmak.
  • Rehin verilen şeyi kurtarıp çıkarmak.
  • Köle azadetmek.
  • Pir-i fâni olmak.

feletat

  • Lisanın döküntüleri, iradesiz ağızdan çıkan söz veya kelime.
  • Ansızlık.
  • Her ayın son geceleri.

felfak

  • Ağaç dibinden çıkan budağın yaprağı.

felsefe-i beyan

  • Beyan İlmindeki kaidelerin vaz'ediliş sebeb ve gayelerinin açıklanması.

felsefe-i maddiye

  • Her şeyi maddede arayan ve madde ile açıklamaya çalışan felsefe.

fely

  • Bit toplamak.
  • Şiirin ince mânâlarını çıkarmak.
  • Kesmek.
  • Kılıç ile vurmak.

fena / fenâ

  • Tasavvuf ilminde bir terim. Kendini yok görmek. Mâsivâyı, Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmak, mahlûkların (yaratılmışların) sevgi ve düşüncesini gönülden çıkarmak. Allahü teâlâyı çok zikir (anma) netîcesinde meydana gelen kendini unutma hâli.

fena-i kalb / fenâ-i kalb

  • Mahlûkların (yaratılmışların) varlığını, sevgisini kalbden çıkarmak. Kalbin Allahü teâlâdan başka hiç bir şeyi bilmemesi ve sevmemesi, unutması.

fer'

  • Şube, kol. İkinci derecede olan. Dal budak.
  • Bir aslın neticesi.
  • Bir cemaatın şerefli ve daha meşhuru.
  • Kazancı olan mukayyed mal. Hâzır ve muhâfaza altında olan.
  • Yükseğe çıkmak ve iki nizalı olanın arasına girip ıslah etmek.
  • Asıl mes'eleden kollara ayrı

ferah

  • Bol, geniş, vâsi'. Fazla, ziyade. Açık. (Farsça)

ferah-dest

  • Eli açık, cömert. (Farsça)

feramuş

  • Unutma, hatırdan çıkarma. (Farsça)

feraşe

  • Pervane denilen kelebek.
  • Kilit damağı.
  • Su gittikten sonra yer üstünde kalıp kuruyan balçık.
  • Az su.
  • Hafif kimse.

ferce

  • Gamdan ve tasadan kurtulmak.
  • Kurtuluş.
  • Şiddetten kurtulmak.
  • Yarık, şak.
  • Girecek yer, medhal.
  • Açıklık, ferahlık.

ferdiyet zamanı

  • Bireysellik dönemi; büyük velîlerin çıktığı zaman.

ferh

  • Civciv. Tavuk veya kuş yavrusu.
  • Nebatların diplerinde çıkan filiz.

ferhal

  • Karışık ve kıvırcık olmayan uzun saç. (Farsça)

ferid / ferîd / فرید

  • Biricik, tek. (Arapça)

ferid-i asru'z-zaman / ferîd-i asru'z-zamân

  • Asrın ve zamanın biricik, benzersiz insanı, doğrudan Kur'ân'a dayanan büyük kişisi.

ferid-i kevn ü zaman / ferîd-i kevn ü zaman

  • Bütün varlıkların en değerlisi ve bütün zamanlarda biricik ve tek olan.

ferid-i te'lif

  • Edb: Bir cümledeki tertibin mâna çıkmayacak derecede karışık oluşu.

ferman-ber

  • İtaatli ve muti olan. Hakkında emir çıkarılan. Fermanlı.

ferman-ı mübin / fermân-ı mübîn

  • Hayrı ve şerri, iyiyi ve kötüyü açıklayan ve bildiren emir, buyruk.

ferruh-fal / ferruh-fâl

  • Bahtı açık, şanslı, talihli, uğurlu.Ferruhî : f. Mübareklik, uğurluluk, meymenet. (Farsça)

fersah

  • Uzunluk ölçüsü birimidir, iki çeşittir: Deniz fersahı: 5555 m. Kara fersahı: 4444 m.
  • İki şey arasındaki açıklık.
  • Sükun ve hareket arasındaki vakit.
  • Zaman. Saat.
  • Dâimî ve çok olup aslâ kesilmeyen şey.

fesad-engiz

  • Fesad koparan. Fesad çıkaran. Karışıklık çıkaran.

fesad-ı te'lif

  • Edb: Bir cümlede yapılan tertibin mâna çıkmayacak derecede bozuk ve karışık oluşu.

feşafeş

  • Hışıltı. (Farsça)
  • Atılan okun, havada giderken çıkardığı ses. (Farsça)

fesahat / fesâhat / فَصَاحَتْ

  • Dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması.
  • Açık ve düzgün konuşma.
  • Sözün açık ve hatasız olması.

fesahat-i harika

  • Sözün hayranlık verici şekildeki düzgünlük, açıklık ve akıcılığı.

feşar

  • Sıkıcı. Sıkan. Sıkıp suyunu çıkaran. (Farsça)

fesh

  • Bozmak. Hükümsüz bırakmak. Kaldırmak.
  • Zayıf olmak.
  • Bilmemek. Cehil.
  • Re'y ve tedbiri ifsad eylemek.
  • Zaif-ül akıl. Zaif-ül beden.
  • Tembellik yüzünden gayesine erişemeyen.
  • Unutmak.
  • Tıb: Beden âzalarının mafsallarını yerinden çıkarıp ayırmak

fesih / fesîh

  • (Füshat. den) Açık, geniş.

fesr

  • Beyan etmek, açıklamak.
  • Tabibin suya bakması.

feşş

  • Eritmek.
  • Süt sağmak.
  • Çıkarmak.
  • Yabani olan keçiboynuzu ağacının yemişi.

fetanet / fetânet

  • Zihin açıklığı, çabuk kavrayış ve anlayış.
  • Fatinlik, zihin açıklığı, zihnin yaratılıştan bir şeyi çabuk ve iyi anlamak hususundaki istidadı, zeyreklik.
  • Zihin açıklığı, çabuk kavrayış.

feth-i mübin

  • Açık ve parlak zafer. Hakkı, bâtılın tahakkümünden kurtaran veya birbirine zıd olan hak ile batılın karışıklığını ayırarak hakkı galip kılan feth ve zafer Bu zafer, harp ile olabileceği gibi harpsiz de olur. (Hakikatın ve ilmin galebesi gibi.)Fetih suresinin birinci âyetinde geçen "Feth-i mübin"in i
  • Açık ve parlak zafer.

feth-i suver

  • Suretlerin meydana çıkışı. Her mahlûkun Allah'ın ilim, irade ve kudretiyle en münasib şekilde suretlerinin açılışı.

fetil / fetîl

  • Yaralara konulan tiftik.
  • Lâmba fitili.
  • Deriden çıkan kir.
  • Örgü.

fetk

  • Zamanını gözeterek açıktan adam öldürmek.
  • Yaralamak.
  • İnadetmek.

fettan

  • Fitneci. Kurnaz. Fitne çıkaran. Karıştıran.
  • Hırsız.
  • Şeytan.
  • Altın eriten kuyumcu.

feveran / feverân

  • Çıkma, fışkırma.
  • Fışkırma, hızla çıkma.

fevt

  • Ölüm, mevt.
  • Kaybetme. Elden çıkarma. Kaçırma. Bir şeyin bir daha ele geçmiyecek şekilde elden çıkması.
  • Bir daha ele geçmemek üzere kaybetmek, elden çıkarma, kaçırma,
  • Ölüm.

feza

  • Yıldızlar arasındaki geniş boşluk. Gökyüzü.
  • Yer geniş olmak.
  • Açık sahra.
  • Saha.
  • Yerde akan su.
  • Rahim içinden çıkan su.

fial

  • Çocuk oyunudur. (Bir şeyi toprak içinde gizleyip sonra taksim edip "hangimizin hissesinde çıkar" diye ararlar.)

fıkıh usulü / fıkıh usûlü

  • Fıkıh bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nâsıl çıkarıldığını öğreten ilim.

fıkra

  • Kısa yazı, küçük hikâye, nükteli hikâyecik.

fırak-ı fesadiye

  • Fesat, bozugunculuk çıkaran gruplar.

fırat

  • Ön Asya'nın en büyük nehridir. Diyadin civarında çıkar, Anadolu'nun doğu taraflarına kadar gelip Mezopotamya'yı dolaştıktan sonra Irak'ta Dicle ile birleşerek Basra Körfezi'ne dökülür.

firavuncuk

  • Küçük bir Firavun; kendini Firavun gibi ilâh seviyesine çıkaracak derecede büyük gören.

firavuncuklar

  • Kendini Firavun gibi ilâh seviyesine çıkaracak derecede büyük görenler.

firaz

  • Yukarı, yüksek. (Farsça)
  • Çıkış, yokuş. (Farsça)
  • Kaldıran, yükselten, yücelten. (Farsça)

firuze

  • Nişabur'da çıkan açık mavi renkli ve kıymetli bir taş.

firuze-fam

  • Açık mavi renkli, gök renkli.

firuzefam / fîrûzefâm / فيروزه فام

  • Turkuaz, açık mavi. (Farsça)

fısk

  • Haddini tecavüz. Günah. Haktan ayrılmak.
  • Fık: Allah'ın emirlerini terk ve O'na isyan etmek ve doğru yoldan sapıp çıkmak. Böyle olanlara şeriat dilinde "fâsık" denir.
  • Hak yolundan çıkmak, Allah'a karşı isyan etmek.
  • Sefahete dalma, ahlâksızlık, gü-nahkârlık.

fitne / فتنه

  • Azgınlık ve bozgunculuk; baştan çıkarma.
  • Bölücülük, kargaşa çıkartma. (Arapça)
  • Sıkıntı. (Arapça)

fitne-amiz / fitne-âmiz

  • Fitne çıkaran, fesat karıştıran. (Farsça)

fitne-engiz

  • Fitne çıkaran. (Farsça)

fitne-i azime / fitne-i azîme

  • Ahlâkta ve toplum düzeninde büyük çaplı azgınlık ve bozgunculuğun çıkması.

fitne-i mühimme

  • Ahlâkta ve toplum düzeninde büyük çaplı azgınlık ve bozgunculuğun çıkması.

fitne-kar / fitne-kâr

  • Ortalığı bozmağa çalışan. Fitneci. Fesâd verici. Fitne çıkarmak isteyen. (Farsça)

füccar / füccâr

  • (Tekili: Fâcir) Günahkârlar. Açıktan günah işleyenler.
  • Günahkârlar, açıktan günah işleyenler.

fücre

  • Suyun çıkıp aktığı yer.

fuhş

  • Çirkin söz. İş ve ayb şeyler. Çirkin olan işleri başkalarına açık kelimelerle anlatmak.

fukka'

  • Ekseriya şerbet içilen kap.
  • Yağmur suyunun üstünde olan kabarcık ve köpük.

fürce / فُرْجَه

  • Medhal, girecek yer, boşluk, açıklık, çatlaklık.
  • İki şey arasındaki açıklık, yarık.

furkan-ı mübin / furkan-ı mübîn

  • Hak ile bâtılı tam olarak ayıran ve açıklayan Kur'ân.

füruat

  • Kökten ayrılan kısımlar. Füru'lar. Esastan olmayıp geniş bilgide ortaya çıkan mes'eleler.

füshat

  • Vüs'at, genişlik, açıklık.

fütuh

  • (Tekili: Feth) Fetihler.
  • (Çoğulu: Fütuhât) Açılmak.
  • Yardım.
  • Lütf-u İlâhîye ulaşmak.
  • Zafer. Galibiyet.
  • Açıklık. Gönül ferahlıkları.

fütüvvet-mend

  • Elaçıklık, cömertlik. (Farsça)

fuzuh

  • Gizli işlerin zahir olup açığa çıkması.

fuzuli / fuzulî

  • Fazladan olup boşu boşuna söylenen söz. İşe yaramayan. Boşu boşuna.
  • Boşboğaz. Ahmak. Vazifesinden hariç lüzumsuz şeye teşebbüs eden.
  • Haksız olarak fiile çıkarılan iş.
  • Fık: Şer'î izin olmadığı halde diğer bir kimsenin hakkında tasarruf eden kimse.
  • Büyük bir şâi

gafve

  • Azıcık uyumak.

gaile açmak

  • Sıkıntılı ve uğraştırıcı bir şeyler ortaya çıkarmak.

galebe / غلبه

  • Baskın çıkma, ağır basma. (Arapça)
  • Kalabalık. (Arapça)

gamus

  • Şiddetli emir.
  • Süngü ile vurup, ucunu diğer taraftan çıkarmak.
  • Karnındaki yavrusu belli olmayan deve.

ganiyy-i muğni / ganiyy-i muğnî

  • Bütün varlıkların ihtiyaçlarını karşılayan ve her varlığın zenginliği Kendisinin tükenmez hazinesinden çıkan ve hiçbir şeye muhtaç olmayan sınırsız zenginlik sahibi Allah.

garin / garîn

  • Havuz dibinde olan balçıklı su.
  • Her nesnenin kap dibinde kalan çöküğü, tortusu.

gava

  • Yoldan çıkmış. Yolunu şaşırmış. Azgın.

gavun

  • (Tekili: Gavi) Azgınlar, azmışlar, doğru yoldan çıkıp dalâlete düşmüş olanlar.

gayr-ı sarih

  • Açık olmayan.

gays

  • İmdad. Yardım.
  • Yağmur.
  • Yağmurla meydana çıkan çayır.

gazete

  • Genellikle günlük çıkan ve büyük boy olan neşriyat organı. (Fransızca)

gaziz / gazîz

  • Gılâfından yeni çıkan çiçek.
  • Taze.

gazra

  • Ucuzluk.
  • Hayır.
  • Özlü balçık.

gil / گل

  • Kil, çamur, balçık.
  • Su ile ıslanmış toprak, balçık. Lüleci çamuru, kil. (Farsça)
  • Çamur, balçık. (Farsça)
  • Kil. (Farsça)

gırbil

  • Havuzun dibinde kalan balçıklı su.
  • Bardak ve şişenin dibinde olan tortu.

girdab-ı inkar / girdâb-ı inkâr

  • İnkâr girdabı, çıkmazı.

girift

  • Yakalama, tutma. (Farsça)
  • Dolaşık. Birbiri içine girik. Girintili çıkıntılı, karışık. (Farsça)
  • Motifleri birbirine girik ve içiçe geçme olan tezyinat tarzı. Buna aynı zamanda arabesk de denilir. (Farsça)
  • Türk musikisinin nefesli sazlarından olup, bugün unutulmak üzeredir. Ney'e benzer. Girift ç (Farsça)

girive / girîve / گریوه

  • (Girve) Çıkmaz yol. Çıkmaz sokak. (Farsça)
  • İçinden çıkılması müşkül olan durum. (Farsça)
  • İçinden çıkılmaz karışık durum.
  • Çıkmaz yol, sokak.
  • Çıkmaz, sorun. (Farsça)
  • Geçit. (Farsça)

gırs

  • (Çoğulu: Egrâs) Dikilmiş ağaç.
  • Çocukla birlikte anadan çıkan ince deri.

girye-feşan

  • Acıklı acıklı ağlayan, gözyaşı saçan. (Farsça)

gıslin / gıslîn

  • Yara yıkandığında içinden çıkan irinli ve kanlı su.
  • Cehennem ehlinin etleri ve kanlarının yıkandığı nesne.

gonce-i ab / gonce-i âb

  • Yağmur yağarken suyun yüzünde meydana gelen kabarcık.

gudde

  • Tıb: Bez. Vücudun muhtelif yerlerinde, hususan boyunda bir nevi vücuda lazım su çıkaran depocuk. Şiş.

gülçe

  • (Gül-çe) Küçük gül, gülcük, çiçekçik. (Farsça)

gulgul

  • Bağrışıp çağrışma. Şamata, gürültü. Velvele.
  • Ağız tarafı dar olan bir kabdan akan suyun çıkardığı ses.

gülgun

  • Pembe, açık kırmızı. Gül renkli. (Farsça)

gümrah / gümrâh / كُمْرَاهْ / گمراه

  • Yolunu kaybetmiş, yoldan çıkmış.
  • Yoldan çıkmış. (Farsça)

gümrahi / gümrahî

  • Sapıtma, doğru yoldan çıkmış olma. (Farsça)

günbed

  • Kümbet, kubbe, üst tarafı yuvarlak şekilde olan bina veya çıkıntı. (Farsça)

gunne

  • Genizden söylemek, sesi burnundan çıkarır gibi okumak. Burundan gelen ses. (Tecvidde harfin vasıflarındandır)

gureba-i yemin

  • İbrahim paşa, Galata ve Edirne saraylarından çıkanlarla, harpte fevkalâde yararlık gösteren yabancılar ve yeni Müslüman olmuşlardan teşkil olunan iki süvari bölüğünden birinin ismidir. Bu iki bölüğe birden "Gureba-i Yemin ve Yesar Bölükleri" denildiği gibi "Garip ve Yiğitler Bölükleri" veya "Aşağı B

gurre

  • Parlaklık. Her şeyin başlangıcı. Bu cihetle, kameri ayların ilk günlerine gurre-i şehr denilmiştir. Köleye, cariyeye ve malların en güzidelerine, gurret-ül emval denir. Güzel parlak yüze, vech-i agarr; açık ve nurani alına, cebhe-i garra denir ki, aynı asıldan müştaktırlar.
  • Fık: İska

güşade

  • Ferah, şen, Açılmış, açık. (Farsça)

güşade-dest

  • (Çoğulu: Güşadedestân) Civanmert, cömert, eli açık. (Farsça)

güşade-destan / güşade-destân

  • (Tekili: Güşadedest) Cömertler, civanmertler, eli açıklar. (Farsça)

güşayiş

  • Açıklık, açılış, açılma. (Farsça)

güşayiş-i hatır / güşayiş-i hâtır

  • Gönül ferahlığı, iç açıklığı.

güşayiş-i heva / güşayiş-i hevâ

  • Havanın açıklığı.

gute

  • Su içine bir defa dalıp çıkma, suya dalma. (Farsça)

habbat / habbât / حبات

  • Hava kabarcıkları. (Arapça)
  • Haplar. (Arapça)

habbül büluğ

  • (Habb-ül büluğ) Erginlik çağındaki erkek ve kız çocukların yüzlerinde ve alınlarında çıkan sivilceler.

habetıktık

  • Atın tırnağı taşa dokunduğunda çıkan ses.

habs

  • Hapis, alıkoyma, bir yere kapatıp dışarı çıkarmama. Salıvermeme.
  • Zaptetme, tutma.

habt-i a'mal / habt-i a'mâl

  • İrtidad eden, yâni dinden çıkan bir kimsenin, dindar iken yapmış olduğu ibadetlerinin ibtâl olup sevapsız kalması.

habul

  • Hurma ağacına çıkarken kullanılan urgan.

hacc-ı kıran

  • Hac ile ömreye birlikte niyet ederek ihrâm giyip, ömrenin vazîfelerini yaptıktan sonra ihrâmını (hac elbisesini) çıkarmayarak aynı elbise ile hac vazîfelerini de yapmak. Bu haccı yapana kârin hacı denilir.

had'a

  • Kamçıdan çıkan ses.

hadba'

  • (Çoğulu: Hudeb) Kalçaları sıyrılıp çıkan zayıf dişi deve.

hadd-i evsat

  • Man: Hadd-i asgar ile hadd-i ekberden çıkartılan diğer bir hüküm veya netice. Meselâ: Âlem hâdistir. Bunu, bu dâvayı isbat için: "Çünkü: Âlem mütegayyerdir ve her mütegayyer hâdistir" dediğimizde: Âlem, "hadd-i asgar"; hâdis, "hadd-i ekber", mütegayyer, "hadd-i evsat" olur.

hadim ağası

  • Erkekliği yok edilmiş olan. Böyle kimselere "Tavaşi" de denilirdi. Bu gibiler, yabancı erkekler için mahrem sayılan harem dairesine girip çıktıkları ve muhafaza ile beraber harem hizmetini de gördükleri için kendilerine "Hâdim Ağası" adı verilirdi.

hadis-i muhkem / hadîs-i muhkem

  • Te'vîle (yoruma, açıklamağa) muhtaç olmayan hadîs-i şerîfler.

hadis-i müteşabih / hadîs-i müteşabih / hadîs-i müteşâbîh

  • Mânâsı açık olmayan ve yorumlanabilir olan hadîs-i şerif.
  • Te'vîle (açıklamaya, yorumlamaya) muhtâç olan hadîs-i şerîfler.

hadişe / hâdişe

  • Derisi parçalandığı halde kan çıkmayan yara.

hafer

  • Çukurdan çıkartılan toprak.
  • Dişin çürümüş kısmı veya kiri.

hafhafa

  • (Çoğulu: Hafâhıf) Köpeğin, yemek yerken ses çıkarması.
  • Sırtlan sesi.

hafi / hafî

  • Gizli. Açıkta olmayan. Saklı.
  • Fık: Sigasından dolayı değil, bir ârızadan dolayı mânası kapalı kalan lafız.
  • Gizli, kapalı.
  • Usûl-i fıkıh ilminde, mânâsı açık olduğu hâlde söyleyenin maksadını ifâde etme husûsunda kapalı, gizli söz.
  • Tasavvufta âlem-i kebîrdeki beş latîfeden biri.

hafif-i kebuter

  • Güvercinin uçarken çıkardığı ses.

hafiye

  • (Çoğulu: Havâfi) İnsan bedeninde gizli olan can.
  • Kuş kanadında ebâhirden sonra olan dört kısacık yeleklerin her birisi.
  • Gizli, mestur.

hafıza / hâfıza

  • Hıfz etme (ezberleme) ve hatırda tutma kuvveti. His organları ile duyulmayan fakat duyulanlardan çıkarılan mânâları saklayan mânevî duygu merkezlerinden biri.

hafk

  • Naldan çıkan ses.

hakikat-i bahire / hakikat-i bâhire

  • Ap açık hakikat, gerçek.

hakk-ı sarih

  • Açık hak.

halal / halâl / خلال

  • Dostluk, ahbaplık.
  • İki şey arasında açıklık olma.
  • Dostluk.
  • İki nesne arası açık olmak.
  • Mesafe, aralık, açıklık. (Arapça)

halalet

  • İki şeyin arası açık olmak.
  • Dostluk. Samimi dostluk.

halel

  • Bozukluk. Eksiklik.
  • Başkası tarafından verilen zarar.
  • İki şeyin aralığı. Boşluk. Açıklık.

halet-i nez' / hâlet-i nez'

  • Ölürken rûhun çıkacağı an.

hall

  • Çözme. Çözülme. Karışık bir mes'elenin içinden çıkma.
  • Anlayıp karar vermek. Neticelendirmek.
  • Susam yağı.
  • Ezmek.
  • Açmak.
  • Dühul etmek, girmek.

hall ü fasl

  • Çözme ve ayırma. Açıklayarak bitirme. Bir mes'eleyi müsbet bir neticeye bağlama.

hallak-ı alim / hallâk-ı alîm

  • Küçük büyük, gizli açık, geçmiş ve gelecek her şeyi hakkıyla bilen ve kâinatta her şeyi yaratan Allah.

halz

  • Kabuğunu çıkarmak, derisini soymak.

hama'

  • Kara balçık.

hamas

  • Verem.
  • Yumuşaklıkla ve kolaylıkla bir şeyi çıkarmak.

hame

  • Balçık, çamur

hame'

  • Uzun müddet su ile yumuşayıp değişmiş cıvık ve kokar çamur. Balçık.

hamein mesnun

  • Değişken balçık.

hamhama

  • Atın yulaf ve su gördüğünde çıkardığı ses.

hamie

  • Balçıklı, çamurlu.

hamiş / hâmiş

  • Hâşiye, açıklayıcı not.

hamiyet-i islamiye / hamiyet-i islâmiye

  • İslâmın değerlerini koruma ve sahip çıkma gayreti.

hamuşane

  • Sessizce, ses çıkarmadan. Sessizliği andırır bir şekilde. (Farsça)

hamza

  • Abdulmuttalib'in oğlu olup, Resulüllah'ın (A.S.M.) amcasıdır. Önceleri, İslâm dinine karşı olanlarla beraberdi. Ebucehil'in İslâm düşmanlığını çok ileri götürmesi karşısında, imana girip Ebucehil ve din düşmanlarına karşı çıktı ve İslâm'a büyük hizmetleri oldu. Uhud Gazası'nda 57 yaşında iken şehid

hangar

  • Eşyayı muhafaza etmek için yapılan üstü örtülü, yanları açık yer. (Fransızca)
  • Uçakları barındırmaya mahsus garaj. (Fransızca)

hanin-i hazin

  • Acıklı sızlanma.

har

  • (Her) Merkep, himar, eşek. (Farsça)
  • Çay ve havuz diplerinde olan balçık. (Farsça)
  • Mc: İdraksiz kimse. (Farsça)
  • Kargaşa. (Farsça)

haram / harâm

  • Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde yapmayınız diye açıkça yasak ettiği şeyler.

harat

  • Davarın memesinde olan bir hastalık. (Sütün parça parça, ufanmış gibi çıkmasına sebep olur)

harbcu

  • Kavga çıkarmaya istekli olan, savaş arzu eden.

harc

  • Gider, sarfiyat, bir iş için kullanılan madde.
  • Vergi.
  • Çıkmak.
  • Yeni çıkan bulut.
  • Yemâme vilayetinde bir yer.
  • Ecir.
  • Buğday. (Dinimizde lüzumsuz harcamak, israf haramdır. Zillet ve fakirliğe sebeptir.)

harcıalem / harcıâlem / خرج عالم

  • Herkese açık, herkese uygun.

hareket

  • Kımıldanma. Davranış. Yola çıkmak. Bir cismin sabit bir noktaya göre yerinin veya durumunun değişmesi. Sarsıntı.

hareket-i dahil / hareket-i dâhil

  • Tar: Kanuni Sultan Süleyman zamanında Süleymaniye medreselerinin binasından sonra onikiye çıkarılan tarik-i tedris (okutma yolu) silsilesinin dördüncü mertebesindeki müderrislerine verilen bir ünvandır.

hareket-i milliye

  • Birinci Dünya Savaşının ardından İstanbul'u işgal eden İngilizler'e karşı ortaya çıkan direniş hareketi.

harf

  • Ağızdan çıkan her bir sese âit verilen işaret. Alfabeyi meydana getiren şekilli çizgilerden herbiri.
  • Müstakil bir mânâya değil de başka harflerle birleşerek, başka muayyen ve müstakil çok mânaların ifadesi için kullanılan şekil. Başkasının mânalarını gösteren işaret.
  • Vecih, ü

harısa

  • İnsanın başında veya yüzünde kan çıkmaksızın yalnız deri yırtılmış olarak peyda olan yara.

harisa / harîsa

  • Yağmuruyla yer yüzünü süpürüp gideren bulut.
  • Kan çıkmayan azıcık baş yarığı.

harita

  • yun. Yeryüzünün veya bir parçasının belli bir ölçüye göre küçültülerek muvafık bir yere çizilen taslağı.
  • Dağarcık, kulplu kese.

harmed

  • Kokusu ve rengi değişen.
  • Kara balçık.

harrat

  • Doğramacı, çıkrıkçı. Tornacı.

hars

  • Tahmin etmek.
  • Yalan söylemek.
  • Acıkmak.

hart

  • Katı katı ovmak.
  • Davarın yulaf yerken çıkardığı ses.

harun-u fesahat / hârûn-u fesâhat

  • Hz. Hârun'un (a.s.) çok güzel ve açık konuşması.

hasasa

  • (Çoğulu: Hasâs) Fakirlik.
  • Hali yaramaz olmak.
  • Küçük delik.
  • İki kişinin arasındaki açıklık.

hasbe

  • Kızamık hastalığı. Tane tane gövdede çıkan bir hastalıktır. (Hasta kişiye "mahsub" derler.)

hased

  • Kıskanmak, çekememek. Allahü teâlânın bir kimseye ihsân ettiği nîmetin, onun elinden çıkmasını istemek. Zararlı bir şeyin ondan ayrılmasını istemek, hased olmaz, gayret olur.

haşerat

  • Küçük böcekler; Karınca, akrep, yılan gibi hayvancıklar.
  • Değersiz ve zararlı adamlar.

hashas

  • Zâhir olma, açık ve âşikâr olma, görünme.

haşhaş

  • Kapsüllerinden uyuşturucu bir madde olan afyon; tohumlarından da yağı çıkarılan bir bitki.
  • Hazırlıklı.
  • Silâhlı ve zırhlı topluluk.

hashasa

  • Açık ve âşikâr olma.
  • Bir şeyi diğer bir şey içinde "iyice birleşmesi için" karıştırıp sallama.

hasib / hasîb

  • Cömert kimse. Hayır sahibi ve eli açık adam.
  • Bolluk yer, ucuzluk.

hasıl / hâsıl / حاصل / حَاصِلْ

  • Husûle gelen, peyda olan, çıkan, üreyen.
  • Meydana gelme, ortaya çıkma.
  • Peyda olan. Husule gelen. Çıkan, meydana gelen.
  • Ortaya çıkan, ürün.
  • Ortaya çıkan, var olan. (Arapça)
  • Hâsılı: Kısacası, sonuç olarak. (Arapça)
  • Hasıl etmek: Meydana getirmek, ortaya çıkarmak. (Arapça)
  • Hâsıl olmak: Ortaya çıkmak, var olmak. (Arapça)
  • Ortaya çıkan.

hasıl etmek

  • Meydana getirmek, ortaya çıkarmak.

hasıl-ı bilmasdar / hâsıl-ı bilmasdar

  • Bir şeyin kaynağından ortaya çıkan, gerçek tesir sahibinden meydana gelen sonuç; varmak fiili masdar, acı ise hâsıl-ı bilmasdardır.
  • Hakiki müessirden hâsıl olan fiildir. Kendi sebeb ve şartlarından meydana gelen şey. Meselâ: Bir şeye vurmak, masdardır; o vurmaktan hâsıl olan ses çıkmak, hâsıl-ı bilmasdır'dır. Tüfek atarak bir adamı öldürmekte tüfek atmak fiili, masdar: adamın ölmesi ve tüfeğin sesi çıkması da hâsıl-ı bilmasdar'd

hasıl-ı darb / hâsıl-ı darb

  • Mat: Çarpım. Çarpmak işinin neticesi. 5 sayısı 2 sayısıyla çarpılırsa, çıkan 10 sayısı, hâsıl-ı darbdır.

hasılat-ı safiye / hâsılat-ı sâfiye

  • Sâfi kazanç. Net kâr. Bütün masraflar çıktıktan sonra kazanç olarak geri kalan hâsılat.

hasılıbilmasdar / hâsılıbilmasdar

  • Masdarla oluşan fiilin uygulanmasından çıkan sonuç.

haşiye / hâşiye

  • Dipnot, açıklayıcı not.
  • Sayfanın altındaki açıklama yazısı.

hasiyy

  • Hayası çıkarılmış, hadım edilmiş, burulmuş (insan veya hayvan).

hasr

  • Göz kapağında sivilce çıkmak.

haşr

  • (Haşir) Toplanmak, bir yere birikmek.
  • Toplama, cem'etmek.
  • Kıyametten sonra bütün insanların bir yere toplanmaları. Allahın, ölüleri diriltip mahşere çıkarması. Kıyamet.
  • Bir tohumun içinden büyük ağaçlar çıktığı gibi, her bir insanın acb-üz zeneb denilen bir nevi çekir
  • Toplama.
  • Ölüleri diriltip mahşere çıkarma.
  • Kur'ân'-ın 59. sûresi.

haşrece

  • Ölüm anında can çekişmekte olan bir kimsenin çıkardığı hırıltı.

hatem

  • Çok cömert ve eli açık adam.

hatim / hatîm

  • Kâbe'nin şimâl (kuzey) duvarı hizâsında yarım dâire şeklindeki duvarcık ile Kâbe-i muazzama arasında kalan yer.

hatreşe

  • Çekirgenin bir şeyi yerken çıkardığı ses.

hatt

  • Sınır. Çizgi. Hudud.
  • Yazı. El yazısı.
  • Nâme. Mektup.
  • Gençlerde yeni çıkan bıyık veya sakal.
  • Çizgi gibi uzanan belirsiz hafif yol.
  • Deniz yalısı.
  • Gemilerin hareketteki istikameti.
  • Parmağın onikide biri olan bir ölçü.
  • Ferman, buyruk

hatt-aver

  • Sakalları yeni çıkmaya başlayan genç.

hava

  • (Hevâ) Hava. Dünyayı çeviren atmosfer. Cevv. Yer ile gök arası.
  • Hafif yel.
  • Bir binanın üzerine kat çıkma hakkı.
  • Bir yerin hâli ve sıhhat bakımından durumu.
  • Müzikte ezgili ses, sadâ.

havadar / هوادار

  • Açık mekanlı (Farsça)

havafi

  • Kuş kanadında ebâhir yeleklerinden sonra olan dört kısacık yelekler.

havarık

  • (Tekili: Hârika) Acib ve garip olan hâdise. İnsanda hayret ve hayranlık uyandıran şeyler.
  • Okun nişanı delerek öbür tarafından çıkıp gitmesi.

havaşi

  • (Tekili: Hâşiye) Bir yazının kenarına eklenen not veya açıklamalar. Hâşiyeler, derkenarlar.
  • Maiyet adamları.

havza

  • Coğ: Açık ve düz deniz kıyısı. Kenar.
  • Memleket.
  • Taraf.
  • Sınır için: Bir şeyin çevresi içinde olan.

haya-huy

  • Çığlık, vâveyla. (Farsça)
  • Çalıp eğlenmeden çıkan gürültü, ses. (Farsça)

hayat

  • Kasaba ve köy evlerinde üstü kapalı, bir, iki veya üç tarafı açık sofa.
  • Avlu.

hays

  • Darlık.
  • Udûl etmek, doğru yoldan çıkmak.

hayşum

  • Geniz (burun) kovuğu. Nunlu sesler, gunne buradan çıkar. (Tecvidde bahsedilmiştir.)

hayz

  • Sıhhatli bir kızın veya âdet zamânı son dakikasından îtibâren tam temizlik (hiç kan gelmeden en az on beş gün) geçmiş olan kadının önünden çıkan ve Hanefî mezhebine göre en az üç gün (ilk görülmesinden îtibâren yetmiş iki saat), en çok on gün devâm eden kan.

haza'

  • Asmacık denilen otun tohumu. (Sara hastalarına iyi gelir.)

hazal

  • Selem ağacının kökünden çıkan bir nesne ki, suda ıslatıp yerler.

hazel

  • Göz kapaklarında olan kabarcıklar.

hazf / حَذْفْ

  • Aradan çıkarma, çıkarılma. Yok etme, silme, ortadan kaldırma, giderme, düşürme.
  • Selâm ve tahiyyatı uzatmayıp kısa kesmek.
  • Mahvetmek.
  • Vurmak.
  • Atmak.
  • Aradan çıkarma, kaldırma, giderme, silme, gizli tutma.
  • Çıkarma, silme.
  • Aradan çıkarma.

hazım / hâzım

  • İhtiyatlı, akıllı, işinde gözü açık olan.

hazin / hazîn

  • Hüzün veren, acıklı.

hazin levha / hazîn levha

  • Hüzünlü, acıklı tablo.

hazine kethudası

  • Tar: Yavuz Sultan Selim Han zamanında kurulan hazine kethudâlığı, saraya girip çıkan demirbaş eşyanın korunup saklanmasıyla mes'ul idi. Bu müessesenin başında bulunan memura da hazine kethudâsı denilirdi.

heca

  • (Hece) Dilin ve ağzın bir hareketi ile çıkan bir veya birkaç harf. Harflerin sesi. Harflerin seslendirilmesi.
  • Elif-bâ sırasına göre dizili harfler. Bir sözü harfleri ile söylemek.
  • Şekil. Kıyâfet.
  • Yemek.
  • Sükut etmek, susmak.

hedde

  • Duvarın yıkılmasından çıkan gürültü.

helal

  • Allah'ın müsaade ettiği şey. Haram olmayan. Dinî bakımdan kullanılmasında, yenilip içilmesinde, dinlenmesi veya bakılmasında yahut dokunulmasında nehiy olmayan.
  • İhramdan çıkan hacı.

helle

  • (Çoğulu: Hilâl) Azıcık sesi yükseltmek.

hemaluş

  • Kara balçık.

hemheme

  • Rüzgârın esmesi ile ağaç yapraklarından çıkan sesler.
  • Aslan bağırması.
  • Deve sesi.
  • Rüzgârın esmesi ile ağaç yapraklarından çıkan sesler.
  • Rüzgârın tesiriyle çıkan yaprak sesi.

hemheme-i hava

  • Havanın çıkardığı ses, uğultu.

hemyan

  • Kese, torba, çanta, dağarcık. (Farsça)

hengame / hengâme

  • Seslerin birbirine karışmasından çıkan gürültü. Kavga, gürültü. Şamata. (Farsça)

herc

  • İnsanların arasında meydana gelen fitne, fesad.
  • Söze dalıp çoğaltmak. Haltetmek. Sözü karıştırmak.
  • Kapıyı açık bırakmak.
  • İnsanların işlerinin karışması.
  • Seğirtmek.
  • Katletmek.

herru

  • "Ne olursa olsun. Ya batar ya çıkar." mânâsındaki "ya herrû ya merrû tâbirinde geçer.

heşaş

  • Açık yüzlü şen yeynicek kişi.
  • Sağan kimseye sevip sütünü veren koyun.

heterojen

  • yun. Kim: Cinsi ayrı olan. Türlü özellikteki taneciklerden yapılan maddelerdir.

hevadar

  • Hevalı. Nefsine uymuş. Küstah. (Farsça)
  • Etrafı açık, havalı yer. (Farsça)

hevamm

  • Böcekler, haşereler. Pire, tahta kurusu, bit, örümcek, yılan gibi, kışın gizlenip yazın meydana çıkan, insan ve hayvanın vücudundan beslenerek yaşayan, insana zararı dokunan (parazit yaşayan) küçük canlılır.

hevheve

  • Ağacın yapraklarının rüzgâr esmesi ile çıkardığı sesler. (Farsça)

hevheve-i yaprak / هَوْهَوَۀِ يَاپْرَاقْ

  • Yaprağın rüzgarın esmesi ile çıkardığı ses.
  • Yaprakların rüzgarın esmesiyle çıkardığı ses.

hibek

  • (Çoğulu: Hubük) Rüzgârın lâtif estiği zaman denizde veya kumda meydana getirdiği yol yol kırıntılar ve dalgacıklar. Saçların kıvırcıklığından hâsıl olan dalgalanmalar. Kelimenin aslı olan "habk" sıkı bağlayıp muhkem kılmak; ve kumaşı sıkı, sağlam ve üzerinde san'at eseri zahir olacak vecihle güzel b

hıbte

  • Azıcık süt.
  • Bir içim su.

hicare

  • (Çoğulu: Hıcer) Su üstünde olan kabarcık.
  • Taş.

hicaz demiryolu madalyası

  • Şam-Hicaz demiryolunun yapımı için para yardımı bulunanlarla, demiryoluna ait işlerde hizmetleri görülenlere verilmek üzere II.Abdülhamid tarafından çıkartılan üç ayrı madalya. 16.9.1902 tarihli nizamname ile çıkarılan bu madalyanın bir tarafında "Hamidiye Hicaz demiryoluna hizmet eden hamiyyetmendâ

hidayet / hidâyet

  • Doğru yolu gösterme, doğru, Allahü teâlânın râzı olduğu yolda bulunma.
  • Cenâb-ı Hakk'ın insanın kalbinden her sıkıntı ve darlığı çıkarıp, yerine rahatlık, genişlik verip, kendi emir ve yasaklarına uymada tam bir kolaylık ihsân etmesi ve kulun rızâsını kendi kazâ ve kaderine tâbi eylem

hidayet güneşi

  • Bütün hak ve hakikatleri güneş gibi ortaya çıkaran, insanlara iman yolunu gösteren Kur'ân.

hidayet serdarı / hidâyet serdarı

  • İman ve Kur'ân hakikatlerini açıklayarak doğru ve hak yolu gösteren komutan.

hikmet-i bahire / hikmet-i bâhire

  • Ap açık hikmet; bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde olmanın ap açık oluşu.

hilaf-ı zuhur / hilâf-ı zuhur

  • Aksi durumun ortaya çıkması.

hilafetname

  • Tarikata intisab ile usulü dairesinde belirli mevkilere çıkarak irşad mertebesine yükselenlerden isteklilerin irşad ve terbiyesine ruhsat ve izni mutazammın şeyhi tarafından verilen mühürlü vesika.

hilal / hilâl

  • Sâfi ve halis.
  • Sıdk ile dostluk etmek.
  • Ara. Aralık.
  • Zaman ve vakit.
  • İki şey arasına sokulmuş olan.
  • Buluttan yağmurun çıktığı yer.
  • Gr: Bir kelimenin aslını ve ondan türeyenleri gösteren tertip.
  • Kulak ve diş karıştırmak gibi şeylerde kull
  • İncecik yeni ay.

hile-i şer'iyye / hîle-i şer'iyye

  • Şer'î (dînî) çâre. Müslümanların, İslâmiyet'e uymaları ve haram işlememeleri için ihtiyatlı yol aramaları. Herhangi bir hususta İslâmiyete uymağa mani bir durum bulununca o şeyi yapabilmek için kolay olan bir çâre aramak veya bu sûretle bulunan çıkış yolu.

hımhım

  • Burundan konuşan. Sesleri burnundan çıkararak konuşan kimse.
  • Burnundan çıkan ses gibi boğuk.
  • Arap diyarında biten bir ot.
  • Çok siyah.

hımye

  • Tıb: Hastanın, hekim tarafından verilen ilaçlarla kanaat edip ve tavsiyelerine uyup o hududun dışına çıkmaması.

hinoğlu

  • Zamanın adamı, açıkgöz, hilekâr kimse. İblis, şeytan, zamane, cin fikirli.

hıntar

  • Çok acıkmak.

hırpadak

  • Birdenbire, hemencecik.
  • Uygun bir şekilde, münâsib bir tarzda. Tıpatıp.

hırric / hırrîc

  • Bir kimsenin çıkardığı nesne.

hirsa

  • Azıcık derisi yarılan baş yarığı.

hış'a

  • Doğum anında ölen annenin karnı yarılarak çıkarılan çocuk.

hısa'

  • Hayvanın hayalarını çıkarma, eneme, burma.
  • İnsanı hadım etme.

hısb

  • Yay avazı. Ok atma sırasında yaydan çıkan ses.

hisl

  • (Çoğulu: Husul) Yumurtasından yeni çıkmış olan kertenkele yavrusu.

hitabet beratı

  • Eskiden vazifeli cami hatiblerine, hatibliğe tayin olduklarına dair verilen vesika. (Osmanlı İmparatorluğu zamanında yan zamanda halife olan padişahı temsil eden, cuma ve bayram hutbelerine çıkan bu hatiblere pek fazla ehemmiyet verilirdi. Hitabet beratı olmayan hatibler, cuma ve bayramlarda hutbe o

hıtre

  • Azıcık vergi.

