REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te Ânı ifadesini içeren 6237 kelime bulundu...

ayat-ı hırz / âyât-ı hırz

  • Okunduğunda veya üzerinde taşındığında Allahü teâlânın muhâfazasına (korumasına) kavuşmaya vesîle (sebeb) olan âyet-i kerîmeler.

bain talak / bâin talak

  • Boşamada kullanılan sözleri söyler söylemez, evliliği sona erdiren boşama.

hakk-ul-yakin / hakk-ul-yakîn

  • Bir şeyin hakîkatine kavuşma, mâhiyetine erişme, bulma, tatma. Allahü teâlânın beğendiği ahlâk ile ahlâklanıp, kalb gözünün açılması ve mânevî perdelerin kaldırılması neticesinde elde edilen kesin ilim, bilgi.
  • Bir şeyin hakîkatine kavuşma, mâhiyetine erişme, bulma, tatma. Allahü teâlânın beğendiği ahlâk ile ahlâklanıp, kalb gözünün açılması ve mânevî perdelerin kaldırılması neticesinde elde edilen kesin ilim, bilgi.

işa-i rabbani / işâ-i rabbânî

  • Hıristiyanların, dinlerinin temel inançlarından biri gibi kabûl ettikleri akşam yemeğinde güyâ Îsâ aleyhisselâmın etini yiyip, kanını içerek onunla birleşeceklerine ve böylece günâhlarının döküleceğine inanmaları.

mesbuk / mesbûk

  • Cemâatle namaz kılınırken imâma birinci rek'atte yetişemeyen yâni ilk rek'atin rükûundan sonra imâma uyan kimse.

misak / mîsâk

  • Söz verme, sözleşme, andlaşma.
  • Allahü teâlânın, Âdem aleyhisselâma ve bütün zürriyetine (ondan gelecek insanlara); "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye hitâb buyurması, onların da; "Evet, sen Rabbimizsin" diye cevab vermeleri.
  • Yemîn ile kuvvetlendirilen söz verme.

müceddid / müceddîd

  • Yenileyici, kuvvetlendirici. İslâm dînini kuvvetlendiren, bid'atleri yâni İslâm dînine sokulmak istenen reformları, hurâfeleri söküp atan ve sünnetleri ortaya çıkaran âlim.

müteşabihat / müteşâbihât

  • Mânâsı kapalı âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler. Müteşâbihâta îmân etmeli, mânâsını Allahü teâlâya bırakmalıdır. Bunlar, Allahü teâlânın sevdiklerine bildirdiği sırların sembolleri, işâretleridir. Bunları anlıyanlar açıklamamışlardır.

a'lem-i ulema-i zaman / a'lem-i ulemâ-i zaman

  • Zamanın en iyi bileni, en büyük âlimi.

a'mak-ı vicdan

  • Vicdanın derinlikleri.

a'mal / a'mâl / اعمال

  • İşler, ameller, davranışlar. (Arapça)
  • Davranışlar, ameller. (Arapça)

a'mal-i hayriye / a'mâl-i hayriye

  • Hayırlı işler, davranışlar.

a'mal-i saliha / a'mâl-i sâliha

  • Dinin emir ve yasaklarına uygun iyi iş ve davranışlar.

a'ni / a'nî / اعنى

  • Yani ben demek istiyorum ki (manasında).
  • Yani. (Arapça)

a'rab

  • Vatanı çöl olan ve medeniyetten uzak yaşayan Arap.

a'raf / a'râf

  • Cennet ile Cehennem arasında yer alan ve birinin te'sirinin diğerine geçmesine mâni olan sûrun (engelin) yüksek kısımları.

a'ser

  • Çok zor ve çetin olan, dayanılması çok zor.
  • Solak.

a'vak

  • (Tekili: Avk) Mani olmalar. Alıkoymalar, durdurmalar. Vazgeçirmeler.

a'yan-ı sabite / a'yan-ı sâbite / a'yân-ı sâbite

  • Tas: İlm-i İlâhide eşyanın ezelden beri sâbit olan sûret ve hakikatları. Mevcudat-ı ilmiye.
  • Eşyanın var olmadan önce Allah'ın ilminde var oluşu.

a'zar

  • (Tekili: Özr) Özürler, mâniler, bahaneler, engeller.

ab-gir

  • Suyun biriktiği yer, havuz. (Farsça)
  • Dokumacılıkta kullanılan fırça. (Farsça)

ab-ı hayat / âb-ı hayât

  • Hayat suyu. Saf ve berrak su. İnce ve derin mânâlı söz. Tasavvufta mürşid-i kâmil denilen evliyâ zâtların, insanların mânen canlı, kalblerinin uyanık olmalarına vesîle olan mübârek sözleri, mânevî nazarları (bakışları) ve kıymetli kalblerinden fışkır an teveccüh. Bir şeyin kıymetini kuvvetli bir şek

ab-yari / ab-yarî

  • (Asıl mânâsı sulama ise de, lisanımızda yalnız mecazi mânâsiyle bazı eski nesir yazarları tarafından kullanılmıştır). Yardım, itimat. (Farsça)

abadile-i seb'a / abâdile-i seb'a

  • Meşhur olan yedi Abdullah isimli sahabe-i kiram (R.A.) (Abdullah İbn-i Abbas, Abdullah İbn-i Ömer, Abdullah İbn-i Mes'ud, Abdullah İbn-i Ravâha, Abdullah İbn-i Selam, Abdullah bin Amr bin As, Abdullah bin ebi Evfâ (R.A.) (Asr-ı saadette Abdullah ismiyle anılan ikiyüz yirmi sahabe-i kiram hazerâtı va

abd-i hüdabin / abd-i hüdâbin

  • Cenab-ı Hakkı tanıyan kul.

abdal

  • Evliyadan fazla nuraniyet kazanmış ve bir anda birkaç yerde görünebilen zâtlar.
  • t. Safdil, ahmak, bön.
  • Afganistan'da yaşıyan bir Türk kavminin adı, bu kavimden olan kimse.
  • Anadoludaki bazı göçebelerin adı ve bunlardan olan kimse.
  • Derviş, ermiş, kalender. Kendini Allah'a adamış. Ona teslim olmuş, bu yolda çile çekmiş kimse. (Bak : Ebdal)

abdulkadir-i geylani / abdulkadir-i geylanî

  • (Bak: Geylânî)

abdulkahir-i cürcani / abdulkahir-i cürcanî

  • (Bak: Cürcanî)

abese irca

  • Mantık ve matematikte bir isbat şeklidir. Bir hükmün doğruluğunu isbat için, bu hükmü inkâr eden diğer hükmün yanlışlığı isbatlanır. Meselâ: Allah'ın varlığının inkâr edilmesinin imkânsızlığını veya abesiyetini göstermek, Allah'ın varlığını isbat yollarından biridir. Bu, "Abese irca" yolu ile isbat

abesiyyun

  • Kâinatın ve hâdiselerin başı boş, faydasız ve gayesiz, kendi kendine, Haliksız olduğuna inanmak isteyen bâtıl yoldaki felsefeciler. Zamanımızda Ekzistansializm "Varoluşculuk" adı altında yeniden ortaya çıkan bir varlık ve hayat felsefesidir. İki kola ayrılmıştır. Bunlardan uluhiyeti inkâr edenler, h

abidat / âbidât / آبدات

  • Anıtlar.

abidat-ı islamiye / abidat-ı islâmiye

  • İslâm medeniyeti anıtları.

abide / âbide / آبده

  • Anıt.
  • Anıt. (Arapça)

abidevi / âbidevî / آبدوی

  • Anıtsal. (Arapça)

abık

  • Sebebsiz olarak sahibi yanından kaçan köle.
  • Civa. (Hg)

abkame

  • Anadolunun bazı doğu illerinde ve Bağdat'da yapılan, turşu veya salataya benzer bir çeşit yiyecek maddesi. (Farsça)
  • Ekşi hamurdan pişirilerek sirkeye konulan ve turşu olarak kullanılan bir gıda maddesi. (Farsça)

abülhayat-ı marifet / âbülhayat-ı marifet

  • Hayat suyu gibi, kan gibi insana lâzım olan Allah'ı tanıtıcı bilgi.

acaib-i kudret

  • Allah'ın güç ve iktidarının insanı hayrette bırakan san'at eserleri.

acaib-i seb'a-i alem / acaib-i seb'a-i âlem / acâib-i seb'a-i âlem

  • Dünyanın yedi harikası.
  • Dünyanın yedi tane şaşılacak, acaib şeyi. (Çin seddi bunlardan biridir.)

acaib-i seb'a-i meşhure

  • Dünyanın yedi harikası.

acb

  • Kuyruk sokumu. "Us'us" denilen küçük kemik. Her şeyin kuyruk dibi ve nihâyeti. Fâtiha-i hilkat olan küçük kemik.Acb-üz zeneb diye Hadis-i Şerifte ismi geçen ve insanın kuyruk sokumundaki en küçük kemik.

acbü'z-zeneb

  • Kuyruk sokumundan bulunan ve insanın tekrar yaratılışında çekirdek görevini görecek olan hücre; bir tür genetik şifre.

acemi ve ecnebi huruf / acemî ve ecnebî huruf

  • Arap alfabesinin dışında kullanılan yabancı harfler.

acizane / âcizâne

  • Âciz bir şekilde, güç yeteden anlamında kullanılan bir tevazu ifadesi.

acz-i beşer

  • İnsanın âcizliği.

acz-ı beşeri / acz-ı beşerî

  • İnsanın acizliği, güçsüzlüğü.

acz-i beşeri / acz-i beşerî / عَجْزِ بَشَرِي

  • İnsanın acizliği.
  • İnsanın güçsüzlüğü.

acz-i insani / acz-i insanî

  • İnsanın acizliği, güçsüzlüğü.

adab / âdâb

  • Davranış kuralları.
  • Edebler, güzel huylar, iyi haller ve davranışlar; her konuda haddini bilip sınırı aşmamak. Müfredi (tekili) edeb'dir.
  • (Edeb kelimesinin çoğuludur.) Usul, yol, yordam, davranış kaideleri, terbiye. Ahlâk ve terbiyenin gerektirdiği konuşma ve hareket tarzı. Adaba uymayanlara edepsiz denir."Edipler edepli olmalı" yani yazarlar, edebiyatçılar dine, ahlâka ve terbiyeye uymalı. Aksi halde edebiyatçı adına lâyık olamazlar,

adab-ı kur'aniye / âdâb-ı kur'aniye / âdâb-ı kur'âniye / اٰدَابِ قُرْآنِيَه

  • Kur'ânî terbiye, Kur'ân'ın ihtiva ettiği edepler, terbiyeler.
  • Kurânın ders verdiği edebler.

adab-ı nebeviye / âdâb-ı nebevîye

  • Hz. Peygamberin (a.s.m.) göstermiş olduğu hal, davranış ve ahlâk kâideleri.

adab-ı tasavvuf / âdâb-ı tasavvuf

  • Tasavvuf kaideleri, davranış edep ve kuralları.

adak

  • Nezr, Allahü teâlânın rızâsının elde edilmesi veya bir isteğin yerine gelmesi veya bir belâ ve musîbetin giderilmesi maksadıyla Allahü teâlâ için oruç tutmak, kurban kesmek gibi başlıbaşına ibâdet olan veyâ benzeyen bir şeyi kendisine vâcib kabûl etm e.

adalet-i nisbiye

  • Zamanın şartlarına göre değişebilen, toplumun selâmeti için ferdin feda edilmesini öngören göreceli adalet.

adat-ı cariye / âdât-ı cariye

  • Kullanılan âdetler, yaşayan sosyal kurallar.

adatın harıkı / âdâtın hârıkı

  • Âdetlerin, kanunların olağanüstünü, bir mu'cize olarak gerçekleşmiş olanı.

adedi / adedî

  • (Adediye) Adede yani miktar ve rakama, sayıya mensub.

adem-i istima'

  • Huk: Mahkemede dâvanın dinlenmemesi.

adem-i ıttıla

  • Bilememe, tanımama.

adem-i medlul / adem-i medlûl

  • Delilin gösterdiği hüküm ve iddianın olmaması.

adet / âdet

  • Usul, görenek, alışılmış davranış. Huy, tabiat. Toplumda nesiller boyunca uyulan ve kamuoyunda (umumî efkârda) saygı ve müeyyideye sahip hareket kaideleri (Sosyoloji). İslâm cemiyetinde âdetler de İslâmî olur, İslâma uygun olur. Müslüman, İslâma aykırı âdetlere uymaz. Cemiyetin yabancı âdetlerle boz

adet zamanı / âdet zamânı

  • Kadında ve ergenlik çağına gelmiş olan kızlarda hayız (âdet) kanı görüldüğü andan kesilmesine kadar olan günlerin sayısı.

adet-i ilahiyye / âdet-i ilâhiyye

  • Sünnet-i ilâhî; Allahü teâlânın kânûnu. Allahü teâlânın bir şeyi yaratmak için arada bulundurduğu sebebler. Bu sebebler tecrübe ile anlaşılır.

adet-i islam / âdet-i islâm

  • İslâm âdeti. Küfür alâmeti olmayan ve en az iki müslüman tarafından kullanılan âdetle ilgili şeyler.

adette bid'at / âdette bid'at

  • Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem ve dört halîfesi zamânında olmayıp, ibâdet etmek ve sevâb kazanmak niyyeti ve kasdı olmaksızın sonradan meydana çıkarılan şeyler.

adil / âdil

  • Adâletli; hakkı gözeterek iş yapan, zulüm ve haksızlık etmeyen.
  • Îtikâdı doğru olan, büyük günâh işlemeyen ve küçük günâha devâm etmeyen yâni İslâmiyet'e uymaya çalışan sâlih müslüman.

adl

  • Hakkaniyet. Adâlet üzere oluş. Cevr ve zulüm etmeyip nefislerde ve akıllarda istikameti kaim ve mâlum olan emir ve hâleti icra etmek. Doğruluk.
  • Her şeyi yerli yerince yapmak, beraber etmek.
  • Meyletmek.
  • Mâni olmak. Men etmek.

adliye vekili

  • Adalet Bakanı.

adn cenneti

  • Yedi kat göklerin üzerinde yaratılan sekiz Cennetten derece bakımından en yüksek olanı.

adrenalin

  • Tıb: Böbrek üstü salgısından çıkarılan bir hormon. Sentetik olarak da yapılır. Damar daraltmak ve kanamayı önlemekte kullanılır. (Fransızca)

adüvv-i can / adüvv-i cân

  • Can düşmanı.

adüvv-üd din

  • Din düşmanı.

afak / âfâk

  • İnsanın dışı ve dışındaki şeyler. Ufk'un çokluk şeklidir.

afak-ı cihan / âfâk-ı cihan

  • Dünyanın etrafını saran ufuklar.

afaki / âfâkî

  • İnsanın dışındaki şeyler.
  • Uzak memleketlerden hac ibâdetini yapmak için gelenler.

afaret

  • İfritçe, şeytanî, kötü niyet.

afgan

  • Afganistan. Afgan krallığı, Afganistan milleti.

afil

  • Uful eden. Gurub eden. Batan.
  • Görünmez olan. Kaybolan.
  • Fâni, geçici.

afilun / afilûn

  • (Tekili: Afil) Gelip geçici, fâni olanlar.
  • Gözden kaybolup gidenler. Uful edenler.

afiş

  • Duvar ilânı. (Fransızca)

aforoz

  • R. Papa tarafından bir Hıristiyanın kiliseden çıkarılması, dinden hariç addolunması.

afreye

  • Horoz ibiği. İnsanın ense saçı.
  • Davarın alın saçı.

afüvv

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Afvı çok olan, günâhlardan, hatâ ve kusurlardan dolayı cezâlandırmayan, günahları affedip amel defterinden silen.

afv

  • Bağışlama. Allahü teâlânın, ihsânı ile, âsî ve günâhkâr kullarının kusur ve günâhlarını bağışlaması.
  • Bir kimsenin, düşmanından veya suçludan intikâm almaya, karşılığını yapmaya gücü yettiği halde bir şey yapmaması, intikâm almaması.

afv-i anil ceraha

  • Huk: Kendisine cinayet yapılmış olan kimsenin, yaralanmadan dolayı malik olduğu kısas, diyet veya hükümet-i adl; yani, ehl-i vukufca tayin edilen diyet hakkını caniye bağışlamasıdır.

agah / agâh / âgâh / آگَاهْ

  • (Ageh) Haberdar. Uyanık. Kalbi uyanık. Malumatlı. Basiretli. Vâkıf. Bilen. (Farsça)
  • Uyanık, aklı başında.
  • Haberdar, uyanık. Gaflette olmayan, kalben Allahü teâlâ ile berâber olan.
  • Uyanık, basiretli haberdar.
  • Haberli, uyanık.
  • Uyanık.

agahi / agâhî

  • Malumat, vukuf, haberdarlık. Uyanıklık, teyakkuz, basiret. (Farsça)

agal

  • Darıltma, kışkırtma.
  • Çiğnemeden yutma.
  • Ağıl.
  • Arı kovanı.

agavat

  • (Tekili: Ağa) Saray hizmetlerinde kullanılan harem ağaları.

ağişte / âğişte / آغشته

  • Bulaşmış, bulanık. (Farsça)

agleb

  • Daha galib. Çok kerre, ekseriya. Çoğu. ("Ağleben - Ağlebâ" şeklinde de kullanılır.)

agna

  • (Gani. den) Çok gani. En zengin.

agnam

  • (Tekili: Ganem) Koyunlar, keçiler.
  • Hayvanlardan alınan vergi anlamında kullanılan bir tabirdir.

agniya

  • (Tekili: Gani) Zenginler, ganiler.

ağniya / ağniyâ

  • Ganiler, zenginler.
  • "Ganî"nin çoğulu. Zenginler.

agnostisizm

  • fels. Gerçeğin, mutlak hakikatın bilinemez olduğunu; insanın gerçeği, tam uygun bilgiyi elde edecek yaradılışta olmadığını kabul eden felsefe görüşü.

agrandisman

  • Büyütme (Fotoğrafçılıkta kullanılır.) (Fransızca)

ağraz-ı nefsaniyye / ağraz-ı nefsâniyye

  • Nefsanî maksatlar, nefsî arzular.

agsan

  • (Tekili: Gusn) Dallar, ağacın dalları.
  • Mc: Mânanın kısımları.

ah

  • Aferin, bravo! manasına kullanılır. (Farsça)
  • Maddi veya mânevi bir acı hissolundukta kullanılır.
  • Nedamet, pişmanlık ve teessüf beyan eder.
  • Birine acındığına, keder ve esef edildiğine delalet eder. Meselâ : Ah! Evladım! gibi.

ahbar / ahbâr

  • Haberler. Haberin çokluk şekli.
  • Bir kavim, kabîle, şahıs, ülke, bölge, şehir veya bir hâdise hakkında nakledilen bilgiler.
  • Allahü teâlânın, Kur'ân-ı kerîmde, geçmişte olanlara, gelecekte ve âhirette olacaklara dâir bildirdiği şeyler.

ahd-name

  • Anlaşmanın şartlarını ve anlaşmayı yapanların imzalarını taşıyan kağıt. (Farsça)

ahderri / ahderrî

  • Yabani eşek.

ahdname / ahdnâme

  • Devlet başkanının emriyle, bâzı devlet, topluluk ve şahıslara özel haklar tanımak maksadıyle hazırlanan belge.

ahek-i siyah

  • Rutubete dayanıklı olan bir cins çimento.

ahen-be

  • Dokunacak bezin veya çulhanın iki yanına konan demirli ağaç. Bu demirli ağaç bezin buruşukluğunu da açar. (Farsça)

aheng-i ruhani / âheng-i rûhanî

  • Rûhanî âhenk, rûhun hoşuna giden âhengi.

ahfa / ahfâ

  • Kalbe bağlı duyguların en gizli, en kapalı olanıdır ki, Cenâb-ı Hak sıfat, şuûnat ve Zât'ına ait en gizli, en mahrem mânâları izin verdiği ölçüde bu duyguya hissettirir.

ahilik

  • Asırlar önce Anadolu'da gelişen bir halk ocağı. Sosyal bir kuruluş olan ahilik iş alanında adam yetiştirmek, çalışma sevgisini aşılamak, istihsali çoğaltmak gibi gayeleri vardı. Günlük hayatta ise teavün, yoksulları koruma gibi insani duyguları; ayrıca müzik, silah kullanma, binicilik kabiliyetlerin

ahir / âhir

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Mahlûkâtın (varlıkların) yok olmasından sonra, bâkî olan (varlığı devâm eden) yalnız kendisi kalan, hiç yok olmayan.

ahir zaman / âhir zaman

  • Dünyânın son zamânı, son devresi. Genel olarak Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) teşriflerinden, özel olarak hicrî bin senesinden sonraki zaman.

ahire / âhire

  • Zâni, zinakâr.

ahiret / âhiret

  • İnsanın ölümü ile başlayan ebedî (sonsuz) hayat. Âhirete îmân, inanılması lâzım olan altı esastan beşincisidir.

ahirzaman / âhirzaman

  • Dünyanın son zamanları.
  • Dünyanın son zamanı ve son devresi. Dünya hayatının kıyamete yakın son devresi.

ahiyyen şerahiyyen

  • (Süryanice) Hannân, Mennân, Rahmân ve Rahim olan. Çok çok nimet veren.

ahize / âhize

  • Fiz : Elektrik enerjisini mekanik enerjiye çeviren alet.

ahkab

  • Yabani eşek.

ahkam / ahkâm

  • Hükümler. Allahü teâlânın emirleri ve yasakları. Hükm'ün çokluk şeklidir.

ahkam-ı maneviyye / ahkâm-ı mâneviyye

  • Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit bilgiler, tasavvuf bilgileri.

ahkam-ı şer'iyye / ahkâm-ı şer'iyye

  • İslâm dîninde bir işin yapılması veya yapılmaması gerektiğini bildiren hükümler. Emirler ve yasaklar. Bunlara Ahkâm-ı ilâhiyye, Ahkâm-ı İslâmiyye ve Ahkâm-ı Kur'âniyye de denir.

ahlak / ahlâk

  • (Hulk.C.) Huy, tabiat. İnsanın davranış tarzı, tutum ve tavrı, bir cemiyette makbul ve iyi sayılan davranış kuralları. Bu kural ve kaideleri inceliyen ilim. Ahlâkın kaynağı ve mahiyetini inceliyen felsefe.Filozoflar hangi hareketlerin iyi, hangilerinin kötü olduğu ve insanın neden ahlâk kaidelerine
  • Huy, tabiat, insanın davranış tarzı, tutum ve tavrı.
  • İnsanın iyi veya kötü hâlleri, bunlarla ilgili ilim.

ahlak-ı ahmediye / ahlâk-ı ahmediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) ahlâkı; hareket, tavır, söz ve danışlarından ortaya çıkan örnek hareket ve davranış tarzı.

ahlak-ı ilahiyye / ahlâk-ı ilâhiyye

  • Allahü teâlânın sıfatlarına ve isimlerine uygun sıfatlarla sıfatlanmak. Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanmak.

ahlak-ı zemime / ahlâk-ı zemîme

  • Kötü huylar, çirkin davranışlar.

ahmas-ül kadem

  • Ayak tabanı.

ahmed-i faruki / ahmed-i fârukî

  • (Hi. 971-1034) (İmam-ı Rabbanî) Hz. Ömer (R.A.) ahfadından olduğundan Fârukî denilmiştir. Kendisi demiştir ki: "Hakaik-i imaniyeden bir mes'elenin inkişafını, binler ezvak ve mevâcid ve kerâmata tercih ederim." Hem demiş ki: "Bütün tarikatların nokta-i müntehası hakaik-i imâniyenin vuzuh ve inkişâfı

ahmediyye

  • Evliyânın gözbebeği İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Bu yola Müceddidiyye-i Ahmediyye de denir.
  • Hindistan'da Gulam Ahmed Kâdiyânî tarafından kurulan sapık bir yol.

ahram / ahrâm / احرام

  • Kutsal yerler. (Arapça)
  • Haremler. (Arapça)
  • Hanımlar, eşler. (Arapça)

ahrariyye / ahrâriyye

  • Evliyânın büyüklerinden Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin tasavvuftaki yolu.

ahsen-i takvim

  • İnsanın en güzel bir şekilde ve tam kıvamında yaratılmış olması.
  • En güzel kıvama koyma.
  • Cenab-ı Hakkın her şeyi kendisine lâyık en güzel kıvam, sıfat ve surette yaratması. İnsanın en yüksek ve câmi isti'dâd ve kabiliyetlerde ve en güzel surette yaratıldığı.

ahsenü'l-kasas

  • Kur'ân'daki kıssaların en hoş ve güzel olanı.

ahtapot

  • Çok ayaklı, kafadan bacaklı bir nevi deniz hayvanıdır ve yakaladığı canlı hayvanı kıstırıp kanını emer. (Fransızca)
  • Canlı yengece benzeyen bir çıban. (Fransızca)

ahu

  • Saç ve sakalı ak olup şayan-ı hürmet ve tâzim olan. Ahubaba, yalnız bu tabirde kullanılır.

ahufizar / âhufizâr

  • Yanıp yakınma.

ahval-i alem / ahvâl-i âlem

  • Dünyanın halleri, vaziyetleri, şartları.

ahval-i dünyeviye / ahvâl-i dünyeviye

  • Dünyanın halleri.

ahval-i içtimaiye / ahvâl-i içtimaiye

  • İçtimaî haller; sosyal davranışlar.

ahval-i zaman / ahvâl-i zaman / اَحْوَالِ زَمَانْ

  • Zamanın şartları.
  • Zamanın halleri.

ahzab

  • (Tekili: Hizb) Hizbler, bölükler, kısımlar, gruplar.
  • Toprağı katı yer.
  • Kur'ânın kısımları. Hizbleri.

aik

  • (Aika ) Mâni'. Alıkoyan. Engel. Meşgale. Bir işten alıkoyup men ve sarfeden.

aika

  • (Çoğulu: Avâik) Alıkoymaya ve te'hire sebep olan şey, mâni, engel.

ajende

  • Çamur. (Farsça)
  • Binalarda kullanılan harç. (Farsça)

ajir

  • Göl, havuz. (Farsça)
  • Kalabalık, izdiham. (Farsça)
  • Bağırma, feryât. (Farsça)
  • Çekingen. (Farsça)
  • Akıllı, uyanık. (Farsça)
  • Amâde, hazır. (Farsça)

aka

  • İran Türkleri "ağa" yerine kullanırlar.

akaid / akâid

  • Akideler, inanılan hakikatlar.
  • Akîdeler. Akîde kelimesinin çoğulu. İslâm dîninde inanılacak şeyler, îmân bilgileri.

akaid-i diniye

  • Dini akideler. İmâni esaslar.

akakir

  • (Tekili: Akkar) Tıb: İlaç yerine kullanılan nebâtî kökler.

akalim

  • (Tekili: Ekalim) (İklim) İklimler.
  • Dünyanın kıt'a ve memleketleri.

akça

  • (Akçe) Beyaz, oldukça beyaz.
  • Para.
  • Eskiden para ölçüsü olarak kullanılan küçük gümüş sikke.

akçe

  • Osmanlı Devletinin ilk zamanlarından îtibâren bastırılan ve kullanılan gümüş para birimi. İlk sikkesi gümüşten yapıldığı için ak (beyaz, parlak) para mânâsına akçe denildi.

akd-i zimmet

  • İslâmlarla muharebe etmiş veya eden bir şahsın veya bir cemaatın İslâm ahd u emânını, yani tâbiiyyetini kabul etmesi.

akderi

  • Eski zamanda kağıt yerine kullanılan ve üzerine yazı yazılan deri.

akıbetendişane / âkıbetendişane

  • Sonu için kaygılanırcasına.

akide / akîde

  • İnanılan ve itikad edilen esas. İmân.
  • Bir nevi şeker adı.
  • İnanılacak şey.

akika

  • Yeni doğan bir çocuğun başındaki ana tüyü. Yahut böyle bir çocuk için Cenab-ı Hakk'a şükür niyetiyle kesilen kurbanın adı. Bu kurbana "Nesike" de denir.

akıl / âkıl

  • Uyanık. Aklı başında. Tedbirli. Düşüncesi sağlam. Huşyâr.

akıl-baliğ / âkıl-bâliğ

  • Faydalı ve zararlı olanı birbirinden ayırabilen ve evlenme çağına gelip gusül abdesti almaya başlayan akıllı kimse.

akılcılık

  • (Rasyonalizm) fels. İnsanın, akılla gerçeğe uygun bilgiyi bulabileceğini, aklın doğru kabul ettiği bilginin şübhe götürmez kesinlikte doğru olduğunu kabul ettiği felsefe. Tenkitçi felsefe, deneyci felsefe, psikoloji ve sosyoloji bu felsefenin aşırı iddialarını çürütmüştür. Bugünkü ilim adamları herş

akilet-ül ekbad / âkilet-ül ekbâd

  • Ciğerler yiyen kadın.
  • Uhud harbinde şehid olan Hz. Hamza'nın (R.A.) göğsünü yararak ciğerlerini yiyen Ebu Süfyanın karısı Hind.

akıncı

  • Keşif, yağma ve tahrib kasdıyla ecnebi memleketlere akın yapan kişi. Akıncılık, Osman Bey zamanında başlamıştır.

akıntı

  • Bir sıvı cismin mütemadiyen hareketi, akış.
  • Nehir veya deniz suyunun bir tarafa doğru cereyanı.
  • Bazı hastalıklarda vücuttaki bir delikten cerahat akması.

akis

  • (Aks) Bir şeyin zıddı, simetriği, tersi.
  • Hareketli bir cismin hareketinin tersine dönmesi.
  • Bir şeyin evvelinin âhirine, âhirinin evveline dönmesi.
  • Çarpışma, çarpıp geri dönme.
  • Mantıkta: Bir düşünme ve akıl yürütme şekli; bir iddianın konusunu yüklem, yüklemini

akl

  • (Akıl) Men'etmek.
  • Sığınacak yer.
  • Kırmızı mihfe örtüsü.
  • Diyet.
  • İnsanın; hayrı, şerri ve ilimleri anlayan, sebeblerden neticeleri çıkaran ve eserden eser sahibine intikal eden hassası. Düşünme ve anlama kabiliyeti. Zihin, zekâ, tefehhüm, fehim, irade, anlayış, k

akl-ı sakim / akl-ı sakîm

  • Kısa görüşlü akıl. Düşündükleri şeylerde ve yaptıkları işlerde yanılan ve çok kere pişmanlığa sebeb olan akıl.

akl-ı selim / akl-ı selîm

  • Selîm akıl, hiç yanılmayan, hatâ etmeyen akıl.

akli / aklî

  • Akılla ilgili, akıl alanına giren.

akliyat / akliyât

  • Akıl alanına giren şeyler.

aks-ül amel

  • İstenilen şeyin zıddı hasıl olması. Tersine oluş. (Reaksiyon)
  • Edb: Edebi san'atlardandır. Bir cümle veya mısrânın altını üstüne getirmekle, başka bir cümle veya mısrâ yapmaktır. Pertev paşanın: "Her düzün bir yokuşu, her yokuşun bir düzü var." mısrâında olduğu gibi.

aks-ün nakiz / aks-ün nakîz

  • Birbirine zıt olan iki şey.
  • Man: Mevzuun nakîzini yüklem; ve yüklemin nakîzini de mevzu kılmak. Misâl: "Her aklı başında olan insan Allah'ı tanır" kaziyesinden aks-ün nakîz yolu ile şu hüküm elde edilir: "Allah'ı tanımayanlar, aklı başında olmayan insanlardır."

aktab / aktâb

  • Kutuplar, büyük velilerden zamanının en büyük mürşidi olan kimseler.

aktab-ı al-i beyt-i muhammediye / aktâb-ı âl-i beyt-i muhammediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) neslinden gelen ve bulunduğu yerde veya memleketteki evliyanın başı hükmünde olan büyük veliler.

aktab-ı ehl-i beyt

  • Ehl-i Beytten yetişen kutublar. Yâni, büyük mürşidler.

aktab-ı erbaa / aktâb-ı erbaa

  • Ehl-i sünnet âlimleri ve mütebahhir ve maneviyatta çok ileri zatlar tarafından şimdiye kadar dört büyük kutup olarak bilinen veliler. (Seyyid Abdulkadir-i Geylâni, Seyyid Ahmed-i Bedevi, Seyyid Ahmed-i Rufâi, Seyyid İbrahim Desuki.)
  • Dört büyük kutub zât (Seyyid Abdülkadir-i Geylâni, Seyyid Ahmed-i Bedevî, Seyyid Ahmed-i Rufâî ve Seyyid İbrahim Desukî).

aktar-ı afak / aktâr-ı âfâk

  • Dış dünyanın her tarafı, kâinatın her bir yanı.

aktar-ı arz / aktâr-ı arz

  • Dünyanın dört bir yanı.

aktar-ı cihan / aktâr-ı cihân / اقطار جهان

  • Dünyanın dört bir yanı.
  • Dünyanın her tarafı.

aktar-ı islami / aktâr-ı islâmî

  • İslâm âleminin dört bir yanı.

aktar-ı islamiye / aktâr-ı islâmiye

  • İslâm dünyasının dört bir yanı.

aktar-ı memleket / aktâr-ı memleket

  • Memleketin dört bir yanı.

akya

  • Lüfer azmanı denilen iri cins bir balık.

al-i aba / âl-i abâ

  • Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendisiyle beraber kızı Hz. Fatıma, damadı Hz. Ali ve torunları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in üzerini mübarek abâsıyla örttüğünden bu isimle anılmaktadırlar.

ala-kadr-il-imkan / alâ-kadr-il-imkan

  • Olabildiği kadar. İmkânı nisbetinde.

alaik

  • (Alayık) Münâsebetler. Alâkalar. Mânialar.

alaik-i dünyeviye / alâik-i dünyeviye

  • Dünyevî alâkalar. İnsanı Cenab-ı Hakkın rızasından alıkoyan lüzumsuz işler.

alam-ı maziye / âlâm-ı mâziye

  • Geçmiş zamanın elemleri, acıları.

alarm

  • Tehlike anında herkesi haberdar etmek için verilen işaret. (Fransızca)

alat-ı lehv / âlât-ı lehv

  • Dinen yasak olan eğlencelerde kullanılan aletler, yasak eğlencelere mahsus çalgılar.

alat-ı rasadiyye / âlât-ı rasadiyye

  • Meteoroloji ve astronomi araştırmalarında kullanılan âlet ve cihazlar.

alavere

  • Vapurlara kömür vermek için bordaya kurulan kademeli iskele.
  • Tulumbanın basıp emme suretiyle işlemesi.
  • Herc ü merc. Karışıklık, kargaşalık.
  • Bir şeyin elden ele verilerek veya atılarak aktarılması.

alay emini

  • Osmanlı İmparatorluğu zamanında bir alay askerin hesap işlerine bakan subay ki, binbaşıdan alt derecededir.

alay imamı

  • Osmanlı İmparatorluğu zamanında bir alay askere imamlık vazifesini yapan subay.

alaybozan

  • Eskiden kullanılmış olan bir çeşit fitilli tüfek.

alçı

  • Sağlam harç yapmada kullanılan beyaz toz, cibs.

ale / âle

  • İlaç için kullanılan ve "Hint Sünbülü" adı verilen çiçek. (Farsça)

alek / âlek

  • İlaç için kullanılan ve "Hint Sünbülü" adı verilen bir çiçek. (Farsça)

alem / âlem

  • Allahü teâlâdan başka her şey, Allahü teâlânın yarattığı şeylerin hepsi, kâinât, varlıklar.

alem-i ceberut / âlem-i ceberut

  • Âlem-i azamet ve kudret. (Bununla âlem-i esmâ ve sıfât kasdolunur. Muhakkıkların ekserisine göre bu, âlem-i evsattır. Yâni üstte olan Lâhut âlemi ile altta bulunan melekut âlemi arasındaki âlem. Amiriyyet-i umumiyyeyi muhit olan berzahtır. Ceberut, ibranice "kudret" mânasındadır).

alem-i cismaniyat / âlem-i cismâniyât

  • Cismânî varlıkların bulunduğu âlem, varlıklar dünyası.

alem-i ef'al / âlem-i ef'âl

  • Fiil ve davranışlar âlemi.

alem-i ervah / âlem-i ervah

  • Ruhlar âlemi. Ruhların ve ruhanîlerin bulunduğu âlem.

alem-i hab / âlem-i hâb

  • Uyku ve rüyâ âlemi. Bazan âlem-i mâna, âlem-i misal, âlem-i nevm gibi tâbirler de kullanılır.

alem-i kevn ü fesad / âlem-i kevn ü fesad

  • Cismani âlem. Bir taraftan vücuda gelip, diğer taraftan da harab olan fâni âlem.

alem-i misal / âlem-i misâl

  • Rüyâda görülen âlem. Dünyada mevcud bulunan bütün eşya ve zuhura gelen bütün ef'âlin aynısı ile müretteb ve mütekevvin olan bir tarzı veya âlem-i ruhâninin bir nev'i.

alem-i mülk / âlem-i mülk

  • Görünen maddî ve cismanî âlem.

alem-i mülk ve şehadet / âlem-i mülk ve şehadet

  • Gözle görünen maddî ve cismanî âlem.

alem-i sahve / âlem-i sahve

  • Uyanıklık âlemi, yeniden kendine geliş hâli.

alem-i yakaza / âlem-i yakaza

  • Uyanıklık âlemi.

alem-penah / âlem-penah

  • Cihanın sığındığı (yer veya saha). (Farsça)

alem-şümul / âlem-şümul

  • Evrensel, bütün cihanı kaplayan.

alem-suz / âlem-suz

  • Cihanı yakan. (Farsça)

alem-tab / âlem-tab

  • Dünyayı aydınlatan, cihanı parlatan. (Farsça)

alemgir / âlemgir

  • Bütün âleme yayılan, cihanı kaplayan, dünyayı zapteden. (Farsça)

alemin imkan-ı mevti / âlemin imkân-ı mevti

  • Dünyanın ölümünün mümkün olması, ihtimal dahilinde olması; kıyametin kopması.

alemşümul / âlemşümul

  • Bütün dünyayı alâkadar eden, dünyayı kaplayan ve her yerde tanınmış olan.

alenda

  • (Çoğulu: Alânid) Çok sağlam nesne.

alet / âlet

  • Bir işte veya bir san'atta kullanılan vasıta. Bir makinayı vücuda getiren ve işlemesine yardım eden parçalardan her biri.
  • Sebeb, vesile, vesâit.
  • Edevat. Avadanlık.
  • Bir iş veya sanatta kullanılan vasıta.

alet olma / âlet olma

  • Vasıta olma, kullanılma.

alet-i inkişaf / âlet-i inkişaf

  • Eşyanın derece ve miktarının ortaya çıkmasına yarayan âlet.

alet-i tenasül-ü insan

  • İnsanın üreme organı.

aleyhimürrıdvan / aleyhimürrıdvân

  • Allahü teâlânın rızâsı onların üzerine olsun veya Allahü teâlâ onlardan râzı olsun mânâsına duâ ve hürmet ifâdesi. İkiden fazla Eshâb-ı kirâmın ismi anıldığında, işitildiğinde ve yazıldığında söylenir ve yazılır. Bir kişi için aleyhirrıdvân, iki kişi için aleyhimerrıdvân denir.

aleyhisselam / aleyhisselâm

  • Allahü teâlânın selâmı onun üzerine olsun mânâsına daha çok peygamberler ve dört büyük melek için kullanılan duâ ve tâzim (saygı) ifâdesi. İki kişi için aleyhimesselâm, daha çok kişi için aleyhimüsselâm denir.

algı

  • (İdrak) İnsanın kendi varlığından veya çevresinden aldığı uyarımların, zihinde yorumlanması, mânalandırılması. Doğru idrak gibi yanlış idrak da olabilir. Yanlış idrak göz yanılması yâhut olmıyan bir şeyi görmek şeklinde olabilir. Dünyayı, idrak sayesinde tanıyoruz. Bir idrakte hem afâki (objektif, n

alim / alîm / âlim

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Devâmlı ve eksiksiz bilen.
  • Bilen, ilim sâhibi.
  • Her şeyi bilen mânâsına Allahü teâlânın sıfatlarından biri.
  • Zamânın fen ve edebiyât bilgilerinde yetişmiş, Kur'ân-ı kerîmin ve yüzbinlerce hadîs-i şerîfin mânâsını ezberden bilen, İslâm'ın yirmi ana ilmi ve bunların kolları olan seksen ilminde mütehassıs (uzman),

alim-i ilm-i celp / âlim-i ilm-i celp

  • Eşyayı çekip yanına getirme ilmine sahip âlim.

alişan / âlîşân / âlîşan / عالى شان

  • Şânı yüce.
  • Şanı yüce. (Arapça)

aliyy

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yüce olan. Mahlûkâtın (yaratılmışların) akıl, ilim (bilgi) ve anlayışlarının erişemediği yücelikte olan.

aliyy-ül murtaza

  • Esedullah, Aliyy-ibni Ebi Talib, Ebutturâb, İmâm-ı Ali isimleri ile de anılır.Hz. Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) amcası Ebu Tâlib'in oğlu olup Hicretten yirmiüç yıl önce doğmuş ve Bi'setin ikinci günü daha on yaşında iken imân etmiş, hiç putlara tapmamıştır. Bunun için mübârek ismi söylendiğinde, Kerrema

aliyyü'l-murteza / aliyyü'l-murtezâ

  • Hz. Ali'nin "kendisinden razı olunmuş" anlamlarına gelen bir ünvanı.

aliz / âlîz

  • Alihten veya Aliziden fiilinden emirdir. İsm-i fâili Alizende Türkçedeki mânası: Zayıf, cılız. (Farsça)
  • Farsçada: Hayvanın ürküp sıçraması, çifte atması, huysuzluk edip sıçramasına denir. (Farsça)

alkış

  • Tar: Padişahlarla vezirlerin kadirlerini yükseltmek maksadıyla yapılan merasim hakkında kullanılan bir tabir.

allah

  • İnsanı, dünyayı, kâinatı, görülen veya görülemiyen bütün varlıkların yaratıcısı. Allah ezelidir; yani varlığının başlangıcı yoktur, çünki yaratılmamıştır ve varlığı devamlıdır, sonsuzdur. Hiç bir şey yokken o yine vardı. Allah'ın ilmi, kudreti ve iradesi ve diğer sıfatları da sonsuzdur. O herşeyi ve

allam-ül guyub / allâm-ül guyub

  • Esma-i Hüsnadandır. Bütün gaybları, geçmişi, geleceği, hazırda olmayanı, dünyadakileri, âhirettekileri ve her şeyi bilen Cenab-ı Hak.

allam-ul-guyub / allâm-ul-guyûb

  • Gâibleri (görünmeyen ve bilinmeyen gizli şeyleri) çok iyi bilen mânâsına, Allahü teâlânın isimlerinden.

allame / allâme

  • İslâmiyetin yirmi ana ilmi ve bunların kolları olan seksen ilminde mütehassıs ve evliyâlık derecelerinde yükselmiş, ayrıca lâzım olduğu kadar zamanın fen ve edebiyat ilimlerinde de yetişmiş zât. Âlim kelimesinin mübâlağalı ismi fâilidir.

allame-i vakit / allâme-i vakit

  • Zamanın en büyük âlimi.

allame-i zaman / allâme-i zaman

  • Yaşadığı zamanın allâmesi, büyük âlimi.

alpaka

  • Güney Amerika'da yaşayan ve büyüklüğü keçi ile deve arasında olan bir hayvan.
  • Bu hayvanın kılından mamul bir cins ince yünlü kumaş.

amal-i batıla / âmâl-i bâtıla

  • Doğru olmayan, imana uymayan ameller, davranışlar.

amal-i beşerin tenahisizliği / âmâl-i beşerin tenâhîsizliği

  • İnsanın arzu, istek ve emellerinin sonsuzluğu, bitmez ve tükenmez olması.

amalika

  • Çok eskiden Sina yarımadasında yaşadıkları sanılan ve gariplikleriyle şöhrete erişen bir kavim.

amay

  • Süsleyen, dolduran mânasına gelir ve kelimelere eklenerek kullanılır. (Farsça)

ambargo

  • Bir para veya malın kullanılması veya başka bir yere götürülmesi ya da bir geminin bulunduğu limandan ayrılması yasağı.

amed / âmed

  • (Mâzi fiili olup mastar gibi kullanılır). Gelmek, geliş, vürud eyleme. (Farsça)

amel defteri

  • İnsanların dünyâda iken yaptığı bütün işlerinin yazıldığı ve Arasât meydanında herkese verilecek olan defter.

amel-i salih / amel-i sâlih

  • İyi amel, yararlı iş. Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği iş, ibâdet.

amentü / âmentü

  • İslâm dîninde inanılması lâzım olan altı temel esas.

ameş

  • Gözü zayıf olan, gözü yaşlanıp durmadan akan.

ameysel

  • Arslan.
  • Şişman, büyük deve.
  • Kaftanını yere sürüyerek gezen tembel kimse.
  • Uzun kuyruklu geyik.
  • Enli nesne.
  • Kerim, şerif nesne.

amil / âmil

  • İş yapan.
  • İslâmiyet'in emirlerini yapıp, yasaklarından sakınan.
  • Herhangi bir bölgenin zekât, harac, öşr ve ganîmetlerinin tahsîli (toplanması) için, halîfe, sultan, melik veya emir tarafından vazîfelendirilen ve yerine göre dînin emirlerini öğreten me'mur.

amim-ül ihsan / amîm-ül ihsan

  • Bağışı, bahşişi, ihsanı bol ve umumi olan.

amin

  • Yâ Rabbi! Öyle olsun, kabul eyle! (meâlinde olup, duânın sonunda söylenir). İncil'de iki yerde geçer. Tevrat'ta da geçer. İbranice ve Süryanicede de vardır. Hakikat, çok doğru, tamam mânâsındadır.

amir-i vicdani / âmir-i vicdanî

  • Vicdana ait âmir, vicdanı çalıştıran.
  • Vicdana emreden, vicdanı çalıştıran.

amiral

  • Emir-ül bahr, Emir-ül-mâ. Bahriye kumandanı, kaptan. Deniz generali.

amm

  • Amca. Babanın kardeşi.
  • Çok cemaat.

amme / âmme

  • Hala, babanın kız kardeşi.
  • Baş yarığı, insanın beynine kadar ulaşan baştaki yara.

amme nevalühü

  • "Cenâb-ı Hakkın lütuf ve ihsanı herkese veya herşeye şâmildir." meâlinde.

ampirizm

  • (Deneyci felsefe) Her çeşit bilginin kaynağının duyu organlarının kullanılması sonucu kazanılan tecrübe olduğunu, duyu organlarının kullanılmadan hiçbir bilginin akılda yer alamıyacağını savunan felsefe. Akılcı felsefe gibi bu felsefenin de aşırı iddiasının yanlışlığını, tenkitçi felsefe ve psikoloj

amr

  • Eski fetva metinlerinde erkeği temsil etmek için kullanılan umumi isimlerden birisi.

amyant

  • Kolayca bükülebilen, ateşe dayanıklı liflerden yapılmış bir çeşit asbest.

an

  • Arabçada harf-i cerrdir. Ekseri ismin, kelimenin başına getirilir. Türkçe karşılığı "den, dan" diyebiliriz. Bedel için olur. Meselâ: Ona bedel ben geldim, cümlesinde olduğu gibi. Tâlil için olur. Bu'd yerinde kullanılır. Zarfiyyet için, mücâveze için ve harf-i cerr olan "min" mânasına, "bâ" mânasına

an-ı nüzul / ân-ı nüzul

  • İnme (gönderilme) ânı.

an-ı vahid / an-ı vâhid

  • Aniden, birdenbire, bir an.

ana / ânâ

  • (Tekili: Ani) Gece yarısı vakitleri.

anafor

  • Denizde akıntının yanında veya altında, onun ters istikametinde olarak akan su. Akıntı mukabili.

analoji

  • Mant. Benzetme yoluyla sonuç çıkarma. Bilinmeyen bir durum, bir hadise, bir münasebet ve bir varlık hakkında hüküm vermek için bilinen bir benzeri hakkındaki bilgilerden faydalanılarak muhakeme yürütülmesidir. Bu tarz düşünce çok defa düşüneni yanlış sonuca götürür. Muhtemel olanın muhakkak zannedil

anarşi

  • yun. Başıboşluk. Din ve nizam tanımamak. Din ve nizam düşmanlığı. Birden başıboş kalmak. Başta hükümet olmamak. Hükümetinin otoritesi kalmamış olan bir milletin durumu.
  • Kargaşa, kanun ve kural tanımama.

anarşilik

  • Hiçbir kayıt ve kural tanımama, kargaşa çıkarma.

anarşist

  • Hiçbir kayıt ve kural tanımayan, kanun ve düzen karşıtı.
  • Düzen tanımaz, yıkıcı, isyancı, bozguncu.

anarşistlik

  • Kural tanımama, her türlü düzen ve otoriteye karşı çıkma.

anarşizm

  • Anarşiyi istiyen tahribci bir nazariye. Anarşistlik. İnsanın insan tarafından idaresi esasına dayanan her türlü devlet, hukuk düzenlerinin adaletsiz, haksız ve zulüm olduğunu iddia eden ve devletsiz, kanunsuz, her insanın kendi başına buyruk yaşıyacağı bir düzensizlik istiyenlerin görüşü.

anasır-ı külliye / anâsır-ı külliye

  • Külli ve dünyanın her tarafından yayılmış bulunan unsurlar.

and

  • Allahü teâlânın ismini anarak söz verme, ahd.

andem

  • Tıb: Kanı durdurmak için kullanılan bir çeşit reçine.

ane / âne

  • Kelime sonuna getirilerek zarfiyet ifâdesi için kullanılan nisbet edatıdır. Meselâ: Mütefekkirâne (: Mütefekkire yakışır halde) kelimesinde olduğu gibi. (Farsça)
  • Bir aşiretin bütünlüğü veya işleri veya şerefi.
  • Dişi ve yabani eşek.
  • Yabani eşek sürüsü.
  • Cedi (keçi) burcundan bir kısım yıldızlar.
  • Kasık kılı.
  • Apış arası, kasık.

aned

  • Cânib ve nâhiyeler.

ani

  • (Çoğulu: Anat-Unât) Mütevazi, alçak gönüllü.
  • Köle
  • Meşgul.
  • Iztırab çeken. Muztarib.
  • İşçi.
  • Müfettiş.
  • Tahsildar. (Müennesi: Aniye)

anka

  • İsmi olup cismi bilinmeyen bir kuş. Çok büyük olduğu anlatılır. Zümrüd-ü Anka ve Simurg gibi isimlerle de anılır.
  • Uzun boyunlu kadın.
  • Arabdan bir kimsenin lakabı.
  • Zahmet, meşakkat.

antikor

  • Vücuda giren hastalık mikroplarını zararsız kılmak için organizmanın bir kanun-u İlahî ile çıkardığı madde. (Fransızca)

antropoloji

  • yun. İnsan dediğimiz varlığı inceleyen ilim. İnsan biyolojik özellikleri açısından incelendiğinde biyolojik antropoloji, cemiyet halinde yaşıyan bir varlık olması açısından incelendiğinde sosyal antropoloji veya kültür antropolojisi, insanın mahiyeti, diğer varlıklardan farkı, hayatının mânası, düny

aposteriori

  • Fels: Tecrübe sonunda meydana gelen bilgi ve düşünceyi anlatmak için kullanılan bir sıfat. Meselâ ateşin yakıcı olduğunu denedikten sonra anlarız. Bu bilgi, aposteriori bir bilgidir.

apriori

  • fels. Tecrübeden önce insan aklında varlığı kabul edilen bilgi ve düşünceyi anlatmak için kullanılan bir sıfat. Meselâ: "Her sayı kendine eşittir" hakikatı hiçbir deneye baş vurmadan bilinen bir apriori bilgidir.

apsis

  • Yönlü bir eksen üzerinde bulunan bir noktanın, başlangıç noktasına olan uzaklığının cebirsel değeri. (Fransızca)
  • Bir noktanın, fezadaki yerini tesbite yarıyan ana çizgilerden yatay olanı. (Fransızca)

ar / âr

  • Utanma, mahcubiyet. Utanılacak şey. Ayıp. Şiyb. Şerm. Haya.

ar'ar / عرعر

  • Anırma. (Arapça)
  • Dikenli ardıç. (Arapça)

arabesk

  • Süslemede kullanılan bir çeşit tezyinat.

arabi aylar / arabî aylar

  • Hicrî senenin on iki ayı. Hicrî takvimde kullanılan Arabî ayların adları sırasıyla şunlardır: Muharrem, Safer, Rebî'ul-evvel, Rebî'ul-âhir, Cemâzil-evvel, Cemâzil-âhir, Receb, Şa'bân, Ramazan, Şevvâl, Zilka'de, Zilhicce.

arafat

  • Mekke'ye 12 mil yani takriben 20 km. uzaktaki bir yer. Hacca gidenler Zilhicce'nin 9. günü buraya gelerek bir müddet vakfe yaparlar.

arakiyye

  • Yünden yapılan bir cins külâhtır ki, bilhassa dervişler kullanırlar.

arasat

  • Mahşer yeri, haşir ve neşir meydanı.
  • (Aresât) Mahşer yeri. Haşir ve neşir meydanı.

arazi / arazî / عَرَض۪ي

  • Sonradan kazanılan.

arazi-i mahlule / arâzi-i mahlule

  • Huk: Araziyi kullananın intikal sahibi mirasçı bırakmaksızın ölümüyle hükümete kalan arâzi-i emiriye.

arazi-i mektume / arâzi-i mektume

  • Huk: Beytülmâle haber verilmeksizin kullanılan mahlul veya müstahik-i tapu araziler.

arazi-i mevat / arazi-i mevât

  • Huk: Hiç kimse tarafından kullanılmayan ve halka verilmeyen, meskun mahallerden biraz uzakta bulunan taşlık ve kıraç arazi.
  • İşlenmemiş toprak.

arazi-i miriyye / arâzi-i mîriyye

  • Mîrî yâni devlete âit topraklar. Harp ile alınarak, gâziler arasında taksim edilmeyip, beytülmâle (devlet hazînesine) bırakılan veya uşr yâhut harac toprağı iken sâhibi ölüp, hiç mîrasçısı bulunmayan topraklar. Arâzi-i Memleket, Arâzi-i Emîriyye de denir.

arazi-i uşriyye / arâzi-i uşriyye

  • Mahsûlünden (ürününden) uşur denilen zekatın alındığı topraklar. Müslüman devletlerde harb ile alınıp gâzîlere (askerlere) taksim edilen veya isteyerek İslâm'ı kabûl edenlerin ellerinde bırakılan yâhut devlet reisinin (başkanının) izni ile müslümanlar tarafından işlenip faydalanılır hâle getirilen m

argo

  • Bir meslek veya topluluk sınıfı arasında kullanılan özel söz. (Fransızca)
  • Mc: Serserilerin ve külhanbeylerin kullandığı söz veya deyim. (Fransızca)

arif / arîf / ârif / عَارِفْ

  • Çok irfanlı, çok tanınmış, meşhur âlim.
  • Bir işten iyi anlayan.
  • (İrfan. dan) Bilen, bilgide ileri olan. Aşinâ, vâkıf. Hakkı, hakkı ile bilen.
  • Sabırlı ve mütehammil.
  • Çok düşünmeğe ihtiyaç kalmaksızın, tekellüfsüz gördüğünü bilen ve anlayan.
  • Zevkî ve vicdanî irfan sâhibi olan.
  • Bilen, tanıyan, ilim ve irfân sâhibi.
  • Allahü teâlânın rızâsını kazanmış, O'ndan başkasının sevgisini kalbinden çıkarmış, tasavvufta yetişip, kemâle ermiş velî zât. Ârif-i billah da denir.
  • Mütehassıs olduğu ilmi, zorlanmadan tatbik eden, kullanabilen kimse.
  • İyi bilen, Allahı tanıyan.

arif-i billah / ârif-i billâh

  • Allah'ı tanıyan, bilen.

arifane / ârifâne / عَارِفَانَه

  • Allahı tanıyana yakışacak sûrette.

arifibillah / ârifibillah

  • Allahı tanıyan.

arifin / ârifîn / عَارِفِينْ

  • İyi bilenler, Allahı tanıyanler.

arin

  • Arslanın yerleşip yataklandığı yer.
  • Ağaçlar.
  • Et.

aristo

  • (Doğum : M.Ö. 384) Yunan filozoflarından olup Eflatun'un talebesidir. Mantık, ahlâk, siyaset, iktisad, felsefe kitapları vardır. Ruhun bakiliğine inanırdı. Tecrübeden ziyâde akla fazla kıymet verdiğinden çok yanılmıştır.

aristokrasi

  • yun. Âlimlerin ve cemiyette en iyilerin iktidarına dayanan hükümet şekli. Tarihte soylu, imtiyazlı, toprak sahibi, zenginlerin hâkimiyetine dayanan hükümet şekli. Bu şekli ile oligarşi veya plütokrasi adıyla da anılmaktadır. İmtiyazlı azınlığın, çoğunluğu idare etmesidir.

ariye

  • (Ariyet) Geri verilmek üzere alınan, iğreti. Bir kimsenin geri almak üzere, karşılıksız olarak başkasının faydalanmasına terk ettiği mal. Kullanılmak üzere alınan emanet mal.

ariyet / âriyet

  • Kullanıp geri vermek üzere, emanet.

ariyeten

  • İğreti olarak, emâneten mânasında kullanılır.

arız / ârız

  • Sonradan olan şey. Bir şeyin zâtına ve hakikatına ait ve lâzım olmayıp başka bir varlıktan bazan vâki ve kaim olan. Takılan. Yapışan.
  • Bir şeyi arz ve takdim edici olan.
  • Kalın ve geniş bulut.
  • Ön dişlerin haricindeki onaltı dişin herbiri.
  • İnsanın yanağı.

arıza / ârıza

  • Sonradan olan, noksanlık.
  • İsabet eden belâ ve keder.
  • Bozulma.
  • Gelip geçici.
  • Hariçten gelen te'sirle olan.
  • Bir şeyin olmasına veya görülmesine mâni olan birşey.

arş

  • Allahü teâlânın yarattığı en büyük varlık. Yedi kat göklerin ve kürsînin üstünde olup, halk (madde) âleminin sonu, emr (maddesizlik) âleminin başlangıcı. Arşullah, Arş-ı mecîd ve Arş-ı a'lâ da denir.

arş-ı marifet-i rabbaniye / arş-ı marifet-i rabbâniye

  • Rabbimizi tanıtan bilgi arşı, tahtı.

arş-ı marifetullah

  • Allah'ı hakkıyla tanımanın ve bilmenin en yüksek derecesi.

arsa-i alem / arsa-i âlem

  • Alem arsası, dünya meydanı.

arsa-i kar-zar / arsa-i kâr-zâr

  • Muharebe alanı, savaş meydanı.

arşidük

  • Avusturya ve Macaristan İmparatorluk hanedanı prenslerine verilen ünvandır ve "Büyük Düka" demektir. Türkçe'de Arşuduka da denmiştir. (Fransızca)

artık

  • Bir kaptan veya alanı yirmi beş metre kareden az olan küçük havuzdan bir canlı yiyip-içtikten sonra geriye kalan su.

artuşi

  • Van çevresinde bulunan büyük aşiretlerden birisidir, "Ertoşi" ve "Ertuş" adıyla da anılmaktadır.

aruz

  • Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere etrafındaki nahiye ve köyler.
  • Edb: Şiirin ahenk ölçülerinden, nazmın vezinlerinden bahseden ilim. Arap, Fars, Türk şiirinde kullanılan vezin ki, hecelerin uzunluk (kapalılık) ve kısalık (açıklık) değerlerine dayanır.
  • Bir beytin birinci

arv

  • Sıtma ve diğer ateşli hastalıklarda gelen ilk titreme.
  • İş için birinin yanına varma.
  • Yemişsiz bir çeşit ağaç.

arz

  • Bir büyüğe bir şeyi hürmetle vermek. Bir işi büyüğüne hürmetle anlatmak. İzâh etmek. Takdim etmek. Bir kimseye bir şeyi izhar etmek.
  • Kıymetli bir şeyi diğer bir şeyle değiştirmek.
  • Bir şeyin birden, âniden meydana gelmesi.
  • Altın ve paradan gayrı mal, metâ. Bir şeyin uz

arz-ı beyza / arz-ı beyzâ / اَرْضِ بَيْضَا

  • Bazı evliyanın misal âleminde gördükleri beyaz (nurlu) dünya.

arzın nısfı

  • Dünyanın yarısı.

arziyat

  • Jeoloji. Dünyanın yaradılışı ile tarih boyunca değişen vaziyetlerini tetkik eden ilim.