hıyar-ı ayb

  • Bir şeyde mevcud olan bir kusurun akitten sonra meydana çıkmasından dolayı âkitlerden biri için sabit olan muhayyerliktir.

hızb

  • (C. Ehzâb) Erkek yılan.
  • Ok atarken yaydan çıkan ses.

hodri meydan

  • "Kendine güvenen meydana çıksın!" mânâsında meydan okuma, kafa tutma.

hormon

  • yun. Salgı bezlerinden çıkıp kana katılan maddelerin genel adı.

hornito

  • İsp. Küçük fırın.
  • Jeo: Genellikle patlamalar neticesinde meydana gelen, lâv fışkırmalarının volkan selleri yüzeyinde meydana getirdiği kabarcık.

hortlak

  • Bazıların hakikatsız ve batıl inanışına göre mezarda dirilip geceleri çıkarak dolaştığı tevehhüm edilen ölü. Cadı, vampir.

höyük

  • Kazıldığında içinden eski eserler çıkan alçakça toprak tepe.

hubab

  • Muhabbet.
  • Mahbub, sevgili olan.
  • Su üzerinde olan kabarcık ki, habab-ül mâ' derler.

hubeyb

  • (Hubeybe) (Çoğulu: Hubeybât) Küçük tane, ufak tane, tanecik.

hubeybat

  • (Tekili: Hubeybe) Küçük tanecikler.

hubub

  • (Tekili: Hubüb) (Habâb) Su üzerinde kabarcıklar.

hüccet-i bahire / hüccet-i bâhire

  • Ap açık kesin delil.

huccet-i bahire / huccet-i bâhire / حُجَّتِ بَاهِرَه

  • Apaçık delil.

hücerat

  • (Hücürat-Hücrât) Hücreler. Hüceyreler. Gözler, odacıklar.

hüceyrat / hüceyrât / حجيرات

  • Hüceyreler. Hücrecikler. Küçük odacıklar.
  • Hücrecikler.
  • Hücrecikler. (Arapça)

hüceyrat şehri

  • Küçük hücreciklerden meydana gelen şehir.

hüceyre / حجيره

  • Küçük delik, oyuk.
  • Odacık, hücrecik.
  • Hücrecik. Canlı varlıkların veya nebâtatın vücudunu teşkil eden küçük küçük odacık halinde ve içi vücuda lüzumlu madde ile dolu hücrecik. En küçük canlı parça.
  • Küçük delik ve oyuk.
  • Hücrecik. (Arapça)

hüceyre-i beden

  • Bedeni oluşturan hücrecik.

hücrat

  • (Tekili: Hücre) Hücreler, gözler, odacıklar.

hücre / حجره

  • Oda. Odacık.
  • Hüceyre. En küçük canlı varlık. Canlı varlıkların en küçük yapısı.
  • Odacık, göz.
  • Dokuların, organların en küçük parçası, hücre.
  • Odacık, canlıların en küçük yapısı.
  • Odacık. (Arapça)
  • Hücre, canlı organizmaların en küçük yapıtaşı. (Arapça)

hücum

  • Saldırma. Hamle ile ileri atılmak.
  • Sert sözle birine çatmak, karşı çıkmak.

hucurat

  • (Tekili: Hücre) Hücreler, odacıklar.

hücürat

  • (Tekili: Hücre) Hücreler, odacıklar, gözler.

hudre

  • Göz kapağının içinde çıkan çıban.

hudud / hudûd

  • Miktârı, dinde kesin ve açıkça bildirilmiş cezâlar.

hukuki bir mütearife / hukukî bir mütearife

  • İspat istemeyecek kadar açık olan yasal bir durum.

hülasa-i meal / hülâsa-i meâl

  • Açıklamanın özeti.

hulb

  • Kuyu dibinde olan balçık.
  • Ağaç dibinden çıkan budağın yaprağı.
  • Lif.

huleyme

  • (Çoğulu: Huleymât) Memecik.
  • Ciltte, bilhassa dil üzerinde bulunan küçük kabarcıkların beheri.

hulm

  • Rüya, hülya.
  • İhtilâm olmak. Açık saçık rüya.
  • Akıl.

humak

  • Kabarcık gibi bir şeydir ve insana ârız olur.

hümeyra

  • Pembecik.

hurac

  • Tıb: Bedenin çeşitli yerlerinde çıkan çıbanlar.

hurşun

  • (Çoğulu: Harâşın) Ufacık bıtırak. (Davarların tüyüne yapışır.)

huru'

  • Tanelerinden hintyağı çıkartılan ağaç.
  • Sütleğen otu.
  • Yumuşak ot.

huruc / hurûc

  • Çıkma. Dışarı çıkma, çıkış.
  • Ayaklanma, isyan etmek.
  • Çıkma.
  • Çıkma, çıkış, dışarı çıkma.
  • Yevm-i hurûc: Kıyamet günü.
  • Çıkma, çıkış.

huruç

  • Çıkma, çıkış.

huruc / hurûc / خروج

  • Çıkış. (Arapça)
  • Ayaklanma. (Arapça)

huruc-i bisun'ihi

  • Namazdan kendi isteği ile çıkmak.

huruf-ı mukattaa / hurûf-ı mukattaa

  • Kur'ân-ı kerîmde bâzı sûre başlarında bulunan ve mânâsı açık olmayan ikisi üçü bir arada veya tek başına yazılı harfler. Elif lâm mîm, Yâsîn, Elîf lâm râ... gibi.

huruf-u halk

  • Sesi boğazdan çıkan harfler. (Hâ, hı, ayn, gayn, he, hemze gibi)

huruf-u müsta'liye

  • Tecvidde: Harf ağızdan çıkarken dilin üst damağa yapışması halinde veya üst damağa doğru gitmesiyle çıkan harfler: Kaf, tı, zı, dat, hı, sad, ayın, gayın, Bu harflerin mukabili "istifâle" harfleridir.

huruf-u şefe

  • Dudaktan çıkan harfler. "Be, Fe, Mim" gibi.

hurufiye

  • Fazlullah-ı Hurufi adında birinin kurduğu bâtıl bir meslektir. Harflerden kendilerince manalar çıkarıp, dine aykırı iddiaları olan bir dalâlet fırkasıdır.

hüsran-ı islam / hüsrân-ı islâm / خُسْرَانِ اِسْلَامْ

  • İslâmın içine düştüğü acıklı durum.

husul / husûl / خصول

  • Ortaya çıkma, gerçekleşme, var olma. (Arapça)
  • Husûle getirmek: Meydana getirmek, gerçekleştirmek. (Arapça)

husul-yafte / husul-yâfte

  • Husule gelmiş, meydana çıkmış, hâsıl olmuş. (Farsça)

hüve kadar

  • "Hû" derken çıkan hava kadar.

hüve'z-zahir / hüve'z-zâhir

  • O Zâhirdir; her şeyin dış yüzlerini çeşitli cihaz ve ürünlerle donatıp ve ince nakışlarla süsleyerek mükemmel ve güzel yaratan ve her şeyde varlık ve birliğinin işaretleri açıkça görünen, Allah'tır.

huvela'

  • Çocuk anasından doğduğunda beraber çıkan ince nâzik deri. (Onda yeşil ve kızıl hatlar olur.)

hüveyda / hüveydâ / هویدا

  • Aşikâr. Zâhir. Belli. Apaçık. (Farsça)
  • Açık, aşikâr, besbelli. (Farsça)

huveyn / حُوَيْنْ

  • Hayvancık. Çok küçük canlı.
  • Hayvancık.
  • Hayvancık.

huveynat / huveynât

  • Çok küçük hayvancıklar. Mikroplar.
  • Hayvancıklar, mikroplar.

huveyne

  • Hayvancık, mikrop.
  • Hayvancık.

huveysal

  • (Çoğulu: Huveysalat) Tıb: Ciltte peyda olan bir takım kabarcık.

huzakiyy

  • Lisanı fasih, konuşması açık olan kimse.
  • Eşek sıpası.

huzme

  • Demet. Deste. Bir kucak şey.
  • Fiz: Bir ışık kaynağından çıkan sütun halindeki şua.

hüzn-ü gurubi / hüzn-ü gurubî

  • Sevilen ve bağlanılan herşeyin batıp gitmesinden ortaya çıkan hüzün.

hüzn-ü müştakane

  • Kavuşmanın gecikmesinden doğan hüzün, üzüntü.

i'cam

  • Harflere, yazıya nokta koymak.
  • İsteğini açıklıkla bildiremeyip, maksadı belirsiz, muğlak söylemek.

i'caz-ı beyan / i'câz-ı beyan

  • Açıklama ve anlatımın mu'cize oluşu.

i'la

  • (Ulüv. den) Yükseltmek. Bir şeyin yukarısına çıkmak. Yukarı kaldırmak. Şânını yüceltmek. Şöhretini artırmak.

i'lamat-ı nizamiye

  • Huk: Nizamiye mahkemelerinden çıkan ilâmlar.

i'lan

  • Belli etmek. Yaymak. Herkese duyurmak.
  • Gazetelerde veya sokaklarda duvarlara kâğıt yapıştırarak ticari bir iş, bir adres veya başka bir şeyi herkese bildirme.
  • Açığa vurma, yayma, meydana çıkarma.

i'rab

  • Düzgün konuşmak ve hakikatı açıklamak.
  • Gr: Kelime ve fiillerin sonunda bulunan harf veya harekelerin değişmesi ve bu değişikliği ve sebeblerini öğreten ilim.

i'tila

  • (Ulüv. den) Yükselmek. Yukarı çıkmak.
  • Yüksek rütbelere çıkmak.

i'tilan

  • Aşikâr ve meydanda olma. İlân olunma, meydana çıkma.
  • Doğum esnâsında çocuğun görünmesi.

i'tinan

  • Bir kimsenin içyüzü meydana çıkma.
  • İnsanın önüne durma.

i'tiraf

  • (İtiraf) Kabahatini saklamamak. Suçunu söylemeği kabul etmek. Gizleyip söylemek istemediği şeyi açıklamak.

i'tişa'

  • Akşam vakti yola çıkma.

i'tisar

  • Suyunu çıkarmak için bir şeyi sıkma.

ibaha / ibâha

  • (İbahe) Sevab veya günah olmamak. Bir şeyin yasak ve haram olmaktan çıkması.
  • İzin vermek. Mübah ve helâl kılmak.
  • Bir şeyi izhâr etmek.
  • Bir şeyin haram olmaktan çıkarılarak serbest bırakılması; mübah kılma.

ibaha eden / ibâha eden

  • Bir şeyi haram olmaktan çıkararak serbest bırakan; mübah kılan.

ibahiyye

  • Sevab veya günah olduğunu kabul etmeyen bâtıl ve dalâlete saparak dinden çıkan bir fırka veya bu fırkadan olan kimse.

ıbare

  • Beyan etmek, açıklamak.

ibda'

  • İzhar etmek. Bir yerden diğer bir yere çıkmak.
  • Yaratmak. Nümunesiz şey yapmak.

ibhah

  • Sesini boğuk bir şekilde çıkarma.

ibhak

  • Gözünü çıkarma, kör etme.

ibham / ibhâm

  • Kapalı bırakma, açıklamama.

ibhamat

  • (Tekili: İbham) Mübhem şeyler, açıklanmayan mes'eleler, üstü kapalı sözler.

iblis

  • İnsanları Allah yolundan çıkarmağa çalışan şeytan.

ibn-i ırs

  • (Çoğulu: Benât-ı ırs) Gelincik dedikleri küçük hayvan.

ibra / ibrâ

  • Temize çıkarma.
  • (Ber'. den) Temize çıkarmak. Borçtan kurtarmak. Sağlamlaştırmak.
  • Bağışlanma, temize çıkma, aklanma.

ibra-i amm / ibrâ-i âmm

  • Huk: Bir kimsenin zimmetini bütün haklardan, dâvâlardan temize çıkarmak.

ibret

  • Ders çıkarma.

ibsas

  • Sırrı açıklama.
  • Yayma, dağıtma.

ibta'

  • Gecikme, geciktirme.
  • Ağır hareket.

ibtal / ibtâl

  • Bozma, boşa çıkarma, uyuşturma.

ibtida-i cülus

  • Hükümdarlığın başlangıcı. Tahta çıkışın ilk zamanları.

ibtihac

  • Sevinç, sevinme. İç açıklığı.

ibtila / ibtilâ

  • Belâya uğramak. Musibete düşmek. İyi veya kötü şeye düşkünlük, tiryakilik.
  • İnsanın iyiliğini, kötülüğünü ve kemâl derecesini meydana çıkaran imtihan, tecrübe.

ibtilac

  • Meydana çıkma, zuhur etme, görünme.

ibtiza'

  • Birşey meydanda ve açık olma.

iç kale

  • Kale duvarlarıyla çevrilmiş şehir ve kasabaların bazılarının ortasında ve en yüksek yerinde yapılan küçük kaleler. Bu çeşit kalelere "bâlâ hisâr" da denilirdi. Bu iç kaleler, düşmanın, surları geçmesi hâlinde veya şehirde bir isyân çıktığı zaman, hükümdar veya kumandanın çekilip kendini müdafaa etme (Türkçe)

icaz-ı mutneb / îcâz-ı mutneb

  • Az sözle çok mânâlar ifade etme; bir kelime veya sözün çağrıştırdığı bütün mânâları, açıklama yapmamak sûretiyle kastetme.

içerlek

  • t. Dip, kuytu yer. Çıkmaz.
  • Daha geride, daha içeride bulunan.

icha'

  • Ayaz çıkma.

ichar

  • (Cehr. den) Sesle okuma.
  • Ortaya çıkarma, zuhur ettirme, meydana çıkarma, açıklama.

iclas / iclâs

  • Oturtmak. Tahta çıkartmak. Padişahı tahta oturtmak.
  • Oturtma, tahta çıkarma.

icmal

  • Hülâsa etmek. Kısaltmak, bir araya toplamak. Kısa anlatmak. Biriktirmek.
  • Uzun bir hesaptan çıkarılan hülâsa, netice.

ictihad / ictihâd

  • Kudret ve kuvvetini tam kullanarak çalışmak. Gayret etmek. Çalışmak.
  • Anlayış.
  • Kanaat.
  • Fık: Şeriatın fer'î mes'elelerine âit hükümleri, İslâm müçtehidlerinin, usulüne uygun olarak, Kur'an ve Hadis-i Şeriflerden çıkarmaları ve bunun için tam gayret etmiş olmaları. Böyle
  • İnsan gücünün yettiği kadar zahmet çekerek, çalışma. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş olan işlerin hükümlerini açıkça bildirilenlere benzeterek meydana çıkarma.
  • Âyet ve hadîslerden hüküm çıkarma, içtihat.

içtihad

  • Dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda Kur'ân ve hadisten hüküm çıkarma.

içtihad-ı hata / içtihad-ı hatâ

  • Yanlış ve hatâlı hüküm çıkarma.

ictihadat / ictihâdât

  • Hüküm çıkarmalar.

içtihadat / içtihadât

  • İçtihatlar; dinen kesin olarak belirtilmeyen konularda Kur'ân ve hadîse dayanarak hüküm çıkarma işlemleri.

içtihadi / içtihadî

  • İçtihatla ilgili; dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda Kur'ân ve hadise dayanarak hüküm çıkarmayla ilgili olan.

idab

  • Herkesi ziyafete davet etme. Sofrası herkese açık olma.
  • Doğruluğunu ve hak olduğunu herkese bildirme.

idhan

  • (Duhân. dan) Tütme. Yanarak dumanı çıkma.

idla'

  • İhraç etmek, çıkarmak.

idlal / idlâl

  • Hak yoldan çıkarma, saptırma.

idlal etme / idlâl etme

  • Hak yoldan çıkarma, saptırma.

ıdtıba'

  • Hacıların ihramlarını sağ koltukları altından çıkarıp sol omuzlarına örtmeleri.

ifade-i hadisiye / ifade-i hadîsiye

  • Hz. Peygamberden (a.s.m.) nakledilen hadisin açıklaması.

ifasa

  • Yumuşak söylemek.
  • Aşikâre söylemek. Açık açık konuşmak.

ifate

  • (Fevt. den) Kaybetme, kaçırma, elden çıkarma.

ifave

  • Çorbanın iyisi.
  • Çömlek kaynarken yüzüne çıkan köpük.

ifda'

  • Sahraya çıkmak, çöle çıkmak.

ifdah

  • (Fadih. den) Kötülüğü açığa vurma. Kusur ve ayıpları meydana çıkarma.

iffet

  • İnsan rûhundaki yapıcı kuvvetin, yâni şehvetin iyiye kullanılmasından ortaya çıkan huy. Nefsi kötü isteklerinden men etmek. Âr, nâmus, hayâ duygusu.

iflah

  • Mübarek ve muvaffakiyetli olmak. Selâmete çıkmak. Felâha kavuşmak.
  • Nimette dâim ve kararlı olmak.

ifraz / ifrâz / افراز

  • Parçalara bölme. (Arapça)
  • Parselleme. (Arapça)
  • Salgı. (Arapça)
  • İfraz edilmek: Salgılanmak, çıkarılmak. (Arapça)

ifrazat

  • Vücuddan çıkan, bedenden ayrılan kan, irin, balgam gibi şeyler.

ifşa / ifşâ / اِفْشَا

  • (Çoğulu: İfşâât) Duyurmak. Fâşetmek. Meydana çıkarmak. Gizli bir şeyi herkese duyurmak.
  • Gizli olanı açıklama.
  • Açığa çıkarma.

ifşa-yi raz

  • Sırrı açıklama.

ifşaat / ifşâât / اِفْشَاآتْ

  • Duyurmalar, gizli şeyleri açığa çıkarmalar.
  • (Tekili: İfşa) İfşa etmeler, fâşetmeler, meydana çıkarmalar, duyurmalar.
  • Açığa çıkarmalar.

ifsad / ifsâd

  • Bozmak, fitne, karışıklık çıkarmak, bozgunculuk yapmak.

ifsad komitesi

  • Bozgunculuk çıkaran topluluk.

ifsah

  • Fesahatla konuşmak. Açık ve düzgün söz söylemek.
  • Unutmak. Akıldan çıkarmak. İhmal etmek.

ifsat komitesi

  • Bozgunculuk çıkaran grup.

ifsatçı

  • Karıştıran, karışıklık çıkaran.

iftihar madalyası

  • Padişaha sadakat gösterenlere, tarım ve san'atın ilerlemesine çalışanlara, yangın ve sâri hastalık anında devlet ve millete büyük hizmetleri dokunanlara verilmek üzere II. Abdülhamid'in irade-i seniyesiyle altın ve gümüşten olmak üzere çıkarılan madalya. (1886 ve 1887) Madalyanın ön yüzünde yukarı k

iftikak

  • (Fekk. den) Rehinden kurtarma, rehinden çıkarma.

iftisal

  • Sütten kesilme, memeden ayrılma.
  • Fidanı çıkarıp başka yere dikme.

iğdiş

  • Burulmuş, enenmiş hayvan. Erkeklik bezleri (hayaları) çıkarılmış at. Melez. (Farsça)

igriz

  • Kabuğundan henüz çıkan çiçek.

iğtişaşçı

  • Karışıklık çıkaran, hilekâr.

iğva / iğvâ

  • Azdırma, baştan çıkarma.
  • Ayartma, baştan çıkarma.

igva'

  • Ayartmak. Azdırmak. Baştan çıkarmak.

ihale

  • Bir işi birisinin üzerine bırakmak. Bir hâlden diğer hâle dönmek.
  • Artırma veya eksiltmeye çıkarılan bir işi en münâsib bulunan bir istekliye vermek.
  • Zayıf addetmek.
  • Muhal söz söylemek.

ihdas / ihdâs

  • Ortaya çıkarma.
  • Yeni bir şey ortaya çıkarma.

ihfa / ihfâ

  • Örtmek, gizlemek; tecvidde bir terim. On beş ihfâ harflerinden önce gelen tenvin veya sâkin nunu, izhâr (birbirinden ayırmak) ile idgâm (birbirine katmak) arasında, şeddeden uzak olarak gunne ile genizden çıkarmak.

ıhla'

  • Çıkarmak.

ihla-i sebil

  • Yolunu açık bırakma.

ıhlaf

  • Su aramak. Yerine halef etmek.
  • Kılıç çıkarmak için elini uzatmak.

ihrac / ihrâc

  • Çıkarmak. Dışarı atmak. Fazla malı başka memlekete göndermek. İstifade için meydana koymak.
  • Çıkarma.
  • Çıkarmak.
  • İhraç, çıkarma, dışarı atma.

ihraç

  • Çıkarma.

ihrac / ihrâc / اخراج

  • Çıkartma. (Arapça)
  • Dışsatım, yurt dışına gönderme. (Arapça)
  • İhrâc edilmek: (Arapça)
  • Çıkarılmak. (Arapça)
  • Dışsatım yapılmak, ihraç edilmek. (Arapça)
  • İhrâc etmek: (Arapça)
  • Çıkarmak. (Arapça)
  • Dışsatım yapmak, ihraç etmek. (Arapça)

ihraç / اخراج

  • Çıkarma.

ihraç etme

  • Çıkarma.

ihracat / ihrâcat / ihrâcât / اخراجات / اِخْرَاجَاتْ

  • (Tekili: İhrâc) Memleketteki fazla malı başka memlekete göndermek, satmak.
  • Çıkarmalar. İhraç etmeler.
  • Bir madeni yerin altından çıkarma işlemleri.
  • Çıkarmalar. (Arapça)
  • Dışsatımlar. (Arapça)
  • Dışarı çıkarmalar.

ıhsa'

  • Haya çıkarmak.

ihsa'

  • Yalnız bir ilim ve san'at dalıyla meşgul olup, o hususda ihtisas yapıp terakki etme. Husyelerini çıkarma, iğdiş etme, eneme, erkekliğini giderme.

ihsas

  • Hissetmek. Hissettirmek. Açık anlatmadan kapalıca bahsetmek.
  • Bulmak. Görmek. Bilmek. Zannetmek. İdrak etmek. Duyurmak.

ıhtila'

  • Çıkarmak.

ihtilaf-ı meşreb / ihtilâf-ı meşreb

  • Bireysel tarzdan dolayı ortaya çıkan farklılık.

ihtilalkarane / ihtilâlkârâne

  • Karışıklık çıkararak.

ihtira / ihtirâ

  • Yepyeni bir şey ortaya çıkarma.

ihtira' / ihtirâ'

  • Evvelce olmayan bir şeyi ortaya çıkarma, îcâd etme, yaratma, yoktan var etme.

ihtizar

  • (İhtidar) Huzura çıkmak. Hâzır olmak.
  • Can çekişmek. Hastanın ölüme hazır olması.

ihvan-üs-safa / ihvân-üs-safâ

  • On birinci asrın ikinci yarısında Basra'da ortaya çıkan; "İslâmiyete birçok vehimler karışmış, onu bu vehimlerden temizlemek ancak felsefe ile mümkündür. İslâm dînini felsefe vâsıtasıyla saf hâle getirmelidir" diyen sapık ve gizli bir cemiyet, ekol.

ık'ad

  • Yüksek bir yere çıkarmak.
  • Oturtmak.

ikbal / ikbâl

  • Bir şeye yönelmek. Teveccüh etmek. Reddetmeyip kabul etmek. Bir şeyi birinin önüne götürmek. Baht açıklığı. Talih. Refah.
  • İstemek.
  • Refah, baht açıklığı.
  • Yönelme.
  • Kıymet verme, iyi karşılama, hürmet gösterme.
  • Baht açıklığı.

ıkmas

  • Suya daldırıp çıkarma.

ikrar / ikrâr

  • Açıktan söylemek. Kabul ve tasdik etmek. Hakkı itiraf etmek. Karar vermek. Mukarrer kılmak.
  • Fık: Bir kimseye diğerinin kendisinde olan hakkını haber vermek.
  • Îmânını açıkça, dil ile söylemek.
  • Bir kimsenin kendisiyle alâkalı olup, başkasına âit bulunan bir şeyi haber vermesi, îtirâf etmesi.

iktitab

  • Yazılmış olan bir şeyin kopyasını çıkarma, suretini alma.

iktiza-i nass / iktizâ-i nass

  • Âyet ve hadîslerin gerektirdiği şey; nassın (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin) hükmünün anlaşılabilmesi ve istenilen mânânın ortaya çıkması için sözün tamâmına bakılarak gerekli hükmün taktir edilmesi.

ıky

  • Yemek yemezden evvel çocuğun karnından çıkan necisi.

ilaf

  • Ülfet etmek. Alıştırmak. Ülfet ettirmek.
  • Bir adedi bine çıkarmak.

ılakıye

  • Aşikârelik, açıklık, meydanda oluş.

ilave

  • (Çoğulu: İlâvât) Katma, ek yapma, arttırma, zam.
  • Bir kitabın sonuna gerek yazarı ve gerek başkası tarafından sonradan eklenen kısım. Zeyil.
  • Bir gazetenin çıkardığı sayıdan başka ona ek olarak ve ayrıca çıkardığı sayı.
  • İmzadan sonra mektubun altına yazılan şey.

ilhad / ilhâd / الحاد

  • Dinden çıkmak. Dinsizlik. Dinden dönmek. Allahın varlığına, birliğine inanmamak. İmânsızlık.
  • Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan, müctehid âlimlerin söz birliği ile bildirdikleri ve müslümanlar arasında yayılan îmân bilgilerine uymamak, doğru yoldan ayrılmak küfre (îmânsızlığa) sebeb olan inanış.
  • Dinden çıkma.
  • Dinden çıkma, dinsizlik. (Arapça)

ilm-i beşer

  • İnsanlığın ortaya çıkardığı ilim.

ilm-i cifir / عِلْمِ جِفِرْ

  • Harflerin sayı değerlerinden mânâ çıkararak elde edilen ilim.
  • Harflerden ma'nâ çıkaran ilim.

ilm-i cifr

  • Harflerin sayı değerlerinden anlam çıkarmak üzerine kurulu ilim.

ilm-i huruf

  • Gr: Harflerden mâna çıkarıp tefsir etmek ilmi. (Ebced hesabında olduğu gibi)

ilm-i kelam / ilm-i kelâm

  • İman hakikatlerini ispat eden ve açıklayan bilim dalı.

ilm-i nücum

  • İlm-i Ahkâm-ı Nücum da denir. Yıldızların ahvalinden, hareketlerinden mâna çıkarmağa çalışmak ve araştırmak ilmidir.

ilm-i tefsir / ilm-i tefsîr

  • Kur'ân-ı kerîmdeki murâd-ı ilâhîyi, Allahü teâlânın kastettiği mânâyı açıklayan ilim.

ilm-i usul / ilm-i usûl / عِلْمِ اُصُولْ

  • Delillerden hüküm nasıl çıkarıldığını öğreten ilim. (Usul-ü fıkıh, Usul-ü şeri'at veya hikmet-i teşriiye de denir.)
  • Delillerden hüküm çıkarmayı öğreten ilim.

ilm-i usul-i fıkıh / ilm-i usûl-i fıkıh

  • Fıkıh bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarıldığını öğreten ilim.

ilm-i usul-i kelam / ilm-i usûl-i kelâm

  • Kelâm ilminin, îmân bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarıldığını öğreten ilim.

ilmiye kıyafeti

  • İlmiye mensublarının giyiniş tarzları. İlmiye kıyafeti; şalvar, cübbe ve sarıktı. Bununla birlikte ilmiye mensublarının kıyafetlerinde bazı değişiklikler de vardı. Orta derecedekiler cübbe ile sokağa çıktıkları halde üst tabakayı teşkil eden ricâl kısmı, lata yahut biniş giyerlerdi. Ayrıca ilmiyenin

ilmiye ricali

  • İlmiye tarikinin yüksek tabakasına verilen addır. Bunun yerine "ricâl-i ilmiye" tabiri de kullanılırdı. İlmiye mensubları cübbe ile sokağa çıktıkları halde ilmiye ricali lata yahut biniş giyerlerdi.

iltifat

  • Güzel sözle samimi olarak okşamak. Yüz göstermek. Teveccüh etmek. İyilik etmek. Lütfetmek.
  • Dikkat, itina.
  • Edb: Bir mevzu anlatılırken, o anda kalbe doğan bir ilham coşkunluğu ile -mevzu dışına çıkmadan- sözün ve hitabın yönünü değiştirme san'atıdır. Meselâ: (Asım'ın nesli...

imam-ı müçtehid

  • Müçtehid imam; Kur'ân ve sünnetten yola çıkarak hüküm ortaya koyan büyük İslâm âlimi.

imparator

  • Lât. Büyük kral. Birkaç devlete hükmünü geçiren büyük hükümdar. Tahta çıkan kadın olursa ona imparatoriçe denir.

imtira'

  • Çıkarma, ihrac etme, dışarı atma.
  • Şüphelenme, kuşkulanma.
  • Tereddüt, mütereddidlik, kararsızlık.

imtiyaz madalyası

  • 2. Abdülhamid'in 11/10/1885 tarihli emriyle devlet ve memleket yararına hizmet edenlere, vazifeyle gönderildikleri yerde başarı gösterenlere verilmek üzere çıkarılan madalya. Altun ve gümüşten olmak üzere iki çeşit olan bu madalyaların ön yüzünde II. Abdülhamid'in "Elgazi" tuğrası, bunun altında sal

in'idal

  • (Udul. den) Doğru yoldan çıkma, sapma, dalâlete düşme.

in'ira

  • Dişin (etleri çekilip) kökü çıkma.

in'isar

  • Ezip sıkma, sıkıştırma, suyunu çıkarma.

ina

  • Geciktirme, alıkoyma, zayıf düşürme.

inad / inâd

  • Direnmek, muhâlefette (karşı çıkmakta) ısrar etmek. Kendini büyük görüp, hakkı, doğruyu kabul etmeme.

inayet-i zahire

  • Ap açık inayet; bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan ap açık düzenlilik.

inbias

  • Gönderilme, yollanma.
  • İleri gelme, meydana çıkma.

inbisat / inbisât

  • Genişleme. Yayılma.
  • Açık yüzlü olma. Şâd, mesrur ve mahzuz olma.
  • Gönül açıklığı. Kalb ferahlığı.
  • Fiz: Sıcaklığın etkisiyle madenî cisimlerin enine, boyuna büyüyüp uzaması. Genleşme.
  • Açılmak, yayılmak, açık yüzlü olmak, mütebessim çehreli, sevinçli olmak. Gönül açıklığı, kalb ferahlığı hâli.

inca'

  • Kurtarma, necata erdirme, selâmete çıkarma.

incam

  • Meydana çıkarma.
  • (Yağmur) dinme.

ince donanma

  • Tar: Hafif gemilerden meydana gelen donanma. Bunun yerine "Hafif Donanma" da denilir. Bunların en meşhurları: Uçurma, varna, beş çifteleri, karamürsel, aktarma, üstüaçık, çiftekayığı, brolik, celiyye, çamlıca, kütük, at kayığı, kancabaş, âyaska, işkampaviya, şahtur, çekelve, kırlangıç, firkate, kali

incila / incilâ

  • Ortaya çıkma, parlama.

indifa

  • Def olma.
  • Meydana çıkma. Yerden fışkırma.
  • Söze girişme.
  • Geri çekilme.
  • Başlama.
  • Teveccüh eyleme.
  • Yer yer baş gösterme.

indifa-i bürkani / indifa-i bürkanî

  • Volkan püskürüğü, yanardağdan çıkan lâvlar.

inebe

  • Üzüm tanesi.
  • Tıb: Göz kenarında çıkan sivilce, arpacık.

inficar

  • Tan yeri ağarma. Fecir sökme.
  • Tohumun yerde çatlaması.
  • Suyun, yerden kaynayıp çıkması.

infitah

  • Açılma. Boşalma. Tıkanan bir şeyin açılışı.
  • Tecvidde: Harf okunduğu zaman dil ile üst çene birbirinden ayrılıp, aralarından nefes çıkması. İnfitah harfleri ise şunlardır: (Min, Nun, Elif, Hı, Zel, Vav, Cim, Dal, Sin, Ayın, Te, Fe, Ze, Kef, Lem, Ha, Se, Kaf, He, Şın, Ra, Be, Gayın, Ya

ingıva

  • Dalâlete düşme, sapıtma, yoldan çıkma.

inhac

  • Meydanda, zâhir, açık. Belli etme.
  • Hayvanı yorarak solutma.
  • Esvabı eskitme.

inhila'

  • Def'olunma, çıkarılma, kovulma.

inkaz

  • Kırma ve bozma.
  • Tuhaf sesler çıkarma. Küçük bir hayvanın veya böceğin kendine mahsus ses çıkarması.
  • Vücuttaki oynak yerlerden çıkan ses.

inkişaf / inkişâf / انكشاف / اِنْكِشَافْ

  • Açılma. Meydana çıkma.
  • Yetişme.
  • Terakki etme, ilerleme.
  • Gizli sırların bilinmesi.
  • Açığa çıkma, açılma.
  • Ortaya çıkma. (Arapça)
  • Gelişim, gelişme. (Arapça)
  • İnkişaf bulmak: Gelişmek. (Arapça)
  • İnkişaf etmek: Gelişmek. (Arapça)
  • Açılma, açığa çıkma.

inkişaf eden

  • Ortaya çıkan.

inkişaf etme

  • Açığa çıkma.

inkişaf etmek

  • Açığa çıkmak.

inkişaf ettiren

  • Ortaya çıkaran.

inkişaf ettirme

  • Geliştirme, açığa çıkarma.

inkişaf ettirmek

  • Geliştirmek, ortaya çıkarmak.

inkişaf-ı fevkalade / inkişaf-ı fevkalâde

  • Olağanüstü bir şekilde ortaya çıkma, belirme.

inkişaf-ı feyezani / inkişaf-ı feyezanî

  • İlâhi lütuf, bolluk ve bereketin ortaya çıkması, görünmesi.

inkişaf-ı feyzani / inkişaf-ı feyzânî

  • İlâhî lütuf, bolluk ve bereketin ortaya çıkması, görünmesi.

inkişaf-ı iman

  • İmanın gelişmesi, açığa çıkması.

inkişaf-ı uhuvvet / inkişâf-ı uhuvvet / اِنْكِشَافِ اُخُوَّتْ

  • Kardeşliğin açığa çıkması, gelişmesi.
  • Kardeşliğin açığa çıkması.

inkişafat-ı imaniye

  • İman hakikatlerinin açılması, açığa çıkması.

inni / innî

  • Tecrübe ile edinilen, olaylardan çıkarılan netice.

inşa / inşâ / اِنْشَا

  • Yapma, ortaya çıkarma.

insilah

  • Soyulma. Derisi yüzülme. Sıyrılıp çıkma.
  • Ayın sonu gelme.

insilah etmek / insilâh etmek

  • Sıyrılıp çıkmak.

insırah

  • (Sarahat. den) Açığa çıkma, zâhir olma, sarahat bulma.

intibah

  • Uyanıklık, göz açıklığı. Hassasiyet. Agâh ve münebbih olmak. Hakikatı ve hakkı anlayıp yanlıştan, fenadan dönmek.
  • Sinirlerin uyanması. Uzuvların harekete gelmesi.

intifa'

  • Bir şey ortadan yok olma. Aradan çıkma.

intihab

  • Seçmek. Ayırıp beğenmek. İhtiyar ve âmâde eylemek.
  • Bir şey yerinden çıkmak.

intihaz

  • Ayaklanmak. Depreniş. Kalkmak.
  • Yola veya sefere çıkmak. Şüru eylemek.

intikah

  • Kemikten ilik çıkarma.

intikam

  • Öç almak. Hınç ve acı çıkarmak.

intisah

  • (Nesh. den) Kopyasını çıkarma.

intizah

  • Suç ve kabahattan sıyrılma. Temize çıkma.
  • Def-i hâcet yaptıktan sonra temizlenme. Tahâretlenme.

intizamat-ı kazaiye

  • Kaderde olanların düzenli bir şekilde ortaya çıkması.

inza'

  • Çekip çıkarmak.
  • Soyunmak.
  • Zorla çekip çıkarmak.
  • Feragat.

inzal

  • (Nüzul. dan) İndirme. İndirilme. Nüzul ettirme.
  • Tenasül âletinden meninin çıkması.

inzal-i meni / inzâl-i menî

  • Üreme organından meni çıkması.

inzar

  • (Nazar. dan) Te'hir etme, geciktirme. İmhal.

ira

  • Bağış yapma, iyilikte bulunma.
  • Çakmaktan ateş çıkarma. Parlama.

iris

  • yun. Gözümüzün saydam tabakasının arkasında olup, deliği, ışığın az veya çok miktarda olmasına göre genişleyip büzülen tabaka. Kuzahiye.İRKÂ' : Geciktirme.
  • İftira etme.

ırsi / ırsî

  • Gelincik dedikleri hayvanın rengine benzer bir renk.

irtibah

  • Yükselme, yükseğe çıkma.

irtical

  • Hazır cevaplılık. Düşünmeden ve birdenbire açıkça güzel söz veya şiir söylemek.

irtidad / irtidâd / ارتداد

  • Din değiştirmekle mürted olmak. İslâmiyetten çıkarak dinsiz olmak.
  • Geri dönmek.
  • Dinden çıkma. Müslüman iken, İslâm dînini terk etme.
  • Din değiştirme, dinden çıkma, dinden dönme.
  • Dinden çıkma. (Arapça)

irtidat

  • Hak dinden çıkma.

irtihal

  • Âhiret yolculuğuna çıkmak, ölmek.

irtihaz

  • Rezil rüsvay olma. Kepaze olma.İRTİKA' : Yükselme, yukarı çıkma.
  • Daha yüksek yerlere ve mevkilere erişme. Yüksek derecelere ulaşma.

irtisam

  • Resmedilmek, resmi çıkmak, resimli ve nişanlı olmak.
  • Emrolunan şeye imtisâl etmek.
  • Cenâb-ı Hakkı tekbir ve O'na ilticâ etmek.

ıs'ad

  • Yukarı çıkarmak. Yükseltmek.
  • Mekke-i Mükerreme'ye gitmek.
  • İnbikten geçirmek.

is'ad / is'âd / اصعاد

  • Yükseltmek, yukarı çıkarmak.
  • Mekke-i Mükerremeye gitmek.
  • Yükseltme. (Arapça)
  • İs'âd etmek: Yükseltmek, çıkartmak. (Arapça)
  • İs'âd olunmak: Yükseltilmek. (Arapça)

is'ar

  • Çocuğun diş çıkarması.

işaret-i aliye / işaret-i âliye

  • Tar: Şeyh-ül islâm, defterdar ve yeniçeri ağası gibi maiyyet memurlarından biri tarafından yazılan takrir veya ilam üzerine sadrazamın kabul veya red şeklinde yazdığı yazı.
  • Sadaret makamından çıkan emirler.

işari mana / işârî mânâ

  • Bir ifâdenin bir şey hakkında açıkça değil, işâret ederek gösterdiği mânâ.

ısata

  • Seslenme, ses çıkarma.

ısdar / ısdâr / اصدار

  • (Sudur. dan) Çıkarma, çıkarılma, sudur ettirme.
  • Deveyi sudan geri döndürmek.
  • Rücu ettirmek, geri döndürmek, vazgeçirmek.
  • Çıkartma. (Arapça)

isfar / isfâr

  • Sabah namazını ortalık aydınlanıncaya kadar geciktirmek.

ısha'

  • Gökyüzünün açık ve bulutsuz olması.

ıskalariya

  • Geminin üst kısmına çıkabilmek için iskele, yani merdiven teşkil etmek üzere çarmıhlara aykırı ve kazık bağı ile bağlanmış ince halatlar.

islal

  • (Sell. den) Kılıcı sıyırıp çıkarma.
  • Verem etme, verem uğratma.

ism-i fail / ism-i fâil

  • Gr: Kendisinden fiil, iş çıkan kimsenin sıfatı. Fâil, hâdim, kâtib gibi.

ism-i tasgir

  • Küçültme ismi. Küçüklük veya azlığa delâlet eden isimdir. Arapçada ekseri (Fueyl) veya (Fuayil) vezninde, Türkçede kelime sonuna cik, cık, cağız, ceğiz gibi ekler getirerek yapılır. Abd: Kul, Ubeyd: Kulcağız, kulcuk gibi.

ism-i zahiri

  • Açık, görünen isim.

ismah

  • Cömert ve eli açık olma.
  • İtâatli ve bağlı etme.

isna aşeriyye / isnâ aşeriyye

  • Şiîliğin kollarından biri. Hazret-i Ali'nin halîfe olması açıkça emr olunmuştu, Eshâb (Peygamber efendimizin arkadaşları) bu emri yerine getirmediği için kâfir oldu diyen, Peygamber efendimizin vefâtından sonra hazret-i Ali ve sırasıyla onun iki oğlu ile torunlarını meşrû (geçerli) imâm kabûl eden v

isnam

  • Ateşin alevi büyüme.
  • Duman ve toz havaya çıkma.

isnan

  • (Sinn) Yaşlanmak. İhtiyarlamak.
  • Diş çıkarmak.

ispat

  • Kanıt göstererek birşeyin gerçek yönünü ortaya çıkarma.

işrab

  • (Şürb. den) İçirme veya içirilme.
  • Bir maksadı açıktan değil de, dolayısıyla gösterme. Kapalı surette anlatma.

işraf

  • Yüksek bir yere çıkma. Yüksek bir yerden bakıp anlama.
  • (Hasta) ölüm döşeğinde olma.

istatistik

  • Hüküm çıkarmak için bilgi toplama ve sınıflandırma ilmi.
  • Bir neticeye varmak veya bir hüküm çıkarmak için metodlu olarak mevcud lüzumlu şeyleri toplayıp sayı hâlinde göstermek işi ve bu işle meşgul olan ilim. (Fransızca)

isti'la

  • (Ulüv. den) Yükselmek. Üste çıkmak. Yüce olmak. Terfi' eylemek. Galib olmak.
  • Gr: Bir şeyin bir şey üzerine çıkması.
  • Tecvidde: Harf okunduğu zaman dilin, üst damağa kalkmasına denir.

ıstıad

  • Yükseğe çıkma, terfi etme.

istiare-i musarraha

  • (Açık istiare) Teşbihin iki temel unsurundan yalnız kendisine benzetilen ile yapılan istiare.Meselâ: Büyük âlimlere; ayaklı kütüphane veya yaşlı kimselere hayatının son baharında denilmesi gibi.

istibane

  • Açıklama, belli olma. Meydanda ve âşikâr olma.

istibham

  • Karışık ve belirsiz olma.
  • Ses çıkarmama, susma.

istibraz

  • Meydana çıkarmak, açığa vurmak.

istibşar

  • Müjde almak. Hayırlı, iyi haber iyi sevinmek.İSTİBTA' : Ağır ağır hareket etme.
  • Gecikme, geç kalma.

istidlal / istidlâl / استدلال

  • (Dalâl. den) İman ve İslâmiyet yolundan çıkarmağa, dalâlete düşürmeğe çalışmak.
  • Delil getirmek. Bir delile dayanarak netice çıkartmak. Delile nazar etmek. Muhakeme. Mülahaza ve anlama kudreti. Delil ile anlamak. Zihnin eserden müessire veya müessirden esere intikali.
  • Delil getirme, hüküm için çıkarımda bulunma.
  • Bir delile dayanarak bir şeyden netice çıkarmak. Delil getirerek anlamak.
  • Delil getirme, delile dayanarak hüküm çıkarma.
  • Delil ile hüküm çıkarma, akıl yürütme, delillerin ışığında yargıda bulunma. (Arapça)

istidlalat / istidlâlât

  • Delil getirme, akıl yürütme, çıkarımda bulunma.

istifale

  • Tecvidde: Bir harfin, okunduğu zaman aşağı çene tarafına düşüp üst damağa yükselmesi. Bu hâlde ağızdan çıkan harfler: "Müsta'liye" harflerinin zıddıdır. Bu harfler: "Elif, Be, Te, Se, Cim, Ha, Dal, Zel, Rı, Ze, Sin, Şın, Ayın, Fe, Kaf, Kef, Lâm, Mim, Nun, Vav, He, Yâ" dır.

istifsar / istifsâr / اِسْتِفْسَارْ

  • Açıklanmasını istemek, sormak.
  • İstifsâr etmek: Açıklama istemek.
  • Açıklama isteme, sorma.

istihare / istihâre

  • Hayır istemek.
  • Bir işin hakkında hayırlı olup olmadığını anlamak için abdest alıp iki rek'at namaz kıldıktan sonra bu husustaki duâyı okuyarak o işle ilgili rüyâ görmek üzere hiç konuşmadan uykuya yatmak.
  • Her gün evden çıkmadan iki rek'at namaz kılıp Allahü teâlâdan o günün ve işinin

istihrac / istihrâc

  • Bir şeyin içinden bir şey çıkarmak. Bir mânâyı istidlâl etmek. Meydana ve harice çıkarmak. Bâzı emareleri beliren şeylerden ileriye âit olacak şeyleri çıkarmak. İstidlâl etmek.
  • Birşeyin içinden bir şey çıkarma; ilmî ve mânevî güçle Kur'ân-ı Kerimden mânâ çıkartma.
  • Çıkarma, çıkarım.

istihraç

  • Delillerden hareketle hüküm çıkarma.

istihrac / istihrâc / استخراج

  • Çıkarma. (Arapça)
  • Hüküm çıkarma. (Arapça)
  • Anket. (Arapça)
  • İstihrâc etmek: Çıkarmak. (Arapça)

istihraç edilen

  • Çıkarılan.

istihrac etme

  • Çıkarma.

istihrac-ı esrar

  • Sırları ortaya çıkarma.

istihrac-ı esrar-ı kur'ani / istihrac-ı esrar-ı kur'ânî

  • Kur'ân'ın ince sırlarını keşfedip ortaya çıkarmak.

istihrac-ı gaybi / istihrac-ı gaybî

  • Gaybî haberlerden mânâ çıkarma.

istihracat / istihrâcât

  • Çıkarımlar; ilmî ve mânevî güçle Kur'ân-ı Kerimden çıkartılan mânâlar.
  • Çıkarmalar, çıkarımlar.

istihracat-ı kur'aniye / istihracat-ı kur'âniye

  • Kur'ân-ı Kerimden anlam çıkarma işlemleri.

istihraci / istihracî

  • Eldeki delillerden hüküm çıkarır tarzda.

istihsalat

  • (Tekili: İstihsal) Üretilen şeyler. Bir memleketin veya fabrika gibi faaliyet merkezlerinin çıkardığı, yetiştirdiği şeyler.

istihsan

  • Güzel bulma, güzel görme.
  • Kıyas denilen delîlin iki kısmından birisi olan hafî (gizli, kapalı) kıyas, yâni asl (hakkında açıkça hüküm bulunan şey) ile, fer' (hakkında açıkça hüküm bulunmayan şey) arasında müşterek (ortak) olan ve aslın hükmünün fer'e verilmesine sebeb olan illetin (vasfın, ö

istihza / istihzâ

  • Söz, yazı, işâret veya çeşitli davranışlarla bir kişinin ayıp ve eksikliklerini ortaya çıkarmak, onunla eğlenmek, alay etmek.

istikra / istikrâ / اِسْتِقْرَا

  • Birey veya olayları tek tek inceleyerek onlardaki ortak vasıfları tesbit etmek sûretiyle çıkartılan genel sonuç; tümevarım, endüksiyon; yani peygamberleri tek tek araştırıp "peygamberliğin sebebi olan küllî esaslar"ı tespit etmek bir istikra işlemidir. İşte bu esaslar Peygamber Efendimizde en mükemm
  • Ayrı ayrı olaylardan genel bir hüküm çıkarma.
  • Hadiselerden ortak bir sonuç çıkarma.

istikra'

  • Gezmek, dolaşmak, etraflı bilgi edinmek. Ayrı ayrı hâdiselerdeki müşterek vasıflara dikkat ederek umumi bir netice çıkarmak. Umumi araştırmak. Fertten umuma âit hüküm sâhibi olmak.

ıstılah

  • Tabir, deyim. Belirli bir topluluğun, bir lafzı lügat mânasından çıkararak başka bir mânada kullanmaları.
  • Bir ilim veya mesleğe âid kelime. Terim. Erbab-ı ilim arasındaki ve herkesin anlamadığı kelime.
  • Muvafakat. Uygunluk. Barışmak. İttifak.

istilal

  • Sıyırıp çıkarma. Sıyrılıp çıkarılma.

istilal-i seyf

  • Kılıcı kınından sıyırıp çıkarma.

istilbas

  • Geç kalma, gecikme.

istimaze

  • Ayrılma, ayrı durma, açıkta bulunma.

istinbat / istinbât / استنباط

  • Bir söz veya bir işten gizli bir mânâyı meydana koymak.
  • Müçtehid veya büyük bir âlimin gizli bir mânâyı içtihadı ile meydana çıkarması.
  • Bir mes'eleyi derin tetkik ile meydana çıkarması.
  • Bir mes'eleyi derin tetkik neticesinde kaynaklarından güçlükle anlamak.
  • Eldeki delillerden yeni hükümler çıkarma.
  • Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş hükümleri, bilgileri, açıkça bildirilenlere benzeterek, meydana çıkarmak.
  • Bir iş veya sözden gizli bir anlam çıkarmak, tahmin etmek.
  • Bir söz veya işten gizli bir mânâ çıkarma, zımnen, açık olmayarak, dolayısıyla anlama.
  • Bir sözden gizli bir mânâ çıkarma.
  • Anlam çıkarma, hüküm çıkarma. (Arapça)

istinbat etmek

  • Gizli mânâyı ortaya çıkarmak.

istinbat-ı ahkam / istinbat-ı ahkâm

  • Hüküm çıkarma.

istinbatat

  • Bir söz veya bir işten gizli bir mânâ ve hüküm çıkarma işlemleri.

istinca / istincâ

  • Birisinden maksadını istihsal etmek.
  • İlm-i Hâlde: Pislikten temizlenmek. Abdest bozduktan sonra veya abdest almadan evvel; kan, sidik, meni' gibi şeylerin çıktıkları yeri temizlemek.
  • Önden ve arkadan necâset çıkınca bu yerleri yıkamak, temizlemek.

istinsah / istinsâh

  • Nüshasını çıkarma, bir sûretini çıkarma, kopye etme.

istinsaren

  • Arka çıkarak.
  • Yardım ümid ederek.

istintac

  • Netice çıkarma, sonuç çıkarma.
  • Netice almak. Netice çıkarmak.

istira'

  • İki tâne odun parçasını birbirine sürte sürte tutuşturma.
  • Çakmak taşında ateş çıkartma.

istisal

  • (Asl. dan) Kökten koparıp çıkarmak.
  • Tıb: Bedenden kesilmesi veya koparılması istenen bir parçayı, uru kökünden koparmak.

istiska / istiskâ / استسقا

  • Su isteme.
  • Yağmur duasına çıkma.
  • Vücudun bir yerinde su toplanması.
  • Kıtlık, kuraklık vaktinde, sahrâya çıkıp, yağmur yağdırması için Allahü teâlâya yalvarmak, duâ etmek. Yağmur duâsı.
  • Yağmur duasına çıkma. (Arapça)
  • Vücutta su toplanması. (Arapça)

istiska'

  • (Saky. den) Su isteme. Susama.
  • Yağmur duasına çıkma.
  • Vücudun bazı yerlerinde su toplanması hastalığı.

istislal

  • Çekip çıkarma, sıyırma.

istital

  • Gözyaşları inci gibi dökülme.
  • Birbiri ardınca çıkma. Birbirinin peşinden çıkma.

istizah / istizâh / istîzâh / اِسْت۪يضَاحْ

  • Belirsiz ve mübhem bir şey hakkında açık söylenmesini istemek. İzah istemek.
  • Gensoru. Bir mes'ele hakkında mebuslar tarafından başbakana veya bakanlardan birine açılan ve sonunda soruşturma yapılması istenilen sual.
  • Açıklama talebi.
  • Açıklama istemek.
  • Açıklama isteme.

istizahen

  • Bir şeyin açıklanmasını isteyerek.

istizahta bulunan

  • Açıklama isteyen.

ita'at / itâ'at

  • Söz dinleme, boyun eğme, emre göre hareket etme. Sözünden çıkmama.

itab / itâb / عتاب

  • Azarlama, paylama, çıkışma. (Arapça)

itiraf

  • Kabahatını saklamamak, suçunu söylemeyi kabul etmek, açıklamak.

itiraz / îtiraz

  • Kabul etmediğini belirtme, karşı çıkma.
  • Karşı çıkma, karşı söz.

ıtk-ı muzaf

  • Bir zamana, bir vaktin girmesine veya çıkmasına izafe edilen ıtkdır. "Sen gelecek ayın başında hürsün." denilmesi gibi ki, o ayın başında ıtk hadisesi vücuda gelir.

itkan-ı muhkem

  • Bütün açıklığıyla bilerek sağlam yapmak.

ıtnan

  • Çınlatma. Madeni bir ses çıkartma.

ıtrah

  • (Tarh. dan) Çıkarma, tarhetme, dışarı atma.

ittizah / ittizâh

  • Vazıh olmak. Açık olmak. Aşikâr olmak.
  • Açıklık.

ittizah-ı delil

  • Delilin açık, vazıh ve aşikâr olması.
  • Delilin açıklığı.

iyan / iyân / عيان

  • Açık, ayan beyan. (Arapça)

iz'af

  • Zayıflatmak, kuvvetsiz hale getirmek.
  • İki kat etmek. İki misline çıkarmak.

izaa-i esrar

  • Gizli sırları açığa vurma, açıklama.

izah / izâh / îzâh / ايضاح / ایضاح / ا۪يضَاحْ

  • Açıklamak. Bir şeyi anlaşılır hâlde söylemek veya yazmak.
  • Açıklama.
  • Açıklama.
  • Açıklama.
  • Açıklama. (Arapça)
  • Îzâh edilmek: Açıklanmak. (Arapça)
  • Îzâh etmek: Açıklamak. (Arapça)
  • Açıklama.

izah buyurulan

  • Açıklanan.

izah eden

  • Açıklayan.

izah edilen

  • Açıklanan.

izah edilme

  • Açıklanma.

izah edilmek

  • Açıklanmak.

izah etme

  • Açıklama.

izah etmek

  • Açıklamak.

izah ve beyan

  • Açıklama.

izahat / izâhât / îzâhât / ایضاحات / ا۪يضَاحَاتْ

  • (Tekili: İzah) İzahlar, açıklamalar.
  • İzahlar, açıklamalar.
  • Açıklamalar.
  • Açıklamalar.
  • Açıklamalar. (Arapça)
  • Îzâhât vermek: Açıklamada bulunmak, açıklama yapmak. (Arapça)
  • Açıklamalar.

izahen / îzâhen / ایضاحا

  • Açıklayarak, izah ederek.
  • Açıklama ile.
  • Açıklayarak. (Arapça)

izahsız

  • Açıklamasız.

izhal

  • Hatırdan çıkarma, unutma.

izhar / izhâr / اِظْهَارْ

  • Açığa vurma. Meydana çıkarma.
  • Göstermek. Zâhir ve âşikâre ettirmek.
  • Yalandan gösteriş.
  • Tecvidde, iki harfin arasını birbirinden ayırıp açarak ihfâsız, idgamsız olarak okumaya denir. Bu sıfatın harfleri Huruf-ı halk denilen harflerdir.
  • Açığa çıkarma, gösterme.
  • Açıklamak, ortaya çıkarmak. İki harfi birbirinden ayırmak mânâsına tecvîd ilminde bir terim.
  • Gösterme, ortaya çıkarma.

izhar eden / izhâr eden

  • Gösteren, ortaya çıkaran.

izhar edilme

  • Açıklanma, gösterilme.

izhar etme

  • Meydana çıkarma, gösterme.

izhar etmek

  • Göstermek, ortaya çıkarmak.

izhar-ı azamet

  • Büyüklüğü, yüceliği ortaya çıkarma, gösterme.

izhar-ı hak

  • Hakkı izhar etmek. Hakkı açıklama.

izhar-ı muhalefet

  • Karşı olduğunu ortaya koyma; açık bir şekilde muhalefet yapma.

ızlal / ızlâl / اضلال

  • Yoldan çıkarma. (Arapça)

izn

  • (İzin) Yasağı kaldırmak. Bir şeye ruhsat vermek. Yol vermek. Hizmetten çıkarmak.

izn-i amm / izn-i âmm

  • Herkese müsaadeli olan.
  • Ist: Cum'a namazı kılınan cami kapısının kayıtsız şartsız her müslümana açık olması.

ıznan

  • Bir kimseyi kabahatlı çıkarma.

ka'kaa

  • Silâh çatırtısı. Kılınç veya süngü gibi silâhların birbirine çarpmasından çıkan ses.

ka'va'

  • İncikleri ince olan kadın.

kab'

  • Seyahat edip gezmek.
  • Nefesi tutulmak.
  • Atın burnu içinden çıkan hırıltı.

kaba necaset / kaba necâset

  • İnsandan çıkınca abdesti veya guslü gerektiren her şey, eti yenmeyen hayvanların, (yarasa hâriç) ve yavrularının yüzülmüş, dabağlanmamış derisi, eti, pisliği ve bevli ile süt çocuğunun pisliği, bevli ve ağız dolusu kusmuğu, insanın ve bütün hayvanlar ın kanı ile şarab, leş, domuz eti ve kümes ve yük

kabil-i tabir

  • Yoruma açık, ifade edilebilir.

kabil-i tevil

  • Yoruma açık, yorumlanması mümkün.

kabl-ez zuhur

  • Zuhurundan ve meydana çıkmadan evvel.

kadir alayı

  • Tar: Kadir gecesi padişahların saraydan çıkıp, civardaki camilerden birinde namaz kılmaları münâsebetiyle yapılan merâsim.

kafile

  • (A, uzun okunur) Birlikte sefere çıkanların cemaatı. Kervan.

kaid-ül cebel

  • Dağın çıkıntısı, burnu.

kaide-i istidlal / kâide-i istidlâl

  • Bir konu hakkında ispat için uyulması gerekli delil sunma kaidesi; çıkarımda bulunma kaidesi.

kaide-i külliye

  • Açık ve sarih olan kaide ve hüküm. Herşey hakkında tatbik edilebilen, umumi kaide.

kaide-i külliyye

  • Açık, sarih olan hükümler, genel kurallar.

kaim olmak

  • Çıkmak.

kal'

  • Koparma, koparılma, sökme, sökülme, çıkarılma, temelinden çekip atma.
  • Bir şeyi kökünden çekip koparmak.
  • Kendisinden iyi kalay çıkan maden.
  • Azletmek. Bir tarafa ayırmak.

kalb-i muntazam

  • Edb: Harfleri ters okunduğu zamanda da bir mâna çıkan kelimedir. Meselâ: "Reşat, taşer" gibi.

kalemkari / kalemkârî

  • Resimcilik, ince nakkaşlık. (Farsça)
  • İnce nakkaşın elinden çıkmış. (Farsça)

kali'

  • (Kal. dan) Kökten söküp atan. Kökünden çıkaran.

kalkale

  • Bir şeyi titretmek.
  • Tecvidde: Okurken harflerin üzerinde birden durarak harfi, mahrecinden çıkar çıkmaz kesmek suretiyle bu harfleri tekrar okumak. Kalkale ile okunan harfler şunlardır: Kaf, tı, ba, cim, dal. (Hakk kelimesinde okunduğu gibi)

kalubela / kâlûbelâ

  • Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı yaratınca, kıyâmete kadar bütün zürriyetini zerreler hâlinde onun belinden çıkarıp; "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye buyurup, onların da; "Evet, sen Rabbimizsin" diye verdikleri cevâbı ifâde eden söz.

kamea

  • (Çoğulu: Kamâ) Büyük gök sinek.
  • Gözün kirpikleri diplerinde çıkan sivilceler.

kameri sene / kamerî sene

  • Ayın yerküresi etrâfında on iki defâ dönmesi esnâsında ortaya çıkan yıl, sene. 354 gün.

kanif / kânif

  • Udul eden, dönen, yoldan çıkan.

kanun-u mübin-i rabbani / kanun-u mübîn-i rabbânî

  • Besleyen, yetiştiren, verdiği nimetlerle varlıkları terbiye eden, idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın apaçık kanunu.

kanun-u sarahat-i kur'aniye / kanun-u sarâhat-i kur'âniye

  • Kur'ân'daki açıkça belirtilen kanunu, hüküm.

kar

  • (Çoğulu: Kur-Kirân) Zift, kara boya.
  • Deve. Dağ keçisi.
  • Ses çıkmasın diye ayağın kenarıyla yürümek.
  • Küçük tepe.
  • Kara taşlı yer.
  • Kara büyük taş.

kar-nüma / kâr-nüma

  • Menfaat gösteren. (Farsça)
  • Usta çıkacak olan çırakların, ustalıklarını göstermek için yaptıkları örneklik iş. (Farsça)

kara'

  • Deve yavrusunda çıkan beyaz bir sivilce ve kabarcık.
  • Baştaki saçların hastalıktan dökülmesi.

kararname

  • Bakanlar Kurulu'ndan çıkan resmî emirler. (Farsça)
  • Verilen karârı bildiren yazı. (Farsça)

karaşime

  • Maymunların gece çıkıp yattığı bir ağaç.

karf

  • Töhmet etmek, ayıplamak.
  • Ayıp isnad etmek.
  • Dibâgat olunmuş deriden yapılan dağarcık gibi bir kap.

karh

  • Yaralama.
  • Hasta olmak.
  • Bedende çıkan yara.
  • Su olmayan yerde kuyu kazmak.
  • Yanlış ve yalanla hakkı değiştirmek ve battal etmek.

kariha

  • Fikir kabiliyeti. Zihin kudreti. Düşünme istidadı.
  • Akıldan hâsıl olan fikirler. Her şeyin evveli.
  • Kuyudan çıkarılan ilk su.

karin hacı / kârin hacı

  • Hac ile ömreye birlikte niyyet eden. Önce ömre için Kâbe-i muazzamayı tavaf ve sa'y edip, sonra ihrâm elbisesini çıkarmadan ve traş olmadan, hac günlerinde hac için, tekrâr tavaf ve sa'y yapan.

karkar

  • (Çoğulu: Karâkır) Düz açık yer.

karname / kârname

  • Usta çıkacak kişilerin ustalıklarını göstermek için yaptıkları iş örneği. (Farsça)

kasib

  • (Çoğulu: Kasâyib) Kadınların yüzleri üstüne bıraktıkları kıvırcık saç. Kâkül.

kaşif / kâşif

  • Keşfedici. Keşfeden. Gizli bir şeyi meydana çıkarıp, izah eden. Açıklayan.
  • Mısır'da nâhiye veya kaza idarecilerine verilen ad.
  • Keşfedici, açığa çıkarıcı.
  • Keşfeden, bulan, meydana çıkaran.

kasire

  • Evinde hapsedilip dışarı çıkartılmayan kadın.

kassar

  • Leke çıkaran.
  • Çırpıcı, yıkayıcı.

kastal

  • Cenk ederken olan toz, dövüşürken çıkan toz.

kastar

  • (Çoğulu: Kasâtıra) Hâzık, basiretli, mahâretli kimse.
  • Paranın sahtesini seçip çıkaran kimse.

kasvet

  • Katılık, sertlik, kalbden hayır (iyilik) ve yumuşaklığın çıkması.

kat'i delil / kat'î delîl

  • Kesin delil. Âyet-i kerîmeler ve tevâtürle bildirilen mânâsı açık hadîs-i şerîfler.

katat

  • Kısa, kıvırcık saç.

katrecik

  • Damlacık.

katt

  • Katı bir cismi yontma, enine kesme.
  • Saçın kıvırcık olması.
  • Narhın, fiatın fazla olması.

kattat

  • Hokkalar yapan, çıkrıkçı.

kavl-i kadim / kavl-i kadîm

  • İmâm-ı Şâfiî'nin Bağdâd'daki ilk ictihâdlarına (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden çıkardığı hükümlere) verilen ad. Bunlara onun mezheb-i kadîmi de denir. İmâm-ı Şâfiî, kavl-i kâdimini el-Hucce adlı eserinde topladı. Mısır'a yerleşince, muhîtin (y örenin) örf ve âdetlerini de nazar-ı îtibâra (dik

kavl-i şarih / kavl-i şârih

  • Mânasını açıklayan söz. Şerheden söz. Tarif. Şerhedenin sözü.
  • Açıklayıcı söz.

kavl-i şarihi / kavl-i şârihi

  • Açıklayıcı söz.

kay

  • Kusma, istifrağ. Hastalıktan dolayı ağızdan çıkan hazmolmamış gıdâ maddesi.
  • Ağızdan çıkan hazmolmamış besin, kusmuk.

kaza etmek / kazâ etmek

  • Namaz, oruç gibi farz ve vacib bir ibâdeti vakti çıktıktan sonra yapmak.

kaza namazı / kazâ namazı

  • Vakti çıktıktan sonra kılınan namaz.

kaza ve kader / kazâ ve kader

  • Allahü teâlânın meydana gelecek hâdiseleri ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) bilip takdîr etmesi ve bu hâdiselerin zamânı gelince, Allahü teâlâ tarafından yaratılması ve meydana çıkması. Allahü teâlânın birşeyin varlığını ezelde bilip, takdîr et

kaziye-i mutlaka

  • Man: Hiçbir ihtimâl gösterilmeyip, bir şeyin şöyle olduğuna veya olmadığına açıktan açığa hükmolunan kaziyye'dir.

kaziyye-i bedihiyye

  • Bedîhî kaziyye, isbata muhtaç olmayan açık hüküm.

kebiru'l-müteal / kebîru'l-müteâl

  • Açık ve gizli her şeyi bilen, büyük ve yüce olan. Allah Teâlâ.

kebv

  • Davarın, başını vücuduna sürçmesi.
  • Çakmak çöngelip ateşi çıkmaz olmak.
  • Görmek.
  • Kabın içindekini dökmek.
  • Ateşi kül bürüyüp örtmek.

kedkede

  • Ağır ağır seğirtmek.
  • Katı bir cisme dokunmaktan çıkan ses.

kelam-ı beliğ / kelâm-ı belîğ

  • Belâgatli söz; açık ve kusursuz ifade.

kelam-ı lafzi / kelâm-ı lafzî

  • Kelâm-ı nefsîyi anlatan ve insanın kulağına gelen ve söyleyenin ağzından çıkan harfler topluluğu.

kemal-i ferah ve saadet / kemâl-i ferah ve saâdet / كَمَالِ فَرَحْ وَ سَعَادَتْ

  • Tam bir gönül açıklığı ve mutluluk.

kemal-i içtihad / kemâl-i içtihad

  • Tam ve mükemmel bir içtihad; dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda Kur'ân ve hadisten hüküm çıkarma.

kemal-i izah / kemâl-i izah

  • Tam ve mükemmel bir açıklama.

kemal-i sarahat / kemâl-i sarahat

  • Eksiksiz bir şekilde açık olma.

kemal-i vuzuh / kemâl-i vuzuh / kemâl-i vuzûh / كَمَالِ وُضُوحْ

  • Tam bir açıklık.
  • Tam bir açıklık.

kemal-i zuhur / kemâl-i zuhur

  • Son derece açık olma; gözlerin görme sınırını aşacak şiddette açık ve meydanda olma.

kemençe

  • Çiftçilerin tarlalara kimyevi gübre atmak için kullandıkları bir nevi âlet. (Farsça)
  • Tırnağı tellerine değdirmekle ses çıkaran kemana benzer küçük bir çalgı âleti. (Farsça)

kemerbeste-i ubudiyet

  • Cenab-ı Hakkın huzuruna çıkıp, kollarını önden bağlar şekilde, emre hazır vaziyette bekleyip, kulluğunu ifâde ve ilân etmek. (Namazdaki gibi)

kerahet-i tenzihiyye / kerâhet-i tenzîhiyye

  • Yasak olmasına kuvvetli ve açık bir delil bulunmayan ancak yapılması iyi olmayan şeyler. Helâle yakın mekrûh.

keramat-ı gaybiye / kerâmât-ı gaybiye

  • Allah'ın bir ikramı olarak gaybla ilgili verilen haberlerin doğru çıkması şeklinde gerçekleşen kerametler.

keramet-i aleniye

  • Açık, gözle görünür kerâmet.

keramet-i bahire / keramet-i bâhire

  • Ap açık keramet.

keramet-i iktisadiye

  • Tutumlu olmanın ortaya çıkardığı keramet.

keramet-i zahire / keramet-i zâhire

  • Apaçık keramet, görünen keramet.

keramet-i zāhire / kerâmet-i zāhire / كَرَامَتِ ظَاهِرَه

  • Açık, görünür olan keramet.

kerbele

  • Ayaklarda olan gevşeklik. Yürüdüğünde balçık içinde yürür gibi yürümek.
  • Buğday ve arpa gibi hububatın kalburlanması.

keremkar / keremkâr

  • Kerem eden, ikram eden. Cömert, eli açık olan, bağışlayan. (Farsça)

kerempe

  • Yun. Denize doğru uzanan kayalık çıkıntı.
  • Dağın en yüksek yeri, tepesi.
  • Geminin baş tarafı.

kerempe burnu

  • Batı Karadeniz kıyısında Cide Kazasının sınırları içinde kalan kara çıkıntısı.

keremperver

  • Kerem sâhibi. Eli açık, cömert. Mükrim. (Farsça)

kerr

  • Çekilerek yeniden hücum etmek.
  • Birşeyden vazgeçtikten sonra tekrar ona, o işe yönelmek.
  • Devlet.
  • Gemi halatı.
  • Hurma ağacına çıkmakta kullanılan urgan.

kesafet

  • Bulanıklık. Kir. Açık veya berrak olmamak.
  • Kalınlık, yoğunluk, kesiflik, koyuluk. Şeffaf olmamak.

keses

  • Alt dişleri çenesiyle çıkmak.
  • Dişleri kısa olmak.

keşf / كشف

  • Açmak.
  • Olacak bir şeyi evvelden anlamak. Gizli kalmış bir şeyin Cenab-ı Hak tarafından birisine ilham olunması ile o gizli şeyin meydana çıkarılması.
  • Açığa çıkarma; mânevî âlemlere ait bazı hakikatleri kalb gözüyle görme.
  • Açmak, gizli bir şeyi bulmak, ortaya çıkarmak. Bir şeyin üzerindeki kapalılığı kaldırmak.
  • Evliyânın, his ve akılla anlaşılmayan şeyleri, kalbine gelen ilhâm yoluyla bilmesi.
  • Açma, meydana çıkarma, gizli bir şeyi bulma, bir sırrı öğrenme.
  • Allah tarafından ermişlere ilham edilen gizliyi bilme yetisi.
  • Keşif, bulma, ortaya çıkarma. (Arapça)

keşf-i esrar

  • Sırları keşfetme, incelikleri meydana çıkarma.

keşf-i kablelvuku

  • Olmadan önce keşfetme, meydana çıkarma.

keşf-i kat'i / keşf-i kat'î

  • Kesin keşif, mânevî âlemlerde bazı hakikatleri görme ve ortaya çıkarma.

keşf-i raz / keşf-i râz

  • Gizli bir şeyi meydana çıkarma.
  • Gizli bir şeyi meydana çıkarmak, açıklamak. (Farsça)
  • Sır toplamak, casusluk etmek. (Farsça)

keşfetme

  • Bulma, ortaya, açığa çıkartma.

keşfetmek

  • Gizli birşeyi ortaya çıkarmak.

keşfiraz / keşfirâz

  • Sırrı ortaya çıkarma.

keşfiyat / keşfiyât

  • (Tekili: Keşf) Keşifler. Bulup meydana çıkarılan şeyler.
  • Cenâb-ı Hakkın ihsan ve ilhamı ile evliyâullahın, hususan evliya-ı izâm hazeratının ve hasseten Kur'ân-ı Hakimin irşadı ile ve feyzi ile Rüesâ-i Evliyâ ve Server-i Kâinat olan Peygamberimiz Resul-i Ekrem (A.S.M.) Efendimizin de
  • Keşifler, bazı hakikatleri ortaya çıkarma, keşfetme hâlleri.

keşif

  • Gizli ve bilinmeyen birşeyin ortaya çıkarılması, buluş.

keşk

  • Kavi, kuvvetli, sağlam.
  • Kabuğu çıkmış arpa.
  • Arpa suyu.
  • Yoğurt keşi.

kesret-i zuhur

  • Çok sayıda görünme, belirip ortaya çıkma.

kess

  • Sakal kıllarının sık ve kıvırcık olması.
  • Alt dişleri çenesiyle çıkmak.

keşşaf / keşşâf

  • Keşfeden. Gizli şeyleri bulup meydana çıkaran.
  • Meşhur bir tefsir ismi.
  • İzci.
  • Keşfedici, gizli olanı açığa çıkarıcı.

keşşaf zaman

  • Gizli şeyleri ortaya çıkaran zaman, keşfedici zaman.

kestel

  • itl. Küçük kale. Hisarcık.

keva'

  • Bileğin çıkması.
  • Bilek kemiği.

kevser-i fesahat

  • Dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılmasından doğan tatlılık, doygunluk.

keyd

  • Tuzak. Kötülük, hile.
  • Men'etmek.
  • Kusmak.
  • Çakmağın tezce ateşi çıkmayıp geçmek.
  • Cenk etmek, dövüşmek.
  • Karganın ötmesi.

keyf

  • Afiyet, sağlık, sıhhat.
  • Memnunluk, hoşlanma.
  • Neş'e, sevinç, sürur.
  • Mizaç, tabiat.
  • İstek, taleb, arzu, heves.
  • Gönül açıklığı.

kezm

  • Kızgınlığı yenme. Öfke ve hiddeti meydana çıkarmama.
  • Men'etmek, engel olmak.
  • Hapsetmek.
  • Nefesin çıktığı yer.
  • Bir şeyi ağzına alıp ön dişiyle kırmak.
  • Burnun kısa ve yüksek olması.
  • Parmakları kısacık olmak.
  • Atın dudaklarının kaba ve kısa olması.

kezma

  • Parmakları kısacık olan kadın.

kezz

  • Boğazına çıkana kadar yemek.
  • Çok yemekten dolayı ağırlaşmak.

kıble açısı

  • Bir beldeden güney veya kuzeyden kıble istikâmetine çıkan iki doğru arasındaki açı.

kibriti / kibritî

  • Kükürtle alâkalı.
  • Kükürt renginde olan. Açık sarı rengi.

kılıbık

  • Karısının sözünden çıkmayan erkek. Karısının baskısı altında olan adam.

kinaye

  • Dolayısı ile dokunaklı söz. Maksadı dolayısı ile anlatan söz. Üstü örtülü dokunaklı söz. Açıktan olmayıp hakiki mânâyı başka ifâde ile dokunaklı konuşmak.

kiram

  • Benzetmeli, kinâyeli.
  • (Tekili: Kerim) Kerimler, şerefliler.
  • Eli açık cömert kimseler.

kırkıs

  • Küçük üvez.
  • Köpeği çağırmak.
  • Yüzük yapılan özlü balçık.

kıskanç

  • Allahü teâlânın başkasına ihsân ettiği nîmetin ondan alınmasını, onun elinden çıkmasını ve yalnız kendinde olmasını isteyen kimse.

kıssadan hisse almak

  • Anlatılan bir şeyden ders çıkarmak.

kitab-ı akide / kitab-ı akîde

  • İnanç esaslarını ele alıp açıklayan kitap.

kitab-ı mu'cizü'l-beyan

  • Açıklaması ve ifadesi mu'cize olan kitap, Kur'ân.

kitab-ı mübin / kitâb-ı mübîn / كِتَابِ مُبِينْ

  • Açık, hak ile batılı ayıran kitap, Kur'ân-ı Kerim.
  • Herşeyi açıkça beyan eden kitap, Kur'ân-ı Kerim.
  • İyiyi kötüden ayırıp açıklayan kitab, Ku'rân.

kitabımübin / kitâbımübîn

  • Apaçık kitap, kaderin bir türü, Kurân.

kıyas

  • Benzetmek, karşılaştırmak, mukâyese. İki şeyi birbiri ile karşılaştırmak. Benzeterek hüküm ve muhâkeme etmek.
  • Man: Doğru kabul edilen iki hükümden bir üçüncü hükmü çıkarmak.
  • Fık: İki belli şeyden birinin mahsus olan hükmünü, yâni, bu hükmün mislini, aralarındaki müttehid ille

kıyas-ı celi / kıyas-ı celî

  • Açık ve belirli olan kıyas.

kıyas-ı fukaha

  • Hakkında açıkça âyet ve hadis bulunmayan mes'elelere dâir; ilim ve irfanda allâme ve mütebahhir, ilmi ile amelde ve Sünnet-i Seniyyeye ittiba ve imtisalde, ibadet ve taatta, takva ve verada, züht, azimet ve riyazetle, terakki ve taâli eden müctehid fukaha tarafından kıyas ile verilen hüküm.

kıyas-ı istikrai / kıyâs-ı istikrâî

  • Tüme varım; ayrı ayrı hâdiselerden yola çıkarak bir genelleme yapma.

klişe

  • Matbaada tipografik baskıda kullanılan kabartma resim veya yazılar çıkarılmış madeni levha. (Fransızca)

komedi

  • yun. Cemiyetin gülünç ve kusurlu hâllerini ortaya koyan tiyatro eseri.
  • Uydurma, yapmacık hareket veya söz.
  • Gülünecek hareketler.

kruvazör

  • Daha ziyade toplarla mücehhez açık denizlerde emniyeti te'min etmek ve konvoyları korumakla vazifeli süratli harp gemisi. (Fransızca)

kuas

  • Boynun içine geçik olması.

küçük günah

  • Fitne çıkarmak, adam öldürmek, zinâ etmek gibi büyük günahlara göre daha küçük sayılan günahlar, yasaklar, mekrûhlar.

küçük sözler

  • Sözler kitabı içerisinden alınmış olan bazı bölümlerden oluşan kitapçık.

kudeyh

  • Küçük kadeh, kadehcik.

küfr-i cühudi / küfr-i cühûdî

  • Allahü teâlâya, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş, inanılması lâzım olan şeylere inanmamakta bilerek inâd etmek.

küfr-ü irtidad

  • Dinden çıkma küfrü; dinden çıkarak inkâra gidiş.

kulaa

  • Suyu emip yarılmış ve yerden koparılmış balçık.
  • Büyük taş.

külale

  • Çiçek demeti. (Farsça)
  • Kıvrım kıvrım olan saç. Kıvırcık saç. Bukle. (Farsça)

külçe

  • Eritilip tasfiye olunmamış veya topraktan çıkartıldığı gibi bulunan maden.
  • Büyük parça şeklinde dökülmüş maden.

kulkul

  • Şen, çevik, atik.
  • Bir şeyin deprenmesiyle çıkan ses.
  • Büyük, derin deniz.
  • Hızlı giden at.

kuluçkaya kapanmak

  • Kuşun, yavru çıkarmak üzere yumurtaların üzerine yatması.

külve

  • (Çoğulu: Külu-Külliyât) Dağarcık altına çepeçevre diktikleri deri.
  • Tirşe dedikleri kayış.

kumanya

  • ing. Bir gemi içinde bulunan kimselerin beslenmeleri için gemiye doldurulan erzak. Gemi zahiresi.
  • Eskiden piyade kayığının arka kısmındaki dolapçık.
  • Gemi kileri. Geminin erzak koymağa mahsus yeri.

kundak

  • Küçük çocukları sıkı bağlamaya yarıyan bezler takımı.
  • Yangın çıkarmak için bir yere sokulan, tutuşturulmuş yağlı bez çıkısı.
  • Bebek sargısı, yangın çıkaran ateş parçası.

kundak sokmak

  • Mc: Ara bozacak bir söz söylemek veya böyle bir harekette bulunmak.
  • Yangın çıkarmak.

kunyan

  • Kişinin nefsi için saklayıp elden çıkarmadığı mal.

kunye

  • Kişinin nefsi için saklayıp elden çıkarmadığı mal.

kur'an-ı azimü'l-beyan / kur'ân-ı azîmü'l-beyan

  • Açıklamaları pek yüce ve benzersiz olan Kur'ân.

kur'an-ı azimü'l-burhan / kur'ân-ı azîmü'l-burhân

  • Delilleri apaçık ve yüce olan Kur'ân.

kur'an-ı bahirü'l-burhan / kur'ân-ı bâhirü'l-burhan

  • Kesin, güçlü ve apaçık delillere sahip olan Kur'ân.

kur'an-ı hakim-i mu'cizü'l-beyan / kur'ân-ı hakîm-i mu'cizü'l-beyan

  • İfade ve açıklamalarıyla mu'cize olan ve sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur'ân.

kur'an-ı hatib-i mu'cizbeyan / kur'ân-ı hatib-i mu'cizbeyan

  • İnsanlığa hitap eden açıklama ve ifadeleriyle mu'cize olan Kur'ân.

kur'an-ı mu'cizi'l-beyan / kur'ân-ı mu'cizi'l-beyân

  • Açıklamalarıyla benzerini yapmaktan akılları âciz bırakan Kur'ân-ı Kerim.

kur'an-ı mu'cizü'l-beyan / kur'ân-ı mu'cizü'l-beyân

  • Açıklamalarıyla mu'cize olan, benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur'ân.

kur'an-ı mu'cizü'l-beyan-ı azimüşşan / kur'ân-ı mu'cizü'l-beyân-ı azîmüşşân

  • Açıklamalarıyla benzerini yapmaktan akılları aciz bırakan, şan ve şerefi yüce olan Kur'ân.

kur'an-ı mübin / kur'ân-ı mübîn / قُرْاٰنِ مُب۪ينْ

  • Hak ve hakikati açıklayan Kur'ân.
  • Her şeyi açıkça beyan eden Kurân.

kur'an-ı mucizü'l-beyan / kur'ân-ı mucizü'l-beyân

  • Açıklamalarıyla mu'cize olan, benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur'ân.

kur'an-ı vazıhü'l-beyan / kur'ân-ı vâzıhü'l-beyân

  • İfade, üslûp ve açıklamaları açık, anlaşılır olan Kur'ân.

küreyvat / küreyvât

  • Kürecikler; alyuvar ve akyuvarlar.
  • Kürecikler.

küreyvat-ı beyza

  • Kandaki beyaz renkte ve çok küçük kürecikler. Kan ve lenf gibi vücud mâyilerinde bulunan çekirdekli ve yuvarlak hücreler. Kırmızı küreciklere nisbetle azdırlar. Vazifeleri hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdafaadır. Ne zaman müdafaaya girseler Mevlevi gibi iki hareket-i devriye ile sür'atl

küreyvat-ı hamra

  • Kırmızı kan kürecikleri. Kana kırmızı rengini veren, çekirdeksiz, yuvarlak, küçük hücrecikler olup kanın her mm.küpünde beş milyon kadar bulunurlar, beden hücrelerine erzak dağıtırlar ve bir kanun-u İlâhî ile hücrelere erzak yetiştirirler. (Tüccar ve erzak memurları gibi)

kürtaj

  • Dölyatağı (rahim) veya kemik apsesi boşlukları içinde bulunan yabancı cisim veya hasta organları özel bir âletle çıkarıp almak işlemi. Rahmin temizlenmesi ameliyesi.

kürz

  • (Çoğulu: Karaze) Çan.
  • Dağarcık, torba.

küşade / küşâde / كُشَادَه

  • (Küşude) Açık. Açılmış. Ferahlı.
  • Açık.
  • Açık, şen.

küşayiş / küşâyiş

  • Açıklık. Ferahlık. (Farsça)
  • Açıklık.

küsbe

  • Yağı veya suyu çıkartılmış her çeşit nebâti artıklar. Yağ posası.