arzu

  • Meşhur halk hikâyelerinden olan Arzu ile Kamber hikâyesinin kadın kahramanı.

as

  • Sansar cinsinden siyah kuyruklu, beyaz tüylü kakum denilen bir hayvan, çok kıymetli olan postu için avlanır.

asa / asâ

  • (Fiil veya harftir) Ümid veya korku bildirir. Şek ve yakin manalarına delalet eder; (ola ki, şayet ki, meğer ki, olur, gerektir) manalarına gelir. Ekseri, (lâkin) (leyte) mânasına temenni için kullanılır. Hitab-ı İlahî kısmında yakîn ve vücubu ifade eder.

asa-yı musa / asâ-yı musâ

  • Hz. Mûsânın (A.S.) Asâsı.
  • Kafir sihirbâzları Cenab-ı Hakkın izniyle mağlub eden ve taşa vurduğunda hemen Cenab-ı Hakkın izni ile su çıkaran Hz. Mûsânın (A.S.) mucizeli değneği. Bu mucizeye teşbih olarak, her bir zerrede ve her şeyde Allahın (C.C.) varlığını, birliğini ve kudsi sıfatl

asab-ı veçhiye / âsâb-ı veçhiye

  • İnsanın yüzünde bulunan sinirler.

asabe

  • Baba tarafından akrabâ, hısım. Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde hisse (pay) takdîr edip bildirdiği vârislerden (Eshâb-ı ferâizden) sonra gelen ve belli bir payı olmayıp artan malı almaya hak kazanan, ölene erkek vâsıtasıyla bağlanan erkek akrabâ veya bâzı durumlarda bunlar gibi vâris olan kadınlar.
  • Kuvvet, şiddet.
  • Bir tek sinir.
  • Baba tarafından akraba olanlar.
  • Bir kimseye yardım ve takviye eden akrabası takımı.
  • Fık: Eshab-ı Feraiz, hisselerini aldıktan sonra geri kalanı, terekeyi alan kimse. (Babası ve evladı olmayan kimseye vâris olan.)

asabiyyet

  • Sinirlilik. Fart-ı gayret. İmân ve İslâmiyeti, kendi akrabasını, vatanını, din veya milliyetini müdâfaa etmek gayreti. Hamiyyet.

asabiyyet-i cahiliyye

  • İslâmiyetten evvelki câhiliyyet asabiyyeti. Menfi milliyet. Irkçılık, yani, aşırı derecede kendi kavim ve kabilesini koruma ve iltizam gayreti.

asakir-i müteavine

  • Birbirine yardım edip dayanışma içinde olan askerler.

asaletlu / asaletlû

  • Asâletli, soy ve neseb sahibi, necib, asil.
  • Osmanlı İmparatorluğu zamanında resmi yazışmalarda büyükelçilere, Hristiyan büyüklerine, devlet adamlarına ve prenslerine denirdi.

asar / asâr

  • Kurumayıp daima sulanır çıban.

asar-ı rabbaniye / âsâr-ı rabbâniye

  • Rabbâni eserler.

asar-ı tahripkarane / âsâr-ı tahripkârâne

  • Tahrip edici davranış ve hareketler.

aselbent

  • Tıbda ve kokuculukta kullanılan bir reçinedir ve aynı adla anılan ağacın kabuklarının çizilmesiyle elde edilir.

aseli / aselî

  • Bal gibi sarı renkte olan.
  • Yahudilerin ayırdedilmek için, omuzbaşlarına taktıkları sarı kumaş parçası.
  • Eskiden kullanılan bir kumaş çeşidi.

aşennet

  • (Çoğulu: Aşânit) Yaramaz huylu kimse.

aserat

  • Sürçmeler, yanılmalar.
  • Ayak kayması.

aşevi

  • Yoksullara parasız olarak yemek yedirilen veya dağıtılan yer, aşhane.
  • Para ile yemek yenilen yer, lokanta.
  • Düğün gibi toplantılarda, yemekleri hazırlamak için iğreti mutfak olarak kullanılan yer.
  • Bazı tekkelerde yemek pişirilen yer.

asfiya / asfiyâ

  • Sâflar, temizler; Allahü teâlânın evliyâ kulları. Tekili safiyy'dir.

ashab / ashâb

  • (Tekili: Eshâb) (Sahib) Arkadaş olanlar. Sahip olanlar, kullanma yetkisine sahip kişiler.
  • Halk, ahali.
  • Sahabeler, yani Peygamberimiz Hz. Muhammed'i (A.S.M.) görmüş ve mü'min olarak ona ve onun mesleğine bağlı kalmış olan zatlar. Bu kişiler, insanlık, doğruluk ve her türlü faz

ashab-ı kehf / ashâb-ı kehf

  • Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyan'da bahsi geçen ve devirlerinin zâlim padişahından gizlenerek ve onun şerrine âlet olmaktan çekinerek, beraberce bir mağaraya saklanıp, Rabb-ı Rahimlerine (C.C.) sığınan, dindar ve makbul büyük zâtlar. İsimleri rivâvette şöyle sıralanır: Yemlihâ, Mekselinâ, Mislinâ, Mernüş, D

ashab-ı keşif

  • İmanın hakikatlerine ve sırlarına, mânevi terakki ile ulaşan kimseler.

ashab-ı suffa / ashâb-ı suffa

  • Suffa ehli. Bunlar, Hz. Peygamberin (A.S.M.) mescidine bitişik üstü örtülü, etrafı açık bir yerde otururlardı ve orada yaşarlardı. Bu zatların yaşayışları ve hâlleri din hizmeti, hayatı bakımından büyük değer taşımaktadır. Bütün hayatları Peygamberimiz'in (A.S.M.) yanında bulunarak Kur'ânın en yükse

ashame

  • Peygamberimizin zamanında Müslümanlığı kabul eden Habeş Necaşisinin ismi.

asi / âsi / âsî

  • İsyan eden. Emirlere itâat etmeyen.
  • Günah işleyen.
  • Meşru idâreyi tanımayıp baş kaldıran.
  • İsyân eden, emre karşı gelen, itâatsizlik eden.
  • Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymayan, günâhkâr.
  • Hükûmete, devlete baş kaldıran. Bâgî.

aşı

  • Birşeyden alınıp diğer birşeye aktarılan madde.
  • Çeşitli tehlikeli hastalıkların önünü almak için aşılanan madde.
  • Yabani veya cinsi âdi bir ağaca, cinsine yakın diğer iyi bir ağaçtan vurulan kalem veya yaprak aşısı.

asib-i rüzgar

  • Zamanın belâsı.

asile

  • (Çoğulu: Asâil) Bir şeyin tamamı, bütünü.
  • Öğleden sonranın son kısmı, akşam üzeri.
  • Ölüm, mevt.

asim

  • Engel, mâni, muhafaza eden.

aşina / âşina / âşinâ / آشنا

  • Mâlumatlı, haberli olan. Arif. Bilgili. Mâlik. Tanıdık. Yabancı olmayan. (Farsça)
  • Yüzücü. (Farsça)
  • Bildik, tanıdık, bilen, tanıyan.
  • Bildik, tanıdık.
  • Tanıdık, bildik. (Farsça)
  • Bilen. (Farsça)

aşinalık / âşinâlık

  • Tanıma, yakınlık.

aşinalık etmek / âşinalık etmek

  • Alışmak, (o şeyi) tanımak.

aşir / âşir

  • İslâm devletlerinde, şehir dışında durarak; müslüman tüccârdan o anda yanında bulunan ticâret malının zekâtını, müslüman olmayanlardan ise, gümrük denilen vergiyi toplayan me'mur.

aşirat / âşirât

  • Dakikanın sâniye, sâlise gibi on birim küçüğü olan zaman dilimleri.

asire

  • (Çoğulu: Asirât) Hayvanın ayağının arasına takılan köstek.

aşire / âşire

  • Saatin dakika ve saniye gibi on birim küçüğü olan zaman dilimi.

aşire-i dakika / âşire-i dakika

  • Saatin dakika ve saniye gibi on birim küçüğü olan zaman dilimi.

aşk-ı ihlas / aşk-ı ihlâs

  • Büyük bir samimiyet, çalışma, iş ve davranışlarda yalnızca Allah'ın rızasını gözetme gayret ve aşkı.

aşk-ı insaniye

  • İnsanın aşkı.

aşk-ı mecazi / aşk-ı mecazî

  • Fâni şeylere olan aşk. Nefis ve şehvet arzusuna dayanan aşk.
  • Tas: Kâmil bir zâtın Cenab-ı Hakk'a dâir şiddetli muhabbetinden evvel fani, dünyevî şeylere dair olan aşkı.

aska'

  • Atların ve kuşların başının ortasında beyazlık olanı.
  • Kanarya kuşu.

asl-ı teşaub

  • Dallanmanın kaynağı, aslı.

asma'

  • Uyanık ve gözü açık (adam)
  • Keskin (kılınç).

asmani / asmanî

  • (Çoğulu: Asmâniyân) Gökyüzüne, aya, güneşe mensub. (Farsça)
  • Açık mavi. (Farsça)

aşna / âşnâ / آشنا

  • Yüzücü. (Farsça)
  • Yüzme. (Farsça)
  • Tanıyan, yabancı olmayan. (Farsça)
  • Tanıdık, dost, aşina. (Farsça)

aşnayan / âşnâyân / آشنایان

  • Tanıdıklar, dostlar. (Farsça)

asr

  • (Asır) Bir devrelik zaman.
  • İkindi vakti.
  • Zamanın bir cüz'ü.
  • Konuşan kimselerin başkaları ile beraber yaşadığı müddet.
  • Yüz yıl.
  • Eskiden bazılarınca kırk, elli veya altmış yıllık müddet.
  • İnsanın ortalama yaşayış zamanı.
  • Gece ve gündüzden

aşr-i ahir-i ramazan / aşr-i âhir-i ramazan

  • Ramazanın son on günü.

asr-ı evvel

  • İmâmeyn'e (İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed'e) göre ikindi vaktinin başlama zamânı.

asr-ı sani / asr-ı sânî

  • İmâm-ı a'zam'a göre ikindi namazının başlama zamânı.

aşr-ı sani-yi ramazan / aşr-ı sâni-yi ramazan

  • Ramazanın ikinci onuna ait günler.

aşr-ı ula-yı ramazan / aşr-ı ûlâ-yı ramazan

  • Ramazanın ilk on günü.

asran

  • (Asaran) İki devir. Gece ve gündüz.
  • İki asır.
  • Gündüzün zamanı.

asre

  • (Çoğulu: Aserât) Ayak kayma, sürçme, yanılma.

assale

  • Arı, bal arısı.
  • Arı kovanı, kovan.
  • Petek, bal peteği.

astronomi

  • yun. Kozmoğrafya. Gök ilmi. Felekiyat.Astronomi ilmi dünyanın birgün hareketinin duracağını; coğrafya, karaların alçalarak dünyanın sularla kaplanacağını, iklimin değişerek canlılar için yaşanmaz hâle geleceğini; fizik, güneşin birgün söneceğini, kâinattaki enerjinin artık kullanılamaz, işe yaramaz

astronot

  • yun. Feza yolculuğu yapan vasıtaları kullanan kişi. (Amerikada ve batıda astronot; Rusyada ve komünist ülkelerde kozmonot tâbiri kullanılmaktadır.)

asus / asûs

  • Yalnız yürüyüp, otlayan deve.
  • Yanından insanlar uzaklaşmayınca kendini sağdırmayan deve.
  • Av arayan kimse.

ata-yı rahmet / atâ-yı rahmet

  • Rahmet ve merhametin ihsanı, vergisi.

ata-yı sübhan / atâ-yı sübhan

  • Her türlü eksiklik ve noksanlıktan sonsuz derece uzak olan Allah'ın lütfu, ihsanı.

atardamar

  • Tıb: Kanın, kalbden vücudun her tarafına (akciğerlere de) gitmesine yarayan damar. Şiryan.

ateme

  • Gecenin ilk üçte bir bölümü. Yatsı namazı vakti.
  • İşsizlik, tembellik, atalet, üşengeçlik.
  • Akşam vaktine kadar hayvanın memesinde bâki kalan süt.

ateş

  • Odun vs. gibi maddelerin yanmasından hasıl olan hâl. Od, nâr. (Farsça)
  • Kızgınlık, hararet. (Farsça)
  • Hiddet, gazab, şiddet. (Farsça)
  • Hayvanın çevik, hareketli ve oynak olması. (Farsça)
  • Yangın. (Farsça)
  • Gözyaşı. (Farsça)
  • Hastalık. (Farsça)
  • Harb, savaş. (Farsça)

ateş-i rumi / ateş-i rumî

  • Eskiden kullanılan bir silâh çeşitidir. Kara ve deniz muharebelerinde yangın çıkartmak için kullanılırdı.

ateş-zen

  • Ateş yakmak için kullanılan alet, çakmak. (Farsça)

atf-ı beyan

  • Mâkablini yâni mâtufun aleyhin mefhumunu izah ve te'kid için atfolunan tâbir. Meselâ: "Meseleyi izâh ve teşrih eyledi" cümlesindeki "ve" gibi.

atf-ı tefsir

  • Bir mânada olup mücerred tasdik ve te'kid için "ve" ile müteradifine (aynı mânadaki kelimeye) atfolunan kelime. Meselâ: "İhsan ve kerem, hüzün ve keder" ifadesindeki "ve" ler gibi. Diğer bir ifade ile: Aynı olan ayrı iki kelimenin birlikte kullanılması. ("deli divâne"de olduğu gibi.)

atme

  • Ateş kaynağı, volkanın tepesindeki lâvın çıktığı yer, krater.

atmosfer

  • Dünyanın çevresini kuşatan 100 km. kalınlığında, çeşitli gazlardan meydana gelen gaz tabakası. Başka gök cisimlerini kuşatan gaz tabakalarına da atmosfer denir.
  • Bir yerdeki mânevi hava.
  • Basınç birimi. 0 derecede 76 cm. yükseklikteki bir civa sütununun 1 cm. karelik alan üzeri

atom

  • yun. Maddenin bölünemez en küçük parçası manasında eski çağ felsefesinde kullanılan bir tâbir, günümüze kadar gelmiş ve ilmî tabir olarak kalmıştır. Atom, maddenin bölünmez bir parçası değil, kendisi de daha küçük parçalardan yaratılmış çok küçük bir âlemdir. Dünyada, kâinatta ve atom âleminde hep a

attar

  • Itriyat dükkanı, güzel koku satan adam.

attari / attârî / عطاری

  • Attarlık. (Arapça - Farsça)
  • Attar dükkanı. (Arapça - Farsça)

avaik / avâik

  • (Tekili: Âika) Mânialar. Engeller. Müşküller.
  • Nuh (A.S.) Kavminin sonradan taptıkları bir put ismi.
  • Maniler, engeller.

avalim-i ulviye ve ruhiye ve cismaniye / avâlim-i ulviye ve ruhiye ve cismâniye

  • Yüce âlemler, ruh âlemleri, cismânî âlemler.

avam / avâm

  • Halktan ilmi irfanı kıt olan kimse. Okuyup yazması az olan. Fakirler sınıfından.
  • Tas : Hakikata tam erememiş, tevhidin derin hakikatlarından haberi olmayan.
  • Halkın ekseriyeti.
  • Amme'nin çoğulu, halk, topluluk.
  • Müctehid (âyet ve hadîslerden şer'î yâni dînî hükümler çıkaran İslâm âlimi) olmayan, mukallid (yâni mezhebinin usûl ve kâidelerini anlayıp taklîd eden).
  • Dînî ilimlerden haberi olmayan câhiller.
  • Olgunlaşmamış, irşâda (öğrenip, aydınlanmaya) muht

avam-ı mü'minin / avâm-ı mü'minîn

  • Okuyup yazması, ilim ve irfanı az olan mü'minler.

avarız

  • Arızalar. Sonradan olan noksanlıklar.
  • Girinti çıkıntı, noksanlık.
  • Mânialar. Engeller.
  • Fevkalâde hallerde ve bilhassa harp sebebi ile geçici olarak alınan vergi.

avarız-ı müktesebe

  • Cehil, sarhoşluk, hezel, sefeh, hata, ikrah gibi insanın ibtidâen dahli bulunan şeyler.

averd-gah / averd-gâh

  • Muharebe meydanı, savaş alanı. (Farsça)

avk

  • (Çoğulu: A'vâk) Mâni olma, alıkoyma, durdurma, vazgeçirme, geciktirme.

avniye

  • Serasker Hüseyin Avni Paşa tarafından ilk olarak, daha sonra da Sultan Mecid ve Sultan Aziz zamanında giyilen kolsuz asker kaputu.
  • Bir nevi yağmurluk.

avret

  • Eksik. Gedik. Gizlenmesi lâzım gelen şey. Dinen örtülmesi vâcib olan âzâ, ud yeri. Utanılacak ve hayâ edilecek şey. Erkeklerde göbek ile diz kapağı arasındaki kısım.
  • Kadın. Zevce. Nikâhlı.
  • Gece uykuya yatacağı vakit ve seherden evvel uykudan kalkılacak saate de şeriat örfünde
  • İslâmiyet'te akıllı ve bâliğ (ergen ve evlenecek yaşa gelmiş) olan kimsenin namaz kılarken açması veya her zaman başkasına göstermesi ve başkasının bakması haram (günâh) olan yerleri.
  • Kadın, hanım.

avrupa medeniyet-i sefihanesi

  • Helâl olmayan zevk ve eğlencelere aşırı düşkün olan Avrupanın medeniyeti.

avrupalılaşmak

  • Avrupalıların fikirlerini ve yaşayış tarzını benimsemek. Türkiye'de batılılaşma olarak kullanılmaktadır. Avrupa zamanımızda ilim ve teknikte ilerlemiş olmakla beraber inanışları, ahlâkları, felsefeleri ve yaşayış tarzı ile geri bir düşünüşü temsil eder. Avrupaya, batıya özenmek, eşkiyanın gasbettiği

ayan / âyan

  • Parlamentonun aldığı kararları düzeltmek için üyelerinin bir kısmı devlete mensup, bir kısmı da halktan seçilmiş olan meclis ve bu meclis üyelerinin her biri ("âyan meclisi", "âyandan falan zat" şeklinde kullanılır).

ayasofya

  • İstanbul'daki bu ilk kilisenin açılış resmi Mi : 325 tarihinde yapılmıştır. 513 senesi Ocak ayının 13-14. gecesi bir yangın esnası bina kâmilen yanmış. O zaman İmparator Justinyanus yeniden yaptırmış. 573 de binanın resm-i küşâdı yapılmıştır.Osmanlılarca 29 Mayıs 1453'de İstanbul fethedilince Fatih

ayat-ı kur'aniye / âyât-ı kur'âniye

  • Kur'ânın âyetleri.

ayat-ı rabbaniye / âyât-ı rabbâniye

  • Rabbânî âyetler; Allah'ı gösteren ve tanıtan deliller.

ayb

  • Kusur ve utanılacak şey.
  • Ayıp, utanılacak kusur.

ayb-cu / ayb-cû

  • İnsanın ayıplarını araştıran, herkesin ayıbını, noksanını meydana çıkarmak isteyen. (Farsça)

aydın

  • Aydınlık.
  • Açık, âşikâr, açıkça görünen.
  • Mübârek, mesut. Bilgili, okumuş, görgülü.Bugün bazı çevrelerde batı ilim ve felsefesini tahsil edip benimseyenlere de "aydın" denilmektedir. Aklı gözüne inmiş, yani herşeyi maddi ölçülerle yorumlamaya alışmış, kalbi maddeci felsefe ile

ayet / âyet

  • Alâmet, işâret, mûcize, ibret.
  • Kur'ân-ı kerîmdeki sûreleri meydana getiren cümle veya cümleciklerden her biri. Çoğulu âyâttır.
  • Allahü teâlânın varlığını, birliğini ve kudretini gösteren alâmet, ibret, işâret.
  • Mûcize.

ayık

  • Uyanık.

ayin / âyin

  • Merâsim. Usûl. Görenek. Dinî âdâb. Âdet, örf ve kanun.
  • Ziynet, süs.İslâm'da fıkıh lisânı âyin kelimesini kabul etmemiştir. Bazı vakıflar, filân câmide herhangi bir tarikat âyini icra için te'sis yapacakları zaman vaki olan müracaatlarında fetvahâne tarafından verilen müsaadelerde âyi

ayine-i marifet / âyine-i marifet

  • Marifet aynası; san'atçısını (Allah'ı) tanıtan ayna.

ayine-i zişuur

  • Şuur sahibi âyine. (Yani: İnsan, cin, melek)

ayiş

  • Bolluk içinde rahat yaşayan.
  • Hz. Peygamber'in (A.S.M.) zevcesi ve mü'minlerin vâlidesi, Hz. Ebu Bekir'in (R.A.) kızının bir ismi. Aişe-i Sıddıka diye de anılır. Hayret edilecek derecede takva, iffet ve zekâvet sahibesi olup 2210 Hadis-i Şerif nakletmiştir. Hicretin 57. yılında vefat

ayise / âyise

  • Âdet yâni hayz görmekten ümidini kesmiş yaşlı kadın.

ayn

  • (Çoğulu: A'yan-A'yun-Uyûn) Göz.
  • Pınar, kaynak. Çeşme.
  • Tıpkısı, tâ kendisi.
  • Zât.
  • Eşyanın hakikatı.
  • Kavmin şereflisi.
  • Diz.
  • Altın.
  • Nazar değme.
  • Casus.
  • Her şeyin en iyisi.
  • Muayene etmek.
  • Birşeyin kendisi.
  • Boşlukta yer kaplayan ve ağırlığı olan yâni tartılabilen her şey, madde, cisim.
  • Alış-verişte, belli, meydanda, mevcut ve hâzır olan veya hâzır olmayıp da bulunduğu yeri, cinsi, miktârı belli edilen mal.
  • İnsanın zekât için ayırdığı ve yanında hazır bulunan mal
  • Göz.
  • Pınar.
  • Eşyanın hakikatı.

ayn-el-yakin / ayn-el-yakîn

  • Görerek bilme.
  • Hadîs-i şerîfte bildirilen ihsân (Allahü teâlâyı görüyormuş gibi ibâdet etme) mertebesinde bir ışığın kalbde parlaması. Zamanımızda tarîkata girmiş bir çok kimse, kendilerine tasavvufçu süsü vererek vahdet-i vücudu dillerine almış, bundan yüksek mertebe olmaz sanıyor.

ayn-ı inayet

  • Lütuf ve ihsanın ta kendisi.

ayn-ı lika

  • Kavuşmanın ta kendisi.

ayn-ı maslahat

  • Faydanın, gayenin ta kendisi.

ayn-ı mutlak

  • Kayıtlı ve sınırlı olmayanın ta kendisi.

ayn-ı visal

  • Kavuşmanın tâ kendisi.

ayn-üs sevr

  • Boğa gözü.
  • Koz: Semânın kuzey yarım küresinde bulunan boğa burcunun en parlak yıldızı.

ayniyyat

  • (Tekili: Ayniyye) Kullanılmaya veya harcanmaya elverişli olup taşınabilen ve para eden şeyler.

aza-yı insani / âzâ-yı insanî

  • İnsanın azaları, organları.

azalil

  • (Tekili: Uzlûle) Yanlışlar, yanılmalar. Doğru olmayanlar.

azam-ı cibal-i dünya / âzam-ı cibal-i dünya

  • Dünyanın en büyük dağları.

azamet-i tevbih

  • Azarlamanın büyüklüğü.

azamet-i ünvan

  • Ünvanın büyüklüğü.

azeriler / azerîler

  • Kafkasyanın Azerbeycan bölgesinde yaşamış Türk kavmi.

azerşeb

  • Batıl bir inanışa göre ateş içinde yaşadığı sanılan ve semender denilen bir hayvan. (Farsça)
  • Şimşek, berk. (Farsça)

azim / azîm

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Büyüklüğüne, beşer (insan) aklının ve hiçbir mahlûkun (yaratılmışın) düşüncesinin erişemediği, hakîkatini kimsenin bilemediği zât. Allahü teâlânın büyüklüğü bildiğimiz gördüğümüz şeylerdeki büy üklük ve küçüklük gibi değildir. Bu bizim bilgimi

azim-üş şan / azîm-üş şân

  • Şânı büyük. Namı çok yüce.

azimet / azîmet / عَز۪يمَتْ

  • Kuvvetli irâde, istek, arzu. Haramlardan, dinde yasak edilen şeylerden sakınmakla berâber, mümkün olduğu kadar ruhsatlardan yâni dinde izin verilen kolaylıklardan uzak durup; evlâyı, en iyi olduğu bildirilenleri, nefse zor gelenleri yapmak; takvâ yol u.
  • Daha fazîletli olanı tercîh.

azimü'ş-şan / azîmü'ş-şân

  • Şânı büyük.

azimüşşan / azîmüşşân

  • Şanı pek büyük.

azire

  • (Çoğulu: Uzrât) Ön yanı, önü.

aziz / azîz

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her zaman izzet ve şeref sâhibi. Gâlib, benzeri olmayan, büyük ve küçük her şeyin O'na şiddetle ihtiyâcı olan.
  • Kıymetli, şerefli, üstün.

aziz-i mısır

  • Mısır Mâliye Bakanı.

azizan / azîzan

  • Azizler. Kelimenin sonundaki ân takısı Arabça'da ikilik, Farsça'da çokluk ifâde eder.
  • "İki azîz (velî)" mânâsına İslâm âlimlerinin ve evliyânın büyüklerinden Ali Râmitenî hazretlerine verilen lakab.
  • Büyükler, evliyâ. Birisiyle oturup kalbin toparlanmazsa Kalbindeki dünyâ düşüncesini s

azrail

  • Ölüm meleği. Dört büyük melekten biridir, ölenlerin ruhlarını almak görevi vardır. Diğer bir ismi de "melek-ül mevt: Ölüm meleği"dir. Yeryüzünde hayatın var olması, insanın yaratılışı tesadüfle açıklanamıyacağı gibi, ölüm de tesadüfle açıklanamaz. Hayatı yaratan ölümü de yaratmıştır. Hayat gibi ölüm

azze

  • Aziz ve şânı büyük olsun, büyük ve aziz oldu (meâlinde).
  • Aziz oldu, şanı yüce oldu!

azze vecelle

  • Allahü teâlânın ismi söyleyince, işitince ve yazınca "O, Azîz ve Celîldir (yücedir)" mânâsına söylenilen ve yazılan saygı ifâdesi.

bab

  • Evlat sahibi erkek. Ata, ecdat. (Farsça)
  • Gemi halatlarının bağlandığı yer. (Farsça)
  • İnşaatta ağırlıkların bindirildiği direk. (Farsça)
  • Mânevi rehber, şeyh. (Farsça)
  • Bektaşi şeyhi. (Farsça)
  • Hayırhah ve muhterem. (Farsça)
  • Daha çok zencilerde olan bir hastalık cinsi.Aile reisi babadır. Babanın hayatt (Farsça)

bab-ı saadet / bâb-ı saadet

  • Saadet kapısı.
  • Sultanın sarayı.
  • İstanbul şehri.

babacan

  • Biraz kalender davranışlı, cana yakın.

bade-i ikbal / bâde-i ikbal

  • İkbal şarabı. Yüksek mevkide bulunmanın verdiği geçici neşe ve keyif.

badia

  • Derisini ve etini yarıp kanatmış olan, fakat kanı çıkmayıp akmayan baş yarası.

badih

  • (Bâdihe) Beklenmedik ziyaret.
  • Erkek ziyaretçi.
  • Birden bire gelen ilham.
  • Ansızın, âniden.

badire / bâdire

  • Anî felâket, zor geçit.

baği / bâğî

  • Âsî. Haksız olarak devlet başkanına isyân eden. Çoğulu buğât'tır.

bagiyy

  • (Çoğulu: Begâyâ) Haddini tecavüz eden.
  • Zina edici, zâni.

bagy

  • Azgınlık. Zulüm, İsyan.
  • İstemek, talep etmek.
  • Haddini tecâvüz etmek.
  • Yaranın şişmesi.
  • (Yağmur) şiddetle yağmak.

bahira / bahîra

  • Süryâni rahiblerindendir. Zamanın ilim ve fenlerine vâkıf ve bilhassa hey'et ve nücumda ihtisas sahibiydi. Bu sebepten rahiblerin câhilleri kendisinden hoşlanmazlardı. Hazret-i İsâ'nın ulûhiyetini ve Hz. Meryem'in ümmullah olduğunu inkâr ve ilân ettiğinden, bulunduğu manastırın reisi tarafından kovu
  • Peygamberimizi çocukken tanıyan mübarek bir rahip.

bahıyre

  • Cahiliyye devrinde beş batın doğuran devenin beşinci yavrusu erkek olursa kulağı yarılır ve salıverilirdi. Artık hiç bir işte kullanılmayan bu deveye bu ad verilirdi.

bahr-i ebyaz

  • "Beyaz Deniz" İskandinavya Yarımadasının doğusunda Kanin Yarımadasına kadar olan deniz.

bahsi geçen

  • Anılan.

bahv

  • Hurmanın yaş olanı.

bahz

  • Sıkıntılı olma, can sıkma.
  • Yük ağır gelip hayvanı çökertme.
  • Bir adamı çenesinden, sakalından tutup çekme.

bais / bâis

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Öldükten sonra, kabirlerinde çürümüş ve dağılmış olan cesedleri diriltip mahşere, (arasât meydanına) sevkeden, gönderen.

bakalorya

  • Lise tahsilinden sonra imtihan neticesi kazanılan olgunluk. Olgunluk imtihanı ve diploması. (Fransızca)

bakar-ı vahşi / bakar-ı vahşî

  • Vahşî, yabanî öküz.

baki / bâkî

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Devamlı, ebedî, sonsuz. Varlığının sonu olmayan.

bakir / bâkir

  • Kullanılmamış, bozulmamış.

bakiyye-i asar / bakiyye-i âsâr

  • Eserlere âit geri kalan izler. Eserlerin geri kalanı.

bakkar

  • Sığır çobanı, sığırtmaç.

bakteri

  • Basit, çekirdeksiz, bölünerek çoğalan tek hücreli canlılara verilen addır. Çeşitli şekilleri vardır: Kürevî (coccus), çubuk şeklinde (basil), virgül şeklinde (vibriyon), burmalı (spiril).Bakteriler ya tek tek, ya da birkaçı bir arada bulunmalarına göre de ayrı adları vardır. Havanın oksijeni ile yaş (Fransızca)

bakteri tedavisi

  • Bazı hastalıkların tedavisinde ölü veya canlı bakterilerin kullanılması ile yapılan tedavi.

balgam

  • Solunum yolları tarafından salgılanan ve ağızdan dışarı atılan sümük, irin ve kan karışımı maddedir.
  • Eskiden bedende bulunduğu sanılan dört unsurdan biri.

balimez

  • 16. ve 17. yy. larda Osmanlılar tarafından kara ve deniz savaşlarında kullanılan uzun menzilli top.

balin

  • Yastık. Koltuk. İskemle yerine kullanılan yuvarlak yastık. (Farsça)

balkanlar

  • (Balkan Yarımadası) Yugoslavya'nın büyük kısmı ile Arnavutluk, Bulgaristan, Yunanistan ve Trakya'yı içine alan yarımada.

balon

  • Hava veya hafif gazlarla doldurulan küre. Bugünkü uçaklar balonculuğun geliştirilmesiyle elde edilmiştir. Zeplin adı verilen güdümlü balonlar hava ulaşımında ve savaşta kullanılmıştır. (Fransızca)

balyoz

  • Vaktiyle Avrupa devletlerinin büyükelçi ve büyük konsoloslarıyla, general ve amiral gibi kişilerine verilen bir ünvandır. (Fransızca)
  • (Yunancadan) Kazık çakmak, büyük taşları kırmak için kullanılan uzun saplı, iri ve ağır çekiç. (Fransızca)

ban

  • Dam, çatı.
  • Sorgun ağacı. Bey söğüdü.
  • yun. Sevgilinin boyu. Farsçada kelime sonuna gelerek, Türkçedeki "ci, cu" ekleri yerini tutan mânâda kullanılır. Meselâ: Bağban: Bağcı.

banket

  • Bir otomobili uçtan uca kaplayan ve tek parçadan ibaret olan oturacak yer.
  • Karayollarında asfaltın her iki yanındaki balastlı kısım.

banu / bânû / بانو

  • Kadın, hatun, hanım. (Farsça)
  • Gelin. (Farsça)
  • Gülsuyu gibi şeylerin şişeleri. (Farsça)
  • Bayan. (Farsça)
  • Büyük hanım. (Farsça)

banyol

  • Bu kelime; zindan, hapishâne mânâlarında kullanılırdı. Buraya katiller, hırsızlar ve beylik esirlerin satışa yaramıyanları konurdu.

baraj

  • Bir akarsuyun akışına mâni olmak için yapılan set. (Fransızca)

baran-ı marifet / bârân-ı mârifet

  • Allah'ı tanıma, bilme yağmuru.

barani / bârânî

  • Çivit mavisi renginde, Osmanlılar zamanında Selânik'te dokunan bir cins çuha. Yeniçeri ve Acemi oğlanlarına aralık ve ocak (erbain) aylarında verilen yağmurluk bârâniden yapılırdı. Yağmurluk, yağmurdan muhafaza eden şey. (Farsça)
  • Yağmurla ilgili. (Farsça)

barbut altını

  • Tanzimattan önce Osmanlılarda kullanılan bir çeşit altın sikke. Yüzlük Mecidiye altını kıymetinde ve ayarında, iki kırat ağırlığında idi.

barekallah / bârekâllah

  • "Allah ne mübarek yaratmış".
  • Allah hayırlı ve mübarek kılsın anlamında, beğeniyi ifade etmek için kullanılan bir söz.

bari / bârî

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yaradan, yoktan var eden. Yarattıklarını farklı şekiller ve özelliklerle birbirinden ayıran.

barikat

  • Bir yolu kapamak üzere, ele geçirilen her türlü eşyadan faydalanılarak meydana getirilen engel. (Fransızca)

baroskop

  • Cisimler üzerine havanın yaptığı basıncı gösteren âlet. (Fransızca)

baru / bârû

  • Kale duvarı, tabyanın gezinti yeri, hisar burnu, sur. (Farsça)
  • Sığınak, siper. (Farsça)

barut

  • yun. Güherçile ile kükürt ve kömürden mürekkeb, alev alıcı bir maddedir ki, toz halinde olup, umumiyetle ateşli silahlarda ve taş kırmak gibi işlerde kullanılır.
  • Mc: Çabuk kızan, şiddet ve hiddete kapılan.

basar

  • (Çoğulu: Ebsâr) Görme duygusu.
  • Kalble hissetme. Kalb gözü.
  • Gözün görmesi.
  • İdrak. Fikir.
  • İlm-i Kelâm'da: Kendi şânına lâyık bir vecih ile Cenab-ı Hakk'ın "görme sıfatı"dır. Kâinatta hiçbir şey O'nun görmesinden hâriçte kalamaz.
  • Âletsiz ve şartsız olarak, gizli ve âşikâr (açık) her şeyi görmesi mânâsına, Allahü teâlânın sübûtî sıfatlarından biri.

başbuğ

  • t. Osmanlı devrinde başıbozuk veya akıncı kuvvetlerinin kumandanı.
  • Lider.

başıbozuk

  • Bir harp çıktığında orduya süvari veya piyade olarak katılan gönüllü asker. Başıbozuk tâbiri, gelişigüzel ve intizamsız idare tarzına da alem olmuştur. Bir zamanlar bu tâbir, asker olmayan siviller için de kullanılmıştır. (Türkçe)

başid dağı / bâşid dağı

  • Van civarında bulunan ve yüksekliği 3750 m. olan bir dağdır, kayıtlarda "Başet Dağı" olarak anılır.

basın

  • Uydurma bir kelime olup "matbuat" yerine kullanılır. Gazete, mecmua gibi belli zamanlarda çıkan matbuatın hepsi.

basine

  • Ekincilerin sabanı.
  • Sanat ehlinin âletleri.
  • Kaba çuval.

basir / basîr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Gizli ve açık her şeyi hakkıyle görücü.

basiret / basîret

  • Hakikatı kalbiyle hissedip anlama. Kalbde eşyanın hakikatlarını bilen kuvve-i kudsiyye. Ferâset. İm'ân-ı dikkat.
  • İbret alınacak hidâyet sebepleri. Beyyine. Hüccet.
  • Bir evin iki tarafının arası.
  • Yer üstündeki kan.
  • Doğru görüş, gönül gözü ile görme, uyanıklık.

basiret-i kalb

  • Gönül uyanıklığı. Kalb basireti.

basit / bâsit

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarından bâzısına rızkı az, bâzısına çok veren, sadakaları kabûl edip sevâb veren. Bâzısının rûhunu kabzeden (alan) bâzısının ömrünü uzatan, bâzısının kalbini daraltıp hayırlara (iyiliklere) rağbetsiz, bâzısınınkini ise geniş yapıp, hayırla

başit

  • Van civarında bulunan ve yüksekliği 3750 m. olan bir dağdır, günümüzde "Başet Dağı" olarak anılır.

baskı

  • t. Basıp sıkacak, tazyik edecek şey. Sıkı tazyik.
  • Basan, ağırlık veren şey.
  • Kalıp, damga.
  • Bir eserin yeni basılışlarının her seferi.
  • Bir basmanın bir def'ada basılan miktarının tamamı. Meselâ: Bu lügatın baskısı 25.000 dir.

başmak

  • Eskiden kullanılan bir çeşit ayakkabı.

basriyyun

  • Milâdi 8. yy. da Basra'da yaşamış lisaniyat âlimlerinden bir grup.

bast

  • Genişlemek, açmak, yaymak.
  • Bir şeye el uzatmak.
  • Sevindirmek.
  • Bir mecliste haya sebebiyle olan sıkılmanın gitmesiyle açılmak.
  • Özür kabul etmek.
  • Kaplamak.
  • Tas: Allahın cemâl tecellisiyle kalbin sükûn ve huzur içinde ferahlaması. (Mukabili: "Kabz"

bast-ı zaman / بَسْطِ زَمَانْ

  • Az bir zaman dilimi içine uzun bir zamanı sığdırmak ve onu yaşamış gibi olmak.
  • Zamanın genişlemesi.

baştina

  • Osmanlı İmparatorluğu zamanında Balkanların bazı yerlerinde devlet arazisinden tapu ve miras suretiyle geçen tarla.

bastızaman

  • Zamanın genişlemesi, az zamanda normalden fazla yaşama.

bati-ül hareke / batî-ül hareke

  • Davranış ve hareketi ağır.

batih

  • Zengin. Gani. Mâldâr.
  • Geniş yer.

batıl / bâtıl

  • Fânî, geçici, devamlı olmayan, yok olan.
  • Abes, boş, boşuna, sebebsiz yere, yok yere.
  • Hırsızlık, gasb, kumar gibi dînin helâl etmediği, izin vermediği kazanç yolu.
  • Şirk, putlara tapmak.

batıl satış / bâtıl satış

  • Sahîh olmayan, yâni dînen bulunması lâzım gelen şartların hepsi veya bir kısmı bulunmayan satış, alış-veriş. Satılacak malın mütekavvim olması (kullanılmasına dînen izin verilmesi, kıymetli ve kullanılabilir olması) bu şartlardandır. Buna göre; domuz, içki ve denizdeki balık mütekavvim değildir.

batın / bâtın

  • Bütün varlıkların iç yüzünü ve özellikle canlıların içlerini mükemmel bir fabrikanın harika makineleri gibi yaratan ve işleten Allah.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). His (duyu) organları ile hissedilemiyen, hayâl gücü ile hayâl edilemiyen, akıl ile anlaşılamayan.
  • Kalb ve rûh, iç âlem, gönül.

batın-ı umur / bâtın-ı umûr

  • İşlerin, hâdiselerin ve eşyanın içyüzü ve mahiyeti. Yani: Beş duygu ile bilinemiyen melekûtiyet ve kanuniyet cihetleri.

batıni / bâtınî

  • İnsanın içinde bulunan, içsel, görünmeyen.

batıniyye / bâtıniyye

  • Mecûsîlikteki ve çeşitli bâtıl dinlerdeki inanışları İslâm dînindenmiş gibi göstermeye çalışan İranlı Meymûn bin Deysân el-Kaddah tarafından kurulan bozuk yol.
  • Kurânın apaçık mânâlarına itibar etmeyip gizli mânalar bulduklarına inanan sapık bir anlayış.

batıniyyun / bâtıniyyûn

  • Kurânın açık mânâlarını bir yana bırakıp gizli mânalar bulduklarına inanarak sapıtan kimseler.

batman

  • Eski ağırlık ölçülerinden olup, iki okkadan sekiz okkaya kadar yeryer değişir. Ekseriya altı okkadır. Bu, hâlen kullanılan sekiz kilo kadardır.
  • Eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi.

batn

  • İç, karın, insanın içi. Mide.
  • Soy, nesil.
  • Birbirlerine hısımlığı pek yakın olmayan küçük kabile.

battal

  • İşsiz, çürük, kullanılmaz.
  • Boş. Hükümsüz.
  • İşsiz.
  • Metrûk. Kullanılmaz. olan.
  • Bâtıl. Mensuh ve mefsuh.
  • Faydasız.
  • Pek büyük. Hantal.

bayındır

  • Mamur, şenlikli.
  • Bir Oğuz oymağının ve Akkoyunlu hanedânının ismi.

bayram

  • İslâm dîninin bildirdiği ve müslümanların neşelenip sevindikleri Fıtr (Ramazan) ve Kurban bayramı.
  • Cumâ günü.
  • Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınarak, günâh işlemeden, haram lokma yemeden geçirilen günler.
  • Müslümanın rûhunu teslim (vefât) edeceği zama

bayram-ı rabbaniye / bayram-ı rabbâniye

  • Rabbânî bayram.

bayramiyye

  • Anadolu'da yetişen evliyânın büyüklerinden Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Bayramiyye yolu bir koldan Bâyezîd-i Bistâmî'ye diğer koldan Hasen-i Basrî'ye ulaşır.

baz

  • Yeniden, tekrar oynatan, oynayan, geri ve arka tarafa doğru... gibi manalara gelir. Kelimenin sonuna veya baş tarafına getirilerek kullanılan bir "ek" dir. Meselâ: Ateşbâz : Ateşle oynayan. (Farsça)

baz-ul eşheb / bâz-ul eşheb

  • Akdoğan.
  • Abdulkadir-i Geylâni Hazretlerinin bir nâmı.

bazirgan / bazirgân

  • Eskiden Musevi tüccarlar hakkında kullanılan bir tabirdi.

bazoka

  • (Bazuka) Tanklara karşı kullanılan bir çeşit silâhtır. Soba borusuna benzer, omuza konarak nişan alınıp ateşlenir.

bazü'l-eşheb / bâzü'l-eşheb

  • Kır renkli, ak doğan; Abdülkadir-i Geylânî'nin bir lâkabı.

be

  • Kelime başına getirilerek, Türkçedeki: "de, da, den, dan, ile, için" mânalarında kullanılır. (Farsça)

bebr

  • Kaplana benzer, ondan daha büyükçe ve pek yırtıcı bir canavar ki, Hindistanda ve Afrikada bulunur. Saldırdığı zaman derisindeki tüyleri kabarıp korkunç bir manzara arzeder. Arslanı bile korkutur bir hayvandır. (Farsça)

bed-mihr

  • İyilik etmiyen, insâniyetsiz. (Farsça)

bedadan / bedâdân

  • Eyerin iki yanı.

bedaheten

  • Birdenbire, aniden, ansızın. Düşünmeksizin. Açık ve zâhir olarak.

beden-i misali / beden-i misâlî / بَدَنِ مِثَالِي

  • Ruhun cesedden ayrıldığında giydiği, madde âleminden olmayan nurânî beden.

bedergah

  • Kapıya çıkma. (Farsça)
  • Tar: Çeşitli hizmetlerde kullanılmak üzere, acemi ocağına ve ocak dışına verilen acemilerin, Yeniçeri Ocağı'na kayıt edilmeleri. (Farsça)

bedevi / bedevî

  • Köylü, kırlarda yaşayan, kırsal bölge insanı.

bedeviyye

  • Evliyânın büyüklerinden Seyyid Ahmed Bedevî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.

bedi' / bedî'

  • Allahü teâlânın esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Daha önce benzeri olmayan, görülmemiş, işitilmemiş, bilinmeyen şeyleri yoktan var eden, yaratan.

bedi-ül beyan

  • İfadesi ve beyanı görülmedik güzellik ve gariplikte olan.

bedih

  • Şanı, şerefi yüce, yüksek ve büyük olan.

bedil

  • Bir şeyin mukabili, karşılığı.
  • Tutuşulan bir bahiste yenilen veya aldananın vereceği şey.
  • (Çoğulu: Ebdâl) Sâlih kişi.

bediülbeyan

  • Beyanındaki görülmedik güzellik.

bediüzzaman / bedîüzzaman / بديع الزمان

  • Zamanın bedi'i olan. Zamanında kendisi gibi görülmedik olan. Kimseye benzemiyen ve zamanın garib ve acibi bulunan.
  • Zamanın, çağın eşsiz güzelliği.
  • Zamanın harikası ve en mükemmeli
  • Zamanın harikası.

bednam

  • Kötü tanınmış, adı kötüye çıkmış olan. (Farsça)

bedr muharebesi

  • Bedir, Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere arasında bir yer olup; Hz. Peygamber Efendimizin hicretinin ikinci senesi orada Kureyşîlere karşı kazandıkları muzafferiyetle meşhurdur. Bedir, bir ovanın kenarında olup Mescid-ül Gamame isminde bir câmi ve Bedir muharebesinde şehid olan sahabelerden 1

bedreftar / bedreftâr / بدرفتار

  • Kötü davranışlı. (Farsça)

bedruc

  • Bir ot cinsidir ve bazı yerlerde tere-i Horasani diye isimlendirilir.

beftere

  • Avcılar tarafından kullanılan ve hususi olarak alıştırılmış kuş. (Farsça)

begter

  • Eskiden kullanılan zırhlı elbise. (Farsça)

behak

  • İnsanın derisinde pul pul beyazlık ve alaca bir renk peyda eden bir çeşik hastalık.

behimi / behîmî / بهيمى

  • Hayvanî. (Arapça)

behimi hisler / behimî hisler

  • Hayvanî duygular.

behişt-i gına / behişt-i gınâ

  • Cenab-ı Hak'tan başka hiç kimseye minnet etmeden hâsıl olan saadet, cennet. Gına ve istiğnânın cenneti.

behur

  • Tütsü. (Dilimizde buhur şeklinde kullanılır)

behv

  • (Behve) Misafir odası.
  • Yer altında hayvan ağılı. (Bu iki mananın cem'i Ebhâ-Bühüvv şeklindedir)
  • Geniş meydan, yer.
  • Göğüsün içi, boğazdan mideye kadar olan aralık.
  • Rahim ile mahrecinin arası.

beka / bekâ

  • Allahü teâlânın sıfatlarından. Allahü teâlânın varlığının sonsuz olması, hiç yok olmaması.
  • Bekâ-billah.

beka-i nev'

  • Nev'in devamı. Meselâ: İnsan nev'inin, yani insanların devam edip bitmemesi, çocukların doğması ile olduğu gibi.

bekre

  • Kuyu ve benzerlerinde kullanılan makara, çıkrık, çark.
  • Mafsallarda bulunan makara şeklindeki kemik.

bektaşilik / bektâşîlik

  • Evliyânın büyüklerinden Hacı Bektâş-ı Velî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.

bel'-i lokma

  • Lokmanın yutulması.

bela / belâ

  • Allahü teâlânın insanları imtihan etmek, denemek için verdiği maddî ve mânevî üzüntü, sıkıntı, musîbet, âfet.

belagat / belâgat

  • Hitâbettiği kimselere göre uygun, tam yerinde, düzgün ve hakikatlı güzel söz söyleme san'atı. Muktezâ-yı hâle mutâbık söz söylemek.
  • Belâgat, hem düzgün, hem yerinde söz söylemeyi öğreten ilmin de adı olur. Ve maani, beyan, bedi' diye üç kısma ayrılır. Bu gün Edebiyat denilen bilgiye,

belbus / belbûs

  • Bir nevi haşhaş. (Farsça)
  • Yabani soğan. Dağ soğanı, sarmısak. (Farsça)

beled suresi / beled sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin doksanıncı sûresi.

belediye

  • Bir şehir veya kasabanın temizliği, bayındırlığı ve nizamiyle ilgilenen daire.

belham

  • Çiftçilikte kullanılan saban. Çift sürmeğe yarayan âlet.

belkıs

  • Süleyman (A.S.) zamanında, Yemen'de Sebe şehrinde hükümet süren Himyerîlerden bir melikedir.
  • Süleymân aleyhisselâm zamânında Yemen'de Sebe' şehrinde hüküm süren Himyerîlerden bir kadın sultan.

bell

  • Yaş etmek. Islatmak.
  • Ulaştırmak.
  • Hastanın sağlamlaşması.

benaver

  • İri, büyük çıban. Kan çıbanı. (Farsça)

bencillik

  • Kendini beğenmek, kendini büyük görmek, enâniyet.

bend-i ahenin / bend-i âhenin

  • Demir bağ. Demirden mânia.

beng

  • Bir bitki ve tohumu ki, afyon gibi uyuşturan, keyf verici olarak da kullanılan bir madde. Esrar. (Farsça)
  • Atlas üzerine işlenmiş sırma işlemeli bir çeşit kumaş. (Farsça)
  • Küçük çitlenbik. (Farsça)

beni israil / benî isrâil

  • İsrâiloğulları. Ya'kûb aleyhisselâmın, on iki oğlundan gelen evladı ve torunları. Ya'kûb aleyhisselâmın diğer adı İsrâîl olduğu için, soyundan gelenler bu isimle anılmışlardır.

benul-ahyaf / benûl-ahyâf

  • İslâm mîrâs hukûkunda Eshâb-ı ferâiz adı verilen (Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde hisselerini, paylarını bildirdiği) kimselerden ana bir erkek ve kız kardeşler.

ber'

  • (Berâ, Bur', Bürü') Yaratmak. Halketmek.
  • Hastanın iyileşmesi. Sağlamlık.

beraet / berâet

  • Temize çıkma. Temizlik, münezzehiyet. Bulaşık ve giriftâr olmama. Âri olma.
  • Huk: Bir davânın neticesinde suçsuz olduğu anlaşılma.

berahihte

  • Daha ziyade silâh hakkında kullanılan bir tâbirdir. Çıkarılmış, çekilmiş mânâlarına gelir. (Farsça)

berahin / berâhîn / براهين

  • Kesin deliller, güçlü kanıtlar.
  • Deliller, kanıtlar. (Arapça)

berahin-i mabudiyet / berâhîn-i mâbûdiyet

  • İbadet edilmeye lâyık olmanın delilleri.

berat / berât

  • Nişan, ayrıcalık fermanı.

berbere

  • Kızgınlık ânında söylenip çağırmak bağırmak.

berdi

  • Hasır yapımında kullanılan bir ot cinsi.

bere

  • Tıb: Ezilme veya kılcal damarların kopması sonunda kanın, dokular içinde birikmesi ve bundan dolayı meydana gelen morluk. (Türkçe)

bereket

  • Allahü teâlânın bol nîmet vermesi.
  • Hayır, fayda.
  • Rahmet.
  • Bolluk. Çokluk. Feyiz. Cenab-ı Hakk'ın lütfu, ihsanı. Uğurluluk. Meymenet, saadet.

bereket-i ihsan

  • İlâhî ihsanın bereketi.

berham

  • Yahudiler arasında kullanılan bir isim.

beri / berî

  • (Berâet. den) Kurtulmuş. Temiz. Kayıt ve hüküm altında olmayan. Zimmeti bulunmayan adam. Hiçbir karışıklık, kusur ve noksanı olmayan. Hastalıktan sâlim olan.

berniye

  • (Çoğulu: Berâni) Büyük küp.
  • Küçük horoz.
  • Bir hurma cinsi.

berr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). İhsân eden, iyilik eden, yâni her iyilik kendisinden olan, îmân edip, iyi ameller yapmayı nasîb edip, bunlara karşılık âhirette sevâb ve dünyâda sıhhat, kuvvet, mal, makam, evlâd ve yardımcı lar veren.
  • Îtikâdı doğru, amelleri i

berrak

  • Nurlu, pek parlak.
  • Bulanık olmayan, duru, açık, saf.

berrani / berranî

  • (Berr. den) Sahra ve kıra ait. Yabani.
  • Hâricî, zâhirî.
  • Şer'î hükümlere uymayan.

berzah

  • İki âlemin arası. Kabir. Dünya ile âhiret arası.
  • Perde.
  • Sıkıntılı yer.
  • İki yer arasındaki geçit.
  • Mani'a, engel,. Ölen insanların ruhları kıyamete kadar berzah âleminde bulunurlar. Berzah büyük ve mânevi bir âlemdir. Dindar olup cennetlik olanlar, berzah âlemin

berzede

  • Toplanılmış, biriktirilmiş, bir araya getirilmiş. (Farsça)

beşaret ve teavün-ü gavsi / beşaret ve teavün-ü gavsî

  • Abdülkadir Geylanî'nin (k.s.) mânen yardımı ve müjdesi.

beşaret-i aleviye ve gavsiye

  • Hz. Abdulkadir Geylanî ve Hz. Ali'nin müjdesi.

besek

  • (Besdek) Esneme. (Farsça)
  • Harman yerinde toplanılarak demet yapılan arpa ve buğdaylar. (Farsça)

beşeri / beşerî / بشری

  • İnsanî, insanla ilgili.
  • İnsanî, insana has olan.
  • İnsana ve insanın fıtrî hallerine mensub ve müteallik. İnsanla ilgili.
  • İnsanlıkla ilgili, insanî. (Arapça)

beşerin ca'li

  • İnsanın yaratılması, halife kılınması.

beşeriyyet

  • İnsanlık.
  • İnsanın yaratılış özellikleri.
  • İnsanın tab' ve hilkati ve fıtrî halleri. İnsanlık.

besmele / بَسْمَلَه

  • Bismillahirrahmanirrahim'in kısaltılmış ismi. Müslüman her işine Bismillah ile başlar. Yani her işi Allah adına ve Allah için yapar. Atomlardan yıldızlara kadar her varlık da Allah adına ve Allah için hareket eder. İnsan da Bismillah diyemiyeceği, yani Allah'ın emri ve izni olmayan bir işi ve hareke
  • Bismillâhirrahmânirrahîm'in kısaltılmış ismi.
  • Bismillâhirrahmânirrahîm sözü.
  • Bismillahirrahmanirrahim.
  • Bismillahirrahmanirrahim cümlesinin adı.

besmele-i şerife

  • Bismillâhirrahmânirrahîm cümlesi.

betile

  • (Çoğulu: Betâil) Hurma fidanı.

bevadih / bevâdih

  • Tasavvufta, insan kalbine gayb âleminden âniden gelen şeyler.

bevarid

  • (Tekili: Bârid) Soğutulmuş yemekler.
  • Omuzlarda boyun arasında, gerdanın yanında veya kulaklar arasında ve ensede olan etler.
  • Sakat şeyler.

bevk

  • Fenalık, düşmanlık, keder ve belâ meydana getirme.
  • Musibet, felâket.
  • İzinsiz ve habersiz olarak bir yere aniden çıkagelme.
  • Çalıp çırpma.
  • Yalan söz.
  • Boşboğaz (adam).
  • Şiddetli yağmur.

bevval-i çeh-i zemzem / bevvâl-i çeh-i zemzem

  • Zemzem kuyusuna işeyen.
  • Mc: Yalnız şöhret kazanmak ve adı anılmak için uygunsuz iş yapan.

bey'-i batıl / bey'-i bâtıl

  • Sahih olmayan, yâni dînen bulunması lâzım gelen şartların hepsi veyâ bir kısmı bulunmayan alış veriş.

beyan-ı mu'ciz / beyân-ı mu'ciz

  • Mu'cizevî açıklama; açıklamaları mu'cize olan ve bir benzer açıklamayı yapmaktan başkalarını âciz bırakan Kur'ân'ın beyanı.

beyani / beyânî

  • Açıklanıp bildirilen.

beydane

  • (Çoğulu: Beydânât) Yabani dişi eşek.

beyder

  • Ekin harmanı. (Farsça)
  • Doğru lügat. (Farsça)

beyin

  • Kafatasının en büyük kısmını kaplayan, kalınca ve dayanıklı üç zarla örtülmüş olan bir sinir merkezidir. Yumuşak ve beyazımsı bir kitle olan beyin, duygu ve bilgi merkezidir. Ak ve boz maddeden yapılmıştır ve iki yarım küre olarak yaratılmıştır. Yarım kürelerden birinde bir arıza sebebiyle bu merkez (Türkçe)

beyincik

  • Art kafa çukurunda beyin kökünün üst arka kısmında bulunan merkezi sinir sisteminin bir organıdır. Mühim bir görevi, hareketlerimizin âhenk içinde olmasını sağlamaktır.

beyninizde

  • Aranızda.

beyrem

  • (Çoğulu: Beyârim) Marangoz rendesi.
  • Uzun ve sert taş.
  • Bir yeri kazmakta kullanılan kazma âleti.

beyt-ül ankebut / beyt-ül ankebût

  • Örümcek yuvası.
  • Mc: Derme çatma yapılmış ev.
  • Dayanıksız ve kuvvetsiz şey.

beyt-ül makdis

  • Mukaddes ev. Beyt-ül Mukaddes de denir. Çok eskiden Peygamberlerin inşâ ettikleri kudsî mâbet. Bir ismi de Mescid-ül Aksâdır.
  • İnsanın, Cenab-ı Hak'tan başka kimse ile tatmin olmayan kalbine de aynı isim verilir.

beytülmal

  • (Beyt-ül mâl) İlk defa Hz. Muhammed (A.S.M.) tarafından kurulan ve gelir kaynaklarıyla sarfiyat yerleri şer'î olarak tayin edilmiş İslâm devletinin mâliye hazinesi.Gelir kaynakları: 1- Zekât ve sadakalar. 2- Ganimetler. 3- Fey=Zekât ve ganimet dışında kalan ve beyt-ül male ait olan mallar.Beyt-ül ma

beyza

  • Yumurta.
  • Demir başlık.
  • İnsanın hayası. Husye.

bezazet

  • Bezcilik. Manifaturacılık.

bezesten

  • Değerli eşyanın satıldığı kapalıçarşı. (Farsça)

bezir

  • Ekilecek tohum, tane.
  • Keten tohumundan çıkarılan bir yağ. Bu yağ, yağlıboya yapmakta kullanılır.

bezl-i can

  • Canını esirgemeden vermek.

bezm-i elest

  • Cenab-ı Hak ruhları yarattığında "Ben Rabbiniz değil miyim? meâlinde soru sorduğunda, ruhlar, "Evet Rabbimizsin" diye cevap vermeleri ânına "Elest meclisi" veya "Bezm-i elest" tabir edilir.

bezm-i ezel-i elestü

  • Cenâb-ı Hak ezelde ruhları yarattığında, "Ben Rabbiniz değil miyim?" şeklindeki soruya bütün ruhların, "Evet Sen Rabbimizsin" diye söz vermeleri ânı; "Elest meclisi" veya "Bezm-i elest" şeklinde de ifade edilir.

bezzaz / بزبز

  • Bez satan. Manifaturacı.
  • Muhaddislerden bir zatın nâmı.
  • Manifaturacı, kumaşçı. (Arapça)

bi'at / bî'at

  • Sözleşme, söz verme, teslimiyet.
  • Devlet başkanı durumunda olan kimseye, senin başkanlığını, idâreciliğini kabûl ettim, iyi ve faydalı her sözüne itâat edeceğim, şeklinde söz vermek, bağlılığını bildirmek.

bi'set

  • Gönderilme. İnsanları hak ve doğru yola sevk için gönderilen Cenab-ı Peygamberimiz Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) nübüvvetinin başlangıç zamanı, nübüvvetinin bidayeti.

bi-

  • Başına eklendiği kelimeyi "e" haline getirir. İle, için mânâlarını vererek Farsçadaki "be" edatıyla aynı vazifeyi görür. Harf-i cerdir. Yâni; kendinden sonraki kelimeyi esre ("İ" diye) okutur. Yemin için de kullanılır.

bi-çun vebi-çigune / bî-çûn vebî-çigûne

  • Hiçbir şeye benzemeyen, nasıl olduğu anlaşılamayan. Allahü teâlânın nasıl olduğunun bilinemeyeceğini ve akıl ile anlaşılamayacağını, idrâk olunamayacağını ifâde eden bir terim.

bi-dari / bî-darî

  • Uyanıklık. Dikkatlilik.

bibi

  • Hala, babanın kızkardeşi.

bid'at

  • (Bid'a) Sonradan çıkarılan âdetler.
  • Fık: Dinin aslında olmadığı hâlde, din namına sonradan çıkmış olan adetler. Meselâ: Giyim ve kıyafetlerde, cemiyet (toplum) hayatındaki ilişkilerde, terbiye ve ahlâk kurallarında, ibadet hayatında yani dinin hükmettiği her sahada, dine uygun olmaya

bid'at-ı seyyie

  • Resûlullah'ın ve Eshâbının zamanlarında bulunmayıp da, dinde sonradan meydana çıkan ve bir sünnetin unutulmasına sebeb olan bozuk inanış ve ibâdet olarak yapılan işler.

bid'at-üz zaman

  • Zamanın bid'ası. Yeni çıkan harikulâde şey. Zamanın acib ve garibi.

bid'atkar / bid'atkâr

  • Bid'at ortaya çıkarıp uygulayan, İslâmın ruhuna ve özüne ters davranışlara taraftar olan.

bid'atüzzaman

  • Zamanın bid'ası; zamanın yenilikçi acayip kişisi.

bidakarane / bidâkârâne

  • Dinde olmayanı dine sokarcasına.

bidar / bîdar / bîdâr / بيدار

  • Uykusuz, uyumayan. Uyanık. (Farsça)
  • Uyanık. (Farsça)

bidar-dil / bîdar-dil

  • Uyanık, aydın. (Farsça)

bidatkar / bidâtkâr

  • Bidatçı, dinde olmayanı dine sokan bozguncu.

bidatüzzaman / bidâtüzzaman

  • Zamanın görülmemiş ve harika olanı.

bidayet mahkemesi

  • Bu tâbir eskiden Asliye Mahkemeleri için kullanılırdı.

bila / bilâ

  • Olmayarak, sahib olmıyan "...sız,...siz" mânâları yerine kullanılan edattır. Kelimenin başına getirilerek menfi mânâ hasıl olur.

bila teşbih / bilâ teşbih

  • Benzetme olmaksızın; Allah'ı yaratılmışlara benzemekten uzak tutmak için kullanılır.

bilal

  • Siyah ve beyaz, yâni kara ile ak olmak.

bilamühlet / bilâmühlet / بلامهلت

  • Zaman tanımadan, süre vermeden. (Arapça)

bilinç

  • Psk: İnsanın kendi varlığından ve kendine tesir eden çevresinde meydana gelen hadise ve değişikliklerin, bilgisine sahip olması hali. Şuurun dereceleri vardır. Meselâ: Düşünüyorum ve düşündüğümü biliyorum, yine düşündüğümü bildiğimi de biliyorum ve hakeza. Şuurlu olma ruhun bir vasfıdır. Maddede şuu (Türkçe)

bilisan-ı cev

  • Havanın diliyle.

binam / bînâm / بينام

  • Adsız, tanınmamış. (Farsça)

binavend

  • Mâni, engel. (Farsça)

binevend

  • Mâni, engel. (Farsça)

bini / binî

  • Burun. (İnsan ve deniz için kullanılır.) (Farsça)
  • Dağ tepesi. (Farsça)
  • Zirve, uç nokta. (Farsça)
  • Yayın ele alınan kısmının ucu. (Farsça)
  • Görürlük, görmeklik. (Farsça)

bintü'l-fikri

  • "Kıza benzeyen düşünce" mânâsında, Üstadın bazı mahrem fikirleri herkese okutmanın doğru olmadığını belirten bir benzetme.

birr

  • Hayır, iyilik, Allahü teâlânın emirlerine uymak.

biryan / biryân

  • Yaralı, yanık.

birzevn

  • (Çoğulu: Berâzin) Semer vurdukları at. (Farisîde "esb-i palanî" derler)

bisebat / bîsebat / بى ثبات

  • Dayanıksız. (Farsça - Arapça)

bisebeb / bîsebeb / بى سبب

  • Dayanıksız. (Farsça - Arapça)

bist

  • (Çoğulu: Ebsât-Büsât) Yavrusu yanında olan dişi deve.
  • Salıverilmiş, bırakılmış olan şey.

bitan

  • Deve kolanı. Karnı tok kimse.

bıtna

  • Malın, paranın ve servetin ziyadeliğinden doğan sürur, sevinç.
  • Mide dolgunluğu.

bitüm

  • Yerin altında bulunup sıvı ve sarımtırak veyahut katı ve kara bir durum ve renkte olan maddedir ki, asfalt yol yapılırken kullanılır.

biyoloji

  • yun. Canlı varlıkları inceliyen ilim. Hayvanları inceleyen bölümüne zooloji; bitkileri inceleyen bölümüne botanik denir. Biyoloji, incelediği konulara göre çeşitli isimler alır. Canlının dış yapısını inceleyen: Morfoloji; dokuları inceleyen; histoloji canlıların büyüyüp gelişmelerini: embriyoloji; h

blöf

  • ing. Karşısındakini yanıltmak veya yıldırmak için aslı olmayan şeyleri gerçekmiş gibi göstermek.

bolşevik / بُولْشَوِيكْ

  • Çoğunluktan yana anlamına gelen Rusça kelime, 1903 yılında düzenlenen Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin İkinci Kongresi'nde Vladimir Lenin ve Julius Martov arasında yeni kurulmakta olan partinin üyelik tanımı üzerine başlayan görüş ayrılığı sonucu yaşanan ayrışmadaki taraflardan Lenin yanlısı grup.

bolşeviklik

  • Bolşevik, çoğunluktan yana anlamına gelen Rusça kelime, 1903 yılında düzenlenen Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin İkinci Kongresi'nde Vladimir Lenin ve Julius Martov arasında yeni kurulmakta olan partinin üyelik tanımı üzerine başlayan görüş ayrılığı sonucu yaşanan ayrışmadaki taraflardan Lenin yanlısı grup. Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça çoğunluk anlamına gelen Bolşevik olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılacaktır.