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

küttab

  • (Tekili: Kâtib) Kâtipler.
  • Mektep, okul.
  • Başı yuvarlak küçük ok. (Oğlancıklar onunla ok atmayı öğrenirler.)

kütüb-ü kelamiye / kütüb-ü kelâmiye

  • İman hakikatlerini ispat eden ve açıklayan ilim dalına ait kitaplar.

kuvveden fiile geçme

  • Potansiyel halde olan birşeyin fiilen meydana gelmesi, ortaya çıkması.

kuvvet-i beyan

  • Açıklamadaki, anlatımdaki güç.

laas

  • Dudağın rengi açık siyâha yakın olmak.

labirent

  • Bir defa içine girildiğinde çıkış yolu çok güçlükle bulunabilen bina. (Fransızca)
  • Çok karışık ve birbirini kesen yol. (Fransızca)

laden

  • Çamdan çıkarılan zift gibi siyah ve kokulu zamk. (Farsça)

lafz

  • Ağızdan çıkan söz, kelime.
  • Bir şeyi atmak.

lafz-ı müfesser

  • Huk: Tahsis ve te'vile ihtimâl bırakmıyacak derecede açık olan sözdür ki, onunla amel vâcib olur.

lagıb

  • Acıkmış ve yorulmuş kişi.

laglaga

  • (Çoğulu: Laglag) Ördekten küçük bir güzel kuştur, başında az miktar beyaz tüyü vardır. Türk diyârında yavrusunu çıkarıp kış günlerinde Mısır'a gider.

lagt

  • Hafif hafif ses çıkarma. Mırıldanma.

lahavle / lâhavle

  • (Lâhavle ve lâkuvvete illâ billâhil-aliyyil azim" cümlesinin kısaltılmışı ki, "Kuvvet ve kudret ancak Cenab-ı Allah'tadır." meâlinde olup bir belâ ve tehlike esnasında veya sabrın tükendiğini açıklamak için söylenir.

lahc

  • Dar olmak.
  • Bir nesne, kabında paslanıp çıkmamak.

lahib

  • Açık yol.

lahis

  • Susuzluk veya sıcaktan dolayı dilini çıkararak soluyan köpek.

lahn-ı celi / lahn-ı celî

  • Açık ve herkesin bildiği tecvîd hatâsı.

laklaka

  • Leylek sesi.
  • Hareketten ve ıztıraptan dolayı çıkan ses.
  • Şiddetli ses ve galebe ile çağrışmak.
  • Boş ve mânasız söz.

lalesar

  • Lâlelik. Lâlebahçesi. (Farsça)
  • Sığırcık kuşu. (Farsça)

layu'la / lâyu'la

  • Üstüne çıkılmaz, çok yüksek.
  • Galip ve üstün gelinemez.

lazım / lâzım

  • Birbirinden ayrılması mümkün olmayan iki şeyden birinci derecede geleni; meselâ Güneş lâzımdır, gündüz melzumdur. Kur'ân lâzımdır, onun açıklaması olan tefsir melzumdur.

lazime-i zaruriye-i beyyine / lâzime-i zaruriye-i beyyine

  • Apaçık zorunlu bir gereklilik şeklinde; bir şeyin apaçık zorunlu niteliği.

lazuk

  • Yapışkan nesne.
  • Yapışkan balçık.

lebaçe

  • Önü açık elbise. Hırka. (Farsça)

lebdeğmez

  • t. Dudak değmez.
  • Edb: Dudaktan çıkan harflerden olan "B-F-M-P-V" sessizlerinin içinde bulunmadığı manzumeler.

lebeb

  • (Çoğulu: Elbâb) Göğüste gerdanlık takılan yer.
  • Atın göğsüne yapılan sinebend.
  • Devenin ve sâir davarın göğsüne bağladıkları nesne.
  • Dağ eteğinde olan azıcık yumuşak kum.

lebgüşa

  • Dudağı açık. Söyleyen, konuşan. (Farsça)

lebküşa

  • Dudağı açık. Konuşan, söyleyen. (Farsça)

ledm

  • Taşı taşla vurmak.
  • Yere düşen taştan çıkan ses.
  • Kaftana yama vurmak.
  • Defetmek, kovmak.

lehib

  • Açık yol.

lehs

  • Nefesi kesilip dili dışarı çıkarma.

lek

  • Ahmak, ebleh, sersem. (Farsça)
  • Yüzbin. (Farsça)
  • Kırmızı boya çıkarmaya yarayan bir maden. (Farsça)

levze / لوزه

  • Bir tek bâdem.
  • Tıb: Bâdemcik.
  • Badem. (Arapça)
  • Bademcik. (Arapça)

levzetan / levzetân

  • İki bâdemcik, bâdemcikler.

levzeteyn

  • Bâdemcikler, iki bâdemcik.

leyg

  • İyi huylu olmak.
  • Sözü açık ve fasih söyleyememek.

leyle-i mi'rac / leyle-i mi'râc

  • Mübârek gecelerden, Resûlullah efendimizin Mîrâca çıktığı Receb ayının yirmi yedinci gecesi.

lihat

  • (Çoğulu: Lehâ-Lehevât-Leheyât-Lihâ') Boğaz ağzında olan dilcik.

limmi / limmî

  • (limmiye - lümmi) (Niçin mânâsındaki "lime" den) Aleni. Açık.
  • Nazari. Akla dayanan.
  • Açıklık.

limmiyet / limmîyet

  • Açıklık.

lisan-ı fasihane / lisân-ı fasihâne

  • Fasih dil; meramı güzel, açık ve düzgün ifadelerle aktaran dil.

lisan-ı kur'an-ı mu'cizü'l-beyan / lisan-ı kur'ân-ı mu'cizü'l-beyan

  • Açıklamaları mu'cize olan Kur'ân'ın dili.

lisan-ı mu'cizü'l-beyan-ı nebevi / lisan-ı mu'cizü'l-beyân-ı nebevî

  • Her şeyi ap açık şekilde açıklayan Peygamberimizin mu'cizeli dili.

lisan-ı tasrih

  • Açıkça ifade eden dil.

lısb

  • Küçük kaya yarığı.
  • Derenin dar yeri. Dar olan her cins madde.
  • İçi zorla çıkan ceviz.

loca

  • İtl. Bazı toplantı yerlerinde bir veya birkaç seyirciye mahsus hususi odacıklar.
  • Hücre, küçük bölme.
  • Masonların toplandıkları yeri.

lüfaze

  • Değirmenin öğüttüğü un.
  • Ağızdan çıkan söz.

lügaz

  • Edb: Manzum bilmecelere denir. Lügaz çözülürse insan, hayvan, eşya veya başka bir mânâ çıkar. Meselâ: (Hikmetullah şehrinin bir tânesiOğlunun karnında yatar annesi.)Bu manzum çözülürse cevap olarak "İpek böceği" çıkar.

lümey'a

  • Küçük pırıltı. Küçük ışıkcık. Parıltıcık.

lümeya / lümeyâ

  • Parıltıcık.

lüseyn

  • Küçük dil. Dilcik.

lüzum-u beyyin

  • İspata ihtiyacı olmayan şey, apaçık gereklilik. Meselâ körlük görmemenin, cahillik ilimsizliğin lüzûm-u beyyinidir.

ma'deniyat

  • Madenî oluşlar. Madenler. Madenden çıkan şeyler. Maden ilmi.

ma'maa

  • (Çoğulu: Meâmi) Acele etmek.
  • Ateşten çıkan ses.
  • Bahâdırların cenk içindeki haykırmaları.

ma'na-yı sarih / ma'nâ-yı sarîh / مَعْنَايِ صَر۪يحْ

  • Açık ma'nâ.

ma'na-yı zahiri / ma'nâ-yı zâhirî / مَعْنَايِ ظَاهِر۪ي

  • Açık ma'nâ.

ma'rec

  • Çıkacak yer, merdiven.

ma'ref

  • Yüzün, devamlı olarak açık görünen yeri.

ma'rez

  • Ortaya çıkma yeri.

ma'rız

  • (Ma'raz. dan) Bir şeyin görünüp çıktığı yer. Bir şeyin bildirildiği, arzolunduğu makam.

ma'sur

  • Sıkılmış. Suyu veya yağı çıkarılmış.

ma'zul

  • (Azl. den) İşinden çıkarılmış, kovulmuş, azledilmiş.

ma'zulen

  • Azledilmiş olarak. İşinden çıkarılmış olarak.

ma'zulin / ma'zulîn

  • (Tekili: Ma'zul) İşinden çıkarılmış olan kimseler. Azledilmişler.

ma'zuliyet

  • Azledilme hâli. Açıkta kalınış.

ma-fat

  • Kaybolan. Fevt olan. Elden çıkan şey. Kaybedilen.

ma-i mukayyed / mâ-i mukayyed

  • Herhangi bir maddenin karışması ile yaratılmış oldukları hâlden çıkmış ve hususi bir ad almış sulardır. (Gül, çiçek, üzüm, asma, et suları gibi.)

maa

  • (Beraber) mânasında bir kelime olup, iki türlü kullanılır:1- İzafetle (tamlama hâlinde):a) Zarf olarak: (Celestü maa zeydin: Zeyd ile beraber oturdum)b) Sıla (cümlecik) olarak: (Musaddıkan lima maaküm: Sizdekini tasdik ederek)c) Haber olarak: (Vehüve maahüm: O, onlarla beraberdir.)2- İzafetsiz: Bu t

maani-i sariha / maânî-i sariha

  • Açık mânâlar.

maarif yangını

  • Millî Eğitim Bakanlığında çıkan yangın.

maarizu'l-kelam / maârîzu'l-kelâm

  • Sözün katmanları arasından çıkan ince mânâlar.

mabsara

  • Bedihî ve zâhir olan hususlar. Açık ve meydanda olan hususlar.

madde-i musavvire

  • Tıb: Kanın küreciklerinden başka gıda maddesinden olup, azot ve sair maddeleri içine alan sulu cisim. Canlı hücrelerin vücudunu teşkil eden ve içinde çoğunun çekirdek bulunan albüminli madde. Protoplazma.

maddiyun

  • Materyalistler, herşeyi madde ile açıklamaya çalışanlar.

maddiyun ve tabiiyyun taunu / maddiyun ve tabiiyyun tâunu

  • Her şeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia etme ve her şeyi madde ile açıklamaya çalışma vebası.

maddiyunluk

  • Materyalizm; herşeyi madde ile açıklamaya çalışma.

maddiyunun dinsizliği

  • Materyalistlerin dinsizliği; herşeyi madde ile açıklamaya çalışanların dinsizliği.

maddiyyunluk

  • Maddecilik, materyalizm, herşeyi madde ile açıklamaya çalışma gayreti.

mader / mâder

  • Birşeyin çıktığı yer; kaynak; ana.

mafat / mâfât

  • Kaybolan, elden çıkan.

maglata-i şeytaniye

  • İnsanları aldatmak ve yoldan çıkarmak için söylenen karıştırıcı sözler. Şeytanın insan kalbine vesvese vermesi.

magma

  • yun. Jeo: Yanardağlardan çıkan hamur kıvamındaki yoğun madde.

magre

  • (Çoğulu: Migrât) Aşı dedikleri kırmızı balçık.

mahall-i zuhur / mahall-i zuhûr / مَحَلِّ ظُهُورْ

  • Görünme, ortaya çıkma yeri.
  • Meydana çıkma yeri.

maharic

  • Çıkacak yerler. Huruc edecek yerler.

maharic-i huruf

  • Gr: Ağızda harflerin çıktığı yerler.

mahc

  • Cima etmek.
  • Kovayı azıcık çekip yine dolsun diye suya vurmak.

mahkum-u aleyh / mahkûm-u aleyh

  • Bizzat kendisi üzerine hüküm binâ edilen (yani bu kaideyi şöyle açıklayabiliriz.

mahmuz

  • (Mihmaz. dan) Binilen hayvanın sür'atini arttırmak maksadıyla dürtme için potin yahut çizmenin ökçesine takılan demirden yapılmış âlet.
  • Kovanların çerçevelerine peteği tesbit etmek için kullanılan mâden tekerlekçik.
  • Bir yapıyı veya duvarı, dıştan beslemek için kullanılan dest

mahn

  • Kuyudan su çıkarmak.
  • İmtihan etmek.
  • Bahşiş vermek.
  • Vurmak.

mahr

  • (Çoğulu: Mevâhır) Yarmak.
  • Yükseltmek.
  • Rüzgârın çıkardığı gürültü.

mahrec

  • Çıkacak yer.
  • Ses ve harflerin ağızdan çıktıkları yer.
  • Mat: Bayağı kesirde çizginin altındaki sayı. (Payda)
  • Hususi bir meslek için adam yetiştirmeğe mahsus mekteb ve dâire. (Meselâ: Mekteb-i fünun-u harbiye zâbit mahrecidir.)
  • Tarik-i ilmiyede büyük bir pâyeye v
  • Sesin ağızdan çıkış yeri.
  • Dışarı çıkacak, çıkılacak kapı.
  • Ağızdan harflerin çıktığı yer.
  • Çıkış yeri.

mahreç

  • Çıkış.

mahrec / مخرج

  • Çıkış yeri. (Arapça)

mahreçsiz

  • Harfleri doğru çıkarmadan.

mahs

  • Hayaları çıkarılmış. İğdiş edilmiş.

mahsub

  • Kızamık çıkarmış kişi.

maht

  • Çıkarmak.
  • Çekmek.

mahzuf / mahzûf

  • Çıkarılan, kaldırılan.

makam-ı ebcedi / makam-ı ebcedî / مَقَامِ اَبْجَد۪ي

  • Bir metnin ebced hesabıyla çıkan sayı değeri.

makam-ı ibrahim / makâm-ı ibrâhim

  • Kâbe'de İbrâhim aleyhisselâmın, Kâbe'yi inşâ ederken veya insanları hacca dâvet ederken üstüne çıktığı taşın bulunduğu yer.

makam-ı mana-yı mefhum / makam-ı mânâ-yı mefhum

  • Bir sözden çıkarılan mânânın, anlamın derecesi.

maklu'

  • Sökülmüş, kökünden çıkarılmış, kal' olunmuş.

makluan

  • Sökülerek, kökünden çıkarılmış olarak.

maksad ve müstekarrın temeyyüzü

  • Kelâmın maksadının ve karar kıldığı yerin açık olarak belli olması.

makşur

  • Soyulmuş, kabuğu çıkarılmış.

makşuvv

  • Men' ve kahrolmuş. Tab'ından çıkarılmış.

mal-i gaybi / mal-i gaybî

  • Bulunmuş ve sahibi çıkmamış mal.

mal-i zımar

  • Bir kimsenin mâlik olduğu halde, onlardan faydalanması kabil olmayan; başka tabir ile, elinden çıkıp galib-i hale nazaran bir daha eline girmeleri umulmayan mallar.

mana-yı sarih / mânâ-yı sarîh

  • Açık mânâ.

mana-yı sarihi / mânâ-yı sarîhî

  • Kur'ân'ın mânâ tabakalarından biri, açıkça anlaşılan mânâ.

mana-yı zahiri-yi mecazi / mânâ-yı zâhirî-yi mecazi

  • Sözün zahirine ait mecazî mânâsı; sözün ilk etapta anlaşılan açık mânâsının mecâzî anlamı (Hakiki anlamı değil. Çünkü hayat vermek Allah'a mahsustur.).

manevi tefsir / mânevî tefsir

  • Kur'ân-ı Kerimin işaret ettiği hakikatleri asrın ilmî gelişmeleri ışığında ortaya koyarak, iman hakikatlerini güçlü ve sarsılmaz delillerle açıklayan, yorumlayan eser.

manşet

  • Bir gazetede ilk sayfanın en üst kısmındaki büyük puntolu başlık. (Fransızca)
  • Bir gömleğin kol kısmına geçirilen ve elbisenin kolundan dışarı çıkan kumaş parçası. (Fransızca)

mansus

  • Nass ile sâbit kılınmış. Âyetle tesbit edilmiş. İzhar ve beyan edilmiş.
  • Kur'anda açıkça anlatılmış.

marık / mârık

  • Dinsiz, mürted, hak dinden çıkan.
  • Dinsiz, hak dinden çıkan.

maruz bırakılma / mâruz bırakılma

  • Açık hâle getirilme, açık hedef yapılma.

mas'ad

  • (Çoğulu: Masâid) Yukarı çıkılacak yer. Suud yeri.

masaid

  • (Tekili: Mas'ad) Yukarı çıkacak yerler.

masdar / مصدر

  • Bir şeyin sudur ettiği (çıktığı) menba.
  • Gr: Fiilin şahsa ve zamana bağlı olmayan şekli, fiil kökü. Okumak, yazmak, kitabet, kıraat, ahz, almak... gibi. Masdar kelimesi.; ism-i mekândır, sudur etmek mânasına gelir. Fiilin mâna ve lâfız ciheti ile mebde' ve me'hazidir.
  • Bir şeyin çıktığı yer, temel, kaynak.
  • Fiil kökü.
  • Çıkış yeri.
  • Çıkış yeri, kaynak. (Arapça)
  • Masdar. (Arapça)

masnu'

  • (Sun'. dan) San'atla yapılan, yapılmış. Yapma, yapmacık.

masnuat-ı sayfiye / masnuât-ı sayfiye

  • Yaz mevsiminde ortaya çıkan sanat eseri varlıklar.

mastar

  • Bir şeyin çıktığı kaynak.

masver

  • Sütsüz keçi.
  • Sütü zor çıkan deve.

matain

  • (Tekili: Matin) Balçıkla sıvanmış yerler.

matbu'

  • Tab' olunmuş. basılmış, kitap veya gazete haline gelmiş. Basılıp matbaadan çıkmış olan.

materyal

  • Bir işin meydana çıkması için lâzım gelen şeyler. (Fransızca)

matin / matîn

  • (Çoğulu: Metâyın) Balçıklı yer.

matita / matîta

  • (Çoğulu: Metâyıt) Havuz dibinde kalan balçıklı bulanık su.

matla'

  • Doğma yeri, birşeyin doğduğu ve çıktığı yer.
  • Güneş veya yıldızların doğdukları yer, ufuktan çıktıkları yer.
  • Yıldız veya güneşin zuhur etmesi.
  • Edb: Kaside ve gazelin kafiyeli olan ilk beyti.

matruh

  • Tarh edilmiş, çıkarılmış.
  • Belirtilmiş, konulmuş (vergi)
  • Temeli atılmış (Binâ).

mattal

  • (Mattâle) Devamlı olarak borcunu ileri atıp geciktiren.

mazahir / mazâhir

  • (Tekili: Mazhar) Mazharlar. Eşyanın görüldüğü, çıktığı yerler.
  • Nâil olmalar.
  • Şereflenmeler.
  • Görünme ve ortaya çıkma yerleri.

mazhar / مظهر

  • Sahib olma, nâil olma. Şereflenme.
  • Bir şeyin göründüğü, izhar olunduğu yer. Çıktığı yer.
  • Ortaya çıkma ve görünme yeri.
  • Ortaya çıkış yeri. (Arapça)
  • Şereflenme, nail olma. (Arapça)
  • Mazhar olmak: Karşılaşmak, nail olmak. (Arapça)

mazhar-ı enbiya / mazhar-ı enbiyâ / مَظْهَرِ اَنْبِيَا

  • Peygamberlerin (zuhur ettiği) çıktığı yer.

mazhariyet-i münkeşife / مَظْهَرِيَتِ مُنْكَشِفَه

  • Açılmış, açığa çıkmış bir şekilde kendinde gösterme.

mazif

  • Herkese sofrası açık olan ev. Kapısı açık, misafir sever ev. Misafirperver olan hâne.

mazz

  • Gönlün gamdan ve tasadan yanması.
  • İkrar etmek, kabul etmek, açıktan söylemek.

me'haz

  • Bir şeyin alındığı, çıkarıldığı yer, kaynak.
  • Menba'. Bir şeyin alındığı, çıkarıldığı yer. Bir şeyin aslının alındığı kaynak.

me'huz

  • Ahzolunmuş. Çıkarılmış. Alınmış.
  • Ödünç olarak başka bir yerden alınmış.
  • Alınmış, çıkarılmış, tutulmuş.
  • Ödünç olarak başka bir yerden alınmış.

meahiz

  • (Tekili: Me'haz) Me'hazler. Bir şeyin çıktığı veya alındığı yerler. Kaynaklar.

meal / meâl

  • Tefsîr âlimlerinin yaptıkları tefsirlerin (açıklamaların) ışığı altında, âyet-i kerîmelere verilen mânâ, açıklama.

meal-i icmali / meâl-i icmâlî

  • Kısaca açıklama, meâl.

mearic

  • (Tekili: Mi'rac) Mi'raclar. Merdivenler. Çıkılacak yerler.
  • Çıkılacak yerler.

mebal

  • (Bevl. den) Sidiğin çıktığı yer.

mebde'-i zuhur

  • İlk olarak ortaya çıktığı dönem.

mebde-i ruh

  • Ruhun başlangıç ve çıkış noktası; ruhun başlangıç noktası olan kâinattaki genel hayat; kâinatın ruhu.

mebsut / mebsût / مبسوط

  • Yaygın, açık. (Arapça)

mec'ul / mec'ûl

  • Yapılmış. Meydana çıkarılmış. İkame ve ihdas olunmuş olan.
  • Meydana çıkarılmış, yapılmış olan, yapmacık, uydurma.

mecae

  • (Mecâet) Açlık. Acıkma.

mecdur

  • Tıb: Çiçek çıkarmış kimse.

mechure / mechûre

  • Nefesin tutulup sesin çıkarılmasıyla okunan harfler.
  • Harf, hareke ile okunduğunda, nefesin hapsolunup sesin açığa çıktığı anda okunan harfler.

mechuriye

  • Aşikâre olunmuş, açıklanmış, meydana konulmuş.

mecla

  • (Çoğulu: Mecâli) Ayna, mir'at.
  • Çıkma ve görünme yeri.
  • Başın tepesinde kıl bitmeyen yer.

mecmuacık

  • Kitapçık.

medar-ı beyan

  • Açıklama konusu.

medar-ı istihracat / medâr-ı istihracat

  • Bir şeyden bir mânâ çıkarma sebebi, kaynağı.

medar-ı zuhur / medâr-ı zuhûr / مَدَارِ ظُهُورْ

  • Meydana çıkma sebebi.

medayih-i bahire / medayih-i bâhire / medâyih-i bâhire

  • Çok açıktan birisini veya bir şeyi övmek, medhetmek.
  • Açık ve aşikâr övgüler.

meder

  • Tezek, toprak tezeği.
  • Çakıl. Kuru çamur. Kuru balçık.
  • Köy, mahalle.

medfu / medfû / مدفوع

  • Çıkarılmış. (Arapça)
  • Dışkı. (Arapça)
  • Para kasasından çıkmış. (Arapça)

medfu'

  • Dışarı çıkarılmış, def olunmuş, kovulmuş.
  • Verilmiş, vezneden çıkarılmış.

medfuat

  • (Tekili: Medfu') Defedilip dışarı çıkarılmış olanlar.
  • Sarfedilmiş ve verilmiş paralar. Harcanan veya kasadan çıkan paraların, hesap defterinde kaydedildiği hâne.

medrese-i umumi / medrese-i umumî

  • Genele ve herkese açık olan medrese.

medrese-i umumiye

  • Herkese açık medrese, okul.

mefhum

  • Anlaşılan. Mânâ. İfade. Sözden çıkarılan mânâ.
  • Anlaşılmış.
  • Sözden çıkarılan mânâ, kavram.

mefhum-i muhalif

  • Bir sözden çıkarılan zıt mânâ.

mefhum-u sarih / mefhûm-u sarîh / مَفْهُومُ صَر۪يحْ

  • Açık anlam.
  • Açık ma'nâ.

mefkuk

  • (Çoğulu: Mefakik) Ayrılmış olan.
  • Sökülmüş, çıkarılmış.

mefrah

  • Kuluçka çıkarma yeri. Folluk.

meftuh / meftûh / مفتوح

  • Fethedilmiş, açılmış, açık.
  • Zaptedilmiş, ele geçirilmiş. Sonu üstün ile harekeli isim.
  • Açık. (Arapça)
  • Fethedilmiş. (Arapça)
  • Fethalı. (Arapça)

megad

  • Bir ot cinsidir, ağaca sarmaşır çıkar; üzüm çubuğundan ince olur ve yaprağı uzun olur.

meharic

  • (Tekili: Mahrec) Mahreçler. Dışarı çıkacak şeyler.

meharic-i huruf / mehâric-i huruf / mehâric-i hurûf

  • Tecvidde: Ağızda harf seslerinin çıktığı yerler.
  • Harflerin çıkış yerleri.
  • Kur'ân-ı kerîm harflerinin herbirinin ağızdan ses olarak çıktığı yer.

mehasin-i meşrutiyet / mehâsin-i meşrutiyet

  • Meşrutiyet sisteminin ortaya çıkardığı güzel neticeler.

mehc

  • Cömert, eli açık.

mekanizma

  • Lât. Bir şeyin makina kısmı.
  • Mc: Oluş ve işleyiş. Meydana çıkış.

mekarim / mekârim

  • Cömertlikler, elaçıklıklar, iyilikler.

mekarimkar / mekârimkâr

  • Cömert, eliaçık. Kerem sâhibi. (Farsça)

mekruh / mekrûh

  • Hoş görülmeyen, beğenilmeyen şey. Peygamber efendimizin beğenmediği ve ibâdetin sevâbını gideren şeyler. Yasak olduğu haram gibi kesin olmamakla berâber, Kur'ân-ı kerîmde, şüpheli delil ile, yâni açık olmayarak bildirilmiş veya bir sahâbînin (Peygamb er efendimizin arkadaşlarının) bildirmesi ile anl

mekşuf

  • Keşfolunmuş, meydana çıkarılmış. Açık. Belli.

mekşuf-ül avre

  • Görünmemesi icab eden yeri açık olan kimse.

mekşuf-ür re's

  • Başı açık.

melfuz

  • (Lâfız. dan) Telâffuz olunmuş, okunmuş olan. Söylenmiş.
  • Ağızdan çıkan söz, hece, kelime veya harf.

mellaha

  • Tuz çıkan yer.

melulane / melulâne

  • Acıklı ve mahzun bir hâlde.

memdude

  • Balçıklı ve kesekli yer.

memlaha

  • (Milh. den) Tuz çıkarılan yer. Tuzla.

memsus

  • Massolunmuş, emilmiş.
  • Baldır, incik.

menabi'

  • (Tekili: Menba') Kaynaklar. Pınarlar. Nebeân eden yerler.
  • Her şeyin zâhir olduğu yerler.
  • Servetlerin çıktığı yerler.

menafi' / menâfi' / منافع

  • Menfaatler, çıkarlar, yararlar. (Arapça)

menahic

  • (Tekili: Minhac-Menhec) Açık ve geniş yollar. Bilinen büyük yollar.

menba'

  • Kaynak. Nimetin veya herhangi bir şeyin çıktığı yer. Suyun çıktığı yer. Pınar.

menbat

  • Suyun çıktığı yer. Menba'.

menfaat / منفعت

  • Fayda, çıkar.
  • Çıkar, yarar.
  • Çıkar, yarar. (Arapça)

menfaat-i cinsiye

  • Kendi şahsî çıkarı ve millî menfaati.

menfaat-i hasise

  • Âdi, değersiz çıkar.

menfaat-i insaniye

  • İnsanlığın yarar ve çıkarı.

menfaat-i kavmiye

  • Milletin çıkarı.

menfaat-i millet

  • Kişinin mensup olduğu milletin menfaati, yarar ve çıkarı.

menfaat-i nefs

  • Kişisel çıkar.

menfaat-i şahsiye

  • Kişisel çıkar.

menfaatperest / منفعت پرست

  • Çıkarına tapan.
  • Çıkarcı. (Arapça - Farsça)

menfaatperestlik

  • Sadece çıkarını düşünme.

menfeat

  • Fayda, çıkar.

menfez / منفذ

  • Nüfuz etme yeri, delik, yarık, giriş veya çıkış yolu. (Arapça)

menhec

  • (Çoğulu: Menâhic) Geniş, açık yol.

menkuşe

  • Nakşolunmuş, işlenmiş.
  • Kemik çıkmış olan baş yarığı.

menşe'

  • Bir şeyin çıktığı yer, esas, kök.
  • Yetişilen yer, bitirilen mektep.
  • (Neş'et. den) Esas. Kök. Bir şeyin çıktığı, neş'et ettiği yer. Beslenip yetişilen yer.

mensi / mensî

  • (Mensiyye) (Nisyan. dan) Unutulmuş, hatırdan çıkmış.

mensiyat

  • (Tekili: Mensi) Hatırdan çıkıp unutulmuş şeyler.

mensiyet

  • Unutulma, hatırdan çıkma.

meratib-i münkeşife-i meşhude

  • Bizzat görerek açığa çıkmış mertebeler (k-ş-f;.

meratib-i nisbiye

  • Göreceli olan mertebeler, başkalarına oranla ortaya çıkan dereceler.

meravih

  • (Tekili: Mirvaha) Etrâfı açık ve rüzgârlı yerler. Çöller, sahralar. Ovalar.

mercan

  • Denizde geniş resif meydana getiren ve mercanlar takımının örneği olan hayvan ve bunun kalkerli yatağından çıkarılan çoğu kırmızı renkte ve ince dal şeklinde bir madde. Bu madde boncuk gibi süs eşyası olarak kullanılır. Mercanlar ancak 40 metre kadar derinlikte yaşayabilirler.

mered

  • Kötülükte inad.
  • Sakal belirmemek, sakal çıkmamak.

mergul

  • (Mergule) Kıvrılmış veya bükülmüş saç. Kıvırcık saç.
  • Ahenkli ses.
  • Kuş sesi.

merid / merîd

  • Katı, yoğun. Güçlü, kuvvetli kimse.
  • Süt içinde ıslatılıp yumuşatılan hurma.
  • Baş kaldıran. Sadece fesadlık çıkaran. İnatçı. Şerli. Haddini aşmakta, azgınlıkta ve günahkârlıkta çok ileri gitmiş olan.

mermuz

  • (Remz. den) Açıktan belirtilmeyip, işaret ve remz ile anlatılan. İmâ edilmiş olan.

mermuze

  • (Çoğulu: Mermuzât) İşaretle anlatılmış. Remzolunmuş. Açıktan değil de işaretle anlatılmış şeyler.

mertebe-i istinbat ve içtihad

  • Hüküm çıkarma ve içtihad etme derecesi.

mes'elede müctehid

  • Mezheb reîsinin bildirmediği mes'eleler için, mezhebin usûl ve kâidelerine bağlı kalarak, dînî delillerden hüküm çıkaran âlimler.

meşa'

  • Duyulan, intişar eden, açıklanan, yayılan. Etrafa yayılmış olan.
  • Bölünmeyip ortaklaşa kalmış olan. Müşterek olan.

mesalih-i siyasiye / mesâlih-i siyasiye

  • Siyasî yararlar, çıkarlar.

mesall

  • Kabından çıkmış nesne.

meşari'

  • Caddeler. Doğru ve açık yollar.
  • Su akan oluklar.

mescid-i haram / mescid-i harâm

  • Ka'be-i muazzamanın etrâfında üstü açık olan câmi.

mesele-i içtihadiye

  • Dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda Kur'ân ve hadise dayanarak hüküm çıkartmayla ilgili olan mesele.

mesih / mesîh

  • Îsâ aleyhisselâmın isimlerinden.
  • Kıyâmete yakın yeryüzünde çıkacağı bildirilen, son derece kıvırcık saçlı, gözü dışarı fırlamış kâfir bir genç olan Deccâl'e verilen isim.

meslul

  • Çekilmiş. Kınından çıkmış kılınç.
  • Din uğruna kendini fedâ eden kahraman.
  • Tıb: Verem.

mesra

  • Gece vakti yola çıkma.

meşruh / meşrûh / مشروح

  • Şerh olunmuş. Anlatılmış. Açıklanmış. İzah olunmuş.
  • Açıklanmış.
  • Açıklanmış, şerhedilmiş. (Arapça)

meşruhat / meşruhât / meşrûhât / مشروحات

  • Açıklamalar, izahlar.
  • Açıklama ve izahlar.
  • Açıklananlar.
  • Açıklamalar. (Arapça)

meşrutiyet

  • Başında hükümdar bulunmakla birlikte seçimle belirlenmiş bir yasama meclisine dayanan, yürütmesi denetime açık anayasal idare şekli; Osmanlılarda 1876 anayasasıyla başlayan, 1908 değişikliğiyle devam eden hukukî ve siyasi döneme verilen ad.

mest

  • Adamın elini deve karnında yavrunun yattığı yere sokması.
  • Bağırsak içinde iken sıvayıp çıkarmak.

meth

  • Yerinden koparmak ve çıkarmak.
  • Cima. Tohum bırakmak için çekirgenin kuyruğunu yere sokması.
  • Vurmak ve uzaklaştırmak.

mett

  • Çekmek.
  • Ulaşmak.
  • Kuyudan su çıkarmak.

mevalid / mevâlid

  • Mahsuller, topraktan yeni çıkan şeyler.

mevcudat-ı bahariye / mevcudât-ı bahariye

  • Bahar mevsiminde ortaya çıkan varlıklar.

mevkute

  • Zamanı muayyen, belirli olarak çıkan matbuât. Gazete, mecmua gibi şeyler.

meydan

  • Arsa.
  • Geniş yer.
  • Etrafı çevrilmiş, üstü açık geniş yer.

meydan-ı zuhur / meydân-ı zuhûr / مَيْدَانِ ظُهُورْ

  • Meydana çıkma.

meyelan-ı muhabbet / meyelân-ı muhabbet

  • Sevgiyi ortaya çıkaracak meyil ve eğilimler.

mezad

  • Artırma ile yapılan satış.
  • Tuluk, dağarcık.

mezade

  • (Çoğulu: Mezaid) Tuluk, dağarcık.

mezheb

  • Gitmek, tâkib etmek, gidilen yol. Mutlak müctehîd denilen dinde söz sâhibi âlimlerin, müslümanların yapmaları gereken hususlarla ilgili olarak dînî delîllerden (Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler ve İcmâ'dan) hüküm çıkarma usûlleri ve çıkarıp bildirdik leri hükümlerin hepsi.

mezheb imamı / mezheb imâmı

  • Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan din bilgilerini, Eshâb-ı kirâmdan işiterek veya nakl ile toplayan, açıkça bildirilmemiş olanları da, kendi koydukları usûllere (metod) göre açıkça bildirilmiş olanlara benzeterek çıkaran derin âlim, mutlak müctehîd.

mezhebde müctehid

  • Mezheb imâmının koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, dînî delîllerden (kaynaklardan) yeni hükümler çıkarabilen İslâm âlimi. Buna müctehid-i mukayyed ve müctehid-i müntesib de denir.

mezhebsiz

  • Müctehid (dînî delîllerden hüküm çıkarabilen büyük âlim) olmadığı hâlde, dört hak mezhebden birine tâbi olmayan, mezhebleri kabûl etmeyen ve dînî delillerden kendi anlayışına göre hüküm çıkarıp, buna göre amel eden veya böyle birine uyan kimse.

mezil

  • Daralıp gönlündeki sırrı ifşâ eden, sıkıntıdan içindeki sırrı açıklayan.
  • Ayağı uyuşmuş.
  • Malını ve sırrını herkese gösterip açıklayan.
  • Küçük cüsseli, zayıf, hafif kimse.

mi'rac

  • Merdiven, süllem.
  • Yükselecek yer.
  • En yüksek makam.
  • Huzur-u İlâhî. Peygamberimiz Hz. Muhammed (A.S.M.) Efendimizin, Receb ayının 27. gecesinde Cenab-ı Hakk'ın huzuruna ruhen, cismen, hâlen çıkması mu'cizesi ki; en büyük mu'cizelerinden birisidir.

mikat

  • Bağırdak ipi, (oğlancıkları beşikte onunla bağlarlar.)
  • Kesilme ânında koyunun ayağını bağladıkları ip.

milha

  • Kutu. Dağarcık.

milhafe

  • Kadının sokağa çıkarken giydiği manto ve ferâce gibi uzun geniş örtü.

milkat

  • (Çoğulu: Melâkıt) Tandırdan ekmek çıkaracak âlet.

mimhaza

  • Yayık. (Onunla yoğurttan yağ çıkarırlar.)

minare / minâre

  • Câmilerde, müezzinlerin çıkıp ezân okuduğu yüksek yer.

minhac

  • Meslek. Yol. Açık ve belli yol. (Farsça)
  • Büyük ve işlek cadde. (Farsça)

mirac / mîrac / mîrâc

  • Merdiven.
  • Göğe çıkma.
  • Peygamberimizin semaya çıkma mucizesi.

mirac-ı marifet / mirac-ı mârifet

  • Allah'ı isim ve sıfatlarıyla tanıyıp bilme gibi yüce bir makama çıkmaya vasıta olan mânevî merdiven.

mirba

  • Gözcülerin üstüne çıkıp baktıkları yüksek yer.

miş'

  • Aşı dedikleri kızıl balçık.

mıs'ad

  • Merdiven. Yükseğe çıkmakta kullanılan âlet. Asansör.

miş'at

  • (Çoğulu: Meşâi) Kuyunun toprağını çıkardıkları zenbil.

misk

  • Bir cins güzel koku ismi. (Asya'nın büyük dağlarında yaşayan bir cins erkek ceylanın karınderisi altındaki bir bezden çıkarılır.)

moda

  • Geçici yenilik. Elbise ve süslenmede geçici hevesler ve fantezi düşkünlüğü sebebiyle çıkartılan yeni tarz ve şekiller. Bunlar israfı artırır ve iktisada aykırıdır. (Fransızca)

moloz

  • Yapılardan artan veya viranelerden çıkartılan ufak taşlar.
  • Bir işe yaramaz insan.

mu'cizat-ı bahire / mu'cizât-ı bâhire

  • Ap açık mu'cizeler.

mu'cizbeyan

  • Açıklama ve anlatış tarzı mu'cize olan.

mu'cize-i azhar

  • Çok zahir ve açık mu'cize.

mu'cize-i bahire / mu'cize-i bâhire

  • Ap açık mu'cize.

mu'cize-i bahire-i ahmediye / mu'cize-i bâhire-i ahmediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) ap açık mu'cizesi.

mu'cize-i bahire-i bereket / mu'cize-i bâhire-i bereket

  • Apaçık bereket mu'cizesi.

mu'cizü'l-beyan

  • Açıklamaları mucize olan.

mu'dal

  • (Mu'dıl) Güç, içinden çıkılmaz, girift.

mu'teşi / mu'teşî

  • Akşam vakti yola çıkan.

mu'ziyat

  • (Ezâ. dan) İnsanı rahatsız eden küçük şeyler. Hayvancıklar.

muabbir

  • (İbâret. den) Rüyâ tabir eden. Görülen rüyalardan mânâ çıkaran.

muabbirin / muabbirîn

  • (Tekili: Muabbir) Görülen rüyalardan mânâ çıkaranlar. Rüya tabir eden kimseler.

muahede-i ittifakiyye

  • Bir savaş çıktığında birbirlerini desteklemek üzere iki veya daha fazla devletler arasında yapılan andlaşma.

muahezat

  • (Tekili: Muâheze) (Ahz. den) Tenkid ve itirazlar.
  • Azarlama ve paylamalar. Çıkışmalar.

muaheze / muâheze / مؤاخذه

  • Azarlama. Çıkışma. Darılma. Alay eder tarzda karşısındakini küçümseme. Tenkid.
  • Azarlama, paylama, çıkışma, tenkit.
  • Çıkışma, azarlama, paylama. (Arapça)

muahezekar / muahezekâr

  • Tenkid ve itiraz edici. (Farsça)
  • Azarlayıp çıkışan. Paylayan. (Farsça)

muallak

  • Askıda. Hakkında karar verilmemiş, hallolunmamış.
  • Havada boşta duran.
  • Sürüncemede kalmış iş.
  • Edb: Açık hece, bir vokalle okunan hece.

muaraza / muâraza / مُعَارَضَه

  • Karşı çıkma.

muarız / muârız / مُعَارِضْ

  • Karşı çıkan.

muateb

  • Azarlanılan. Tekdir olunan. Azarlanmış.
  • Paylamak, çıkışmak.

muavaza / muâvaza

  • İki tarafın da ivaz vererek, anlaşarak yaptığı akit. Sayışma. Bir şeyi diğer bir şeye bedel, ivaz olarak vermek. Aslı olmadığı halde menfaat celbi için hususi bir surette müzakere ile yapılan hileli iş. Yapmacık.

mübadat

  • Düşmanca davranış, saldırganlık.
  • Meydana çıkarma.

mübadi / mübadî

  • Ortaya koyan, meydana çıkaran.

mübareze / mübâreze / مُبَارَزَه

  • Meydana çıkma.

mubasara

  • Görme yarışına çıkma. İki kişinin, "hangimiz evvel görüyor" diye bir yere bakması.

mübdi

  • (Bedâ. dan) Herşeyi hiçten halk eden.
  • Başlayan.
  • Gizli sırları açıklayan.

müberra / müberrâ

  • Arınmış, temize çıkmış.

mübeyyen

  • Açıklanmış. Beyan ve izah edilmiş.
  • Açıklanan.

mübeyyez

  • (Mübeyyeze) Meydana çıkarılmış, açıklanmış açıkça söylenmiş. Bildiren, açıklıyan.

mübeyyin

  • Açıklayan. Beyan eden. Meydana koyan.
  • Açıklayan, açıklık getiren.
  • Açıklayan.

mübin / mübîn / مبين

  • Hayrı şerri, kötüyü iyiyi ayıran.
  • Açık, besbelli.
  • Din-i mübin: İslâm dini.
  • Apaçık.
  • Açık, vâzıh, âşikâr. Ayân kılan, beyan ve izah eden.
  • Dilediğine doğru yolu gösteren.
  • Hak ile bâtılın arasını tefrik edip, ayıran. Hakkı hakkınca beyan ve izhar eden. (Mübin, bâne mânasına "ebâne" den beyyin, gayet açık, parlak demek olduğundan, Kitab-ı Mübin i'cazı zâhir olan
  • Açıklayan, açıklayıcı. (Arapça)

mübriz

  • (Büruz. dan) Meydana çıkaran, gösteren, ibraz eden.

mübtede'

  • Aslında yok iken yeni çıkmış olan.

mübtedi'

  • Yeni bir şey icad eden. Bedi'a çıkaran. Bid'at uyduran. Ehl-i bid'a.

mübti'

  • Ağır davranıp geciken. Ağır hareket eden.

mubtıl

  • İptal eden, bozup yanlışa düşüren, batıl ve boş şey ortaya çıkaran.

mücaa

  • Acıkmak.

mücahere

  • (Mücaheret) Açığa vurma, belli etme, meydana çıkarma.

mücahereten

  • Ortaya koyarak, meydana çıkararak.

mücebbir

  • Çıkıkçı.

mücessime

  • Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih (mânâsı kapalı) âyetleri, zâhir (görünen)mânâsına göre açıklayıp, Allahü teâlânın el ve yüz gibi organlarının bulunduğunu, dolayısıyla madde ve cisim olduğunu iddiâ ederek doğru yoldan ayrılan bozuk fırka. Bu fırkaya müşe bbihe de denir.

mücevher

  • Cevher ile süslenmiş. Elmaslı. Çok kıymetli.
  • Mc: Kıymetli fikir veya söz.
  • Edb: Yalnız noktalı olan harfleri, ebced hesabına göre sayıldığı zaman, tarih çıkan beyt veya mısra.

mücmel

  • Bir açıklayıcı tarafından, açıklanmadıkça mânâsı anlaşılmayan kapalı lafız (söz).

müctehid

  • İctihad eden. İhtiyaç hâsıl olduğunda âyet ve hadislerden hüküm çıkarmış büyük İslâm allâmeleri ve önderleri. İmam-ı A'zam, İmam-ı Şâfiî... gibi
  • İctihâd makâmına yâni Kur'ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîf ve diğer dînî delillerden hüküm çıkarma derecesine yükselmiş büyük din âlimi. Bütün İslâm ilimleri ve zamânın fen bilgilerinde söz sâhibi âlim.
  • İçtihâd eden, âyet ve hadîsler başta olmak üzere diğer dinî delillerden hüküm çıkaran büyük İslâm âlimi.
  • Âyet ve hadîslerden hüküm çıkaran büyük âlim.

müçtehid

  • Âyet ve hadîsler başta olmak üzere diğer dinî delillerden hüküm çıkarma bilgi ve kàbiliyetine sahip olan.

müctehid / مُجْتَهِدْ

  • Âyet ve hadîsden hüküm çıkaran büyük zât.

müctehid fil-mes'ele

  • Mezheb reîsinin (imâmının) bildirmediği mes'eleler için mezhebin usûl ve kâidelerine göre hüküm çıkaran İslâm âlimi.

müctehid fil-mezheb

  • Mezhebde müctehid; mezheb reisinin (imâmının) koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, dört delîlden (Kitâb, yâni Kur'ân-ı kerîm, sünnet, icmâ', kıyâs,hüküm çıkaran İslâm âlimi. Buna, müctehid-i mukayyed ve müctehid-i müntesib de den ir.