    Kongreden sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği'ni kuracaklardır.


Bolşevizm

  • Rusça'da çoğunluk anlamına gelir.

    Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi (RSDIP) içindeki ayrılıkta Lenin ile aynı görüşü savunanlar kongre çoğunluğu sağlamışlar ve bu tarihten sonra Leninist görüşleri savunmanın diğer adı Bolşevizim olmuştur. Bu kelimenin Rusça'daki zıddı; Menşevik.

    Bu kongrede azınlıkta kalan grup ise Menşevikler olarak adlandırılmıştır. Marksist literatürde menşevik bir hakaret olarak kullanılır.

bono

  • İtl. Ticaret senedi. Muayyen bir va'denin sonunda belirli bir paranın belli bir kimseye ödeneceğini bildiren senet.

borç

  • Geri verilmek niyetiyle ihtiyaç sahiplerine verilen para. Müslümanlıkta faizle borç vermek haramdır, günahtır. Borcunu ödiyemiyecek durumda onların borçlarını bağışlamak veya sonraya bırakmak sevaptır. Borcunu ödeyebilecek durumda olanlar da borçlarını zamanında ödemelidirler. Ödeyemiyecek olanlar d

borsa

  • (Ticarette) Vasıfları belli ölçülere uyan yani standartlaştırılabilen malların örnekleri üzerinden alım satımının yapıldığı devlet kontrolü altında teşkilâtlanmış pazar yeri.

bostan-ı hilkat

  • Yaratılış bostanı, bahçesi.

bostan-ı huda / bostan-ı hudâ

  • Huda'nın, Allah'ın bostanı meâlinde olup, İlâhî güzellikleri ve tecelli-i İlâhînin aksettiği yer mânâsında kullanılır. "Vahidiyet mertebesi" diye de söylenmiştir. (Farsça)

bostan-ı kemalat / bostan-ı kemâlât

  • Olgunluklar bostanı, mükemmellikler bahçesi; yani mükemmelliklerin yetişip olgunlaşmasına vesile olan ortam.

brahma dini / brahma dîni

  • Hindistan'da mîlâddan asırlarca önce ortaya çıkmış, Allahü teâlânın varlığına inandığı gibi, başka tanrıları (ilâhları) da kabûl eden ve bütün peygamberleri inkâr eden bozuk yol ve inanış.

brehmen

  • Brahmanizm denilen bozuk yola mensûb kimse.

büdela / büdelâ

  • Bedeller. Ricâlü'l-Gayb denilen Allahü teâlânın insanlardan gizlediği evliyâ zâtlar. Bedîl'in çokluk şeklidir. Ebdâl de denir.

budizm

  • Hindistan'da M.Ö. altıncı yüzyılda yaşamış olan Buda'nın kurduğu, Uzakdoğu ülkelerinde yaygın bozuk bir inanış. Bu inanışta olanlara Budist denir.

buğd-ı fillah / buğd-ı fillâh

  • Allahü teâlânın düşmanlarını Allahü teâlâ için sevmemek ve onlardan uzaklaşmak.

buhari / buharî

  • (Hi: 194-256) Buhâralı. 600 bin hadisten seçilen 7275 hadis ile en mu'teber ve en sahih Sahih-i Buharî ismi ile anılan hadis kitabının müellifi.

buhran

  • Sıkıntı. Darlık. Nöbet. Kriz. Hastalığın ağır zamanı.
  • Bir işin tehlikeli ve karışık hâl alması.

bülehniye

  • Maişet genişliği.
  • Gani olmak, zenginleşmek.

büllet

  • (Çoğulu: Bilâl) Hurmanın ıslanıp yaş olması.

bülten

  • Halka bilgi veren, özet olarak yazılmış resmi yazı. (Fransızca)
  • Bir müessesenin, kurumun faaliyetlerini tanıtan ve belli zaman aralıklarıyla yayınlanan mevkute. (Fransızca)

bündad

  • Temel. Binanın esası. (Farsça)
  • Destek, payanda. Duvar, set. (Farsça)

bundan maada / bundan mâada

  • Bundan başka, bunun yanısıra. (Türkçe - Arapça)

bünye

  • Yapı; insanın maddi ve mânevî yapısı.

bür'

  • (Büru') Hastanın iyileşmeğe başlaması.
  • Kurtulmak.
  • Fazilette ve bilgide üstünlük.

burak / بُرَاقْ

  • Peygamber efendimizin göklere çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü gece (mîrac gecesinde) üzerine bindiği ve kendisini Mekke'den Kudüs-ü şerîfe kadar götüren (taşıyan) Cennet hayvanı. Burak, dünyâ hayvanlarından değildir. Erkekliği ve dişiliği yoktur. Çok hızlı giderdi.
  • Nurâni bir binek.

burak-ı meşveret-i şer'iye

  • Şer'î meşveret bineği; şeriatın her türlü meselenin çözümünde esas aldığı istişare ve danışma kurulu.

burak-ı tevfik-i ilahiye / burak-ı tevfik-i ilâhîye

  • Allah'ın burak gibi hızlı olan başarı ihsanı.

bürdi / bürdî

  • Hurmanın iyisi.

büresa'

  • Nâs mânâsına kullanılan bir isim.

burhan

  • Delil, kanıt.

bürhan / bürhân

  • Güçlü delil, sarsılmaz kanıt.

burhan / برهان

  • Kanıt, delil. (Arapça)

bürhan / bürhân / برهان

  • Kanıt. (Arapça)

burhan-ı bahire / burhan-ı bâhire

  • Çok açık olan kesin delil, sarsılmaz kanıt.

bürhan-ı enfüsi / bürhan-ı enfüsî

  • İnsanın içinde ve hayatında görünen bürhan. Nefse ve şahsa ve içe ait bürhan.

burhan-ı inni / burhân-ı innî

  • İnneli (elbetteli) delîl. Eserden müessire (o eseri yapana), san'attan san'atkâra ve netîceden sebebe götüren delîl. Kelâm (akâid) ilminde daha çok bu delîl kullanılır.

bürhan-ı inni / bürhan-ı innî

  • Hâdiselerden kanunlarına, neticelerden sebeblerine ve eserden müessire olan delil. Dumanın ateşe delil olması gibi.
  • Olaylardan kanunlara, neticelerden sebeplere, eserden eserin sahibine (müsebbip) ulaştıran delil. Dumanın ateşe delil olup göstermesi gibi.

burhan-ı limmi / burhân-ı limmî

  • Limeli (niçinli) delîl. İlletten sebebden ma'lûle (illetin bulunduğu şeye), müessirden (eseri yapandan) esere, san'atkârdan san'ata, sebebden netîceye götüren delîl. Görülen ateşten dumanın varlığına hükmetmek böyledir.

bürhan-ı limmi / bürhan-ı limmî

  • Kanunlardan hâdiselerine, sebeblerden neticelerine ve müessirden esere olan istidlâl. Yani eseri meydana getirenden esere olan delil. Kablî delil. Ateşin dumana delil olması gibi.

burhan-ı muazzam

  • Çok büyük kanıt, delil.

burhan-ı tatbik / burhân-ı tatbîk

  • Kelâm ilminde Allahü teâlânın varlığını ve kadîm (ezelî), olduğunu (başlangıcının olmadığını) isbâtta kullanılan delîllerden biri.

burhan-ı temanü / burhân-ı temânü

  • Kelâm ilminde Allahü teâlânın varlığını ve birliğini isbâtta kullanılan delîl.

bürhan-üt temanü' / bürhan-üt temânü'

  • İstiklâliyet, ulûhiyetin zâtî bir hassası ve zaruri bir lâzımı olduğuna dair ve şirkin butlanını isbat eden delil ki; eşyanın yaradılışı müteaddit ellere ve esbaba verilse, âlemdeki nizam bozulup karışıklıklar çıkacağını gösterir, isbat eder.

bürhun

  • Duvar. Kemer. (Farsça)
  • Çember, daire. (Farsça)
  • Hâne, ev ve kale kapısı. (Farsça)
  • Mâni, engel, çit. Avlu. (Farsça)

bürin

  • Dilim (Daha çok meyveler için kullanılır.) (Farsça)

bürme

  • (Çoğulu: Birem-Birâm) Çömlek yapımında kullanılan yumuşak taş.
  • Çömlek.
  • Baş örtüsü.

bürnüs

  • (Çoğulu: Berânis) Bir uzun takke. (İbtidâ-i İslâm'da ruhbanlar giyerlerdi.)

büruc

  • (Tekili: Burc) Burç, aslında âşikar şey mânasına gelir. Her bakanın gözüne çarpacak şeklide zâhir olan yüksek köşk mânasına da kullanılmıştır.
  • Bunlara teşbihen veya zuhur mânâsıyla semâdaki bir kısım yıldızlara veya bazı yıldızların toplanmasından meydana gelen şekillere ve farazi su

büsuk

  • Bir kimsenin, akranına üstün olması.
  • Ağacın uzaması.
  • Uzunluk.

butlan-ı mana / butlan-ı mânâ

  • Mânânın batıl, yanlış ve hükümsüz oluşu.

buyrultu

  • Sadrazam, kaptan-ı derya, vezir, beylerbeyi gibi devlet erkânının yazılı emirleri. (Türkçe)

büz-ban

  • Keçi çobanı. (Farsça)

ca'l

  • Yaratmak, halk.
  • Almak.
  • İş işlemek. Yapmak.
  • Bu kelime Kur'ân-ı Kerim'de onüç vecihle kullanılmıştır:1- Tafak ve ahz (inşâ ve ikbal) mânasına; bir işi işlemeğe müteveccih olup başlamak ve işler olmak.2- Halketmek, yaratmak.3- Kavl ve irsal.4- Tehiyye ve tesviye (tanzim

cabir-ül-ensari / câbir-ül-ensarî

  • Câbir Bin Abdullah El-Ensarî (R.A.) da denir. Meşhur sahabelerdendir. Bizzat Resul-i Ekrem'den (A.S.M.) ilim ve feyiz almış ve zamanında Medine-i Münevvere'nin müftüsü olmuştur. En çok hadis rivayetiyle meşhur olan altı sahabeden biridir. 1540 hadis rivayet etmiştir. 19 gazada hazır bulunmuştur. Hic

cablusi / cablusî

  • Dalkavukluk, yaltaklanıcılık. (Farsça)

cadde-i kübra-yı kur'aniye / cadde-i kübrâ-yı kur'âniye / جَادَّۀِ كُبْرَايِ قُرْآنِيَه

  • Kur'ânın en büyük caddesi.

cadı

  • Avrupa'da putperestlik çağından beri gelen bir inanca göre, şeytanın gücünü kullanarak büyü yolu ile insanlara kötülük eden, felâketler getiren kadın. Bu bâtıl inanç yüzünden birçok yaşlı masum kadın, cadı diye Hristiyanların kurduğu Engizisyon mahkemeleri kararıyla yakılmıştır.

cadu

  • Büyücü, cadı. (Farsça)
  • Hortlak, gulyabani. (Farsça)
  • Acuze, çirkin kocakarı. (Farsça)
  • Çok güzel söz. (Farsça)

çağrışım

  • Psk: Bir idrakla kazanılan bir fikrin başka bir idrak (algı) ile kazanılan fikir arasında bağıntı kurulması, birinin diğerini hatıra getirmesidir. Bu bağıntı zaman ve mekânda yakınlık, benzerlik ve zıdlık sebebiyle kurulur. Sevap deyince günahın; abdest deyince namazın; Cennet deyince Cehennem'in de

cahid

  • Mânen, kavlen, kalemen ve maddeten cihad eden. Mücâhid olan. Din düşmanı ile elinden geldiği kadar mânen, kavlen, kalemen ve maddeten cenkeden, vuruşan. Mümkün olduğu kadar gayretle çalışan. Kur'an ve İman hakikatlarının neşrinde çalışmak suretiyle mücahede eden.

cahif

  • Kişinin kendi yanında olan şeylerin çokluğundan fahirlenmesi.
  • Uykusunda dişini öttürmek.
  • Çok fazla hafiflik üzerine olmak.
  • Nefis, ruh.
  • İnsanın karnından çıkan ses.
  • Kısa.
  • Çok asker.

cahil

  • Tecrübesiz. Bilgisiz. Genç. Toy.
  • Allah'ı unutmuş olan. Gafil. (Dünya ve kâinatta Allah'ın bunca eserleri sergilenip dururken bunların sanatkârını ve yaratıcısını tanımamak cahilliğin en akılsızcasıdır.)

cahız / câhız

  • Asıl ismi Amr İbn-ül Bahr olan ve gözünün hadekası çıkık olduğu için bu isimle anılan büyük bir Arab edibi.
  • Patlak gözlü adam.

cahşe

  • Eşek sıpasının dişisi.
  • Çobanın eline dolayıp eğerdiği ip.

cair

  • Mâni, engel.
  • Eğri.
  • Çok, kesîr.
  • Eziyet eden. Cevreden. Zulmeden.

caka

  • (Argo) Gösteriş, çalım. Caka, mal mülk, giyim, kuşam, yahut hareket davranış yoluyla olabilir. İslâm'da gösterişin her şekli haram ve günahtır. Bugün bazı kimseler ve aileler gösteriş belâsı yüzünden maddî sıkıntılara düşmekte, israfa sürüklenmektedir. İşledikleri günahın cezasını bu dünyada da çeki

çala

  • İsimlerden önce kullanılarak, devam ve şiddetli ve pervasız kullanılmasını bildirir. Meselâ: Çalakalem: Çabuk ve gelişigüzel ve ilmi olmayan yazı yazmak.

çalgı

  • Müzik âleti. Müzik, çalgı. (İslâm âlimleri insanda maddi, hayvâni hisler ve hevesler uyandıran müziğin haram olduğunu bildirmişlerdir.)

cami' / câmi'

  • Toplayan.
  • Müslümanların ibâdet etmek için toplandıkları yer, mâbed.
  • Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden. Çeşitli hakîkatleri ve enfüs (iç) ve âfâktaki (dıştaki) zıt işleri birleştirici, kıyâmet gününde yeryüzünde olan cinleri, insanları ve mahlûkâtı bir araya getirici insanların dağı

camiiyet-i tamme / câmiiyet-i tâmme

  • İnsanın İlâhî ilimlerin tecellîlerini mükemmel bir şekilde mahiyetinde toplanması.

camit

  • Eski ve Ortaçağlarda Giresun ile Samsun arasında kalan dağlık mıntıkaya verilen ad. Osmanlılar zamanında bu kelime Canik olarak kullanılmıştır.

can

  • Yaşayış. Diride olan kudret, kuvvet. Hayat cevheri. Madde ilimleri, maddenin; hayat ilimleri (biyolojik ilimler) hayatın ne olduğunu açıklıyamamışlardır. Aslında bunların konusu da madde, hayat ve ruhun kendisi değil, bunların tezahürleri yani olay haline gelen tesirleridir. Deney ilimlerini (Farsça)

can-efşan

  • Bir dâvâ uğrunda canını veren, canını feda eden. (Farsça)

can-nisar

  • Canını harcayan, canını fedâ eden. (Farsça)

canbaz / cânbâz / جانباز

  • (Çoğulu: Canbazan) Can ile oynayan, canını tehlikeye koyan, canbaz.
  • Hayvan alış-verişi ile uğraşan kimse.
  • Aldatan, hilekâr, hile yapan.
  • Eskiden atlı fedai asker.
  • Canını hiçe sayan. (Farsça)
  • Fedai. (Farsça)
  • Cambaz. (Farsça)

canbeleb

  • Ölecek halde, canı dudakta.

canefşan / canefşân / جان افشان

  • Canını hiçe sayan, fedai. (Farsça)

canfeşan / cânfeşân / جان فشان

  • Canını hiçe sayan, fedai. (Farsça)

canhıraş

  • Dayanılmayacak derecede acı ve keder veren.

cani

  • Cinayet işlemiş olan. Birisini öldürmüş veya yaralamış bulunan. Caniler nasıl haksız yere insanı öldürüyorlar ve onların hayatlarına son veriyorlarsa; kâfirler, inkârcılar, dinsizler de birer cani sayılırlar. Çünkü Allah'ın eserleri olan canlı ve cansız varlıklar onun sonsuz kudretini, ilmini, irade

canibeyn

  • İki taraf, iki cânib, iki yan.

caniha

  • (Bak: CANİH)

caniyane / câniyâne

  • Canicesine.
  • Câni gibi, cânice.

caniye

  • Cani; acımasız ve gaddar; cinayet işlemiş olan.

cankurtaran

  • t. Ölüm tehlikesinde olanları kurtarmak için kullanılan vasıta.
  • Hasta ve yaralıları hastahaneye taşıyan otomobil. Ambulans.

cannisar / cânnisâr / جان نثار

  • Canını feda eden. (Farsça - Arapça)

cansipar / cânsipâr / جان سپار

  • Canını feda eden. (Farsça)

cansiper

  • (Cansupâr): Canını feda eden. (Farsça)

cansiperane / cansiperâne / cânsiperâne / جان سپرانه

  • Canını feda edercesine. (Farsça)
  • Canını fedâ edercesine, canını siper ederek.
  • Canını verircesine.
  • Canını feda edercesine. (Farsça)

car

  • Faydasız bağırıp çağırmayı ve gevezeliği ifade eder ve ekseriya mükerrer kullanılır.

çar

  • Eski Rus İmparatorlarının unvanı.

çar-erkan-ı cuvani / çar-erkân-ı cuvanî

  • Padişahın özel hizmetlerinde bulunan ve Enderun'un azamlarından olan dört kişi hakkında kullanılan bir tabirdir.

çar-şenbih

  • Haftanın dördüncü günü. Çarşamba günü. (Farsça)

çar-yar

  • Dört dost. (Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (R.A.) lerin nâmları.) Dört Halife, Hulefâ-i Erbaa veya Ashab-ı Güzin diye de ihtiramla anılırlar.

çare / çâre

  • Neticeye varmak üzere maniaları kaldırmak için tutulması icabeden çıkar yol. Kurtuluş yolu. Tedbir, yardım, yol. (Farsça)
  • Hile. (Farsça)
  • Bir def'a. (Farsça)
  • Ayrılık. (Farsça)

çarmih / çârmîh

  • Dört çivi. Birbiri üzerine dikey olarak konulmuş iki tahtadan meydana gelen, suçluları îdâm etmek için kullanılan haç şeklindeki darağacı. Bu cezâya çarptırılan kişi iki yana açılmış kollarından ve bağlanmış ayaklarından çivilenerek öldürülürdü.

çarşaf

  • Yatağın üstüne serilen veya yorgana kaplanan bez örtü.
  • Kadınların kullandığı baştan örtülen, pelerinli eteklikli sokak elbisesi. Kadınların örtünmesi farzdır. Bu maksatla çarşaf ucuz, pratik, hafif olması ve zengin fakir herkesin kolayca sağlıyabilmesi bakımından yaygın olarak kulanı

carud

  • Nasrani rüesasından olup Şam'ın da reislerindendi. Kitablarında Hz. Peygamber'in (A.S.M.) vasıflarını görüp imân edenlerdendir. Asr-ı Saâdetten önce yaşamıştır.

caslik

  • (Cesâlik) Nasrâniler hakîmi.
  • Çokluk, kesret.

cavid / câvid

  • (Câvidân, câvidâne, câvidânî) Sermedî, sonu olmayan, sonsuz, dâimî, lâyemut. (Farsça)

cazibe

  • Çekme kuvveti.
  • Mc: Letafet zamanı. Hüsn-ü cemal. (Hareket harareti, hararet kuvveti, kuvvet câzibeyi tevlid eder gibi bir âdet-i İlâhiyye, bir kanun-u Rabbanidir. Mek.)

cazibe-i faniye / câzibe-i fâniye

  • Geçici güzellik, fânî güzellik.

cebbar / cebbâr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarının hallerini ıslâh edip tövbeye götüren, dilediğini yaptırmaya gücü yeten.
  • Kibirli, zorba, gaddâr.

cebhe

  • Yüz, ön taraf. Harp sahası. Muharebe edilen yer.
  • Alın.
  • Bir binanın veya o cinsten bir şeyin ön tarafı.
  • Gökteki ayın menzillerinden birisinin ismi olup arslan suretinin cephesidir, dört yıldız arslan alnına benzetilmiştir.
  • Bir kavmin ve cemaatin seyyidi.

cebire / cebîre

  • Kırık ve çıkığın iki yanına bağlanan tahtalar.

cebr-i noksan / cebr-i noksân

  • Noksanı tamamlama, eksiği ikmâl etme.

cebrail aleyhisselam / cebrâil aleyhisselâm

  • Dört büyük melekten biri. Peygamberlere vahy getirmek, onlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmekle vazîfeli melek. Buna Cibrîl, Rûh-ul-emîn, Rûh-ul-kuds, Nâmûs-ı ekber de denir.

cebre

  • Kemik sarmakta kullanılan ağaç.
  • Tahta parçaları.

çeç

  • Hububat elenen kalbur. (Farsça)
  • Harman savurmakta kullanılan yaba. (Farsça)

cedd

  • Babanın babası veya ananın babası.
  • Büyüklük, azimlik.
  • Kat'edip geçmek.
  • Tâli'li olmak.
  • Kesmek.

cedd-i zişan / cedd-i zîşân

  • Şanı yüce olan ata, dede.

cedde-i faside / cedde-i fâside

  • Ananın anası, anneanne.

cedde-i sahiha

  • Babanın anası, babaanne.

cedid

  • Yeni, kullanılmamış.

cefakar

  • Eziyet eden, cefa eden. (Farsça)
  • Halk arasında: Eziyet çeken, cefa çekmiş mânalarında da kullanılır. (Farsça)

cehd

  • Fazla çalışma. Güç ve kuvvetini sarfetme. İnsanın nefsine hâkim olması.
  • Azim, gayret, fedakârlık.
  • Takat.

cehemiyye

  • Cebriye'den Cehm bin Safvan mezhebi üzere "Cennet ve Cehennem fânidir, iman mârifettir ve ikrar değildir" diyen bir tâife.

cehve

  • İnsanın dübür yeri.

çeki

  • Odun gibi ağır cisimleri tartmada kullanılan 250 kiloluk ağırlık ölçüsü.

çekide

  • Gürz ve topuz gibi eski zamanlarda kullanılan savaş âletleri. (Farsça)
  • Damlamış. (Farsça)

celal / celâl

  • (Celâlet) Nihâyet derecede büyüklük. Azamet. Hiddetlilik, hışım.
  • İlm-i Kelâm'da: Cenâb-ı Hakk'ın kahrının ve azametinin tecellisi, Cenâb-ı Hakk'ın nev'deki tecellisi. Cenâb-ı Hak, vahdaniyyetine delil olacak çok şeyler yarattığından veyâ ihâtadan âli ve celil olduğu veya hislerle idr
  • Allahü teâlânın kahr ve gazab sıfatlarından. Azamet, büyüklük, ululuk, hiçbir şeye muhtâç olmamak.

celaleddin-i harzemşah

  • (Vefâtı M.: 1231) Mengü berdi (Allah verdi) ismi de verilir. Harzemşah soyunun 7nci ve son hükümdarıdır. Tarihte cesaret ve irfanı ile tanınmıştır. O zamanın deccalı olan Cengiz'in kahır ve şiddeti karşısında İrân ve Turân korku ve zillete düştüğünde Celâleddin, Cengiz'in ordularını müteaddit defala

celaleddin-i süyuti / celaleddin-i süyûtî

  • (Hi: 849 - 911) Abdurrahman bin Ebu Bekir Muhammed adı ile de anılır. Hadis imamı ve müctehid bir zattır. Mısırlıdır. Süyût şehrinde doğdu. Mısır'da vefat etti. Zamanının büyük İslâm allâmelerindendir. Asıl adı: Ebû Bekir oğlu Abdurrahman'dır. Tefsir, fıkıh, hadis ilmine dair eserleri vardır. Celale

celb-i nef'

  • Faydalı olanları yapma, yararlı olanı elde etmeye çalışma.

celb-i suret

  • Uzakta olan bir şeyin sûretini resmini yanına getirmek.

celcelutiye

  • Peygamberimizin Resul-i Ekremin (A.S.M.) derslerine istinâden, aslı cifir ve ebced hesâbı ile alâkalı olarak Hz. Ali (R.A.) tarafından te'lif edilen Süryânice bir kasidedir. Esas mânası; bedi' demektir.

celd

  • Lügat mânası, deri üzerine vurmaktır.
  • Fık: Muhsen olmayan mükellef zâni veya zâniyenin muayyen uzuvlarına vech-i mahsus üzere değnek veya kamçı ile vurmaktır. Bu ceza, mücrimin cildi yani derisi üzerine tatbik edildiği cihetle "celde" adını almıştır.

celem

  • Koyun kırkmakta kullanılan büyük makasın herbir yüzü.

celib

  • Satmak için bir yerden toplanılan şeyler.
  • Esir, köle, cariye. Satılık esir.

celil / celîl

  • Celâl sâhibi mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden).

celle

  • "Celil oldu, celil olsun" meâlinde ve Celle Celâluhu diye, Allah İsm-i Celali işitildiği veya anıldığı anda, tâzim makamında söylenir.

celle celalüh / celle celâlüh

  • "O yücedir" mânâsına Allahü teâlânın ismi-i şerîfi söylenince, yazılınca ve işitilince, söylenilen ta'zîm (hürmet, saygı) ifâdesi.

celle celaluhu / celle celâluhu

  • Allah'ın şânı yücedir.

celle celalühu / celle celâlühû

  • Allah'ın şânı yücedir.

celle celalühü / celle celâlühü

  • Allah'ın şânı yücedir.

celvetiyye

  • Evliyânın büyüklerinden Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.

çem

  • Naz ve eda ile salınarak yürüme. (Farsça)
  • Ziynetli, süslü, düzgün. (Farsça)
  • Cürüm, kabahat, suç. (Farsça)
  • Taam, yemek. (Farsça)
  • Mâna. (Farsça)
  • Kazanılmış, toplanılmış. (Farsça)

cem' / جمع

  • (Çoğulu: Cümu) Hurmanın iyi olmayanı. Farklı şeyleri bir yere getirmek mânasına mastar.
  • Az olarak cemaat için isim olur.
  • Toplama. Bir yere getirme, biriktirme. Yığma.
  • Gr: Arabçada (ve tesniye olmayan dillerde) ikiden çok olan şeylere delâlet eden kelime. (Kitabın başı
  • Toplama. (Arapça)
  • Çoğul. (Arapça)
  • Cem' edilmek: Toplanılmak. (Arapça)
  • Cem' etmek: Toplamak, derlemek, bir araya getirmek. (Arapça)

cem'iyet-i şura / cem'iyet-i şûrâ

  • Danışma meclisi.

cem'iyyetgah / cem'iyyetgâh

  • Toplantı yeri, toplanılacak yer. (Farsça)

cem'ul-cem'

  • Tasavvufta bir makâmın adı. Sahv (uyanıklık) makâmı. Bekâ makâmı da denir.

cem-i kutbiyet ve ferdiyet ve gavsiyet

  • Manevî âlemlerde en yüksek seviyeler olan kutupluk, gavslık ve ferdiyet özelliklerini üzerinde toplama; bu makamlara sahip olan Şeyh Abdülkadir-i Geylânî hazretleri.

cem-ül cem

  • Gr: Bir defa cemi'olan kelimenin tekrar bir defa daha cemi olması. (Evliya; Evliyalar gibi.)
  • Tas: Vahdet-i vücuda dalmak. Bekabillah, Cenab-ı Hak'ta fâni olmak.

cemaat-i mütesanide / cemaat-i mütesânide

  • Dayanışma içinde olan topluluk.

cemaat-ı muvahhidin ve musallin / cemaat-ı muvahhidîn ve musallîn

  • Cenâb-ı Hakkın birliğine inanıp dua ve niyazda bulunan ve namaz kılan topluluk.

cemaat-i nuraniye

  • Nurlu, nurânî cemaat.

cemaat-i ruhaniye-i mücahidin / cemaat-i ruhâniye-i mücahidîn

  • Allah yolunda cihad eden ruhânîlerin (din adamlarının) oluşturduğu topluluk.

cemal / cemâl

  • Yüz güzelliği. Fertteki güzellik.
  • Cenâb-ı Hakk'ın lütuf ve ihsânı ile tecellisi.
  • Hak ile söylenen doğru söz.
  • Hüsün.
  • Güzellik.
  • Allahü teâlânın lütuf ve rızâ sıfatı.
  • Zât, yüz.
  • Çirkinliği gidermek, vakar sâhibi olmak ve şükr etmek için nîmeti göstermek. Çirkinliğe, başkalarının iğrenmelerine, hakâret etmelerine sebeb olacak şeyleri yapmamak, bunları gidermek.

cemal-i mücerred / cemâl-i mücerred

  • Cismânî olmayan, yalın, soyut güzellik.

cemali / cemâlî

  • Allah'ın lütuf ve ihsanının tecellîsine ait.

cemalullah / cemâlullah

  • Allah'ın cemâlı, Allah'ın güzelliği.
  • Allah'ın lütfu ihsaniyle tecellisi.

cemil / cemîl

  • Allahü teâlânın isim-i şerîflerinden. Cemâl sâhibi.

cemiyet-i hayatiye

  • Hayatın kapsamlılığı; insanın hayatının herşeyle alâkalı ve irtibatlı oluşu.

cemiyet-i kainat / cemiyet-i kâinat

  • Kâinat cemiyeti, dayanışma içinde olan kâinattaki tüm varlıklar.

cemiyet-i nuraniye

  • Nurlu cemiyet, nurânî topluluk.

cenab

  • (Çoğulu: Ecnibe) Evin etrafı, çevresi.
  • Cânib.
  • Nâhiye.

cenah

  • Kanat, taraf, kısım. (Vicdanın ziyası ulum-u diniyyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacı ile hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassub, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder. Mün.)

cenib

  • Garip.
  • Hurmanın iyisi.

cenibe

  • (Çoğulu: Cenâib) Yedek hayvanı.

cennet-i kur'aniye / cennet-i kur'âniye

  • Kur'ânî cennet; bu tabirle, insana dünya ve âhiret saadetini bahşeden Kur'ân'î hakikatler ve esaslar kastediliyor.

cennetmekan / cennetmekân / جنت مكان

  • Mekanı cennet olan. (Arapça)

cephane

  • (Aslı: Cebehane'dir) Barut vesair yanıcı maddelerin konulup, muhafaza edildiği yer.
  • Yanıcı maddeler levazımı.

cerahor

  • Tar: Osmanlılarda ordu hizmetlerinde kullanılan Hıristiyanlara verilen isim.

ceres

  • Çan.
  • Zindan, hapis yeri.
  • Hayvanın boynuna asılan çıngırak.

cereyan-ı imani / cereyan-ı imanî

  • İmanî cereyan, akım.

cereyan-ı münafıkane

  • Münafıklık cereyanı, akımı.

cereyan-ı tecelliyat

  • Tecellîlerin cereyanı, yansımaların akıp gitmesi.

cerhetmek

  • Yaralamak. Herhangi bir meseleyi hak ve hakikatle çürütmek. Yanlış veya yalanını bulup hurafe ve bâtıl olduğunu isbât edip herhangi bir kimsenin veya cereyanın fikrini kabul etmemek.

cerib

  • İmparatorluk zamanında Arabistan ülkelerinde kullanılan takriben 216 litrelik bir hacim ölçüsü.
  • Dönüm.
  • Eni ve boyu 60 arşın olan arazi ölçüsü.

cerim

  • Kabahatli, câni, suç işlemiş.
  • (Çoğulu: Cirâm) Kuru hurma.
  • Hurma çekirdeği.

cerrahiyye / cerrâhiyye

  • Evliyânın büyüklerinden Nûreddîn Cerrâhî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.

cerrar / cerrâr

  • Tedirgin edici davranışlarla para koparan.

cesed-i insani / cesed-i insanî

  • İnsanın cesedi, bedeni.

cesed-i misali / cesed-i misâlî / جَسَدِ مِثَالِي

  • Madde âleminden olmayan nurânî beden.

cesed-i necmi / cesed-i necmî

  • Yıldız gibi nuranî olan ceset.

çeşm-aşina

  • Göz aşinalığı olan, tanıdık. (Farsça)

çeşm-i istikbal-bini / çeşm-i istikbâl-binî

  • Gelecek zamanı, istikbâli gören göz. Kuvve-i kudsiye ve ferâset ve basiretle ileriyi bilen nazar.

çeştiyye

  • Evliyânın büyüklerinden Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.

cevab / cevâb / جواب

  • Yanıt. (Arapça)
  • Karşılık. (Arapça)

cevab-ı müskit

  • Soru soranı susturan cevap.

cevaben / cevâben / جوابا

  • Yanıt olarak. (Arapça)

cevad / cevâd

  • Çok cömert. Allahü teâlânın isimlerinden.

cevad-ı kerim / cevâd-ı kerîm

  • Çok cömert, ihsanı ve ikramı bol olan Allah.

cevanib

  • (Tekili: Cânib) Cânibler, yanlar, taraflar.

cevanib-i alem / cevânib-i âlem

  • Dünyanın dört bir yanı.

cevelan-ı dem / cevelân-ı dem

  • Kanın vücudda dolaşması.

cevelangah / cevelângâh

  • Gezip dolaşılan yer. Cevelân yeri. Tâlim meydanı.

cevher-dar / cevher-dâr

  • Elmaslı. (Farsça)
  • Noktalı harf. Meselâ: Cim, şın harfleri gibi. (Farsça)
  • Eskiden kullanılmış tüfeklerden birinin ismi. (Farsça)
  • Siyah ve beyaz dalgalı, benekli kılıç. (Farsça)

cevir

  • (Cevr) Cefa, eziyet, sıkıntı, üzüntü. Zulüm.
  • Tas: Tarikat adamının ruhen ilerlemesine mâni olan şey.

cevv

  • Yer ile gök arası. Gök boşluğu. Fezâ.
  • Ev veya odanın içi.

ceyb

  • Yakanın göğüs üzerindeki açık yeri.

ceylan

  • Geyik çeşidinden küçük, ince bacaklı, pek hafif ve çok koşucu bir kara hayvanı, gazâl.

cezbe

  • Çekme, çekilme. Allahü teâlânın sevdiği bir kulu kendisine çekmesi, yüksek derecelere kavuşturması. Bu da nefsi terbiye ederek, Allahü teâlâyı çok anmakla olur.

cezeb

  • Adamın ağzında tükrüğü kesilmek.
  • Hayvanın sütü az olmak.

cezer

  • Havuç.
  • Aslanın yediği et.

cezr

  • Kök, asıl, temel. Bünyâd.
  • Kesmek.
  • Mat: Kendi misline darbolunmakla (çarpılmakla) bir sayı meydana getiren rakam (Kare kök). Üç, dokuzun cezri'dir. Dokuz, üçün meczuru'dur.
  • Derya, deniz.
  • Arı kovanından bal almak.
  • Ay ve güneşin câzibesi te'siri ile deniz

çi

  • (Çe) Ne? Nasıl? (Soru edatı) (Farsça)
  • Taaccüb ve hayret yerinde de kullanılır. (Farsça)

cial

  • (Çoğulu: Cüul) Ocaktan çömlek ve tencere gibi sıcak şeyleri tutup indirmekte kullanılan bez.

cibab

  • Car dedikleri kaftan.
  • Ağaç aşılamak. (Ekseri hurma ağacında kullanılır.)

cibal-i dünya / cibâl-i dünya

  • Dünyanın dağları.

cihad / cihâd

  • (Cehd. den) Düşman ile muharebe. İlim ve imanla, sözle, fiile, mal ve canla bütün kuvvetini sarf etmek. Allah (C.C.) yolunda muharebe. Din için çalışmak. Erkân-ı imâniye ve esasât-ı diniyeyi muhafaza ve imânı takviye için cehd ve gayret etmek. Şeriat-ı Garrâ'nın ahkâmını muhafaza, Kelimetullah'ı i'l
  • İnsanların, İslâmiyeti işitmeleri, müslüman olmakla şereflenmeleri veya müslümanların dînine, vatanına ve nâmusuna saldıran düşmanı defetmek için yapılan muhârebe yâhut mal, can, söz, neşriyat ve diğer vâsıtalarla İslâmiyeti anlatmak ve müdâfa etmek.

cihan serveri

  • Dünyanın baş tacı.

cihan-ara / cihan-ârâ

  • Cihanı süsliyen, dünyayı bezeyen. (Farsça)

cihan-ban / cihan-bân

  • Cihanın bekçisi, dünyanın koruyucusu olan. Allah. Hükümdar. (Farsça)

cihan-bin

  • Dünyayı, cihanı gören. Allah. (Farsça)
  • Göz. (Farsça)

cihan-dide

  • Cihanı görmüş. Tecrübeli. (Farsça)
  • Meşhur, nâmdar. (Farsça)

cihan-efruz

  • Cihanı, dünyayı aydınlatan. (Farsça)

cihan-füruz

  • Cihanı aydınlatan.

cihan-gerd

  • Dünyayı dolaşan, cihanı gezen. (Farsça)

cihan-gir

  • Meşhur, cihanı zabteden, fâtih. (Farsça)

cihan-nevred

  • Cihanı gezen, dünyayı dolaşan. (Farsça)

cihan-penah

  • Cihanın koruyucusu olan.

cihan-salar / cihan-sâlâr

  • Cihanın başkanı, büyüğü ve kumandanı olan, padişah. (Farsça)

cihan-sitan

  • Cihanı zapteden. Padişah, hükümdar. (Farsça)

cihan-şümul / cihan-şümûl

  • Cihan vüs'atinde, dünya çapında, cihanı alâkadar eden. Dünyayı kaplayan. (Farsça)

cihan-suz / cihan-sûz

  • Cihanı yakan, güneş. (Farsça)
  • Mc: Çok zulmeden. (Farsça)

cihangir / cihângîr

  • Dünyanın önemli bir bölümüne hükmeden, egemenliği altına alan.
  • Cihanın büyük bir kısmını elde eden savaşçı.

cihanpesendane / cihânpesendâne

  • Bütün dünyanın beğenip hayran kaldığı gibi.
  • Dünyanın beğeneceği şekilde.

cihanşümul / cihanşümûl

  • Cihânı içine alan.

cihazat-ı insaniye / cihâzât-ı insaniye

  • İnsanın cihazları, duyu ve organları.

cihazatça

  • Donanımca.

cihet-ül vahdet-i ittihad

  • Birleşmenin birlik ciheti. Yani birleştiren temel unsur. Birleştiren ve birleşilen esas.

çile

  • Nefsi ıslah için bir yere kapanıp ibadet etmek.

cilf

  • Boş küp.
  • Kırılmış, ufanmış köpek esfeli. Arı kovanı.
  • Kuru ekmek parçası. Kuru ekmek kenarı.
  • Yüzülüp karnı çıkmış ve başı ile ayağı kesilmiş koyun.
  • Her nesnenin parçası.
  • Hoyrat, kaba. Ayak takımından.

cill

  • Ekin biçildikten sonra yerde kalan sap ki, "anız" derler.

cilve

  • Esmâ-i İlâhînin tecellisi.
  • Tecelli.
  • Güzellere yakışır duruş ve davranış. Dilberâne hareket. Naz ve edâ. Hoşa giden görünüş.

cilve-i akis

  • Yansımanın görüntüsü.

cilve-i inayet-i rabbaniye / cilve-i inâyet-i rabbâniye / جِلْوَۀِ عِنَايَتِ رَبَّانِيَه

  • Allahın ihsânının görünmesi.

cilve-i kudret-i rabbaniye / cilve-i kudret-i rabbâniye

  • Rabbânî kudret ve iradenin yansıması.

cilve-i mana / cilve-i mânâ

  • Mânânın yansıması, görünmesi.

cilvezet

  • Mâni olmak. Men'etmek.

cimrilik

  • Dînin ve vicdânın, mürüvvetin (insanlığın) vermeyi emrettiği yerde vermemek. Vermek kendisine zor gelmek. Bahillik, pintilik.

cin

  • Göz ile görülemeyen ruhani varlıklar.

cinas / cinâs

  • Münasebet, benzeyiş. Birçok mânâlara yorulabilen söz. İmalı, telmihli söz. Telaffuzu aynı anlamı ayrı olan kelimelerin bir söz içinde kullanılması.

cinayet

  • Suç, hukuka uymayan davranış.

cinayetkar / cinayetkâr / جنایتكار

  • Câni, cinayet işleyen. (Arapça - Farsça)

cinn

  • Bir cins ateşten yaratılmış olup, dünyanın insandan sonra en mühim sekenesidir. Akıl ve şuur sâhibi olup pekçok şer ve isyan yapabildikleri gibi "Peygamberlerin ve semâvî kitabların irşadlarıyla" insana yetişememekle beraber terakki edip yüksek kemâlatlara çıkabilen mahluktur. İnsanlar gibi

cins

  • Fıkıhta; çeşit, tür, kullanıldıkları yerler arasında çok fark bulunmayan şeylere ortak olarak verilen isim.

cins-i ceza / cins-i cezâ / جنْسِ جَزَا

  • Cezanın cinsi, türü.
  • Cezanın (Karşılığın) cinsi.

cisim

  • (Cism) Varlığı bilinen, hayyiz olan, mekânı, ciheti, uzunluğu, genişliği ve derinliği olan şey.

cism-i nurani / cism-i nuranî

  • Nuranî cisim sahibi.

cismani / cismanî

  • (Cismaniye) Bedene mensub, vücutla alâkalı.
  • Mânevi ve ruhani karşılığı. Maddi ve cisimli olmak.

cismaniyet

  • Cismânilik. Maddi beden sahibi olmak hâli.

civelek

  • Tar: Yeniçeri Ocağı'nda bulunan ve aşçıbaşı maiyetinde yaver gibi kullanılan gençler.
  • Canlı, hareketli ve neş'eli deve yavrusu veya genç.

ciyet

  • Bozulmuş, değişmiş olan su. Bir yere toplanıp birikmiş olan su.

ciz'

  • Ağaç kütüğü. Ağaç kökü. Kuru direk. Hurma ağacının kökü. Hurma ağacı.
  • Çatı örtüsünde kullanılan ağaçlar.

cizirman

  • Hurma yaprağının aslı; yâni dibi ki, yaprağı dökülünce ağaçta kalır.

cizye

  • Vergi. Haraç. Müslümanların fethettikleri yerlerde, müslüman olmayanlardan alınan ve devlet teminatı altında bulunmanın karşılığı olan vergi.

cömerdlik

  • Dînin, vicdânın ve mürüvvetin (insanlığın) vermeyi emrettiği yerde vermek kendisine zor gelmemek.

cübb

  • Kuyu.
  • Küp. Kulpsuz desti.
  • Vaktiyle zindan gibi kullanılan çukur, susuz kuyu.

cud

  • Cömertlik. Sahilik. Eli açık olmak. Muhtaçların vaziyetlerini, durumlarını bildirmeğe meydan vermeksizin lütuf ve ihsanda bulunma hâleti. Mücahede-i diniye ve neşr-i hakaik-ı Kur'aniye ve imaniye hizmetinde mutemed zâtlara lüzumunda maddeten de iştirak etmek fedakârlığı.

cudi-i islamiyet / cudi-i islâmiyet / cûdî-i islâmiyet

  • Her türlü helâket ve felâketlerden İslâmiyetle necat bulunacağını ifâde eden bir teşbihdir.Nasıl ki Nuh tufanında Nuhun (A.S.) gemisi Cudi Dağında karaya oturup kurtuldukları gibi.
  • İslâmiyetin Cûdî Dağı; insanları maddî ve mânevî tufanlardan ve felâketlerden koruyan İslâm dini için bir benzetme olarak kullanılmış.

cuham

  • İnsanı zayıflatan ve gözleri irinleten bir hastalık.

cühhal-i vahşiye

  • Vahşî ve kural tanımaz zırcahiller.

cuki / cûkî

  • Hindistan'da yayılan ve bozuk bir yol olan Brahmanizmin, cûk denilen dört rûhânî sınıfından birine mensûb olan kimse. Hind kâfirlerinin dervişlerine verilen ad.

culah

  • Örümcek, ankebut. (Farsça)
  • Çulha, yâni dokuyucu, nessâc. (Farsça)

cum'a hutbesi / cum'â hutbesi

  • Cumânın ilk dört rek'atlik sünnetten sonra ve iki rek'atlik farzdan önce, imam tarafından cemâat huzurunda minberden Arabça olarak okunan hutbe.

cum'a-i atik

  • (Eski Cum'a) Osmanlılar zamanında, Bulgaristan'da Şumnu ile Razgrat arasında yer alan meşhur bir bölge.

cum'a-i bala / cum'a-i bâlâ

  • (Yukarı Cum'a) Osmanlılar devrinde, Selânik Vilâyetinin Serez sancağındaki bir kaza merkezi.

cümale

  • (Çoğulu: Cümâlât) Gemi urganı.

cumhur-u ulema / cumhur-u ulemâ

  • Âlimler cemaatı. Âlimler sınıfı. (Bir fikre dâvet cumhur-u ulemânın kabulüne vâbestedir, yoksa dâvet bid'attır, reddedilir. Mek.)

cumhuriyet

  • Devlet başkanı yönetilenler tarafından seçilen yönetim biçimi.

cümle şiran-ı cihan / cümle şirân-ı cihân

  • Cihânın bütün arslanları. (Farsça)

cümle-i tefsiriye

  • (Cümle-i müfessire) "Yâni, meselâ" gibi sözlerle başlayıp önceki cümleyi açıklayan cümle.

cümmel

  • (Cümel) Harflerin, sayı kıymetine göre hesaplanması. Ebced.
  • Bir kaç urganın birleştirilmesinden meydana gelmiş olan çok kalın gemi halatı.

cüneyd-i bağdadi / cüneyd-i bağdadî

  • (Hicri: 207-298) Şafii Hz.lerinin talebesinden ders almıştır. Zamanın kutbu sayılmıştır. 30 defa yaya olarak hacca gitmiştir. Büyük velilerdendir. (K.S.)

cünha

  • Suç, kabahat. Te'dib cezâsına müstahak olanın suçu.

cünüb

  • Cenabetlik. Şer'an yıkanıp temizlenmeye mecburiyet hâli.
  • Irak, uzak, baid.

cürcani / cürcanî

  • (Abdülkahir) Hicri beşinci asrın ikinci yarısında yaşamış büyük âlimlerden ve Arapçanın dâhi mütehassıslarındandır. Dindarlığı ve takvası da çok ileri olduğu nakledilir... Asıl adı: Abdülkahir-el Cürcanî olan bu Zâtın ilk tahsilini memleketi Cürcan'da yaptığı biliniyor. Adı ve künyesi şu şekilde olu
  • (Seyyid Şerif Ali Bin Muhammed) : (Hi: 760-830) Astarabad (Cürcan) civarında Tacu'da doğmuştur. Mısır'a giderek orada çeşitli âlimlerden ders okumuştur. Şiraz'da müderrislik yapmıştır. Sa'duddin-i Taftazanî ile kapanan Mütekaddimîn devrinden sonra açılan Müteahhirîn-i Ulemâ devrinin birincisi bu Sey

cürha

  • Birtek yara.
  • şehadette yani şahidlikte bir tek hükümsüzlük sebebi.

çürütme

  • Bir düşüncenin, bir davanın boşluğunu, anlamsızlığını ortaya koyma.

cuur

  • Hurmanın gayet yaramazı, iyi olmayanı.

cüz' / جُزْؤْ

  • Kurânın özel bölünmüş yirmi sahîfesi.

cüz-i ihtiyar

  • Dilediği gibi hareket edebilme. Yani: Herhangi bir şeyi yapmak veya yapmamak hususunda bir tarafı tercih etmek iktidar ve serbestliği. Bu serbestlik ile, Cenab-ı Hak insanları, iyiliği veya kötülüğü istemek cihetinde imtihan eder.

cüz-i ihtiyari / cüz-i ihtiyarî

  • İnsanın sınırlı iradesi.

cüz-i layetecezza / cüz-i lâyetecezzâ

  • Bir daha bölünmeyen en küçük parça. En küçük cisim parçası. Tecezzisi kabil olmayan. Atom. Yani parçalansa, maddîlikten çıkıp kanun-u İlâhî ile bir nevi kuvvete inkılâb eder.

cüziirade / cüziirâde

  • İnsanın azıcık iradesi.

da'va / da'vâ

  • Takib edilen fikir, iddia.
  • Bir kimsenin hakkını aramak üzere mahkemeye müracaat etmesi.
  • Hakkı olanın iddia etmesi. Kendini haklı görüp veya zannedip üstün fikirlilik iddia etmek.
  • Mes'ele.
  • İnat. Ayak diremek.
  • Cenab-ı Hak'tan hayır ve rahmet dilemek.

dabbe / dâbbe

  • Yük ve binek hayvanı.

dabiret-ül insan / dâbiret-ül insan

  • İnsanın ökçe siniri.

dad-ı hak / dâd-ı hak

  • Hak vergisi, Cenab-ı Hakk'ın lütf u ihsanı.

dad-ı hak ra kabiliyyet şart nist / dâd-ı hak râ kabiliyyet şart nist

  • Cenab-ı Hakk'ın lütf u ihsanında kabiliyyet şart değildir.

dag / dâg

  • Yanık yarası. (Farsça)
  • İnsan veya hayvan vücuduna kızgın demirle vurulan damga. (Farsça)

dağdar / dâğdâr

  • Yanık, yaralı.

dagit

  • Yanında bir kuyu daha olduğundan suyu çekilip kokan kuyu.

dağıt

  • Emin.
  • Nâzır, bakan.
  • Şiddet veren.
  • Üzüm toplamada kullanılan âlet.

dahi

  • Eşine ender rastlanır, hârikulâde zekâ, fatanet ve hikmet sâhibi.

dahıke

  • (Çoğulu: Davâhık) Gülme ânında çıkan dört dişin birisi.

dahiliye nazırı / dahiliye nâzırı

  • İçişleri Bakanı.
  • İçişleri Bakanı.

dahiliye vekili / dâhiliye vekîli / دَاخِلِيَه وَكِيلِ

  • İçişleri Bakanı.
  • İçişleri Bakanı.

dahir

  • (Çoğulu: Dehâyir) Toplanılmış veya gömülmüş mal.

dahiye-i ilm-i esrar / dâhiye-i ilm-i esrâr

  • Mânevî sırlarla ilgili ilim alanında dehâ olan.

dahn

  • Fesâd.
  • Bulanıklık.

daire-i akıl

  • Akıl alanı.

daire-i fikr

  • Düşünce alanı.

daire-i hareket

  • Hareket, faaliyet alanı.

daire-i hayat

  • Hayat alanı.

daire-i hindiyye / dâire-i hindiyye

  • Namaz vakitlerinin tesbitinde kullanılan ve güneş gören düz bir yere çizilen dâire veya bu şekle uygun olarak yapılan âlet.

daire-i hükm

  • Hüküm alanı, karar dairesi.

daire-i ihtiyar

  • Etki alanı, dilediğini yapabilme dairesi.

daire-i ihtiyar ve şuur

  • İrade ve şuurun kullanıldığı alan.

daire-i ilim ve kudret

  • İlim ve kudret dairesi, alanı.

daire-i imkan / daire-i imkân

  • Kâinat. İmkân âlemi. Mükevvenat. Mümkün olan, şartların müsait olduğu âlem. (Daire-i mümkinat da aynı mânada kullanılır.)

daire-i irade ve meşiet

  • İrade ve dileme dairesi, alanı.

daire-i istifade

  • Yararlanma alanı.

daire-i sa'y / dâire-i sa'y

  • Çalışma alanı.

daire-i saltanat

  • Saltanat dairesi, egemenlik alanı.

daire-i şümul / dâire-i şümul

  • Kapsam alanı.

daire-i tasarrufat / daire-i tasarrufât

  • Tasarruf etme dairesi, hareket alanı.

daire-i tenvir

  • Nurlandırma dairesi, aydınlatma alanı.

daire-i tenviriye

  • Nurlandırma dairesi, alanı.

daire-i vücud

  • Varlık dairesi, alanı, sahası.

daiye / dâiye

  • İnsanı bir şeye candan bağlamağa sürükleyen iç duygusu.
  • Mücib ve sebep.
  • Bâis olan husus, vakit ve zamanın bir hâleti.
  • Arzu, hırs.
  • Dava.
  • Bahane.

dakal

  • Hurmanın iyi olmayan cinsi.
  • Gemi oku.
  • Boya.

dakika

  • (Çoğulu: Dakaik) Zaman mikyası olarak bir saatin bölündüğü altmış parçadan beheri. Altmış saniyelik zaman.
  • İnce fikir, mülâhaza, nükte.
  • Daire dereceleriyle başka ölçülerde her derecenin bölündüğü parçalar ki bunlar da saniyelere ayrılırlar.

dakika-i icabe

  • Duanın kabul olduğu vakit, an.

dall-i bi-l ibare / dâll-i bi-l ibare

  • (Dâllibilibâre) Fık: Bir ifade veya sözden muayyen bir mânanın ve hükmün anlaşılması. Meselâ: "Zekât, müslümanların fakirlerine verilir, hiçbir zengine verilmez" ibaresi zekâtın yalnız müslüman fakirlere verileceğine delâlet-i mutabıkıyye ile delâletidir. Zengin olan belli şahıslara da verilemeyeceğ

dall-i bi-l işare

  • (Dâllibilişâre) Sözdeki mânanın işâretine göre delil olmak. Üç nevi delâletten biri ile sevkedildiği mânanın gayrisine yâni; söylenince maksud-u asli olmayan bir mânaya delâlet eden lâfızdır. Meselâ: "Cenab-ı Hak bey'i helâl, ribâyı haram kılmıştır." ibâresi, bey', yani alış-veriş ile ribâ (fâiz) ar

dam / dâm / دام

  • Tuzak, kapan. (Farsça)
  • Besi hayvanı. (Farsça)

damar

  • t. İstidad. Huy, tabiat, inat.
  • İnsan bedeninde kanın dolaştığı yollar, şiryan.
  • Irk.
  • Toprağın içindeki maden filizleri ve su tabakası.
  • Damar veya köke benzeyip bir cismin her tarafına uzanan yollar.
  • Mermer ve ona benzer dalgalı şeylerdeki çizgiler.

damd

  • Yaranın üstüne bez bağlamak, merhem sürmek.

damiye

  • Tıb: Kanı akan yara.

dana-i bi-müdani / dânâ-i bî-müdanî

  • Eşsiz âlim. Zamanında emsali olmayan âlim.

danık

  • (Çoğulu: Devânik) Bir dirhemin altıda biri ve iki kırât ağırlığı. (Her kırat beş arpa ağırlığıdır.)
  • Zayıf düşkün davar.

danişmend

  • (Çoğulu: Dânişmendân) Bilgili, ilimli. (Farsça)
  • Tanzimattan evvel, kadıların yanında stajyer olarak çalışan kimseler için kullanılan bir tâbirdi. (Farsça)

dar-ı imtihan / dâr-ı imtihan

  • İmtihan yeri.
  • Dünya.
  • Dar-ı mihnet, meydân-ı ibtilâ gibi tâbirler de aynı mânada kullanılır.

dar-ı zimmet / dâr-ı zimmet

  • Müslümanların, ahid ve emânını ve himayesini kabul etmiş oldukları; gayr-i müslimlere mahsus yerler.

dar-ül maarif / dâr-ül maarif

  • Sultan Mecid zamanında Valide Sultan'ın İstanbul'da Sultan Mahmud türbesi civarında yaptırmış olduğu mekteb.

dar-ül-gurur / dâr-ül-gurûr

  • İnsanın gönlünü cezbeden, çeken fakat ele geçtiğinde faydalanamadan kaybolup giden yer. Dünyâ.

dar-ün nedve / dâr-ün nedve

  • Müslümanlıktan evvel, Kureyş kabilesinin münakaşalar için toplandığı bir yerin adı olup, Kusey ibn-i Kilâb tarafından kurulmuştur. (Sonradan Hz. Muhammed'e (A.S.M.) karşı bulunanların toplanmalarından dolayı fesat ve münafıkların toplandıkları yer mânâsına kullanılmaya başlanmıştır.)

dar-ut-teklif / dâr-ut-teklîf

  • Kulların Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmekle mükellef, sorumlu tutulduğu yer. Dünyâ.

daraka

  • (Çoğulu: Derk- Edrâk-Dırâk) Deriden yapılmış olan kalkan.
  • Gırtlağın hançereyi meydana getiren kıkırdaklarından kalkan şeklinde olanı.

darbum

  • Bizanslılar zamanında Eskişehir'in ismi.

daru's-selam / dâru's-selâm

  • Selamet yurdu, cennet.
  • Bağdat şehrinin ünvanı.

darülhikmet / dârülhikmet

  • Osmanlılar zamanında fetva ile vazifeli ilmi bir kuruluş.

dasitane-i aşk / dâsitâne-i aşk

  • Aşk hikâyesi ve destanı.
  • Aşk destanı.

dastani / dâstânî / داستانى

  • Destânî, kahramanlıkla ilgili, epik. (Farsça)

davet-i rahmaniye / davet-i rahmâniye

  • Rahmânî davet.

davud / dâvud

  • Kur'an-ı Kerim'de ismi geçer ve Benî İsrail Peygamberlerindendir. Hz. Süleyman'ın (A.S.) babasıdır. Hem Peygamber, hem Sultandı. İbranice Zebur kitabı kendisine nâzil olmuştur. Sesi çok güzeldi. M.Ö. 1010 da vefat ettiği nakledilir.

davud aleyhisselam / dâvûd aleyhisselâm

  • Kur'ân-ı kerîmde adı geçen ve İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Hem peygamber, hem sultân yâni hükümdâr idi. Soyu Yâkûb aleyhisselâmın Yehûda adlı oğluna ulaşır. Süleymân aleyhisselâmın babasıdır. Kudüs'te doğdu. Orada yaşadı ve orada vefât etti.

de'lan

  • Ağır yük getirmiş hayvanın yab yab yürümesi.

debbağhane

  • Hayvan derilerinin kullanılacak duruma getirilme işleminin yapıldığı yer.

decn

  • Bol yağmur, rahmet.
  • Havanın bulutlu olması.
  • Bir yerde mukim olma. Bir yerde oturma.

dedikodu

  • Bir müslümanın veya zımmînin (İslâm devletinin idâresi altında bulunan müslüman olmayan vatandaşın) ayıbını, onu kötülemek için arkasından söylemek.

def'

  • Ortadan kaldırmak, Öteye itmek.
  • Mâni' olmak. Savmak. Savunmak.
  • Himaye etmek.
  • Fık: Bir dâvayı müdafaa için başka bir dâva açmak.

def'aten

  • Hemen, birdenbire âni olarak. Beklenmedik anda. Bir def'ada.

def-i bela / def-i belâ

  • Belânın def edilmesi, giderilmesi.

deflasyon

  • Paranın piyasada azalmasıyla satın alma gücünün artması. (Fransızca)

defn

  • Cenâzenin yıkanıp kefenlendikten ve namazı kılındıktan sonra kabre konularak üzerinin toprakla örtülmesi.

defter-i amel

  • İnsanın iyi ve kötü işlerinin kaydedildiği defter.

defterdar / defterdâr / دفتردار

  • Defter tutan. Devletin gelir ve masraflarını tutan vazifeli memur. Eskiden Maliye Nâzırı bu nam ile anılırdı. Bir vilayetin maliye işlerine bakan memur.
  • İldeki en üst düzey maliye yetkilisi. (Arapça - Farsça)
  • Maliye bakanı. (Arapça - Farsça)

deha-yı nurani / dehâ-yı nuranî

  • Nûranî, nurlu bir dâhî.

dehadar

  • Uyanıklık, zeki ve çok akıllı oluş. (Farsça)

deharir

  • Zamânın şiddetleri.

dehbel

  • Yemekte lokmanın büyük olması.
  • Bir kuş adı.

dehr-i fani / dehr-i fâni

  • Fâni dünya, geçici dünya.

dehre

  • (Dahra) Testere gibi dişli ve eğri budama âleti. Bağ budamak için kullanılan testere gibi dişli olan bıçak. (Farsça)

dehri / dehrî

  • Dünyanın sonsuzluğuna inanıp ahireti inkâr eden kimse Materyalist.
  • Allahü teâlâya ve âhirete inanmayıp, dehr (zaman) sonsuzdur ve dünyânın başlangıcı ve sonu yoktur, böyle gelmiş böyle gider diyen dinsiz, ateist.

dehriyun

  • Dünyanın sonsuz olduğuna inanıp, âhireti inkâr edenler.

dehriyye

  • Dünyanın sonsuzluğuna inanan felsefecilerin yolu.

dehriyyun / dehriyyûn

  • Dünyanın sonsuz olduğuna inanıp, âhireti inkâr edenler.
  • Zamanı tanrılaştıran îmansız felsefeciler.

dehş

  • Bulanıklık, karanlık. Zulümat. (Farsça)
  • Bir işe başlama. (Farsça)

Deist

  • Deizm veya Yaradancılık, tüm dinleri reddeden tek Tanrı inancıdır. Deizm genel olarak Dünya'ya veya Evren'in işleyişine müdahale etmeyen tek tanrı olduğuna inanır.