müctehid-i fiş-şer'

  • Dînî hükümleri, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden çıkarırken, kendine mahsûs kâide ve usûl koyan mezheb sâhibi müctehid. Buna müctehid-i mutlak da denir.

müctehid-i mukayyed

  • Mezheb imâmının koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, delîllerden yeni hükümler çıkaran İslâm âlimi. Mukayyed müctehid.

müctehid-i müntesib

  • Mezheb reîsinin (imâmının) koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, edille-i şer'iyyeden (dört ana delîlden) hüküm çıkaran İslâm âlimi. Buna, müctehid fil-mezheb (mezhebde müctehid) de denir.

müctehid-i müstekıl

  • Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden doğrudan hüküm çıkarabilen ve kendine mahsûs kâide ve usûl koyan mezheb sâhibi müctehid. Buna, mutlak müctehid de denir.

müctehid-i mutlak

  • Dînî hükümleri, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden ve diğer dînî delillerden (kaynaklardan) istinbât ederken, çıkarırken kendine mahsûs kâide ve usûl koyan müctehid. Buna, müctehid fiş-şer' ve müctehid-i müstekıl de denir.

müçtehidin / müçtehidîn

  • Müçtehitler; âyet ve hadislerden hüküm çıkaran büyük İslâm âlimleri.

müdavele-i efkar / müdavele-i efkâr

  • Birbirinin fikirlerinden istifade ile karşılıklı konuşmak ve fikir alış-verişi yapmak. (Müdavele-i efkârdan bârika-i hakikat çıkar. N.Kemal)

müdessi / müdessî

  • Baştan çıkartan. Doğru yoldan saptıran.

mudıll

  • Dalâlete düşüren, doğru yoldan çıkarıp, eğri yola saptıran mânâsına, Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından, güzel isimlerinden.

mudill

  • İdlâl edici, yoldan çıkaran, eğri yola teşvik edici.

mudille

  • (Dalâlet. den) Baştan çıkaran, azdıran, doğru yoldan saptıran.

müellefe

  • Ülfet ve imtizac ettirilmiş. Alıştırılmış.
  • Nâkıs. Noksan.
  • Adedi bine çıkarılmış.

müevvil

  • Rüya tabir eden.
  • Başka mânâ veren. Başka mânâ ile açıklayan. Te'vil eden.

müfad

  • İfade edilen mânâ, bir şeyden çıkan mânâ.

müfesser

  • Tefsir edilmiş. izah ve beyan edilmiş. Mânası izah suretiyle bildirilmiş. Açıklanmış.
  • Beyan-ı tefsir veya takrir edilmiş olması sebebiyle manası "nass" dan daha vâzıh olan sözdür.
  • Mücmel olmayan söz.
  • Tefsir edilmiş, açıklanmış.
  • Açıklanan. Usûl-i fıkıhta, nass denilen lafzdan daha açık olan lafızdır. Nass, sevkedildiği mânâya açıkça delâlet eden lafızdır.
  • Tefsir edilmiş, açıklanmış.

müfessir / مُفَسِّرْ

  • Âyetleri tefsir eden, açıklayan, yorumlayan, yorumcu.
  • Tefsir eden, açıklayan.

müfessir-i alişan / müfessir-i âlişan

  • Şan ve şeref sahibi açıklayıcı.

müfessir-i hakiki / müfessir-i hakikî

  • Gerçek müfessir; Kur'ân-ı Kerimi tam ve doğru olarak açıklayan hadis.

müfessirin / müfessirîn

  • Müfessirler, Kuranı açıklayıp yorumlayanlar.

müfettah

  • Açılmış, açık.
  • Bir çeşit yazı ismi.

müfettehatü'l-ebvab / müfettehatü'l-ebvâb

  • Kapıları açık.

müflihane

  • Selâmete çıkarak. Felâh bularak. (Farsça)

müflihin / müflihîn

  • (Tekili: Müflih) Selâmete çıkanlar, kurtulanlar, felâha erenler.

müflihun / müflihûn

  • (Tekili: Müflih) Kurtulanlar, iflâh olanlar, felâha erenler, müflihler, selâmete çıkanlar.

müfsid

  • Fesat çıkaran, bozucu.
  • Başlanılan ibâdeti bozan şeyler.
  • Karışıklık çıkaran ve bozgunculuk yapan.

müfti / müftî

  • (Fetva. dan) Fıkha dair mes'elelerin şeriattaki hükümlerini beyan ve açıklamağa memur olan zat.
  • Genç ve kavi.

mugavele

  • Bir kimseyi azdırıp yoldan çıkarmak.
  • Helâk etmek.

mugterib

  • (Gurub. dan) Batan, gurub eden.
  • Gurub.
  • (Gurbet. den) Gurbete giden. Gurbete çıkan.

muhacat

  • Bilmece hususunda birbiriyle zekâ yarışına çıkma.

muhaha

  • Kemikten çıkan nesne.

muhakeme / muhâkeme

  • Düşünme, akıl yürütme, hüküm çıkarma, yargılama.

muhakkıkin / muhakkıkîn

  • Hakikati, gerçeği bulup meydana çıkaranlar, araştırıcılar.

muhakkikin / muhakkikîn

  • Hakikatı bulup meydana çıkaranlar.
  • İç yüzünü araştırıp bulan büyük İslâm âlimleri ve velileri. Hakikat araştıran, hak âlimleri.

muhalefet / مخالفت

  • Karşı çıkma.

muhassal

  • Toplam ortaya çıkan, meydana gelen.

muhdis

  • Hâdiseye sebeb olan. İhdas eden. Yeni bir şey ortaya çıkaran.

muheyh

  • Beyincik.

mühezzeb

  • Islah edilmiş. Düzeltilmiş. Lüzumsuzu çıkarılmış, temizlenmiş. Safileştirilmiş.

muhhakemat / muhhakemât

  • Akıl yürütmeler, hüküm çıkarmalar.

muhkem

  • Sağlam kılınmış, tahkîm edilmiş. İçinde hüküm bulunan, mânâsı açık olan âyet. Çoğulu muhkemâttır.

muhkem ayet / muhkem âyet

  • Tevil ve tefsir gerektirmeyen mânâsı ve lafzı açık âyet.

muhkemat / muhkemât

  • Muhkem olanlar. Sağlam ve kuvvetli olanlar.
  • İçinde hüküm bulunan ve mânası açık olanlar.
  • İçinde hüküm bulunan, mânâsı açık olan âyetler.
  • İslâmiyetin sağlam ve kuvvetli kanunları, emirleri; yoruma ihtiyaç bırakmayacak şekilde açık sözler, kesinlik ifade eden naslar.
  • Kur'ân-ı kerîmdeki mânâsı açık, meydanda olan, anlaşılabilen âyet-i kerîmeler. Muhkemin çoğulu.
  • Sağlam ve mânâsı açık olanlar, kuvvetliler.

muhkemat-ı kur'aniye / muhkemât-ı kur'âniye

  • Mânâsı ve hükmü gayet açık olan Kur'ân âyetleri.

muhkemat-ı kur'aniyye

  • Mânası açık ve te'vile ihtiyacı olmayan âyetler. Başka bir mânaya ihtimali olmayıp sarih emir ve nehiyleri müştemil olan âyetler. Bu âyetler mensuh veya anlaşılmayan şekilde müteşabih ve muhtemel olmayıp muhkem ve mübeyyin olmakla aslâ te'vile muhtaç olmazlar. Bâzı şeylerin haram olması veya enbiya

muhkemat-ı şeriat / muhkemât-ı şeriat

  • Kur'ân ve Hadisin yoruma ihtiyaç bırakmayacak şekilde açık hükümleri, ifadeleri.

mühmel

  • İhmâl edilmiş. Bırakılmış. Kıymet verilmemiş. Bakılmamış.
  • Mânasız ve boş söz, cümle. Sonraya atılmış.
  • Boşlanmış.
  • Edb: Noktasız harf, noktasız harflerle yazılmış olan.
  • Ebcedde: Noktasız harflerin hesabı ile çıkan tarih.

muhrec

  • (Huruc. dan) Dışarı çıkarılmış, ihrâc olunmuş.
  • Bir şeyin sureti çıkarılmış.

muhrice

  • Çıkrıkçı.

muhtar kavl / muhtâr kavl

  • Bir mes'elede, bir mezhebin âlimlerinin çoğu tarafından mezhebin içinde mevcûd ictihâdlardan (büyük âlimlerin kitâb ve sünnetten çıkardıkları hükümlerden) seçilen ve bu seçime göre üstün tutulan ve fetvâya esâs alınan kavl, söz.

muhteraat

  • Yeni icad edilmişler. Yeniden meydana çıkarılmış olanlar. İhtira' olunmuşlar.

muhzin

  • (Hüzn. den) Hüzün verici. Acıklandırıcı. Kederlendirici.

müjek

  • Kirpikçik. Kirpik kılı. (Farsça)

mukabele-i bilhuruf

  • Söz ile konuşmak ve hakikatı müdafaa etmek suretiyle karşı çıkıp mukabele etmek.

mükabere / mükâbere

  • (Kibr. den) Kendi sözünün haksızlığını ve karşısındakinin doğruluğunu bildiği hâlde kabul etmemek ve nizâ çıkarmak, kavga etmek. Kendini büyük görmek.

mukaddesatçılık

  • Din, vatan, millet gibi mânevî değerlere sahip çıkmak.

mükaşefe / mükâşefe

  • Gizli şeyleri birbirine açıp keşf ve izhar etmek, açığa çıkarmak. Meydana çıkarmak.
  • Bir hususu keşif yolu ile anlamak, bilmek.
  • Cenab-ı Hakk'ın zât ve sıfatlarına ve sâir sırlarına vukufiyyet.

mukayyed müctehid

  • Mezheb imâmının koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, dînî delillerden (kaynaklardan) yeni hüküm çıkaran İslâm âlimi. Müctehid fil mezheb de denir.

mükebbire

  • Büyük camilerde müezzinlerin, son cemaat yerlerinde namaz kılan halka, imamın tekbirlerini tekrar etmek üzere bulundukları çıkıntılı balkonlara verilen addır.

mükezzib

  • Tekzib eden. Yalanlayan, yalan çıkaran.

mukim / mukîm

  • Doğduğu veya evlendiği veya hep kalmak niyyeti ile yerleştiği yerde oturan veya 104 km ve daha uzak bir yerde giriş çıkış günlerinden başka on beş gün veya daha fazla kalmaya niyet eden kimse. Mâlikî ve Şâfiî mezheblerinde dört gün kalmaya niyet eden ve kendi memleketine giren mukîm olur.

muknia

  • Kurbağa yavrusunun, yumurtadan çıktığı ilk hâli.

mukşa

  • Kabuğu çıkarılmış.
  • Derisi soyulmuş.

mukterih

  • Bir şeye kasd eden, araştıran.
  • Yeniden meydana çıkaran.
  • Düşünmeden, aklına geldiği gibi söyleyen, iktirah eden.

mülaane / mülâane

  • Zevcesini (eşini) zinâ ile suçlayan erkeğin dört şâhit getirememesi hâlinde, zevcenin isteği üzerine eşlerin hâkim huzûruna çıkarak usûlüne uygun (âyet-i kerîmelerde bildirilen ifâdelerle) karşılıklı yemin etmeleri ve lânetleşmeleri.

mülahhas

  • Hülâsası, özü çıkarılmış. Telhis edilmiş.

mülhid

  • Dinden çıkan, dinsiz, kâfir, imânsız. Haşir ve âhirete inanmayan.
  • Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere yanlış mânâ vererek dinden çıkan, yâni îmânı bozuk olan, Eshâb-ı kirâma (Peygamber efendimizin arkadaşlarına) söğen.

mültehi / mültehî

  • (Lihye. den) Sakalı çıkmış olan genç.

mün'azil

  • Ayrılan, elini eteğini çeken, in'izal eden.
  • Memurluktan, vazifeden çıkarılmış olan. Bir vazifeden azledilen.

mün'azilen

  • (Azl. den) Vazifesinden çıkarılmış olarak. Azledilerek.

mün'azilin / mün'azilîn

  • (Tekili: Mün'azil) Azledilenler, vazifelerinden çıkarılanlar.

münafese

  • Başkasında görülen bir kemale imrenip ona yetişebilmek ve daha ileri gidebilmek için, nefislerin nefâsette, iyi şeylerde yarışması hissidir ki, nefsin şerefinden ve uluvv-i himmetinden neş'et eder. Hased ile arasında fark açıktır. Hased eden kimse, kemâle düşmandır; hased ettiği kimsenin zararından,

münafi-i his ve bedahet / münâfi-i his ve bedâhet

  • Duygu ve açıklığa zıt.

münakasa / münâkasa / مناقصه

  • Açık eksiltme. (Arapça)

münazara / münâzara

  • Doğruyu ortaya çıkarmak maksâdı ile karşılıklı olarak yapılan ilmî konuşma. Bir mes'eleyi belli kâideler dâhilinde karşılıklı inceleme, bir mes'ele hakkında yapılan karşılıklı konuşma.

münbais

  • İnbias eden, gönderilen.
  • İleri gelen. Çıkan. Doğan.
  • İleri gelen, çıkan.

münbasit

  • İnbisat eden, yayılan, genişleyen. Yaygın, münteşir, yayılmış, açık. Şen.

münceli / müncelî

  • Parlayan, meydana çıkıp görünen.
  • Ortaya çıkan, zâhir olan, parlayan.

mündefiat

  • Yaralardan çıkan irin, cerahat gibi şeyler.

müneccim

  • Yıldızların hareket ve hâllerini tedkikle uğraşan, mevki ve harekâtından mâna ve hüküm çıkaran. Falcı.
  • Astrolog, yıldızların konum ve hareketlerinden mânâ çıkaran.

münfec

  • Çukur.
  • Açık.
  • Gedik.

münferic

  • İnfirac eden. Çok açık. Açılan, genişleyen.
  • Gam, gussa ve kederden kurtulmuş.
  • Arası geniş. Açık olan. İki tarafı birbirinden uzak olan.

münfetiha

  • Tecvidde: Kur'an okurken dil, üst damaktan ayrılır vaziyette iken ağızdan çıkan harflere denir. Şunlardır; mim, nun, elif, vav, cim, hı, zel, dal, sin, ayın, te, fe, kaf, lem, he, şın, be, ye.

münhal / منحل

  • Boş, açık.
  • Boş, açık. (Arapça)
  • Çölülmüş. (Arapça)

münhallat / münhallât

  • (Tekili: Münhall) Açıklıklar. Açık bulunan memuriyetler.

münharif

  • (Harf. den) İnhiraf eden, yoldan çıkmış. Eğilmiş, çarpık. Usulünden çıkmış, sağlam olmayan.
  • Tecviddeki mânâsı için "İnhirâf"a bakınız.
  • Geo: Dört kenarlı, fakat hiçbir kenarı birbirine müsâvi ve müvâzi (eşit ve paralel) olmayan şekil. Sadece iki kenarı birbirine müvâzi (parale
  • Yoldan çıkmış, çarpık.

münkeşif

  • (Keşf. den) Açılmış, meydana çıkarılmış. Açılan, keşfolunan, yeni bulunmuş.

munsarih

  • (Sarâhat. dan) Açık, meydanda, zâhir.

münselih

  • (Selh. den) Soyulmuş, derisi yüzülmüş.
  • Sıyrılıp çıkan, soyunan.
  • Son güne yetişmiş.

münşerih

  • inşirahlı, gönlü açık, sıkılmayan, eğlenen

müntabıka

  • Söylenirken dilin üst damağa kapanması. Bu hâlde ağızdan çıkan harfler; sad, dad, tı, zı.

müntehi / müntehî

  • Sona eren, nihâyete kavuşan. Tasavvuf yolunda çıkılabilecek derecelerin sonuna varan velî.

münteza

  • Çekilmiş, kabından çıkarılmış.

munzar

  • Geciktirilmiş, te'hir edilmiş. Sonraya bırakılmış.

murabaa

  • Yazlığa çıkmak üzere mukavele yapma.

murabba'

  • Dört köşeli şekil.
  • Dörde çıkarılmış. Dörtlü. Dört şeyden olmuş.
  • Geo: Kare.

murakkan

  • Bozulmuş, aradan çıkarılmış.

mürcie

  • "Günâh işlemek insana zarar vermez. Âsî (isyân eden), fâsık (açıktan günâh işleyen) azâb görmeyecektir" diyerek, Ehl-i sünnetten (Peygamber efendimizin ve Eshâbının yolunda olanlardan) ayrılan bozuk fırka.

murdar / murdâr

  • Kendiliğinden ölmüş veya kasten besmelesiz kesilmiş olan hayvan, leş ve domuz eti gibi kendileri kat'î yâni kesin ve açık delîl ile haram olan şey.

mürselin / mürselîn

  • Gönderilenler. Peygamberler. Allah tarafından insanların doğru yola çıkarılmaları için gönderilen elçiler.

mürtaki

  • İlerliyen, terakki eden. Yükselen, yukarı çıkan.

mürted / مرتد

  • Müslüman iken dinden çıkan, kâfir olan kimse.
  • Dinden çıkan.
  • İslam dininden çıkan. (Arapça)

mürtedane / mürtedâne

  • Dinden çıkarcasına.
  • Dinden çıkarak.

mürtesim

  • İrtisam eden, resmi çıkan. Görünür hâle gelen.

müruk

  • Okun yaydan çıkıp nişanın diğer tarafına geçmesi.
  • Dinden huruç etmek, mürtedlik.

mürur

  • Geçmek, gitmek. Bir taraftan girip öteden çıkmak.
  • Sona erme, nihâyet bulma.

musaddak-gerde-i erbab-ı basiret / musaddak-gerde-i erbâb-ı basiret

  • Basiret erbabınca tasdik edilmiş; kalp gözü açık olan ileri görüşlü kimseler tarafından onaylanmış.

musaddak-kerde-i erbab-ı basiret

  • Kalp gözü açık basiret sahipleri tarafından tasdik ve kabul edilmiş.

musaddar

  • (Sudur. dan) Çıkmış, sudur etmiş.

müsafir / müsâfir

  • Seferde ve muharebede olan. Yola çıkmış olan, yolcu. Yoldan gelen, başkasının evine gelmiş olan.
  • Fık: Onsekiz fersahtan uzak olan yerlere giden.
  • Yolcu. Senenin kısa günlerinde, insan veya deve yürüyüşü ile üç günde gidilecek yere gitmeyi niyet ederek, bulunduğu yerin kenar evlerinin dışına çıkan kimse.

musalla

  • Namaz kılmaya mahsus açık yer. Cami veya mezarlık civarında cenaze namazı kılınan yer.

müsanede

  • (Müsânedet) Arka çıkma, yardım etme, muavenette bulunma.

musanna

  • Gösterişli.
  • Usta elinden çıkmış.

musanna'

  • Sonradan yapılmış. Sanatla ve düzgün yapılmış olan. Sanatkârane yapılmış olan. Usta elinden çıkmış olan.
  • Uydurulmuş, yapmacık.

musaraha

  • Aşikâr ve açık.

musarahaten

  • Aşikâr ve açık olarak.

müşarefe

  • Şan, şöhret ve şeref gibi hususlarda biriyle övünme.
  • Yükselme, yüksek yere çıkma.

musarrah / مُصَرَّحْ

  • Açıklanmış, izah edilmiş.
  • Aşikâr, açık, açıkça, belli.
  • Açık, apaçık.
  • Açıklanmış.
  • Açıklanmış.

musarraha

  • Açık ve bütün ayrıntılarıyla anlatılmış.

musarrahan

  • Açık olarak. Sarih bir tarzda.

müsbet

  • İsbât olunan. Delilli. Açık ve sabit olan.
  • Menfinin zıddı. Pozitif, olumlu.
  • Yazılıp kaydedilmiş. Tesbit edilmiş olan.

müsebbebat / müsebbebât

  • Bir sebeple olanlar, sebeple meydana çıkanlar. Neticeler.
  • Sebeplere bağlı olarak ortaya çıkan şeyler, neticeler, sonuçlar.

müşebbihe

  • Allahü teâlâyı cisim ve varlıklara benzeten, Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih (mânâsı kapalı) âyetleri görünen lugat mânâsına göre açıklayıp, Allahü teâlânın el ve yüz gibi organlarının olduğunu iddiâ eden bozuk fırka.

müsellemat-ı bedihiyat / müsellemât-ı bedihiyat

  • Apaçık oluşları sebebiyle itirazsız kabul edilen şeyler.

müselles

  • Tâze iken yâni gaz kabarcıkları çıkmadan, köpürmeden önce ısıtılıp, üçte ikisi uçup üçte biri kalan üzüm suyu.

müşerrih

  • (Çoğulu: Müşerrihîn) (Şerh. den) Açıklayan, şerheden.
  • Teşrih yapan doktor.

müsevvif

  • (Çoğulu: Müsevvifin) (Sevf. den) Geciktiren, atlatan.
  • Hayırlı işleri sonraya bırakan, sonra yaparım diyen, iyi işleri geciktiren, bugünün işini yarına bırakan kimse.

müsevvifin / müsevvifîn

  • (Müsevvifûn) Atlatanlar, geciktirenler, müsevvifler.

müşevviş

  • Karıştıran, anlaşılmaz ve içinden çıkılmaz hâle koyan.

müsgar

  • Dişi çıkmış çocuk.

mushıye

  • Gökyüzünün bulutsuz, açık olması.

musika

  • Mızıka. Çeşitli ses çıkarılan bir çalgı âleti.

musika-i ilahiye / musika-i ilâhiye

  • İlâhî müzik, Allah'ın kâinata yerleştirdiği, Allah'ın ilhamıyla varlıkların çıkardığı tabii nâmeler ve sesler.

müşkilatsız / müşkilâtsız

  • Zorluk çıkarmadan.

müsned

  • (Çoğulu: Mesânid) İsnad edilmiş, nisbet edilmiş olan.
  • Gr: Haber (yüklem). Meselâ: "Bu yazı güzeldir" cümlesindeki (güzeldir) kelimesi gibi.
  • Edb: Açık olmayan heceye (kapalı heceye) de müsned denir.
  • Ehl-i Hadis ıstılahınca: Müsned; içindeki metinler, senetleri ile mezk

müşrif

  • Etrafı gören, etrafa bakan.
  • Yüce yer, yüksek yer.
  • Yükselen, çıkan.
  • Bir hal almağa yüz tutmuş olan.
  • Yükselen, çıkan.
  • Ölüme pek yakın bulunan.
  • Etrafa bakan, etrafı gören.
  • Vakıf malı koruyan kimse.

müsta'liye

  • (İsti'la. dan) İsti'la eden, yükselen, üstün gelen, üste çıkan.

müstahdes

  • Sonradan ihdas edilmiş, sonradan meydana çıkarılmış.

müstahrec

  • Alınmış, çıkarılmış, istihrâc edilmiş olan.
  • Çıkarılmış.

müstahreç

  • Çıkarılmış, alınmış.

müstahrec / مُسْتَخْرَجْ

  • Çıkarılmış.

müstahric

  • (Huruc. dan) İstihrac eden, çıkaran. İbâreden mâna çıkarmak istidadında olan.

müştakk

  • Başka bir kelimeden çıkmış, türemiş.
  • (Müştak) (Şakk. dan) Gr: Başka kelimeden ayrılmış, başka kelimeden çıkmış, türemiş.
  • İştikak etmiş, aralarında mâna ve terkib ciheti ile münâsebet; siga ciheti ile mugayeret olmak üzere diğer kelimeden ihraç olunmuş kelime.

mustarıf

  • Çıkarı ve menfaati için her yana başvuran.

müste'cel

  • Belirli bir vakte kadar geciktirilen. Muayyen bir zamana kadar te'hir edilmiş olan.

müste'hir

  • Teehhür eden, geciken, geri kalan.

müsteban

  • Vâzıh, âşikâr, beyanı açık olarak anlaşılan, açıklanmış.

müstebık

  • (Sebak. dan) Yarışa çıkan, istibak eden.

müstebin

  • Açık ve meydanda olan. Zâhir, âşikâr.

müstefsir

  • (Çoğulu: Müstefsirîn) (Fesr. den) Soruşturup anlamak isteyen. Açıklanmasını, izah edilmesini ve geniş anlatılmasını isteyen.

müstehcen

  • Açık, saçık. Edepsizcesine, ayıp, iğrenç.
  • Açık saçık, ayıp, edepsizcesine.

müştehire

  • Açıkça ortaya konulan, sergilenmiş, meşhur.

müstensih

  • İstinsah eden. Yazıyı çoğaltan, kopya çıkaran.
  • Teksir makinesi. Çoğaltma makinesi.

müstentic

  • (Netice. den) Sonuç çıkaran, netice çıkaran, istintac eden.

mutaassıbane / mutaassıbâne

  • Tutucu, inanç ve geleneklerine aşırı derecede sahip çıkarak.

mutabassır

  • Açıkgöz.

mutasanniane

  • Yapmacıklı olarak, tasannu ederek. (Farsça)

mutasavvıt

  • Ses çıkaran, seslenen, ses veren.

mutavazzıh

  • (Vuzuh. dan) Açıklanan, açık olan, tavazzuh eden.

mutayyen

  • Balçıklanmış, sıvanmış.

müteallikat

  • Yakın olanlar, müteallik olanlar. Akraba.
  • Gr: Bir cümlenin mânasını açıklayan, tamamlayan kelimeler.

müteannitane / müteannitâne

  • Yanlış arayana, yanlışlıklar çıkarmaya uğraşana yakışır surette. (Farsça)

mütearefe

  • Hakikat olduğu apaçık belli olan. İsbata ihtiyacı olmayan.

mütearife / müteârife / متعارفه

  • Açıkça bilinen.
  • Kanıtlanmak gerektirmeyecek kadar açık. (Arapça)

müteavvik

  • Geciken, eğlenen, oyalanan.

müteazzil

  • (Azl. den) Azledilip işinden çıkarılmış.

mütebadir

  • Birden bire akla gelen. Ortaya çıkan.
  • En açık ve net bir şekilde zihne gelen, hatıra gelen.

mütebariz / mütebâriz / متبارز

  • (Bürüz. dan) Tebarüz eden, meydana çıkan. Bâriz âşikar olan.
  • Açığa çıkan.
  • Açık seçik, belirgin. (Arapça)

mütebarizin / mütebarizîn

  • (Tekili: Mütebariz) Meydana çıkanlar, belirenler, tebarüz edenler.

müteberriz

  • Beliren, meydana çıkan, teberrüz eden.

mütebessir

  • Sivilce çıkaran.

mütebeyyin

  • Meydana çıkan, anlaşılan. Tebeyyün eden.

müteca'id

  • (Ca'd. dan) Kıvırcık, kıvrık.

müteca'id-ül eş'ar

  • Kıvırcık saçlı, saçları kıvırcık olan.

mütecahir / mütecâhir

  • Yüksek sesle söyleyen.
  • Gizlemeyen. Aşikâre yapan. Açıktan günah işleyen.
  • Açıktan günah işleyen.

mütecella

  • Münkeşif olup görünen, âşikâr olan.
  • Yükseğe çıkan. Yukarı havâle olan.

mütecelli

  • Tecelli eden, meydana çıkan, görünen. Parlak.

mütedahil

  • İç içe, birbirinin içine girmiş vaziyette olan. Karışan.
  • Ödenmemiş, gecikmiş maaş.

mütedemdim

  • Sinek vızıltısı gibi sesler çıkaran.

mütefazzıl

  • (Çoğulu: Mütefazzılîn) (Fazl. dan) Meziyet, fazilet ve bilgi yarışına çıkan.

mütegallibe

  • Galebe çalan, baskın çıkan (âdetler).

mütegarrib

  • (Çoğulu: Mütegarribîn) (Gurbet. den) Gurbete çıkan.

mütegarribin / mütegarribîn

  • (Tekili: Mütegarrib) Gurbete çıkanlar.

mütehaddis

  • (Hudus. dan) Meydana gelen, peydâ olan, meydana çıkan.

mütehakkık

  • Tahakkuk eden, doğruluğu meydana çıkan.

mütehassıl olan

  • Hâsıl olan, meydana gelen, sonuç itibariyle ortaya çıkan.

mütekaıs

  • Göğsü dışarı çıkıp, arkası içeri giren kimse.

mütekaşşi'

  • (Kaş'. den) Balgam çıkaran hasta.
  • Balgam söktüren ilâç.

mütekellimin / mütekellimîn

  • Kelâm âlimleri. İslâm dîninin îmân bilgilerini, naklî (dînî) ve aklî delillerle îzâh eden, açıklayıp isbatlayan büyük âlimler.

mütekeşşif

  • (Keşf. den) Açılan, tekeşşüf eden, açığa çıkarılan.

mütelaffız

  • (Lafz. dan) Telaffuz eden, bir kelâmı ağzından çıkaran, söyleyen.

mütelazzi

  • Alevlenen, alev çıkaran.

mütelehhib

  • (Leheb. den) Alevlenen, alev çıkaran.

mütemahhız

  • Fitne çıkaran.
  • Doğum sancısı çeken.

mütemaşi

  • Seyre çıkan.

mütemetti' hac

  • Hac aylarında ömre yapmak için ihrâma girip, ömre için tavâf ve sa'y yapıp, traş olup ihrâmdan çıkıp sonra memleketine gitmeyerek, o sene terviye gününde veya daha önce, ihrâma girerek müfrid hacı gibi hac yapma.

mütenafir

  • Birbirinden nefret eden, ürken. Birbirini görmek istemeyen.
  • Edb: Yanyana gelişleri ile söylemede zorluk çıkaran kelime veya harf.

mütenahhim

  • Balgam çıkaran.

mütenahnih

  • (Çoğulu: Mütenahnihîn) Hırıltı ile soluyan. Hırıltı ile ses çıkaran.

mütenahnihane / mütenahnihâne

  • Soluyarak. Hırıltı ile ses çıkararak. (Farsça)

mütenahnihin / mütenahnihîn

  • (Tekili: Mütenahnih) Boğazından hırıltı ile ses çıkaranlar, soluyanlar.

mütenezzihat / mütenezzihât

  • (Tekili: Mütenezzih) Gezintiye, tenezzüh etmeğe çıkanlar.
  • Tenezzüh edip düşünenler.
  • Temize çıkanlar.

mütenezzihin / mütenezzihîn

  • (Tekili: Mütenezzih) Gezintiye çıkanlar, tenezzühe çıkanlar.

müterahhil

  • (Rıhlet. den) Göç eden, hicret eden. Bir yerden diğer bir yere göçen. Yola çıkmış olan.

müterakkıs

  • Aynı şekilde yukarı çıkıp aşağı inen, aynı tarzda sallanıp hareket eden.

mütercim

  • Tercüme eden, bir dilden başka dile çeviren.
  • Anlatan, anlaşılmayan bir mânayı açıklayan.

muteriz / mûteriz

  • İtiraz eden, karşı çıkan.
  • İtiraz eden, karşı çıkan.

müteşabih / müteşâbih

  • Birbirine benzeyenler.
  • Fık: Mânası açık olmayan âyet ve hadis. Kur'an-ı Kerim'in ve hadislerin mecazî mânalara gelen ifadeleri. "Muhkem" olmayan âyet veya hadis.
  • Zâhirî mânası kastedilmeyen ve teşbih ve temsil yoluyla hakikatlerin beyanında kullanılan ifade.
  • Mânâsı açık olmayan âyet.

müteşabih hadis / müteşabih hadîs

  • Mânâsı açık olmayan hadis.

müteşabihat / müteşâbihât

  • Kur'ân ve hadîste temsil ve benzetmelerle açıklanan, anlaşılması zor, çok yüksek hakikatler.

müteşabihat-ı kur'aniye / müteşabihat-ı kur'âniye

  • Kur'an'da hükmü açık olmayan, yorumlanması gereken âyetler.

müteşabihat-ı kur'aniyye / müteşabihat-ı kur'âniyye

  • Kur'ân'da temsil ve benzetmelerle açıklanan, anlaşılması zor olan yüksek hakikatler.

mütesahib

  • (Çoğulu: Mütesâhibin) Sahib çıkan, arka olan.

mütesahibin / mütesahibîn

  • (Tekili: Mütesahıb) Sahib çıkanlar, arka olanlar.

mütesaid

  • Yükselen, yukarı çıkan.
  • Ziyade olan.
  • Zahmet veren.

mütesallik

  • Etrâfındaki şeylere dolanarak yukarı doğru çıkan, tırmanan.

mütesavvıf

  • Gafletten uzak yâni her an Hakk'ı zikreden, kalbini mânevî kirlerden temizleyen ve Allahü teâlâdan başka her şeyi gönlünden çıkaran, rûhunu cenâb-ı Hakk'ın zikri ile (anmakla) süsleyen tasavvuf ehli, velî, mürşid, ahlâk-ı hasene sâhibi. Çoğulu mütesa vvifûn, mütesavvifîn ve mütesavvife'dir.

müteşemmis

  • (Şems. den) Güneşlenen, güneşe çıkan.

müteşevviş

  • (Teşevvüş. den) Karışık, karmakarışık, anlaşılmaz, içinden çıkılmaz.

mütevazzıh

  • (Vüzuh. dan) Açıklanan, tevazzuh eden, açıklık peyda eden.

müteveccih

  • Yönelmiş, dönmüş. Bir yere doğru yola çıkan.
  • Birisine karşı iyi düşünce ve sevgisi olmak. İhsan ve iltifat üzere olmak.
  • Pir-i fâni olmak.

mütevellid

  • Doğan, çıkan.
  • Doğan, dünyaya gelen.
  • İleri gelen, çıkan, hâsıl olan.
  • Doğan, ortaya çıkan.

mütevellit

  • Ortaya çıkan, meydana gelen.

müteyakkız

  • Uyanık, uyanmış, tetikte, gözü açık olan.
  • Uyanık bulunan,tetikte gözü açık olan.

müteyakkızane / müteyakkızâne

  • Uyanık ve dikkatlice, göz açıklığı ile. (Farsça)

mütezahim

  • (Çoğulu: Mütezahimîn) (Ziham. dan) Birbirini iterek, herbirinin üstüne çıkarak biriken kalabalık.
  • Halkın kalabalığından sıkıntıya uğrayan.

mütezahimin / mütezahimîn

  • (Tekili: Mütezahim) İzdihamdan dolayı birbirinin üstüne çıkanlar. Kalabalıktan sıkışanlar.

mütezahir

  • Görünen, tezahür eden, ortaya çıkan.
  • Muavenet eden, yardım eden.

mütezekki

  • Temize çıkan, tezekki eden.

mutlak fena / mutlak fenâ

  • Allahü teâlâdan başka her şeyin kalbden çıkıp, isimlerinin bile unutulması.

mutlak müctehid / mutlak müctehîd

  • Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş olan hükümleri ve mes'eleleri, açık olarak bildirilenlere benzeterek meydana çıkarabilen derin âlim. Ehl-i sünnetin ameldeki mezheb imâmlarından her biri.

muttala

  • Çıkış, doğuş noktası; ıttıla olunacak mahal.

müttezih

  • Açık ve meydanda olan.

muvafakat-ı cifri / muvafakat-ı cifrî

  • Cifir ilmi açısından ortaya çıkan uyum.

muvafakat-ı mefhumiye

  • Sözden çıkarılan meallerin uygunluğu.

muvakere

  • Tarladan çıkan mahsulden bir kısmını almak şartıyla birlikte ekme.

muvazzah

  • Açıklanmış. İzahı yapılmış. Açık, anlaşılır şekilde.
  • İzah edilmiş, açıklanmış.
  • Açıklanmış.

muvazzahan

  • Açıklanarak. Etraflı ve açık şekilde izah olarak.

muvazzıh

  • Açıklayan, izah eden.

muvazzih

  • (Vuzuh. dan) Açıklıyan, izah eden.

müzaheret / مظاهرت / müzâheret / مُظَاهَرَتْ

  • Yardım etme, koruma, arka çıkma.
  • Destek, yardım, arka çıkma. (Arapça)
  • Arka çıkma.

müzahir

  • (Zahr. dan) Zahir olan, taraftar çıkan, geriden yardım eden, koruyan.

müzahrefiyet

  • Fıtri olmayan, yapmacık.
  • Dışı süs içi pis olma, fıtri olmama, yapmacık.

müzayede / مزایده

  • Artırma, ziyadeleştirme.
  • Devletçe veya bir müessesece satılığa çıkarılan bir malın veya arazinin arttırılmaya konulması. Müzayede; biri kapalı zarfla, diğeri açık arttırma ile olmak üzere iki türlü yapılır. Müzayedede konulan şey, en çok arttırma yapana ihâle edilir.
  • Açık arttırma. (Arapça)

muzi' / muzî'

  • Meydana çıkaran, açığa vuran.

muzmer-i hakaik

  • Saklı, gizli kalmış, meydana çıkarılmamış hakikatler. Hakikatlerin gizlisi.

muzmir

  • Meydana çıkarmayan. İçinde saklayan. İzmar eden. Gizli tutan.

muztabi'

  • Ridâsını sağ koltuğu altından çıkarıp sol omuzuna atan kişi.

na'lin

  • Altı deri, üstü açık ve tasmalı ayakkabı.

na'man

  • Tâif yolunda Arafata çıkar bir derenin adı.

na'r

  • Çağırmak.
  • Haykırmak.
  • Burun içinden çıkan ses.
  • Gitmek.
  • Firar, kaçmak.
  • Galeyan.

na're

  • Nâra. Yüksek sesle uzun uzun bağırma. Çağırma. Haykırma.
  • Burun içinden çıkan ses.

na-endiş

  • Uzun uzadıya düşünmeğe değmez. Açık, muhakkak. (Farsça)

na-mestur

  • Açık, meydanda, âşikâr. (Farsça)
  • Örtülmemiş. (Farsça)

na-peyda

  • Görünmeyen, açıkta değil, belirsiz. (Farsça)

nabite

  • Bir kabilede yeni çıkan küçük çocuk.

nafata

  • Vücutta çıkan sivilce veya kabarcık.

nafe / nâfe / نافه

  • Ceylanın göbeğinden çıkan misk. (Farsça)
  • Sevgilinin saçı. (Farsça)

nafize

  • Karından vurulup arkaya çıkmış olan yara.

nağme-i fesahat

  • Kusursuz derecede düzgün, açık ve akıcı nağme.

nahb

  • Çekip çıkarma.

nahham

  • Tamahkâr, cimri, hasis, pinti.
  • Boğazını temizlemek için fazlaca soluyup balgam çıkaran adam.

nahir

  • Burundan hırıltı çıkarma.
  • Çürümüş kemik.
  • İçine rüzgâr girip çıkmakla öten kemik.

nahme

  • Göğüsten çıkan ses.

naim

  • Taze, körpe.
  • Kılçıksız, yumuşak, kemiksiz.
  • Etli sebze.

naime

  • Rahatlık içinde nazlı büyütülmüş kadın.
  • Yumuşak yapılı hayvancıklar.

nak'

  • (Çoğulu: Nuk'-Enku) Su saklayacak yer.
  • Kuyu içinde olan su.
  • Deve kuşu avazı.
  • Feryâd etmek, bağırıp çağırmak.
  • Susuzluğu teskin etmek, susuzluğu gidermek.
  • Sıcak suda haşlama.
  • İlâç olarak çıkarılan su.
  • Suda ıslanma.
  • Toz.

naka-i salih / nâka-i sâlih

  • Salih Peygamber'in (A.S.) bir mu'cizesi olarak kayadan çıkan devesi.

naki'

  • Hurma veya kuru üzüm soğuk suda bırakılıp şekeri suya çıktıktan sonra süzülerek elde edilen sıvı.

nakıbe

  • (Çoğulu: Nukab) Kişinin yan tarafında çıkan çıban.

nakıl / nâkıl

  • Nakleden, birinden duyduğunu veya okuduğu şeyi bildiren. İctihâd derecesine varamayıp, sâdece müctehid (Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarabilecek dereceye ulaşmış olan) âlimlerin verdikleri fetvâları (dînî suâllere verdikleri cevâb ları) nakleden âlim.

nakl-i kat'i / nakl-i kat'î

  • Açık ve kesin rivayet.

nakş

  • Bir şeyi çeşitli renklerle boyamak.
  • Resim.
  • Tezyin etmek.
  • Bedene batmış dikeni çıkarmak.
  • Bir şeyin esasını araştırmak.
  • Yaymak.
  • Suda ıslanmış hurma.
  • İpekle, sırma ile işleme.
  • Mc: Hile.

nakş-ı beyan

  • Açıklama ve anlatım nakşı.

nakt

  • Çıkarmak.

namazgah / namazgâh / نمازگاه

  • Namazlık, üstü açık mesçit. (Farsça)

nardenk

  • Erik, nar, elma, kızılcık gibi meyvelerden çıkarılan ekşimsi pekmez. (Farsça)

nas / نَصّ

  • Açık hüküm.

naşi / nâşi / nâşî / نَاشِي

  • Meydana gelen, ortaya çıkan.
  • Ortaya çıkan.

naşie-i zatiye / nâşie-i zâtiye

  • Bizzat zâtından çıkan ve zâtından başka hiçbir şeyden kaynaklanmamış olan.

nasih

  • (Nesh. den) Battal eden, hükümsüz bırakan.
  • Kitabın kopyasını çıkaran.

naşir

  • Neşreden, yayan.
  • Bir müellifin eserini bastırıp çıkartan. Editör.

naşize

  • Kocasının hanesinden, izni olmaksızın çıkıp kendisini kocasından haksız yere men'eden kadın. Bu çıkış hakikaten olabileceği gibi, hükmen de olabilir.
  • Kabarmış, şişmiş.

nass

  • Kat'ilik, kesinlik, açıklık. Te'vile ihtimali olmayan söz veya delil.
  • Kur'ân-ı Kerim veya Hadis-i Şerifde bir iş ve mes'ele hakkında olan açıklık ve bu şekilde açık olan kelâm ve âyet. Akide.
  • Bir haberi kimden aldığını söyleyerek, en nihayet o haberi ilk söyleyene kadar nakle
  • Açık ve kesin hüküm.
  • Açıklık, açık hüküm.
  • Kur'ân-ı Kerim'de veya hadiste bir iş hakkında olan açık söz, âyet.
  • Âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler. Çoğulu nüsûs'tur.
  • Fıkıh usûlü ilminde mânâsı açık ve meydanda olan âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler.

nass-ı ayet / nass-ı âyet / نَصِّ اٰيَتْ

  • Âyetin açık hükmü.

nass-ı hadis

  • Hadisin açık, gerçek ifadesi. Muhtemeli olmayan sağlam mânaya delâlet eden lâfız. Delil mânâsına olan "Nass-ül fukaha" bundan alınmıştır.

nass-ı katı'

  • Mânâsı açık olan Kur'an âyetlerinden delil olarak gösterilen âyet.

nass-ı kelam / nass-ı kelâm / نَصِّ كَلَامْ

  • Sözün (Kurânın) açık hükmü.

nass-ı kur'an / nass-ı kur'ân / نَصِّ قُرْاٰنْ

  • Kur'ân'ın kesin ve açık hükmü.
  • Kur'ân-ı Kerim'in açık ve kesin hükmü.
  • Kurânın açık hükmü.

nass-ı sarih / nass-ı sarîh

  • Mânâsı çok açık ve kesin olan Kur'an hükmü.

nassi / nassî

  • Nass'a ait. Her türlü şübhe ve tereddüdün ve tenkidin üstünde tutulacak şekilde olan kesinlik, kat'ilik, açıklık. Bedahet.
  • Âyet ve hadisle doğruluğu sâbit olan.

natfe

  • (Nıtfe) : Kabarcık.
  • Ufacık sivilce.

nazar değmesi

  • Göz değmesi, bâzı kimselerin gözlerinden çıkan zararlı şuâların, canlı ve cansız bir şeye bakıp beğendikleri zaman bozulmalarına sebeb olması.

nazariyat / nazariyât / نَظَرِيَاتْ / nazarîyat

  • Ayet ve hadislerle kesin olarak sınırları belirlenmemiş dinin ictihada açık olan kısımları.
  • Ayet ve hadislerle kesin olarak sınırları belirlenmemiş dinin ictihada açık olan kısımları.

nazariyat-ı diniye / nazariyât-ı dîniye / نَظَرِيَاتِ دِينِيَه

  • Ayet ve hadislerle kesin olarak sınırları belirlenmemiş dinin ictihada açık olan kısımları.

nazh

  • Su çekme. Herhangi bir yer, çukur veya kuyudan bir şeyler çıkarma.
  • Su serpmek, su saçmak.
  • Suyun çok olması.
  • Suyun, pınarından çıkıp akması.
  • Defetmek, kovmak.

naznaza

  • Yılanın dilini çıkarıp hareket ettirmesi.

neb'

  • Suyun çıkıp akması.
  • Bir ağaç cinsidir ve yay yaparlar, budaklarından da ok yapılır.

neba'

  • Kaynak olmak, pınardan su çıkarmak, su akması.
  • Akçaağaç.

nebaan

  • Yerden çıkma, fışkırma.

nebagat

  • Meydana çıkma.

nebalet

  • Zekâ, fazilet ve neciblik sâhibi olmak.
  • Büyüklük, azamet.
  • İyi olmak.
  • Cömertlik, elaçıklık.
  • Okçu, ok yapıp satan. Okçuluk.

nebean / nebeân

  • Kaynayıp yerden çıkmak. Pınar suyunun çıkışı. Fışkırmak.
  • Kaynayıp çıkma.

nebean eden / nebeân eden

  • Fışkıran, ortaya çıkan.

nebh

  • (Çoğulu: Nevâbih) Kabarcık.
  • Toprak.

nebş

  • Gömülü bir şeyi yerden çıkarma.
  • Bir şeyi diğer bir şey vasıtasıyla meydana çıkarma.

nebt

  • Bitme, yerden çıkma. Meydana gelme.
  • Ot.
  • Suyun yerden çıkıp akması.

nebze

  • Azıcık miktar.

necd

  • Açık ve işlek yol.
  • Yüksek yer.
  • Minder, döşeme gibi oturacak şeyler.
  • Ağaçsız mekân.
  • Hâzık ve mâhir kılavuz.
  • Yiğitlik hâli. Gamlılık, gussa.
  • Hasma galip gelmek.
  • Çok terlemek.
  • Meme.
  • Suudi Arabistan'ın doğu mıntıkası.

necef

  • (Necefe) : (Çoğulu: Nicâf-Encâf) Üzerine su çıkmayan yer. Tümsek yer, yüksek, tepe, sırt.
  • Irakta bir şehrin adı.

necise

  • Kuyudan çıkardıkları toprak.

necl

  • (Çoğulu: Encâl) Oğul, evlât, çocuk.
  • Kuşak, nesil, sülâle.
  • Atmak.
  • Ayak ucuyla vurmak.
  • İstihrac etmek, meydana çıkarmak.
  • Yerden çıkan su.

necs

  • Yerden define çıkarmak.
  • Kuyuyu ayıklamak.

necş

  • Avı yatağından çıkarma.
  • Dağılmış parçaları toplamak.

necv

  • (Çoğulu: Nicâ) Yüzmek.
  • İki kişi arasında olan sır.
  • Karından çıkan necis.

neds

  • Huruç etmek, çıkmak.

nef' / نفع

  • Çıkar, yarar. (Arapça)

nefc

  • Çıkmak, huruc etmek.

nefel

  • Düşmandan alınan mal, ganimet.
  • Ulü-l emrden müsaade almadan düşmana karşı çıkan az sayıda bir cemaat.

neffa'

  • (Nef'. den) Çıkarı çok olan kimse.

neffata

  • Neft yağı çıkan pınar.

nefha

  • Koku. Rüzgârın hafif esişi. Azıcık koku.

nefr

  • Heyecan verici bir emirden dolayı bir yerden bir yere fırlayıp çıkmaktır. Ürkmek demek olan "Nüfur" da bu mânâdandır. Fakat "Nüfur" tek başına kaçıp kurtulmak için menfi bir harekette kullanıldığı hâlde; "nefr", düşmana karşı gaza için fırlayıp çıkmakta kullanılır. Ve böyle çıkıp toplanan cemaate "n

neft

  • Neft yağı. Çam gibi bazı ağaçlardan çıkarılan, tutuşabilen bir yağdır ve boyacılıkta vesair sanayide kullanılır.

nefta

  • (Nifta) (Çoğulu: Nefat) Çalışmaktan dolayı elde çıkan kabarcık.

nefuh

  • Sütü sağılmadan çıkıp akan deve.

nehir

  • Burun içinden çıkan ses, hırıltı.

nehy-i sarih

  • Açık bir şekilde yasaklama.

nehzat

  • Hareket, davranma, kalkışma. Yola çıkma.

nekre

  • Belirsiz olan.
  • Çıban ve yaradan çıkan kan ve irin.
  • Garip ve gülünç fıkralar.
  • Hoş sohbet ve hazır cevap kimse.
  • Gr: Belirtilmemiş isim, neye delâlet ettiği belli olmayan (harf-i tarifsiz) isim.

nemime / nemîme

  • Koğuculuk, müslümanlar arasında fitne çıkarmak, ara bozmak için söz taşıma.

nerbdan

  • Merdiven. (Neverdi bâm'dan alınmıştır. Neverd; kıvrım, büküm; neverdiden; tayyetmek, dürmek; bam, ban; tavan mânalarına gelirler. Üst kata merdivenle çıkıldığından, neverdibâm yerine hafifletilmişi olan nerdbân denilmiştir.) (Farsça)

neş'e

  • Gönül açıklığı, sevinç.
  • Yeniden meydana gelmek. Yeniden olan şey.
  • Yiğit olmak.
  • Yüksek olmak.

neş'et / نشئت / نَشْئَتْ

  • Meydana gelmek, vücuda gelmek. Büyüyüp kat ve kamet sahibi olmak. Yetişmek, ileri gelmek.
  • Çıkmak. Kaynak olmak.
  • Ortaya çıkma.
  • Ortaya çıkma.

nes'i / nes'î

  • Câhiliyet devrinde belirli vakti geciktirilmiş haram aylar.

neşêt

  • Meydana gelme, çıkma.

nesg

  • Gitmek.
  • Almak.
  • Ağaç kesildiğinde çıkan su.
  • Vurmak.
  • Dürtmek.

nesh

  • Emir ve yasaklarla ilgili şer'î (dînî) bir hükmün, ondan sonra gelen şer'î bir delîl (hüküm) ile kaldırılması, yürürlülük zamânının sona erdiğinin haber verilmesi, açıklanması. Hükmü kaldırılan delîle, nâsih; kaldırılan hükme mensûh denir.

nesi'

  • Tehir etmek, ertelemek, geciktirmek.

nesil

  • Kazıldığında çıkan kuyu toprağı.

nesis

  • Bir sıvının sızıp kabından dışarı çıkması.

neşiş

  • Kaynayan şeyden çıkan ses.

nesl

  • Kuyudan toprak çıkarmak.
  • Sadaktan ok çıkarmak.

neşneşe

  • Koyun derisini yüzmek.
  • Zırh sesi.
  • Su kaynarken ötüp ses çıkmak.

neşr-i suhuf

  • Haşir zamanı amel defterlerinin meydana çıkarılıp herkesin hesabının görülmesi.
  • Sahifelerin neşri.
  • Haşirde, insanların hesab görülmek için dirildiklerinde amel defterlerinin meydana çıkarılıp herkesin amelinin belli oluşu.

nesre

  • Büyük geniş gömlek.
  • Hayvanın tiksirip burnundan sümüğünü çıkarması.
  • Menazil-i kamerden iki yıldız.

ness

  • İfşa etmek, açıklamak.
  • Gayret ve hamiyyet etmek.

neşş

  • Kaynamak, galeyan.
  • Her nesnenin yarısı.
  • Davarın tezce derisini yüzüp etinden ayırıp çıkarmak.
  • Yirmi dirhem.
  • Karıştırmak.

neşt

  • Yılan sokmak ve ısırmak.
  • Bir yerden bir yere gitmek.
  • Çözmek.
  • Çıkarmak.
  • İpi bağlamak.

neşut

  • Bir balık cinsi.
  • Kovası katı çekilmeyince su çıkmayan kuyu.

nesv

  • İzhar etmek, göstermek, açıklamak.

neşv ü nema / neşv ü nemâ / نَشْوُ و نَمَا

  • Ortaya çıkma ve büyüme.

nesyen mensiyyen

  • Tamamıyla unutulmuş, tamamen hatırdan çıkmış.

neth

  • Koparmak.
  • Çıkarmak.

netice / netîce / نتيجه

  • Sonuç. (Arapça)
  • Netice çıkarmak: Sonuç çıkarmak, sonuca varmak. (Arapça)

netice-i burhan-ı bahir / netice-i burhan-ı bâhir

  • Açık, parlak, kesin ve sağlam delilin sonucu.

netice-i şerriye

  • Şerden ortaya çıkan sonuç.

netş

  • Çıkarmak.
  • Yolmak.

netuc

  • Çıkma.
  • Ağaç posası.

nev

  • Yeni, tâze, cedid. Son zamanda çıkmış. (Farsça)

nev-ayin

  • Yeni tarz, yeni üslub. (Farsça)
  • Yeni üslub çıkaran. (Farsça)

nevhat

  • Sakalı yeni çıkmış genç.

nevhiz

  • Genç, taze. (Farsça)
  • Yeni çıkmış, yeni yetişmiş. (Farsça)

nevpeyda

  • Yeni çıkma. (Farsça)

nevrah

  • İlk olarak seyahata çıkan. Yeni yolcu. (Farsça)
  • Yeni yol. (Farsça)

nevresm

  • Yeni çıkma. (Farsça)
  • Yeni moda. (Farsça)

nevsefer

  • Yeni yolculuğa çıkan. (Farsça)

nevzuhur

  • Yeni çıkma. Yeni zuhur etme. (Farsça)

nez'

  • Çekip koparmak, ayırmak.
  • Can çekişmek.
  • Çekip almak. Kuyudan kovayı çekip çıkarmak.
  • Saymak.
  • Kaldırmak, yok etmek.

neza'

  • Başta, alnın iki yanında saç olmayan açık yer.

nezib

  • Geyik ve sair hayvanların cima zamanı çıkardıkları ses.

nikubaht

  • Bahtı açık. (Farsça)

nısh

  • Terzilik.
  • Bir şeyi temizleyip yaramazını içinden çıkarıp hâlis yapmak.

nisyan

  • Unutmak, hatırdan çıkarmak.

nızv

  • (Çoğulu: Nuzuv, Enzâ') Gitmek.
  • Sebkat etmek.
  • Kesmek, kat'etmek.
  • Çekip çıkarmak.
  • Bırakmak.
  • Zayıf deve.
  • Eski elbise.

nüame

  • Eksen. Çark veya çıkrık ortasındaki mihver.

nübu'

  • Suyun, yerden çıkıp akması.

nübut

  • Suyun, yerden çıkıp akması.

nüceym

  • Yıldızcık. Küçük parıltısı olan. Küçük yıldız.

nufaha

  • Su üzerindeki kabarcık.

nuht

  • Çocukla birlikte karından çıkan su.

nükke

  • Zayıflıktan dolayı sesi çıkmayan deve.

nükte

  • Güzel mânâlı söz.
  • Derin düşünerek ve zihni yorarak ilmî, edebî veya başka bir söz ve yazıdan çıkarılan ince mânâ. Meselâ bu sözde bir nükte vardır, bu şiirin nüktelerini anlamak kolay değildir, denir.

nümayan / nümâyân

  • Açık, parlak, görünen.

nur / nûr

  • Aydınlık, ışık, feyz, bereket ihsân.
  • Kur'ân-ı kerîm.
  • Îmân.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından. Tam ve kusursuz olarak zâhir olup her şeyi ortaya çıkarıcı, yaratıcı veya göktekileri ve yerdekileri nûru ile hidâyet edici, doğru yolu gösterici, gökleri; güneş, ay ve yıld

nur-i mübin

  • Mübin olan nur. Aşikâr ve açıklayıcı olan ve hak ile batılı ayıran nur. Bilhassa iman ve Kur'an ilminin mânevi nuru.

nüsha

  • (Çoğulu: Nüsah) Yazılı şey. Yazılı bir şeyden çıkarılan suret.
  • Muska, duâlı kâğıt.
  • Gazete ve dergilerde (sayı).

nüsu'

  • Diş etlerinin sıyrılarak dişlerin meydana çıkması.

nusul

  • Huruç etmek, çıkmak.
  • Dühul etmek, girmek. (Ezdaddandır)
  • (Tekili: Nasl) Mızrakların uçlarındaki sivri demirler. Temrenler.

nusus / nusûs

  • Nasslar, açık hükümler.
  • Hükmü açık olan Kur'ân ve hadis metinleri.

nusus-u kur'an / nusûs-u kur'ân

  • Kur'ân'ın açık hükümleri.

nusus-u kur'aniye / nusûs-u kur'âniye

  • Kur'ân'daki mânâsı açık olan âyetler.

nusus-u şeriat / nusûs-u şeriat

  • Şeriatın açık ve kesin hükümleri.

nütu

  • Yumru, çıkıntı.
  • Yumruluk.

nüveyt

  • Çekirdekçik.

nüzhet

  • İç açıklığı, safa, eğlenme, gönül ferahlığı. (Farsça)
  • Temizlik, paklık. (Farsça)
  • Karışık, bulaşık ve kalabalık yerlerden uzak olmak. Buud. (Farsça)

ordugah / ordugâh

  • Ordunun konakladığı yer. Açıkta konaklayan ordunun konaklama yeri. (Farsça)

pandomima kopmak

  • Karışıklık çıkmak.
  • Seyircileri eğlendiren kavga çıkmak.

parazit

  • Yun. Radyo gibi ses veya elektrik âletlerinin zırıltı ve gürültü çıkarması.
  • Başka bir hayvan veya nebatın üzerinde onun zararına yaşayan canlı. Asalak. Tufeylî.

pasinler cephesi

  • Birinci Dünya Savaşı'nın ilk çıktığı sıralarda Erzurum yakınlarındaki Pasinler yöresinde Ruslar'a karşı açılan cephe.

pederze

  • Çıkın, bohça. (Farsça)

pedid

  • Aşikâr, görünür, açık, belli. (Farsça)

pehnaver

  • Pek geniş. Pek açık. (Farsça)
  • Soluk, solmuş. (Farsça)

penbe

  • Pamuk. (Farsça)
  • Açık kırmızı renk. (Farsça)

perdebirun

  • Utanmaz, açıksaçık konuşan. (Farsça)

peyda / peydâ / پيدا

  • Mevcud, var olan, açık, âşikâr, meydanda olan. (Farsça)
  • Meydana gelme, ortaya çıkma.
  • Var olan, açık, meydanda.
  • Ortada, açıkta. (Farsça)

proton

  • yun. Atom çekirdeğinde pozitif yüklü zerrecik.

pusula

  • Yön bulmaya yarayan âlet, kısacık mektup.

rabıta-i iman

  • İman bağı, imanla ortaya çıkan bağ.

rad

  • Cömert, eli açık, faziletli, üstün, değerli. (Farsça)

radga

  • (Çoğulu: Radg-Ridag) Sulu ve sıvı balçık.

rahih

  • Yumuşak, sulu balçık.

rasif

  • Dayanıklı, sağlam, muhkem.
  • Taş temel, rıhtım.
  • Denizin yüzüne çıkmış kayalar.

re'y

  • Müctehid İslâm âlimlerinin, açıkça bildirilmeyen bir mes'ele hakkında dînî delillerden yâni Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf ve icmâ-i ümmetten çıkardıkları hüküm, kıyâs.

re'y yolu

  • Kıyas yolu. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş bir işin hükmünü buna benziyen ve açıkça bildirilen başka bir işin hükmüne benzeterek bulma yolu.

recel

  • Saçın ne sarkık ve ne de çok kıvırcık olması.
  • İstedikçe emsin diye davarı yavrusuyla beraber otlağa salmak.

reden

  • Hazz denilen kumaş.
  • Silâhların biribirine dokunmasından çıkan ses.
  • İplik eğirmek.

refes

  • (Rüfâs) Kinayesi icab eden şeyi açık söylemek.
  • Kinâye olarak.
  • Cimâ, nikâh.
  • Fuhşiyyât.

refez

  • Bölük bölük olan cemaat. (Çoğulu: Erfaz) Kap dibinde kalmış azıcık su.

reff

  • Elbise koymak için duvara çıkıntı yapmak veya duvara tahta çakmak. Raf.

rehneverd

  • Yola çıkan. Yolcu. (Farsça)

rehş

  • Asmacık.

rekabet

  • Başkalarını geçmeye çalışmak, benzerleriyle üstünlük yarışına çıkmak.
  • Gözleme, gözetleme.
  • Kendi işini yürütmeye çalışma.
  • Benzerleriyle yarışa çıkma.
  • Kıskanmak.
  • Hıfzetmek.
  • Gözetmek.
  • Terakkub üzere olmak, başkalarından ileri geçmeğe çalışmak, benzerleriyle üstünlük yarışına çıkmak.
  • Kendi işini yürütmeğe çalışmak.

rennan

  • Çok ses çıkaran, inleyip duran. Çınlıyan.

reşem

  • İlk evvel çıkan ot.

resl

  • Kıvırcık olmayan saç.

retl

  • (Diş) seyrek olmak.
  • Bir şeyi okurken her kelimenin arasını ayırıp açıklamak.

revak

  • (Rivak) Ev önündeki saçak.
  • Kemer. Kubbe. Çardak. Önü açık, üstü örtülü yer.

revh

  • İç açıklığı. Rahat.
  • Rahmet.
  • Hafif esen rüzgârın verdiği tatlılık, canlılık.

reyn

  • Leke, kir, pas.
  • Gönül karası, kalb katılığı, günahın artması.
  • Uyku, mestlik galebe etmek.
  • Çıkması mümkün olmayan şey.

rezag

  • Sıvı balçık.
  • İnce çamur.

rezeme

  • (Çoğulu: Ruzum) Devenin ağzını açmadan boğazından çıkan ses.

rezil ü rüsva

  • Kusur ve ayıpları meydana çıkarılmış, kepâze olmuş olan.

rezil ve rüsvay olma / rezil ve rüsvây olma

  • Rezil ve maskara olma, ayıpları meydana çıkma.

rezilürüsva

  • Ayıpları meydana çıkmakla alçalıp kötü hâle düşmek.

ribe'n-nesie / ribe'n-nesîe

  • Gecikme ribâsı. Bir cinsten olan iki şeyin birini, diğeri karşılığında veresiye olarak satmak veya başka başka cinslerden olup; ağırlık, hacim veya uzunluk ölçüsüyle yâhut belirli ölçülerde olup, sayıyla alınıp satılan iki şeyi veresiye değişmek. Mik tarlar eşit olsa bile ribâ sayılır.

ric'i talak / ric'î talâk

  • Geri dönülebilen talâk (boşanma). Zevceye yaklaştıktan sonra sarîh (açık) veya işâretle, üç adedine veya bir ivâza (bedele, karşılığa) bağlı olmaksızın ve beynûnete yâni ayrılığa delâlet eden (gösteren) bir sıfatla sıfatlanmamış ve bir şeye teşbîh ed ilmemiş (benzetilmemiş), gerek sarîh (açık) lafız

riddet

  • İrtidâd etme. İslâm dîninden çıkma.

rikkat-engiz

  • Acıklı. (Farsça)

risale / risâle / رِسَالَه

  • Kitapçık.

risale-i camia / risale-i câmia

  • Kapsamlı risale, kitapçık.

riştab

  • Kıvırcık saç ve sakal. (Farsça)

ritic

  • Çıkmaz yol. Yasak olan şey. Haram.

rivayet tefsiri / rivâyet tefsiri

  • Kur'ân-ı kerîmdeki bâzı âyet-i kerîmelerin başka âyetlerle veya Peygamber efendimizin sünneti veya Eshâb-ı kirâmın mübârek sözleriyle açıklanması. Buna me'sur veya naklî tefsir de denir.

ru-nüma / rû-nümâ

  • Yüz gösteren, meydana çıkan. (Farsça)
  • Yüz görümlüğü. (Farsça)
  • Görünme, meydana çıkma.

ru-nümun

  • Meydana çıkan, yüz gösterici. (Farsça)

ruşen / rûşen / روشن

  • Aydınlık. (Farsça)
  • Açık, aşikar. (Farsça)
  • Rûşen kılmak: Açıklamak, söylemek. (Farsça)

ruşenbeyan

  • Fasih konuşan. Açık ifadeli. (Farsça)

ruşeni / ruşenî

  • Açıklık, aydınlık. (Farsça)
  • Belli olma. (Farsça)

rüsg

  • (Çoğulu: Ersâg) Bilek.
  • Hayvanların tırnağıyla baldırı arasında olan incecik yer.

rüste

  • "Çıkmış, bitmiş, yetişmiş" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nev-rüste : Yeni yetişmiş bitki. (Farsça)

rüsva

  • (Rüsvay) Rezil, kepaze, maskara, ayıpları meydana çıkarılmış. (Farsça)
  • Rezil, maskara, ayıpları ortaya çıkarılmış.

rüsvay

  • Rüsva. Rezil, maskara, ayıpları ortaya çıkarılmış.

sa'fe

  • Çocuğun başında çıkan çıban.
  • Kel.

şa'r

  • (Çoğulu: Şüur-Eşâr) Kıl. Saç.
  • Ateş yakmak.
  • Cenk koparmak, kavga çıkarmak.

şab-hane

  • Şap çıkarılan yer. (Farsça)

şabb-ı emred

  • Bıyığı, sakalı henüz çıkmış delikanlı.

şabb-i emred / şâbb-i emred

  • Henüz sakalı, bıyığı çıkmamış genç.

sabil

  • Gezkere denilen nesne. (Onunla ters, balçık ve gayri ne olursa taşırlar).
  • Yolcu kimse.

sabye

  • (Tekili: Sabi) Küçük erkek çocukları. Oğlancıklar.

sad'

  • Yarılmak, yarmak.
  • Kesmek, kat'etmek.
  • Göstermek. İzhar etmek.
  • Beyân ve meyl etmek, açıklamak.

saded harici

  • Konuşulan mevzudan dışarı çıkmak. Hududdan dışarı çıkmak.

sadır / sâdır / صادر

  • Sudur eden, çıkan, meydana gelen.
  • Çıkan; ortaya çıkan, meydana gelen.
  • Çıkan.
  • Sudur eden, çıkan, meydana gelen.
  • Çıkan. (Arapça)
  • Sâdır olmak: (Arapça)
  • Çıkmak, meydana gelmek. (Arapça)
  • İmzadan çıkmak. (Arapça)

sadır olan / sâdır olan

  • Çıkan, meydana gelen.

sadire / sâdire / صادره

  • Çıkan. (Arapça)

saet

  • Doğumdan sonra koyunun rahminden çıkan madde.

saf / sâf / صاف

  • Temiz, arı, halis. (Arapça)
  • Açık. (Arapça)

safa

  • Gönül şenliği, eğlence.
  • Duru olmak, itmi'nan ve meserret üzere olmak. Temiz, sâfi olmak.
  • Hava açık ve ayaz olmak.
  • Mekke-i Mükerreme'de bir yerin ismi.

şafe

  • Ayakta çıkan ve dağlamayınca gitmeyen çıban.

safir

  • (Sefir) Sefere çıkan.
  • Elçi.
  • Kâtib.

safiye / sâfiye

  • Temiz, katışıksız, bozuk olmayan.
  • İçinde yapmacık ve uydurma bir şey, fazladan kelime ve kafiye bulunmayan söz.
  • Saf, açık ifade.

safiyullah

  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ismidir. Bütün mahlukatta efdal ve Cenab-ı Hakk'ın ihsanı ile onlardan seçilip çıkarılmış tertemiz mânâsına Safiyullâh denilmiştir. Hz. Adem'in de (A.S.) bir ismidir.

safvan

  • (Safvâ) Yumuşak, düz ve kaygan taş veya kaya parçası.
  • Çok soğuk ve açık olan gün.

sagsaga

  • Dişi çıkmamış küçük oğlan.
  • Bir şeyi ısırmak.

saha / sahâ / ساخه

  • Cömertlik, eliaçıklık. (Arapça)

saha-i ıtlak

  • Açık alan, sınırsız meydan.

saha-kar / saha-kâr

  • Eli açık, cömert, sahi. (Farsça)

sahabe

  • (Sahâbi) Sâhibler. Sâhib çıkanlar.
  • Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (A.S.M.) sağ iken mü'min olarak görmüş, mü'min olarak vefat etmiş erkek müslüman.

sahabet / sahâbet / صَحَابَتْ

  • Sâhib olma, sâhib çıkma.
  • Sohbetinde bulunmuş olma.
  • Yardım etme, koruma, arka olma.
  • Sahip çıkma, benimseme.
  • Sâhib çıkma.

sahabetkar / sahabetkâr

  • Koruyan, sahib çıkan, arka olan. (Farsça)

sahabetkarane / sahabetkârane / sahâbetkârâne

  • Sahip çıkarak, koruyarak.
  • Sahip çıkarcasına, korurcasına.

sahat

  • (Tekili: Sâha) Sâhalar, meydanlar, açık yerler, alanlar.

sahavet

  • Cömertlik, el açıklığı, muhtaç olanlara çok ihsan etmek.

sahavetkar / sahavetkâr

  • Eli açık, cömert olan. Herkese ihsan eden. (Farsça)

sahi / sahî / سخى

  • Cömert, eli açık, herkese iyilik etmek isteyen.
  • Cömert, eli açık.
  • Cömert, eliaçık. (Arapça)

sahib-i mirac

  • Miraca çıkan Peygamberimiz (a.s.m.).

sahib-i zuhur

  • Zuhur sahibi; inkârcılık fikrine karşı ortaya çıkıp insanları hidayete ulaştırmaya vesile olan ve âhirzamanda ortaya çıkması beklenilen.

şahid

  • (Çoğulu: Şevâhid-Şühud) Veled yatağı denilen ve çocuk ile birlikte çıkan deri.

sahih kan / sahîh kan

  • Sekiz yaşını bitirip, dokuz yaşına bastıktan birkaç gün veya ay, yâhut seneler sonra, sıhhatli bir kızın veya âdet zamânı son dakikasından îtibâren tam temizlik (on beş gün) geçmiş olan kadının önünden çıkan ve Hanefî mezhebine göre, en az üç gün (ye tmiş iki saat) devâm eden kan; hayız ve aybaşı ka

sahil-i beyan

  • Açıklama, anlatım sahili.

şahmerdan

  • (Şâh-ı merdan) Mertlerin şahı, Hazret-i Ali (R.A.). (Farsça)
  • Aşağı yukarı çıkan büyük demir tokmak. (Farsça)

sahn

  • Evin ortasındaki açıklık, avlu, oyuk.
  • Boşluk. Boş yer. Orta, meydan, aralık.
  • Sahne.
  • Cami ve medreselerdeki umumun toplanmasına âit üstü kubbeli ve örtülü yer.
  • Büyük kâse. Sahan.
  • Zil.

şahnişin

  • Şahların oturmalarına lâyık yer. (Farsça)
  • Evin sokak üzerine olan çıkmaları. (Farsça)

sahret

  • Kudüs'te, Beyt-i Mukaddeste çok eski ve tarihi bir kaya. Bu kayaya "Hacer-i Muallak" da der. Hz. Peygamberin (a.s.m.) Mîrac Gecesinde bu kayadan Burak'a binerek semâya çıktığı hakkında rivâyet vardır.

sahte

  • Düzme, yapmacık, yalandan, taklit. (Farsça)
  • Kalp, karışık. (Farsça)
  • Düzme, yapmacık.

sahtevekar

  • Yapmacık tavırlar takınan, kendini satmaya çalışan. (Farsça)

sahv

  • Ateş ve ocaktan kül çıkarmak.

said

  • (Suud. dan fâil) Yukarı çıkan, yükselen, kalkan.
  • Yukarıdaki temiz toprak, pislikten uzak pâk toprak. Yeryüzü.
  • Yol, tarik.
  • Mezar, kabir.
  • Yüksek.
  • Yukarı çıkan.

şaire

  • Bir tek arpa, arpa tanesi.
  • (Çoğulu: Şaâyir) Tıb: Arpacık.

sait

  • (Savt. dan) Sesli. Ses çıkartan.

sak

  • Bir şeyin aslı.
  • Topuktan baldıra doğru bacağın incik yeri.
  • Mc: Şiddet.

şaka'

  • Tulu etmek, doğmak.
  • Çıkmak, huruç etmek.
  • Dağıtıp perâkende etmek.

şakaikünnuman / şakâikünnumân / شقاءق النعمان

  • Gelincik. (Arapça)

sakb

  • (Çoğulu: Sukub) Delinme, delme.
  • Bir taraftan diğer tarafa kadar açık olan delik.
  • Sütü çok olan deve.
  • Çok kırmızı, koyu kırmızı.

sakit

  • Susan, ses çıkarmayan.

sakitane / sakitâne

  • Ses çıkarmayarak, sessizce. (Farsça)

saksaka

  • Sığırcık kuşunun ötmesi.
  • Çok söylemek, çok konuşmak.
  • Serçenin terslemesi.

sala'

  • Kellik. Baş tepesinin saçı dökülüp açık olması.

salaa

  • Tepenin saçı dökülüp açık kalan yeri.

salat-ı istiska / salât-ı istiska

  • Yağmur duasına çıkıldığı zaman kılınan namaz.

salat-ı sefer / salât-ı sefer

  • Yola çıkıldığı zaman kılınan iki rekât namaz.

salavat

  • (Tekili: Salât) Namazlar.
  • Bütün dualar. İhtiyaçtan gelen ricalar.
  • Nimetten çıkan şükürler. İbadetler.
  • Hazret-i Muhammed'e (A.S.M.) memnuniyet ve bağlılık için yapılan dualar.
  • Nasârâ kilisesi.

salb

  • Asmak. Darağacına çekmek. Çarmıha germek.
  • Kemikten yağ çıkarmak.

sald

  • Kaypak taş.
  • Taş gibi çok dayanıklı şey.
  • Dağa çıkmak.
  • Şiddetle ellerini yere vurmak.

salil

  • Demirden çıkan ses. Demir sesi.

sall

  • Demirlerin birbirlerine sürtünmelerinden çıkan ses.

salsal

  • Kuru balçık. Kumla karışıp kurumuş olan balçık.
  • Çok anırgan eşek.

salsale

  • Demirlerin birbirine dokunmaktan ses çıkarmaları.

samih

  • Cömert, eli açık sahavet sahibi ve civanmert olan.

şamih

  • Ali şey, yüksek.
  • Mağrur, başını kaldırmış. Mütekebbir.
  • Tıb: Vücuddaki beyin ve kemik gibi yerlerdeki çıkıntılı, tümsek yerler.

samit

  • Susan, sükût eden.
  • Ses çıkarmaz, sessiz.
  • Gr: Sessiz harf.

samitane

  • Sessizce, ses çıkarmaksızın, sâkitane. (Farsça)

samite-i meyyite

  • Ses çıkarmayan ölü.
  • Hareketsiz.
  • Haksızlıklar karşısında gayrete gelmeyen, ölü gibi sükût eden.

samma

  • Sesi çıkmayan, sessiz.
  • Sağır ve dilsiz.
  • Katı ve son kaya.
  • Sağlam ve sert yer.
  • Belâ.
  • Zahmet, meşakkat.

san'at-ı şuuriye-i rahmaniye / san'at-ı şuuriye-i rahmâniye

  • Rahmeti sınırsız olan Allah'ın sonsuz ilminin neticesi olarak ortaya çıkan san'atı.

sanduka

  • Türbelerde mezarların üzerine tahtadan sandık şeklinde yapılan ve üstüne yeşil çuha örtülen yerin adıdır. Kadın sandukaları düz olduğu halde, erkek sandukalarının baş tarafına bir ağaç konarak üzerine kavuk, taç, sikke gibi sağlığında giydikleri başlık konurdu. Açık mezarlıklarda sandukalar taştan y

sandukça

  • Küçük sandık; sandıkçık.

şantaj

  • Bir kimsenin suçunu veya yüz karasını meydana çıkarmak tehdidiyle menfaat sağlamaya çalışma. (Fransızca)

santrifüj aleti / santrifüj âleti

  • Su çıkarmaya yarayan pompalı alet.

sarahat / sarâhat / صراحت / صَرَاحَتْ

  • Sarih olmak, zâhir olmak. Açıklık.
  • Kaymağı alınmış süt.
  • Açıklık.
  • Açıklık. Açık anlatım.
  • Açıklık.
  • Açıklık. (Arapça)
  • Açık ifade.

sarahat-i kat'iye

  • Kesin açık mânâ.

sarahat-i kur'aniye / sarâhat-i kur'âniye

  • Kur'ân'ın açık bir şekilde ortaya koyduğu hükümler.

sarahaten / sarâhaten / صراحة / صَرَاحَتاً

  • Açıkça.
  • Açık ve sarih olarak. Açıktan açığa.
  • Açıkça.
  • Açıkça. (Arapça)
  • Açıkça.

sarahatle

  • Açık bir şekilde.

sarahetle

  • Çok açık olarak.

şari' / şârî'

  • Kullarının dünyâ ve âhiret seâdetine (mutluluğuna) kavuşmaları için Peygamberleri aleyhimüsselâm vâsıtasıyla emir ve yasaklarını bildiren Allahü teâlâ. Şâri-i mübîn de denir. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etmesi (ulaştırması) gerektiğinde, kapalı hususları açıklaması bakımında

sarih / sarîh

  • Açık, belirli âşikâr. Sâf ve hâlis olan.
  • Açık.
  • Belli, açık, meydanda olan. Kendisinden kasd edilen mânânın açıkça anlaşıldığı lafız (söz).
  • Açık.

şarih / şârih

  • Şerheden, açıklayan. Bir şeyin mânasını izhâr eden.
  • Şerh eden, bir kitaba açıklama yazan kimse.
  • Şerheden, açıklayan.

sarih / صريح / sarîh / صریح / صَر۪يحْ

  • Açık.
  • Açık, kuşku götürmeyen. (Arapça)
  • Açık.

sarih-i ayat / sarîh-i âyât

  • Âyetlerin mânâlarının açıklığı.

sarihan / sarîhan / صریحا

  • Açıkça.
  • Açık ve belirli olarak. Açıkça. Meydanda ve âşikâr olarak.
  • Açıkça.
  • Açıkça. (Arapça)

şarık / şârık

  • Çıkan, tulu' eden.
  • Parlayan.
  • Doğudan çıkan, doğan, parlayan.

sarp

  • Dik, çıkması ve geçilmesi güç (yer).

şaşaalandırmama / şâşaalandırmama

  • Açıkça yayılmama, gösterişli hale getirmeme.

şat'

  • Yerden yeni çıkan taze ekin yaprağı. Ekinlerin taze çıkan filizleri, yaprağı.
  • Su arkı.
  • Cima etmek.
  • Bağlayıp sağlamlaştırmak.

satı'

  • (Sâtı'a) Yükselerek meydana çıkan.
  • Yükselerek görünen. Nur saçan. Parlak.

saye

  • Gölge. (Farsça)
  • Mc: Himaye, sahip çıkma, koruma. (Farsça)
  • Muavenet, yardım. (Farsça)

saye-dar

  • Gölge eden, gölgesi olan, gölgeli. (Farsça)
  • Sâhip çıkan, koruyan, himâye eden. (Farsça)

sayfufet

  • Udûl etmek. Yoldan çıkmak, vazgeçmek.

sayref

  • (Çoğulu: Seyârif) Sarraf.
  • İşini, çıkarını, hesabını bilir, kurnaz kimse.

şaziyye

  • (Çoğulu: Şezâyâ) Kavis, yay.
  • Ağaç kıymığı gibi, bir şeyden kopmuş parça.
  • Kırılan kemikten meydana gelen parçalar.
  • İncik kemiği.

se'te

  • (Çoğulu: Set) Kara balçık.

şe'v

  • Geçmek, takaddüm eylemek.
  • Son, nihayet.
  • Devenin yuları.
  • Zembil.
  • Kuyudan kazıp toprak çıkarmak. Kuyudan çıkan toprak.
  • Kaygan.

sebata

  • Saçın kıvırcık olmayıp sarkık olması.

şebb

  • Meşhur taş.
  • Ateş yakmak.
  • Cenk koparmak, kavga çıkarmak.

sebeb-i azil

  • Memurluktan çıkarılma sebebi.

sebeb-i dai / sebeb-i dâî

  • Birşeyin ortaya çıkmasındaki gerektirici sebep.

sebeb-i zuhur

  • Ortaya çıkış ve görünüş sebebi.

sebeb-i zuhur-u iktidar-ı müsbet

  • Olumlu iş ve icraatı meydana çıkarma sebebi.

sebel

  • Tıb: Bulanık görme hastalığı.
  • Göze inen perde.
  • Buluttan çıkıp da henüz yere ulaşmamış yağmur.
  • Buğday başı.

sebet

  • Kıvırcık olmayan saç.

şebh

  • Süt sağarken çıkan ses.

sebha

  • Ot yetişmeyen yer.
  • Şap taşının çıktığı yer.
  • Tuzla

sebil / sebîl

  • Açık ve büyük yol. Büyük cadde.
  • Allah rızası için su dağıtılan yer.
  • Açık ve büyük yol, büyük cadde, Allah rızası için su dağıtılan yer.

seceat / seceât

  • Sec'alar, kuşların çıkardıkları sesler.

seciye-i avra

  • Bir gözü kör olan seciye; olaylara sadece şahsî çıkar açısından veya sadece dünyevî açıdan bakan seciye, huy.

şedd-i rahl etmek

  • Yola koyulmak, yola çıkmak.

şedd-i rihal

  • Hayvana semer vurma. Yolculuk için hayvanın semerini bağlama.
  • Yolculuğa çıkma.

sefa'

  • Buğday başının kılçığı.
  • Orak.
  • Kuyu içinden çıkan toprak.

sefer

  • Senenin kısa günlerinde, insan veya deve yürüşü ile üç günde gidilecek yere gitmeyi niyet ederek, bulunduğu yerin kenar evlerinden dışarı çıkmak.
  • Harbe gitme, savaş.

seferber

  • Harekete, yola çıkmaya hazır halde olmak.

seferi / seferî

  • Seferde olan, misâfir, yolcu. Bulunduğu şehirden veya köyden gideceği yolun iki veya bir kenârındaki evlerin dışına çıkarken, senenin kısa günlerinde, insan veya deve yürüyüşü ile, son evden îtibâren üç günde gidilecek yere (Hanefî mezhebinde 104 kil ometre) gitmeye niyyet eden kimse.

seferilik / seferîlik

  • Senenin kısa günlerinde insan veya deve yürüyüşü ile üç günde gidilecek yere gitmeye niyet ederek bulunduğu yerin kenar evlerinin dışına çıkmak.

şeffafe / şeffâfe

  • Şeffat, berrak, açık, saydam.

seffah

  • Cömert, eliaçık, civanmerd.
  • Güzel konuşan, hatip.
  • Kan dökücü, gaddar.

seha / sehâ / سخا

  • Cömertlik, el açıklığı.
  • Cömertlik, eliaçıklık. (Arapça)

sehakar / sehâkâr / سخاكار

  • Cömert, eliaçık. (Arapça - Farsça)

sehakarlık / sehâkârlık

  • Cömertlik, eliaçıklık. (Arapça - Farsça - Türkçe)

sehavet / sehâvet / سخاوت

  • Cömertlik, eliaçıklık. (Arapça)

şehid-i ahiret / şehîd-i âhiret

  • Bir kimsenin Allah için olan cihâdın hazırlığı esnâsında tâlimlerde veya zulüm ile öldürülmesi veya cihâdda ve eşkıyâ, âsî, yol kesici, gece hırsızla vuruşmada yaralanarak hemen ölmeyip bir namaz vakti çıkıncaya kadar yaşayan veya başka yere götürülü p, orada ölen. Âhiret şehîdi.

şehik

  • Hıçkırıkla içini çekme.
  • Nefesi dışarı çıkarma. Soluk alma.
  • Nefesi dışarı çıkararak eşeğin anırması.

şehnişin

  • Binanın dışarı çıkıntısı. Balkon. (Farsça)

şehrah / şehrâh

  • Cadde, ana yol; şaşırılması mümkün olmayan doğru ve açık yol.

şehreka

  • (Çoğulu: Şühruk-Şührûk-Şührîk) Çıkrık.

sehv-i sarih

  • Pek açık yanlış.

sel'a

  • Hıyarcık hastalığı.
  • Yarmak.

selaset

  • Edb: Anlatıştaki kolaylık ve rahatlık. Açık, kolay, akıcı ve âhenkli ifade.

selaset-i fıtriye / selâset-i fıtriye

  • Yaratılıştan gelen akıcılık ve açıklık.

selaset-i lisan / selâset-i lisan

  • Dildeki açık, anlaşılır ve akıcı ifade şekli.

selaset-i nazm / selâset-i nazm

  • Kur'ân'ın âyet ve cümlelerinin tertip ve düzenindeki açıklık, ahenk, akıcılık.

selef-i müçtehidin / selef-i müçtehidîn

  • Âyet ve hadisler başta olmak üzere dinî delillerden hüküm çıkarma bilgi ve kâbiliyetine sahip olan İslâmın ilk dönemlerinde yaşamış İslâm âlimleri.

selentah

  • Geniş, açık yer.

self

  • Yeri düzeltmek.
  • Büyük dağarcık.

selh

  • Soyma, deri soymak.
  • Her ayın son günü.
  • Bir yerden bir şeyi çıkarmak.

sell

  • Yavaşça çekip sıyırma. Sıyrılma.
  • Çıkarma, çıkarılma. Çekme, çekilme.

selle

  • Koyun ve keçi sürüsü.
  • Yıkmak, hedm.
  • Kuyu içinden çıkartılan toprak.

semahat / semâhat

  • Cömertlik. İyilik severlik. El açıklığı.
  • Cömertlik ve el açıklığı; vermesi lâzım ve vâcib olmayan şeyleri seve seve vermek.

semele

  • Kap dibinde kalan azıcık su.

semere-i istidad

  • Var olan kabiliyet ve potansiyelden ortaya çıkan netice.

semere-i sa'y

  • Çalışma ve çabalamayla ortaya çıkan netice, meyve.

semerrec

  • Üç defa haraç çıkarmak.

seml

  • (c.: Esmâl) Sulh etmek, barışmak.
  • Göz çıkarmak.
  • Pâk edip temizleyip arıtmak.