Deizm

  • Deizm veya Yaradancılık, tüm dinleri reddeden tek Tanrı inancıdır. Deizm genel olarak Dünya'ya veya Evren'in işleyişine müdahale etmeyen tek tanrı olduğuna inanır.

dek

  • Edat olup zaman ve mekân için kullanılır. "Hatta, tâ, kadar" mânalarına gelir. Meselâ: Akşama dek çalıştım. (Türkçe)

dekan

  • Lât. Üniversitelerde bir fakültenin başkanı.

dekele

  • Sıvı balçık. Kuvvetleriyle gururlanıp sultanın emrine uymayan kavim.

delail / delâil / دلائل

  • Deliller, kanıtlar.
  • Kanıtlar, deliller. (Arapça)

delail-i afakiye / delâil-i âfâkiye

  • İnsanın kendi dışındaki deliller, kâinattaki deliller.

delail-i enfüsiye / delâil-i enfüsiye

  • Kişinin kendi nefsinde olan deliller. Yani vücudun gerek maddi ve gerek (vicdan ve hisler gibi) mânevi yapısında olan ve imana ait hükümleri isbat eden delillerdir.
  • Dahili deliller; kalb, vicdan, his ve lâtifeler gibi insanın iç âlemine konan donanımlarından hareketle Allah'ın varlığına ait deliller.

delail-i i'caz / delâil-i i'câz

  • Kur'ân'ın mu'cizeliğini gösteren deliller (Kur'ân'ın mu'cizeliğini ispat eden Abdülkahir Cürcânî'nin belâgat ilmine dair eserine telmih vardır.).

delail-i mücesseme-i musattaha / delâil-i mücesseme-i musattaha

  • Bir satıh hâline getirilmiş cismânî deliller (düz bir kâğıt üzerine şekli çizilmiş deliller).

delailü'l-i'caz / delâilü'l-i'câz

  • Abdülkâhir-i Cürcânî'nin, Kur'ân-ı Kerim'in edebî yönünü anlattığı bir eseri.

delalet-i iltizamiye / delâlet-i iltizamiye

  • Bir lâfzın vazolunduğu mânânın lâzımına zorunlu olarak işaret etmesi. Meselâ "ilâh" sözü zorunlu olarak "doğmamış, doğurmamış" mânâsına işaret eder.

delalet-i selase / delalet-i selâse

  • Üç çeşit delâlet. Bunlar da: Delâlet-i mutabıkıye, delâlet-i tazammuniye, delâlet-i iltizamiyedir.1- Delalet-i mutabıkıye: Bir kelâmın vaz'olunduğu, yani kasdedilen mânanın tamanına delâletidir. Meselâ: İnsan lâfzı, insanın tam mahiyeti olan, hayvan-ı natık, (yani, konuşan hayat sahibi varlık) mânas

deles

  • Karanlık.
  • Yaz sonunda yapraklanır bir ot.
  • Bir şeyi gizlemek.

delil / delîl / دليل

  • Kılavuz, yol gösterme.
  • Kanıt.
  • Yol gösterici, kanıt.
  • Kanıt. (Arapça)
  • Rehber. (Arapça)
  • Şahit. (Arapça)

delil-i arşi ve süllemi / delil-i arşî ve süllemî

  • Eski mantıkta Vahdaniyyet-i İlâhiyyeyi ve teselsülün muhaliyyetini isbat bahislerinde geçen delillerdendir.

delil-i iman

  • İmanın delili.

delil-i inni / delil-i innî

  • Olaylardan kanunlara, neticelerden sebeplere, eserden eserin sahibine (müsebbip) ulaştıran delil. Dumanın ateşe delil olup göstermesi gibi.

delil-i kur'ani / delil-i kur'ânî

  • Kur'ânî delil.

dellal-i alişan / dellâl-i âlişân

  • Şânı yüksek olan duyurucu, tebliğ edici

dellal-ı kur'an / dellâl-ı kur'ân

  • Kur'ân'ı ilân eden, tanıtan, ona hizmet eden.

demdeme-i nebat ve hava

  • Bitki ve havanın sesleri.

demevi / demevî

  • Kana dâir, kana mensub ve müteallik.
  • Mc: Asabi, sinirli. Kanın çokluğu sebebi ile hâsıl olan mizaç.

demokrasi

  • yun. (Demos: Halk; Kratia: İdare, iktidar) Halk iktidarına dayanan hükümet şekli. Devlet iktidarını elinde bulunduranların, halkın çoğunluğunun iradesiyle seçildiği hükümet şeklidir. Tatbikatı üç şekildir:1- Vasıtasız hükümet şekli: Halk, devlet iktidar ve hâkimiyetini vasıtasız olarak kullanır. Kan

dena'

  • Arkanın yumru olması, kamburluk.

deni

  • (Çoğulu: Deniyyât) Soysuz, alçak, ahlâksız.
  • Dünyaya âit, fâni ve geçici.
  • Yakın, karib.

derahim

  • (Tekili: Dirhem) Dirhemler. Okkanın dörtyüzde birleri.
  • Akçeler, paralar.

dercan / dercân

  • Canına sokma, içine alma.

derecat-ı imaniye / derecât-ı imaniye

  • Îmanın dereceleri.

derece-i marifet

  • Allah'ı tanıma ve bilme derecesi.

derece-i şuhud

  • İmanı ve mânevi hakikatları, mânevi terakki yoluyla görmek seviyesinde olan iman mertebesi.

derek

  • Urgan ucuna eklenip, kovanın kulpuna bağlanan ip parçası (urgan suya değmesin diye)
  • Kiriş uçlarında olan halka (yayın başlarına geçirirler.)

deres

  • Nişanın belirsiz olması.
  • Kaftanın eskimesi.
  • Evin köhne olması.

dereziler / derezîler

  • Anuştekin ed-Derezî adlı bir bâtınî dâî (propagandacı) tarafından ortaya çıkarılan bozuk yol. Bunlar; Bâtıniyyeden ayrılarak ortaya çıkan, Fâtımî hükümdârı Hâkim bi-emrillah'ın ilâh olduğuna ve onun vezîri Hamza'nın imamlığına inanırlar. Kelimenin do ğrusu Derezî olup, yanlış olarak Dürzü denilmekte

dergah / dergâh

  • Makam, kapı girişi, eşik. Tasavvuf mektebi. Tasavvufta yetişmiş ve yetiştirebilen evliyâ zâtlar tarafından, talebelere, tasavvuf, İslâm ahlâkı ve diğer dînî ilimlerin ve zamânın fen ilimlerinin okutulduğu yer.
  • Cenâb-ı Hakk'ın rahmet kapısı.

deri

  • Farsçanın sahihi, fasih olanı. (Kapı demek olan "der" ismi Farsça olduğu halde Arapça sayılarak müennesi "deriyye" yapılmıştır.) (Farsça)
  • Havası hoş ve lâtif. Yeşilliği bol olan dağ eteği. (Farsça)

derrace

  • Eskiden kullanılan bir çeşit harb âletidir ki, üstü sığır derisi ile örtülü olup, tekerlekleri içinde dönerdi.
  • Bisiklet.

ders-i marifet

  • Allah'ı tanıma ve bilme dersi.

desais-i şeytaniye / desâis-i şeytaniye

  • Şeytanın desiseleri, hileleri.

desatir-i hikmet / desâtir-i hikmet

  • Hikmet düsturları; İlâhî gaye ve faydanın prensip ve kaideleri.

desen

  • Eşyanın, rengini göstermeden, yalnız şeklinin bir satıh üzerine çizilmişi. (Fransızca)
  • Bir kumaşı süsleyen şekiller. (Fransızca)

desise-i şeytaniye

  • Şeytanın hile ve desiseleri.

devalüasyon

  • Paranın değerinin düşürülmesi. (Fransızca)

devanik

  • (Tekili: Dânık) Bir dirhemin dörtde birleri.

deveran-ı arz

  • Dünyanın dönüşü.

deveran-ı dem

  • Kan dolaşımı, kan deveranı.

deveran-ı dünya / deverân-ı dünya / دَوَرَانِ دُنْيَا

  • Dünyanın dönüp devretmesi.
  • Dünyanın sürekli dönmesiyle meydana gelen büyük gelişmeler.
  • Dünyanın dönüp dolanması.

deveran-ı umumi / deveran-ı umumî

  • Genel dönüş, akış; birinin diğerine sebep zannedilecek biçimde iki şeyin devamlı bir şekilde var ve yok sanılması.

devir ve teselsül

  • Davanın delile ve delilin davaya taalluk etmesiyle kaziyenin dönüp dolaşıp yine eski hâline gelerek hallolunamaması.

devle

  • "Devlet" kelimesinin Arapça tabirlerde geçen bir şekli.
  • İki asker muharebe ettiklerinde birinin diğerine galip olması. (Düvlet malda; devlet harpte ve mertebede kullanılır.)

devlet-abadi / devlet-abadî

  • Hindistan'ın Devlet-âbâd şehrinde imal edilen ve güzel san'atlarda kullanılan bir çeşit kâğıt. (Farsça)

devletlü necabetlü / devletlü necâbetlü

  • Osmanlılar zamanında şehzâdeler için kullanılan bir tabirdir.

devletlü re'fetlü

  • Eskiden seraskerler için kullanılan ünvan.

devletlü semahatlü / devletlü semâhatlü

  • Zamanında Şeyh-ül İslâmlara verilen bir ünvan.

devr

  • Bir şeyi elden ele aktarma. Vefât eden bir müslümanın sağlığında kılamadığı namaz, tutamadığı oruç ve veremediği zekât gibi borçlardan kurtulması için birkaç fakirin kendilerine ölünün vasî veya velîsi tarafından verilen fidyeyi alıp, gönül rızâsıyla tekrar geri vermek sûretiyle yapılan muâmele.

devr-i lale / devr-i lâle

  • Lâle devri, lâle mevsimi, lâle zamanı.

devr-i senevi / devr-i senevî

  • Dünyanın güneş etrafındaki yıllık hareketi.

deyn

  • Borç, hazır ve mevcûd olmayan mal.
  • Hazır olmayıp, ayrı olarak bulunduğu yeri bildirilmeyen her türlü mal ile hazır ise de ayrı olarak gösterilmeyen kıyemî (çarşıda benzeri bulunmayan, bulunsa da fiyatları farklı olan) mal.
  • Zekât verecek kimsenin elinde, yanında olmayıp başkasında bul

deyr

  • (Çoğulu: Edyâr) Kilise, manastır.
  • Âlem-i insaniyet, insanlık âlemi.

deyyan / deyyân

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kıyâmet günü, herkesin dünyâda iken yaptıklarının hesâbını ve hakkını en iyi bilen ve veren.

deyyus / deyyûs

  • Hanımının nâmussuzluğuna, ahlâksızlığına aldırış etmeyen, göz yuman kimse.

dibagat

  • Tabaklama. Deriyi kullanılır ve temiz hale koyma işi.

dikkat

  • Duygu ve düşünceyi bir noktada toplama, uyanıklık, incelik.

dikta

  • Lât. Diktatörlerin davranışları.
  • Hiç ses çıkarmadan yerine getirilecek emir.

dil-agah / dil-âgâh

  • Kalbi uyanık. Akıllı, bilgili, görgülü. Gönül anlar. (Farsça)

dil-i suzan

  • Yanık, ateşli gönül.

dilsuhte / dilsûhte / دل سوخته

  • Bağrı yanık, gönlü yaralı. (Farsça)

dimağ / dimâğ

  • Beyin. Kafanın içi.
  • Beyin, kafanın içi; akıl, bilinç.

dimişki / dimişkî

  • Şam şehriyle alâkalı. Şam'a ait ve müteallik.
  • Şam'da yapılan ve güzel san'atlarda kullanılan bir nevi kâğıt.

din

  • Ceza, ivaz.
  • İman ve amel mevzuu olarak insanlara Cenab-ı Hak tarafından teklif olunan Hak ve hakikat kanunlarının hey'et-i mecmuasıdır. Din, kâinatın, dünyanın hayatın ve insanın yaratılış gayeleri ve var oluş şekillerini açıklıyarak, onları mânasızlıktan ve abesiyetten kurtarır. İns
  • (Dyne) Fiz: Bir gramlık bir kütlenin hızını, saniyede bir santimetre artıran kuvvet ölçüsü. (Fransızca)
  • Allahü teâlânın insanları dünyâ ve âhirette râhat, huzûr ve seâdete (mutluluğa) kavuşturmak için peygamberleri vâsıtasıyla bildirdiği yol, emirler ve yasaklar.

din-i fıtri / din-i fıtrî

  • İnsanın yaratılışına uygun olan din; İslâmiyet.

din-i hakk-ı fıtri / din-i hakk-ı fıtrî

  • İnsanın yaratılışına en uygun olan hak din; İslâmiyet.

dinamik

  • yun. Cisimlerin hareketleriyle bunları meydana getiren sebebler arasındaki alâkayı araştıran mekanik ilminin bir kolu.
  • Hareket eden, durup dinlenmek bilmeyen, hareketli.
  • Fls: Sâbitin zıddı olarak bir kuvvet tesiriyle dâim hareket halinde bulunan ve bulunduran, bir değişmesi,

dinar / dînâr

  • Lât. Eskiden kullanılan altın ve sikkeli para.
  • Yaklaşık olarak altın liranın dörtte biri değerinde olan eski bir para.
  • Eskiden kullanılan bir para.
  • Bir altın liranın dörtte bir değerinde olan eski bir para.

dinde bid'at

  • Peygamber efendimiz ve O'nun dört halîfesi zamânında olmayıp, dinde sonradan ortaya çıkarılan bozuk inanışlar, sevap kazanmak niyetiyle yapılan ibâdetler. Dinde yapılan her türlü değişiklikler, yenilikler ve reformlar.

dirayet tefsiri / dirâyet tefsîri

  • Resûlullah'tan sallallahü aleyhi ve sellem gelen rivâyetler (açıklamalar) esas alınarak, Kur'ân-ı kerîmin lisan bilgilerine ve zamanın fen bilgilerine, aklî ilimlere göre yapılan açıklaması. Bu tefsîre ma'kul, re'y tefsîri ve te'vîl de denir.

direm

  • (Dirhem) Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Şimdiki üç gram ağırlık. Okka denen eski ağırlık ölçüsünün (1/400) kadarıdır. Şer'an, orta büyüklükte yetmiş tane arpa ağırlığı. (Farsça)
  • Eskiden kullanılan ve beş kuruş değerindeki gümüş para. Akça. (Farsça)

dirhem

  • Eskiden kullanılan ve yaklaşık 3 gramlık ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi.
  • İslâmiyet'ten önce ve sonra kullanılan değişik ağırlıktaki gümüş paralar.
  • Okkanın dörtyüzde biri olan eski ağırlık ölçüsü.
  • Gümüş para.

dirhem-i şer'i / dirhem-i şer'î

  • Peygamber efendimiz zamânında kullanılan (3,36) üç gram ve otuz altı santigram ağırlığındaki gümüş para.

dirhem-i urfi / dirhem-i urfî

  • Bir memlekette kullanılması âdet olan veya hükûmetlerin kabûl ettikleri belli ağırlıktaki dirhem.

dırre

  • (Çoğulu: Direr) Sütün çokluğu.
  • Sütün akanı.
  • Turra.
  • Kırbaç.

disam

  • Şişe ağzına konulan tıpa.
  • Yaraya bağlanan bez.
  • Kulak içine sokulan şey.
  • Yarık ve delik tıkamada kullanılan tıkaç.

disar

  • (Çoğulu: Düsür) Üste giyilen kaftan, elbise.
  • Yatak çarşafı.
  • Arapçada elbise demek olduğu hâlde Osmanlıcada yalnız Farsça kaidesi ile yapılan sıfat terkiblerinde ziyadelik, çokluk, bolluk mânasında kullanılmıştır.

disiplin

  • Uyulması lâzım gelen kaide ve yasaklar. (Fransızca)
  • Nizam ve intizam te'mini için zihnî, ahlâkî, ruhî, cismanî tâlim ve terbiye. (Fransızca)

divan-ı adalet

  • Adalet divanı, adalet dairesi.

divan-ı eş'ar / divan-ı eş'âr

  • Şiirler divanı, şiirler kitabı.
  • Şiirler divanı.

divan-ı harb-i örfi / divan-ı harb-i örfî

  • İttihad ve Terakki hükûmeti zamanında kurulan ve oldukça sert kararlar alan sıkıyönetim mahkemesi.

divan-ı harp

  • Harp divanı. Yüksek rütbeli askerlerin harp mes'eleleri veya harp suçluları hakkında işler için toplandıkları meclis.

divan-ı muhasebat

  • İnsanların sorgulanıp hesaba çekileceği yüksek makam; mahşerdeki hesap.

divan-ı nübüvvet

  • Peygamberlik divanı, makamı.

divit

  • Yazı yazmak için kullanılan hokka ve kalemi bir arada ihtiva eden mahfaza.

diyanet reisi

  • Diyanet İşleri Başkanı.

diyanet riyaseti müşavere heyeti

  • Diyanet İşleri Başkanlığı Danışma Kurulu.

diyar-ı irfan / diyâr-ı irfan

  • İrfan ülkesi; uçsuz bucaksız bir beldeyi andıran Allah'ı tanıma, İlâhî hakikatlere ulaşma özelliği.

diyet-i kamile / diyet-i kâmile

  • Huk: Öldürülen şahsın nefsine bedel olarak, câniden veya ailesinden alınan tam diyet olup, miktarı öldürülen kişiye göre değişir.

dizçek

  • Dizleri muhafaza etmek için muharebelerde kullanılan bir nevi zırh.

dok

  • ing. Gemi tamir veya inşasında kullanılan üstü örtülü havuz.
  • Ticari eşya için rıhtımlarda yapılan büyük depo.

dramatik

  • yun. Drama benzer. Heyecan verici, acıklı.
  • Temsil yapılmak üzere yazılan heyecan verici veya acıklı tiyatro eseri. Acıklı olanına Trajedi, gülünç olanına da Komedi denir.

dü-vümin

  • İkinci, saniyen. (Farsça)

dua ordusu / duâ ordusu

  • Sıkıntı ve darda kalan müslümanlara duâları ile yardımda bulunan Allahü teâlânın sevgili kulları, velîler.

dua-yı fiili / duâ-yı fiilî

  • Fiil ile yapılan dua. Yâni: İstenilen şeyin sebeplerini yerine getirmeye çalışmak.

dücye

  • (Çoğulu: Dücâ) Bal arısının kovanı.
  • Avcılar kümesi.
  • Zulmet, karanlık.

dudu

  • Hanım, kadın, hatun.

duha vakti / duhâ vakti

  • Kuşluk vakti. Oruç zamânının yâni imsak ile iftar vakti arasındaki müddetin dörtte birinin tamam olmasından îtibâren başlayan vakit.

duhan

  • Duman. Tütün.
  • Kur'an-ı Kerim'in 44. suresinin adı.
  • Mc: Gaflet ve dalâlet dumanı ki, hakikatların görünmesine mâni olur. Arap lisanında galib olan şerre, duhan tesmiye ederler.
  • Kıtlık ve kuraklık.

duhan-ı ateş

  • Ateşin dumanı.

duhan-ı mübin

  • Aşikâre duman. (Bu duhan hakkında iki tefsir rivayet olunmaktadır. Birisi: İbn-i Mesud Hazretlerinden mervi olduğuna göre; şiddetli açlık ve kaht seneleridir. Çünkü çok aç olan kimseye, gerek gözlerinin za'fından ve gerek çok kuraklık ve kahtlık senelerinde havanın fenalığından, semâ dumanlı görünür

duka

  • Eskiden Avrupa'ca pek yüksek bir asalet ünvanı idi.

düldül

  • Peygamberimizin Hazreti Aliye hediye ettiği binek hayvanı.

dümel / دمل

  • Tıb: Büyük kan çıbanı.
  • Kan çıbanı. (Arapça)

dünya / dünyâ

  • Yer küresi.
  • Ölümden önce olan her şey.
  • Kalbi Allahü teâlâdan gâfil eden, O'nu unutturan her şey.
  • Allahü teâlânın haram (yasak) ettikleri ile Resûlullah efendimizin mekrûh dediği şeyler.

dünyalık / dünyâlık

  • İnsanın hayatta muhtâc olduğu şeyler, para, mal v.s.

dünyayı terketmek / dünyâyı terketmek

  • Bütün haram olan şeyler ile berâber, mübâhları da, yâni günâh olmayan lezzetlerin çoğunu da bırakıp, yaşamak için zarûrî olan miktârını kullanmak.
  • Harâm ve şüpheli şeylerden kaçıp mübâhları kullanmak.

dure

  • Hakir ve şânı küçük olan adam.

durendişane / dûrendişâne

  • İlerisi için kaygılanırcasına.

dürnuk

  • (Çoğulu: Derânik) Bir cins döşek.

dürr-i can / dürr-i cân

  • Canın incisi. Çok sevgili. (Farsça)

düşenbih

  • Haftanın ikinci günü, pazartesi. (Farsça)

düşman-ı islam / düşman-ı islâm

  • İslâm düşmanı.

düstur-u medeniyet ve muavenet

  • Yardımlaşmanın ve medeniyetin prensibi.

düstur-u şeytani / düstur-u şeytanî

  • Şeytanın düsturu, kuralı.

düsturü'l-amel

  • Davranış kuralı, uygulama prensibi.

düsur

  • Mahvolma. Eseri kalmama. Ortadan kalkma. Nişanı belirsiz olma.
  • Kaftan eskime.
  • Ev köhne olma.

duzahi / duzahî

  • Cehennem'e mahsus, cehennemî, zebani. (Farsça)

düztaban

  • Tıb: Ayak tabanı düz olan kimse. Böyle kişiler çabuk yorulurlar ve hızlı yürüyemezler. (Türkçe)

e'uzü / e'ûzü

  • E'ûzübillâhimineşşeytânirracîm sözü.

eacib-i dehr / eâcib-i dehr

  • Dünyanın ve zamanın çok şaşılacak yerleri, şeyleri.

eazım-ı evliya / eâzım-ı evliya

  • Evliyanın büyükleri.

ebabil / ebâbil

  • Dağ kırlangıcı; kuş sürüsü; Kâbe'yi yıkmaya gelen Habeş kumandanı Ebrehe'nin ordusuna gökten taş yağdıran kuşlar.

ebabil kuşları / ebâbil kuşları / ebâbîl kuşları

  • Kâbe'yi yıkmaya gelen Habeş kumandanı Ebrehe'nin ordusuna gökten taş yağdıran mübârek kuşlar.
  • Kâbe'yi yıkmaya gelen Yemen vâlisi Ebrehe'yi ve ordusunu Allahü teâlânın izni ve emriyle perişân eden kuşlar (kırlangıçlar).

ebatıl / ebâtıl

  • Boş inanışlar.

ebbal

  • Deve çobanı.

ebced

  • Arabça Eski Sâmi alfabesindeki harf sırasının sayı değerine göre tertiplenmesinden meydana gelen birinci kelime. Bu tertip İbrâni ve Süryâni Alfabesindeki harfleri içine alır. İbâredeki kelimelerin sırası ve harflerin rakam değerleri şu suretle gösterilmektedir (Ebced), (Hevvez), (Hutti), (Kelemen),

ebced hesabı / ebced hesâbı

  • Her harfi bir rakamı gösteren arabî harflerle yazılı sekiz kelimeden meydana gelen bir hesab sistemi. Hâdiselerin zamânının tesbiti ve hatırda daha kolay kalması için rakamları harf olan târih düşürme sanatı.

ebdal / ebdâl

  • (Tekili: Bedil veya Bedel) Evliyâdan, ziyâde nuraniyyet kazanmış olanlar. Evliyâ zümresinden bir cemaat. Arapçada halkın lüzumlu işlerinin tasarrufuna memur bir cemaata denir.
  • Bedeller. Dünyânın nizâmı, düzeni ile vazîfeli olup, Allahü teâlânın insanlardan gizlediği büyük zâtlar. Biri vefât edince, yerine başkası getirildiğinden bu isimle anılmışlardır. Bunlara Ricâlü'l-Gayb da denir.

eber

  • Hurmanın budaklanması ve ıslah edilmesi.
  • Akrep sokması.

ebher

  • En bâhir, en âşikâr. En parlak, daha çok zâhir.
  • Temiz kanı yürekten bedene dağıtan büyük bir damar.

ebrar / ebrâr

  • İyi kimseler. Îmânlarında sâdık (doğru), Allahü teâlânın yasak kıldığı şeylerden sakınıp, emirlerine uyan, bozuk inanışlardan, kötü ahlâktan ve çirkin işlerden uzak duranlar. Teklik şekli berr'dir.

ebras

  • İnsanın rengini degiştiren alaca ve miskin eden çok fena bir maddi hastalık ismi.

ebrehe

  • Peygamberimizin (A.S.M.) doğumundan elli gün kadar evvel Kâbenin tahribine gelen Habeş Ordu Kumandanının ismi.

ebrkar / ebrkâr

  • Şaşkın, sersem, ne yapacağını bilmeyen adam. (Ebr'in "bulutun" yerinde durmayıp gezici olmasından kinâye olarak, bu mânayı aldığı sanılmaktadır.) (Farsça)

ebtal

  • (Çoğulu: Ebâtil) İnsanın böğrü.
  • En boş. Boşuboşuna. Çok bâtıl.

ebter

  • Kuyruğu kesik hayvan.
  • Sonunda oğlu ve kızı kalmayan insan.
  • Ölümünden sonra adı hatırlanıp anılacak hayrı ve ihsanı kalmayan kişi.
  • Eksik, tamamlanmamış.
  • Nesli kesilen, adı, hayrı ve ihsanı kalmayan kişi.

ebu cehl

  • "Cehalet babası" demek olan bu kelime, Hazret-i Resul-i Ekrem (A.S.M.) zamanında, mu'cizeleri ve çok delilleri ve Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ı gördüğü halde iman etmeyen din düşmanı puta tapan gururlu bir müşrikin lâkabıdır. Bedir Gazasında öldürüldü.

ebu eyyub-il ensari / ebu eyyub-il ensarî

  • Sahabe-yi Kiramdan olup Halid bin Zeyd-i Hazrecî diye de anılır. Hicretten sonra Peygamberimize (A.S.M.) ilk mihmandârlığı yapmış idi. Hicretin 50. yılında pir-i fâni olduğu halde teberrüken Kostantiniyye'nin fethine azimet eden İslâm ordusu ile harbe iştirak etmiş, İstanbul surları dışında şehid ol

ebu tayyib el-mütenebbi

  • (Hi: 915 - 965) Kûfe'de doğdu. Bağdat'ta öldü. Büyük şairlerden olup, divanı vardır.

ebu türab / ebû türâb

  • Peygamber efendimizin amcasının oğlu, dâmâdı, Cennet'le müjdelenen on kişinin ve dört büyük halîfenin dördüncüsü, Allahü teâlânın arslanı hazret-i Ali'nin "Toprağın babası" mânâsına gelen lakabı.

ebu-l ala-i maarri / ebu-l ala-i maarrî

  • (Mi: 973 - 1057) Kör olmasına rağmen hafızasının fevkalâdeliği ile tanınmış büyük Arap şairlerinden biridir ki, kasideleriyle meşhurdur.

ebz

  • Ürkme, korkma. Kaçma, kaçış.
  • Aniden, birdenbire ölmek.

ebzün

  • Küvet, banyo.
  • İçinde yıkanılabilinen küçük havuz.

ecel

  • Belli vakit. Hayâtın sonu. Hayat sâhibinin, canlının ölümü için Allahü teâlânın takdir ve tâyin ettiği vakit.

ecel-i fıtri / ecel-i fıtrî

  • Allah tarafından belirlenmiş ölüm anı.

ecel-i inkıraz

  • Dağılıp yok olma vakti, çökme zamanı.

ecel-i insan

  • İnsanın ölüm vakti.

ecel-i müsemma / ecel-i müsemmâ

  • Belli vakit, bilinen ecel, Allahü teâlânın bir kimse için ezelde takdir ve tâyin buyurduğu (belirlediği) hiç bir şekilde değişmeyen ecel, hayâtın sonu.

ecel-i na-gehan / ecel-i nâ-gehan

  • Ansızın gelen ecel. Birdenbire âni ölüm, vefat.

ecir-i müşterek / ecîr-i müşterek

  • Serbest işçi. Kirâlıyanından (işvereninden) başkasına çalışmaması şartı koşulmamış hamal, terzi, saatçi gibi işçi.

ecl

  • İllet, sebeb, cihet. İçin, dolayı... den. Arabçada "Li" ilâve ederek kullanılır. Meselâ: Li-eclillâh : Allah için, Allah rızası için.

ecnebi ve acemi huruf / ecnebî ve acemî huruf

  • Arap alfabesinin dışında kullanılan Lâtin harfleri.

ecr

  • İyilik, mükâfât, ücret, karşılık. Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği işleri yapanlara verdiği sevâb.

ecsam-ı latife-i nuraniye / ecsâm-ı lâtife-i nuraniye

  • Gözle görünmeyen nurânî cisimler.

ecsam-ı uzviye

  • Organik cisimler, organlara ait cisimler.

ecza / eczâ

  • (Tekili: Cüz) Eczacılıkta kullanılan çeşitli maddeler.
  • Ciltlenmemiş kitab ve saire.
  • Cüz'ler, parçalar, kısımlar.
  • Bir kimyevi terkible vücuda gelip yanma hassası gibi böyle bir kuvvet ve te'siri haiz bulunan şey.
  • Cüzler.
  • Eczacılıkta kullanılan maddeler.
  • Bir kitabın parçaları. Kur'ân-ı Kerim'in cüzleri.

eczahane

  • Eczacı dükkanı. Ecza dolabı. İlaç satılan mağaza. (Farsça)

eda / edâ

  • Ödeme, verme.
  • Zamanında yerine getirme.
  • Tarz, üslûp.
  • Yapma, ödeme, davranış, anlatım yolu.

edat

  • Tek başına bir anlam ifade etmeyen, kullanıldığı kelimelerle sebep, sonuç, vasıta benzerlik vb. bakımlardan ilişkisi olan kelime (dahi, gibi, için vs.).

edeb

  • Güzel hallere ve huylara sâhib olma ve utanılacak hareketlerden sakınma, her hususta haddini bilip, sınırı gözetme hâli.
  • Namazda müstehab ve mendup olan şeyler.
  • Terbiye. Kavlen, fiilen insanlara lütuf ile muamele etmek. Güzel ahlâk. Usluluk. Hayâ.
  • Ist: Sünnet-i Resul'e (A.S.M.) uygun hareket etmek.
  • Utanılacak şeylerden insanı koruyan meleke; kuvve-i râsiha-i nefsiye.
  • Edebiyat ve ondan bahseden ilim. (Kur'anın edebi ise: Öyle

edebiyat

  • Düşünce, duygu veya herhangi bir hakikatı veya herhangi bir fikri yazı veya sözle, manzum veya nesir halinde güzel şekilde ifâde san'atı. Bu san'atla uğraşan ilim kolu.
  • Edebiyata âit yazıları toplayan kitap.Edebiyatın sözlük anlamından biri de edebe, yani terbiyeye uygun söz söylemek

edebiyat-ı cedide

  • 1896 - 1901 tarihleri arasında Avrupa te'siri ile meydana gelen edebiyat cereyanına verilen isim. Yeni edebiyat. Servet-i Fünun Edebiyatına verilen ad.

edille

  • Deliller, kanıtlar.

edille-i erbaa

  • (Edille-i şer'iye) Fık: Fıkıh ilminin istinad ettiği deliller: Kitab (yani Kur'an-ı Kerim'deki deliller), sünnet, icma-ı ümmet ve kıyas-ı fukaha. (Usul-ü erbaa ve edille-i asliye tabirleri de aynı mânada kullanılır.)

edken

  • Bulanık,
  • Rengi siyaha yakın olan.

edvar-ı ömr-ü alem / edvâr-ı ömr-ü âlem

  • Dünyanın ömür devirleri.

edvar-ı seb'a

  • Yedi devreler. Dünyanın yaradılışından beri geçirdiği devreler ki, nazariye olarak söylenir.

edvek

  • Devenin, misvak ağacını yemesi.
  • Bir yerde sâkin olmak.
  • Yaranın veremi sakin olmak.

ef'a

  • Engerek yılanı.
  • Mc: Fena huylu, tabiatı kötü olan adam.

ef'al ve a'mal-i beşeriye / ef'al ve a'mâl-i beşeriye

  • İnsanların iş ve davranışları.

ef'al-i ihtiyariye / ef'âl-i ihtiyariye

  • Kulun irade ve isteğiyle yapılan davranışlar, fiiller.

ef'al-i ilahiyye / ef'âl-i ilâhiyye

  • Allahü teâlânın işleri.

ef'al-i mükellefin / ef'âl-i mükellefîn

  • Mükellef olanların (yani; Cenâb-ı Hakk'ın teklif ve emirlerini kabul ve vazifeli kimselerin) yaptıkları amel ve işler. Bunlar şu isim altında sıralanır: Farz, vâcip, sünnet, müstehab, mübah, mekruh, haram, sahih bâtıl, fâsid, helâl.

ef'i / ef'î / افعى

  • Engerek yılanı. (Arapça)

efder

  • (Evder) Amca. Babanın erkek kardeşleri. (Farsça)
  • Yeğen. Amca, hala, teyze çocukları. (Farsça)

efendi

  • (Rumcadan) Sahib, mâlik, mevlâ. Ağa. Şer'î hâkim, kadı, molla. (Saygı ve nezâket mübalağası olarak kullanılır. Eskiden büyüklere ve şâyân-ı hürmet zâtlara Efendimiz denildiği gibi, her zaman için Hz. Peygamber Aleyhissalâtu Vesselâm'a da, mü'minler Efendimiz diyerek hürmet ve sevgilerini ifade ederl

eflak

  • Osmanlı İmparatorluğu zamanında, Romanya'yı meydana getiren asıl ülke (Merkezi Bükreş'tir.)

eflatuni / eflatunî

  • Leylakî ile ergüvanî arasında, hafif mor karışık renk.

efrenci / efrencî

  • Frenklere yani Avrupalılara mahsus ve aid.
  • Frengi hastalığıyla alâkalı ve münasebetdar.

efsa

  • Sihirbaz. Efsuncu. İnsanı teshir edici. (Farsça)

efsun / efsûn

  • Fen yolu ile tecrübe edilmemiş maddeler ve Kur'ân-ı kerîmden olmayan, mânâsız yazılar kullanmak. Mânâsı bilinmeyen ve îmânın gitmesine sebeb olan şeyleri okumak.

efsürde-mizac

  • Kanı soğuk, soğuk kanlı, mizâcı soğuk adam. (Farsça)

egalit

  • (Tekili: Uglute) İnsanı yanıltacak hatalı sözler, yanlış kelâmlar.

egarib

  • Firak anı, ayrılış zamanı. Savaş ânı.

egniya

  • (Tekili: Gani) Zenginler.

egoist

  • Kendi menfaatini düşünen bencil, hodbîn, enâniyet sâhibi.

egoizm

  • Bencillik. Kendi menfaatını ön plâna alma. Her işi ve davranışta kendini düşünme. Bencillik, hem ahlâk, hem de dinde reddedilen kötü bir huydur. Bencillikten kurtulmanın çaresi, İslâm terbiyesidir. (Fransızca)

egval

  • (Tekili: Gul) Büyük felâketler, âfetler, musibetler, belâlar.
  • şeytanlar.
  • Gulyabaniler.

ehaci / ehacî

  • (Tekili: Uhcüvve) Bilmeceler, bulmacalar, yanıltmacalar.

ehad

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hiç bir yönden benzeri olmayan, tek olan, ikilik tasavvur edilmeyen, hiç bir şeye muhtaç olmayan.

ehadis / ehâdîs

  • Hadîs-i şerîfler. Peygamber efendimizin mübârek sözleri, işleri ve görüp de bir şey demedikleri, mâni olmadıkları şeyler. Hadîs'in çokluk şeklidir.
  • Hadisler; Peygamber Efendimizin mübarek söz, fiil ve hareketleri veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranışlar.

ehadis-i meşhure / ehâdis-i meşhure

  • Meşhur hadis-i şerifler, ilk asırda âhâdî hadis iken (yani bir Sahabî tarafından rivayet edilmişken), ikinci asırda meşhur olan ve yalanda birleşmeleri mümkün olmayan topluluk tarafından rivâyet edilen hadisler.

ehadis-i muhammediye / ehâdîs-i muhammediye

  • Peygamberimize ait söz, emir veya davranışlar.

ehadis-i şerife / ehâdis-i şerife

  • Hadisler; Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketi veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranışlar.

ehaff-i mücazat / ehaff-i mücâzât

  • Cezâların en hafif olanı.

ehass

  • Daha uyanık. Daha hassas.

ehass-ı havas

  • Seçkinlerin en seçkini, ileri gelenlerin en başta olanı.

ehl-i batın / ehl-i bâtın

  • Görünürdeki eşyanın bize görünmeyen mânâlarına vakıf olanlar.

ehl-i beyt

  • Ev ehli, evdeki çoluk çocuk. Daha ziyade Hz. Peygamberimizin (A.S.M.) evine mensub olanlar bu isimle anılırlar.

ehl-i bid'at

  • Bid'at sâhipleri. Peygamber efendimizin ve eshâbının bildirdiği doğru îtikâddan (inanıştan) ayrılanlar.

ehl-i dil

  • (Ehl-i kalb) Kalbi uyanık, basireti ziyade olan. Gönül ehli. Mâneviyata çok kıymet veren, kalben Cenab-ı Hakk'a çok yakınlık hissedip çok hikmetlerden anlayan zât.

ehl-i hakikat ve keşif

  • Gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Cenâb-ı Allah'ın lütfu ve ihsanıyla bilen kimseler.

ehl-i hall ü akit

  • Bir ülkeyi yönetme, bir devlet başkanını seçme veya azletme yetkisine sahip kişiler, millet vekilleri.

ehl-i hall ve akd

  • Hükümet ve Cumhurbaşkanının seçme ve azletme yetkisine sahip olan meclis.

ehl-i heva / ehl-i hevâ

  • Nefsine uyan, nefsinin arzu ve istekleri peşinde koşan.
  • Bid'at (dinde olmayan inanış ve işler) sâhibi.

ehl-i iman ve takva / ehl-i iman ve takvâ

  • Allah'a inanıp Onun emir ve yasaklarına titizlikle uyan kimseler.

ehl-i iman ve'l-kur'an / ehl-i iman ve'l-kur'ân

  • Allah'a ve Kur'ân'a inanıp emir ve yasaklarına titizlikle uyan kimseler.

ehl-i irfan

  • Cenab-ı Hakkı tanıyıp bilen, hak ve hakikatin özüne ve esasına ulaşan, bilgi ve marifet sahibi kimseler.

ehl-i islam / ehl-i islâm

  • Müslümanlar. Peygamber efendimizin bildirdiklerinin hepsini beğenen, kalbiyle inanıp, diliyle söyleyen müslüman.

ehl-i keşf

  • Perdeli olan ve zâhir hislerle bilinmeyen hakikatları, Cenab-ı Hak'kın lütf u ihsanı ile bilen veliler. (Farsça)

ehl-i keşif ve hakikat

  • Gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Cenâb-ı Allah'ın lütfu ve ihsanıyla bilen kimseler.

ehl-i keşif ve şuhud

  • Gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Allah'ın lütuf ve ihsanıyla bilen ve gören kimseler.

ehl-i keşif ve tahkik

  • Gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Cenâb-ı Allah'ın lütfu ve ihsanıyla bilen kimseler.

ehl-i keşif ve zevk ve şuhud ve müşahede

  • Maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini Allah'ın lütuf ve ihsanıyla gözleme yeteneğine sahip olan veli zâtlar (k-ş-f;.

ehl-i kıble

  • Kâbeyi kıble edinenler, müslümanım diyenler. İş ve sözünde açıkça küfür görülmeyen dalâlet (sapık) fırkalarında olanlar.

ehl-i ma'rifet / اَهْلِ مَعْرِفَتْ

  • Allah'ı kamil bir imanla tanıyanlar.

ehl-i marifet / ehl-i mârifet

  • Allah'ı bilme ve tanıma lütfuna eren kimseler.

ehl-i sahv

  • Uyanık iken hakikatlere görerek ulaşan Allah dostları.

ehl-i salib / ehl-i salîb

  • Haç sâhipleri. Târihte papalığın teşvikiyle müslümanlara karşı birleşerek seferler tertipleyen, milyonlarca insanın canına kıyan, devletlerin yıkılmasına sebeb olan hıristiyan milletler topluluğu, haçlılar, hıristiyanlar.

ehl-i sekr

  • Aklı ile hareket edemeyip hissi ve zevki ile hareket eden, sarhoş. (Farsça)
  • Tas: İlâhî bir tecelli ile istiğrak halinde olanın kendinden geçmesi hali. (Farsça)

ehl-i sema / ehl-i semâ

  • Gök ehli, melekler ve ruhanîler.

ehl-i semavat / ehl-i semâvât

  • Gök ehli, melekler ve ruhanîler.

ehl-i semavat ve arz / ehl-i semâvât ve arz

  • Göklerde ve yerde bulunan varlıklar; melekler gibi ruhanî varlıklar ve dünya üzerinde yaşayanlar.

ehl-i şuhud

  • Gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Allah'ın lütuf ve ihsanıyla gören kimseler.

ehl-i sünnet

  • Îtikâdda (inanılacak şeylerde) ve yapılacak işlerde Peygamber efendimizin ve O'nun Eshâbının (arkadaşlarının) ve sonra gelen müctehid İslâm âlimlerinin yolunda bulunan müslümanlar, sünnîler.

ehl-i sünnet alimleri / ehl-i sünnet âlimleri

  • İnanılması lâzım olan din bilgilerini Eshâb-ı kirâmdan (Peygamber efendimizin arkadaşlarından) doğru olarak öğrenip, kitablara yazan ve Ehl-i sünnet îtikâdında olan İslâm âlimleri.

ehl-i sünnet itikadı / ehl-i sünnet îtikâdı

  • Peygamber efendimizin veEshâb-ı kirâmın (arkadaşlarının) ve onların yolunda bulunan İslâm âlimlerinin bildirdikleri doğru îtikâd, inanış.

ehl-i tasavvuf

  • Tasavvuf ehli; kalbi dünyanın gelip geçici işlerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlayan tarikat ehli kimseler.

ehl-i tefekkür

  • Varlıklar üzerinde Allah'ı tanımayı sonuç verecek şekilde düşünenler.

ehl-i tefrit

  • Tersine aşırı olanlar, bir meselede ortalamanın altında kalanlar.

ehl-i tevhid

  • Cenab-ı Hakk'ın birliğini bilip inanan ve sadece bir Allah'a bağlanıp ibadet eden kimse.

ehl-i velayet ve şuhud / ehl-i velâyet ve şuhud

  • Mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini Allah'ın lütuf ve ihsanıyla gözleme yeteneğine sahip insanlar, velîler.

ehl-i zevk

  • Allah'a yakınlıkla ve uyanık kalple iman eden ve Kur'ân hakikatlerinden zevk alanlar.
  • Zevklenenler, lezzet alanlar.
  • Tas: Cenab-ı Hakk'a yakınlıkla, kurbiyetle veya uyanık kalble iman ve Kur'an hakikatlarından zevk alanlar.

ehlibida / ehlibidâ

  • Dine aykırı olanı dine sokanlar.

ehlikeşif

  • Perdeli olanı bilen velî.

ehliyet-i vücub / ehliyet-i vücûb

  • İnsanın, lehine ve aleyhine olan hakların doğmasına elverişli olması. Vücûb ehliyeti.

ehlullah

  • Allah adamları, Allahü teâlânın emirlerine uyup, O'nun sevgisini ve ism-i şerîfini gönlünden hiç çıkarmayan evliyâ zâtlar.

ehred

  • Yırtık şey. (Üstbaş hakkında kullanılır.)

ehval-i haşir

  • Haşir meydanının verdiği korkular, korkulu hâller.

ehven-i şer

  • İki şerden daha az zararlı olanı.

ehven-i şerr

  • Şerrin en hafif olanı.

ehven-i şerreyn

  • İki şer (kötülük)den zararı en az olanı. Bu kelime, halk arasında Ehven-i şer olarak kullanılmaktadır.

ehvenü'ş-şer

  • İki şerden daha az zararlı olanı.

ehvenüşşer

  • İki şerden daha az zararlı olanı.

ehvenüşşerreyn

  • İki şerden en az zararlı olanı, iki kötüden daha az kötü olanı.
  • İki şerden daha az zararlı olanı.

ehvenüşşerri ihtiyar

  • İki şerden daha az zararlı olanının tercih edilmesi.

eimme-i erbaa

  • Dört imâm. Müslümanların en büyük ve yüksek âlimleri ve müctehidlerinden hak mezheb müessisleri olan ve ehl-i imâna rehberlik eden büyük imâmlar. İsimleri şöyle sıralanabilir: İmâm A'zam Ebu Hanife, İmâm-ı Şâfii, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Ahmed ibn-i Hanbel. (R.A.)

eimme-i isna aşer / eimme-i isnâ aşer

  • On iki imâm. Silsile-i sâdâttan olup müceddit olan imâmlar hakkındaki bir tâbirdir. Bu zâtlar esasât-ı İslâmiye ve hakaik-i Kur'âniye ve imâniyenin, dini esasların ve şeriatın muhafazasına çalışan, saltanat işlerine karışmayan mânevi riyâset ve ilim sahibi şahsiyetlerdir.

ejir

  • Akıllı, uyanık, açık göz. (Farsça)

ekder

  • Bulanık.
  • Bozrenkli.

ekmel-i ahirzaman

  • Âhirzamanın en mükemmeli.

ekmeliyyet

  • Pek mükemmel ve kusursuz olanın hâli. Kusursuzluk, mükemmellik, noksansızlık, eksiksizlik.

ekşef

  • Açık nesne.
  • Savaşta kalkanı olmayan kimse.

ekselans

  • Eskiden bakanlar, elçiler ve cumhurbaşkanları için kullanılan bir ünvan. (Fransızca)

ekseriyet-i sülüsan

  • Ekseriyet kazanacak tarafın en az mevcudun sülüsânı (üçte ikisi) miktarında olması şartıyla olan ekseriyet.

el-aman

  • Meded, aman, imdâd (mânasına olup yardım ve şikâyet edâtı olarak kullanılır).

el-cüz'i / el-cüz'î

  • Man: Mânası, mefhumu başkalarına şâmil olmayan, yani tek mâlum ferde âid olan kelime.

el-gani / el-ganî

  • (Bak. GANÎ)

el-hükmü li'l-galib

  • Hüküm güçlü ve kuvvetli olanındır.

el-i istiğrak

  • Tanımlama edatı olup başına geldiği isim, kendisiyle ilgili bütün mânâları içerir, örneğin el- insan = bütün insanlık.

el-mani' / el-mâni'

  • (Bak. MÂNİ')

ela / elâ

  • Arabçada söze başlarken kullanılır. İstiftah harfi tâbir edilir. Beş vecih üzere bulunur: 1 - Tevbih ve tenbih, 2 - İnkâr, 3 - İstifham-ı anin-nefiy, 4 - Arz, 5 - Teşvik ve rağbet ettirme, makamlarında.

elastik

  • Esnek, toplanıp çekilir, uzayıp kısalan. (Fransızca)

elbette

  • (Te'kid edâtı) Kat'i veya kat'iye yakın hükümlerde kullanılır. Yazılı sözlerde daha çok "elbet" şeklinde geçer.

elest günü

  • Allahü teâlânın, Âdem aleyhisselâmı yaratınca, kıyâmete kadar gelecek olan zürriyetini (çocuklarını) zerreler hâlinde onun belinden çıkarıp onlara; "Ben sizin Rabbiniz değil miyim" diye hitâb buyurup, onların da; "Evet, sen Rabbimizsin" diye cevâb ve rdikleri gün, zaman.

elezz-i et'ime

  • Yemeklerin en lezzetli olanı.

elfaz-ı küfr / elfâz-ı küfr

  • Söylendiği zaman, îmânı gideren, müslümanlıktan çıkmaya sebeb olan sözler.

elgaz

  • (Tekili: Lügaz) Lügazlar. Bilmeceler, bulmacalar, yanıltmacalar.

elha

  • Malâyâni ve boş konuşan.
  • Dizlerinden biri diğerinden büyük olan deve.
  • Karnı sarkık olan. (Müennesi: Lahva)

elhamdü lillahi ala dini'l-islam ve kemali'l-iman / elhamdü lillâhi alâ dîni'l-islâm ve kemâli'l-îmân

  • İslâm dinini ve kusursuz bir imanı nasip ettiği için Allah'a hamd olsun.

elif

  • Birinci harf-i hecânın adı.
  • (Ülfet. den) : Bütün harflerle ülfet edebildiği için böyle isimlendirilmiştir. Ebcedî değeri de bire delâlet eder.

ell

  • Hastanın inlemesi.
  • Harbe ile vurmak.
  • Sürmek. Sâfi.
  • Sür'at etmek, hız yapmak.

elli dört farz

  • İslâm âlimlerinin, müslümanların hâtırlarında tutmalarını kolaylaştırmak için, öncelikle bilmeleri îcâbeden pek çok farzdan, Allahü teâlânın emirlerinden derledikleri elli dört tânesi.

elsine-i semaviye / elsine-i semâviye

  • Semâvî diller; göklerdeki ve mânevî âlemlerdeki meleklerin ve ruhanî varlıkların konuştukları diller.

elsine-i terkibiye

  • Birbirine eklenen kelimelerle konuşulan diller. Terkibli ifâdesi çok olan, Arabçaya uymayan lisanların hususiyeti. (Arabî Lisanına "Tasrifî" denilir. Çünkü aynı kökten kelimeler rahatlıkla yapılmaktadır. Arabçaya bu hususta yetişen başka bir lisan yoktur.)

emanet

  • Eminlik. İstikamet üzere bulunmak.
  • Birisine koruması için teslim edilen şey. Birisine bir şeyi koruması için teslim edilen şey. Birisine bir şeyi koruması için bırakma. Emniyet edilip inanılan şey.
  • Başkasının hukuku emniyet edilip, inanılabilen.
  • Osmanlılar Devrinde ba

emanet-i kübra / emanet-i kübrâ

  • Benlik duygusu; büyük emanet; başka varlıkların yüklenmekten çekindiği ve insanın yüklendiği İlâhî görevler, yükümlülükler.

emced

  • (Mecid. den) Pek büyük, daha büyük, şerefi şânı çok olan.

emedd-i a'mar / emedd-i a'mâr

  • Ömürlerin en uzun olanı.

emevi devleti

  • Dört halife devrinden sonra devlet idaresi Beni Ümeyye hanedanına geçmiştir. Buna nisbetle bu devlete "Emevi Devleti" adı verilmiştir. (Mi: 661-750) seneleri arası Emevi Devletinin saltanat devresidir. Muâviye bin Ebi Süfyan'dan başlamak üzere 14 halife gelip geçmiştir. Son halife Muhammed bin Merva

emin / emîn

  • Kalbinde korku ve endişesi olmayıp rahatta olan. Korkusuz.
  • Kendisinden korkulmayan.
  • Kendine inanılan. İtimat edilen.
  • İnanan, güvenen.
  • Çok iyi bilen, şüphe etmeyen.
  • Kendisine güvenilen.
  • Peygamber efendimizin lakabı. Peygamber olduğu bildirilmeden önce de, Kureyş kabîlesi Resûlullah'a sallallahü aleyhi ve sellem çok güvenir, inanır ve; "Muhammed-ül-emîn" derlerdi.
  • Vücuttaki bütün âzâlarını İslâmiyete uygun şekilde ve uygun yerlerde kullan

emir / emîr / امير

  • Bir kavmin, bir topluluğun başı, beyi, emredeni. Vâli, kumandan, devlet başkanı, melik.
  • Hazret-i Ali'nin lakabı.
  • Bey, emirlik başkanı, emir. (Arapça)

emir-ül-mü'minin / emîr-ül-mü'minîn

  • Müslümanların reîsi, devlet başkanı.

emlak

  • (Tekili: Mülk) Mülkler. İnsanın tasarrufunda bulunan yerler.
  • Melekler.

emma ba'dü / emmâ ba'dü

  • Bundan sonra, asıl meseleye gelince mânâsında olup, söze başlarken kullanılan ve gelecek ifadenin büyük önemini bildiren söz.

emperyalizm

  • Bir devletin, sınırlarını genişletme politikası. Sınırları genişletmekteki gaye, başka memleketlerin zenginlik kaynaklarını ele geçirme ve insanlarını kendi hesaplarına çalıştırmaktır. Bu maksat için çok defa silâhlı harp, hem masraflı, hem de hürriyet fikriyle bağdaşmadığından zamanımızda daha sins (Fransızca)

emr-i bi-l-maruf, nehy-i anil-münker

  • Dinin emirlerini, Kur'âni ve İslâmi hakikatleri neşretmek ve bildirmek, men'edilen şeyleri de yaptırmamak. İyiliği, İslâmi hususları emretmek ve teşvik etmek, kötülüğü men'edip yaptırmamağa sevketmek. (Fakat bu kudsi vazifeyi âdabına itaat ve riâyet ederek ifâ etmek lâzımdır, zirâ bu itaat da dinimi

emr-i itibari / emr-i itibârî

  • Hakikatta, hariçte vücudu olmayıp, var kabul edilen emir, iş. (İnsanın fiilleri, kesbi gibi.)

emr-i kün

  • "Kün" emri. Cenâb-ı Hakk'ın verdiği "Ol" mânasına gelen "Kün" emri. Allah (C.C.) bir şeye "Ol" diye emretse, (Yani, "Kün" dese) o şey derhal olur. (Yâni, "Fe Yekun")

emr-i tacizi / emr-i tâcizî

  • İnsanı âciz bırakan emir; Allah'ın, iman etmeyenlerden Kur'ân'ın benzerini ortaya koymalarını istemesi böyle bir emirdir.

emr-i teklifi / emr-i teklîfî

  • Allahü teâlânın insanlara yapmaları veya sakınmaları için verdiği emirler. Buna Emr-i teşrîî de denir.

emr-i tekvini / emr-i tekvînî

  • Allahü teâlânın yaratmayı dilediği şeylere "kün" yâni "ol" demesi.

emr-i vicdani / emr-i vicdanî

  • Vicdanî emir.

emten

  • Pek metin, çok dayanıklı, en sağlam, fazlaca muhkem.

emun

  • Kuvvetli, dayanıklı deve.

emyal-i bahriyye

  • Deniz milleri. 6080 kadem, yani 1852 metreden ibaret olan deniz mesafesi.

Emzik / Bibs / Kidful

  • About Page template By Adobe Dreamweaver CC
    sample

    Bibs Kauçuk Emzik


    Söz konusu emzik olunca, BIBS Colour gerçek bir klasik. Yaklaşık 40 yıldır Danimarka'da tasarlanıp üretilen BIBS Colour emzikler, %100 doğal kauçuk ucuyla, hava akışı sağlayan delikleri ve cilt tahrişini önlemek için geliştirilen hafif eğimli yapısı ile gerçek bir efsane! BIBS Colour, yuvarlak ve yumuşak kauçuk uç kısmı ile anne memesine en yakın forma sahip olduğundan, çocuklar tarafından kolay kabul ediliyor. Anne memesini taklit ederek, emiş sırasında hava akışı sağlıyor. Ultra hafif ve sağlam yapısı ile bebeğinizi yormuyor. BPA, PVC ve phthalates gibi zararlı maddeler içermiyor ve dünyaca geçerli EN 1400 standardına göre üretiliyor. Hiçbir emzik markasında göremeyeceğiniz kadar fazla renk çeşitine sahip olan BIBS Colour, klasikleşen zamansız tasarımı ve elegant duruşu ile tasarım ve işlevselliği birleştiriyor. BIBS Colour, bir emzikten beklenen tüm detaylara sahip olmasının yanısıra; bir emzikten beklenmeyen güzellikte tasarımı ile, tüm dünyada hem anneleri hem çocukları kendine hayran bırakıyor…

    https://www.kidnkind.com/bibs

sample

Kidful Bitkisel Boyalı Emzik Askısı


KIDFUL Emzik Askıları, çocuk ürünlerinde kullanıma uygun olan, en kaliteli %100 gerçek deriler kullanılarak EN 12586 standartlarına göre üretilir. KIDFUL'un organik serisinde kullanılan boyalar tamamen bitkiseldir ve kimyasal madde içermez. KIDFUL'un özel olarak üretilen metal klipsi kurşun ve krom içermez. Metal klipsin kıyafetlere zarar vermemesi için, klips içerisinde plastik aparatı bulunur. KIDFUL emzik askısını, güçlü lastik ve güçlü bağlantı yapısı ile, uzun seneler yıpranma sorunu yaşamadan kullanabilirsiniz...
https://www.kidnkind.com/kidful


Kidnkind Emzik Anne Bebek ve Tekstil Ürünleri Ticaret Limited Şirketi


Web sitesi :www.kidnkind.com

Telefon : 0(216) 606 21 06

(www.kidnkind.com)

enaniyet

  • (Enâniyyet) Benlik. Kendine güvenmek, gurur. Hodbinlik. Sadece kendine taraftarlık. Her yaptığı işi kendinden bilmek.

enaniyet-i beşeriye fihristesi

  • İnsanın benliğinin mahiyeti, yapısı, içeriği,.

enaniyet-i insaniye / enâniyet-i insaniye

  • İnsanın benliği.

enaniyet-i nev'iye

  • Taraftarlarının enaniyet ve gururu.

enbire

  • Üzeri toprakla sıvalı olan damlarda sıvanın altına konulan çalı, saz, talaş gibi şeyler. (Farsça)

encümen-i şura / encümen-i şûrâ

  • Danışma kurulu.

enderü'l-vuku / enderü'l-vukû / اندرالوقوع

  • Az rastlanır. (Arapça)

endiş

  • Düşünen, mülâhaza eden, ölçülü davranan mânasında sıfat terkiblerinde kullanılır. Meselâ: Akibet-endiş : Her işin sonunu düşünen.

endişe-i istikbal

  • Gelecek zamanı düşünmekten gelen merak, üzüntü, keder. Geleceği düşünmek.

enduhte

  • Biriktirmiş, biriktirilmiş. Kazanmış, kazanılmış, Hazırlanmış. (Farsça)
  • Ödenmiş. (Farsça)

endüstri

  • Sanayi, imalât, sanatlar. Hammaddeyi mâmul eşya hâline getirme. Bu da ikiye ayrılır. 1- Küçük sanayi: Ev ve atölyelerde basit âlet ve makinelerle eşya imalâtıdır. 2- Büyük sanayi: Su buharı, akaryakıt, elektrik, atom enerjisi gibi büyük çapta enerji kaynaklarından faydalanılarak fabrikalarda seri hâ (Fransızca)

enes

  • Üns mânasına kullanılır ve vahşetin zıddıdır.

enfal / enfâl

  • Ganimetler. Düşmandan alınan mallar.
  • Devlet reîsinin, herkesin elde ettiği kendisinin diyerek, harbe teşvik için gâzilere (İslâm askerlerine) ganîmet hisselerinden fazla olarak verdiği mallar. Tekîli nefeldir. Gâzileri böyle teşvik etmeye tenfîl denir.
  • "Nefel"in çoğulu. Harpte düşmandan alınan mallar, ganimetler. Kur'ân-ı Kerim'in 8. Sûresi.

enfal-i ganimet / enfâl-i ganimet

  • Ganimet malları; ele geçen değerli şeyler.

enfes-i asar / enfes-i âsâr

  • Eserlerin en nefisi, eserler içinde en değerli olanı.

enflasyon

  • Piyasaya gerektiğinden fazla kâğıt para çıkartmaktan dolayı paranın değeri düşüp fiyatların yükselmesi. (Fransızca)

enfüs

  • İnsanın iç dünyâsı, iç âlemi.

enfüsi / enfüsî / اَنْفُسِي

  • İnsanın iç âlemine ait.

engame

  • Topluluk, cemaat, kalabalık, izdiham. Toplanma yeri, meclis. (Farsça)
  • Muharebe yeri, ceng meydanı. (Farsça)
  • Oyuncular derneği. (Farsça)

enha

  • (Tekili: Nahv) Nahvlar, taraflar, canibler, cihetler, yanlar.
  • Yollar, tarikler.

enkal

  • İşkence âletleri. Bukağılar, kayıt ve kelepçeler.
  • Nefsin cismani alâkalara ve bedeni lezzetlere bağlanıp kalması.

enkeb

  • Omuzunda yük olduğu için eğilip yürüyen.
  • Yanında oku ve yayı olmayan kişi.

enlem

  • (Arz dairesi) t. Yer yüzünde herhangi bir noktanın ekvatora olan uzaklığının açı cinsinden değeri. Dünyanın büyüklüğü X. yy. başlarında Sincar sahrasında ve Kûfe civarında bir meridyenin uzunluğunu ölçmek suretiyle bulan Musa Oğulları nâmıyla tanınan Muhammed, Ahmed ve Hasan isimlerindeki üç kardeş

ensab

  • (Tekili: Nasb) Dikili taşlar. Müşriklerin, yanında kurban kestikleri putlar.

enva-ı eşya / envâ-ı eşya

  • Eşyanın türleri, çeşitleri.

envah

  • (Tekili: Nevh) Nevhler, ölmüş olan bir kişinin arkasından ağlayan kadınlar, matem tutan hanımlar, ağıt yakanlar.

envar-ı marifet / envâr-ı marifet

  • Bilme ve tanıma nurları.

envar-ı marifetullah / envâr-ı mârifetullah

  • Allah'ı bilmenin ve tanımanın nurları.

enzar-ı cihan / enzâr-ı cihan

  • Dünyanın dikkati.

erak ağacı

  • Arabistan'da yetişen, dallarından, diş temizliğinde faydalanılan, bir karış uzunluğunda, misvâk denilen parçaların yapıldığı ağaç.

erbab-ı fesahat

  • Dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması noktasında uzman olanlar.

erdeb

  • Bir ağırlık ölçüsüdür. Arab ülkelerinde kullanılır. Miktarı, İstanbul kilesiyle dokuz kileyi karşıladığı gibi, kullanıldığı mahalle göre de değişir.

erhamürrahimin / erhamürrâhimîn

  • Merhametlilerin en merhametlisi mânâsına, Allahü teâlânın mübârek isimlerinden.

eris

  • Zeki, akıllı, uyanık, zeyrek, uslu. (Farsça)

erkan-ı harb / erkân-ı harb

  • Harb için yetişmiş zâbit. Kurmay subay.
  • Harb işlerini idare eden kumandanlar. Harb erkânı.

erkan-ı harbiye-i umumiye reisi / erkân-ı harbiye-i umumiye reisi

  • Genelkurmay Başkanı.

erkan-ı harp reisi / erkân-ı harp reisi

  • Genel Kurmay Başkanı.

erkan-ı imaniye / erkân-ı îmâniye

  • İmanın rükünleri, şartları.

erkan-ı sitte-i iman / erkân-ı sitte-i iman / erkân-ı sitte-i îmân / اَرْكَانِ سِتَّۀِ اِيمَانِيَه

  • İmanın altı şartı.
  • Îmânın altı şartı.

erkan-ı sitte-i imaniye / erkân-ı sitte-i imaniye

  • İmanın altı şartı.

ernebe

  • (Çoğulu: Eranib) Burun ucu.

ersusa

  • Şeair-i İslâmiyeden olan ve Osmanlı İmparatorluğu zamanında kullanılan kavuk, büyük sarık.

es'ab-ı umur

  • İşlerin en zor olanı.

es'al

  • Dişinin yanında zâid bir diş daha biten kimse.

eş'iya

  • (A.S.) Beni-İsrail peygamberlerindendir. (M.Ö. 759-700) tarihlerine kadar Beni-İsrail arasında peygamberlik yapmış, birçok mucizeler göstermiştir. Zamanının padişahı tarafından takib ettirilerek bir ağaç oyuğunda gizli olduğu halde, ağaçla beraber biçki ile kesilerek şehid edilmiştir. 66 babdan ibar

esahh

  • En sahîh, en sıhhatli, en doğru olan. Bir mes'elenin hükmü hakkında müctehid âlimlerin kavillerinden (sözlerinden, ictihadlarından) en doğru olanı. "Esahh" sözü, "sahîh, doğru" sözünden daha kuvvetlidir.

esalib-i arab / esâlîb-i arab

  • Arap edebiyatında kullanılan üsluplar, ifade ve anlatım tarzları, Arap kelâmının kalıpları.

esalib-i arap / esâlîb-i arap

  • Araplar'ın üslupları; Arap Edebiyatında kullanılan ifade tarzları.

esaret-i hayvani / esaret-i hayvanî

  • Hayvanî duygulara esir olma.

esaret-i nefis

  • Nefsin esareti; insanı daima kötülüğe, hazır zevk ve isteklere sevk eden duygunun esiri olma.

esas-ı insaniyet / esâs-ı insâniyet

  • İnsaniyetin aslı, temeli.

esas-ı takva / esas-ı takvâ

  • Takvânın esası, temeli.

esasat-ı imaniye / esâsât-ı imâniye

  • İmanın esasları.

esasat-ı imaniye ve kur'aniye / esâsât-ı imaniye ve kur'âniye

  • İmanın ve Kur'ân'ın esasları, şartları.

esasat-ı teçhiziye

  • Donanım unsurları ve kuralları.

esbab-ı süfliye

  • Aşağı sebepler; yani müsebbebin yanında olan ve onunla beraber görünen sebepler (su ile bitkiler gibi; su sebeptir, onunla bitkilerin yeşermesi ise müsebbebdir.).

esbat

  • Rahatlar, huzurlar.
  • Haftanın son günleri.

eşbeh

  • Mert, yiğit, kabadayı, cesur kimse. (Bu tâbir bilhassa yeniçeriler hakkında kullanılırdı.)

esbriz

  • (Esb-riz) At koşusu. (Farsça)
  • Savaş meydanı. (Farsça)

esedullah / esedullâh / اَسَدُ اللّٰهْ

  • Allah'ın arslanı.
  • Hz. Ali'nin (R.A.) bir nâmı, lâkabı.
  • Allah'ın arslanı; Hz. Ali'nin (r.a.) bir lâkabı.
  • Allahın aslanı.
  • Allahın arslanı.

esedullahü'l-galib hz. ali (r.a.)

  • Allah'ın güçlü arslanı Hz. Ali.

eser

  • Nişan, alâmet. Çoğulu âsârdır.
  • Haber, hadîs-i şerîf, Eshâb-ı kirâm ve tâbiîne âit iş, söz ve takrirler yâni görüp de mâni olmadıkları hususlar.

eser-i alişan / eser-i âlîşan

  • Şanı yüce eser.

eser-i hikmet ve rahmet

  • İlâhî merhamet ve hikmet eseri, ihsanı.

eser-i ibda / eser-i ibdâ

  • Hiçten yaratmanın neticesi, eseri.

eser-i kast ve şuur

  • Bilerek, isteyerek ve şuurlu bir şekilde yapılmanın izi, işareti.

eshab-ı feraiz / eshâb-ı ferâiz

  • Ölen bir kimsenin mîrâsına (geriye bıraktığı mala) vâris (hak sâhibi) olan ve Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde hisselerini (paylarını) bildirdiği dördü erkek, sekizi kadın on iki kişi.

eshab-ı fil / eshâb-ı fîl

  • Peygamber efendimizin doğmasına yaklaşık iki ay kala Kâbe'yi yıkmak için Mekke yakınlarına kadar gelen, fakat Allahü teâlânın gönderdiği Ebâbîl kuşlarının üzerlerine bıraktıkları mercimek büyüklüğündeki taşlarla perişân olan Ebrehe ve içinde bir çok fillerin de bulunduğu ordu.

eşhas-ı ma'rufe

  • Tanınmış kişiler, bilinen şahıslar.

eshed

  • Becerikli, maharetli, mahir, açıkgöz, uyanık olan kişi.

esher

  • Uyanık kimse.

eşher

  • (Şehir. den) Çok meşhur, pek fazla tanınmış, en şöhretli olan.

eşhür-ül hurum

  • İslâmiyetten evvel Arab kabileleri arasında vuruşmanın ve muharebenin haram kılındığı Zilka'de, Zilhicce, Muharrem ve Receb ayları.

esir maddesi

  • Kâinatı kapladığına inanılan ince madde.

eşkal-i zeman / eşkâl-i zeman

  • Zamanın şekilleri.
  • Ahmet Rasim'in bir romanı.

eşkil

  • Yaban soğanı.

esleb

  • İnsanın vücudunda veya yüzünde bulunan ben, nokta.
  • Süprüntü, moloz.

esma-i hüsna / esmâ-i hüsnâ

  • Güzel isimler. Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde bildirilen doksan dokuz ism-i şerîfi.

esna-i harb

  • Ask: Savaş anı, harb sırası, ceng zamanı, muharebe esnâsı.

esna-i tesadüm

  • Ask: Çarpışma anı, müsademe zamanı, vuruşma esnası.

esna-yı irşad / esnâ-yı irşad

  • Doğru yolu gösterme, uyarma esnası, ânı.

esnan

  • (Tekili: Sinn) Dişler.
  • Yaşlar. İnsanın doğduğu andan ölümüne kadar uzvî sîretinde birbirini takibeden muhtelif zamanlar. (Yâni: Tufuliyet, Sabavet, Şebabet, Kühûlet ve Şeyhuhet denilen zamanlar.)

esrar-ı kur'aniye / esrâr-ı kur'âniye / اَسْرَارِ قُرْاٰنِيَه

  • Kurânın sırları.

esrar-ı rabbaniye / esrar-ı rabbâniye

  • Rabbânî sırlar.

esrarü'l-belaga / esrarü'l-belâga

  • Abdülkâhir-i Cürcânî'nin, belâgat hakkında bir eseri.

esrarü'l-belagat / esrarü'l-belâgat

  • Abdülkâhir-i Cürcânî'nin, belâgat hakkında bir eseri.

eşşehir / eşşehîr

  • Meşhur, ünlü, tanınmış.

estağfirullah

  • Cenâb-ı Hak'tan kusurumun örtülmesini dilerim. Allah (C.C.) kusurumu efvetsin (mealinde, kusurunu anlayan bir müslümanın duâsı. Hürmet veya ikramlara karşı tevâzu maksadı ile de söylenmektedir.)

esvedeyn

  • İki siyah mânâsına gelen bu kelime, yılanla akreb için kullanılır.

eşya

  • (Tekili: Şey) (Bu kelime, Türkçede müfret gibi kullanılır.) Ev döşemeye mahsus halı, dolap v.s.
  • Elbise, yatak, çamaşır gibi malzemeler.
  • Yük, yük eşyası.

eşyah

  • (Tekili: Şeyh) Şeyhler, ihtiyarlar, yaşlılar, pir-i fâniler.

ethal

  • Kâbe-i Şerif yakınında bir dağın adı.
  • Bulanık su veya şerbet.

etraf

  • (Tekili: Taraf) Taraflar, yanlar, canibler, yönler, uçlar, kıyılar.

etraf-ı alem / etraf-ı âlem

  • Dünyanın her tarafı.

etraf-ı arz

  • Dünyanın çevresi.

etraf-ı sema

  • Semanın çevresi, tarafları, ufukları.

etras

  • (Tekili: Türs) Türsler, harpde kullanılan kalkanlar.

ettun

  • (Çoğulu: Etâtin) Hamam külhanı.

etvar / etvâr

  • (Tekili: Tavır) Tavırlar, haller, davranışlar.
  • Tavırlar, davranışlar.

etvar-ı gaflet / etvâr-ı gaflet

  • Gaflet davranışları.

etvar-ı müdakkikane

  • İnceden inceye araştıran tavırları, davranışları.

euzü billahi mineşşeytani vessiyase / eûzü billâhi mineşşeytâni vessiyâse

  • Şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah'a sığınırım.

ev

  • Şek, tahayyür, ibham, istisnâ, şart, teb'iz için kullanılan harf-i atıf. "yahut, veya, meğer ki, bel, belki ister" gibi kelimelerle türkçeye terceme edilebilir.

evamir-iaşere / evâmir-iaşere

  • Allahü teâlânın Tûr dağında Mûsâ aleyhisselâma bildirdiği on emir. Yahûdîlikte uyulması şart olan on kâide.

evham-ı zamaniye

  • İçinde yaşanılan zaman diliminin yönelttiği vehimler.

evhen

  • En gevşek, çok zayıf, pek dayanıksız, kuvvetsiz tâkatı kalmamış.

evkat-ı nüzul

  • İniş zamanı.

evladiyye

  • Evlatlık, evlada mahsus.
  • Mc: Çok sağlam ve dayanıklı ev veya eşya.

evliya / evliyâ

  • Velî kelimesinin çoğuludur.
  • Dostlar.
  • Allahü teâlânın sevgili kulları, nefsin esâretinden kurtulup, sözleri, işleri ve hareketleri İslâmiyet'e uygun olanlar, devamlı Allahü teâlâyı hatırlayıp, ananlar.

evliya sultanı / evliya sultânı

  • Evliyaların sultanı, reisi.

evride

  • (Tekili: Verid) Vücudun her tarafından kalbe kanın gitmesini temin eden damarlar. Siyah kan damarları.

evsak

  • En çok inanılan, ziyade sağlam. Daha çok vüsuk sahibi.

evtad / evtâd

  • Allahü teâlâ tarafından dünyânın nizâmiyle vazîfelendirilen dört büyük zât. Herkes tarafından bilinmedikleri için bunlara Ricâlü'l-Gayb da denir.

evtan

  • (Tekili: Vatan) Vatanlar, insanın doğup büyüdüğü ve sevdiği memleketler, hatta uğrunda can verilen topraklar.

evvel

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Herşeyin başlangıcı olan, varlığından önce yokluk geçmeyen, hiç bir şey yok iken, vâr olan.

evvel-i dünya

  • Dünyanın başlangıcı.

ey

  • (Arabçada) "Bak, dinle, dikkat et, yahut, demektir ki" mânalarına gelir. Bir ibareyi tefsir için kulanılır. Türkçede: Yakın nidâ içindir.

eya

  • Acaba mânasına nidâdır. "Hey, ey" gibi çağırma, nidâ, seslenme edatı olarak da kullanılır. (Farsça)

eydi

  • (Tekili: Yed) Eller.
  • Mc: Kuvvetler. (Daha çok Eyâdi şeklinde kullanılır.)

eyne

  • Nere? Nerede? Nereye? (mânasına sual için söylenir ve zarf-ı mekândır).
  • Zaman. An.
  • Yorgunluk (mânâsında da kullanılmıştır.)

eysar

  • Çadır eteğini kazığa bağlamakta kullanılan kısa ipler.
  • Ot.

eyvallah

  • Bir kısım müslümanlar arasında tasdik işareti veya yemin ifade eden bir tâbirdir. Bazan Allaha ısmarladık yerine söyliyenler de vardır. Fakat makbul olanı; ayrılırken de buluşurken de selâmlaşmaktır ve bu sünnet-i seniyyedir.

eyyam-ı nahr / eyyâm-ı nahr

  • Kurban kesme günleri. Kurban bayramında, kurbanın kesildiği birinci, ikinci ve üçüncü günler.

eyyü

  • Sual sormak için "Hangi? Ne? Ne vakit?" mânalarına kullanılır.

eyyühe'l-azizin azizi / eyyühe'l-azîzin azizi

  • Ey Azizin azizi; Aziz olan Üstadın yanındaki aziz.

ez'af-ı nas / ez'af-ı nâs

  • İnsanların en zayıf olanı.

ez'af-ül ibad

  • Kulların en zayıf olanı.

eza

  • Ticarette kaybetme, zarar etme.
  • Kibir ve gururunu bıraktırma.
  • Sıkıntı, eziyet, zulüm, cevr, sitem, renc, incinmek. İnsanın kerih görüp mahzun olduğu şey.
  • Hayır ve sadaka yoluyla mal vermede gururlanmak. Tetavül etmek.

ezan

  • Namaza dâvet ve vahdaniyet-i İlâhiyyeyi ve hakaik-ı İslâmiyyeyi âleme, kâinata ilân etmek için minare ve emsali mahallerde edilen nidâ. Kamet getirmek.
  • Bildirmek.

ezan-ı cavk / ezân-ı cavk

  • Bir kaç müezzinin bir ezânı birlikte okumaları.

ezan-ı muhammedi / ezân-ı muhammedî

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) tebliğ ettiği dinin ezanı; tevhidi ilân etmek amacıyla yüksek sesle yapılan kutsal davet.

ezan-ı muhammedi (a.s.m.) / ezan-ı muhammedî (a.s.m.)

  • Hz. Muhammed'in tebliğ ettiği dinin ezanı; tevhidi ilân etmek amacıyla yüksek sesle yapılan kutsal davet.

ezani saat / ezanî saat

  • Ezanın kendine göre ayarlandığı saat. Her hangi bir yerde güneşin tam gurub ettiği andan, sonraki gün aynı vakte kadar, 24 saat olmak üzere ayarlanmış saat.

ezhar

  • (Tekili: Zahr) Satıhlar, yüzler.
  • Sırtlar, arkalar. Binek hayvanının sırtları.

ezkiya-i alem / ezkiyâ-i âlem

  • Dünyanın en zekî insanları.

ezkiya-yı alem / ezkiya-yı âlem

  • Dünyanın en zeki insanları.

ezvac / ezvâc

  • Hanımlar, eşler.

ezvac-ı tahirat / ezvac-ı tâhirat / ezvâc-ı tâhirât

  • Hz. Peygamber Efendimizin (A.S.M.) ismetli ve iffetli, pâk zevce-i muhteremeleri (R.A.) "Mü'minlerin anneleri" diye bilinen ve Peygamberimize (A.S.M.) âilelik etmek şerefine ermiş mübârek hanımlar.
  • Temiz eşler; Peygamber Efendimizin (a.s.m.) iffetli, mübarek hanımları.
  • Peygamber efendimizin temiz ve çok mübârek hanımları, mü'minlerin anneleri.

ezvacıtahirat / ezvâcıtâhirât

  • Peygamberimizin iffetli hanımları.

ezvak-ı imaniye / ezvâk-ı imaniye

  • İmanın verdiği zevk ve mânevî lezzetler.

ezvak-ı ruhani / ezvâk-ı ruhanî

  • Ruhanî, mânevî zevkler.

fa'faa

  • Çobanın koyunu çağırması. Çağırıp "fâfâ" demek.

fa'fai / fa'faî

  • Koyun çobanı.

facia-nüvis / fâcia-nüvis

  • Acıklı ve hazin tiyatro romanı yazan kimse. (Farsça)

fagosit

  • yun. Organik yahut inorganik maddeleri alıp sindirebilen hücre.

fahamet

  • (Fehâmet) Büyüklük. Kadr ü şânı yüksek. (Eskiden büyük zatlara veya sadrazamlara karşı kullanılan hitab şekli idi. Fehametli Sultânım... gibi)

fahh-ul far / fahh-ul fâr

  • Fare kapanı.

fahişe

  • Ahlâksız ve hayâsız kadın. Namusunu korumayan kadın.
  • Allah'ın menettiği şey.
  • Zâniye. Kahbe.

fahite

  • (Çoğulu: Fevâhit) Yabani güvercin.

fahr-i alem / fahr-i âlem

  • Âlemin kendisi ile övündüğü zât. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm için kullanılan saygı ifâdesi.

fahr-i cihan

  • Cihanın, kâinatın övünç kaynağı.

fahr-i enam / fahr-i enâm

  • Yaratılmışların kendisiyle övündüğü zât. Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm için kullanılan hürmet ve saygı ifâdesi. Gece-gündüz dilimde, salât-ü selâm, O mübârek rûhuna, ey Fahr-ül-enâm.

fahr-i kainat / fahr-i kâinât

  • Kâinâtın kendisi ile övündüğü zât. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm için kullanılan saygı ifâdesi.

fahşa

  • Büyük günahlar. Çirkinlikler. Zina gibi şehevâta tâbi olmakta ifrat ile alâkadar olan günahlardır ki, lisanımızda fuhşiyat tâbir olunur. Ve bunlar, insanların en çirkin hâlleridir.

faiz / fâiz

  • Ödünç verilen para için alınan ve şer'an haram olan kâr. Faizin iş hayatındaki mânası, "sen çalış, ben yiyeyim"dir. Küçük tasarruf sahiplerinin paraları bankalarda toplanıp, büyük yekûnlere ulaşır. Banka bu parayı aldığından daha büyük faizle iş sahiplerine kredi olarak verir. İstihsâl edile
  • Ödünç vermekte, rehnde (ipotek yâni ödenecek mal karşılığı olarak, bir malı, alacaklıda veya başka âdil bir kimsede emânet bırakmada) ve alış-verişte, alıcıdan veya vericiden birinin ötekine karşılıksız vermesi şart edilen fazla mal, para veya menfaa t. Ribâ.
  • Paranın haram olan kârı.

fakahetlu / fakahetlû

  • Evvelce müftüler hakkında kullanılmış olan resmî bir lâkab.

fakir-i pür-taksir / fakir-i pür-taksîr

  • Kusurlarla dolu fakir anlamına gelen, tevazu ifadesi olarak "ben" yerine kullanılan ifade.

fakir-i pürkusur

  • Kusurlarla dolu muhtaç anlamında, tevazu ifadesi olarak "ben" yerine kullanılan söz.

fakire

  • Muhtaç anlamında, tevazu ifadesi olarak, bayanlar için "ben" yerine kullanılan söz.

fakr-ı insani / fakr-ı insanî

  • İnsanın fakirliği.

faniyat / fâniyât

  • Fâni, geçici şeyler.
  • Faniler, gelip geçiciler.

faniyyet

  • Fânilik, ölümlülük.

fantaziye

  • yun. Yalandan gösteriş, boş debdebe. Zâhirî süs ve zinet. Lüzumlu ihtiyaçtan olmayan ve zevk için kullanılan pahalı eşya.

farabi / farabî

  • (Mi: 870-950) Aristo felsefesinin İslâm âleminde yayılmasına yol açmış bir filozoftur. Aristo'dan sonra gelen mânasına, kendisine Muallim-i Sâni nâmı verilmiştir. Eserlerinin İbn-i Sina üzerinde büyük te'siri vardır. "Kanun" denilen bir çalgı âletinin mucididir. Asıl adı Ebu Nâsır Muhammed'dir.

faraziye

  • (Hipotez) Var sayma, kabul. Bir hâdiseyi, bir olayı açıklamak, bir düşünceyi isbat etmek için isbatı yapılmamış başka düşünceleri dayanak olarak alma. Müsbet ilimlerde araştırmanın bir merhalesini meydana getirir. İncelenen hâdiseyi açıklaması muhtemel olan faraziyeler düşünülür. Faraziyenin doğrulu

fark ve sahv

  • Doğruyu fark etme ve uyanık olma.

farmason

  • Mason, islâm düşmanı.

faruk

  • Hz. Ömer için kullanılan bir sıfat; hakkı batıldan ayıran.

faruki / farukî

  • Hz. Ömer (R.A.) soyuna veya adâletine mensub olan. Hz. Ömer'e mensub ve müteallik. İmam-ı Rabbanî'nin bir lakabı.

farz

  • Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde yapılmasını açıkca bildirdiği emirler.
  • Her müslümanın şahsen yapmakla yükümlü bulunduğu ilâhî emir.

farz-ı ayn

  • Her mükellef Müslümanın yerine getirmesi gereken farz.
  • Her müslümanın yerine getirmesi lâzım olan farz.

farz-ı kifaye / farz-ı kifâye

  • Dinen mutlaka yerine getirilmesi gereken ancak bir kısım Müslümanın yapması ile diğerlerinin üzerinden düşen vazife, cenaze namazı kılmak gibi.

fas'

  • Hurmanın kabuğunu soymak.

fasid / fâsid

  • Bozguncu.
  • Doğru olmayan. Bozuk. Müfsid.
  • Yanlış olan.
  • Fık: Aslen sahih olup, vasfen sahih olmayan. Yani, kendi nefsinde meşru' iken gayr-i meşru' bir şeye yakınlığı sebebiyle meşru'iyyetten çıkan şeydir. İbadet hususunda fâsid ile bâtıl aynı şeydir. Meçhul bir şeyi sat

fasid daire / fâsid daire

  • Man: A yı B ile, B yi A ile ispat etmek. Bir düşünceyi isbat etmek için isbat edilmemiş başka bir düşünceyi delil olarak kullanmak ve bunu da isbat için isbatı istenen ilk düşünceyi doğru sayıp buna delil diye kullanmak. Yani isbat edilen ile isbat edeni birbirine delil saymak olup isabetsizdir.

fasid kan / fâsid kan

  • Üç günden yâni yetmiş iki saatten -beş dakika bile az olsa- gelen kan, yeni başlayan (baliğa, ergen) olan için on günden çok sürüp, onuncu günden sonra gelen kan, yeni olmayanlarda (kadınlarda) âdetten çok olup on günü de aştığında âdetten sonraki gü nlerde gelen kan, hâmile ve âyise (ihtiyar) kadın

fasid temizlik / fâsid temizlik

  • Sahîh olmayan temizlik.Kadınlarda hayız kanının kesilmesinden sonra on beş gün geçmeden önce kan görme hâli.

fasık / fâsık

  • Allah'ın emirlerini tanımayan, günah işleyen.

fatiha / fâtiha

  • Bir şeyin başlangıcı, ibtidası.
  • Mübaşeret. Başlamak.
  • Karar vermek.
  • Bir duânın sonunda veya duâya başlarken Fâtiha Suresini okumayı hatırlatan ifade.
  • Kur'an-ı Kerim'in birinci suresi.

fatın

  • (Fıtnat. dan) Fıtnat sahibi, zihni açık, uyanık. İleri derecede akıllılık.

fatin

  • (Fıtnat. dan) Anlayışlı, akıllı, zeki, uyanık.

fatr

  • Bir şeye başlamak.
  • İcab eylemek.
  • Yarık, çatlak.
  • Yarmak.
  • Yaratmak.
  • Oruç tutanın orucunu açması.

fazilet / fazîlet

  • Üstünlük. İyi ahlâklılık.
  • Farz ve vâciblerin hâricindeki nâfile ibâdetler yâni müstehâb ve sünnetler.

fazilet-i imaniye

  • İmanın kazandırdığı üstünlük.

faziletmeab / faziletmeâb

  • Faziletin sığınağı olan kimse, yâni çok faziletli. (Farsça)

fazl-ı ilahi / fazl-ı ilâhî / فَضْلِ اِلٰه۪ي

  • Allah'ın lütfu, ihsânı.
  • Allahın ihsânı.

fazl-ı rahmani / fazl-ı rahmânî

  • Sonsuz merhamet sahibi Allah'ın ikramı, ihsanı.

fe

  • (Buna ta'kib edâtı denir) "Sonra, hemen" mânalarını ifâde için fiillerin başına getirilen edât harfi. Bazan mecaz olarak vav yerinde de kullanılır.

fe-keyfe

  • "Nasıl?" anlamına kullanılan eski bir tabir.

fecir

  • Havanın ağarma zamanı.

feda'i / fedâ'î / فدائى

  • Yoluna canını hiçe sayan. (Arapça)

feda-yı can / fedâ-yı cân

  • Canını feda etme, yolunda canını verme.
  • Canını verme, canını fedâ etme, kendini kurban etme.

fedakarane / fedakârane

  • Canını ve herşeyini feda eder derecesinde. Her türlü eziyet ve zahmetlere göğüs gererek, dâvası uğruna sebat edene yakışacak surette. (Farsça)

feddan

  • (Çoğulu: Fedâdin) Bir çift öküz.
  • Bir günde bir çift öküzle sürülebilen arazi.
  • Daha çok mısırda yer ölçülerinde kullanılan bir kelime.

fehc

  • (Çoğulu: Efhac-Fahcâ) İnsanın veya hayvanın iki baldırının arası birbirine yakın olması.

fekk

  • Açmak. Ayırmak.
  • Kırmak.
  • Kaldırmak.
  • Kesmek.
  • El ve bilek, yerinden burkulup çıkmak.
  • Rehin verilen şeyi kurtarıp çıkarmak.
  • Köle azadetmek.
  • Pir-i fâni olmak.

felah-ı vatan / felâh-ı vatan

  • Vatanın kurtuluşu. Vatanın selâmeti.
  • Tar: 10 Şubat 1920'de İstanbul Mebuslar Meclisi'nde teşekkül etmiş olan bir grup.

felak / felâk

  • Tan zamanı, subh, fecir.
  • İki tepe arasındaki düzlük.
  • Bütün mahlukat.
  • Suçlunun ayağına vurulan tomruk, falaka.
  • Cehennem.
  • Tan zamanı.
  • Sabah aydınlığı.

felaket-i maneviye-i beşeriye / felâket-i mâneviye-i beşeriye

  • İnsanın başına gelen mânevî felâket, musibet.

felekzede / فلك زده

  • Kader kurbanı, felek vurgunu. (Arapça - Farsça)

feletat / feletât

  • Lisanın döküntüleri, iradesiz ağızdan çıkan söz veya kelime.
  • Ansızlık.
  • Her ayın son geceleri.
  • Yanlışlar, yanılmalar, sürçmeler, tutarsızlıklar.

fen yobazı

  • Fen bilgisinde mütehassıs (uzman) olmadığı hâlde, kendisini fen adamı ve müslüman olarak gösterip müslümanların dînini, îmânını bozmağa, İslâmiyet'i içerden yıkmağa çalışan kimse.

fen'

  • Malın çok olması.
  • Misk kokusunun etrafa yayılması.
  • Bir kimsenin iyiliğini ve ihsanını söyleyip methetmek.

fena fi'l-maksat

  • Maksadında fâni olma; bütün kalbiyle maksadına yönelme.

fena fil'ihvan / fenâ fil'ihvân / فَنَا فِي الْاِخْوَانْ

  • Her hâlinde kardeşleriyle yetinme, onlarda fânî olma.

fena fillah / fenâ fillah / fenâ fillâh / فَنَا فِي اللَّهْ

  • Kalbin yalnız Allahü teâlâyı sevmesi, O'nun beğendiği şeylerde fâni olmak yâni O'nun sevdiklerini sevmek O'nun sevdiklerini kendi için sevgili bilmek.
  • Allah'ta fâni olmak, bütün benliğini Allah'a verme ve sadece Onu düşünme.
  • Herşeyi Allah'tan bilme, kendi arzularını terk edip Allah'da fânî olma.

fena-i dünya / fenâ-i dünya

  • Dünyanın gelip geçiciliği.

fena-i nefs / fenâ-i nefs

  • İnsanın kendine ve başkalarına bağlılığının kalmaması. Benliği unutup, bırakması. Yâni Allahü teâlâdan başka hiç bir şeyi bilmemesi ve sevmemesi.

fena-yı dünya / fenâ-yı dünya / فَنَايِ دُنْيَا

  • Dünyanın geçiciliği.
  • Dünyanın faniliği.

fenafilihvan

  • (Fenâ fi-l-ihvân) Tefâni. Yani; kardeşlerin birbirinde fâni olması; kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyyât ve hissiyâtı ile fikren yaşaması. Samimi ihlâs üzerine müesses en yakın dostluk, en fedakâr ve en civanmert kardeşlik.

fenafillah / fenâfillâh / فَنَا فِي اللّْٰهْ

  • (Fenâ fillâh) Tas: Abdin zât ve sıfâtının, Hakk'ın zât ve sıfâtında fâni olması. Başka bir ifade ile: Dünya alâkalarını külliyen kat' ve ehadiyet dergâhına tam bir teveccühle istiğrak haletidir. Sofi, bu maksada erebilmek için her şeyi terk eder.
  • Allah'a, Onda fâni olacak seviyede bağlanma.
  • Kendinde olan herşeyi Allah'tan bilme, O'nda fânî olma.

fenafirresul / fenâfirresûl

  • Resûlullaha (a.s.m.), onda fâni olacak seviyede bağlanma.
  • Kendi isteklerini terkedip peygamberde fani olmak.

fenafişşeyh / fenâfişşeyh

  • Tarikatlerde müridin şeyhine, onda fâni olacak şekilde bağlanması.
  • Şeyhinde fani olmak.

fenagah / fenagâh

  • Fânilik yeri olan bu dünya. (Farsça)

fenapezir / fenapezîr / fenâpezîr / فناپذیر

  • Fena bulan, yok olan. Fenayâb da aynı mânada kullanılır. (Farsça)
  • Yok olucu, fani. (Arapça - Farsça)

fenen

  • (Çoğulu: Efnân-Efânın) Budak.
  • Üslup.

fenn-i kıraat

  • Okuma bilgisi. Okumanın çeşitli usûllerini öğreten ilim dalı.

fenn-i makina

  • Çeşitli makineler ve onların kısımlarının işleyişleri hakkında bilgi veren ilimler. Mihanikiyet.

fenn-i nebatat

  • Botanik ilmi; bitkileri inceleyen ve onlar hakkında bilgi veren ilim dalı.

fer'

  • Şube, kol. İkinci derecede olan. Dal budak.
  • Bir aslın neticesi.
  • Bir cemaatın şerefli ve daha meşhuru.
  • Kazancı olan mukayyed mal. Hâzır ve muhâfaza altında olan.
  • Yükseğe çıkmak ve iki nizalı olanın arasına girip ıslah etmek.
  • Asıl mes'eleden kollara ayrı

fera'

  • Devenin ilk doğurduğu yavru. (Cahiliyet zamanında kefere putlarına kurban ederlerdi ve "anasının sütü bereketlenir; çoğalır" derlerdi.)

feragat / ferâgat

  • Hakkı olanı bile istememe.

feraiz / ferâiz

  • Bir kimse vefât edince, bıraktığı malın kimlere verileceğini ve nasıl dağıtılacağını öğreten ilim, mîrâs hukûku.
  • Farzlar. Farîzanın çokluk şekli.

ferc

  • Aralık, yarık, çatlak.
  • Dişilerde üreme organı, avret.
  • Üreme organı, avret.

ferg

  • Gönden yapılan kovanın dikişi arasında su sızan yer.

ferid

  • Benzeri pek nâdir bulunan. Benzeri bulunmayan, yektâ.
  • Doğrudan doğruya Kur'andan ders alıp ders veren ve kuvve-i kudsiye sahibi olan Evliyaullah. Yalnız ve münferid.
  • Zamanında eşine rastlanmıyan. Akran ve emsali yok.
  • Dizilmiş inci.
  • Bir tane, nefis ve müntehab

ferid-i asru'z-zaman / ferîd-i asru'z-zamân

  • Asrın ve zamanın biricik, benzersiz insanı, doğrudan Kur'ân'a dayanan büyük kişisi.

ferid-ül-asr

  • Asrın bir tanesi, zamanın eşsizi.

ferik / ferîk

  • İnsan topluluğu, cemaat.
  • Askerî kolordu kumandanı.
  • Körpe, buğday tanesinin yarı olgunu, firik.
  • Tümen (Fırka) kumandanı. Korgeneral.
  • İnsan kalabalığı. Büyük insan bölüğü.

ferman-ı alişan / ferman-ı âlişân

  • Şanı yüce ferman.

ferman-ı celil / ferman-ı celîl

  • Cenab-ı Allah'ın yücelerden gelen fermanı.

ferman-ı ilahi / ferman-ı ilâhî

  • Allah'ın fermanı.

ferman-ı risalet / fermân-ı risalet

  • Peygamberlik fermânı, buyruğu; Hz. Muhammed'in (a.s.m.) bütün cin ve insanlara tebliğ ettiği Kur'ân-ı Kerim.

ferman-ı sübhani / ferman-ı sübhânî

  • Her türlü eksiklikten sonsuz derecede yüce olan Allah'ın fermanı, buyruğu.

ferraş

  • Cami, mescid, imaret gibi müesseselerin temizliğini sağlamak; ve kilim, halı ve hasır gibi mefruşatını yayma hizmetleriyle vazifeli olan kişiler hakkında kullanılır bir tâbirdir. Ferraş; arapçada, yayıcı, hizmetçi, döşeyici anlamlarına gelir. Yeniçeri teşkilâtında bu işi görenlerle, Kâbe'yi süpürenl

fersan

  • Derisi kürk yapımında kullanılan bir sansar cinsi. (Farsça)

ferse

  • İnsanın boynunda ve arkasında olan ve gittikçe zaaf verip boynunu ve belini eğip, helâk eden yel.

fersude-gi / fersude-gî

  • Eskilik, yıpranış, fersudelik. (Farsça)

fertute

  • Kadın esirler hakkında kullanılan tâbirlerdendir. Esir edilen kadınlar hakkındaki diğer tâbirler şunlardır: Mâriye, ümmülveled, acuze, duhter, yekdest, yekçeşm, mâyube.

ferzane

  • Bilgili kimse. Hakîm, feylesof. (Farsça)
  • Tas: Nefsanî alâkalardan sıyrılmış kimse. (Farsça)

ferzane-gi / ferzane-gî

  • Üstünlük, rüçhaniyet. (Farsça)
  • Bilgi. (Farsça)

fesahat / fesâhat

  • Dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması.

fesh-i mukavele

  • Mukavelenin bozulması, anlaşmanın feshedilmesi.

feşş

  • Eritmek.
  • Süt sağmak.
  • Çıkarmak.
  • Yabani olan keçiboynuzu ağacının yemişi.

fesübhanallah / fesübhânallah

  • "Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir" anlamında kullanıp hayret ve hayranlığı ifade eden kelime.

fetebarekallah / fetebârekâllah

  • Şânı ne yücedir Allah'ın.

fetiş

  • Sahibine uğur getirdiğine ve tabiatüstü özellikler taşıdığına inanılan nesne veya hayvan.

fetk

  • Şak etme. Ayırma. Yarma. Yarılma.
  • Tıb: Dikilmiş bir şeyi söküp ayırmak.
  • Kasık yarığı, kasık zarının yarılması ile barsakların torba içine dolmasından ibaret sakatlık. Fıtık hastalığı.
  • Şafak sökmesi. Fecir ağarması.
  • Parçalanıp birbirine düşmüş cemaat.
  • Zamanını gözeterek açıktan adam öldürmek.
  • Yaralamak.
  • İnadetmek.

fetret / فَتْرَتْ

  • Uyuşukluk, zayıflık.
  • Vahy ve semavî hükümlerin sükûn zamanı olduğu için, iki peygamber-i zişan devirleri arasındaki zaman.
  • Vukuu âdet halinde olan şeyin kesilme zamanı veya kesilmesi.
  • İki vakıa arasındaki geçen zaman. Terakki ve teâli devirleri arasındaki hareketsiz,
  • Karanlık, mânevî buhran zamanı.
  • İki peygamber arasındaki bulanık zaman.
  • İki dönem arasındaki boşluk zamanı.

fetret devri

  • Karanlık dönem, vahyin kesildiği mânevî buhran zamanı.

fettah / fettâh

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarına hayır kapılarını, dileklerine kavuşmak istiyen kullarına kapalı kapıları açan, peygamberlerini düşmanlarının elinden kurtarıp, memleketlerin fethini müyesser (kolay) kılan; evliyâsına (sevdiği kullarına) melekûtünün (gözle görülmeyen

fetva

  • Bir hâdise, bir muâmele hakkındaki hükm-ü şer'îyi ehli olanın haber vermesi ve o hükme dair verilen mâlumat, bilgi.

fetva emini / fetvâ emîni

  • Şeyhülislâmlıkta fetva işleriyle meşgul olan dairenin başkanı.

fevaid-i dünyeviye / fevâid-i dünyeviye

  • Dünyanın faydaları, menfaatleri.

fevaid-i tenvir / fevâid-i tenvir

  • Aydınlatmanın, nurlandırmanın faydaları.

fevd

  • Tavşancıl kuşunun kanadı.
  • Ölmek.
  • Canip, taraf, yön.

fevkalmemul

  • Umulanın, beklenilenin üstünde.

fevkalmêmul

  • Umulanın üstünde.

fevkattahammül

  • (Fevk-at tahammül) Tahammülün üstünde, tahammül edilmez, dayanılmaz, dayanılması imkânsız.

fevri / fevrî / فوری

  • Düşünmeden ve âni olarak yapılan hareket.
  • Âni. (Arapça)

fevt-i fursat

  • Fırsat kaçırma. Fırsatı değerlendirememe. Ele geçen bir imkânı kullanamama.

fevza-i ara / fevzâ-i ârâ

  • Düşünce alanında meydana gelen kargaşa, anarşi.

fevzai / fevzaî

  • Anarşist. Hiç bir din ve nizam tanımayan.
  • Kargaşalık ve anarşi ile alâkalı.

fevzaiye

  • Fls: Anarşik. Kanun ve nizam tanımayan hal ve hareket.

fey'

  • Ganimet. Harbde elde edilen mal.
  • Rücu'.
  • Haraç.
  • Zeval vaktinden sonraki gölge.
  • Savaşta elde edilen mal ve ganimet.

fey'üz ganaim / fey'üz ganâim

  • Savaşta elde edilen mallar ve ganimetler.

feya sübhanallah / feyâ sübhanallah

  • Ey her türlü eksiklikten sonsuz derecede yüce olan Allah mânâsında bir şeyin tuhaflığını bildirmek için şaşkınlık ifadesi olarak kullanılır.

feyyal

  • Fil çobanı. File bakan kimse.

feyyaz-ı rahmani / feyyaz-ı rahmânî

  • Kullarına karşı çok merhametli olan ve rahmet eserleri bütün varlık âlemini kuşatan Allah'ın feyiz, bereket ve ihsanı.

feyz

  • Akma. Peygamber efendimizin mübârek kalbinden, evliyânın kalbleri vâsıtasıyle akıp gelen mânevî bilgiler.

feyz-i fazl

  • Allah'ın lütuf ve ihsanının bereketi.

feyz-i iman / feyz-i îmân / فَيِضِ اِيمَانْ

  • İmanın bereketi, bolluğu.
  • Îmânın ma'nevî zevk ve bereketi.

feyz-i imani / feyz-i imanî

  • İmanın bereketi.

feyz-i rahman / feyz-i rahmân

  • Kullarına karşı çok merhametli olan ve rahmet eserleri bütün varlık âlemini kuşatan Allah'ın lûtfu, ihsanı.

feyz-i safa / feyz-i safâ

  • Neşenin feyzi, safânın bolluğu.

fi / fî

  • Arabçada harf-i cerrdir. Mekâna ve zamana âidiyyeti bildirir. Ta'lil için, isti'lâ için ve yine harf-i cerr olan "bâ, ilâ, min, maa" harflerinin yerine kullanılır. Geçen mef'ul ile gelecek fasıl arasında geçer. Te'kid mânası da vardı. Başka bir ifade ile kısaca (fî) : "İçinde, içine, hakkında, husus

fi'l / فعل

  • Hareket, davranış, eylem. (Arapça)
  • Fiil. (Arapça)

fi'l-i ihtiyari / fi'l-i ihtiyâri

  • Yapılıp yapılmaması insanın kendi seçimine bağlı olan fiil.

fi'l-i ma'lum

  • Etken fiil. Öznesi yani, faili belli olan fiil.

fi'l-i mechul

  • Gr: Faili yani öznesi bilinmeyen fiil. Edilgen fiil. Mesela: Yazılmak, içilmek, vurulmak gibi.

fi'l-i mün'akis

  • Organizmanın bir uyarmaya karşı birdenbire aldığı vaziyet, refleks.

fi'l-i muzari / fi'l-i muzâri

  • Gr. şimdiki, geniş ve yakın gelecek zamanı gösteren fiil kipi.

fi'l-i şeni'

  • Irza vuku bulan tasallut hakkında kullanılan bir tabirdir. Bununla birlikte, mutlaka cima' manâsına değildir.

fi-zamanina / fî-zamanina

  • Devrimizde. Zamanımızda.

fidye

  • Bir şeyin yerine geçmek üzere verilen bedel.
  • Çok yaşlı ve hasta olan kimsenin tutamadığı oruç, ölüm hastalığına yakalananın kılamadığı namaz, vefât etmiş kimsenin namaz ve oruç borçları için ve hacda, ihramlının hastalık özründen dolayı ihramın bâzı yasaklarını işlemesine karşılık vermesi ge

fidye-i necat

  • Bir kimsenin esirlikten veya başına gelen bir belâdan kurtulmak için, kendisi veya kendi namına başkası tarafından mecburen verilen para vesaire hakkında kullanılan bir tabirdir. Tabirin karşılığı, can kurtarma akçası demektir.

fihhir / fihhîr

  • Çok gururlanıp fahirlenen kimse.

fiil-i muzari / fiil-i muzâri

  • Arapçada şimdiki, geniş ve gelecek zamanı ifade eden fiil kipi.

fiilen

  • Fiille, davranış ve hareketlerle.

fıkh-ı ekber

  • Yüksek fıkıh. Dinî bilgilerin en mühim olanı. İmana dair ilim.
  • İmam-ı Azam hazretlerinin meşhur eserinin ismi.

fıkhü'l-ekber

  • En büyük fıkıh, dinî bilgilerin en mühim olanı; Akaid ilmi.

fikr-i insani / fikr-i insanî / فِكْرِ اِنْسَانِي

  • İnsanın fikri.

fıkra-i gavsiye

  • Abdülkadir-i Geylânî'ye ait söz, yazı.

filiz

  • Ağaç ve çiçek fidanı, taze sürgün.
  • Eritilip temizlenmemiş olan altun, gümüş,demir, bakır gibi külçe, ham maden.
  • Erimiş bakır.

filo

  • Birkaç savaş gemisinden mürekkep donanma parçası. Donanmanın bir kısım ve bölüğü.

fir'avn

  • Mısır'da, hususan Hazret-i Musa (A.S.) zamanında Allah'a isyan edip ilâhlık dâvasında bulunan, Musa Peygamber'e inanmayan hükümdar.
  • İlâhlık iddia eden dinsiz, azgın ve şaşkın insan.

fir'avniyyet

  • Firavun gibi oluş, isyankârlık ile Allah'ı tanımayış. İnat ile Allah'a isyan edip halkı sapık yollara, dalâlete ve dinsizliğe sevke çalışmak.

firaset / firâset

  • Zihin uyanıklığı. Bir şeyi çabukça anlayış kabiliyeti. Bir kimsenin ahlâk ve istidadını yüzünden anlamak. Firasetin bir nev'i, sebebini anlamadan ve ilham eseri olarak vücuda gelen seziştir. Diğer nev'i ise kesbîdir. Muhtelif huy ve tabiatları bilmek neticesinde hâsıl olur.
  • Yiğitlik.
  • Allahü teâlânın, mü'minlere ihsân ettiği işlerin iç yüzüne vâkıf olma kuvveti.

firavun

  • Eski Mısır krallarının lâkabı; katı yürekli, inatçı ve zâlim kimseler için kullanılan bir tabir.

fireuni / fireunî

  • Hat, minyatür, tezhib gibi güzel san'atlarda kullanılan bir kâğıt cinsi.

fırışka

  • Bütün yelkenleri camadana vurmaksızın kullanabilmeğe münasib olan rüzgâr hakkında söylenilen bir tabirdir. Bu rüzgârın, saniyedeki sür'ati 5-12 metredir.

firkateyn

  • Buharın icadından evvel kullanılan harp gemilerindendir. Bu gemiler, güvertelerinin altında bir batarya topu hâvi olup hızlı giderlerdi. Bu gemilerin üç direkleri vardı ve içlerinde mürettebatının binbeşyüzü bulanları da vardı.

firnas

  • (Çoğulu: Ferânis) Boynu kalın arslan.
  • Köylü reisi.

fırtına

  • Şiddetli rüzgârla denizin dalgalanıp karışması.
  • Rüzgârın çok şiddetli esmesi.

firuz abadi / firuz abadî

  • (Mecdüddin Muhammed) (Hi: 729 - 817) İran'ın Şiraz Eyâletinde Firuzâbad isimli beldenin Kâzrun kasabasında doğmuştur. Büyük âlimlerdendir. Yedi yaşında Kur'anı hıfzetmişlerdi. Çok seyahat etmiştir. Bursa'ya geldiğinde Yıldırım Bayezid Han tarafından kendisine fevkalâde ikrâm olundu. En meşhur eseri

fisebilillah / fîsebîlillâh

  • Allah yolunda. Bir işin karşılıksız, sâdece Allahü teâlânın rızâsı için yapıldığını ifâde eden bir tâbir.

fısk

  • Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymama, isyân, günâh.

fistan

  • Hanım elbisesi.

fitil

  • Eskiden ağırlık ölçüsü olarak kullanılan dirhemin kesirlerinden biri. Dirhemin dörtte birine: denk; dengin dörtte birine: Kırat; Kıratın dörtte birine: Fitil denilir.
  • Eski Fitilli tüfeklerin namlusundaki baruta ateş vermek için kullanılan kükürtlü ip veya kaytan parçası.
  • Topa

fıtnat

  • Cibillî ve fıtrî ve âni anlamak ve idrak etmek.
  • Hikmet.
  • Zekâvet, basiret, tedbir, fatânet, zeyreklik. Fıtnet diye de okunur. (Zıddı: Gabâvet'tir.)

fitne

  • İnsanın akıl ve kalbini doğrudan doğruya, hak ve hakikatten saptıracak şey.
  • Muhârebe.
  • Azdırma.
  • Karışıklık. Ara bozmak. Dedikodu.
  • Küfr. Fikir ihtilâfı.
  • Şikak. Kavga.
  • Delilik.
  • Mihnet ve beliye.
  • Mal ve evlâd.
  • Potada altın v
  • Ayrılık, karışıklık, kargaşa; insanı hak ve hakîkatten saptıracak şey. İnsanları sıkıntıya, belâya düşüren, müslümanların zararına sebeb olan iş. Düşmanlığa sebeb olan şey.

fitne-i ahirzaman / fitne-i âhirzaman

  • Âhirzaman fitnesi; dünyanın son devresinde görülen fitneler, bozulmalar.

fıtra

  • Fitre; ihtiyâcı olan eşyâdan ve borçlarından fazla olarak nisab (dinde zenginlik ölçüsü) miktârı malı, parası olan her hür müslümanın Ramazan bayramının birinci günü sabahı fakirlere vermekle yükümlü oldukları belli miktardaki buğday veya arpa yahut hurma veya kuru üzüm veya kıymetleri kadar altın v

fıtrat-ı beşeriye

  • İnsanın yaratılışı, tabiatı.

fıtrat-ı ilahiye / fıtrat-ı ilâhiye

  • San'at-ı Rabbaniye ve kudret-i İlâhiyenin dâima değişen bir defteri olan ve yanlış olarak "Tabiat" namı verilen Cenab-ı Hak'ın fıtrat kanunları ve mahlukatın yaradılışı.

fıtrat-ı insan

  • İnsanın fıtratı, tabiatı, yaratılışı.

fıtrat-ı insaniye

  • İnsanın yaratılışı, tabiatı.

fıtratullah

  • Allahü teâlânın dîni, İslâmiyet.

frenk sakalı

  • Eskiden frenkleri taklid suretiyle bırakılan sakal hakkında kullanılan bir tabirdi. Çeneye gelen kısım uzunca bırakılıp, yukarı tarafları kısa kesilen veya traş edilen sakal demektir.

fücur / fücûr / فُجُورْ

  • Günah. Zina. Namusları pây-mâl etmek gibi şeytanî iştiha. Dinsiz ve ahlâksızların durumu.
  • Helâl haram tanımama.

fuhşiyat / fuhşiyât

  • Çok çirkin, aşağılık, helâl olmayan işler; Dinen yasaklanan ve haram sayılan davranışlar.

furkan-ı celilüşşan / furkan-ı celîlüşşan

  • Doğru ile yanlışı birbirinden ayıran şanı ihtişamlı, görkemli olan Kur'ân.

furkan-ı cismani / furkan-ı cismânî

  • Cisim haline gelmiş, hakkı batıldan ayıran Kur'ân gibi Allah'ı tanıttıran kâinat kitabı.

fürraa

  • Kalem silmekte kullanılan bez.

füru

  • Aşağıda. Âciz. Beceriksiz. Geride kalmış... mânaları ifade eder, kelimenin önüne veya sonuna getirilerek ek olarak kullanılır. (Farsça)

füru' / fürû'

  • Dal, asıldan türeyen. Fer'in çokluk şeklidir.
  • Fıkıh ilminde (İslâm hukûkunda) çocuklar, torunlar ve onların çocukları.
  • Ahkâm-ı şer'iyye yâni İslâm dîninde ibâdet, münâkehât (nikâh, boşanma, nafaka), muâmelât (alış-veriş, ticâret, kirâlama v.b) ve ukûbâtla (cezâlarla) ilgili hükümler.

futa

  • Hamamlarda kullanılan bir kumaş cinsi. (Farsça)
  • Peştemal. Havlu. (Farsça)

fütuhu'l-gayb

  • Abdülkadir-i Geylânî Hazretlerinin bir eseri.

füyuz

  • (Tekili: Feyz) Feyizler. İnâyetler. Keremler.
  • Suyun çoğalıp taşması.
  • İnsanın içindeki gizli şeyleri saklamayıp izhar etmesi.
  • Bir haberin fâş ve şayi' olması.

füzul

  • (Tekili: Fazl) Ganimetten artıp taksimi mümkün olmayan şey.

gabb

  • Sıtmanın gün aşırı tutması.

gabe

  • Sık ormanlar, balta girmemiş koru ormanı.

gaben-i fahiş / gaben-i fâhiş

  • Piyasadaki en yüksek satılandan altın ve gümüşte %2,5 ve daha fazlasına, urûzda yâni ölçülüp tartılan ve taşınabilen mallarda %5, hayvan için %10, binâ için %20'den, ibâdet konularında lâzım olan şeylerde de piyasadaki fiyatından iki misli fazla olan aldanmalar.

gabes

  • Karanlık gece.
  • Biraz bulanık renkte olan beyazlık.

gadab

  • Hiddet, öfke, kızgınlık.
  • Allahü teâlânın, emrine karşı gelen kullarından intikam almak istemesi.

gadat

  • Sabahın erken zamanı. Sabah vakti.

gaddar telezzüzü

  • Çok acımasız davranın kişinin lezzet alması.

gaf

  • Beceriksizce ve yersiz söz yahut davranış. (Fransızca)

gaffar / gaffâr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Günah, kusur ve kabahatları çok bağışlayan.

gafil

  • Dikkatsiz, iyi düşünmeyen, uyanık olmayan. Haberi olmayan, ihtiyatsız, başına geleceği önceden düşünmeyen. Allah'ı unutan. Kendi gayr-ı meşru zevkine dalan. (Günde bir taşı binâ-yı ömrümün düştü yere,Can yatar gafil, binası oldu viran bîhaber. (Niyazi-i Mısrî)

gafur / gafûr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kulların günâh, ayıb ve hatâlarını pek çok örtüp, bağışlayan.

galat

  • Yanlış, yanılma.

galat-ı basar

  • Görme duyusunun yanılması. (Meselâ: Su içine batırılmış olan bir çubuğun, kırılmış gibi görünmesi.)

galat-ı his / غَلَطِ حِسْ

  • Duygu yanılması.
  • His yanılması.

galat-ı meşhur

  • Yanlış olduğu hâlde herkes tarafından kullanılan kelime veya terkib.

galat-ı tahakkümi / galat-ı tahakkümî

  • Bir kelimenin gerek lâfzı ve gerekse mânası itibariyle herkesin kullandığı gibi kullanılmaması.Bu, başlıca üş şeyden olur:1- Nazımda vezne uydurmak için bir kelimenin telâffuzunu değiştirmek, hecesini uzatmak ve kısaltmak yahut harfini gizlemek.2- Çeşitli mânâları olan bir kelimeyi meşhur olmayan bi

galet

  • Hesapta yanılmak.

galeyan-ı efkar / galeyan-ı efkâr

  • Fikirlerin galeyanı. Fikirlerin coşması.

galiba / galibâ / gâliba / غالبا

  • Sanılır ki.
  • Sanırım, belki. (Arapça)

galif

  • Gön ve deri dibâgat etmekte kullanılan bir ot.

gall

  • Girmek, sokmak, akmak.
  • Boynunu, elini zincir ile bağlamak.
  • Hâinlik yapmak. Hıyanet etmek.
  • Ganimet malından hırsızlık etmek.

gallat

  • (Tekili: Galle) Mahsuller, zahireler.
  • El emekleri, çalışmanın semereleri.
  • Ev kirası gelirleri.

gamir

  • Ekilmemiş, terkedilmiş ıssız yer.
  • Faydalanılmamış şey.
  • Mamur olmayan harap yer.

gamm-penah

  • Tasalı yer, kederli yer. Kederin, tasanın sığındığı yer. (Farsça)

ganaim / ganâim / غنائم

  • (Tekili: Ganimet) Harpte ele geçen mallar. Ganimetler.
  • Ganimetler. (Arapça)

ganaim-i harbiye

  • Harbde düşmandan alınan top, tüfek, gemi, vasıta, yiyecek, içecek vs. gibi ganimetler.

gangren

  • Bulunduğu organı kullanılmaz hâle getiren bir hastalık.

gani / ganî

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hiçbir zamanda, hiçbir mekânda, hiçbir hâlde, hiçbir şeye muhtâc olmayan. Allahü teâlâya, hiçbir şekilde başkasına muhtaç olmayan mânâsına Ganiy-yi mutlak da denir.

gani-yi mutlak

  • (Gani-yi ale-l ıtlak) Cenab-ı Hak. Her şeye sahip ve hiç kimseye hiçbir cihetle ihtiyacı olmayan gani.

ganim

  • Ganimet alan.

ganimen

  • Ganimet almış olarak.

ganimin / ganimîn

  • Harbe bizzat iştirak edip, ganimet almağa hak kazanan muzaffer mücahidler.

gar-ı hira

  • Hira mağarası; Peygamber Efendimize (a.s.m.) ilk vahyin geldiği mağaranın adı.

garabet

  • Yabancılık. Gariblik.
  • Tuhaflık.
  • Âcizlik, beceriksizlik.
  • Gizli olmak. Hilaf-ı âdet olmak.
  • Iraklık.
  • Edb: Ne demek olduğu herkesçe anlaşılmayacak kelime ve tabirlerin söz arasında kullanılması.

garamet / garâmet

  • Borçlanılan şeyi ödeme. Bir çeşit vergi.

garet

  • (A, uzun okunur) Yağmacılık. Düşmanın malını yağma etmek.
  • Göbek.

gareyn

  • (A, uzun okunur) Alt ve üst çene, yâni ağız.
  • İki gar.
  • Alt ve üst çene, yani ağız.

garibüzzaman / garîbüzzaman

  • Zamanın garibi; zamanın şaşırtıcı, hayret verici kişisi.
  • Zamanın garibi, yaşadığı zamanla uyumlu olmayan.

garik-ı rahmet / garîk-ı rahmet

  • Rahmete gark olan, rahmetin içine girip onda fâni olan.

gars

  • Ağaç fidanı dikmek.
  • Dikilmiş fidan.

gars-ı yemin

  • Sağ el ile dikilen fidan.
  • Bir kimsenin yanından, fidan gibi ayrılmayan kişi.

gasak

  • (Gusuk-Gasekan) İlk koyu karanlık.
  • Küfrün karanlığı.
  • Gözün dumanlanıp, seçemez olması.
  • Göz kararması.
  • Herhangi bir şeyin akması, dökülmesi.
  • Çok soğuk ve fena kokan içki veya su.
  • Kuvve-i şeheviyye.
  • Seyelân.

gasb

  • Hakkı olmayanı zorla alma.

gasul

  • Su. Bir şey yıkamakta kullanılan su.

gav-ban / gâv-ban

  • Sığır çobanı, sığırtmaç. (Farsça)

gavani / gavanî

  • (Tekili: Ganiye) Zenginler.
  • Kadın şarkıcılar.

gavs

  • Abdülkadiri Geylanî hazretleri.

gavs-ı a'zam

  • Büyük gavs (yardımcı). Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin lakabı.

gavs-ı azam / gavs-ı âzam

  • Abdulkàdir-i Geylânî (k.s.).

gavs-ı azam şeyh geylani / gavs-ı âzam şeyh geylânî

  • Abdulkâdir-i Geylânî (k.s.).

gavs-ı geylan / gavs-ı geylân

  • Abdulkadir-i Geylânî (k.s.).

gavs-ı geylani / gavs-ı geylânî

  • Abdulkâdir-i Geylânî (k.s.).

gavs-ül a'zam

  • Abdülkadir-i Geylanî (K.S.) Hazretlerinin nâmı. En büyük Gavs. Evliyâullahın büyüğü. Gavs-i Ekber de denir.

gavs-üs-sakaleyn

  • İnsanlara ve cinlere yardım eden büyük velî Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin lakabı.

gayb-ül gayb

  • Kalbde olmayan şey. Hiç ortada eseri, varlığının, geleceğinin izi ve nişanı olmayan. Gaybın gaybı olan.

gaye-i dünya

  • Dünyanın amacı, hedefi.

gaye-i himmet

  • Gayret ve çabanın gayesi.

gaylem

  • Kul, cariye.
  • Kablumbağanın erkeği.
  • Mevzi ismi.
  • Mugaylân ağacı.

gayr-ı mebzul

  • Çok kullanılmayan. Az bulunan şey.

gayr-ı uzvi / gayr-ı uzvî

  • Cansız. Uzvî olmayan. (İnorganik)

gayr-ı zahid / gayr-ı zâhid

  • Dünyanın zevk ve süslerine dalan ve kulluk görevini ihmal eden.

gayret-i ilahiyye / gayret-i ilâhiyye

  • Allahü teâlânın kullarından beğenmediği hallerin ayrılmasını istemesi, böyle şeylere rızâ göstermemesi.

gayur

  • Hamiyetli. Çok çalışkan. Dayanıklı. Çok gayretli.
  • Kıskanç. ("Gayyur" diye yazılması yanlıştır.)

gaza / gazâ

  • İnsanların İslâmiyet'i işitmeleri, müslüman olmakla şereflenmeleri yâhut müslümanların dînine, vatanına ve nâmusuna tecâvüz eden düşmanı kovmaları için yapılan muhârebe.

gaza ordusu / gazâ ordusu

  • Allahü teâlânın rızâsı için O'nun dînini yaymak, din, nâmus ve vatanı korumak için düşmanla savaşan müslüman askerler.

gazali / gazalî

  • Onyedinci asırda şiirleri ile tanınan Bursa'lı bir şâirin adıdır.

gazel

  • Tek kişinin özel bir ahenkle okuduğu manzume. (Aşk ve nefis gibi hislere ait olup, anlamı dine aykırı olursa ve kadın sesi ile câiz değildir.)
  • Edb: Klâsik şark şiirlerinin en çok kullanılan ve (5-15) beyitlik şekil.
  • Sonbaharda ağaç üzerinde kuruyan yapraklar.
  • Ceylân.<

gazete

  • Genellikle günlük çıkan ve büyük boy olan neşriyat organı. (Fransızca)

gazi / gâzi

  • Allahü teâlânın dînini yaymak, din, nâmus ve vatanına saldıran düşmanı kovmak için savaştıktan sonra geri dönen müslüman.

gazve

  • Din düşmanı olan cephenin üzerine taarruz. Muharebe. Cenk. Sefer. Din muharebesi. Gazve, gazivden alınmış olup cenk ve kıtal manasınadır. Düşmanla vuruşmak demektir. Siyer ıstılahında Gaza ve gazve tâbirleri Peygamber Efendimizin bizzat hazır bulunduğu muharebeye denir. Peygamber Efendimizin bizzat

gazz

  • (Gadd) Utancından dolayı önüne bakmak.
  • Bir şeyin miktarını eksiltmek.
  • Hurmanın tomurcuğu.
  • Zerafet sâhibi.
  • Yeni buzağı.

geçer akça

  • Rayiç para yerine kullanılır bir tabirdir. Bu tabir, eskiden halk arasında yapılan senetlerde, hükümet tarafından akdolunan mukavelelerde kullanılırdı. (Türkçe)

gem vurmak

  • Mecaz yoluyla mâni olmak, zabtetmek, bağlamak yerinde kullanılan bir tabirdir.

gerdiş-i zeman / gerdiş-i zemân

  • Zamânın dönüşü.

geylani / geylanî

  • Seyyid Abdulkadir-i Geylanî, Gavs-ül A'zam, Gavs, Kutub gibi mecâzi nâm ile bilinen bu zât (Hi: 470-561) yılları arasında yaşamış ve Kadirî Tarikatının müessisidir. Müteaddid müridlerinden bir çoğu sonradan veli olarak meşhurdurlar. Derslerinin te'siriyle birçok Hristiyan ve Museviler Müslüman olmuş

gıda-yı ruhani / gıda-yı rûhânî

  • Ruhanî gıda; ruhun gıdası.

gile / گله

  • Sızlanma, yanıp yakılma. (Farsça)

gılman

  • Allahü teâlânın Cennet'tekilere hizmet için nûrdan yarattığı hizmetçiler.

gılman-ı enderun

  • Tar: Topkapı Sarayı (Yenisaray) iç oğlanları hakkında kullanılan bir tabirdir. Bunlar derece ve hizmet itibariyle başka başka odalara ayrılmışlardı.

gırajova ateşi

  • Tar: Eskiden kale müdafaalarında hücum edenlere karşı ve deniz savaşlarında düşman gemilerini tutuşturmak için kullanılan ve su ile sönmeyen bir cins ateş. Balmumu, kükürt, ispirto, kâfuru karmasından ibarettir. Bu ya doğrudan doğruya tutuşturulur veya buna batırılmış yuvarlak yün parçaları ateşlene

giran-bar

  • Meyvesi çok olan ağaç. (Farsça)
  • Ağır yüklü. (Farsça)
  • Gebe insan veya hayvan. (Farsça)
  • Zengin, gani. (Farsça)

giran-destmaye

  • Zengin, gani. Sermayesi ve malı mülkü çok olan. (Farsça)
  • Mârifetli, mahâretli, hünerli. (Farsça)

giran-hatır

  • Canı sıkılmış, gücenmiş. (Farsça)

giran-saye

  • Yüksek makam ve mevki sahibi. (Farsça)
  • Ordu kumandanı. (Farsça)

giran-seri / giran-serî

  • Kibirlilik, mağrurluk, enaniyetli oluş, kendini beğenmişlik. (Farsça)

girit madalyası

  • Tar: Biri Sultan Aziz diğeri Sultan II.Abdülhamid devrinde olmak üzere ihdas olunan madalyalar. Her ikisinin de altun ve gümüş olmak üzere iki türlüsü vardı. Girit işinde hizmeti görünen devlet ricaline altun, ikinci derecedeki memurlarla halka, gümüş olanı verilirdi.

gırnevk

  • (Çoğulu: Garânik-Garânika) Su kuşlarından boynu uzun bir kuş. Telli turna. Kuğu kuşu.

girye-zar

  • Oturup ağlanılan, gözyaşı dökülen yer. (Farsça)

gişe

  • Tren istasyonu, vapur iskelesi ve mağaza gibi yerlerde bilet veya paranın alınıp verildiği yer. (Fransızca)

giti-nüma / gîtî-nüma

  • Dünyayı gösteren, cihanı gösteren. (Farsça)

gıyar

  • Keçe.
  • Ehl-i zimmetin nişanı.

giyotin

  • Eskiden Fransa'da idam cezalarının infazı için kullanılan, kafa kesmeye yarar âlet. (Fransızca)

gönder

  • Tar: Seferde ordunun ve ileri gelen vezir ve diğer devlet ricalinin atlarına bakmak ve sair zamanlarda ise has ahır ve çayır hizmetlerinde kullanılmak üzere gayr-ı müslimlerden ve hasseten Bulgarlardan tertip edilmiş bir sınıf olan voynukların her mıntıkada iki, üçü ve dördü hakkında kullanı

gufr

  • (Çoğulu: Egfâr) Dağ keçisinin oğlağı.
  • Hastanın iyi olduktan sonra yine üzülüp hasta olması.

gul / gûl / گول

  • İnsanın gördüğünü sandığı korkunç hayâlet.
  • Gulyabani. (Arapça)

gulampare

  • Dost, sevgili, mahbup. (Halk ağzında kulampara şeklinde kullanılır.)

güldeste-i marifet

  • Allah'ı tanıma ve imanın meydana getirdiği bilgilerden derlenmiş gül destesi.

gülnahl

  • Gül fidanı. (Farsça)

gülnihal / گل نهال

  • Gül fidanı. (Farsça)
  • Gül fidanı. (Farsça)

gülşeniyye

  • Evliyânın büyüklerinden İbrâhim Gülşenî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.

gulul

  • Ganimet malında hıyanet etmek.

gulüvv

  • Ayaklanma. Taşkınlık.
  • Üşüşme. Hücum. Saldırış.
  • Edb: Mübalağanın son derecesi. Üçe ayrılan mübalağanın diğer iki derecesinden biri tebliğ, öteki iğraktır. Aşağıdaki parçada mübalağa gulüv derecesindedir: Gökler gürüldese, şimşekler çaksa Volkanlar fışkırsa, lâvları aksa,Kıyısı

gulv

  • Haddini tecavüz etmek, haddini aşmak.
  • Yiğitlik zamanının evveli ve sür'ati.

gulyabani / gulyabânî

  • İnsanı felâkete attığına itikad edilen vahşi bir mahluk ismi.
  • İnsanın gördüğünü sandığı korkunç hayalet, hayâlî varlık.

güman / gümân / گمان

  • Zan, sanı. (Farsça)

gümkerde

  • (Gümkerdepey) İzi kalmamış, adı sanı kaybolmuş, unutulmuş. (Farsça)
  • Yaptığı işi kimseye sezdirmeyen. (Farsça)

gümnam

  • Eseri kalmamış, adı sanı kaybolmuş, unutulmuş. (Farsça)

gunm

  • Bir şeye meşakkatsiz nâil olmak veya düşmandan doyumluk almak mânalarına gelir ve alınan doyumluğa da isim olarak ıtlak olunur ki ganimet de, her iki mânada böyledir. Şeriatta ise ganimet, küffardan anveten, yani harben alınan maldır. Binaenaleyh, velevse harbin neticesi olsun bir sulh ve ahd ile al

gunya

  • Geometride kullanılan bir âlet. Gönye. (Farsça)

gur

  • Kabir, mezar.
  • Meşhur pehlivan Rüstem-i İraninin lâkabı.
  • Yaban eşeği.

gurbet diyarı

  • Asıl vatanın dışındaki yerler.

gurre

  • Parlaklık. Her şeyin başlangıcı. Bu cihetle, kameri ayların ilk günlerine gurre-i şehr denilmiştir. Köleye, cariyeye ve malların en güzidelerine, gurret-ül emval denir. Güzel parlak yüze, vech-i agarr; açık ve nurani alına, cebhe-i garra denir ki, aynı asıldan müştaktırlar.
  • Fık: İska

gürültühane-i insan

  • İnsanın gürültü yeri.

gurur / gurûr / غرور

  • Mağrurluk. (Arapça)
  • Aldanış. (Arapça)

gurur-u ilmi / gurur-u ilmî

  • İlmin verdiği gurur ve enaniyet.

gurz

  • (Çoğulu: Guruz-Ağraz-Guraz) Su taksim olunan yer.
  • Eyer kolanı.

gürz

  • Silâhın icadından evvel kullanılan bir harp âleti. Gürz, yekpare veya yalnız baş tarafı demir ve bakırdan, sapı ise ağaç ve demirden olan bir nevi topuzdur. Gürzün Türkçesi "bozdoğan" dır. Bozdoğan bir cins yırtıcı kuştur. Gürz, bozdoğanın kafasına benzediği için bu adla anılmıştır. Gürzün baş kısmı

gurze

  • (Çoğulu: Guruz) Pamuklu elbisede kullanılan kaba dikiş.

guş-i kabul-i cane / gûş-i kabul-i câne

  • Canın kabul kulağı; birşeyi can kulağıyla dinleme.

güşadname

  • Padişah fermanı. (Farsça)
  • Boşanma vesikası. (Farsça)

güşayiş-i heva / güşayiş-i hevâ

  • Havanın açıklığı.

güvah / güvâh / گواه

  • Şahit. Gören. Bilen. Tanıyan. (Farsça)
  • Tanık, şahıt. (Farsça)

habail-üş şeytan

  • Şeytanın tuzakları.
  • Kadınlar.

habak

  • Mandıra, ağıl. (Farsça)
  • Dört yanı bir duvar veya set ile çevrilmiş yer, avlu. (Farsça)

habel

  • Ana rahmindeki çocuk, cenin.
  • Gebelik, gebe olma zamanı.
  • Fls: Musallat fikir.

haber / خَبَرْ

  • Hâriçten insanın fikrine intikal eden ilim.
  • Yeni havadis. Ağızdan ağıza nakledilen söz.
  • Peyam. Peygam. Nebe'. İlim ve malumat. Bilgi.
  • Hadis, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm'ın sözü.
  • Edb: Hâdiseyi bildiren fiil veya cümle.
  • Gr: Müsned. Mübtedanın mu
  • Cümle başındaki ismin ardından gelen ve onu tanımlayan bölüm.

habeşi / habeşî

  • Habeş memleketi ahalisinden olan. Habeş'e mensub ve müteallik olan.
  • Koyu esmer renkli adam.
  • Hat, tezhib, minyatür gibi güzel san'atlarda kullanılan bir cins kâğıt.

habib-i kibriya / habîb-i kibriya

  • Kibriyanın sevgilisi. Hz. Muhammed (s.a.v.).

habibullah / habîbullah

  • Allahü teâlânın sevgilisi manasına, Muhammed aleyhisselâm.

habir / habîr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyin hakîkatini, kâinâtın, varlıkların, görünen ve görünmeyen her şeyi hakkıyla bilen, hiçbir zerrenin hareketi ve hareketsizliği ilminden hâriç olmayan, nefslerin ne ile mutmain (huzurlu) ne ile huzursuz olduğundan, sükûnete kavuştuğunda

hablullah

  • Allahü teâlânın ipi, Kur'ân-ı kerîm veya İslâm dîni.

habt

  • Şiddetli vurmak. Önünü görmeyerek körcesine basıp yürümek.
  • Yanılmak, unutmak, hatâ etmek.
  • Fesada vermek.
  • Hiç umulmayan birisinden yardım istemek.
  • Cin çarpmak.
  • Yanlış hareket.
  • Maktulün kanının heder olması.
  • Bozma, ibtâl etme, muteberliğini kaybettirme.
  • Bir bahis veya münazarada karşısındakinin hatasını isbat ile onu ilzam edip susturma.

habt-i a'mal / habt-i a'mâl

  • İrtidad eden, yâni dinden çıkan bir kimsenin, dindar iken yapmış olduğu ibadetlerinin ibtâl olup sevapsız kalması.

habul

  • Hurma ağacına çıkarken kullanılan urgan.

hac

  • İslâm'ın beşinci şartı. Gerekli şartları kendinde bulunduran (bülûğa ermiş yâni ergen, hür, zengin, aklı başında) her müslümanın ömründe bir defâ ihramlı (dikişsiz) bir elbise ile Mekke'ye gidip Kâbe'yi ziyâret etmesi ve Arafât denilen yerde bir mikt âr durması ve bâzı vazîfeleri yerine getirmesi.

hacat-ı beşeriye / hâcât-ı beşeriye

  • İnsanî ihtiyaçlar.

hacat-ı insaniye / hâcât-ı insaniye

  • İnsanın ihtiyaçları.

hacc-ı asgar

  • Ömre. Hac zamânı olan beş günden (Arefe günü ile dört bayram günlerinden) başka senenin her günü ihrâm (dikişsiz elbise) ile Mekke'ye gelip, Kâbe'yi tavâf (etrâfında yedi kere dolaşmak), sa'y yapmak (Safâ ve Merve tepeleri arasında gidip gelmek) ve traş olmak.

haccac

  • Çok eskiden Irakta vâlilik yapan fakat, Hz. Resul-ü Ekremin (A.S.M.) soyundan gelenlere ve onlara taraftar olanlara çok zulmeden, haddini aşmış bir zâlimin ünvânı. Asıl ismi Yusuf bin Sakafi'dir. Haccac-ı Zâlim diye de anılır.
  • Irak valisi olup, müslümanlara zulmeden Yusuf bin Sakifî'nin ünvanı.
  • Delil ile galip olan.

hace-i alem / hâce-i âlem

  • (Hâce-i Kâinat) Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ünvanı.

hacebe

  • (Tekili: Hâcib) Perdeciler, kapıcılar.
  • İnsanın oturak yeri olan uzvu, kalça. (İkisine "hacebetan" derler)

hacegan / hâcegân

  • Nakşîlerin bir ünvanı.

hacegan yolu / hâcegân yolu

  • Daha çok nübüvvet kemâlâtına (olgunluklarına, üstünlüklerine) kavuşturan Hazret-i Ebû Bekir'den gelen yolun, Yusuf-ı Hemedânî hazretlerinden îtibâren aldığı isim. Bu yol sonradan Nakşibendiyye adını almıştır.

hacegan-ı divan-ı hümayun / hâcegân-ı divan-ı hümayun

  • Eskiden devlet dairelerindeki yazı işlerinin başında ve bir takım mühim memuriyetlerde bulunanlar hakkında kullanılan bir tâbirdi. İkinci Mahmud zamanında yenilikler yapılıp memuriyete mahsus rütbeler ihdas olunurken hâcegânlık da rütbe sayılmış ve bunlara ait nişanla, resmi günlerde giyecekleri elb

hacer-ül-esved

  • Kâbe-i muazzamanın doğu köşesinde bir buçuk metre kadar yükseklikte bulunan ve Cennet yâkutlarından olan parlak, siyah taş.

hacib / hâcib

  • Perde.
  • Perdeci. Kapıcı.
  • Eskiden Osmanlı İmparatorluğu zamanında Devlet Reisinin en yakın me'muru. Vezirler veya âmirler.
  • Kaş.

haço

  • Ermeniler tarafından kulanılan bir isim.

hacz

  • Men'etmek. Mâni olmak.
  • İki şeyin arasını ayırmak.
  • Alacaklı, borçludan alacağını alabilmesi için borçlunun malına el konulmak.

hadaret

  • Bir şeyin yanında bulunmak.
  • Huzur. Yakında olmak.
  • Hazır etmek. Hazır olmak.
  • Medeniyet.

hadc

  • Deve palanı.

hadd-ı büluğ / hadd-ı bülûğ

  • Ergenlik çağı; cünüp olup, gusül abdesti almaya başlama zamânı.

hadd-i büluğ

  • Büluğa erme yaşı. Teklif-i İlâhînin başladığı, namaz ve oruç gibi dinî emirleri ifaya başlanılan yaş.

hadd-i ekber

  • Man: Bir hükmün veya neticenin mahmulü, yani sıfatı veya hali, oluşu. Büyük kaziye.

hadd-i i'caz

  • Edb: Fasahatın mu'cize şeklinde olanı.

hadda

  • Deve çobanı.

haded

  • Engel, mâni, set.

hades

  • Yeni olmak. Eskiden olmayıp sonradan görülmek.
  • Taze. Yiğit. Genç.
  • Fık: Abdest almayı icabettiren hal. Bazı ibadetlerin yapılmasına mâni olan ve necaset-i hükmiye sayılan hal.
  • Pislik.

hades-i asgar

  • Fık: Taharet-i suğra ile, yani yalnız abdest ile giden taharetsizlik hali. Bevletmek, kan gelmek sebebi ile hasıl olan hades gibi.

hades-i ekber

  • Fık: Taharet-i kübra ile, yani gusül abdesti ile giderilen taharetsizlik halidir.

hadesten taharet / hadesten tahâret

  • Namaza başlamadan önce yerine getirilmesi gereken farzlardan biri. Abdesti olmayan kimsenin abdest alması, cünüb olanın, hayız ve nifas hâli sona eren kadının boy abdesti alması.

hadi / hâdî

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarından dilediğine doğru yolu gösteren, kullarının havâssına (seçilmişlerine) doğrudan insanların avâmına (havâsstan aşağı derecede olanlara) yarattıkları varlıkları vâsıtasıyla kendini tan ıtan yüce Allah.

hadire / hadîre

  • Kalabalık olmayan topluluk.
  • Yaranın içinde toplanan kan ve irin.

hadis / hadîs

  • Peygamber efendimizin mübârek sözleri, işleri ve görüp de mani olmadıkları şeyler.

hadis-i ahad / hadîs-i âhâd

  • Hep bir kimse tarafından rivâyet edilen, bildirilen, müsned-i muttasıl (Resûlullah efendimize varıncaya kadar, rivâyet edenlerden yâni nakledenlerden hiçbiri noksan olmayan) hadîs-i şerîfler.

hadis-i cibril / hadîs-i cibrîl

  • Peygamber efendimiz Eshâbı (arkadaşları) ile otururlarken, Cebrâil aleyhisselâmın insan sûretinde gelip; İslâm'ı, îmânı ve ihsânı sorduğunda Resûlullah efendimizin verdiği cevabları bildiren hadîs-i şerîf.

hadis-i meşhur / hadîs-i meşhûr

  • İlk zamanda bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan, yâni bir kimsenin Resûl-i ekremden, o kimseden de, çok kimselerin ve bunlardan dahî, başka kimselerin işittiği hadîs-i şerîfler.

hadis-i şerif / hadîs-i şerif

  • Peygamberimize ait söz, emir veya davranışlar.

hadisat-ı zamaniye / hâdisât-ı zamaniye

  • Zamanın hâdiseleri, olayları.

hadise-i kur'aniye / hâdise-i kur'âniye

  • Kur'ânî olay.

hadise-i müthişe / hâdise-i müthişe

  • İnsanı hayrete ve dehşete düşüren olay.

hadr

  • Evmek, acele etmek.
  • Vücutta bir organın şişip yumrulaşması.
  • Men etmek, engel olmak.
  • Saçak bükmek.

hads / حَدْسْ

  • Uzun düşünce ve delile ihtiyaç kalmadan hâsıl olan ilim. Sür'at-i intikal. Ani ve doğru idrâk. Delilden neticeye çabuk varmak.
  • Ânî ve doğru anlayış.

hads-i kalbi / hads-i kalbî / حَدْسِ قَلْبِي

  • Kalbe ait ani ve doğru anlayış.

hads-i sadık / hads-i sâdık / حَدْسِ صَادِقْ

  • Âni ve doğru anlayış.
  • Âni ve doğru anlayış.

hadşe-aver

  • Rahatsızlık veren, insanı sıkıntıya koyan. (Farsça)

hadsen / حَدْسًا

  • Âni ve doğru anlayışla.

hafaza melekleri

  • Koruyucu melekler, her insanın hayır (iyi) ve şer (kötü) işlerini yazan; ikisi gece, ikisi gündüz gelen ve kötülüklerden ve cinlerden koruyan melekler. Bunlara Kirâmen kâtibîn melekleri diyenler olduğu gibi, onlardan başka olduğunu söyleyenler de olm uştur.

hafi

  • Yalın ayak yürüyen veya koşan.
  • Çok ikram eden insan. İnsanı güler yüzle karşılayan.

hafid / hâfid

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kıyâmet günü, yâni öldükten sonra mahlûkât (yaratılmışlar) diriltilip, herkes dünyâda iken yaptığının hesâbını verirken, kâfirleri ve kötü kimseleri en aşağı seviyeye indiren, huzûrunda düşmanl arının başlarını aşağı eğdiren.

hafif ikrah / hafîf ikrâh

  • Şiddetli olmayan zorlama. Canın veya uzvun telefine yol açmayan, yalnız acı ve eleme sebeb olacak derecedeki dövme ve hapsetme gibi şeylerle yapılan zorlama.

hafif-ül-haz / hafîf-ül-hâz

  • Zevcesi (hanımı) ve çocuğu olmayan.

hafız / hâfız

  • Kurânı ezberlemiş kimse.

hafv

  • Men etmek, mâni olmak, engel olmak.

hafz

  • Aşırı olmama hali.
  • Refah ve ferahlık. Huzur ve rahat.
  • Yavaş yavaş mülayim yürüyüş, itidal. Alçak.
  • Kelimenin son harfini esre, yâni "i" diye okumak.
  • Sözü boğaz içinden söylemek.

hahiş-i vicdani / hâhiş-i vicdanî

  • Vicdanî isteyiş ve arzu.

hahiş-i vicdaniye / hâhiş-i vicdaniye

  • Vicdanî arzu, istek.

hail

  • Perde. Mânia. İki şey arasını ayıran.

hain / hâin

  • Birine kendini emin (güvenilir) tanıttıktan sonra o emniyeti, güveni bozacak iş yapan. Eminin zıddı.

haiz

  • Bir şeye sahip olma. Sahip. Mâlik.
  • Yer tutan.
  • Akranından mümtaz olan.

hak

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Vâcib-ül-vücûd yâni varlığı lâzım olan, hiç yok olmayan, dâimâ var olan ve kendisinden başkası yaratmaya lâyık olmayan.
  • İslâmiyet.
  • Gerçek, doğru.
  • Alacak.
  • Pay, hisse.
  • Hâtır, hürmet.
  • İnsanı

hakaik-i aliye-i imaniye / hakaik-i âliye-i imaniye

  • İmanın yüce hakikatleri, esasları.

hakaik-ı esasiye-i imaniye ve kur'aniye / hakâik-ı esâsiye-i imâniye ve kur'âniye

  • İmanın ve Kur'ân'ın temel gerçekleri.

hakaik-i esasiye-i kur'aniye ve imaniye / hakaik-i esasiye-i kur'âniye ve imaniye

  • Kur'ân ve imânın temel hakikatleri.

hakaik-i imaniyenin tercümanı

  • İman hakikatlerinin tercümanı.

hakaik-i kudsiye-i imaniye

  • İmanın kutsal hakikatleri, esasları.

hakaik-i kudsiye-i imaniye ve kur'aniye / hakaik-i kudsiye-i imaniye ve kur'âniye

  • Kur'ân'ın ve imanın mukaddes ve kutsal hakikatleri.

hakàiku'l-eşyai sabitetün / hakàiku'l-eşyâi sâbitetün

  • Eşyanın ve varlıkların hakikatı, aslı sabittir.

hakayık-ı seb'a

  • Yedi hakikat. Fatiha suresinin yedi âyeti. İmanın altı şartı ve İslâmiyet ile yedi olan mühim hakikatlar. Kur'an-ı Kerim'in yedi vechile hârika olması gibi hakikatlar.

hakb

  • Devenin semerini karnına bağlamakta kullanılan ip.
  • Tutulmak.

hakem

  • İki tarafın, hükmüne rızâ göstermek için seçtikleri kimse. Haklı ile haksızın ayrılmasında aracılık eden kimse.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından; hükmedici, hak ile bâtılı ayırıcı.

hakikat

  • (Çoğulu: Hakaik) Bir şeyin aslı ve esâsı. Mahiyeti. Gerçek. Doğru. Sahih. Künh. Sâbit ve vâki.
  • Kadirbilirlik. Sadâkat, doğruluk. Kâinat ve tabiat ve uluhiyet hakkında bütün teşbih ve mecazlardan âri ve zâhir olan gerçek.
  • "Mecâz" karşılığı, esas olarak kullanılan kelime.
  • <

hakikat alemi / hakikat âlemi

  • Âhiret âlemi; mânevî ve ruhanî âlem.

hakikat ilmi

  • Eşyanın gerçek ve doğru yüzünü gösteren ilim; Kur'ân ilmi.

hakikat nazarında

  • Gerçek nezdinde, yanında.

hakikat-i din ve dünya ve insan ve iman

  • Dinin, dünyanın, insanın ve imanın gerçeği.

hakikat-i dünya

  • Dünyanın gerçeği.

hakikat-ı insaniye

  • İnsanın hakikati, mahiyeti.

hakikat-i insaniye

  • İnsanın gerçek mahiyeti.

hakikat-i remziye

  • İnce işaret şeklinde ifade edilen mânânın gerçeği.

hakikat-i rüya

  • Rüyanın anlamı, gerçeği.

hakikat-i tarikat

  • Tarikatin özü, tarikatle ulaşılan hakikat ve eşyanın gerçeği.

hakikat-i zaman

  • Zamanın gerçeği.

hakikat-şinas

  • Hakikatı doğru tanıyan, bilen. Hakikata imân eden. (Farsça)

hakikat-şinasane / hakikat-şinasâne

  • Gerçeği, hakikatı tanıyana yakışacak surette. (Farsça)

hakikatler

  • İmanî gerçekler.

hakiki ihlas / hakikî ihlâs

  • Gerçek ihlâs, ibadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetme; samimiyet.

hakim / hakîm

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hikmet sâhibi, ilmi kâmil, işi güzel, uygun işler yaratıcı ve kullar arasında hükmedici.
  • Hikmet ehli. Din bilgilerini fen bilgileri ile isbât eden âlim.

hakim ebu abdullah

  • Muhammed bin Abdullah ibn-i Beyyi' (Hi: 321-405) Sâmâniye Devleti Nişabur Kadılığında bulunmuş büyük muhaddislerden, Şafiî fakihlerinden, asrının en büyük din âlimi diye bilinen bir zattır. Bir çok eser te'lif etmiştir. Başlıcaları: El Müstedrek Ale-s Sahihayn, Kitab-ül İlel, El-İklil, El-Emali, Ter

hakim-i ezel ve ebed / hâkim-i ezel ve ebed / حَاكِمِ اَزَلْ وَ اَبَدْ

  • Başlangıç ve sonu olmamanın mutlak hakimi (Allah).

hakim-i ruhani / hâkim-i rûhânî

  • Rûhânî hâkim; gözle görülmez idareci.

hakim-üş şer' / hâkim-üş şer'

  • Kadılar (hâkimler) için kullanılan bir tâbirdir. Kadılar davaları şer'î hükümler dairesinde hall ü faslettikleri için bu tâbir meydana gelmiştir. Şeriat hâkimi demektir.

hakir kalb / hakîr kalb

  • Bir tevazu ifadesi olarak, bu fakirin ehemmiyetsiz, kıymetsiz kalbi mânâsında kullanılan bir deyim.

hakk-binane / hakk-bînane

  • Hakkı tanıyana göre. (Farsça)

hakk-bini / hakk-bînî

  • Hakkı görme, hakkı tanıma. (Farsça)

hakk-güzar

  • Haktan ayrılmayan, hakkı tanıyan. (Farsça)

hakk-ı marifet / hakk-ı mârifet

  • Hakkıyla, gerçek bir şekilde bilme ve tanıma.

hakk-şinas

  • Hakka riayet eden. Hakkı tanıyan. Hak ile amel eden. (Farsça)

hakkaniyet

  • Haktan ve doğruluktan ayrılmamak. Adalet üzere bulunmak. Adalet ve insaf ile lâzım olanı icra etmek.

hakşinas / حق شناس

  • Hakkı tanıyan.
  • Haktanır. (Arapça - Farsça)

hakşinasi / hakşinâsî / حق شناسى

  • Haktanırlık. (Arapça - Farsça)

hakşinaslık

  • Doğruyu, hakkı tanımak.

hal-i ahmediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) durumu, davranışı.

hal-i alem / hal-i âlem

  • İçinde yaşanılan dönem.

hal-i ihtizar / hâl-i ihtizar

  • Can çekişme, ölüm ânı.

hal-i üstad / hâl-i üstad

  • Üstadın davranışları, hâlleri.

hala

  • (Çoğulu: Hâlât) Babanın kız kardeşi, hala. Arapçada: Ananın kızkardeşi. Teyze.

halal / halâl

  • Yasak edilmiş olmayan, yâhut yasak edilmiş ise de, İslâmiyet'in özr, mâni ve mecbûriyet saydığı sebeblerden birisi ile yasaklığı kaldırılmış olan şeyler.

halas

  • Üzüm ağacına benzer bir ağaç (yanındaki ağaca sarılır gider; hoş kokusu vardır; akik gibi taneleri olur.)

halaskar-ı iman / halâskâr-ı iman

  • İman kurtarıcı, imanın kurtulmasına vesile olan.

halat

  • (Tekili: Hâle) Halalar. Babanın kız kardeşleri. Arabçada: Ananın kız kardeşleri. Teyzeler.

halbes

  • (Çoğulu: Halâbis) Bahadır, kahraman. Bir şeye sımsıkı bağlanıp ayrılmayan kişi.

hale

  • Annenin kız kardeşi. Teyze. Türkçede babanın kız kardeşine hala denir. Arabçada dayıya "Hâl" denir.

halef-isadıkin / halef-isâdıkîn

  • Selef-i sâlihînden yâni Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînden sonra gelen Ehl-i sünnet âlimleri.

halen / hâlen

  • Hal ile, hareket ve davranışla.

halenc

  • (Çoğulu: Halânic) Ağaç, şecer.

halet-i nez' / hâlet-i nez'

  • Ölüm hâleti. Can verme zamanı. Sekerat vakti.

halet-i ruhiye / hâlet-i ruhiye

  • İnsanın ruh hâli.
  • İnsanın ruh hâleti, manevi ve iç durumu.

halet-i yakaza / hâlet-i yakaza

  • Uyanıklık hali.

halhal

  • Eskiden kadınların süs için ayaklarının topuklariyle baldırları arasına yani ayak bileklerine taktıkları altundan veya gümüşten yapılmış halka. Ayak bileziği.

hali kalmayan / hâli kalmayan

  • Boş kalmayan (yani her zaman bir kısım ihtilâlci insanlar bulunan).

halid bin sinan

  • Benî Abes kabilesinin Bin-Bagis'ten ehl-i tevhid bir zat olup; Hz. Peygamber Efendimiz, bu zat hakkında: "O bir nebi idi, fakat onun kavmi onu zâyi etti" buyurmuşlardır. Kendisi Peygamberimizin zamanına yetişememiştir.

halidiyye / hâlidiyye

  • Evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Nakşibendiyye yolunun bir kolu olan Hâlidiyye yolu daha çok Anadolu, Irak ve Sûriye taraflarında yayılmıştır.

halif

  • Karşılıklı olarak yapılan bir antlaşmanın şartlarını yerine getirmeye yemin eden, and içen, müttefik.

halife

  • Öncekinin yerine geçen.
  • Fık: İlâhî, yâni şer'î hükümlerin tatbik ve icrası için Peygamber'e (A.S.M.) vekil olan zât. İmam. İmamet-i kübra. (Namazda imama uyan cemaat gibi, halifeye de şer'î emirlerde öylece itaat edilir. Halifede aranan dört şart: İlim, adalet, kifayet, a'zâ ve havâs

halife-i evvel

  • Devlet dairelerinde yazı işlerinde çalışanlar. Tanzimattan evvel kalem teşkilâtı; halife, halife-i sâni, halife-i evvel olmak üzere üç derece idi. Ondan sonra bir kısım dairelerde bunun yerine baş kâtib, bazılarında da mümeyyiz-i evvel denilmiştir.

halife-i müslimin / halife-i müslimîn

  • Yavuz Sultan Selim Han'dan sonraki Osmanlı Padişahları hakkında kullanılmış bir tabirdir. Müslümanların halifesi demektir.

halife-i ruhani / halife-i ruhanî

  • Ruhanî halife; ruhen çeşitli makamlarda temessül eden halife.

halife-i ruy-i zemin

  • Yeryüzünün halifesi mânâsına gelen bu tabir, Yavuz Sultan Selim Han'dan sonra Osmanlı Padişahları hakkında kullanılmıştır.

halık / hâlık

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi taktîr ve tâyin eden, yaratan.

halik

  • Helâk olan. Mahv olan. Fenaya giden. Fâni. Zâil.

halık-ı hayır / hâlık-ı hayır

  • İyilik yaratanı.

halık-ı mennan / hâlık-ı mennân

  • Sayısız nimet veren ve ihsanı bol Allah.

halık-ı şer / hâlık-ı şer

  • Kötülük yaratanı.

haliliye / halîliye

  • Allah'ın dostu (Halîlullah) ünvanına sahip olan Hz. İbrahim'in örnek alındığı yol.

halilullah / halîlullah

  • Allahü teâlânın dostu mânâsına İbrâhim aleyhisselâmın lakabı. Halîlürrahmân da denir.

halim / halîm

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hep hilm sâhibi olan; günâh işleyenlerin, günâh işlemelerini ve emirlerine muhâlefetlerini, karşı geldiklerini gördüğü hâlde gazablanmaya ve onları cezâlandırmaya gücü yettiği hâlde, acele etmeyen. Allahü teâlâ kullarına cezâ vermekte

halim-i alihimmet / halîm-i âlihimmet

  • Yumuşak huylu olmasının yanı sıra kutsal değerler uğruna gayret gösteren.

halime / halîme

  • Yumuşak huylu kadın.
  • Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın süt anasının ismi. Beni Sa'd bin Bekr kabilesindendir. Halime-i Sa'diye diye de anılır. (R.A.)

haliyye

  • Bağından boşanmış deve.
  • Yabancı bir yavru emziren deve.
  • Büyük gemi.
  • Arı kovanı.
  • Ahlâktan kinâyedir.
  • (Çoğulu: Haliyyât) Bekâr kadın, evlenmemiş kız.

halk-ı dü cihan

  • İki cihanın halkı, ölüler ve diriler.
  • İki cihanın halkı.
  • Ölülerle diriler.

halk-ı eşya

  • Eşyanın, varlıkların yaratılması.

halk-ı kur'an / halk-ı kur'ân / خَلْقِ قُرْاٰنْ

  • Batıl Mu'tezile mezhebinin ortaya attığı Kurânın yaratılmış olduğu fikri.

halkabend

  • Toplanıp yuvarlak meydana gelecek şekilde oturma. (Farsça)

halli

  • Zengin, gani, malı mülkü çok olan.
  • Kuvvetli, kavi.

hallüsinasyon

  • Olmayanı varmış gibi hissetme.

haluk

  • İyi huylu. Güzel ahlâklı. İslâma yakışır ahlâkta olan. İnsâniyyetli.

halvet-i faside / halvet-i fâside

  • Karı-kocanın aralarında şer'î mâni olmasına rağmen birleşmeleri.

halvet-i sahiha

  • Karı-kocanın aralarında şer'î mâni bulunmaması halinde birleşmeleri.

halvethane

  • Yalnızca ibadet etmek ve çile doldurmak için kapanılan yer.

halvetiyye

  • Evliyânın büyüklerinden Muhammed bin Nûr Halvetî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.

haman

  • Peygamber Hz. Musa (A.S.) zamanındaki Mısır Fir'avununun vezirinin ismi.

hamata

  • Katılık.
  • Yanmak.
  • Boğaz ağrısı.
  • Darı samanı.
  • Kalbin ortası.

hamele-i kur'an

  • Hâfızlar. Kur'anı ezbere okuyup ilmi ile amel eden mes'ud kimseler.

hamid / hamîd

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her dilde ve her kalbde övülen.

hamil

  • Kötü tanınmış olan kimse.

haminne

  • Hanım nine sözünün bozulmuş şekli, büyük anne.

hamir / hamîr

  • Eyer yapmada kullanılan tüysüz beyaz deri.

hamir-i maye / hamîr-i mâye

  • Mayanın hamuru.

hamise / hâmise

  • Râbianın altmışta biri.

hamiyet-füruş

  • Kendini beğenerek vatanı ve milleti koruma noktasında çok gayretli olduğunu iddia eden.

hamiyet-i cahiliye / hamiyet-i câhiliye

  • Câhillikten gelen ırkçılık gibi bâtıl inanışları koruma gayreti. (Farsça)
  • Cenab-ı Hakk'ın ve Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) nehyettiği ve hak dine uymayan eski ve kötü inançları muhafaza gayreti. (Farsça)

hamiyyet

  • Din gibi mukaddes değerleri ve aile ve vatanı koruma duygusu ve gayreti.

hamme / hâmme

  • (Çoğulu: Humm) Kaplıcanın sıcak suyu.
  • Kuyruk yağının kıkırdağı.
  • Kızdırmak mânasına mastar da olur.
  • (Çoğulu: Hevâmm) Haşerât-ı muzırra, zararlı böcekler.
  • Binek hayvanı.

hamul / hamûl / حمول

  • (Haml. den) Sabırlı, metanetli, tahammüllü, dayanıklı kimse.
  • Dayanıklı. (Arapça)

hamuli / hamulî

  • Tahammüllülük, sabırlılık, dayanıklılık.

han

  • Yemek sofrası. Üstüne yemek konan tepsi. (Farsça)
  • Yemek, taam. (Farsça)
  • Ahçı dükkânı, lokanta. (Farsça)

hanadık

  • (Tekili: Handek) Hendekler. Bir mekânın etrafına kazılan geniş ve derin çukurlar.

hancer

  • Ucu sivri, iki tarafı keskin büyük bıçak. Halk dilinde hançer şeklinde kullanılır. Divan edebiyatında şâirler, güzellerin kaşlarını hancere benzetirlerdi.

hane-i ayine / hane-i âyine

  • Her yanı birbirinin aynı olan oda, salon veya köşk.

hane-i insan

  • İnsanın evi.

hanefi / hanefî

  • Amelde İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe'ye uyup bu mezhepten olanlar.

hanek

  • Ağzın tavanı, damak.

hanif / hanîf

  • Sapıklıktan, yanlış inanışlardan Hakk'a, doğruya meyleden, dönen, müslüman. İslâmiyet'ten önce Arabistan'da putlara tapmayıp, hazret-i İbrâhim'in dîni üzerine bulunanlara verilen isim. Çoğulu hunefâ'dır.

hanifen müslimen / hanîfen müslimen

  • Müslim ve hanif olarak.
  • Allah'ı bir olarak tanıyan dosdoğru bir Müslüman (Kur'ân-ı Kerimde Hz. İbrahim için söylenen bir ibare).

hanım sultan

  • Tar: Osmanlı hanedanında "sultan" nâmı verilen İmparatorluk prenseslerinin kızlarına verilen resmi ünvan.

hanut

  • (Çoğulu: Havânit) Meyhane, içki içilen yer.
  • Dükkân.

har

  • Hor, hakir, âdi. Aşağı. (Dinsiz, imansız ve din düşmanı ahlaksızların ve sefihlerin vasıfları.) (Farsça)

harab-ı dünya

  • Dünyanın sona ermesi, kıyamet.

harabiyet

  • (Harabî) Yıkılma. Yıkılış. Parçalanıp dağılış. Zillet ve sefalet içinde

haram / harâm

  • Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde yapmayınız diye açıkça yasak ettiği şeyler.

haramilik

  • Tar: Akıncı kumandanının iştirak etmediği ufak kuvvetler tarafından düşman memleketlerine yapılan akınlar. Bu akınlara yüz ve daha fazla akıncı iştirak ederdi. Akıncı kuvvetleri yüzden az olduğu takdirde "çete" ismini alırlardı. Büyük akınlarda olduğu gibi haramilik suretiyle yapılan akınlarda da al

hararet-i gariziyyenin iltihabı zamanı

  • İnsanda şehvanî ve nefsanî hislerin galeyanda olduğu devresi.

hararet-i heva / hararet-i hevâ

  • Havanın harareti. Havanın sıcaklığı.

haratin-i hassa / haratîn-i hassa

  • Osmanlılar zamanında Topkapı Sarayı'ndaki bir sınıf san'atkârın adı idi. Bunlar demir ve ağaç eşyayı tesviye ederlerdi. Bugünkü tâbirle tornacı demekti. Bileziklerden çarklara ve silâh yivlerine kadar her çeşit şey yaparlardı.

harb-gah / harb-gâh

  • Harp meydanı, savaş alanı, muharebe yeri. (Farsça)

harbesisa

  • "Şey" mânasına kullanılan bir isimdir.

harbi / harbî

  • Dâr-ül harbde bulunan ve müslim olmayan kimse. Arada anlaşma yapılmamış düşman.
  • Harbe mensub ve müteallik.
  • Tüfek temizliği için kullanılan demir çubuk.

harbüze-zar

  • Karpuz kavun bostanı.

harc

  • Gider, sarfiyat, bir iş için kullanılan madde.
  • Vergi.
  • Çıkmak.
  • Yeni çıkan bulut.
  • Yemâme vilayetinde bir yer.
  • Ecir.
  • Buğday. (Dinimizde lüzumsuz harcamak, israf haramdır. Zillet ve fakirliğe sebeptir.)

hardal

  • Çok küçük tohumları olan ve yaprakları yenen bir nebat ismi. Döğülerek macun haline getirilir ve sofrada iştah açmak için kullanılır.

hare / hâre / خاره

  • Granit, sert taş. (Farsça)

harekat / harekât

  • Hareketler, davranışlar.

harekat-ı fikriye / harekât-ı fikriye

  • Fikir hareketleri, düşünce alanındaki hareketler.

harekat-ı laubaliyane / harekât-ı lâubaliyâne

  • Saygısızca davranışlar.

harekat-ı laübaliyane / harekât-ı lâübaliyâne

  • Saygısızca davranışlar.

harekat-ı müstahsene / harekât-ı müstahsene

  • Herkesin beğendiği güzel davranış ve hareketler.

harekat-ı müştereke / harekât-ı müştereke

  • Müşterek hareketler, beraber davranışlar.

hareket / حركت

  • Kımıldanma. Davranış. Yola çıkmak. Bir cismin sabit bir noktaya göre yerinin veya durumunun değişmesi. Sarsıntı.
  • Hareket. (Arapça)
  • Davranış. (Arapça)

hareket-i ahmakane ve caniyane / hareket-i ahmakâne ve câniyane

  • Aptalca ve cânice yapılan hareket.

hareket-i dahil / hareket-i dâhil

  • Tar: Kanuni Sultan Süleyman zamanında Süleymaniye medreselerinin binasından sonra onikiye çıkarılan tarik-i tedris (okutma yolu) silsilesinin dördüncü mertebesindeki müderrislerine verilen bir ünvandır.

harem / حَرَمْ

  • Hanım, eş.

harem-i şerif / harem-i şerîf

  • Müslümanların kıblesi olan Kâbe-i muazzamanın ortasında yeralan etrâfı kubbeli revaklarla çevrili mescid. Kâbe'nin etrâfı.

haremim

  • Eşim, hanımım.

harf

  • Ağızdan çıkan her bir sese âit verilen işaret. Alfabeyi meydana getiren şekilli çizgilerden herbiri.
  • Müstakil bir mânâya değil de başka harflerle birleşerek, başka muayyen ve müstakil çok mânaların ifadesi için kullanılan şekil. Başkasının mânalarını gösteren işaret.
  • Vecih, ü

harf-i ab-dar / harf-i âb-dâr

  • Güzel ve mânidar söz.

harf-i nida' / harf-i nidâ'

  • Ya, ey, â gibi harflerle çağırılanın ismine eklenen harf. Ünlem.

harfi / harfî

  • Harfe âit.
  • Sahibi tanıtmak için olan.
  • Başkasının mânası için yazılan.

harfi nazar / harfî nazar

  • Varlıklara bizzat kendisini değil de san'atkârını, ustasını, sahibini tanıtan mânasıyla bakma.

haric-i vatan / hâric-i vatan

  • Vatanın harici.

harif

  • Güz mevsimi, sonbahar.
  • Meyve toplama zamanı.

harika-i zaman

  • Zamanın harikası.

harika-i zamani / harika-i zamanî

  • Zamanın harikası, eşsiz olanı.

harikulade / hârikulâde

  • Olağanüstü. İnsan gücünün üzerinde, insanı hayrette bırakan âdet dışı şaşılacak iş.

hariri / harîrî

  • Makamât adlı eseri yazan ünlü edibin ünvanı.

haris-i vatan / hâris-i vatan

  • Vatanın koruyucusu, vatanın bekçisi.

harısa

  • İnsanın başında veya yüzünde kan çıkmaksızın yalnız deri yırtılmış olarak peyda olan yara.

hariz / harîz

  • Mahfuz, hıfzolunmuş, saklanılmış.

hark-ı kebir

  • Büyük yangın.
  • Cihan Harbi. (daha ziyade ihrak olarak kullanılır)

haruni / harunî

  • Hayvanın ilerlemeyip durması veya gerilemesi. Hayvanın huysuzluğu.

has / hâs

  • Tek bir mânâ için konulan her lâfız ve tek başına belirli ferdler için kullanılan her isim.

hasaret-i insaniye / hasâret-i insaniye

  • İnsanın zararı.

hasba

  • Hafif tahkir yerinde kullanılan bir tabirdir. Halk dilinde "haspa" şeklinde kullanılır.

hasbihal / hasbihâl

  • Birine hâlini, vaziyetini anlatıp düşüncelerini sorma, görüş alışverişinde bulunma, danışma.

haşeb

  • Kereste imâlinde kullanılan kalın ve kuru ağaç.

hased

  • Kıskanmak, çekememek. Allahü teâlânın bir kimseye ihsân ettiği nîmetin, onun elinden çıkmasını istemek. Zararlı bir şeyin ondan ayrılmasını istemek, hased olmaz, gayret olur.

haşef

  • Hurmanın yaramazı.
  • Eski elbise diken.
  • Devenin sütünün çok olması.

haşem

  • Burun içinde olan bir illettir ve kokuyu değiştirir.
  • Genzin tıkanıp burnun koku almaması.
  • Etin kokması.

hasenat / hasenât

  • Allahü teâlânın beğendiği işler, iyilikler. Hasenenin çokluk şekli.

haşere

  • Yabani arı, böcek, akrep ve yılan gibi zararlı mahluk.

hasib / hasîb

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her mahlûkun (yaratılmışın) varlığına, varlığının devâmına, âhirette hesâbını görmeğe kâfi olan.

haşir / hâşir

  • İnsanın öldükten sonra âhirette diriltilerek tekrar Allah'ın huzurunda toplanması.
  • Haşreden, toplayan. Cem'eden.
  • Hz. Peygamber'in (A.S.M.) bir ismi. Haşir meydanında bütün insanlar mübarek izlerinde haşr olup toplanacaklarından Delâil-i Hayrat'ta bu isimle mezkurdur.

haşir meydanı

  • Öldükten sonra yeniden diriltilip Allah'ın huzurunda toplanılacak yer, meydan.

hasıraltı etmek

  • Ist: Unutmak, saklamak, gizlemek, terviç etmemek manasında kulanılan bir tâbirdir. Hasır, eskiden halı ve kilim yerinde kullanıldığı ve onun altında kalan şeyler unutulup gittiği için bu tâbir meydana gelmiştir.

haşirdeki mizan

  • Haşir meydanındaki amelleri tartan terazi; insanın öldükten sonra âhirette diriltilerek Allah'ın huzurunda toplanmasının ardından günah ve sevapların tartılacağı İlâhî terazi.

haşiye / hâşiye

  • Sayfanın altındaki açıklama yazısı.

haslet

  • İnsanın yaratılışındaki huy, mîzâc, tabîat, karakter.

hasm-ı da'va / hasm-ı da'vâ

  • Dâvânın halledilmesi.

hasm-ı din

  • Din düşmanı.

haşmet-i sultan

  • Sultanın haşmeti.

haşmetmeab

  • Haşmetli, haşmet sahibi mânâlarına gelir ve eskiden padişahlara karşı hürmet bildirmek için kullanılırdı.

hasmınız

  • Düşmanınız, rakip.

haşr

  • (Haşir) Toplanmak, bir yere birikmek.
  • Toplama, cem'etmek.
  • Kıyametten sonra bütün insanların bir yere toplanmaları. Allahın, ölüleri diriltip mahşere çıkarması. Kıyamet.
  • Bir tohumun içinden büyük ağaçlar çıktığı gibi, her bir insanın acb-üz zeneb denilen bir nevi çekir
  • Toplanma, bir araya gelme. Allahü teâlânın bütün insanları, melekleri, cinleri, şeytanları ve diğer hayvan ve kuşları, gökte, yerde, denizde ne kadar büyük ve küçük canlı var ise, hepsini kıyâmet kopmasından (dünyânın son bulmasından) sonra diriltip, dünyâda yaptıklarının hesâbını vermek üzere Arasâ

haşr günü

  • Mahlukların kabirlerinden kalkıp Arasat meydanında toplandıkları kıyâmet günü.

haşr u neşr

  • Toplanıp dağılmak, yayılmak.

haşr-i insani / haşr-i insanî

  • İnsanın öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah'ın huzuruna getirilmesi.

hasr-ı kelami / hasr-ı kelâmî

  • Konuşmanın yalnız belli şeyler üzerinde yoğunlaştırılması.

haşrece

  • Ölüm anında can çekişmekte olan bir kimsenin çıkardığı hırıltı.

hassa

  • (Çoğulu: Havass) İnsanın kendisine tahsis ettiği şey. Bir şeyde bulunup başkasında bulunmayan şey. Bir şeye mahsus kuvvet. Te'sir. Menfaat.
  • Adet ve alâmet. Ekâbir, kavmin ileri geleni.

hassas bölgeler

  • Sivil savunmada düşmanın hedef tutacağı bölgeler. Her hassas bölgenin ehemmiyeti aynı değildir. Hava savunması bakımından eldeki imkanlar ve hassas bölgeler arasında öncelik tesbitine ihtiyaç vardır. Hassas bölgeler, sırasıyla:1) Atomik vurucu üslerin bulunduğu bölgeler.2) Yüzeyden yüzeye füze üsler (Türkçe)

haşşaşiyye / haşşâşiyye

  • Otçular. İnsanın ot gibi olduğunu ve öldükten sonra yok olacağını iddiâ edenler.

hasudane / hasûdâne

  • Kıskanırcasına.

haşv

  • (Haşiv) (Çoğulu: Ahşâ) Tıb: Vücudun içindeki uzuvlardan her birisi.
  • Minder, yastık gibi şeylerin içini dolduran pamuk, kuru ot.
  • Kırılması ihtimali olan eşyanın arasına konan yumuşak, ot gibi şey.
  • Edb: İbarede lüzumsuz söz bulunması, aynı mânada iki kelimeyi yanyana sö
  • Hurmanın kötüsü.

hata

  • Yanlış, yanılma.
  • Günah.
  • Yanlışlık. Yanılma.
  • Suç. Günah.

hata-yı mahz / hatâ-yı mahz

  • Hatanın ta kendisi.

hatai

  • Tezhib ıstılahlarındandır. Resim gibi tabiatı taklid ederek yapılmayıp, san'atkârlar arasında kabul edilen çeşitli gül şekli gibi irili ufaklı yapılan şekiller.
  • Türkistan'da Hatay şehrinde imal edilen bir cins dayanıklı kâğıt.

hatakar / hatakâr

  • Yanlışlık yapan, hatâ eden, yanılan. (Farsça)

hataya

  • (Tekili: Hatâ) Hatâlar. Yanılmalar.

hatem / hâtem

  • Kırılmış olan şey.
  • Hayvanın çok yaşamaktan dolayı zayıf olması.
  • Cömertliğiyle tanınan bir zengin.
  • Mühür. Üzerinde yazı olan ve mühür yerine kullanılan yüzük.
  • Son. En son.

hatem-i tai / hatem-i taî

  • (Ebu Adi bin Abdullah bin Said) Arab kabile reislerinin büyüklerinden ve şairlerinden olup, cömertliği ile meşhurdur. Adı, cömertlik ve keremde darb-ı mesel halini almıştır. Bazı şiirleri toplanarak bir divan yapılmış ve Londra'da bastırılmıştır. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) zamanına yetişmiş ise, de,

haten

  • (Çoğulu: Ahtân) Kadın tarafından olan kimseler. (Baba, kardeş ve emmi gibi)
  • Araplar, damat mânasına kullanırlar.

hati / hatî

  • Şaşırtan, yanıltan, hatâya düşüren.

hatır-ı melekani / hâtır-ı melekânî

  • İbâdete, tâate rağbet etmeye dâir insanın kalbine melek tarafından getirilen düşünce. Buna ilhâm da denir.

hatır-ı nefsani / hatır-ı nefsanî

  • Tas: Dünya ve nefis muhabbetinin cismanî kuvvete galebesi.

hatıra / hâtırâ / hâtıra / خاطره

  • Anı, akılda kalan.
  • Hatıra, hatıra gelen. (Arapça)
  • Hatıra getirmek: Aklına getirmek, düşünmek. (Arapça)
  • Hâtıra hutûr etmek: Hatırlamak, anımsamak. (Arapça)

hatıra-i hayat-ı medresiyye

  • Medresede hayatının hatırası, anısı.

hatırat / hâtırât / hâtırat / خاطرات

  • Hâtıralar, anılar.
  • Hatıralar. (Arapça)
  • Anı kitabı. (Arapça)

hatırat-ı imaniye

  • İmanî meselelerle ilgili hatıralar; hatıra gelen ve kaleme alınan meseleler.

hatm-i tehlil / hatm-i tehlîl

  • Yetmiş bin adet kelime-i tevhîd yâni "Lâ ilâhe illallah" okumak. Kelime-i tevhîde, kelime-i tayyibe de denir.

hatt-ı hareket

  • Davranış. Davranma tarzı. Hareket tarzı.

hatt-ı hümayun

  • Padişanın el yazısı. Padişahın emri. (Farsça)

hatt-ı istiva / hatt-ı istivâ

  • Dünyanın kuzey ve güney kutuplarına aynı uzaklıkta olduğu ve dünyayı iki müsavi parçaya böldüğü farzedilen dâire çizgisi. (Farsça)
  • Ekvator. (Farsça)
  • Mevlevi semahânesinde, şeyhin oturduğu post ile meydan kapısı ortasında farzolunan çizgi. (Farsça)

hatt-ı şakul

  • Çekül doğrultusu. Yer çekimi istikametinde, dünyanın merkezine doğru.

hatt-şinas

  • Yazı uzmanı, yazıdan anlayan. (Farsça)

hattiyye

  • (Çoğulu: Hatyât) Canı, kıymeti yüce olmak.
  • Küçük ok.

hatun

  • (Çoğulu: Havâtın) Kadın. Hanım.
  • Tar: Yüksek şahsiyetli kadınlara veya hakan eşlerine verilen ünvan.

hava

  • (Hevâ) Hava. Dünyayı çeviren atmosfer. Cevv. Yer ile gök arası.
  • Hafif yel.
  • Bir binanın üzerine kat çıkma hakkı.
  • Bir yerin hâli ve sıhhat bakımından durumu.
  • Müzikte ezgili ses, sadâ.

hava-i gıll ü gış / havâ-i gıll ü gış

  • Hile, yalan ve dolanın hâkim olduğu ortam, hava.

havagazı

  • Isı veya ışık temin etmek maksadıyla yakılarak kullanılan bir gaz. (Türkçe)

havai / havaî

  • (Çoğulu: Havâiyât) Havaya âit ve müteallik. Hava ile alâkalı.
  • Heves ve nefis hesabına olan, boşuna veya çirkin. Günahlı iş. Nefsâni hâl ve hareketler.

havamis-i süleymaniye

  • Tar: Süleymaniye Medresesini teşkil eden medreselerden beşinin müderrisine verilen ünvan. İlk zamanlarda havamis namı altında beş medrese ve beş aded de müderris bulunurken daha sonraları müderrislerin sayıları arttırılmış ve bundan dolayı "havamis" kelimesi de "hamise"ye kalbolunmuştur. Havamis med

havan

  • İçinde çeşitli şeylerin dövülüp ufalandığı ağaç, mâden veya taştan yapılmış çukurca kap.
  • Tütün kesmekte kullanılan makine.
  • Başkalarına destek olacak gücü bulunmadığı halde, yardakçılık eden kimse.
  • Elektrikî bir boşalmanın ısı değerini gösteren âlet.
  • İçine çuku

havari / havârî / حَوَار۪ي

  • Hz. Îsânın on iki yardımcısından herbiri.

havarık

  • (Tekili: Hârika) Acib ve garip olan hâdise. İnsanda hayret ve hayranlık uyandıran şeyler.
  • Okun nişanı delerek öbür tarafından çıkıp gitmesi.

havass / havâss

  • (Tekili: Hâss - Hâssa) Hâslar. Hâssalar. Keyfiyetler. Hususlar.
  • Dindarlık ve doğruluğu ile, ilmiyle âmil olup mâneviyat mertebelerinde yükselmekle makbul ve muteber olan zatlar.
  • Zenginler sınıfı.
  • Kur'anî ve manevî sırlara ve hususlara vâkıf bulunan, ilim, ibadet, tâat

havass-ı refia / havâss-ı refia

  • Tar: Eyüp Kadılığı eskiden Çatalca'ya kadar uzanır ve Çatalca'da kadının bir vekili bulunurdu. İkinci meşrutiyete kadar bütün mahkeme işleri, kadının tayin ettiği bir naib tarafından idare edilirdi. Meşrutiyet devrinde diğer kadılara yapıldığı gibi, Eyüp Kadılığına da maaş bağlandı. Şer'î ve nizamî

havass-ı zahiriye / havâss-ı zâhiriye

  • Zahirî duyular, beş duyu organı.

havassü'l-hams-ı zahire ve batına / havâssü'l-hams-ı zâhire ve bâtına

  • Beş içinde, beş dışında olmak üzere insanın duyguları. İçindeki duygular.

havatin / havâtîn / خواتين

  • Hatunlar, saygın hanımlar. (Türkçe > Arapça)

havatır / havâtır

  • İnsanın kalbine gelen düşünceler.

havatır-ı rabbaniye

  • Rabbanî telkinler. İlâhî ilhamlar.

havatır-ı şeytaniye

  • Şeytanî vesvese ve düşünceler.

havayic-i asliyye / havâyic-i asliyye

  • İhtiyaç eşyâları. Temel ihtiyâçlar. Bir kimsenin yiyecek giyecek ve ev gibi ihtiyaç duyduğu lüzumlu maddeler ve evde kullanılan eşyâ ve âletler, hizmetçiler, binecek vâsıtası, meslek kitapları (din kitapları) ve ödeyeceği borçları.

haviyye

  • (Çoğulu: Havâyâ) Yağlı bağırsak.
  • Bağırsak.
  • Deve palanı.

havrem

  • Ayak ovup kir gidermekte kullanılan, kırmızı renkli delikli taş.

havsa

  • Bağır.
  • Bağırın yanındakiler.

havya

  • Madenlerle yapılan kaynak işlerinde, lehimin eritilmesinde kullanılan âlet. Lehimi eritebilmesi için sıcak olarak kullanılması gereken bu havyaların çoğu elektrikle ısıtılır.

havye

  • Tıb: Yaranın etrafındaki kabarık etler.

havz-ı kebir / havz-ı kebîr

  • Eni ve boyu yaklaşık beşer metre (onar zrâ') olup, alanı yirmi beş metrekare olan havuz. Derinliğin az veya çok olmasının bir te'siri yoktur.

havz-ı marifet ve muhabbet / havz-ı mârifet ve muhabbet

  • Bilgi ve sevgi havuzu; tanışmaları ve sevgileri ortak bir havuz gibi bir araya toplama.

havz-ı sagir / havz-ı sagîr

  • Alanı yirmi beş metrekareden küçük havuz.

hayal / hayâl

  • Bir şeyi gördükten sonra veya görmeden önce zihinde şekillendirme. Hâfızanın yardımıyla zihinde bir şeyler canlandırma.
  • İnsanın kafasında tasarladığı şey.

hayal-i fener

  • Sihirbaz feneri denilen ve resimli camları olan ve bu resimleri duvara aksettiren fenere benzer bir âlet.
  • Mc: Son derece vücutça zayıf olan kimseler için kullanılır.

hayalat-ı muhitiye / hayalât-ı muhîtiye

  • İçinde yaşanılan zaman, mekân ve çevreye ait hayaller.

hayat / hayât

  • Diri olmak, dirilik.
  • Allahü teâlâ hakkında bilmemiz vâcib olan sıfât-ı subûtiyye'den biri. Allahü teâlânın diri olması.
  • Bir insanın doğumundan ölümüne kadar geçen zaman.
  • Bir insanın ölümünden sonra başlayan ebedî (sonsuz) hayat.

hayat-ı hayvani / hayat-ı hayvanî

  • Hayvanî hayat.

hayat-ı hayvaniye

  • Hayvanî hayat.

hayat-ı ihtilal / hayat-ı ihtilâl

  • Karışıklığın, ayaklanmanın hayatı ve sebebi.

hayat-ı ruhaniye

  • Ruhânî hayat, ruhen yaşanan hayat.

hayat-ı şahsiye-i insaniye

  • İnsanın şahsî hayatı.

hayber

  • Arap Yarımadasında Hicaz bölgesinin doğu sınırında ve Medine-i Münevvere'nin 170 km. kuzeyinde bir kasabadır. Evleri, yüksek bir kayanın üzerinde kurulmuş olan bir kalenin etrafında bulunur. Hicretin yedinci senesinde vuku bulan Hayber Gazası ile meşhur olmuştur. Aynı sene içinde Hz. Resulullah Efen

haydariyye

  • Hırkanın altına giyilen kısa ve kolsuz elbise.

hayil

  • Kısır olan hayvan.
  • Engel, mâni.
  • Hicâb.

haylulet-i arz / haylûlet-i arz

  • Ay tutulması. Dünyanın güneşle ay arasına girerek güneş ışığına perde olması.
  • Ay tutulması, Dünyanın Güneşle ayın arasına girmesi.

hayrat / hayrât

  • (Tekili: Hayr) Sevap için Allah rızâsı yolunda yapılan iyilikler. Haseneler.Hayır iki çeşittir. Birincisi: Mutlak hayırdır; her halde, herkes için rağbet edilir ve sevilir, herkes için iyidir. İkincisi: Mukayyed olan hayırdır; birisinin yanında hayır olan, başkası için şer olabilir. İsraf ve sefâhet
  • Sevâb kazanmak için yapılan Allahü teâlânın beğendiği iyi işler, bütün iyilikler, hayırlar.

hayrhahlık

  • Başkasının iyiliğini istemek. Allahü teâlânın nîmetinin bir kimsenin elinde devamlı kalmasını veya onun böyle bir nîmete kavuşmasını dilemek. Hasedin, kıskançlık ve çekememezliğin zıddı.

hayt-i esved

  • Siyah iplik, fecir zamanı yavaş yavaş silinen gecenin karanlığı.

hayt-ı nurani / hayt-ı nuranî

  • Nurlu bağlantı. Nurâni râbıta.

hayta

  • Serseri, serkeş kimse.
  • Ask: Osmanlılarda görevli bir sınıf askere verilen ad. Hayta birlikleri, üstün savaş kabiliyeti olan askerlerden kurulur, lüzumunda düşman topraklarına akın yapmak için de kullanılırdı. Sonraları düzenleri bozulduğunda eşkiyalığa başladılar; bundan dolayı "hayt

hayta'

  • Deve kuşlarının uzun boyunlu olanı.

haytü'l-ebyaz

  • Beyaz iplik, fecir zamanı, ufukta bir çizgi şeklinde beliren ve giderek artan sabah ağartısı.

hayvanat-ı vahşiyye

  • Vahşi hayvanlar, yabani hayvanlar.

hayy

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Dâimâ hayât sâhibi ve diri olan, hep var, varlığı ezelî ve ebedî (sonsuz) olan.

hayye ale'l-felah / hayye ale'l-felâh

  • Toplanıp felaha gelin, haydin felaha.

hayye ale's-salah

  • Toplanıp namaza gelin, haydin namaza.

hayye-alel-felah

  • Felaha gelin. Toplanın hayır ve ni'metlere, ebedi selâmete... Allah huzuruna gel. Refah ve itmi'nana mucib olacak namaza yetiş.

hayz

  • Sıhhatli bir kızın veya âdet zamânı son dakikasından îtibâren tam temizlik (hiç kan gelmeden en az on beş gün) geçmiş olan kadının önünden çıkan ve Hanefî mezhebine göre en az üç gün (ilk görülmesinden îtibâren yetmiş iki saat), en çok on gün devâm eden kan.

hayzeran

  • Halk dilinde hezâren denilen bir cins sıcak iklim kamışı ki, sandalye vs. yapımında kullanılır.

haza min fadli rabbi / hâzâ min fadli rabbî

  • "Bu Rabbimin bir ihsânıdır.".

hazafir

  • (Tekili: Hizfâr - Hazfur) Cânibler.
  • Bir kavmin meşhurları, ileri gelenleri, şereflileri.
  • Hepsi. Tümü. Mecmu'u.

hazar

  • Sulh zamanı. Barış zamanı.
  • Bir kimsenin huzuru, yakını.
  • Mukim olmak. Yolcu olmamak.
  • Barış zamanı.

hazar ve sefer

  • Barış ve muharebe zamanı.
  • Evde mukim olma ve yolculuk.

hazb

  • Hayvanın memesi şişip emziğinin deliklerinin dar olması.
  • Ucuz olmak.

hazer ve ibaha / hazer ve ibâha

  • Yasaklar ve mübahlar. Fıkıh kitablarında dînen yasaklanan ve izin verilen şeyleri anlatan bölüm. Bâzı fıkıh kitaplarında bu bölüm kerâhiyye ve istihsân adıyla anılır.

hazerat / hazerât

  • Hazretler; saygıdeğer olanlar (saygı maksadıyla kullanılan bir ifadedir).

hazık

  • (Çoğulu: Havâzik) Mesti dar olan.
  • Cânip, taraf.

hazim

  • Sür'atle kesen.
  • Çok çabuk yeyip bitiren.
  • Düşmanı hezimete uğratan.

hazine kethudası

  • Tar: Yavuz Sultan Selim Han zamanında kurulan hazine kethudâlığı, saraya girip çıkan demirbaş eşyanın korunup saklanmasıyla mes'ul idi. Bu müessesenin başında bulunan memura da hazine kethudâsı denilirdi.

hazine-i hassa / hazine-i hâssa

  • Osmanlı İmparatorluğu zamanında devlet bütçesinden padişaha maaş sağlayan ve saraya ait gelirlerin toplandığı malî bir müessese.

hazine-i hümayun

  • Hazine-i Hümayun'da bulunan savaş eşyasından bir kısmının manevî değeri büyüktü. Diğer kısmının ise maddî değeri fazla idi. (Savaşlarda ele geçirilen kıymetli ganimet, padişahlardan kalmış olan değerli eşyalar gibi.)

haziret-ül kuds / hazîret-ül kuds

  • Cennet bahçesi. Peygamber ve evliyanın ruhlarının toplandığı yer.

hazkil aleyhisselam / hazkîl aleyhisselâm

  • İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden veya Allahü teâlânın velî kullarından biri. Yâkûb aleyhisselâmın oğullarından Lâvî'nin neslindendir. Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra gönderilen üçüncü peygamberdir. Allahü teâlâ, onun duâsı bereketiyle, ölen binlerce kişiyi diriltti.

hazret-i dellal-ı kur'an / hazret-i dellâl-ı kur'ân

  • Kur'ân'ı ilân eden, tanıtan, hizmet eden.

hazret-i gavs

  • Abdülkadir-i Geylânî (k.s.).

hazret-i gavs-ı azam / hazret-i gavs-ı âzam

  • Abdülkâdir-i Geylânî (k.s.).

hazret-i gavs-ı azam şeyh geylani / hazret-i gavs-ı âzam şeyh geylânî

  • Abdül Kâdir-i Geylânî (k.s.).

hebenneka

  • Ahmaklığı ile tanınmış bir adam.

hebl

  • Ölüm, mevt.
  • Taaccüb makamında kullanılır.

hebraki / hebrakî

  • Demirci.
  • Yabani öküz.

hece vezni

  • Türklerin eskiden kullandıkları nazım âhengi ölçüsüdür ki, buna "parmak hesabı" da denir. Parmak hesabı, Türk edebiyatının başlangıcından XI. yy. a, yani Türklerin aruz veznini öğrenmelerine kadar Türk nazmının yegâne âhengi idi. Aruz vezni kabul edilmekle beraber, hece vezni terkedilmeyerek yine ha

hecv

  • (Hicv) Medh ü senânın zıddı. Kötüleme. Birisi hakkında kötülemek için söylenen söz veya manzume.

hedm

  • Yıkmak, harab etmek. Parçalamak, mahvetmek.
  • Birisine vurup belini kırmak. (Râgibâ, düşmanın aldanma tevazularına.Seyl, divârın ayağın öperek hedmeyler.)(Râgıp Paşa)

hefevat

  • (Tekili: Hefve) Yanlışlıklar, yanılmalar.
  • Ayak kayması. Sürçmeler, kaymalar.

heft-dane

  • Aşure adı verilen bir cins tatlıyı yapmakta kullanılan yedi çeşit tahıl.

heft-kalem

  • Yedi çeşit yazı. Tâlik, sülüs, tevki, muhfak, reyhanî, rik'a ve nesih.

hefvan

  • Yanılma, yanlışlık.
  • Süratle gitme, hızla gitme.
  • Ayak kayıp sürçme.

hefve

  • (Çoğulu: Hefevât) Sürçme, ayak kayması.
  • Mc: Hata, yanılma. Zelle.

hel

  • Arapçada soru cümlesinin başına gelen bir harf olup; em bel kad edatları yerinde ve ceza mânasına emri ve bazan isbat, bazan da nehiy için kullanılır.

hel min mezid

  • Daha yok mu? Daha olmayacak mı? mânâlarında kullanılır.

helal / حلال

  • Allah'ın müsaade ettiği şey. Haram olmayan. Dinî bakımdan kullanılmasında, yenilip içilmesinde, dinlenmesi veya bakılmasında yahut dokunulmasında nehiy olmayan.
  • İhramdan çıkan hacı.
  • Helal. (Arapça)
  • Eş, hanım. (Arapça)

helalzade / helalzâde / حلال زاده

  • Helal süt emmiş. (Arapça - Farsça)
  • Evli anne babanın çocuğu. (Arapça - Farsça)

helile / helîle

  • Tıb: Tohumları tıbda müshil olarak kullanılan bir bitki.

helva sohbetleri

  • Eskiden kış mevsiminin başlıca eğlencelerinden biriydi. Bu eğlenceler, her sınıf halk arasında rağbetteydi. Devlet erkânı, vükelâ, zengin konak sahibleri ve orta halli halk kendi imkânları ölçüsünde helva sohbetleri düzenler, eş ve ahbabına ziyafetler verirdi. Vükelânın düzenlediği sohbetler tantana

hem suçlu hem güçlü

  • Suçlu olduğu hâlde suçunu bilmez ve suçsuz olduğunu iddia eder kimse hakkında kullanılan bir tâbirdir.

hemel

  • Çobanı olmayan deve.

hemeze

  • Vesvese. Şeytanın desisesi. Kuruntu.

hemgame-i azab / hemgâme-i azab

  • Azab zamanı.

hemheme-i hava

  • Havanın çıkardığı ses, uğultu.

hemze

  • Elif veya elif yerine kullanılan işaret. Elif, vav, ya, he üzerine konulan ve "e" diye okutan işaret.
  • Parmakla sıkma, dürtme, sıkıştırma.

henbele

  • Topal sırtlanın yürümesi.

hendesehane-i bahri / hendesehane-i bahrî

  • Bahriye Mektebinin ilk adıdır. Abdülhamid zamanında miladi 1773 yılında Cezayirli Hasan Paşa'nın teşebbüsüyle Tersane içinde açılmıştır. Okulun ilk baş muallimi, Türk riyaziyecisi Gelenbevi İsmail Efendi'dir.Şimdiki ismiyle "Gemi İnşa Mühendisliği" olan Bahriye Mektebi, 1795 senesinde daha muntazam

hengam-ı sabavet / hengâm-ı sabavet

  • Çocukluk zamanı.

hengam-ı şebab / hengâm-ı şebab

  • Gençlik zamanı, delikanlılık çağı.

hercan

  • Uzun ve kalın olan şey.
  • Hayvanın yab yab yürümesi.

hercümerc-i dünyeviye

  • Dünyanın kargaşaları.

herek

  • Asmaları, fidanları, fasulye gibi tırmanıcı nebatları bağlamak için yanlarına dikilen sırık, değnek.

herem

  • Kocamak, yaşlanmak, ihtiyar olmak.
  • Mısır'da firavunlar zamanından kalmış piramit şeklindeki mezarların beheri.
  • Geo: Mahrutî şekil, piramit.

herifçioğlu

  • Kızılan kimse hakkında zamir gibi kullanılan argo bir tabirdir.

herkül

  • Cesaret ve kuvvetiyle efsaneleşmiş Yunan mitolojisi kahramanı.

herv

  • Dövme, sopalama.
  • Pişirme.
  • Afganistan'da bir şehrin adı.

hetk-i hürmet

  • Saygının ortadan kalkması. Şer'an haram olanın bozulması.

heva / hevâ

  • Heves, istek, arzu, sevgi, hoşlanma.
  • Nefsanî zevklere uyma.

hevamm

  • Böcekler, haşereler. Pire, tahta kurusu, bit, örümcek, yılan gibi, kışın gizlenip yazın meydana çıkan, insan ve hayvanın vücudundan beslenerek yaşayan, insana zararı dokunan (parazit yaşayan) küçük canlılır.

heves / هَوَسْ

  • Nefsânî arzu.

heves-i nefsani / heves-i nefsânî / هَوَسِ نَفْسَان۪ي

  • Nefsânî arzu.

hevesat

  • Arzu ve nefsâni emeller. Boş, bâtıl ve günahlı şeylere dâir olan istekler. Hevesler. (Farsça)

hey'at / hey'ât

  • Birşeyin hâl ve keyfiyetleri, yani birşeyin durum, vaziyet, özellik, nitelik, kalite, şekil gibi bütüncül olarak genel yapısı.

hey'atın feletatı / hey'atın feletâtı

  • Birini taklit eden kimsenin taklitçiliğini gösterip ilân eden sürçmeleri, falsoları. Kemalât-ı ruhiye veya mükemmelliğin iktizası olan umum ahvaldeki fıtrîlik ve müvazeneyi o seviyede olmayanın sun'î taklitteki gayr-ı fıtrîliği.

hey'et-i vekile

  • Vekiller hey'eti, icra vekileri hey'eti. Bakanlar Kurulu. Başbakanın riyaset ettiği heyet.

hey'et-i vekile reisi

  • Bakanlar kurulu başkanı, Başbakan.

heyamola

  • Eskiden ramazanlarda para toplamak gayesiyle mahalle çocukları tarafından teşkil edilen bir nevi dilenci alaylarında söylenen bir tâbirdir.
  • Eskiden gemiciler gemi demirini çekerken veyahut bir amele inşaatta ağır bir şey kaldırırken yahut da şahmerdanı yukarı çekerken kuvvetbirliğini

heycagah / heycagâh

  • Muharebe meydanı, savaş yeri. (Farsça)

heyet-i etvar

  • Tavırların, davranışların durumu, yapısı.

heyet-i hafife

  • Cümledeki her bir parçanın tek tek mânânın hafiif olduğunu göstermesi; hafif yapı.

heyet-i mecmua-i insaniye

  • İnsanın genel yapısı.

heyet-i müşavere

  • Danışma kurulu.

heyet-i vekile reisi

  • Bakanlar Kurulu Başkanı, Başbakan.

heykel

  • Taş, tunç, kil ve alçı gibi maddelerden yontularak, kalıba dökülerek veya yoğurulup, pişirilerek yapılan insan, hayvan vs. şekli.
  • Büyük bina, anıt, büyük ve yüksek yapı, âbide.
  • Mc: Soğuk ve duygusuz kimse.
  • Güzel ve yakışıklı kişi.

heytale

  • (Çoğulu: Heyâtıl) Helva kazanı.

heyula / heyûla / heyûlâ / هَيُولَا

  • Zihinde tasarlanan korkunç hayal.
  • Gösteriş ve iriliği olduğu halde hiçbir te'siri ve değeri olmayan şey.
  • Eski felsefede: Eşyanın aslı ve gerçek olan kısmı. Madde.
  • Korkutucu hayâl, felsefede eşyanın aslı kabul edilen şey.
  • Eski feylesoflara göre eşyânın aslı.

hezaren

  • Sıcak memleketlerde yetişen; ve baston, sandalye gibi şeyler yapmakta kullanılan bir cins kamış.

hicaz demiryolu

  • Şam'dan Hayfa'ya kadar uzanan demiryolu. Yapımına 1900'de başlanan bu demiryolunun uzunluğu 1465 km, genişliği ise 1050 m. idi. Başlıca özelliği tamamıyla İslâm dünyasının yardımı ile yapılmış olmasıdır. II.Abdülhamid zamanında yapılan bu demiryolu 1908 yılında tamamlanmıştır.

hicaz demiryolu madalyası

  • Şam-Hicaz demiryolunun yapımı için para yardımı bulunanlarla, demiryoluna ait işlerde hizmetleri görülenlere verilmek üzere II.Abdülhamid tarafından çıkartılan üç ayrı madalya. 16.9.1902 tarihli nizamname ile çıkarılan bu madalyanın bir tarafında "Hamidiye Hicaz demiryoluna hizmet eden hamiyyetmendâ

hıçkırık

  • t. Fazla yemekten ve asabi sebeplerden diyaframın kasılması ve akciğerlerdeki havanın şiddetli ve gürültülü bir şekilde dışarı atılması.
  • Boğaz tıkanacak surette ve derinden iç çekerek ağlama.

hicr

  • Men etmek; akıl ve bâliğ olmamış çocuk, deli, bunak, sefih yâni malını kötü yere harcayan ve borçlu gibi kimseleri, tasarruf-i kavlîsinden yâni alış-veriş, kirâlama, havâle, kefillik, emânet ve rehin alıp-verme, hibe gibi işlerin tasarruflarından men' etme.
  • Dostluğu bırakmak, dargın

hicri şemsi sene / hicrî şemsî sene

  • Resûlullah efendimizin hicret ederek Medîne'ye girdiği Eylül ayının 20'nci Pazartesi günü başlayan ve dünyânın güneş etrâfında bir defâ dönmesini (365,242 güneş gününü) esas alan takvim senesi.

hıdane / hıdâne

  • Çocuğu kucağa almak, besleyip büyütmek üzere yanında bulundurmak. İslâm nikâhının bozulmasından sonra (ayrılıkta), çocuğu, selâhiyetli (yetkili) olan kimsenin yâni başkası ile evli olmayan annenin belirli bir yaşa gelinceye (oğlan çocuğu yedi, kız ye tişkin oluncaya) kadar yanında alıkoyması ve terb

hidayet / hidâyet

  • Doğru yolu gösterme, doğru, Allahü teâlânın râzı olduğu yolda bulunma.
  • Cenâb-ı Hakk'ın insanın kalbinden her sıkıntı ve darlığı çıkarıp, yerine rahatlık, genişlik verip, kendi emir ve yasaklarına uymada tam bir kolaylık ihsân etmesi ve kulun rızâsını kendi kazâ ve kaderine tâbi eylem

hidayet-i fıtrıye

  • Yaratılıştan gelen hidayet; kötü tercih ve telkinlerle bozulmamış olan insanı yaratılışındaki doğruluk.

hidemat-ı imaniye

  • İmâni hizmetler. (Kur'an-ı Kerim'i ve mânâsını öğrenmeğe vesile olmak; imâni şüphelerin giderilmesine çalışmak; İslâmiyetin, hak din olduğunu isbat etmek veya isbâta vesile olmak gibi.) Görülen hizmetler. Eşyanın ve mahlukatın lisan-ı hâl ile esmâ-i İlâhiyeye ait yaptıkları tesbih ve ibadetleri.

hıdiv / hıdîv

  • Vezir, âsaf. (Farsça)
  • Kral nâibi. (Farsça)
  • Osmanlı Padişahı Abdülaziz zamanında (1861 - 1876) Mısır valilerine verilen ünvan. Sultan Abdülaziz, hıdîv ünvanını Büyük Fuad Paşa'nın arzusu üzerine ilk olarak Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın torunu olan İsmail Paşa'ya verdi. (8/6/1867) İsmail Paşadan (Farsça)

hıdn

  • Koltuk altından yan başına varana kadar, kucak.
  • Nahiye.
  • Canip, taraf.

hıdr

  • Mâni, engel.
  • Perde, hâil.

hıfz-ı emanet

  • Canı muhafaza etme.
  • Bırakılan emaneti koruma.

hıkab

  • Arap kadınlarına mahsus bir nevi kumaştır, onu bellerine kuşanıp süslerini ve zinetlerini ona takarlar.

hıkf

  • Kumun bir yere toplanıp yığılarak tepe gibi olması.

hikmet

  • İnsanın, mevcudatın hakikatlerini bilip hayırlı işleri yapmak sıfatı. Hakîmlik. Eşyanın ahvâlinden, hârici ve bâtini keyfiyetlerinden bahseden ilim. (Buna İlm-i Hikmet deniyor)
  • Herkesin bilmediği gizli sebeb. Kâinattaki ve yaradılıştaki İlâhî gaye.
  • Ahlâka ve hakikata faydalı

hikmet-i amme / hikmet-i âmme / حِكْمَتِ عَامَّه

  • Yaratılıştaki asıl maksat ve faydanın umûmîliği.

hikmet-i bahire / hikmet-i bâhire

  • Ap açık hikmet; bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde olmanın ap açık oluşu.

hikmet-i beşer

  • İnsanın bilgi ve felsefesi.

hikmet-i cüz-ü ihtiyariye

  • İnsanın elindeki seçim gücünün hikmeti.

hikmet-i efgan

  • Ağlayıp sızlamanın hikmeti. Feryadın, inleyişin gizli sebebi. (Farsça)

hikmet-i imhal / hikmet-i imhâl

  • Zaman tanımanın sebebi.

hikmet-i irşad

  • Olması gereken keyfiyette doğru yolu gösterme ve yaşatmanın gayesi.

hikmet-i kur'aniye / hikmet-i kur'ânîye

  • Kur'ânî hikmet.

hikmet-i teşri

  • Kanun yapma hikmeti. Allah'ın emir ve yasaklarında gözetilen Rabbanî incelikler.

hikmet-i teşri'

  • (Hikmet-i teşriiye) Şeriata dayanan kanun yapma ilmi. Şer'î ve Rabbanî kanunların hikmeti.

hikmet-i teşriiye

  • Şeriata ait ve Rabbânî kanunların hikmeti.

hikmet-ül eşya

  • Eşyanın hikmetleri. Fizik, kimya, botanik gibi ilimler.

hikmetü'l-eşya

  • Varlıklara ait ilimler; fizik, kimya, botanik gibi.

hikmetü'l-istiaze / hikmetü'l-istiâze

  • Şeytanın şerrinden Allah'a sığınmanın sebepleri ve faydaları; On Üçüncü Lem'a.

hil'at-i hass-ül has

  • Tar: En değerli kumaştan yapılan hil'atler için kullanılan bir tâbirdir. Bu türlü kaftanlar şeyh-ül İslâm, sadrazam ve Mekke şerifi gibi en yüksek derecedeki devlet memurlarına giydirilirdi.

hil'at-ı üslub / hil'at-ı üslûb

  • Üslûb kaftanı, tarz elbisesi.

hil'at-ı veda / hil'at-ı vedâ

  • Tar: Osmanlılar zamanında saraya misafir edilen kimselere ayrıldıkları zaman giydirilen hil'at.

hilaf-ı me'mul / hilâf-ı me'mûl / خِلَافِ مَأْمُولْ

  • Umulanın aksine.

hilaf-ı memul / hilâf-ı memûl

  • Umulanın tersine, beklenin aksine.

hılal

  • (Çoğulu: Ahılle) Diş arasını ayıklamakta kullanılan nesne. Dostluk.

hilal-i savm / hilâl-i savm

  • Oruç hilâli. Ramazanın geldiği kendisi görünmekle bilinen hilâl.

hile / hîle

  • Sahtekârlık, hud'a. Aldatmak, yanıltmak.

hile-i batıla / hîle-i bâtıla

  • Haramı helâl ve helâli haram yapmak veya farzı kendisine uygun gelecek şekilde yapmak yâhut birinin hakkına mâni olmak veya haksız mal ele geçirmek için yapılan hîle.

hile-i şer'iye

  • Müşkül bir mes'eleyi, şer'i esaslar üzeri, hazakatla hall ve izah etmek ve şer'an muahaze ve mes'uliyeti mucib olmayacak surette te'vilini bulmaktır. Bu tabir kanuna, yani şeriata karşı irtikâb edilen, hile, oyun, aldatma veya şer'î bir hükmü bertaraf etmek mânasına olmayıp, ancak karışık bir durumu

hile-i şer'iyye / hîle-i şer'iyye

  • Şer'î (dînî) çâre. Müslümanların, İslâmiyet'e uymaları ve haram işlememeleri için ihtiyatlı yol aramaları. Herhangi bir hususta İslâmiyete uymağa mani bir durum bulununca o şeyi yapabilmek için kolay olan bir çâre aramak veya bu sûretle bulunan çıkış yolu.

hilf

  • (Çoğulu: Ahlâf) Sözleşme, söz verme.
  • Yardımlaşma, dayanışma. Birlik maksadıyla ittifak.

hilkat-i adem / hilkat-i âdem

  • İlk insanın yaratılışı.

hilkat-i arz

  • Dünyanın yaratılışı.

hilkat-ı beşer

  • İnsanın yaratılışı.

hilkat-i beşer

  • İnsanın yaratılışı.

hilkat-i dünya

  • Dünyanın yaratılışı.

hilkat-i insan

  • İnsanın yaratılışı.

hilkat-ı insaniye

  • İnsanın yaratılışı.

hilkat-i insaniye / خِلْقَتِ اِنْسَانِيَه

  • İnsanın yaratılışı.
  • İnsanın yaratılışı.

hill

  • Helâl. Yapılması günah olmayan.
  • Harem-i Kâbe ile mikat arası, hac zamanında Mekke-i Mükerreme dışında ihrama girilen yerin haricinde bulunan saha.
  • Hac veya umre için ihrâma girilen mîkât denilen yerler ile Harem yâni Mekke şehri sınırı arasına verilen ad. Harem adı verilen yerde ihramlı iken yapılması haram (yasak) edilen şeyler, burada helâl olduğu için Hill adı verilmiştir. Hill'in Mekke-i mü kerremeye en yakın yeri batı taraftaki Ten'im den
  • Hilal.
  • Hac zamanında ihrama girilen yerin dışında kalan saha, haremin dışı.

hilm

  • Yumuşaklık, insanın tabiatında olan yumuşaklık duygusu.

himmet

  • Kast, irâde, kuvvetli istek, arzu. Allahü teâlânın velî kullarından bir zâtın, kalbinde yalnız bir işin yapılmasını bulundurup, başka bir şeyi kalbine getirmemesi ve Allahü teâlâdan o işin olmasını dileyerek, bu şekilde mânevî yardımda bulunması. Evliyânın himmeti, yaktı beni kül eyledi Sofi

hımve

  • Hastanın yemek yememesi.

himyata

  • (Süryanicedir ve Tevrat'ta geçer.) Resul-ü Ekrem Hz. Muhammed'in (A.S.M.) İbranice bir ismidir.

hımye

  • Tıb: Hastanın, hekim tarafından verilen ilaçlarla kanaat edip ve tavsiyelerine uyup o hududun dışına çıkmaması.

hin-i hacette / hîn-i hacette

  • Lüzumlu zamanında, ihtiyaç olduğu vakit.

hin-i sefer / hîn-i sefer

  • Yolculuk.
  • Ölüm zamanı. Sefer zamanı.

hina'

  • Hayvanın kösneyip erkek istemesi.

hıncahınç

  • Ağzına kadar ve tıka basa dolu. Dopdolu. (Bu tabir bir yer veya taşıt için kullanılır.)

hind

  • Hindistan'ın kısa adı.
  • Bir kadın adı. (Asr-ı saadette Hazret-i Hamza'nın ciğerlerini yiyen kadın, Ebu Süfyan'ın karısı.)
  • Fetva metinlerinde kadını temsil etmek üzere kullanılan umumi isimlerden birisi. Diğerleri: Fatıma, Hatice, Zeyneb.

hindi / hindî

  • Hind'e ait.
  • Hind ahalisinden olan, Hindli.
  • Bugün konuşulan Hind dillerinin en yaygın ve tanınmış olanı.
  • Güzel sanatlarda kullanılan ve Hind'de yapıldığı için de bu ismi alan bir kağıt cinsi.

hınnus

  • (Çoğulu: Hanânis) Hınzır eniği.

hinoğlu

  • Zamanın adamı, açıkgöz, hilekâr kimse. İblis, şeytan, zamane, cin fikirli.

hıra

  • Mekke-i Mükerreme'nin civarında bulunan ve Hz. Peygamber'e (A.S.M.) ilk vahyin geldiği mağaranın ismidir. Bu mağaranın bulunduğu dağa Hırâ dağı denildiği gibi, Harrâ veya Cebel-i Nur da denilmektedir.

hiramis

  • İnsanın üstüne sıçrayıp hamle eden arslan ve kaplan eniği.

hırka-i şerif / hırka-i şerîf

  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem sağlığında büyük velî Veysel Karânî hazretlerine verilmesini vasiyet ettiği mübârek hırkası. Veysel Karânî'ye hediye edilen bu hırka, İstanbul Fâtih'teki Hırka-i Şerîf Câmii'ndedir.

hırnık

  • (Çoğulu: Harânik) Tavşan yavrusu.
  • Bir şâire kadın.

hırşa'

  • Yılan derisi.
  • Yumurtanın üst kabuğu.

hırz ayetleri / hırz âyetleri

  • Okunduğunda veya üzerinde taşındığında Allahü teâlânın muhâfazasına (korumasına) kavuşmaya vesîle (sebeb) olduğu bildirilen âyet-i kerîmeler.

hırz-ı bigayrihi / hırz-ı bigayrihî

  • Aslında eşya saklamaya mahsus olmayan, izin almadan girilebilen ve konacak malların yanında muhafızı olan yer. (Yol, mescid, meydan gibi)

hırz-ı can

  • Bağrına basıp canı gibi korumak. Canı koruyan. Canını teslim ederek sığınmak.

hırzıcan / hırzıcân

  • Canı gibi koruma.

hış'a

  • Doğum anında ölen annenin karnı yarılarak çıkarılan çocuk.

hısa'

  • Hayvanın hayalarını çıkarma, eneme, burma.
  • İnsanı hadım etme.

hişamiyye / hişâmiyye

  • Hazret-i Ali'yi sevdiğini iddiâ ederek diğer Eshâb-ı kirâmı (Peygamberimizin arkadaşlarını) kötüleyen şîanın kollarından olan bozuk bir fırka, topluluk.

hisarlı

  • Hisarla çevrili yer.
  • Hisarda oturan, kalede mukim.
  • Ask: Sınırlarda bulunan şehir ve kalelerde topçuya ait hizmetlerde kullanılan bir sınıf asker. Bunlara İstanbul'dan gönderilen "topçuağası" kumanda ederdi. Hisarlılar, bölük ve ortalara ayrılmamıştı. Sayıları sınırlı ve sabit

hışaş

  • Başı küçük adam.
  • Küçük başlı yılan.
  • Devenin burnuna geçirdikleri burunduruk.
  • Kuşlardan, dimağı olmayan.
  • Çuval.
  • Cânip, taraf.
  • Sinir.

hiskil

  • (Çoğulu: Hasâkil) Her canavarın yavruları içinde küçük olanı.

hiss-i hayvani / hiss-i hayvanî

  • Hayvanî duygu.

hiss-i nefs-i cisim

  • Bedene ait nefsani duygu.

hiss-i sadise-i batıniye / hiss-i sâdise-i bâtıniye

  • İnsanın içinde ve ruhunda bulunan altıncı his.

hiss-i selim

  • Selim his. Her çeşit zarar verebilecek olan, müsbet olmayan ve şerre giden şeylerden kendini koruma hissi.
  • Sağlam ve insanı yanıltmayan his.

hiss-i zahir / hiss-i zâhir

  • Zâhirde ve varlığın dış yüzünde olanları kavrayan hisler, duyular; görme, işitme, tatma duyuları gibi (Varlığın mânâ boyutu ile ilgili sezgi ve ihtisaslara vesile olan aklî, rûhî, kalbî, vicdanî hislere hiss-i bâtın denir.).

hıssan

  • Mümtaz ve belirli kimseler. Tanınmış iyi kimseler. Ekâbirler.

hissiyat-ı beşeriye

  • İnsanî hisler, duygular.

hissiyat-ı imaniye

  • İmanî hisler, imanın etkisinde olan duygular.

hissiyat-ı ulviye-i insaniye / hissiyât-ı ulviye-i insaniye

  • İnsanın yüksek duyguları.

hişt

  • Eskiden kullanılan, kısa el mızrağına benzer bir savaş âleti. Daha ziyade Osmanlı ordularında bulunan bu silâh, özellikle hassa birliklerine verilirdi.

hitab-ı abdülkadir

  • Şeyh Abdülkadir-i Geylânî'nin hitabı.

hitabet beratı

  • Eskiden vazifeli cami hatiblerine, hatibliğe tayin olduklarına dair verilen vesika. (Osmanlı İmparatorluğu zamanında yan zamanda halife olan padişahı temsil eden, cuma ve bayram hutbelerine çıkan bu hatiblere pek fazla ehemmiyet verilirdi. Hitabet beratı olmayan hatibler, cuma ve bayramlarda hutbe o

hitam

  • Son, nihayet.
  • Bir şeye mühür basmak. Yazının veya istidanın sonunu mühürlemek.

hitan / hîtan

  • (Tekili: Hâit) Duvarlar. Mânialar, hâiller, engeller.
  • Avlular.

hitap çiçeği

  • İnsanın Allah'ın hitabına muhatap olabilme özelliği.

hıyal

  • Hayvanın kısır olması.

hiyal

  • Taraf, yan, cânib. Hizâ.
  • Bir hayvanın kısır olma hâli.

hıyanet / hıyânet

  • Hâinlik. Birine kendini emîn tanıttıktan sonra, o emniyeti bozacak iş yapmak; vefâsızlık, îtimâdı kötüye kullanmak, sözünde durmamak.

hıyar / hıyâr

  • Serbest olma. Yapılan bir akdden yâni sözleşmeden vazgeçebilmek hakkı.

hıyat

  • (Tekili: Hâit) Perdeler. Mânialar.

hıyata

  • Terzilik, dikiş dikme işi.
  • Tıb: Ameliyat esnasında kesilip yarılan yerin tekrar kaynaması için dikilmesi.
  • Ameliyatta dikiş için kullanılan bağırsak ve benzeri şeylerden yapılan iplik.

hiyela

  • Kibir, gurur, enaniyet, kendini beğenmişlik.

hiyerarşi

  • Mevkilerin, salâhiyeterin ve rütbelerin önem sırası. (Fransızca)
  • Sıra gözetilerek yapılan herhangi bir tasnif. (Fransızca)
  • Huk: Aynı teşkilâta bağlı kişiler arasında yukarıdan aşağıya bir kontrol imkânı veren ve bu suretle astı üste bağlayan alâka. (Fransızca)

hız

  • Sür'at, çabukluk.
  • Gayret, şevk.
  • Fiz: Alınan yolun zamana oranı.

hızane

  • Bir şeyi bir şeye ilâve etmek.
  • Fık: Hak ve salâhiyeti haiz olan kimsenin belirli müddet zarfında çocuğunu besleyip büyütmek ve terbiye etmek üzere yanında bulundurması.
  • Bir şeyi kucağına almak.

hizb-ül kur'an

  • Kur'an Cemaatı. Kur'an'a ciddi ve samimi olarak bağlanıp, ona hizmet için mücahidane bir surette çalışan ve fenâlıklardan korunan müslümanların topluluğu ve cereyanı.
  • Kur'an'ın bir cüz'ünün dörtte biri.
  • Zikir ve dua için Kur'an'dan alınmış bir kısım âyetler.

hizb-üş şeytan / hizb-üş şeytân

  • Şeytana ve nefislerine tâbi olanların grubu. Allah'ın kanun ve nizamına tâbi olmadan kafalarına güvenerek ve nefsanî arzularına uyarak gitmek isteyenler. Milleti, memleketi ve mukaddesatı yıkmağa çalışan ve ahlâksızlığa alıştıranların ve dinsizlerin topluluğu ve cereyanı.
  • Şeytânın aldatmalarına kapılan topluluk. Şeytanın taraftarı, şeytana uyanlar.

hizbü'ş-şeytan

  • Şeytanın taraftarları.

hizbullah

  • Allah için din uğrunda ciddi gayret sâhibi olan ve din düşmanlarıyla aslâ hakiki dost olmayan mücahid cemaat. "Hizb-ül Kur'an" tabiri de aynı mânada kullanılır. (Kur'an-ı Kerim'de 5:56 ve 58:22 âyetlerinde zikredilir.)

hizbüşşeytan

  • Şeytanın taraftarları.

hizem / hîzem

  • Yakacak odun. Yakıt olarak kullanılan odun. (Farsça)

hizmet-i esrar-ı kur'aniye / hizmet-i esrar-ı kur'âniye / hizmet-i esrâr-ı kur'âniye / خِدْمَتِ اَسْرَارِ قُرْاٰنِيَه

  • Kur'ânın sırlarının hizmeti.
  • Kur'ânın sırlarına dâir hizmet.

hızve

  • Kadının, kocası yanında hürmetli, izzetli ve mertebeli olması.

hizve

  • Ganimet malını vermek.
  • Yan.

hodbin

  • Başkasına hak tanımayıp, kendi lezzet ve menfaatını tâkib eden. Bencil. Enaniyetli. Kibirli. (Farsça)

hoppa

  • Herşeye girişen hafif mizaçlı çocuk tabiatında olan kimse. Yersiz davranışlarda bulunan, dilediğince davranan kişi. Delişmen, şımarık.

horos

  • Tar: Eskiden İstanbul'da ekmekçi, francalacı ve uncu değirmenlerinde mevcut üst ve alt taşlarının bulunduğu ve etrafından hayvanın döndüğü yere, esnaf arasında verilen addır.

hortlak

  • Bazıların hakikatsız ve batıl inanışına göre mezarda dirilip geceleri çıkarak dolaştığı tevehhüm edilen ölü. Cadı, vampir.

hoşayende

  • (Çoğulu: Hoşâyendegân) Hoşa giden, hoşlanılan, beğenilen. (Farsça)

hoşeda

  • Hareket ve davranışı hoş ve güzel olan. (Farsça)

hospodar

  • Osmanlı İmparatorluğunca XV. yy.dan 1866-1881'e kadar Boğdan ve Eflak'ı yönetmekle vazifelendirilen Romen prenslerinin ünvanı.

hov

  • Av kuşuyla yapılan av.
  • Av kuşunu, yanına celbetmeye mahsus bir kelime-i beynelmileldir.

hubase

  • Ganimet malı.

hubb-u faniyat / hubb-u fâniyat

  • Fâni olan şeyleri sevme.

huccet

  • Senet, vesîka, delîl, burhân.
  • Şer'î mahkemelerde bir dâvânın şâhitlerini dinledikten sonra kâdının verdiği hükmün yazıldığı îlâm, belge.

hüccet

  • Senet. Vesika. Delil. Bir iddiânın doğruluğunu isbat için gösterilen resmi vesika.
  • Şâhid.

huccet / حجت

  • Delil, kanıt. (Arapça)

huccet-hüccet

  • Vesika, delil, senet.
  • Tanınmış bilginlere verilen ünvan.

huccet-i haşriye / حُجَّتِ حَشْرِيَه

  • Ölüleri dirilterek toplamanın delili.

hücec-i hattiye

  • Huk: Yazılı deliller. Bunlar tezvir ve tasni şüphesinden sâlim olduğundan onunla amel edilebilir, yani hükme medar olur, başka vech ile sübuta ihtiyaç kalmaz. (Beraetler, mahkeme kararları, tescil edilen vakriye gibi.)

hücre / حجره

  • Odacık. (Arapça)
  • Hücre, canlı organizmaların en küçük yapıtaşı. (Arapça)

hücre-i seadet / hücre-i seâdet

  • Medîne-i münevverede Mescid-i Nebevî içinde Peygamber efendimizin mübârek kabirlerinin bulunduğu oda. Peygamber efendimizin sağlığında burası, hanımlarından hazret-i Âişe vâlidemizin odasıydı. Peygamberimiz burada vefât etti. "Peygamberler vefât ettikleri yere defnolunurlar" hadîs-i şerîfi gereğince

hücumat-ı sitte / hücumât-ı sitte

  • Altı hücum anlamına gelen ve şeytanın desiselerine karşı yazılan bir eser; Yirmi Dokuzuncu Mektupta Altıncı Risale olan Altıncı Kısım.

hud

  • (Tekili: Hâid) Büyüklük.
  • Çok hürmet.
  • Bir Peygamber ismi. Rıfk, sükun ve vakar ile muttasıf olduğu için bu Peygambere Hud ismi verilmiştir. (A.S.) Yahudilere de bu isim söylenilmiştir. Nuh tufanından sonra Yemen diyarında Hadremud civarında Ahkaf denilen yerde Ad Kavmine gönde

hudabin / hudâbîn

  • Hakkı ve hakikatı gören. Cenâb-ı Hakk'ı tanıyan.
  • Hakkı gören, Allahı tanıyan.

hüdabin / hüdâbin

  • Cenab-ı Hakkı tanıyan.

hüdabinlik / hüdâbinlik

  • Allah'ı tanımak.

hudaşinas / hudâşinas / خداشناس

  • Allah'ı tanıyan, Allah'a iman eden. (Farsça)
  • Tanrıtanır. (Farsça)

hudud-u maziye ve müstakbele / hudud-u mâziye ve müstakbele

  • Geçmiş ve gelecek zamanın sınırları.

hufale

  • Arpa, buğday ve pirinç kabuğundan saçılan.
  • Her kabuklunun arınıp pâk olanı.
  • Her nesnenin kemi ve yaramazı.
  • Yağ tortusu.
  • Şıra sıkıntısı ve kepeği.

huff

  • Abdest alınırken üzerine meshedilebilen mest vs. gibi ayakkabı.
  • Deve tabanı isimli bir nebat.

huk-ban

  • Domuz çobanı. (Farsça)

hukeşan

  • Tar: Hacı Bektaş şeyhinin Yeniçeri Ocağı nezdindeki vekiline mahsus doksandokuzuncu ortaya 1591 senesinde tâyin olunan Bektaşi müritleri hakkında kullanılır bir tâbirdi. Yeniçeri ocağından yiyip içen ve yeniçeri odalarında yatıp kalkan bu duacıların vazifeleri sabah akşam ordunun selâmet ve muvaffak (Farsça)

hükm

  • (Hüküm) Karar. Emir. Kuvvet. Hâkimlik. Amirlik.
  • İrade. Kumanda. Nüfuz.
  • Kadılık etmek.
  • Tesir. Cari olmak.
  • Makam.
  • Bir dâvanın veya bir meselenin tedkik edilmesinden sonra varılan karar.
  • Man: Fikirler ve tasavvurlar arasındaki râbıtayı tasdik veya

hükm-i vicdani / hükm-i vicdanî

  • Vicdana ait hüküm. Vicdanî kanaatla verilen hüküm.

hükm-ü fetva / hükm-ü fetvâ

  • Fetvanın verdiği hüküm, yargı.

hükm-ü imani / hükm-ü imanî

  • İmanî hüküm.

hükmi temizlik / hükmî temizlik

  • Kadının âdet bitiminden îtibâren on beş gün içinde kan gördüğü halde temiz kabûl edilmesi. Bu on beş gün içinde kan görülen bu kan fâsid kan yâni istihâza kanıdır.

hukuk

  • (Tekili: Hakk) Haklar.
  • İnsanın cemiyet hayatında riâyet etmesi lâzım gelen kaideler, esaslar, yâni; şer'i ve adli hükümler. Haklıyı haksızdan ayıran kaideler.
  • Şeriat kitablarında yazılı olan haklar, kanunlar ve kaideler.
  • Üniversitenin hukuk tahsili yaptıran kısmı.

hukuk-u siyasiyye / hukuk-u siyâsiyye

  • Siyasi haklar. Memleket idâresini ve halkın hakkını tanıyan hükümlerin tamamı.

hukuk-u tabiiyye

  • İnsanın fıtratında bilkuvve mevcut olup, hak ile bâtılı, iyi ve fenayı bildiren ve insanların toplu bir şeklide yaşamalarını mümkün kılan hükümler.

hukuk-u teamüliyye

  • Memleketin ahlâkını ve âdatını bildiren örf mânasında kullanılır.

hukuk-u ümmet

  • Hz. Peygambere inanıp onun yolundan giden mü'minlere ait haklar.

hukuk-u zevciye

  • Karı ile kocanın birbirlerine karşı hâiz olduğu haklar. Aile hukuku.

hukukullah / hukûkullah

  • Allahü teâlânın emri ve kulluk borcu olarak yapılan, kimsenin tasarrufta bulunamıyacağı, değiştiremeyeceği şeyler.

hükümdar / hükümdâr

  • Hüküm sahibi, devlet başkanı.

hükumet konağı / hükûmet konağı

  • Devlet memurlarının bulunduğu bina. Bunun yerine: "Bab-ı hükûmet, daire-i hükûmet" tabirleri de kullanılırdı.

hülagu / hülâgu

  • Mi: 1258' de Bağdadı zaptederek halkını kılıçtan geçirmiş, Abbasi Halifesi Musta'sımı ve bütün âile efradını öldürtmüştür. Cengiz Hanın torunu, Tülay Hanın oğludur. Tarihde en çok kan döken hükümdar olarak bilinir. Abbasi Devletini yıkan Moğol Başkumandanıdır.

hülasa-i meal / hülâsa-i meâl

  • Açıklamanın özeti.

hulave

  • (Çoğulu: Halâvi) Kafanın ortası.

hulefa-i mehdiyyin / hulefâ-i mehdiyyîn

  • Mehdi olan halifeler. Yani âhir zamanda gelen büyük mehdinin bazı vâsıflarına sahib olan halifeler.

hulefa-i raşidin / hulefâ-i râşidîn

  • Her bakımdan olgun ve Resûlullah Efendimize uyan yüksek halîfeler mânâsına, Resûl-i ekremden (sallallahü aleyhi ve sellem) sonra sırasıyla halîfe olan hazret-i Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Ali (radıyallahü anhüm) için kullanılan tâbir.

hulk

  • Huy. Ahlâk. Tabiat. Yaratılıştan olan haslet. Seciyye. Cibilliyet.
  • İnsanın doğuştan veya sonradan kazandığı ruhî ve zihnî hâller.

hulle

  • İslâmî nikâh hükümlerine göre üç defâ boşanmış bir kadının, tekrar aynı adam tarafından alınabilmesi için; başka bir erkek tarafından nikâhlanıp, düğün ve vaty olduktan sonra boşanması.

hulul etmek / hulûl etmek

  • Girmek, yer etmek; bir cismin başka bir cisme girmesi, iki şeyin birleşmesi. Allahü teâlânın kula girmesi sûretiyle onun ilâhlaştığını kabûl edenlerin bozuk ve yanlış görüşü.

hulüm

  • (Çoğulu: Ahlâm) Düş, rüyâ. (Rüyâ tâbiri iyilerinde; hülm tâbiri kötülerinde kullanılır.)
  • İhtilam olmak.
  • Akıl.

humanizm

  • (Bak: Hümanizm)

hümanizm

  • Lât. Edb: İslâmiyete mugayir ve aykırı eski Yunan ve Lâtin edebiyatı ve felsefesi taraftarlığı hareketi.
  • Fls: İnsan menfaatını hayatta değer ölçüsü kabul eden ve dine tâbi olmayan, insana aşırı hâkimiyet tanımak isteyen ve maddeperest, dinsiz, imansız bir cereyan, bir fikir ve bâtıl
  • İnsancılık iddiasıyla insanı tanrılaştıran sapık bir felsefe.

humasi / humasî

  • Arabçada: Aslî harfleri, yani kök harfleri beş adet olan kelime.
  • Beşe mensub.
  • Beşli.

humbara

  • Küçük küp. (Farsça)
  • Ask: Demir veya tunçtan dökülmüş, içi boş ve yuvarlak olarak yapılan ve içine patlayıcı maddeler doldurularak havan topu veya elle atılan harp aleti. Havan topu ile atılana havan humbarası, elle atılana da el humbarası denirdi. (Farsça)
  • Para biriktirmek için kullanılan topr (Farsça)

humbaracı

  • Ask: Yeniçeri teşkilâtı zamanındaki topçu eri. Bu teşkilâtın mensubları havan toplarıyla humbara attıkları için bu adı almışlardı.

hums

  • Beşte bir; ganîmetten, mâdenlerden ve bulunan defînelerden beytülmâl denen devlet hazînesine ayrılan beşte bir hisse.

hums-i öşr

  • Onda birin beşte biri. Yani, bir şeyin ellide biri.

humud / humûd

  • Durgunluk, uyuşukluk; bir mâni olmadığı halde bekârlığı istemek. Şehvet ve iffetin azlığı.

humul

  • Bir kimsenin adı sanı batma, ünü ünvanı kaybolma.

hunak

  • (Çoğulu: Havânik) Boğazda olan şiş.

hunefa

  • (Tekili: Hanîf) Allahın birliğine inananlar.

hunefa'

  • "Hanif"in çoğulu. Allah'ın birliğine inananlar, Hz. İbrahim dininden olanlar.

hunnes-künnes

  • Hunnes, Hânis'in; Künnes de Kânis'in çoğuludur. Kânis, süpüren mânasınadır. Umumiyetle, akıp akıp yuvalarına giden veya aynı yollarında gidip gelen yıldızlar demektir. Bazılarınca gündüz gaib, gece zâhir olan yıldızlara denir. Ekseriyetle yedi seyyar yıldızlara denmiştir. (Zuhal, Müşteri, Merih, Züh

hunut

  • Mumyalama.
  • Bir ölünün uzun zaman çürüyüp kokmaması için kullanılan eczalar.

hurafat / hurâfât

  • (Tekili: Hurafe) Aslı esası olmayan, bâtıl rivayetler. Bâtıl inanışlar. Hurafeler.
  • Aslı esası olmayan saçma inanışlar.

hurafe

  • Saçma inanış.
  • Uydurma, bâtıl inanış. Masal. Efsane. Yalan hikâye.

hurafeperverlik

  • Hurafelere inanış. (Arapça - Farsça - Türkçe)

hurafet

  • Delile dayanmayan saçma inanış.

hurc

  • Meşinden veya çadır bezi gibi şeylerden yapılmış büyük heybe ve sandık. Meşinden yapılan bu heybe ve sandıklar arka taraflarındaki meşin kollarla hayvanların semerine bağlanır ve iki hurc bir hayvana yüklenirdi. Eski zamanın uzun yolculuklarında kullanılırdı. Eskiden İstanbulun meşhur yangınlarında

huri / hûrî

  • Allahü teâlânın îmân edenlere mükâfat olarak yarattığı, nasıl oldukları bilinmeyen Cennet kızı.

hurka

  • Yanmak.
  • Hararet.
  • Yanık çıban.

hurkat

  • Yangın. Yanma. Yanıklık.
  • Bir nevi çıban.

hurkus

  • Pire gibi bir böcek (Az olarak kanatlanır uçar).

hurmet-i müsahere / hurmet-i müsâhere

  • Erkeğin herhangi bir kadın ile zinâ etmesi veya herhangi bir yerine unutarak ve yanılarak da olsa şehvetle (lezzet alarak) dokunması hâlinde, o kadının neseb (soy) ile ve süt ile olan anası ve kızları ile; kadının da o erkeğin oğlu ve babası ile evle nmesinin ebedî, sonsuz olarak haram, yasak olması

hürmet-i müsahere

  • Sıhriyyet sebebi ile hâsıl olan haramlık. Yâni evlenmek sebebi ile meydana gelen akrabalık dolayısıyle hâsıl olan haramlıktır. Bu sıhriyyetin haramlık meydana getirmesi, ister meşru' nikâhla olsun, ister gayr-ı meşru' olsun "hürmet-i müsahere" meydana gelir.Meselâ: Hanefi mezhebinde, bir kimse kendi

hürmet-i riba

  • Ribanın yani faizin haram oluşu.

hürmüz

  • (Hürmüzd) Eski İran takviminde, güneş yılının ilk günü.
  • Zerdüştlerin bâtıl bir inanışları olan hayır tanrısı.
  • Jüpiter (Müşteri) yıldızı.

hürriyet

  • Hürlük, serbestlik.
  • Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyup, herkesin hakkını gözetmek.
  • Maddî ve mânevî her türlü şeyin sevgisinden gönlünü kurtararak yalnız Allahü teâlâya kul olmak.
  • 1908'de II.Meşrutiyet'in ilânı ile birlikte gerçekleşen yeni sistemin halk arasındaki adı.

hürriyetin başında

  • 1908'de Hürriyetin ilân edildiği zamanın ilk döneminde.

huruf-u şartiye

  • Şart edatları; Türkçe'de "eğer, şayet, …se, …sa" kelimelerinin karşılığı olarak kullanılan Arapça edatlar, in, lev gibi.

hurufat

  • (Tekili: Harf) Harfler. Matbaada kullanılan dökme harfler.

hurz

  • Oranlamak, yâni tahminle bir şeyin miktarını söylemek.

hüseyin-i cisri / hüseyin-i cisrî

  • (Hi: 1261- 1327) Suriye ulemasındandır. Baba ve annesi Ehl-i Beyt'tendir. Câmi-ül Ezher'de tahsil görmüş ve zamanının dinî, edebî ve felsefî ilimleriyle iştigal etmiştir. En meşhur eseri "Risale-i Hamidiye"sidir. Türkçeye ve Orducaya tercüme edilmiştir. 1307 senesinde Tercüman-ı Hakikat gazetesi, ki

hüsn-ü hilkat-ı insan

  • İnsanın yaratılışının güzelliği.

hüsn-ü şehadet

  • İyi tanıklık etme; güzel görme.

hüsn-ü zann

  • (Hüsn-i Zan) Bir kimsenin veya bir hâdisenin iyiliği hakkındaki vicdâni ve iyi kanaat. İyi fikirde bulunup, iyi olacağını düşünmek.

hususiyet

  • Ahbaplık, tanışıklık, yakınlık.
  • Hususilik.

huşyar

  • Uyanık.

hüşyar / hüşyâr

  • Uyanık, akıllı, zeki. Ayık. Uslu.
  • Uyanık.
  • Uyanık.

hut

  • Balık. Büyük balık.
  • Şubat ayı içinde güneşin girdiği ve semanın cenub yarısındaki burcun ismi.

hutaf

  • (Çoğulu: Hatâtif) Demir çengel.
  • Makaranın iki tarafında olan eğri demir.

hutam-ı dünya / hutâm-ı dünya

  • Bu fani dünyanın muvakkat ve boş malı mülkü.

hutuvat / hutuvât

  • (Tekili: Hutvât-Hutevat) (Hutve) Adımlar. İzler. Yollar. Eserler.
  • Şeytanın aldatmaları.
  • Adımlar, şeytanın adımları.

hutuvat-ı sitte

  • Altı adım. (Kur'an-ı Kerim'deki "Hutuvat-üş şeytan" tabirinden istifaze ile, şeytanların ve onların insî mümessilleri olan şerir insanların fitnekâr ve dalâlete sevkedici adımları, izleri ve desiseleri gibi mânalarla alâkalı olarak "bir mühim eser"e verilen isim) Şeytanın altı desisesi.

hüval

  • Kundura kalıbının yukarı kısmını genişletmek için kullanılan takoz.

hüve'l-batın / hüve'l-bâtın

  • O Bâtındır; bütün varlıkların içyüzlerini mükemmel bir fabrikanın harika makineleri gibi yaratıp işleten ve herşeyin iç âlemine hükmeden Allah'tır.

huz ma safa / huz mâ safâ

  • Duru ve saf olanı al.

huz ma safa, da' ma keder / huz mâ safâ, da' mâ keder

  • "Güzel ve duru olanı al, çirkin ve bulanık olanı bırak".

huz ma safa, da'ma keder / huz mâ safâ, da'mâ keder

  • "Safâ olanı al, keder vereni bırak", "Allahın müsaadesi olan ve neticesi safâ veren şeyi al, sonu keder vereni bırak", "İyisini al, kötüsünü bırak" meâlindedir.

huzakiyy

  • Lisanı fasih, konuşması açık olan kimse.
  • Eşek sıpası.

hüzeyfe

  • Ensar-ı Kiramdandır. Hüzeyfe-i Yemanî de denir. Hz. Muhammmed (A.S.M.) ona münafıkları bildirdiğinden dolayı, Hz. Ömer (R.A.) onunla istişare eder ve Onun, namazını kılmadığı kimselerin namazında bulunmazdı. Çok takvalı ve istiğna sâhibi bir zat idi. İran'ın fethinde bulundu. (Hi: 35) de Dâr-ı Beka'

hüzn-ü gurubi / hüzn-ü gurubî

  • Sevilen ve bağlanılan herşeyin batıp gitmesinden ortaya çıkan hüzün.

hüzn-ü müştakane

  • Kavuşmanın gecikmesinden doğan hüzün, üzüntü.

huzur / huzûr

  • Hazır olmak. Mevcud bulunmak.
  • Hürmet edilmesi lâzım gelen kimsenin yanında olmak.
  • İbadet neticesi hâsıl olan rahatlık, gönül ferahlığı.
  • Birinin yanında bulunma, rahatlık.

huzur-ı ilahi / huzûr-ı ilâhî

  • Allahü teâlânın nezdi.

huzur-u iman

  • İmanın verdiği huzur.

huzur-u manevi / huzur-u mânevî

  • Mânevî huzur, mânevî olarak yanında olma.

huzur-u nebevi / huzur-u nebevî

  • Peygamberin huzuru, yanı.

huzur-u resulullah

  • Peygamberin huzuru, yanı.

huzuz

  • Acı bir devânın adı.

huzuzat / huzuzât

  • (Tekili: Huzuz) İnsanın hoşuna giden şeyler.

huzva

  • Bir yere toplanıp tepe gibi olan kum yığını.

huzya

  • Ganimet malından vermek.

i'dadiye

  • Hazırlığa ait. Hazırlığa mahsus.
  • Orta tahsili veren okullar. Vaktiyle rüşdiyeden sonra gidilip yüksek mekteblere girebilmek için lâzım gelen bilgileri öğreten okul. Sultaniyelerden aşağı olan mekteb.

i'la

  • (Ulüv. den) Yükseltmek. Bir şeyin yukarısına çıkmak. Yukarı kaldırmak. Şânını yüceltmek. Şöhretini artırmak.

i'la-yı kelimetullah

  • Allah kelâmının, İslâmiyetin ulviyetini ve hakikatlarının kıymetini bildirmek ve yaymak. Hakaik-ı Kur'âniye ve imâniyenin neşir ve tâmimine cehd ile çalışmak.

i'la-yıkelimetullah / i'lâ-yıkelimetullah

  • Allahü teâlânın ismini yüceltmek, İslâm dînini yaymak.

i'lamat

  • (Tekili: İ'lam) Bir dâvânın mahkemece nasıl bir hükme bağlandığını gösteren resmî vesikalar.

i'lamat-ı şer'iye mümeyyizi

  • Şeyh-ül İslâm kapısındaki fetvahanenin üç kaleminden biri olan "İlâmat Odası"nın başındaki memurun ünvanı idi. Kadılar tarafından verilen ilâmları tetkik vazifesiyle mükellef olduğu için, bu memuriyete, ulemadan tanınmış olanlar tâyin edilirdi.

i'lanname

  • İçinde ilân yazılı olan kâğıt. (Farsça)
  • Bir hususun herkese ilân edilmesi için hükümetçe hazırlanıp bastırılan resmi kâğıt. (Farsça)

i'lem eyyühe'l-aziz" notekey

  • 'Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!' mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir ifade.

i'nac

  • Hayvanı kıç üstü çökertmek. (Omurga kemiği) ağrıma.

i'sar

  • İkindi zamanında bulunmak.
  • Kızın gelinlik çağına gelmesi.
  • Kasırga.

i'tibar

  • (İtibâr) Ehemmiyet vermek. Hürmet, riâyet ve hatır saymak. Kulak asmak. İbret alıp uyanık olmak. Birisini veya sözünü makbul farzetmek.
  • Taaccüb etmek.
  • Şeref, haysiyet.
  • Bir şeyin gerçek değil, kararlaştırılan değeri.
  • Ticarette söz veya imzaya olan itimad.
  • <

i'tibaren

  • ...den beri, ... başlıyarak, ... den başlıyarak, ...den (yerinde kullanılır.)

i'tidal-i dem

  • Soğukkanlı davranış. Heyecanlanmadan, acele etmeden, düşüne düşüne ve tedbirli hareket.

i'tikad / i'tikâd

  • Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), Allahü teâlâ tarafından, bildirdikleri şeylerin hepsine inanma veya inanılacak şeyler.

i'tikadat / i'tikadât

  • (Tekili: İ'tikad) İnanışlar. Bağlanışlar ve inançlar.

i'tikadat-ı batıla / i'tikadât-ı bâtıla

  • Bâtıl, hak olmayan, asılsız şeylere inanışlar.

i'tikadda mezheb / i'tikâdda mezheb

  • Îmân edilecek, inanılacak husûslarda tâbi olunan, uyulan yol.

i'tikaf / i'tikâf

  • Bir şeye devam etmek.
  • Ist: Bir yere çekilip yalnız ibadetle meşguliyet. Hususan Ramazanın son on gününde, mescidlerde ve buna benzer yerlerde kalıp, ibadet, ilm-i iman ve Kur'an, evrad ve ezkâr gibi ibadetlerle meşgul olmak. Böyle bir kimseye "Mu'tekif" denir.

i'tikal / i'tikâl

  • (Ekl. den) Kemirme, kemirerek yeme.
  • Dalgaların, deniz kenarlarındaki karaları döğerek aşındırması.
  • Tıb: Yaranın, vücudu yemesi. Yaranın büyümesi.

i'tinan

  • Bir kimsenin içyüzü meydana çıkma.
  • İnsanın önüne durma.

i'tiyak

  • Alıkoymak, engel olmak, mani olmak.

iane-i cihadiye

  • Muharebe zamanında harbin icab ettirdiği fazla masrafları karşılamak ve yardım olmak için halktan alınan paralar. Miktarı, her mahallin iktidarı derecesine göre kaza ve liva üzerine merkezden tertib ve "tevzi defterleri"ne maktu' miktar olarak konulurdu. Bu çeşit vergi ve ianeler Tanzimat'tan sonra

iare

  • Emaneten vermek. Bir malın kullanılmasından karşılık istemiyerek meccanen başkasına vermek.

iare-i mutlaka

  • Bir mülkün, bir eşyanın sâhibi tarafından hiç bir şart ve kayda bağlı kalmayarak başka birine ödünç verilmesi.

ibadet / ibâdet

  • Kulluk, kulluk vazîfelerini İslâmiyetin bildirdiği şekilde yerine getirmek. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymak.

ibadet-i tefekkür

  • Allah'ı tanımayı sonuç verecek şekilde varlıklar üzerinde düşünme ibadeti.

ibadetgah / ibadetgâh

  • Kanunlarla tanınmış bir dine, bir mezhebe ait ibadetlerin icrasına tahsis olunan yerler. Mabet, ibadethane. (Farsça)

ibadethane / ibâdethâne

  • İbâdet yapmak için toplanılan yer.

ibadette bid'at / ibâdette bid'at

  • Peygamber efendimiz ve Eshâbı zamânında bulunmayıp da dîne sonradan katılan reformlar, değişiklikler.

ibaha / ibâha

  • Bir şeyin kullanılıp kullanılmaması, serbest olma hâli.
  • Yedirme, doyurma.

ibaha mezhebi / ibâha mezhebi

  • Dinî kuralları, ahlâk ve namus prensiplerini, şahsî mülkiyet kavramını tanımayan sözde özgürlükçü batıl bir akım.

ibcal

  • Büyük saygı, tâzim ve tekrim. (Bu mânâlarda kullanılırsa da tebcil şeklinde kullanılması doğrudur.)

ibhamvari / ibhamvarî

  • Belli etmeyerek, âşikâr surette tanıtmıyarak, gizli bir şekilde, mübhem olarak. (Farsça)

iblis / iblîs

  • Şeytanın isimlerinden biri veya şeytanların reisi.

ibn-i rüşd

  • (Kadı Muhammed Bin Ahmed) (Hi: 514-595) Endülüs Devleti zamanında yetişen bir filozoftur. Kurtuba'da doğmuştur.

ibn-i sina

  • (Hi: 370-428) Buhara'lı olup zamanının en büyük âlimi, doktor ve filozofudur. Avrupa'da, Avicenna diye tanınmıştır.

ibn-i teymiye

  • (Hi: 661-728) Diğer adı Ahmed bin Abdülhalim Harranî'dir. Hanbelî fıkıh ve hadis âlimi olarak bilinir. Bazı mes'elelerde ifrata kaydığından cumhur-u ulemaca hüsn-ü kabul görmemiştir.

ibn-i vakt

  • Zamanın uyarına giden, vaktin icaplarına göre hareket eden kişi. Zamane adamı.
  • Mizaç ve tabiata göre söz söyleyen kimse.

ibn-üs-sebil / ibn-üs-sebîl

  • Kendi memleketinde zengin ise de, bulunduğu yerde yanında malı, parası kalmamış olan ve çok alacağı varsa da, alamayıp, muhtâç kalan.

ibn-üz zaman

  • Zamanın çocuğu. Devrin adamı.

ibnüzzaman

  • Zamanın oğlu, devrin adamı.

ibrahim

  • İbrahim kelimesi, İbranicede baba anlamına gelen "eb"; ve cumhur demek olan "reham" kelimelerinden meydana gelmiştir. "Ebu-l cumhur" ise; cumhurun babası demektir. Bu ismi meydana getiren kelimelerin ikisinin de hareke veya telaffuzlarını az bir değişiklik yapmakla yine bu mânalar Arapçada vardır. B
  • Halilullah ve Halil-ür Rahman da denir. Peygamberlerden İshak ve İsmâil'in (A.S.) babasıdır. Yirmi sahifelik kitap kendisine nâzil olmuştur. Süryanice konuşurdu. Peygamberimizin de (A.S.V.) ceddi idi. Urfa'da doğduğu da rivayet edilir. Zamanın kralı Nemrud tarafından ateşe atılmak istendi, mu'cize o

ibrahim-vari

  • İbrâhim (A.S.) gibi. Fani, gelip geçici şeylere kalbini bağlamamak sureti ile. (Farsça)

ibrani / ibrânî

  • İbranice; İbrani diline ait.

ibret

  • Uyanıklığa sebeb olan ders.
  • Çok çirkin ve düşündürücü.
  • Tuhaf, acâyip.
  • İnsanın karşılaştığı, gördüğü veya işittiği hâdiselerden ders alması, kendi hâlini düşünmesi.

ibri / ibrî

  • Yahudi, İbrani.

ibriyyun

  • Yahudiler, İbraniler.

ibtidai / ibtidaî

  • Başlangıca ait, en önce olarak. İlk, evvelâ.
  • Ham, işlenmemiş.
  • İlk tahsil veren okul. (Daha da evvel bunun yerine "Sıbyan Mektebi" tabiri kullanılırdı.)

ibtila / ibtilâ

  • Belâya uğramak. Musibete düşmek. İyi veya kötü şeye düşkünlük, tiryakilik.
  • İnsanın iyiliğini, kötülüğünü ve kemâl derecesini meydana çıkaran imtihan, tecrübe.
  • İmtihan. Allahü teâlânın, kulunu, çeşitli sıkıntılar vermek sûretiyle imtihan etmesi, denemesi.
  • Bir şeye düşkünlük. Mübtelâ olmak.

iç hazine

  • Osmanlı İmparatorluğu zamanında sarayda muhafaza edilen bir kısım paralar. (Türkçe)

iç kale

  • Kale duvarlarıyla çevrilmiş şehir ve kasabaların bazılarının ortasında ve en yüksek yerinde yapılan küçük kaleler. Bu çeşit kalelere "bâlâ hisâr" da denilirdi. Bu iç kaleler, düşmanın, surları geçmesi hâlinde veya şehirde bir isyân çıktığı zaman, hükümdar veya kumandanın çekilip kendini müdafaa etme (Türkçe)

iç oğlanı

  • Saray hizmetine alınıp devletin çeşitli makamlarına namzed olarak yetiştirilen gençler. İç oğlanı, Yıldırım Bayezid zamanında yeni teşekküle başlayan saray hizmetlerinde bulunmak üzere yeniçerilik için toplanan devşirmelerden ayrılmak suretiyle meydana getirilmiş ve bu usûl sonradan yapılan kanunla (Türkçe)

icabe-i dua / icabe-i duâ

  • Duânın kabul olması. Duâya cevap verilmesi. Muvafakat edilmesi.

icabet etmek / icâbet etmek

  • Kabûl etmek.
  • Allahü teâlânın duâları kabûl buyurması.

icalet

  • El kitabı. Lüzum etttiği zaman müracaat olunup faydalanılan, cepte ve elde taşınabilir küçük kitap.
  • Acele ile ve derhal yapılan iş.

icane

  • (Çoğulu: Ecanin) Hamam taşı.
  • İçinde bez ve kaftan yıkanılan kap.

icarat

  • Kiranın gelirleri. Gelirler.

icare-i münecceze

  • Bir şeyi akd-i icare ânından itibaren kiraya vermektir. Akd zamanında kiranın başlangıcı söylenmezse kira, bir icare-yi müneccezeye haml olunur.

icaz / îcâz

  • Benzerini yapmakta insanı âciz bırakan.

icaz-ı muhill

  • Sözün istenilen mânayı ifadeye kifayet etmemesi yüzünden mânanın bozulması halidir.

icazet / icâzet

  • İzin, diploma, şehâdetnâme. Çeşitli ilimlerde üstâdın (hocanın) talebesine, yetiştiğine dâir verdiği belge, diploma.

icazet-i mutlaka / icâzet-i mutlaka

  • Çeşitli ilimlerde üstâdın (hocanın) talebesine yetiştiğine ve başkalarını da yetiştirebileceğine dâir verdiği izin veya bu izni ifâde eden belge, diploma.

icazkarane / îcâzkârâne

  • Benzerini yapmakta insanı âciz bırakırcasına.

icbar-ı nefs / icbâr-ı nefs

  • İnsanın kendini bir işe zorlaması.

icl-i samiri / icl-i samirî

  • Musa (A.S.) zamanında Samirî'nin yaptığı buzağı heykeli.

icma' / icmâ'

  • Edille-i şer'iyyenin (din bilgilerinin elde edildiği delîllerin, kaynakların) üçüncüsü. Bir asırda yaşayan müctehid denilen derin âlimlerin bir mes'elenin hükmünde birleşmeleri, ictihadlarının birbirine uygun olması.
  • Beş vakit namazın farz oluşu, zinânın haram oluşu gibi ictihâd lâzı

icraat-ı celiliye

  • Allah (C.C.)ın celalî sıfatına yani, kibriya ve azametine delâlet eden, kudret-i hakkı ile hâsıl olan icraatı.

ictiba / ictibâ

  • Seçmek, seçilmek. Evliyâlıkta, vâsıtanın, aracının şart olmadığı cezbe (çekilme) ile ilerleme.

ictiba yolu / ictibâ yolu

  • Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için peygamberlerin aleyhimüsselâm ve seçilmiş evliyâların yolu. Mürid değil, murâdlar ve mahbûblar yolu. Sevilenleri, çabuk ilerletme yolu.

içtimaat-ı ünsiyetkarane / içtimâât-ı ünsiyetkârâne

  • Toplu alışkanlıklar ve hoşlanılan kalabalıklar.

ictirah

  • El emeği ile kazanılan para ile geçinme.

ictirar

  • İleri ve geri çekme, çekilme.
  • Hayvanın geviş getirmesi.

ictisas

  • Hayvanın, ağzı ile çayırı araştırarak otlaması.

iddet

  • Bekleme müddeti.
  • Sayılmış. Madud.
  • Cemaat.
  • Hıfz.
  • Fık: Kocasından ayrılan kadının, başkası ile evlenebilmesi için, üç defa hayız görüp temiz oluncaya kadar geçen zaman. (Kocasından boşanırsa 100 gün, kocası ölürse 130 gün.)

iddifan

  • Kölenin, efendisinin yanından kaçması.

iddihar

  • Biriktirmek, toplamak, yığmak.
  • Kıtlık zamanında yüksek fiatla satmak üzere zahire toplayıp saklama.

idealizm

  • Bilgide temel olarak düşünceyi alan ve eşyanın müstakil mevcudiyetlerini inkâr edip fikren mevcudiyetlerini kabul eden yanlış bir felsefe doktrini. (Fransızca)

idhan

  • (Duhân. dan) Tütme. Yanarak dumanı çıkma.

idlaliyyat / idlâliyyât

  • İnsanı doğru yoldan saptıracak fikirler, azdıracak mevzular. Kur'ânla muaraza eden safsata ve bâtıl felsefi nazariyeler.

idman-ı beden

  • Beden idmanı, jimnastik.

idrak-i basit / idrâk-i basît

  • Tasavvuf yolcusunun kendini müşâhedede (görmede) fâni (yok) olması.

ifade-i mana / ifade-i mânâ

  • Bir mânânın ifade edilmesi.

ıfas

  • Şişe ve divit ağzını kapatmakta kullanılan deri.

ifave

  • Çorbanın iyisi.
  • Çömlek kaynarken yüzüne çıkan köpük.

iffet

  • İnsan rûhundaki yapıcı kuvvetin, yâni şehvetin iyiye kullanılmasından ortaya çıkan huy. Nefsi kötü isteklerinden men etmek. Âr, nâmus, hayâ duygusu.

ifkar'

  • Fakir düşürme, fakirleştirme.
  • Hayvanı kirâya verme.

iflas

  • Malı tükenmek, parası kalmamak. Borçlarını ödeyemiyecek hâle gelmek. Sermayesini batırmak.
  • Ahirette günahları çok olanın hüsrana düşmesi.

ifrad sigası

  • Gr. tekil kipi; yani "ateş yaktı" anlamındaki "istevkade" fiilinin 3. tekil şahıs kipinde olması kastediliyor.

ıfrat

  • Davarın alın saçı.
  • İnsanın ense saçı.

ifrat / ifrât

  • Bir işte, sözde veya davranışta haddi aşma, pek ileri gitme, aşırı olma.

ifraz hazinesi

  • Tar: Kullanılmayan kıymetli eşyanın saklandığı yer. Bu gibi kıymetli şeylerden ikinci dereceden olanların muhafaza olunduğu yere de "Bodrum Hazinesi" denilirdi.

ifşa / ifşâ

  • Gizli olanı açıklama.

ifsam

  • Hastanın ateşinin düşmesi.
  • Kesilip bitme, tükenme.
  • Yağmurdan sonra hava açılma.

iftar / iftâr

  • Oruçlunun, akşam namazı vakti girdikten, yâni güneşin battığı iyice anlaşıldıktan sonra, yiyerek veya içerek orucunu açması.
  • Oruç tutmama, yime.

iftariyye

  • İftarlık. İftar için hususi olarak hazırlanmış nevale. Bunlar oruç bozulduktan sonra yemek yenmeden evvel yendiği için bu ad verilmiştir.
  • Osmanlı İmparatorluğu zamanında padişah sarayında, vüzera, eşraf ve âyân konaklarında, davetlilere iftardan sonra diş kirası namıyle verilen bahşi

iftihar madalyası

  • Padişaha sadakat gösterenlere, tarım ve san'atın ilerlemesine çalışanlara, yangın ve sâri hastalık anında devlet ve millete büyük hizmetleri dokunanlara verilmek üzere II. Abdülhamid'in irade-i seniyesiyle altın ve gümüşten olmak üzere çıkarılan madalya. (1886 ve 1887) Madalyanın ön yüzünde yukarı k

iftiras

  • Fırsat gözlemek. Fırsatı ganimet bilmek.

iftisal

  • Sütten kesilme, memeden ayrılma.
  • Fidanı çıkarıp başka yere dikme.

igame

  • Havanın bulutlu olması.

iğfal / iğfâl

  • Yanıltma ve aldatma.

igfaliyyat

  • Yanıltıp aldatmak için söylenen sözler.

iğlat / iğlât / اغلاط

  • Yanıltma. (Arapça)

igna'

  • Ganileştirmek. Zengin etmek.
  • Kifâyet edip bir şeyin yerini tutmak.

igtilal

  • Hayvanın çok susaması.
  • Elbiseleri üst üste giyme.
  • İçme.
  • İyi sağılmadığı için (koyun) hastalanma.

igtinam

  • Yağma etmek. Fırsatı ganimet bilmek.

iğtinam / iğtinâm / اغتنام

  • Ganimet bilme. (Arapça)
  • Ganimet alma. (Arapça)

igyam

  • Havanın bulutlu olması.

ıh

  • Deveyi çökertmek için kullanılır sestir.
  • Yorgunluk ve heyecanla hızlı nefes vermeği tasvir eder.

iham

  • Vehme düşürmek, vehimlendirmek.
  • Edb: İki mânaya gelen bir kelimeden en az kullanılan mânayı bilerek kullanmak.

ıhaze

  • (Çoğulu: İhâzât-İhâz) Su birikip toplanacak yer.
  • Bir kimsenin kendisi veya sultanı için hıfzedip gözlediği yer.

ihaze

  • Kalkanın elle tutulacak olan yeri.
  • Timar. Hükümdarın verdiği arazi.

ihbar-ı faruki / ihbar-ı fârukî

  • Hicri ikinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbânî Ahmed el-Fârukî es-Sirhindî'nin (k.s.) bildirdiği, haber verdiği kişi.

ihbarat-ı gavsiye

  • Şeyh-i Geylanî'nin geleceğe dair verdiği haberler.

ihbarname

  • Yazılı haber. Yazı ile haber vermek. (Farsça)
  • Belirli hadiselere dair bilgi olarak, alâkalı olduğu yere verilen yazı. (Farsça)
  • Bir paranın ödenmesi veya başka bir muamelenin yapılması lüzumuna dair resmi bir daireden gönderilen ihtarnâme. (Farsça)

ihdar

  • (Hadr. dan) Tıb : Bir organın hissini iptal etme, uyuşturma.
  • Kızı yaşmaklandırma, ferace giydirme.

ıhfak

  • Gazâda ganimet malından pay almamak.
  • Avcıların av yakalayamaması.

ihlal

  • (Halel. den) Sakatlamak. Bozmak. Halel vermek.
  • Birini ihtiyaç içinde bırakmak.
  • Düşmanın haklarına vefa etmeyip gadretmek.

ıhlamur

  • Kerestesi marangozlukta kullanılan ve çiçeği haşlanıp çay gibi içilen ağaç.
  • Ihlamur ağacından yapılmış.

ihlas / ihlâs

  • İbadet ve davranışlarda sadece Allah'ın rızasını gözetme.

ihlas suresi

  • Kur'an-ı Kerim'de şirkin ve küfrün envâını reddedip, tevhidi ilân eden 112. Sure. Bu sureye: Esas, Tevhid, Tefrid, Tecrid, Necat, Velâyet, Marifet, Samed, Muavvize, Mazhar, Berâe, Nur, İman suresi de denilmektedir. Maâni, Müzekkire gibi isimleri de vardır.

ihlas-ı etem / ihlâs-ı etem

  • En mükemmel bir ihlâs, samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah'ın rızasını gözetme.

ihlas-ı etemm / ihlâs-ı etemm

  • Mükemmel bir ihlas, samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah'ın rızasını gözetme.

ihlas-ı hakiki / ihlâs-ı hakikî

  • İbadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetme; gerçek samimiyet.

ihlas-ı tamm / ihlâs-ı tâmm

  • Tam bir ihlâs, samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah'ın rızasını gözetme.

ihlas-ı tamme / ihlâs-ı tâmme

  • Tam bir ihlâs, samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah'ın rızasını gözetme.

ihlaslı / ihlâslı

  • İbadet ve davranışlarında sadece Allah'ın rızasını gözeten.

ihlil

  • Erkek tenasül organının deliği, sidik yolu. Sidik deliği.
  • Kadınlarda memede sütün aktığı yer.

ihram / ihrâm / احرام

  • Mîkât denilen mahalde (yerde) hacca veya umreye niyet ederek, peştemal gibi dikişsiz iki parça örtüyü giymek ve telbiye getirmek sûretiyle, daha önce mubah (serbest) olan bâzı şeyleri kendine haram kılmak yâni bunları yapmaktan sakınmak. İhrâmlı kims eye muhrim denir. İhrâm elbisesinin belden aşağı
  • Hac zamanı giyilen beyaz giysi. (Arapça)

ihsan-ı ilahi / ihsan-ı ilâhî

  • Allah'ın ihsanı, ikramı, bağışı.

ihsan-ı ilahiye / ihsan-ı ilâhiye

  • Allah'ın ihsanı, ikramı, bağışı.

ihsan-ı rabbani / ihsan-ı rabbânî

  • Herşeyi terbiye ve idare eden Allah'ın ihsanı, ikramı, bağışı.

ihsan-ı şahane / ihsan-ı şâhâne

  • Padişahın ihsanı, bağışı.

ihsas-ı ganaim

  • Düşmandan ele geçirilen ganimet mallarını paylaşma.

ıhta'

  • Hatâ etmek, yanılmak.

ihta'

  • Yanılma veya yanıltma.
  • Hatâya düşürme veya düşürülme.

ihticab

  • Örtünme. Saklanma. Gizlenme. Perdelenme.
  • Doğumun belirli zamanından fazla uzaması.

ihticac / ihticâc / احتجاج

  • Kanıt gösterme. (Arapça)

ihtika'

  • Bir şeyin sağlamlığı, muhkemliği.
  • Dimağ heyecanı.

ihtikan

  • Kan toplanması. Bir uzva kan birikmesi sebebi ile oranın şişip kabarması.
  • Şırınga kullanma.

ihtikan-ı dem

  • Vücudun bir tarafına kanın hücum etmesi.

ihtilaf-dar

  • Huk: Mirasçı ile miras bırakanın ayrı ayrı memleketler halkından olması. (Farsça)

ihtilaf-ı din

  • Biri müslim, diğeri gayr-ı müslim olmak gibi ayrı dinde bulunmak. Din ayrılığı miras almağa mânidir. Binaenaleyh gayr-i müslim, müslimin; müslim de gayr-i müslimin mirasına nâil olamaz. Fakat müslim olmayan milletler arasında din ayrılığı miras almağa mani değildir.

ihtinak-ı rahm / ihtinâk-ı rahm

  • Eskiden, rahmin tıkanmasından dolayı olduğu sanılan ve kadınlarda görülen asabî bir hal ve hastalık.

ihtira'

  • Evvelce keşfolunmamış, bilinmeyen bir şeyi keşfetmek. İcad etmek.
  • Edb: Hiç kimse tarafından kullanılmamış tabirler ve mazmunlar kullanma.

ihtirak

  • Yanmak, tutuşmak, yanıp kül olmak.
  • Koz: Bir gezegenin güneşe yaklaşması.

ihtirasat-ı hayvaniye / ihtirâsât-ı hayvâniye

  • Hayvânî ihtiraslar, hayvanî duygulardan kaynaklanan aşırı istekler, tutkular.

ihtisab / ihtisâb

  • Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyulmasının, ilim ve ehliyet sâhibi bir devlet me'muru olan muhtesib tarafından sağlanması, emr-i ma'rûf nehy-i münkerin yâni iyiliği emretmek kötülükten sakındırmak vazîfesinin el ile yapılması vazîfesi.

ihtisas

  • (Husus. dan) Kendine mahsus kılmak. Bir kimsenin dünyevi veya uhrevi, Kur'âni, İslâmi, imâni bir mesleğe, fen veya san'ata hasr-ı mesâi etmesi; yalnız onunla meşgul olması.
  • Gr: Mütekellim veya muhatab zamiri olan mübtedanın haberinin hükmünü bir isme âit (mahsus) kılma. Bu isim zamir

ihtiyac-ı beşer / ihtiyâc-ı beşer

  • İnsanın ihtiyacı.

ihtiyac-ı zaman

  • Zamanın, dönemin ihtiyacı.

ihtiyal

  • Gururlanma, enaniyetlenme, kibirlenme.

ihtiyar-ı beşer / ihtiyâr-ı beşer / اِخْتِيَارِ بَشَرْ

  • İnsanın tercîhi.

ihtiyar-ı beşeri / ihtiyar-ı beşerî

  • İnsanın iradesi, tercihi.

ihtiyar-ı cüz'i / ihtiyar-ı cüz'î

  • (İhtiyar-ı cüz'iye) İnsanın küçücük ihtiyarı, iradesi. Pek az, zayıf ihtiyar.

ihtiyare

  • İhtiyar hanım.

ihtiyariyat

  • Yapılması insanın kendi elinde olan şeyler.

ihtiyat / ihtiyât / احتياط

  • Tedbirli davranış. (Arapça)
  • Yedek. (Arapça)

ihtiyat hazinesi

  • Tar: Savaş ve diğer fevkalâde masraflara karşılık olmak üzere sarayda biriktirilen paralar. Gelirleri havass-ı hümayun hâsılatı, ganimetlerin beşte biri ve başka hükümdarlardan gelen hediyelerdi. Buna "iç hazine" veya "enderun hazinesi" de denilirdi.

ihtizar

  • (İhtidar) Huzura çıkmak. Hâzır olmak.
  • Can çekişmek. Hastanın ölüme hazır olması.

ihvan-ı basafa / ihvan-ı bâsafa

  • Mevlevi tabirlerindendir. Saf, yani kalbinde gıll u gış bulunmayan kardeşler mânâsınadır.

ihya-ı mevat / ihyâ-ı mevât

  • Faydalanılmayan ölü toprakları işlemek, faydalanılır hâle getirmek.

ihza'

  • Ganimetten pay ayırma.
  • Ayakkabı giydirme.

ikbal-i beşer

  • İnsanın saadeti.

ikbar-ı meyyit

  • Ölünün kabre konulması. Mevtanın gömülmesi.

ikdirar

  • Bulanma, bulanık olma.

ıkhar-ı düşmen / ıkhâr-ı düşmen

  • Düşmanın kahrolması.

iki cihan serveri

  • İki cihanın baş tacı.

iki dirhem bir çekirdek

  • Mc: "Pek süslü" yerine kullanılır bir tabirdir. Osmanlı altını iki dirhem bir çekirdek ağırlığında olduğu için bu tâbir meydana gelmiştir.

ıkmah

  • Enaniyet ve azametle kafa tutma.

iknaiyyat-ı hitabiyye

  • Kelâm ilmine ait bir ıstılahtır. Zannî olan aklî delil demektir. Bürhanın aşağı mertebesidir. Aklı, muhalif fikirlerle karışmamış ve bürhanı anlayamayacak kimseler için kullanılır. İsbattan çok ikna vasfı taşır.

ikrah / ikrâh

  • Bir insanı istemediği bir şeyi yapması için, haksız olarak zorlamak.

ikrah-ı mülci / ikrâh-ı mülcî

  • Mülcî ikrâh. Bir kimseyi ölümle veya bir uzvunu (organını) yok etmekle, şiddetli dövmekle veya bütün malını telef etmekle (zarar vermekle) korkutarak rızâsı dışında bir işi zorla yaptırmak.

ikram

  • Ağırlamak. Hürmet etmek. Saygı göstermek.
  • İltifat olarak bir şeyler vermek.
  • Bağış.
  • Hesap dışı verilen şey veya yapılan indirme, tenzilât.
  • Allah'ın lütfu ve ihsanı. (İkramın izharı, yani Allah'ın lütfu ve ihsanı olan ikramın izharı tahdis-i nimettir. İnsanın ne

ikram-ı ilahi / ikrâm-ı ilâhî

  • Allah'ın lütfu, ikramı ve ihsanı.

ikram-ı rabbani / ikram-ı rabbânî

  • Herbir varlığa muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın bağış ve ihsanı.

ikram-ı sübhani / ikram-ı sübhânî

  • Her türlü kusur ve eksiklikten uzak olan Allah'ın bağış ve ihsanı.

ikrar / ikrâr

  • Îmânını açıkça, dil ile söylemek.
  • Bir kimsenin kendisiyle alâkalı olup, başkasına âit bulunan bir şeyi haber vermesi, îtirâf etmesi.

ikrar bi-l kitabe

  • Bir kimsenin diğer bir kimseye olan borcunu kitabetle yani yazı ile tasdik etmesi. Tabirin mânası yazı ile ikrar'dır.

ikrar-ı mariz

  • Ölüm ânında iken edilen ikrar. Vasiyetname.

iksar

  • Bir şeyi yapmak imkânı varken yapmama.

ıksat

  • Hakkâniyet, doğruluk gösterme.

iksat

  • Doğruluk ve hakkaniyet gösterme.

iksir / iksîr / اِكْسِيرْ

  • Çok te'sirli, her derde devâ sayılan mevhum cisim. Bir şeyin olmasına veya hastanın iyileşmesine sebeb olan ehemmiyetli madde.
  • Tıb: Oldukça şekerli ve kolayca alınabilen bir ilâç.
  • Eski kimyada: (Bazılarının söylediğine göre) kıymetsiz madenleri ve sair şeyleri altuna tebdile
  • Madenleri altına çevirdiğine inanılan madde.

iktidab

  • Bir şeyi kendisi için kesmek.
  • Henüz öğretilmemiş deveye binmek.
  • İrticâlen söz söylemek.
  • Edb: Şâir, kasidesinden teşbihi keserek maksadına, yani medhettiğinin medhine geçmek.

iktidar-ı beşer

  • İnsanın güç ve kudreti.

iktifa

  • Fazla istemeyiş. Yeter bulmak. Kâfi görmek. Var olanı yeter saymak.

iktirani kıyas / iktiranî kıyas

  • Man: Neticenin aynı veya nakizı, mukaddemelerinin birisinde bilfiil zikredilmeyen kıyastır. Meselâ: "Her cisim muhdestir". Ve nakizı olan: "Bazı cisimler muhdes değildir" kaziyeleri, ne birinci ve ne de ikinci mukaddemede hey'et-i mecmuası ile zikredilmiş olmadığından iktirânidir.

iktiza-i nass / iktizâ-i nass

  • Âyet ve hadîslerin gerektirdiği şey; nassın (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin) hükmünün anlaşılabilmesi ve istenilen mânânın ortaya çıkması için sözün tamâmına bakılarak gerekli hükmün taktir edilmesi.

ila / îlâ

  • Kocanın karısına dört ay veya daha çok zaman veya zaman söylemeyerek "Sana yaklaşmayacağım" diye yemîn etmesi.

ilahiyyat / ilâhiyyât

  • İnanılacak şeylerden bahseden kelâm ilminin; Allahü teâlânın varlığı, zâtı, sıfatları ve fiillerinden (işlerinden) bahseden bölümü.

ilan-ı hürriyet / ilân-ı hürriyet

  • Hürriyetin ilânı.

ilan-ı iflas / ilân-ı iflâs

  • Tüccarın işinde güçsüzlüğünü yani iflâs ettiğini resmî olarak söyleyip açığa vurması.

ilaveten / ilâveten / علاوة

  • Ek olarak, yanı sıra. (Arapça)

ilbas

  • Durdurma, mâni olma, alıkoyma.

ılc

  • (Çoğulu: Uluc-Aluc-Ilce) Kervan.
  • Yabani eşek.
  • Acem küffarından bir erkeğin adı.

ilcaat-ı zaman

  • Zamanın getirdiği mecburiyetler, çaresiz durumda bırakmalar.
  • Zamanın zorlamaları ve mecburiyetleri. Yaşanılan zaman içinde meydana gelmiş bazı sebeplerin neticesi olarak karşılanan mecburiyetler.

ılgar

  • Düşman topraklarına ansızın yapılan hücum, akın.
  • Başıboş hayvanın dörtnala koşması.

ilhad / ilhâd

  • Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan, müctehid âlimlerin söz birliği ile bildirdikleri ve müslümanlar arasında yayılan îmân bilgilerine uymamak, doğru yoldan ayrılmak küfre (îmânsızlığa) sebeb olan inanış.

ilham / ilhâm / اِلْهَامْ

  • Allah tarafından insanın kalbine indirilen mânâ.
  • Peygamberlerin kalblerine, uyanık iken, melek görünmeden ilâhî vahyin bırakılması.
  • Sâlihlerin, iyi kimselerin kalbine gelen İslâmiyet'e uygun mânâlar.
  • Allahü teâlânın bildirmesi. Sevk-i tabîî. Bugün buna içgüdü denilmektedir.
  • Kalbe gelen rahmânî ma'nâ.

ilham-ı evliya

  • Evliyanın kalbine doğan mânâ.

ilhami / ilhâmî / اِلْهَام۪ي

  • Kalbe gelen rahmânî ma'nâya âit.

ilhan

  • Tar: Cengizlilerin İran kolunun Hülâgu hanedanının hükümdarlarına verilen ünvan.

ilhani / ilhanî

  • İlhanlık. İlhanla alâkalı. İlhanın idare ettiği devlet şekli, imparatorluk. Bu idareye bağlı memleketler. İlhan olma hâli.

ilhanlılar

  • İlhanlılar hanedanı ve bu hanedanın idare ettiği XIII. asrın sonu ve XIV. asrın ilk yarısında yaşayan bir yakındoğu imparatorluğu.

ılıca

  • Sıcak pınar suyu. Bunların yerden kaynayanına kaynarca; üzerine bina veya kubbe yapılmış olanına ise kaplıca denir.

ill

  • Keskinlik veya parlaklık mânasından alınmış olup; feryat, yemin, ahid ve karâbet mânalarına gelir. İbrânice "il", ilâh demek olduğu da söylenmiştir.

illet-i zillet / عِلَّتِ ذِلَّتْ

  • Alçalmışlığın, hor-hakir olmanın hakiki sebebi.

ilm

  • Bir şeyi hakkıyla bilmek, anlamak. Cehlin zıddı.
  • Allahü teâlânın subûtî sıfatlarından. Her şeyi bilmesi.
  • Bir şeyin sûretinin, görünüşünün zihinde şekillenmesi, bilme, bilgi.

ilm-i adab / ilm-i âdâb

  • Yemek, içmek, yatıp kalkmak, giyinmek, sefer gibi hâllere dair hadisler için, ilm-i hadis istılâhında kullanılan tâbirdir.

ilm-i bedi'

  • İlm-i beyânın üç bölümünden üçüncü bölümüdür ki, bediiyat da denir. Muktezâ-yı hâle uygun bir kelâmın lâfız ve mânâ bakımından daha da güzelleştirilmesinin kaidelerinden bahseder. Bu kaidelere Edebî San'atlar da denir.Her şeyin güzellik cihetlerinden bilhassa Arabi terkiblerden bahseder, kelâmın güz

ilm-i beyan

  • Belâgat ilminin, yâni edebiyatın, hakikat, teşbih, istiâre, mecaz, kinaye kısımlarından bahseden ilim dalıdır.

ilm-i ezeli / ilm-i ezelî

  • Allahü teâlânın başlangıcı olmayan ilmi.

ilm-i hadis / ilm-i hadîs

  • Peygamber efendimizin mübârek sözlerini, işlerini ve görüp de mâni olmadığı şeylerden bahseden ilim.

ilm-i hal / ilm-i hâl

  • Her müslümanın îmân, ibâdet ve ahlâk ile ilgili bilmesi gereken şeyler veya bu bilgileri anlatan kitap.

ilm-i ilahi / ilm-i ilâhî

  • Allahü teâlânın ezelî ilmi.

ilm-i kelam / ilm-i kelâm

  • Kelime-i şehâdeti ve buna bağlı olan îmânın altı temel bilgisini öğreten ilim.

ilm-i ledünn

  • Allahü teâlânın ihsânı olup, çalışmadan kavuşulan ilim.

ilm-i meani / ilm-i meânî

  • Meânî ilmi, belagat.

ilm-i nafi' / ilm-i nâfi'

  • İnsana aczini, kusurunu, Rabbinin büyüklüğünü bildiren, kalbde Allah korkusunu ve mahluklara karşı tevâzû, alçak gönüllülüğü artıran, kul haklarına ehemmiyet vermeyi temin eden sonsuz seâdeti (mutluluğu) ve Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya vesîle olan ilim.

ilm-i tefsir / ilm-i tefsîr

  • Kur'ân-ı kerîmdeki murâd-ı ilâhîyi, Allahü teâlânın kastettiği mânâyı açıklayan ilim.

ilm-ül-yakin / ilm-ül-yakîn

  • Eserden müessire yol bulmak. İşi görüp yapanı tanımak, bilmek. Dumanı görüp, orada ateşin olduğunu anlamak böyledir.

ilmiye ricali

  • İlmiye tarikinin yüksek tabakasına verilen addır. Bunun yerine "ricâl-i ilmiye" tabiri de kullanılırdı. İlmiye mensubları cübbe ile sokağa çıktıkları halde ilmiye ricali lata yahut biniş giyerlerdi.

iltibas

  • Benzeyen şeyleri birbirine karıştırma. Şaşırıp yanılma.

iltifat-ı rabbaniye

  • Allah'ın iltifatı ve özel ihsanı.

iltihab

  • Alevlenmek. Yanmak.
  • Tıb: Bir uzuvda olan hararet, yanma. Cerahat toplanıp yaranın hararetlenmesi.

iltihab-ı ezhan / iltihâb-ı ezhân

  • Zihinlerin uyanıp alevlenmesi, tutuşması.

iltiham

  • Yaranın iyi olup ağzının kapanması, etlenerek iyileşmesi.
  • Muharebenin kızışması.

iltika'

  • İnsanın rengi değişmek. Benzi sararmak.

iltiyam

  • Yaranın kapanıp iyi olması.
  • Cem' olmak.
  • Zemmolunmak.
  • İyileşme, yaranın kapanması.

ilyas

  • Benî İsrail peygamberlerinden olup, Kur'an-ı Kerim'de ismi geçen ve Tevrat'ta "Ella" diye mezkûr olan bir Peygamberin ism-i mübarekidir. M.Ö. 9. asırda yaşamış olup ondan sonra Elyesa (A.S.) Peygamber olmuştur. İlyâs (A.S.), zamanının hükümdarıyla çok mücadele etmiş, çok zaman mağaralarda yaşamış, ç

ilye

  • Sağrı, but. Kalçanın üst kısmı.

imam-ı a'zam

  • (Hi: 80-150) Hanefi Mezhebinin imamı. Asıl ismi: Ebu Hanife Nu'man bin Sâbit'tir. Bağdatlı olup Abbasiler devrinde yaşamıştır. Fıkıh ilminin en ileri geleni olup, bu ilmin tedvin ve tervicinde çok büyük hizmet etmiştir. Böyle zâtların vicdan-ı umumiye nezdinde idareyi, hak ve adalette selâmet için,

imam-ı ali rıza

  • (Hi: 153 de Medine-i Münevvere'de doğmuştur.) Eimme-i İsnâ Aşer'in yedincisidir. İmam-ı Musa Kâzım'ın oğludur. Tus; yani Meşhed'de medfun olup kabri ziyaretgâhtır. (R.A.)

imam-ı gazali / imam-ı gazalî

  • Ahirete irtihâli Hi: 505 dir. "Hüccet-ül İslâm İmam-ı Muhammed Gazalî" diye anılır. O zamanın felsefesinin bâtıl akidelerini red ve cerh ederek Kur'anın eşsizliğini ve hakkaniyet ve mu'cizeliğini isbat etmiş pek çok eserler vermiştir. (K.S.)

imam-ı malik / imam-ı mâlik

  • (Hi: 93-179) Medine-i Münevvere'de doğdu. İmâm Mâlik bin Enes diye anılır. Mâlikî Mezhebinin imamı. El-Muvatta isimli eseri, "Kütüb-ü Sitte"ye dahil olacak kıymettedir. Mezhebinin mensubları, Afrika ve Endülüs'te çok yayılmıştır. Bu mezhepte olana "Malikî" denir.

imam-ı mübin / imâm-ı mübîn

  • İlim ve emr-i İlâhînin bir nev'ine bir ünvandır ki, âlem-i şehadetten ziyade âlem-i gayba bakıyor. Yani, zaman-ı halden ziyade mazi ve müstakbele nazar eder. Yani, her şeyin vücud-u zahirîsinden ziyade aslına, nesline ve köklerine ve tohumlarına bakar.
  • İlâhî ilim ve emrin bir ünvanı; gayb âlemine bakan, eşyanın geçmiş ve geleceğe ait kaidelerinin yazıldığı kader defteri.

imam-ı şafii / imam-ı şâfiî

  • (Hi: 150-204) İmam-ı Abdullah bin Muhammed diye de anılır. Üçüncü ceddi olan Şâfiî, hayatında Resulüllâh'ı (A.S.M.) gördüğü için o isimle anılır. Nesebi, Abd-i Menaf'da Peygamberimiz (A.S.M.) ile birleşir. Gençliğinde çok fakir bir hayat yaşadı. Çok ileri muhaddis ve müfessir-i Kur'andır. Usul-ü Had

imam-ı taberani / imam-ı taberanî

  • (Süleyman bin Ahmed Taberanî) Hadis âlimidir. Şam'da Taberiyye'de doğmuş ve orada vefat etmiştir. (260-360) Kebir, Evsat ve Sagir hadis kitablarını yazmak için 33 sene Irak, Hicaz, Yemen, Mısır ve başka yerleri dolaşmıştır.

imamet

  • İmamlık. Namazda cemaati idare eden zâtın hal ve sıfatı.
  • Halifelik.İmamet iki kısma ayrılır:1- İmamet-i suğra: Namazda cemaate yapılan imamlık.2- İmamet-i kübra : Emir-ül mü'minîn olmak. Yani müslümanlar arasında riyaset-i âmmeyi hâiz bulunmaktır.

imameyn / imâmeyn

  • İki imâm. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin ders ve sohbetlerinde yetişmiş olan İmâm-ı Ebû Yûsuf ile İmâm-ı Muhammed'e verilen lakab. İkisi de mezhebde müctehiddirler.

imamzade

  • İmam oğlu. Babası imam veya imam ünvanını hâiz olan adam.

iman / îmân

  • İnanmak. "Allahü teâlâdan başka mâbud, ilâh olmadığına, Muhammed aleyhisselâmın O'nun kulu ve Resûlü olduğuna" ve O'nun Allahü teâlâdan getirdiklerine kalb ile inanıp dil ile söylemek.

iman-ı gaybi / îmân-ı gaybî

  • Allahü teâlânın zâtı, sıfatları, âhiret, melekler, Cennet, Cehennem, Mîzân, Sırat gibi gözle görülmeyen şeylere görmeden inanmak.

iman-ı hılki / îmân-ı hılkî

  • Allahü teâlâ bütün rûhları yarattığı zaman, onlara: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sorduğunda, bütün ruhların "Belâ" yâni evet diyerek Allahü teâlânın Rab olduğunu kabûl edip inanmaları.

iman-ı icmali / iman-ı icmalî

  • İcmalî iman, yani; taraf-ı Nebevîden tebliğ buyurulan şeylerin hey'et-i mecmualarına inanmak, yâni; "Her ne tebliğ buyruldu ise; cümlesi haktır" diye tasdik etmektir.

iman-ı kamil / îmân-ı kâmil

  • Olgun îmân. Mü'minlerin ibâdet ederek Allahü teâlânın emirlerini yapıp, haramlardan kaçınmak sûretiyle, parlayan, kuvvetli ve olgun îmânı. En üstün derecedeki îmân.

iman-ı ma'sum / îmân-ı ma'sûm

  • Peygamberlerin aleyhimüsselâm îmânı.

iman-ı makbul / îmân-ı makbûl

  • Mü'minlerin imanı.
  • Mü'minlerin (Peygamber efendimizin söylediklerinin hepsini beğenip kalben kabûl edenlerin) îmânı.

iman-ı merdud

  • Münafık olan kimselerin imanı.

iman-ı metbu / îmân-ı metbû

  • Meleklerin îmânı.

iman-ı mevkuf / îmân-ı mevkûf

  • Ehl-i bid'atin (yanlış, bozuk inançta olanların)îmânı.

iman-ı tahkiki / iman-ı tahkikî

  • İmana aid bütün mes'eleleri yakînî surette tedkik ile bilmek ve yaşamak ve tahkikî iman derslerini veren ve taklidî imanı tahkike tebdil eden eserleri sadakatla okumak neticesinde hâsıl olan sağlam, sarsılmaz iman. (Mü'minin kalbi tasdik nuru ile o derece münevver olmasıdır ki, o nur bütün letaif-i

iman-ı ye's

  • Çaresiz kalan, hayatından ümidsiz olan bir kimsenin imanı.

imanın bu sırr-ı hakikati

  • İmanın bu gerçek esprisi, realitesi.

imanperver / îmânperver

  • Îmanı seven.

imar-ı dünya / imâr-ı dünya

  • Dünyanın bayındır hâle getirilmesi, düzenlenmesi.

imaret / imâret

  • Bayındırlık; bir yerin ömür sürülür, yaşanır hâle getirimesi.

imaret kemeri

  • Eskiden medresenin en güçlü, kuvvetli, kıdemli ve sözü dinlenen talebesi hakkında kullanılır bir tabirdi. Ayrıca bu tabir, medrese talebelerinden iaşe işlerine bakmak üzere bir sene müddetle seçilenler hakkında da kullanılırdı. Bunlar, bellerine kemer taktıkları için bu isim verilmişti.

imaret-i arz

  • Yeryüzünün imar edilmesi, ömür sürülür, yaşanır hâle getirilmesi.

imaret-i dünya

  • Dünyanın imar edilmesi, üzerinde yapıların kurulması.

imdad

  • Yardım. Yardıma yetişmek. "Yetişin, kurtarın" mânasında da kullanılır.
  • Yardıma gönderilen kuvvet.
  • Vâdeyi uzatmak. Mühlet vermek.

imdad-ı ruhani / imdâd-ı ruhânî

  • Ruhânî yardım.

imdad-ı ruhaniye

  • Ruhanî yardım.

imece

  • Köyün umumi işlerinde veya köylünün kendi işlerinde köy halkının müştereken çalışması. Beraberce birçok kimsenin toplanıp elbirliğiyle bir kişinin işini halletmesi ve herkesin işinin sıra ile bitirilmesi.

imhal-i ikab / imhâl-i ikab

  • Cezanın sonraya bırakılması.

imkan-ı adi / imkân-ı âdî

  • Zâtında dâima mümkün olan. Her zaman olabilen. Olmasında bir mânia bulunmayan.

imkan-ı zati / imkân-ı zâtî

  • Bir özelliğin bir şeyin bizzat kendisinde olma ihtimali, yani hiçbir yaratıkta ilâhlık ihtimali yoktur.

imrac

  • Ahde vefa etmeme, sözden cayma.
  • Hayvanı çayıra salıverme.

imsak / imsâk

  • Kendini tutmak. Bir şeyden el çekme.
  • Oruca başlama zamanı.
  • Hapsetmek.
  • Şer'an müftirat denen şeylerden (orucu bozan şeylerden) nefsi hakikaten veya hükmen men' etmek.
  • Yemez içmez adamın hâli. Cimrilik, hasislik, pintilik.
  • Oruca başlama zamanı.
  • Kendini tutmak, bir şeyden el çekmek.
  • El çekme, oruca başlama zamanı.

imsak vakti / imsâk vakti

  • Oruca başlama zamânı. Ufkun bir yerinde beyazlığın başladığı vakit. Bundan (6-10) dakika sonra beyazlık ufk üzerinde ip gibi yayılınca sabah namazının vakti başlar.

imtihan-ı rabbani / imtihan-ı rabbânî

  • Herşeyi terbiye edip idaresi altında bulunduran Allah'ın imtihanı.

in

  • Yabani hayvanların barınağı, yuvası. Mağara.

in'am

  • Nimet vermek. İhsan etmek.
  • Doğruya sevketmek, hidâyete ulaştırmak.
  • İyilik etmek, bahşiş vermek.
  • Tar: Osmanlı İmparatorluğu zamanında yeniçerilerin aylıklarına yapılan zam.

in'am-ı hak / in'âm-ı hak

  • Allah'ın nimeti, lütuf ve ihsanı.

in'am-ı ilahi / in'âm-ı ilâhî

  • Allah'ın ihsanı, nimet vermesi.

in'ikas / in'ikâs / اهعكاس

  • Aksetme, tersine çevrilme.
  • Işık veya sesin bir şeye çarpıp geri gelmesi.
  • Aynada parlak şeyde eşyanın temessülü.
  • Yanıyma. (Arapça)

ina'

  • Yemiş toplama zamanı gelme.

inadiye

  • Eşyanın hakikatlarını, varlığını inkâr eden bir zümre.

inadiyye

  • Eşyanın hakikatini inkâr etme felsefesine bağlılık.

inak

  • Sözüne inanılır, itimat edilebilir, mutemed.
  • Müsteşar, müşavir.
  • İstişare, re'y.

inayet-i bari / inâyet-i bâri

  • Varlıklardaki organ ve donanımı gayelere uygun yaratan Allah'ın ihsanı, yardımı.

inayet-i merhamet-i ilahiye / inayet-i merhamet-i ilâhiye

  • Allah'ın merhamet ve yardımı, lütuf ve ihsanı.

inbisat-ı alat / inbisat-ı âlât

  • Âletlerin genişlemesi; dış dünyayı algılayıp idrak edebebilmek için ruhun kullandığı âletlerin, yani duyular, duygular ve sairelerin gelişip genişlemesi.

incibar

  • Kırılmış olan kemiğin bağlanıp tekrar kaynaması.

incil / incîl

  • Allahü teâlânın, Îsâ aleyhisselâma gönderdiği ve sonradan tahrif edilen, aslı değiştirilmiş olan mukaddes kitab.

incizam

  • Kesilme.
  • Cüzzam hastalığına tutulmuş kimsenin bir organının (âzâsının) kopması.

ind

  • Arapçada zaman veya mekân ismi yerine kullanılır. Hissî ve manevî mekân. Maddî ve manevî huzura delâlet eder. Nezd, huzur, yan, vakt, taraf gibi mânâlara gelir. Gayr-ı mütemekkindir. Yani harekeleri değişmez. İzafete göre zamanı ifade eder (Min) harf-i cerriyle birleşebilir. Bazan da zarf olmaz. Baz
  • Yanı, katı.

ind-i ilahi / ind-i ilâhî

  • Allah'ın yüce katında, yanında.

indallah / indallâh / عِنْدَاللّٰهْ

  • Allah yanında. Allah indinde.
  • Allah yanında.
  • Allâh katında, yanında.

inde'l-büleğa

  • Belâgat âlimleri yanında.

inde'l-cumhur

  • Çoğunluğun yanında, çoğunluğun nazarında.

inde'l-hace / inde'l-hâce

  • İhtiyaç zamanında.

inde'l-muhakeme

  • Yargılanma anında, duruşma sırasında.

indeke

  • Senin yanında. Sana göre.

indelbüleğa

  • Adamına göre güzel söz söyleyenler yanında.

indelhace / indelhâce

  • İhtiyaç anında.

indettetkik

  • Tetkik sırasında, inceleme anında.

indi / indî / عندی

  • Kişisel, kişinin kendi kanısına dayanan. (Arapça)

indimiz

  • Yanımız.

indimizde

  • Yanımızda.
  • Bize göre, bizce, yanımızda. (Türkçe)

indiyyat

  • (Tekili: İndî) Birinin kendince uydurduğu şeyler. Bir kimsenin kendi görüş ve inanışına göre söylediği sözleri.

infak / infâk

  • Malı, Allahü teâlânın yolunda harcama. Nafaka zekat gibi verilmesi lâzım olan malı hak sâhibine verme.

infal

  • Ganimetten mal ayırıp verme.

inhac

  • Meydanda, zâhir, açık. Belli etme.
  • Hayvanı yorarak solutma.
  • Esvabı eskitme.

inhina

  • Eğilme, münhani olma, yay biçimine girme, kavislenme.

inhirat

  • Bilmediği bir işe danışmadan girişme.
  • Zarar verme, ziyana sokma.
  • İpliğe boncuk dizme.
  • Beden çelimsizlenip zayıflama.
  • Bir yola süluk etme, girme.

inhisaf

  • Ay tutulması. Husufa uğramak. Ay'ın, dünyanın gölgesi altına girmesi veya o şekildeki gölgelenmek.

inhisam-ı da'va

  • Dâvânın halledilmesi.

inhisar-ı kuvvet

  • Güç ve kuvvetin sınırlandırılması; kuvvetin denetim altına alınarak yasal çerçevede kullanılması.

inkar / inkâr

  • Bilmeme, tanımama. Yaptığını ve söylediğini gizleme.
  • Yapmadım deme ve ayak direme.
  • Reddetme.
  • Tanımama.

inkaz

  • Kırma ve bozma.
  • Tuhaf sesler çıkarma. Küçük bir hayvanın veya böceğin kendine mahsus ses çıkarması.
  • Vücuttaki oynak yerlerden çıkan ses.

inkılab-ı zaman / inkılâb-ı zaman

  • Zamanın değişimi; yönetimdeki değişim süreci.

inkışa'

  • Mânilerin gidip havanın açılması. Ayazlama.

inkişaf-ı iman

  • İmanın gelişmesi, açığa çıkması.

inkisar / inkisâr

  • Kırıklık, kırılma. Allahü teâlânın huzûrunda kalbin kırık olması.

inkıza-yi