şemme

  • En küçük miktar; bir defacık koklama; Mesnevî-i Nuriye'de yer alan bir bölüm.

şems-i ezeli / şems-i ezelî

  • Ezelî Güneş; bütün varlıkları yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkaran ve onlara hayat veren Allah.

şems-i mu'cizbeyan

  • Mu'cizeli açıklamalarıyla varlık âlemini aydınlatan güneş, Kur'ân-ı Kerim.

şemşem

  • Ağaç üstünde kalan azıcık hurma.

semt

  • Yön, taraf, cihet.
  • Koz: Açıklık.

senkendaz

  • Eski kalelerde kale dibine sokulan düşmana yukarıdan ağır taşlar vesaire atmak için altı açık cumba gibi çıkmalara verilen addır. Kale kapılarını müdafaa için üst taraflarına da böyle senkendazlar yapılırdı.

senn

  • Zırh çıkarmak.
  • Halinden döndürmek.
  • Koymak.
  • Keskinleştirmek.
  • Tasvir etmek.
  • Dökmek.

ser-efraz

  • Başını yükselten, yukarı kaldıran. (Farsça)
  • Benzerlerinden üstün olan. (Farsça)
  • Baş kaldıran. (Farsça)
  • Başı dik, alnı açık. (Farsça)
  • Haklı ve galib. (Farsça)

şerab / şerâb

  • Alkollü içkilerden. Pişmemiş üzüm suyunun havasız fıçılarda durmasıyla gaz habbeleri (kabarcıkları) ve köpük çıkararak kokuşup mayalanması netîcesinde meydana gelen ve içilince sarhoş eden içki. Hamr.

seraçe

  • Küçük saray. Küçük konak. Saraycık. (Farsça)

şerayin-i sübatiyye

  • Boynun iki tarafında olup kalbden gelen ve kafaya çıkan iki kalın atar damar.

serdengeçti

  • Osman Yüksel Serdengeçti tarafından çıkarılan bir dergi.

şeref-zahir

  • Şerefle çıkan. (Farsça)

şerefe

  • Minarenin ezan okunan yeri. Yüksek kale ve emsali yerlerdeki burç, çıkıntı.

serefraz / serefrâz

  • Başı dik alnı açık, haklı ve üstün.

şerefsadır / şerefsâdır

  • Şerefsâdır olmak: Padişahın emriyle çıkmak.

şerefsudur / şerefsudûr

  • Şerefsudûr olmak: Padişahın emriyle çıkmak.

şerefzahir / şerefzâhir

  • Şerefzâhir olmak: Şerefle çıkmak.

şerefzuhur / şerefzuhûr

  • Şerefzuhûr olmak: Şerefle çıkmak.

serer

  • (Çoğulu: Esirre) Ayın son gecesi.
  • Ebenin doğan çocuğun göbeğinden kestiği parça.
  • Mantar üstünde olan kabuk, balçık, toprak (Bu mânâya Çoğulu: Esrâr ve C: Esârir).

şerh / شَرْحْ

  • Açma, genişletme.
  • Açıklama. Anlaşılanı anlatma. Bir yazı veya konuşmayı kolay anlaşılması için izah etme, tafsil etme.
  • Bir şeyi dilim dilim kesme.
  • Bollaştırma.
  • Bir müşkil ve mübhem makaleyi açıklama, keşif ve izhar etme.
  • Açıklanmış yazı, risale.
  • Yarmak, açmak, açıklamak; bir kitâbın metnini kelime kelime açıklayıp îzâh etmek.
  • Geniş açıklama, izah etme.
  • Açıklama.
  • Açıklama ve tefsir, bir kitabı bütün ayrıntılarıyla anlatma.
  • Açma, yayma, açıklama, açık açık anlatma.
  • Açıklama.

şerh-i ahkam-ı nübüvvet / şerh-i ahkâm-ı nübüvvet

  • Resul-i Ekrem Efendimizin (a.s.m.) getirdiği hükümlerin şerhi, açıklaması.

şerh-i kitab-ı hak

  • Hak ve gerçek olan kitabı, Kur'ân'ı açıklama, izah etme.

şerh-i sadır

  • Gönül açıklığı.

şerh-i sadr

  • Gönül, kalp şerhi, açıklaması.
  • Peygamber efendimizin çocukluğunda ve peygamberliği sırasında (mîrâc gecesinde) mübârek göğsünün açılarak kalbinin çıkarılması ve yıkanıp ilim, hikmet ve mârifet ile doldurulduktan sonra yerine konması hâdisesi.
  • Göğsün yâni kalbin ilâhî nûr, ilim, hikmet ve mârifet ve sekîne (ferahlı

şerhan

  • (Şerhen) İzah etmek, açıklamak suretiyle. Şerhederek.

sermeta

  • Yaş balçık.

sertak

  • Evin üstünde bulunan etrafı açık oda veya daire. (Farsça)

servet-i fünun

  • Fenlerin (ilimlerin) zenginliği mânasına gelen bu tabirde, 1891-1900 tarihleri arasında çıkmış olan bir mecmua ve bu mecmua etrafında toplanmış olan kimselerin 1895'den 1901'e kadar meydana getirmiş oldukları Edebiyat-ı Cedide denilen edebî çığıra verilen addır.

sery

  • Davarı iyi gütmek.
  • Yıldırımın parlayıp çakması.
  • Kurt, eşine çıkmak.
  • Hiddetlenmek, kızmak.

serzede

  • Baş göstermiş, uç vermiş, çıkmış. (Farsça)

serzeniş

  • Takaza, tekdir. Başa kakma, çıkışma, azarlama. (Farsça)

setih

  • Arkası üstüne yatmış.
  • Dağarcık.
  • Büyük tulum.

setl

  • Birbiri ardınca bir bir çıkmak.

sevda

  • Fazla sevgi sebebiyle meydana gelen bir çeşit hastalık. Aşk. (Farsça)
  • Hırs. Tama. (Farsça)
  • Heves, istek. (Farsça)
  • Siyah. (Farsça)
  • Balgamdan, kandan ve safradan başka vücuddan çıkan bir nevi ifrazat. (Farsça)
  • Gam. Keder, Sıkıntı. (Farsça)

şevr

  • Davarı baharda otlamağa bırakmak.
  • Kovandan bal almak.
  • Satılığa çıkarmak.

seyf-i meslul

  • Kınından çıkmış kılıç.

şeylem

  • Sarhoşluk veren ve bazan buğdayların arasında çıkan siyah bir tohum.

şeym

  • Çok soğuk su.
  • Kılıç çıkarmak.
  • Kınına sokmak.

seyr ü süluk / seyr ü sülûk

  • İlâhî hakikatlere ulaşmak için bir rehberin öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk.

seyr ü süluk-i kalbi / seyr ü sülûk-i kalbî

  • Kalp yoluyla mânevî makamlarda İlâhî hakikatlara ulaşmak için bir rehberin öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk.

seyr ü süluk-u velayet / seyr ü sülûk-u velâyet

  • Velayet yoluyla çıkılan mânevî yolculuk.

sı'sıa

  • Sığınacak yer, sığınak, melce'.
  • Her nesnenin aslı.
  • Horozun baldırında çıkan fazlalık parmak.

şib

  • Üzerine kar düşen dağ.
  • Su içerken devenin dudağından çıkan ses.

sibak-ul kelam / sibak-ul kelâm

  • Sözün ilk halindeki bağlantısı, sözün evvelinde geçenden çıkan mânâ.

şiddet-i beyan

  • Açıklamanın şiddeti.

şiddet-i zuhur / şiddet-i zuhûr / شِدَّتِ ظُهُورْ

  • Açık seçik olma ve açığa çıkma derecesinin şiddeti ve kuvveti.
  • Fazlasıyla belli olma, ortaya çıkma.

sidretü'l-münteha / sidretü'l-müntehâ

  • Yedinci kat gökte olduğu rivâyet edilen ve Cebrail'in (a.s.) çıkabildiği en son makam.

şiftegi / şiftegî

  • Kaçıklık, tutkunluk, meftuniyet. (Farsça)

şiken-i kakül / şiken-i kâkül

  • Kıvırcık saç.

sikke-i ehadiyet

  • Her şeyin bir elden çıktığını gösteren damga, işaret.

şıkşaka

  • (Çoğulu: Şekâşık) Devenin ağzında olan dağarcığı. (Ağzından çıkarıp kükretir.)
  • Zayıf, yaşlı kimse.
  • Uzun ince çubuk.
  • Ağzın çevresi.

şıkza'

  • Çok acıkmış tavşancıl.

sıla

  • Gr. sıla cümlesi; Arapça'da "ellezî=öyleki" gibi müphem isimlerle bir önceki cümleye bağlanan ve o cümleyi açıklayıcı olarak gelen cümle.
  • İsimden sonra gelip ismi açıklayan cümle.

silak

  • Diş dibinde olan kabarcıklar.
  • Belâgatla okuyan hatip.

sine

  • An. Bir lahzacık.
  • İki ağızlı balta.

siper

  • Arkasına saklanılacak şey. Koruyan. (Farsça)
  • Mânia. Sığınak veya set arkası, duvar altı gibi kuytu yerler. (Farsça)
  • Okun, giderken kabzayı zedelememesi için sol elin üzerine konulan âlet. (Farsça)
  • Muharebede askerin kurşun ve gülleden korunması için toprak kazılarak açılan ve ön tarafına, çıkan (Farsça)

şirhar

  • Tar: Acemiliğe alınmayan veya sayısı beşten az olan esirlerden bir kısmı. Pencik kanuni hükümlerine göre esirler: Şirhâr, beççe, gulamçe, gulâm, sakallı ve pir olmak üzere sınıflara ayrılır ve bu tertibe göre vergiye tâbi tutulurdu. Üç yaşına kadar olan çocuklara, süt emen mânâsına gelen şirhâr; üç (Farsça)

şirpençe / şîrpençe / شيرپنچه

  • (Şir-pençe) (Aslan pençesi) Vücutta ve daha ziyade sırtta çıkan çok tehlikeli bir çıban. (Farsça)
  • Arslan pençesi. (Farsça)
  • Sırtta ve boyunda çıkan bir tür kan çıbanı. (Farsça)

sırr-ı hikmeti

  • Hikmetinin sırrı, esprisi; ilmî açıklaması.

sırren ve cehren

  • Gizli ve açık olarak.

sitem

  • Çıkışma, eziyet.
  • Haksızlık, zulüm. (Farsça)
  • Nâzikâne çıkışma. (Farsça)
  • Eziyet, cefa. (Farsça)

siya'

  • Samanlı balçık.

şiya'

  • Zahir olmak, görünmek.
  • Çobanın kavalından çıkan ses.
  • Odun takıltısı.

siyak

  • Söz gelişi, ifade tarzı.
  • Üslub, tarz, yol.
  • Sürmek, sevk.
  • Ruhun çıkması.

sôfistaiyye / sôfistâiyye

  • Mîlâddan önce beşinci asırda Yunanistan'da ortaya çıkan felsefî bozuk bir fırka, topluluk.

sorgu dairesi

  • Mahkemeye çıkarılan sanıkların sorgulandıkları bölüm, makam.

su'l

  • (Çoğulu: Süul) Devede sonradan çıkan küçük meme.
  • Koyunda küçük meme.
  • Asıl dişin yanında çıkan fazlalık diş.

şua / şûa

  • Işın; bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri.

süar

  • Ateşin harareti.
  • Çok acıkmak.

sübut

  • Sâbit, berkarar ve pâyidar olup durmak. Oynak ve müteharrik olmamak. Kat'i olarak meydana çıkmak. Sâbit oluş.
  • Sabit olma, kesin olarak meydana çıkma.

sudur / sudûr / صدور / صُدُورْ

  • Çıkma.
  • Ortaya çıkma.
  • Çıkma, gelme.
  • Çıkış. (Arapça)
  • Göğüsler. (Arapça)
  • Çıkma.

sudur eden / sudûr eden

  • Çıkan.
  • Ortaya çıkan, meydana gelen.

sudur etme

  • Çıkma.

süfyan / süfyân / سُفْيَانْ

  • Müslümanlar içinde çıkacak yalancı dinsiz şahıs.

süfyani deccal / süfyanî deccal

  • Müslümanlar arasında çıkacak olan İslâm Deccalı.

şuh

  • Şen ve hareketlerinde serbest olan. (Farsça)
  • Nazlı, işveli. (Farsça)
  • Açık saçık, hayasız. Oynak. (Farsça)

şuh-meşreb

  • Açık meşrebli, şen ve neşeli. (Farsça)

sühal

  • Çocuk doğunca beraber çıkan su.
  • Zayıf adamlar.

suhd

  • (Çoğulu: Eshâd) Çocukla birlikte çıkan sarı su.

sühl

  • Eşeğin göğsünden çıkan hırıltı.

şühre

  • Zahir ve vâzıh olmak. Görünmek. Açık olmak.

şuhudi / şuhudî

  • Açıkça, gözle görür derecede.

suhuf

  • Dört büyük ilâhî kitab dışında gönderilen kitapçıklar, formalar. Peygamberlere (aleyhimüsselâm) Allahü teâlâ tarafından gelen yüz dört kitaptan ilk yüz tânesi.
  • Amel defteri. İnsanların dünyâda iken yaptıkları iyilik ve kötülüklerinin yazıldığı ve kıyâmet günü herkesin eline verilecek ola

suhulet-i beyan / suhûlet-i beyân / سُهُولَتِ بَيَانْ

  • Açıklama kolaylığı.
  • Açıklamada kolaylık.

sukaybe

  • Küçük delik, delikçik.

sukub

  • (Tekili: Sakb ve Sukb) Delmeler veya delinmeler.
  • Bir tarafdan diğer tarafa kadar açık olan delikler.

sükuti / sükûtî

  • Sessizlikte olan. Çok ses çıkarmayan. Az konuşan.

sülale

  • Sıkınca parmakların arasından dışarı çıkan safi balçık.
  • Meni akıntısı.

süluk-ü tarikat / sülûk-ü tarikat

  • Tarikat yoluna girme; nefsi düzeltmek ve vuslata erişmek amacıyla tasavvuf yoluna girme, mânevî yolculuğa çıkma.

sum'a

  • İhlâssızlıktan çıkan, işitilsin ve bilinsin için yapılan iş, gizli riyakârlık.

sümuhat

  • El açıklığı, cömertlik.

şümus-u kur'an / şümus-u kur'ân

  • Kur'ân-ı Kerimin içinde bulunan ve her birisi güneş gibi iman hakikatlerini açıkça gösteren temel özellikleri.

sun'i / sun'î

  • Uydurma, yapmacık.

sünnet-i seyyie

  • İslâmiyet'in yasak ettiği, sonradan ortaya çıkan, kötü, beğenilmeyen şeyler. Peygamber efendimiz ve dört halîfesinin zamânında bulunmayıp da, onlardan sonra, dinde meydana çıkarılan ibâdet olarak yapılan şeyler. Bid'at.

şüpheli şeyler

  • Helâl ve haram olduğu açıkça bildirilmeyen şeyler; şüpheliler.

sür'ub

  • Gelincik adı verilen hayvan.

şur-efgen

  • Karma karışık yapan, kargaşalık çıkaran. (Farsça)

şur-engiz

  • Gürültü çıkaran, şamata yapan. (Farsça)

süraka

  • (Ebu Süfyan Sürâka b. Mâlik) Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hz. Ebu Bekir ile beraber hicret için Mekke'den çıktıklarında, Kureyş Rüesasının mühim bir mal mukabilinde onları öldürmek için gönderdikleri cesur bir adam olup, Hz. Peygamber'in mu'cizesiyle atının ayakları kuma saplanmış ve bu üç

suram

  • Zillet ve hastalık.
  • Emzikten son çıkan süt.

suretpezir

  • Meydana çıkan, hâsıl olan, şekillenen. (Farsça)

sürm

  • (Çoğulu: Esrem) Necisin çıktığı yer.

surre

  • (Çoğulu: Surer) Para kesesi, para çıkını.
  • Hac zamanında İslâm Devletinin pâdişahı tarafından fakir ve muhtaçlara dağıtılması için Mekke ve Medineye her yıl gönderilen para ve sâir şeyler.

şürruf

  • Ters ve balçık taşımada kullanılan ve tezkere denilen âlet.

şüruh

  • (Tekili: Şerh) Şerhler, açıklamalar.

sutu'

  • Yükselme, yukarı çıkma.
  • Belli olma. (Toz, koku v.b) yayılma.

suud

  • Yükselmek. Yukarı çıkmak. Derece artmak.

süvar olmak

  • Ata binmek. Yola çıkmak.

suver-i müteşabihe

  • Müteşâbih ifadeler; Kur'ân-ı Kerimde mânâsı kapalı olan ve yorumlara açık olan suretler, temsiller.

ta'lik

  • Asmak.
  • Geciktirmek.
  • Bağlanmak.
  • Bir cümlenin mazmununun husulünü diğer bir cümlenin mazmununun husulüne edat-ı şart ile rabt etmektir. Şu işi görürsen, şuna vâris olacaksın denilse, vâris olma, işin görülmesine bağlanmış olur. Buna ta'liki şart denir.
  • Muallak k
  • Asmak, geciktirmek, bağlamak, bir zamana bırakmak, Arap yazısının bir çeşidi.

ta'likat

  • Bir eseri açıklamak üzere kenarına yazılan notlar.

ta'lil

  • Bir hükmün sebep ve illetlerini ortaya çıkarma, gösterme.

ta'lin

  • Aşikâr etme. Meydana çıkarma. Açığa vurma.

ta'miye

  • (Amâ. dan) Körletme. Kör etme.
  • Kapalı şekilde anlatmak.
  • Edb: Ebced hesabiyle düşürülen bir tarihin, hesabı doldurmak için çıkartılacak veya eklenecek sayılarını işaret etme.

ta'ric

  • Meyletmek, eğilmek.
  • Bir nesne üzerinde durmak.
  • Çıkıntı. Tümsek peyda etme.

ta'sir

  • (Çoğulu: Ta'sirât) (Asr. dan) Sıkıp suyunu çıkarma.

ta'vik / ta'vîk / تعویق

  • İlerlemesine mâni olmak. Geciktirmek.
  • İşinden alıkoymak.
  • Geciktirme, ilerlemesine mâni olma.
  • Askıya alma, geciktirme, erteleme, oyalama. (Arapça)
  • Ta'vîk edilmek: Geciktirilmek, ertelenmek, askıya alınmak. (Arapça)
  • Ta'vîk etmek: Geciktirmek, ertelemek, askıya almak. (Arapça)

ta'zil

  • Azletme. İşinden çıkarma.

taassüf

  • Sapmak, doğru yoldan çıkmak.

taavvuk / تعوق

  • (Avk. dan) Oyalanmak. Gecikmek.
  • Gecikme, oyalanma. (Arapça)

taayyün / تعين

  • Meydana çıkmak, âşikâr olmak, belli başlı ve itibarlı görünen insanlardan olmak.
  • Ortaya çıkma, belirme. (Arapça)

taayyün etmek

  • Belli olmak, açık seçik olmak.

taayyünat

  • Meydana çıkmalar. Belli olmalar. Belli başlı adam sırasına geçmeler.

tabakat-ı müfessirin / tabakât-ı müfessirîn

  • Kur'ân-ı kerîmdeki murâd-ı ilâhîyi, yâni kastedilen mânâyı açıklayan tefsîr ilmi ile meşgûl olan İslâm âlimlerinin dereceleri.
  • Tefsîr âlimlerini derecelerine göre sıralayıp, hayatlarını ve eserlerini anlatan kitaplar.

tabib-i müslim-i hazık / tabîb-i müslim-i hâzık

  • Mütehassıs (uzman) ve açıkça günâh işlemeyen müslüman doktor.

tabir / tâbir

  • Açıklama, yorum.

tabir etme

  • Yorumlama, açıklama.

tabiri caizse

  • Açıklanması uygunsa.

tadlil

  • Doğru yoldan çıktığına hükmetme, dalâlette görme.

tadlil etme / tadlîl etme

  • Bir kişiyi dinden çıkmakla itham etme.

tafsil / tafsîl / تفصيل / تَفْص۪يلْ

  • Etraflı olarak bildirmek.
  • Açıklamak, şerh ve beyan etmek. İzah etmek.
  • Uzun uzadıya, etraflıca açıklama.
  • Ayrıntılı açıklama. (Arapça)
  • Açıklama.

tafsil etmek

  • Ayrıntılı olarak açıklamak.

tafsil-i mahiyet / tafsîl-i mahiyet / تَفْص۪يلِ مَاهِيَتْ

  • Öz niteliğinin ayrıntılı açıklaması.
  • Bir şeyin ne olduğunu açıklama.

tafsilat / tafsilât / تفصيلات / tafsîlât / تَفْص۪يلَاتْ

  • (Tekili: Tafsil) Açıklamalar, izahlar.
  • Geniş açıklamalar.
  • Ayrıntılı açıklama. (Arapça)
  • Ayrıntı. (Arapça)
  • Tafsilât vermek: Ayrıntılı açıklamada bulunmak. (Arapça)
  • Açıklamalar.

tafsili / tafsilî / tafsîlî / تَفْص۪يل۪ي

  • Ayrıntılı, geniş açıklamalı.
  • Açıklamalı olarak.

tafv

  • Bir şeyin batmayıp su üzerinde kalması.
  • Ağaç üzerinde yaprağın belirmesi.
  • Bir işe girmek.
  • Hayvanın tepe üzerine çıkması.
  • Ceylânın koşması.

tagame

  • (Çoğulu: Tıgâm) Hor ve zelil kimse.
  • Ufacık kuşlar.

taglit

  • (Galat. dan) Yanlışını çıkarma. Yanıltma.
  • Karıştırma.

tagrib

  • (Gurbet. den) Birini gurbete gönderme.
  • Memleketten çıkarma, uzaklaştırılma.
  • Kovma.

tagviye

  • Azdırıp yoldan saptırma, baştan çıkarma.

tahaddüs / تحدس

  • Yok iken peyda olmak. Ortaya çıkmak. Meydana gelmek. Olmak.
  • Haber vermek, sezgi.
  • Sezgi. (Arapça)
  • Meydana gelme. (Arapça)
  • Tahaddüs etmek: Meydana gelmek, ortaya çıkmak. (Arapça)

tahakkuk

  • Bir şeyin doğruluğunun meydana çıkması. Gerçekleşmek. Delil ile isbat edilmek. Sabit ve hakikat olduğu aşikâr olmak.

tahallüb

  • Sızma. Ter çıkarma.
  • Sütlenme. Süt peyda etme.
  • İmrendiğinden ağzının suyu akmak.
  • Pâre pâre etmek, dağıtmak, parçalamak.

taharet-i kübraa / taharet-i kübraâ

  • Cünüblük veya hayız, nifas gibi hallerden çıkmak için gusül abdesti alarak temizlenmek.

tahaşhuş

  • Kâğıt hışırtısı.
  • Yeni kaftan avazı. Silâhların sürtünmelerinden çıkan ses.

tahassul

  • Hâsıl olmak. Üremek. Husule gelmek. Bir araya birikip sâbit ve bâki olmak. Netice olarak çıkmak.
  • Hasıl olma, çıkma, meydana gelme.

tahassul etme

  • Meydana gelme, ortaya çıkma, elde edilme.

tahkik

  • Doğru olup olmadığını araştırmak veya doğruluğunu, yanlışlığını meydana çıkarmak. İncelemek. İçyüzünü araştırmak.
  • Bir şeyi eksiksiz ve ziyâdesiz yapmakta mübâlağa etmektir. Bir şeyin hakikatına ermek, künhüne vâkıf olmak, nihayetine erişmek demektir. Kur'an kıraat ıstılahında ise: He

tahkim

  • Hakem tayin etmek. Hâkim nasbeylemek.
  • Kuvvetlendirme. Sağlamlaştırmak, kavileştirmek.
  • Birisini fesattan men'eylemek.
  • Mahkemede hasmın dâvalarının açıkça belli olması için hâkimi değiştirmek.

tahli'

  • (Hal'. dan) Söküp çıkarmak. Koparmak.
  • Tahttan indirmek.

tahmis / تخميس

  • (Hums. dan) Bir şeyi beş kat veya beş köşe haline getirmek.
  • Edb: Bir şiirin her beytine üçer mısra ilâve ederek beşe çıkarmak.
  • Beşleme. (Arapça)
  • Beş dizeye çıkarma. (Arapça)

tahric / tahrîc

  • (Huruc. dan) Çıkartma. Meydana koyma.
  • Şehadetname vermek.
  • Fık: Müçtehidlerin istinad ettikleri naslara, kaidelere, asıllara tatbikan şer'î hükümleri istihrac etmek. Bu tarz ile hüküm çıkarabilmek salâhiyetinde olanlara: Muharric, sahib-i tahric, ashâb-ı tahric denir.
  • Çıkarma.
  • Çıkartma. Meydana koyma.
  • Müctehidlerin naslara, kaidelere, asıllara uyarak şer'î hükümleri ortaya koymaları.
  • Çıkarma, meydana koyma; hadîs-i şerîflerin kaynağını, nasıl geldiklerini, kimlerin naklettiklerini, sahih ve zayıflık gibi derecelerini bulup gösterme, bildirme işi.

tahrik

  • Kımıldatma. Kımıldatılma. Yerinden oynatma. Hareket ettirme.
  • Gr: Cezimli bir harfi harekeli okuma.
  • Yola çıkarma.
  • Azdırma, kışkırtma.
  • Uyandırma.
  • Azdırma, kışkırtma, kımıldatma, yerinden oynatma, hareket ettirme, yola çıkarma.

takrir / takrîr

  • Anlatma, anlatım, bir âlimin kitâbdan okuyarak îzâh ve açıklamalarda bulunması.

taksib

  • Kıvırcık yapmak.

taktaka

  • (Tıktıka) Taşlardan çıkan ses.
  • Hayvanların ayak sesleri veya bunları anlatmak için söylenen kelime.

talak-ı bain / talâk-ı bâin

  • Boşanmada kullanılan sözleri söyler söylemez evliliği sona erdiren boşama. Zevceye yaklaşmadan önce veya yaklaştıktan sonra beynûneti yâni ayrılığı ifâde eden kinâyî yâni açık olmayan bir söz ile yapılan veya sarîh yâni açık bir söz ile yapılıp da aç ıkça veyâ işâretle üç adedine bağlı bulunan veya

talak-ı ric'i / talâk-ı ric'î

  • Geri dönülebilen talâk. Zevceye yaklaştıktan sonra, sarîh (açık) veya işâretle, üç adedine veya bir ivaza (bedele, karşılığa) bağlı olmaksızın ve beynûnete yâni ayrılığa delâlet eden (gösteren) bir sıfatla sıfatlanmamış ve bir şeye teşbîh edilmemiş (benzetilmemiş), gerek sarîh (açık), gerekse talâk-

talakat

  • Dil açıklığı. Selâset. Düzgün sözlülük.
  • Güler yüzlülük.

talavet

  • Güzel, hüsün. Şirinlik, zariflik.
  • Ağızda çıkan bir nevi yara.

talazzi

  • (Lazâ. dan) Alev çıkarma. Alevlenme.

tali

  • Tilavet eden, okuyan.
  • İkinci derecede. Sonradan gelen.
  • Man: Birbirine bağlı iki kaziyeden ikincisi. Meselâ: "Duman çıkıyorsa ateş vardır" sözünde "Ateş vardır" sözü tâli'dir.

tali'

  • Baht açıklığı.

taliken / tâliken

  • Geciktirerek, erteleyerek.

tamele

  • Havuzun dibinde kalan balçık ve tortu.

tansis

  • Açıklama, bildirme, tayin etme.

taraf

  • Yan, yön.
  • Yer, memleket, ülke. Kıt'a.
  • Taraftarlık, sahip çıkmak, korumak.
  • Aralarında anlaşmazlık bulunan iki kişiden veya iki topluluktan her biri.

tarafgir

  • Taraf tutan. Taraflardan birine sahip çıkan. (Farsça)

tard

  • Sürme, kovma, uzaklaştırma.
  • Mektebden veya vazifeden uzaklaştırma. Hizmetten çıkarma.

tareyan

  • Oluverme, geliverme, birdenbire çıkma.

tarh / طَرْحْ

  • Uzaklaştırmak.
  • Vaz' etmek.
  • İndirmek.
  • Bırakmak, elinden atmak.
  • Yerleştirmek.
  • Temel bırakmak.
  • Mat: Çıkarma.
  • Atma, çıkarma.

tari / tarî

  • (Tarâ. dan) Birdenbire çıkan, ansızın görünen.

tarid

  • (Tard. dan) Kovan, çıkartan, süren, tardeden.
  • Kovulmuş, uzaklaştırılmış, sürülmüş, çıkarılmış.
  • Bir kimsenin birinci çocuğundan sonra doğan ikinci çocuğu.

tarik-i cehir / tarîk-i cehir

  • Açık olarak ve yüksek sesle zikir eden tarikat.

tarik-i cehri / tarîk-i cehrî

  • Açık olarak ve yüksek sesle zikir yapan tarikat. (Kadirî gibi)

tarik-i cehriye / tarîk-i cehriye / طَرِيقِ جَهْرِيَه

  • Açık olarak ve yüksek sesle zikir eden tarikat.
  • Allah'ı açıktan zikri esas alan tarikat.

tarz-ı beyan

  • Açıklama tarzı.

tarz-ı ibare

  • Açıklama şekli, ifade tarzı.

tas'id

  • Eritme.
  • Yukarı çıkma ve çıkarılma.
  • Buharlaştırarak temizleme. İnbikten geçirip buhar haline getirme.

tasa'ud

  • (Suud. dan) Yukarı çıkma.
  • (Gaz veya buhar) yükselme.

tasadduk

  • Sadaka vermek. Allah rızası için fakirlere ve ihtiyacı olanlara, para veyahut ihtiyaca göre herhangi bir şey vermek.
  • Sadık ve gerçek olduğu tahakkuk etmek, meydana çıkmak. (İlmi olan kimse ilminden, malı olan kimse malından tasadduk etsin.) (Hadis meâli)
  • Sadaka vermek, doğru olduğu ortaya çıkmak.

tasalsul

  • Demir ve ona benzer madenlerin birbirine değmelerinde ses çıkarmaları.

tasannu / تصنع

  • Yapmacık.
  • Yapmacık.
  • Yapmacık. (Arapça)

tasannu yapmak

  • Yapmacık harekette bulunmak, birşeyi zorla daha iyi göstermeye çalışmak.

tasannu' / تَصَنُّعْ

  • Yapmacık hareket. Zorla bir şeyi daha iyi göstermeğe çalışmak. Suni hareket.
  • Yapmacık hareket etme.

tasannuat / tasannuât

  • Yapmacık hareketler.
  • Yapmacıklar.

tasannucu

  • Yapmacık olarak hareket eden.

tasannuen / tasannûen

  • Yapmacık olarak.
  • Yapmacık olarak.

tasannuf

  • Yapmacık sınıflandırma.

tasannui / tasannuî

  • Yapmacık.

tasannukar / tasannûkâr

  • Yapmacık.

tasannukarane / tasannukârane / tasannukârâne

  • Yapmacıklı.
  • Yapmacık bir şekilde davranma.

tasannusuz / tasannûsuz

  • Yapmacık hareketten uzak.
  • Yapmacık hareketlerden uzak.

tasayyud

  • (Sayd. dan) Ava gitme. Avlanma. Ava çıkma.

tasdir

  • İcra etme. Vaz' etme.
  • Başlama.
  • Başlangıç yazma.
  • Örtme.
  • Başa geçirme, başa koyma.
  • Yazma.
  • Çıkarma, çıkartma.

taslib

  • (Salb. dan) Haça germek. Haç çıkarmak.
  • (Sulb. dan) Sertleştirmek. Katılaştırmak, katılaştırılmak.

tasniat / tasniât

  • (Tekili: Tasni') Hakiki olmayan yapmacık hareketler.

tasre

  • (Süt) koyu olmak.
  • Su dibinde olan balçık.
  • Balçıklı su.
  • Dirlik, iyi olmak.

tasrih / tasrîh / تصریح / تَصْر۪يحْ

  • Açıklama.
  • Belirtmek. Açık açık anlatmak. Zâhir ve ayân kılmak.
  • Açıkça anlatma.
  • Açıkça belirtme. (Arapça)
  • Tasrîh etmek: Açıkça belirtmek. (Arapça)
  • Açıkça ifade etme.

tasrih etme

  • Açıkça ifade etme.

tasrih etmek

  • Açıklamak, açıkça bildirmek.

tasrihat / tasrihât

  • Açık açık anlatmalar.
  • (Tekili: Tasrih) Açık açık anlatmalar. İzah etmeler.
  • Açıkça anlatmalar.

tasrihen / tasrîhen / تصریحا

  • Açıkça belirterek.
  • Açık olarak, açıktan bildirerek.
  • Çok açık bir şekilde.
  • Açıkça bildirerek. (Arapça)

tass

  • (Tasse) Oğlancıklar oyunundan bir oyun.

tasvir

  • Bir şeyin şeklini çıkarma, resmini yapma.
  • Resim yaparcasına güzel tarif etme, tanımlama.

tasvit

  • (Savt. dan) Seslendirme, seslenme, ses çıkarma.

tatal

  • Görmek için yüksek bir yere çıkmak.

tavaif-i müluk / tavâif-i mülûk

  • Küçük devletçikler, beylikler.

tavazzuh / تَوَضُّحْ

  • Açıklanmak. Aydınlanmak. Kesb-i vuzuh etmek.
  • Ruşenlik ve ayânlık peyda etmek.
  • Açıklığa kavuşma, aydınlanma.
  • Açıklanma, aydınlanma.
  • Açıklığa kavuşma.

tavik / tâvik

  • Geciktirme, ilerletmeme.

tavil-ül ba' / tavil-ül bâ'

  • Uzun kulaçlı. Gücü yeter.
  • Eli açık, vergili, verimli.

tavzih / tavzîh / توضيح / تَوْض۪يحْ

  • Açıklama.
  • Açıklamak, açık olarak bildirmek.
  • Açıklamak, izah etmek.
  • Açıklamak. Açık olarak beyanda bulunmak.
  • Açıklama. (Arapça)
  • Tavzîh etmek: Açıklamak, açıklığa kavuşturmak. (Arapça)
  • İyice açıklama.

tavzihat / tavzîhat / توضيحات

  • Açıklamalar. (Arapça)

tayy

  • Bükmek, sarmak, dürmek.
  • Kaldırmak.
  • Geçmek.
  • Açmak.
  • Çıkarmak. Bir haberi ketmetmek. Kasten açtırmak.
  • Atlama, üzerinden geçme.
  • Atlama, çıkarma, atma.

tayyan

  • Balçık yapan kimse.

taze

  • Yeni kesilmiş, bayatlamamış, taravetli, buruşmamış. (Farsça)
  • Yeni duyulan, henüz ortaya çıkan. (Farsça)
  • Kuru olmayan, yeşil. (Farsça)
  • Genç, körpe. (Farsça)

te'cil / te'cîl / تأجيل

  • Geciktirme, erteleme. (Arapça)
  • Te'cîl edilmek: Geciktirilmek, ertelenmek. (Arapça)
  • Te'cîl etmek: Geciktirmek, ertelemek. (Arapça)

te'hir / te'hîr / تأخير

  • Geciktirme. Sonraya bırakma.
  • Geciktirmek, geri bırakmak.
  • Geciktirme.
  • Geciktirme. (Arapça)
  • Gecikme. (Arapça)
  • Te'hîr edilmek: Geciktirilmek. (Arapça)
  • Te'hîr etmek: Geciktirmek. (Arapça)

te'hirat / te'hirât

  • (Tekili: Te'hir) Tehirler, geciktirmeler, sonraya bırakmalar.

te'hirli / te'hîrli

  • Gecikmeli. (Arapça - Türkçe)

te'lif

  • Barıştırmak. Husumeti defetmek. Ülfet ve imtizac ettirmek.
  • Çeşitli şeyleri birleştirip karıştırmak.
  • Eser yazmak.
  • Noksan bir adedi bine çıkarmak.

te'riş

  • Bozmak. Fitne çıkarmak.

te'vil / te'vîl

  • Yorumlamak, açıklamak.
  • Ehl-i sünnet âlimlerinin, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemden ve Eshâb-ı kirâmdan bildirdikleri tefsirlere (açıklamalara) bağlı kalarak âyet-i kerîmeleri açıklamak veya bu şekilde yapılan açıklamalar ve îzâhlar.

te'yid

  • (Çoğulu: Te'yidât) Kuvvetlendirme. Sağlamlaştırma. Metânet verme.
  • Doğrulama, doğru çıkarma. Destekleme.

teahhur

  • Geri kalmak. Geciktirmek. Gecikmek.
  • Sonraya kalma, gecikme.

tearüf

  • Tanışmak. Birbirini tanımak. Birbirine tanış çıkmak.

teassüf

  • Müstakim yoldan çıkmak. İ'tisaf.

teayyün

  • Bellibaşlı olmak.
  • Meydana çıkmak. Görünmek. Belirmek.
  • Anlaşılma. Zâhir ve âşikâr olma.

teayyün-i evvel

  • İlm-i ilâhîde ilk teayyün, zuhûr, ortaya çıkış.

tebahbuh

  • Durmaya, oturmaya, girmeye ve çıkmaya kadir olmak.
  • Ortada oturmak.

tebarüz / tebârüz

  • Belli olma, belirtme. Görünme.
  • İki hasım cenk için meyadan çıkma.
  • Açıkça ortaya çıkma, görünme.

tebaruz etmek

  • Açığa çıkmak, görünmek.

tebarüz etmek

  • Açık bir şekilde ortaya çıkmak.

tebarüz ettiren

  • Açıkça ortaya çıkaran, gösteren.

tebarüz ettirmek / tebârüz ettirmek

  • Ortaya çıkartmak.

tebassur

  • Göz açıklığı, dikkat-i nazar. İleri görüş.

tebeccüs

  • Suyun açıktan akması.

tebeddi

  • Sahraya çıkmak, çöle çıkmak.

tebelbül-ü akvam / tebelbül-ü akvâm / تَبَلْبُلُ اَقْوَامْ

  • Dillerin birden farklılaşarak kavimlerin ortaya çıkması.

tebellür

  • Billurlaşmak. Parlak, şekilli olup ve donup katılaşmak.
  • Açığa çıkmak. Meydana çıkmak.

teberrüc

  • Açık saçık olmak.
  • Kadının süslenip yabancılar içinde gezmesi. (Câhiliyet devrinde olduğu gibi)

teberrüz

  • Görünme, meydana çıkma.

tebessür

  • Sivilce çıkma.

tebeyyün / تبين

  • Belli olmak, açığa çıkmak, görülüp anlaşılmak.
  • Ortaya çıkma, görünme.
  • Ortaya çıkma, anlaşılma. (Arapça)
  • Tebeyyün etmek: Ortaya çıkmak, anlaşılmak. (Arapça)

tebeyyün eden

  • Belli olan, ortaya çıkan.

tebeyyün etme

  • Görünme, ortaya çıkma.

tebric

  • Dışarı çıkarmak.
  • Hâlinden döndürmek.

tebrie / تبرئه / تَبْرِئَه

  • (Tebriye) Bir kimseyi şüpheden ve zan altından kurtarmak. Temizliğini ve suçsuzluğunu meydana çıkarmak.
  • Borçtan kurtarmak.
  • Nezahet, ismet.
  • Beraet ettirmek.
  • Arındırma, temize çıkarma. (Arapça)
  • Tebrie etmek: Temize çıkarmak. (Arapça)
  • Temize çıkarma.

tebriz

  • Dışarı çıkarmak.
  • Tekebbürlenmek, gururlanmak.
  • Göstermek, izhâr etmek.

tebyin / tebyîn

  • Belirtme. Açıkça anlatma.
  • İsbat etme.
  • Açıkça anlatma, gösterme, meydana çıkarılma.
  • Tebyîn etmek: Açıklığa kavuşturmak.

tecahür

  • Aşikâre olmak, açık ve belli olmak.

tecbir

  • (Cebr. den) Çıkık veya kırık olan kemiği sarıp iyi etme.

tecelli / tecellî / تجلى

  • Görünme. Bilinme.
  • Kader.
  • Allah'ın (C.C.) lütfuna uğrama.
  • İlâhi kudretin meydana çıkması, görünmesi. Hak nurunun te'siriyle kulun kalbinde hakikatın bilinmesi.
  • Görünme, ortaya çıkma. (Arapça)
  • Kader. (Arapça)
  • Tecellî etmek: Görünmek. (Arapça)

tecelligah / tecelligâh / tecellîgâh / تجليگاه

  • Tecelli yeri. İlâhi kudretin, İlâhi sırrın meydana çıktığı, göründüğü yer. (Farsça)
  • Görünme yeri, zuhur yeri, ortaya çıkış yeri. (Arapça - Farsça)

tecessüm / تجسم

  • Cisimleşme, şekillenme. (Arapça)
  • Tecessüm etmek: Cisim halinde ortaya çıkmak. (Arapça)

techil / techîl / تجهيل

  • Bilgisizliğini çıkarma. (Arapça)

tecliye

  • (Cilâ. dan) Cilâlama, cilâ verme.
  • Aşikâre etmek, açıklamak.
  • Ruşen etmek, parlatmak.

tecrid

  • Açıkta bırakmak.
  • Yalnız başına bırakmak. Tek başına hapsetmek.
  • Dünya alâkalarını kalpten çıkarıp Allah'a (C.C.) yönelmek.
  • Edb: Bir şairin kendini mücerred bir şahıs, yâni ayrı bir adam farzederek ona hitabetmesi.
  • Soyma, soyulma.

tecvi'

  • (Cu. dan) Acıktırma.

tecvid / tecvîd

  • Güzel yapmak, Kur'ân-ı kerîmi harflerin mahreclerine (çıkış yerlerine) ve sıfatlarına uygun olarak okumak ve bunu anlatan ilim.

tedahül

  • İç içe olmak. Birbiri içine girmek.
  • Yığılıp kalmak. Birikmek. Karışmak.
  • Bir taksidi ödemeden ötekinin gelmesi. Ödemede gecikmek.

tedkik

  • Hakikatı anlamak ve meydana çıkarmak için inceden inceye araştırma.

tedsiye

  • Baştan çıkarma, azdırma.
  • Gizlemek.

teehhür / تأخر

  • Gecikme. Sonraya kalma. Geriye kalma.
  • Gecikme, geriye kalma.
  • Gecikme. (Arapça)
  • Teehhür etmek: Gecikmek. (Arapça)

tefazul

  • (Çoğulu: Tefâzulât) Mikdar fazlası, fark.
  • Meziyet ve fazilet yarışına çıkma.

teferruc

  • (Ferec. den) Ferahlanmak. İç açılmak.
  • Gezintiye çıkmak. Seyr.

tefkıye

  • Yarmak.
  • Göz çıkarmak.

tefrih

  • Korkusuz kalmak.
  • Gelişme, filizleme. Yumurtadan çıkmak.

tefrika

  • Nifak. Ayrılık. Bozuşma.
  • Bir gazete veya dergide parça parça, bir önceki yazının devamı olarak çıkan uzun yazı.
  • Fırka fırka olmak.

tefris

  • Acıktırmak.

tefsir / tefsîr / تفسير / تَفْس۪يرْ

  • Mestur, gizli bir şeyi aşikâr etmek. Mânâyı izhâr etmek.
  • Anladığını anlatmak. Bildiği kadar açıklamak.
  • Kur'ân-ı Kerim'in mânâsını anlatan kitab.
  • Ehl-i Hadis ıstılahında Tefsire dâir hadis-i şeriflere Tefsir denilir.
  • Yorum, açıklama, âyetlerin izahı.
  • Örtülü bir şeyi açmak, yorumlamak.
  • Kur'ân-ı Kerim'in anlamını açıklayan bilim.
  • Yorumlama; Kur'ân-ı Kerimi mânâ bakımından açıklayan, yorumlayan kitap.
  • Örtülü, kapalı olan şeyi ortaya çıkarmak, açmak, beyân etmek, beşerî kudret dâhilinde, Kur'ân-ı kerîm âyetlerindeki murâd-ı ilâhîyi (Allahü teâlânın murâdını) anlamak. Bu işi yapabilen âlime müfessir denir.
  • Açıklama.
  • Manayı açıklama.

tefsir eden

  • Açıklayan, yorumlayan.

tefsir etmek

  • Açıklamak, yorumlamak.

tefsir-i hakaik-i kur'aniye / tefsir-i hakaik-i kur'âniye

  • Kur'ân'daki hakikatlerin tefsiri, açıklaması.

tefsir-i kur'an / tefsir-i kur'ân

  • Kur'ân tefsiri; Kur'ân-ı Kerimi mânâ bakımından açıklayan, yorumlayan kitap.

tefsir-i vazıh / tefsir-i vâzıh

  • Açık tefsir.

tefsirat

  • Tefsirler; açıklamalar, yorumlamalar.

teftiye

  • Lâğımcılık yapmak.
  • Büyüyünceye kadar kızı evden dışarıya çıkarmamak..

teganni / tegannî

  • Sesi mûsikî perdelerine uydurmak için, hareke, harf ve med (uzatma) ilâve etme ve çıkarma yapmak sûretiyle, kelimelerin asıllarını dolayısıyle mânâyı bozarak okuma.

tegarrüb

  • (Gurbet. den) Gurbete çıkma.

tegil

  • Sakalları yeni çıkmağa başlayan genç. (Farsça)

teharüc

  • Çıkışmak.
  • Tevzi etmek, dağıtmak.
  • Fık: Ortakların bir kısmı akar (para getiren mülk), bir kısmı arazi, bazısı da para üzerine yaptıkları anlaşma.

tehcir

  • Yurdundan çıkarma, hicret ettirme, sürme.
  • Öğle vakti bir yere gitme.
  • Bir topluluğu yurdundan çıkarma, sürgün etme.

tehellül

  • Sevinme, açık yüzlü olma. Yüzü gülme. Beşâretten yüzdeki parlama eseri.

tehezzüc

  • Nağmeli ses çıkarma. Terâne-perdâzlık etme, makamla şarkı söyleme.

tekaşşu'

  • (Kaş'. dan) Balgam çıkarma.

tekbiratü'l-huccac fi arafat / tekbirâtü'l-huccac fî arafat

  • Hacıların Arafat Dağına çıktıkları zaman tekbir getirmeleri.

tekellüf

  • Kendi isteğiyle külfete girmek, bir zorluğa katlanmak.
  • Gösterişe kapılmak. Özenmek.
  • Yapmacık hâl ve hareket. Zoraki hareket.
  • Kendi isteği ile bir zorluğa katlanmak.
  • Gösterişe kapılmak. Özenmek. Yapmacık hâl ve hareket. Zoraki hareket.

tekeşşüf

  • Açılmak, görünmek, sıyrılmak, meydana çıkmak.
  • Rüsvay olmak. Sırları açığa çıkmak.

tekmil-i izah

  • Tamamlama, mükemmel açıklama.

tekmim

  • Ağaç çiçek verecek vaktinde gılafıyla tomurcuğunu çıkarıp izhâr etmek.

tekzib / tekzîb

  • Yalan isnad etme, yalancı çıkarma, yalan olduğunu belirtme.

telaffuz

  • Söyleyiş, söyleniş.
  • Ağızdan çıkan lâfız.

telhif

  • (Çoğulu: Telhifât) Acınma, acıklanma.

telhin

  • (Çoğulu: Telhinât) Okurken kelime veya harf değiştirme.
  • Yanlışını çıkarma.

telkin

  • (Çoğulu: Telkinât) Zihinde yer ettirmek. Fikir aşılamak. Zihinde yer etmiş düşünce.
  • Yeni müslüman olana İslâm esaslarını anlatmak.
  • Ölü gömüldükten sonra imam tarafından söylenen söz. (Telkini fenden almış,Medeniyetten taklid,Hürriyet tenkid vermiş,Gururdan dalâlet çıkmış.) (L

telmih / telmîh

  • (Çoğulu: Telmihât) Lâyıkiyle ve kâmilen keşfedip nazara arzetmek.
  • Bir şeyi açıkça söylemeyip başka bir mâna ifade için söz arasında mânalı söylemek. İmâ ile söz arasında başka bir mânayı ifade etmek.
  • Edb: İbârede bahsi geçmeyen bir kıssaya, fıkraya, ata sözüne veya meşhur bir
  • Bir şeyi açıkca söylemeyip ibarede bahsi geçmeyen bir kıssaya, bir fıkraya, bir ata sözüne veya meşhur bir şiire, bir söze işaret etmek. Kapalı söylemek.

telvih

  • Açıklamak.
  • Zâhir ve aşikâre kılmak.
  • Susuzluktan insanın çehresi bozulmak.
  • Bir şeyi ateşle kızdırmak. Güneş veya ateşin sıcaklığı bir nesnenin rengini değiştirmek.
  • Posa hâline getirmek.
  • Kocamak. Saç ağarması.
  • Almak.
  • İşaret etmek.
  • Açıklama, kinayeli söyleyiş.

telvihen

  • Açıklayarak.

telvihi / telvihî

  • Açıklamalı.

temahhuh

  • Kemikten ilik çıkarmak.

temahhuz

  • (Temahhud) Doğum sancısı çekmek.
  • Hayvanın gebe oluşu.
  • Süt yayıkta yayılarak yağı alınıp safileştirilmesi.
  • Fitne çıkarma.

temaşa

  • Hoşlanarak bakmak. Seyretmek. Seyre çıkmak. Gezmek. İbretle bakmak. (Farsça)

temaşager

  • (Temaşakâr) Seyirci. İbretle etrafı temaşaya çıkmış olan. (Farsça)

temayüz / temâyüz / تَمَايُزْ

  • Ayrılma, öne çıkma.

temehhuz

  • Bir şeyden hülâsa olarak çıkmak. (Sütten yağ çıkması gibi)

temerrüd

  • İnad, direnme.
  • Yapılması gereken bir şeyi yapmakta kasten geciktirme.

temerrüd-ü irtidadi / temerrüd-ü irtidadî

  • Dinden çıkıp dine karşı direniş göstermek.

temeyyüz / تَمَيُّزْ

  • Ayrılma, öne çıkma.

temkin zamanı / temkîn zamânı

  • Güneşin doğuş, batış vakti ve namaz vakti hesapları yapılırken, vakitlere eklenen veya çıkarılan zaman miktârı. Bu vakitler hesâb edilirken deniz ve ova gibi düz yerlerde güneş merkezinin hakîkî ufkun altına inmesi esas alınır. Hâlbuki o yerin en yük sek tepesinde bulunan bir kimsenin gördüğü ufukta

temşik

  • Kırmızı balçıkla renk etmek.

temyiz / temyîz

  • İyiyi kötüden ayırt etme. Bir kimsenin (meselâ çocuğun), satın alınan malın mülk olacağını ve satınca mülkten çıkacağını anlaması. İyiyi kötüden ayırt edebilene mümeyyiz denir.

tenasuh / tenâsuh

  • Kaybolan birşeyin başka bir şekle bürünerek tekrar ortaya çıkması. Reenkarnasyon.

tencim

  • Yıldız ilmi ile uğraşmak. Yıldızların hareketlerinden mâna çıkarmağa çalışmak.

tenebbüt

  • Büyümek. Yerden çıkıp biten nebat gibi yetişmek.

teneddus

  • Çıkmak, huruç etmek.

tenemmür

  • Birisini korkutmak için gürültü yapmak, gürültülü ses çıkarmak.
  • Uzun uzun bağırmak.
  • Kaplan huylu olmak. Kaplanlaşmak.

tenezzüh

  • Uzaklaşmak.
  • Gezinti. Bağ ve bahçe gibi yerlere gam ve kederi izale için çıkmak.
  • Kusur, pislik ve ayıptan uzak olmak.

tenfiz

  • İnfaz etmek. Hükmünü yürütmek.
  • İçinden geçirmek ve öteye çıkarmak.

tenhıye

  • Irak etmek, uzaklaştırmak.
  • Gidermek.
  • Silkmek.
  • Çıkarmak.

tenkid

  • Bir kimse veya şeyin iyi veya kötü taraflarını bulup meydana çıkarmak.Tenkid yapıcı veya yıkıcı olabilir. Tenkitten maksat, doğrunun ve yanlışın iyi niyetle ortaya konulması, hakikate ulaştıracak yolun ve imkânların gösterilmesidir. Sadece yanlışı söylemek, doğruyu göstermemek yıkıcı bir tenkiddir.

tenkih

  • Araştırıp, dikkat edip bir şeyin sonuna hakikatına ermek.
  • Bir şeyin fazla ve gereksiz kısımlarını çıkarıp kısaltarak düzeltmek.
  • Temizlemek.
  • Bütçe tanzimi için maaşları azaltmak.

tensik

  • Açıklama.

tenvih

  • Sulandırma.
  • Yaldızlama.
  • Haksız bir şeyi yapmacık şeylerle süsleyip haklı gösterme.
  • Başka bir madeni, altın veya gümüş suyuna daldırma.
  • Bir kimsenin nâmını, şânını yükseltme.

tenzihen mekruh / tenzîhen mekrûh

  • Yasak olmasına kuvvetli, açık bir delil, senet bulunmayıp, yapılması iyi olmayan şeyler.

tenzil

  • Bir şeyin bir miktarını çıkarmak.
  • İndirmek, indirilmek, indirilen. Aşağı indirmek.
  • Kur'an-ı Kerim'in vahiy vasıtası ile Peygamberimize (A.S.M.) indirilmesi. Tedricen indirme. (Birden indirmeye inzal, parça parça indirmeye de tenzil denir.)

terahhul

  • (Çoğulu: Terahhulât) Göç etme. Bir yerden bir yere göçme.
  • Yola çıkma.
  • Menzile konma.

terahi / terâhî

  • İşde gayretsizlik, gevşeklik, ihmal.
  • Uzaklaşma.
  • Sonraya bırakma.
  • Gecikme, geç kalma.
  • Geri durma, geri çekilme.
  • Gecikme, sonraya bırakma, sonraya kalma.
  • İşte gayretsizlik, gevşeklik, ihmal.
  • Sonraya bırakma.
  • Gecikme, geç kalma.
  • Geri durma, geri çekilme.

terai / teraî

  • Çayıra çıkma. Otlama.

terakki / terakkî

  • İlerleme. Yukarı çıkma, yükselme.
  • Artma, çoğalma.
  • Bilgi ve medeniyetçe yükseliş. (Terakkimizin şartı: 1- Mesailerin tanzimi 2- Emniyet 3- Teavün düsturunun teshilidir.) (H.Şâmiye)
  • İlerleme, yukarı çıkma, yükselme.
  • Artma, çoğalma, gelişme.

terakkus

  • Raksetme, dansetme.
  • Devamlı aşağı inip yukarı çıkma.

tercih ehli / tercîh ehli

  • Hanefî mezhebinde, dînî hükümleri bildiren fıkıh âlimlerinin beşinci tabakasında bulunan ve ictihâd (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden dînî hüküm çıkarma) gücüne sâhib olmayan, sâdece bağlı oldukları mezhebin kavillerinden (sözlerinden) ve hüküml erinden sahîh ve evlâ (en iyi) olanı seçen mukall

tercüman-ı beliğ

  • Çevirileri açık seçik ve muhatabın hâline uygun tercüman.

tereddüd / تردد

  • Gidip gelme. (Arapça)
  • İkirciklenme. (Arapça)
  • Tereddüd etmek: İkirciklenmek. (Arapça)

tereffu'

  • Yükseğe çıkmak. Yukarı kalkmak.
  • Fazlalaşmak.

terennümat-ı hava / terennümât-ı hava

  • Havanın çıkardığı güzel ve tatlı sesler.

tereşşuh

  • (Çoğulu: Tereşşuhât) Terlemek, sızmak. Sızıntı. Sızıntı meydana çıkmak.

tereşşuhat-ı kitab-ı mübin / tereşşuhat-ı kitab-ı mübîn

  • Herşeyi açıkça beyan eden Kur'ân'dan sızan feyizler, mânâlar.

terettüb

  • Sıralanmak.
  • Gerekmek. Lâzım gelmek. Netice olarak çıkmak.
  • Bir yerde aslâ kımıldamak, bir vecih üzere sâbit ve pâyidar olup durmak.
  • Zuhura gelmek.
  • Muayen sebeblerin, muayyen ve mukannen olan neticeler vermesi.
  • Netice olarak ortaya çıkma.

terettüb-ü netice

  • Sonuç olarak ortaya çıkma.

terettüp eden

  • Sonuç olarak ortaya çıkan.

terettüp etme

  • Sonuç olarak ortaya çıkma, neticelenme.

terettüp-ü netice

  • Sonuç olarak ortaya çıkan şey.

tereyy

  • Açık olmak.

terk-i menafi-i şahsi / terk-i menafi-i şahsî

  • Kişisel çıkarları terk etme.

terkin-i kayd

  • Kaydını silme, defterden çıkarma.

tertil / tertîl

  • Kur'ân-ı kerîmi tecvîdle yâni usûl ve kâidelerine uyarak, açık açık, tâne tâne, harfleri ve kelimeleri birbirinden ayırarak okuma.

teşahhusat-ı mülkiye

  • Varlıkların maddî yönleriyle belirgin olarak ortaya çıkması, diğer fertlerden ayrılabilir özellikleriyle kendini göstermesi.

tesahub / tesâhub / تصاحب

  • Sahip çıkma, benimseme.
  • Koruma.
  • Arkadaşlık etme.
  • Sahip çıkma; koruma.
  • Sahip çıkma. (Arapça)
  • Arkadaşlık etme. (Arapça)

tesaud

  • (Çoğulu: Tesâudât) (Suud. dan) Yukarı çıkma.

tesbi'

  • (Seb'. den) Yediye çıkarma, yedileme.
  • Bir şeyi yedi parça yapma.

tesbil

  • (Sebil. den) Bir şeyi Allah rızası için vakfetme, Allah yoluna bağlama.
  • Yolcu etme, yola çıkarma.
  • Yol gösterme.
  • Kesme.

teşbit

  • Bir kimseyi işinden geciktirme, mani olma.

tesellüb

  • Soyunma.
  • Kocası ölen kadının, zinetli elbisesini çıkarıp, matem elbisesini giymesi. (Bu iyi bir âdet değildir.)

teselluk

  • Yüksek yere, duvar üstüne çıkma.
  • Sırt üstü uyuma.

tesellül

  • İnsanlar içinden sıyrılıp çıkma.
  • Verem hastalığına yakalanma.

teşemmüs

  • (Şems. den) Güneşleme, güneşe çıkma.
  • Güneş çarpması.

tesennün

  • Halinden dönmek.
  • Üzerinden yıl geçmek.
  • Yaşlı olmak, yaşlanmak, ihtiyarlamak.
  • (Sinn. den) Diş çıkarma.

tesettürsüzlük

  • Açık saçıklık.

tesfir

  • (Sefer. den) Yolcu etme, yola çıkarma, sefere gönderme.

teslih

  • (Selh. den) Derisini yüzüp çıkarma.

tesmin

  • (Sümn. den) Sekizleme. Sekize bölme. Sekize çıkarma.
  • Bir şeye kıymet biçme.

teşri'

  • Yolu açık ve vâzıh kılma.
  • Şeriata isnad ve nisbet eylemek.
  • Kanun vaz' ve tenfiz eylemek.
  • Peygamberimizin (A.S.M.) şeriata dair emretmesi.
  • Havuza su getirmek.

teşrif

  • Şereflendirmek. Yüksek yere çıkmak. Şeref vermek.
  • Bir yere buyurmak.

teşrih / teşrîh / تشریح

  • Şerh etme, açıklama.
  • Bir kitap veya ibareyi anlaşılır şekilde açıklamak, tafsilât vermek. İnceden inceye didikleyip araştırmak.
  • Tıb: Bir cesedi kesip parçalara ayırarak incelemek.
  • Açma, açıklama.
  • Açma. (Arapça)
  • Açılama, şerh etme. (Arapça)
  • Otopsi. (Arapça)
  • Anatomi. (Arapça)
  • Teşrîh etmek: Açılamak, açıklamalı olarak söylemek veya yazmak. (Arapça)

teşrih etme

  • Açıklama.

teşrihat

  • Şerhler, açıklamalar.
  • Açıklamak, tafsilât vermek, inceden inceye araştırmak.
  • Açıklamalar.

teşrihat-ı hikemiye

  • Hikmet ve felsefe nazarıyla yapılan araştırma, açıklama.

tesvif

  • (Sevf. den) (Çoğulu: Tesvifât) Sebepsiz olarak atlatma, geciktirme.

tesvir

  • Büyük derecelere çıkma, büyük işlere yükselme.
  • Koluna bilezik yapma.

teşvir

  • İçinde bulunma. İçine alma, içine alıp gizleme.
  • Satılık olan hayvanı pazara çıkarıp gösterme.

teva'ul

  • Yüksek yere çıkmak.

tevakkul

  • Dağ üstüne çıkmak.

tevellüdat-ı semekiye / tevellüdât-ı semekiye

  • Balıkların yumurtadan çıkmaları.

teverrük

  • Kadınların namazda oturma şekli; kaba etlerini yere koyup, uyluklarını birbirine yaklaştırarak, ayaklarını sağ taraftan dışarı çıkarıp, sol uylukları üzerine oturmaları.

tevessüm

  • Bir işaret, belirti ortaya çıkma, görünme, bir şeyi işaretlerinden hareketle bilme, iyice anlama.

teyakkuz

  • Uyanık olma.
  • Uykudan kalkma.
  • Göz açıklığı.

tezahür / تظاهر / tezâhür

  • Meydana çıkma, belirme, görünme. Gösteriş.
  • Birbirini korumak, birbirine arka olmak.
  • Arkalaşmak; yâni birbirine yardım etmek.
  • Avretine zıhar etmek, yani zevcesinin arkasını validesinin arkasına teşbih ederek "zuhruki kezuhri ümmî" demek.
  • Ortaya çıkma.
  • Ortaya çıkma, belirme. (Arapça)
  • Tezâhür etmek: Ortaya çıkmak, belirmek. (Arapça)

tezahür eden / tezâhür eden

  • Ortaya çıkan, görünen.

tezahürat / tezâhürât / تظاهرات

  • Ortaya çıkışlar, oluşlar. (Arapça)
  • Destekler. (Arapça)

tezahürat-ı hayatiye / tezâhürât-ı hayâtiye / تَظَاهُرَاتِ حَيَاتِيَه

  • Hayatla ortaya çıkan görünümler.

tezahüriyet / tezâhüriyet

  • Belirme, ortaya çıkma.

tezavül

  • Bir şeyi ortaya çıkarma, bir şeyi meydana getirme.

tezavür

  • (Çoğulu: Tezâvürat) Birbirini ziyâret etme, gidip görme.
  • Vazgeçme, yoldan çıkma, udul etmek.
  • Eğilip meyletme.

tezeyyug

  • Haktan ayrılmak.
  • Kadının süslenip dışarı çıkması.

tezkiye

  • Temize çıkarma.
  • Temize çıkarma, aklama.

tezkiye-i nefis

  • Nefsi temize çıkarma.

tezkiyesiz

  • Nefsi temize çıkarmaksızın.

thalik

  • Asma, geciktirme.

tibyan / tibyân

  • Açık ifade ile beyan etme. Açıklama.
  • Meşhur bir Kur'ân tefsirinin adı.
  • Beyan etme, açıklama.
  • Açıklama, anlatma.

tih

  • Gülen kimsenin gülerken çıkardığı ses.

tıkde

  • Asmacık adı verilen ufacık taneler.

tıktıka

  • Taşların birbirine dokunması sonucu çıkan ses.

tin / tîn

  • (Çoğulu: Etyân) Balçık.
  • Mektup gibi şeyleri mühürlemek.

tine / tîne

  • (Tıynet) Balçık.
  • Hilkat, yaratılış.

tirhal

  • Yola çıkma, göç etme.

tıyn

  • Çamur. Balçık.

Troçkizm / Troçkist

  • Troçkizm, Marksizm'in Troçki'nin bakış açısıyla yorumlanmasıdır. Aynı zamanda 1917 Ekim Devrimi'nden sonra ortaya çıkmış bir ayrımı ifade eder. Sovyetler Birliği'nde "sol muhalefet" olarak örgütlenmiş, Troçki'nin kurduğu 4. Enternasyonal'le başlayarak günümüze kadar gelmiştir. Troçkizm'in en önemli unsurları; özgürlüğü ortadan kaldıracak bir sistem olarak görülen "tek ülkede sosyalizmi" fikrinin reddi, dünya devrimi fikri, enternasyonalin gerekliliği, sürekli devrim ve Doğu Bloku ülkelerinin gerçek sosyalizm olmadığı fikirleridir.

    Kaynak: Wikipedia: https://tr.wikipedia.org/wiki/Troçkizm


tubaha

  • Çömlek.
  • Ağızdan çıkan köpük.

tuhfe

  • Turfanda şey.
  • Görülmemiş yeni çıkan. Yeni.
  • Hediye, armağan.

tulhe

  • Azıcık su.
  • Azıcık ot.
  • İyi nesne.

tulu eden / tulû eden

  • Doğan, ortaya çıkan.

tuluk

  • (Tuluka) Açık yüzlü ve hâli iyi olmak.
  • Cömert olmak.

türnuk

  • Sel yolunda arta kalan balçık.

turuk-u cehriye

  • Zikirlerini açıktan ve sesli olarak yapan tarikatlar, Kàdirîlik gibi.

übeyd

  • (Abd. dan) Kölecik, kulcağız.

uçbeyi

  • Hudutlardaki sancakbeyleri hakkında kullanılan bir tâbir idi. Orta çağlarda Türk Devletinin uçbeyleri yarı müstakil idiler. Bağlı bulundukları devletler zayıfladıkça istiklâl dereceleri artar, neticede müstakil devlet olarak ortaya çıkanlar olurdu. Akkoyunlular, Karakoyunlular ve nihayet Osmanlılar

uddet

  • Gelecek zamanın hâdiseleri için, darlığa düşmemek için mal ve silâh gibi şeylerde hazırlık. Mühim levâzımat.
  • İstidad.
  • Gençlerin yüzlerinde çıkan sivilce.

udul / udûl

  • Yoldan çıkma, dönme, sapma.
  • Vazgeçme.
  • (Tekili: Âdil) Âdiller, âdil olanlar.
  • Doğru yoldan ayrılma, yoldan çıkma, sapma.
  • Yoldan çıkma, sapma.

ulema-i zahir ve batın / ulema-i zâhir ve bâtın

  • Dinin hem açık hükümlerini hemde sırlarını ve mânâlarını bilen büyük âlimler.

ulema-yı batın / ulema-yı bâtın

  • Şeriatın zâhirinden ve açık hükümlerinden daha çok, mânâ ve esrârını bilen âlimler.

ulüvv

  • Büyüklük, yükseklik.
  • Bir şeyin yukarısına çıkma.
  • Şan, şeref ve kadr sahibi olma.

ünbuş

  • (Ünbûşe) Bitki kökü. Kökü yerden takımıyla birlikte çıkarılan fidan.

uncud

  • Çekirdeği çıkmış üzüm.

uraza

  • Misafire çıkarılan yiyecek.
  • Hediye, armağan.

urca

  • Bir nesnenin üzerine durmak veya üstüne çıkmak.

urret

  • (Çoğulu: Urr) Devenin dudaklarında ve ayaklarında çıkan bir çıban.
  • Ulaşmak, varmak.
  • Kuş tersi.

uruc / urûc

  • Yukarı çıkmak. Yükselmek.
  • Yükselme, çıkma.

uruc-u isa

  • Hz. İsa'nın (A.S.) göğe çıkması.

üryan

  • Çıplak, açık, net.

urz

  • Mania, engel. Açıktan hedef gibi bir şeye mâruz olup duran.
  • Hâcet, ihtiyaç.
  • Taraf, nâhiye, cânip.
  • Vasat, orta.

usare

  • Vücud bezlerinden akan faydalı su. Sıkılmış şeylerden çıkan su. Öz su.

uşeyya

  • (Eşyâ. dan) Küçük şeyler, eşyacıklar.

üşhub

  • Süt sağılırken çıkan ses.

üslub-u beyan / üslûb-u beyan

  • Açıklama tarzı.

usmur

  • (Çoğulu: Asâmir) Döndükçe suyu çıkarıp döken dolap gözleri.

üss

  • Esas, asıl. Kök, temel.
  • Askerlikte herhangi bir düşman hücumuna karşı esas dayanak olmak üzere önceden hazırlanmış yer.
  • Harb gemilerinin, noksanlıklarını tamamladıkları yer.
  • Mat: Bir sayının hangi kuvvete çıkarıldığını gösteren sayı.

usul-i fıkıh / usûl-i fıkıh

  • Fıkıh (ibâdet ve amel) bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarıldığını öğreten ilim.

usul-i kelam / usûl-i kelâm

  • Îmân bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarıldığını öğreten ilim.

uzeym

  • (Çoğulu: Uzeymât) Kemikcik.

vacib / vâcib

  • Kur'ân-ı kerîmde açık olmayarak bildirilmiş veya bir sahâbînin açıkça bildirmesi ile anlaşılmış olan emirler. Şâfiîlere göre vâcib denince farz anlaşılır.

vahdet

  • Birlik. Yalnızlık. Teklik. (Kesretin zıddıdır.)
  • Edb: İfade esnasında mevzuun haricine çıkılmaması, maksad ne ise yalnız ondan bahsedilmesi, sözün dallandırılıp budaklandırılmaması.
  • Tas: Allah'a yakınlık. Gönlünü, kalbini tamamen Allah ile meşgul etme hali.

vahdet-i vücud

  • Varlıkların tek asıldan çıkma inanışı.. Tasavvufî bir görüş. Varoluşun tek kaynağa bağlılığı.

vahid / vâhid / vahîd / وحيد

  • Bir, tek, biricik. Eşi, benzeri, cüz'ü, parçası olmayan Allah (C.C.) Ferid.
  • Tek, biricik. (Arapça)

vahime kuvveti / vâhime kuvveti

  • His organları ile anlaşılamayan, fakat duyulanlardan çıkarılabilen mânâları anlayan iç kuvvet.

vahl

  • Sıvı çamur. Balçık. Tîn-i rakik.

vahşet

  • (Vahş - Vahiş) Yabanilik.
  • Issızlık, tenhalık.
  • Vehim, ürküntü. Korku. Vahşilik.
  • Tenha, ıssız, korkunç yer.
  • Elbise ve silâhını çıkarıp atmak.
  • Aç kimse.

vahy-i sarihi / vahy-i sarihî

  • Kur'ân-ı Kerim ve bazı kudsî hadisler gibi ap açık şekilde Cenâb-ı Hak tarafından gelen vahiy.

vakahat

  • Arsızlık. Utanmazlık. Katı yüzlülük. Açıklık ve saçıklık.
  • Pek sağlam ve metin.

vakas

  • Boynun kısa olması. Ateşe attıkları ufacık değnekler.
  • İki nisap zekâtın arasındaki zekâtı olmayan hayvanlar.

vakl

  • Yükselmek.
  • Bir nesnenin üstüne çıkmak.
  • Mukul ağacı.

vakt-i zuhur

  • Ortaya çıkma vakti.

varta

  • Tehlikeli durum, içinden çıkılması zor olan şey, bataklık.

vasail

  • (Tekili: Vasâyil) : (Vasile) Yemen'de çıkan çubuklu, alaca kumaşlar.

vasat

  • Orta; burada, boğaz ile dudak arası harflerin çıkış yeri olan damak kastedilmiştir.

vasıta-i cerr

  • Birşeyi çıkar aracı yapma.

vatan-ı ikamet / vatan-ı ikâmet

  • Geçici olarak ikâmet edilen yer. Hanefî mezhebinde on beş gün veya daha çok kalıp sonra çıkmaya niyet edilen yer.

vatan-ı sükna / vatan-ı süknâ

  • Hanefî mezhebinde on beş günden az kalmak için niyet edilen yâhut yarın çıkarım diyerek senelerce oturulan yer.

vath

  • Kuşların burnuna ve ayağına necasetten veya balçıktan yapışıp kalan nesne.

vaz'-ı yed

  • El koymak, sahib çıkmak, tasarruf etmek.

vazahat

  • Açıklık, vâzıhlık.

vazıh / vâzıh

  • Açık, belli.
  • Açık, ayan, âşikâr. Besbelli. Kapalı olmayan.
  • Edb: Vuzuhlu söz. Bir okunuşta mânâsı anlaşılacak ifâde.
  • Açık, âşikar.

vazih / vazîh

  • (Vuzuh. dan) Meydanda, apaçık.

vazıh / vâzıh / واضح / وَاضِحْ

  • Açık, net. (Arapça)
  • Açık.

vazıhan / vâzıhan / واضحا

  • Açık açık.
  • Açıkça, âşikâr bir şekilde.
  • Açık olarak. Açıkça. Açık açık. Aşikâr surette.
  • Açıkça, açık olarak. (Arapça)

vazıhat / vâzıhât

  • (Tekili: Vâzıh) Açık ve meydanda olan şeyler.

vazzah

  • Meydanda, çok açık, belli.

vecenat

  • (Tekili: Vecne) Elmacıklar, yanaktaki yumrucuklar.

vech-i meşruh

  • Şerh edilen, açıklanan tarzda.

vecne

  • (Çoğulu: Vecenât) Elmacık, yanaktaki yumrucuk.

vedi / vedî

  • Küçük abdest bozduktan sonra çıkan beyazımsı su.
  • İdrârdan sonra çıkan, yapışkan, beyaz ve bulanık koyu sıvı.

vefa

  • Ahdinde, sözünde durma.
  • Sevgi ve dostlukta sebat ve devam.
  • Ödeme.
  • Yetişme.
  • Dince ve akılca lâzım gelen şeyi yerine getirip uhdesinden çıkma.

vega'

  • Kavga gürültüsü. Harp yerinden çıkan sesler. Savt. Patırtı.

vegik

  • Davar yürürken karnından çıkan ses.

vehhabilik / vehhâbîlik

  • Sapık bir fırka. On sekizinci yüzyıl ortalarında Arabistan yarımadasında Necd bölgesinde ortaya çıkan, Muhammed bin Abdülvehhâb tarafından kurulan dînî ve siyâsî bir yol. Bu yolda olana Vehhâbî denir.

velvele-engiz

  • Gürültü koparan, gürültü çıkaran. (Farsça)

vely

  • Birbiri ardı sıra gelme. Tâkib etme.
  • Çıkma. Olma.
  • Yaz yağmurundan sonra olan yağmur.
  • Yakınlık.

verka'

  • (Çoğulu: Verâki') Yabâni güvercin.
  • Açık boz renk.

verta

  • (Çoğulu: Vırât) Çukur yer, varta, uçurum.
  • Halledilmesi, içinden çıkılması zor olan iş.

very

  • Çakmaktan ateş çıkması.

veş'

  • Bir şeyin üstüne çıkmak.

veşm

  • İğne ile kan çıkarmak suretiyle vücudda yapılan damga, işaret.

vestiyer

  • Pardesü, palto vesairenin çıkartılıp bırakıldığı yer. (Fransızca)

vikaye

  • Koruma. Koruyuculuk. Sahib olma. Arka çıkma. Kayırma.
  • Tıb: Herhangi bir hastalık için önleyici tedbir alma.
  • Koruma, koruyuculuk, sahip olma, arka çıkma, kayırma.

vikaye etmek

  • Korumak, arka çıkmak.

vırat

  • (Tekili: Verta) Vartalar, uçurumlar, çukurlar.
  • Halli güç, içinden çıkılması zor olan işler.

vücud bulan

  • Meydana gelen, varlık âlemine çıkan.

vücud-u harici / vücud-u hâricî / vücud-u hârîci / vücûd-u hâricî / وُجُودُ خَارِج۪ي

  • Zâhir, ademden çıkmış olan. İlmî vücuddan âlem-i şehadete gelmiş olan. Maddî varlık, cismanî eşya.
  • Dış âleme çıkmış varlık, maddî varlık, görünen varlık.
  • Allahın irâde ve kudretiyle varlığa çıkma.

vücuda gelmek

  • Ortaya çıkmak, var olmak.

vuku'

  • Düşme, rastlama.
  • Olma, oluş.
  • Gidip çatma.
  • Bir hadisenin çıkış şekli, cereyânı.

vuku'-i hal / vuku'-i hâl

  • Bir hâdisenin çıkış ve oluş şekli.

vülat / vülât

  • (Tekili: Vâli) Vâliler.
  • Sâhib çıkanlar.
  • Koruyan, muhafaza edenler.

vuzuh / vuzûh / وضوح / وُضُوحْ

  • Açıklık. Açık ve anlaşılır şekilde olmak. Netlik.
  • Aydınlık.
  • Edb: İfadede açıklık.
  • Açıklık.
  • Açıklık.
  • Açıklık, netlik.
  • Açıklık. (Arapça)
  • Açıklık.

vuzūh / وُضُوحْ

  • Açıklık.

vuzuh-u delalet / vuzuh-u delâlet

  • Çok açık bir şekilde delil olma.

vuzuh-u delil

  • Delilin açıklığı.

vuzuh-u etemm

  • Tam bir açıklık, berraklık.

vuzuh-u ifade

  • İfadedeki açıklık.

vuzuh-u ifham / vuzuh-u ifhâm

  • Anlatım açıklığı.

ya'lul

  • (Çoğulu: Yeâlil) Beyaz bulut.
  • Su üzerinde peydâ olan kabarcık.
  • Çift hörgüçlü deve.

yavuz sultan selim

  • (Hi: 875-926) Osmanlı Padişahlarından dokuzuncusudur. Sultan Süleyman Han'ın babası, 2. Bayezid Han'ın oğludur.Azim ve sebat örneği olan ve memleket mes'elelerinde en küçük kusurları bile afvedemiyen Yavuz Selim, Çaldıran seferine çıkmıştı. Uzun müddet seferde olan askerleri bir gün padişahın çadırı

yealil

  • (Tekili: Ya'lul) Suları berrak ve saf akan göller.
  • Beyaz bulutlar.
  • Su üzerinde meydana gelen kabarcıklar.
  • Çift hörgüçlü develer.

yed-i beyda / yed-i beydâ

  • Parlak el. Mûsâ aleyhisselâmın mûcize olarak gösterdiği ve koynundan çıkardığında gözleri kamaştıran ve güneş ziyâsı saçan eli.

yed-i beyza-i mu'cizü'l-beyanıyla

  • Hz. Mûsâ'nın (a.s.) beyaz eline benzeyen mu'cizeli açıklamasıyla.

yegane / yegâne / یگانه

  • Biricik. (Farsça)

yetim / yetîm / یتيم

  • Biricik, tek. (Arapça)
  • Yetim. (Arapça)

yetn

  • Doğum ânında çocuğun ayaklarının evvel çıkması.

yolcu

  • Yola çıkan, konuk, seferî kimse.

zabazıb

  • Devenin çok acıktığında karnının ötmesi.

zade-i tab / zâde-i tab

  • Bir kimsenin düşünce mahsûlü olarak kaleminden çıkan, doğan.

zagak

  • Kızılcık yemişinin çekirdeği.

zahir / zahîr / zâhir / ظاهر / ظَاهِرْ / ظَه۪يرْ

  • (Zuhur. dan) Görünen, âşikâr olan. Açık, belli, meydanda olan.
  • Görünüşe göre.
  • Şüphesiz.
  • Suret. Dış yüz. Görünüş.
  • Anlaşılan.
  • Meğer. Galiba. Zannederim. Elbette.
  • (Zahr. dan) Kuvvetli deve.
  • Yardımcı, arka çıkan.
  • Geriden gelen kuvvet.
  • Yardımcı, arka çıkan.
  • Açık, belli, görünür, meydanda olan.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Varlığında şek ve şübhe olmayan, her eserinde varlığına deliller, işâretler bulunan yüce Allah.
  • Açık, görünen, dış görünüş, insanın dış görünüşü.
  • Fıkıh usûlü ilminde; sevk edilmediği, kendisi için buyrulmadığı mânâ, açı
  • Açık, âşikar.
  • Ortaya çıkan, görünen, zuhur eden. (Arapça)
  • Belli, açık, aşikâr. (Arapça)
  • Sanırım (Arapça)
  • Görünüş, dış yüz. (Arapça)
  • Zâhir olmak: Ortaya çıkmak, görünmek, zuhur etmek. (Arapça)
  • Açık, görünür olan.
  • Arka çıkan.

zahir mana / zâhir mânâ

  • Lafızdan (sözden) anlaşılan, açık, görünen mânâ.

zahir olan

  • Görünen, ortaya çıkan.

zahir ulema

  • Dinin sırlarından, gizli mânâlarından çok, açık hükümlerini bilen âlimler.

zahir ve batın hocası / zahir ve bâtın hocası

  • Dinin hem açık hükümlerini hem de sırlarını ve mânâlarını bilen büyük âlim.

zahir-i hadis / zâhir-i hadîs

  • Hadîsin yalnızca görünen, açık mânâsı.

zahir-i mirac / zâhir-i mirac

  • Miracın açık ve aşikâr yönleri.

zahirane / zahirâne

  • Açıkça.

zahiriyyun / zâhiriyyun

  • Görünüşe göre hükmedenler. İç yüzünü, hakikatını iyi bilmeyenler. Ehl-i zâhir olanlar.
  • İlm-i Kelâm'da: Nassların zâhir mânalarına göre hüküm çıkaran ve te'vil ve tevcihten geri duranlar ve tarafdarları.

zaman-ı zuhur

  • Ortaya çıkma zamanı.

zanni delil / zannî delil

  • Mânâsı açık anlaşılmayan âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler ile bir sahâbî tarafından bildirilen mânâsı açık hadîs-i şerîf.

zaruriyat / zaruriyât

  • Dince yapılması zorunlu olan ve hükmü açıkça belirtilen işler.

zaruriyat-ı dini / zaruriyât-ı dinî

  • Dince yapılması zorunlu olan ve hükmü açıkça belirtilen emirler.

zaviye

  • Köşe.
  • Küçük tekke.
  • İki çizginin birleşmesi ile hasıl olan köşe, şekil.
  • Mat: Birbiriyle kesişen iki satıh veya iki çizginin birleştiği yerde meydana gelen açıklık. Açı. Açı ölçü birimi 360 eşit parçaya bölündüğü takdirde "derece", 400 eşit parçaya bölündüğü takdirde "g

zaya'

  • Elden çıkma, yok olma.

zayi / zâyi / zâyî

  • Elden çıkan, kaybolan.
  • Elden çıkan, yitik.

zayi etmek / zâyi etmek

  • Elden çıkarmak, kaybetmek.

zayi olan / zâyi olan

  • Elden çıkan, kaybolan.

zayi'

  • (Ziya'. dan) Elden çıkan. Kaybolan. Yitik. Zarar, ziyan.
  • Elden çıkan, yitik, kaybolan.

zeberced

  • Zümrütten daha açık renkte bir süs taşı.

zehk

  • Helâk olmak, mahvolmak.
  • Bâtıl olmak.
  • Okun nişanı aşıp geçmesi.
  • Çıkmak, huruç.
  • Derin kuyu.

zehl

  • Dalgınlıkla unutma, geciktirme. İş çokluğundan sonraya bırakma.
  • Kasden unutma.

zelaka / zelâka

  • Tecvitte keskin olarak çıkan harfler (lâm, râ, nun).

zellaka / zellâka

  • Dilin ucuyla veya dudak hareketiyle çıkartılan hafif harfler.

zemca

  • Kuş kuyruğunun çıktığı yeri.

zemzem

  • Kâbe-i muazzamanın Hacer-ül-esved köşesi karşısındaki kuyudan çıkan mübârek su.

zemzem kuyusu

  • Kâbe-i muazzamanın Hacer-i esved köşesi karşısında bulunan, mübârek suyun çıktığı kuyu.

zemzeme

  • Nağme, hoş ses. Uzun uzadıya gürleyerek seslenmek. Geniz ve boğaz ile ezgili ses çıkarmak. Yavaş yavaş geniz ve boğazdan ses çıkararak türkü veya şarkı söylemek.
  • Cemaat.

zerdec

  • Usfur çiçeğinin evvel çıkan sarı suyu.

zerre / ذره

  • (Çoğulu: Zerrat) Pek ufak parça.
  • Atom.
  • Çok küçük karınca.
  • Güneş ışığında görünen ufacık tozlar.
  • Küçük boylu adam.
  • En küçük parça, molekül. (Arapça)
  • Azıcık, birazcık. (Arapça)

zerzere

  • Sığırcık kuşunun ötmesi.

zevahir-i ehadis / zevâhir-i ehâdis

  • Hadislerin görünen zahirî, açık mânâları.

zey'

  • (Zeyean) Duyulma. Meydana çıkıp yayılma.

zıll

  • Gölge.
  • Perde.
  • Mc: Sahip çıkma, koruma, himaye etme.

zımn

  • İç taraf.
  • Maksad, gaye.
  • Açıktan söylenmeyip dolayısıyle anlatılan.

zımnen

  • Açıktan olmayarak, dolayısıyla, ima yolu ile. İçinden olarak.

zımnında

  • Açıkça olmayıp, dolayısıyla üstü kapalı olarak içinde var olan.

zıvana

  • İki ucu açık küçük boru. (Farsça)
  • Birbirine geçen şeylere açılan boru şeklinde delik. (Farsça)

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın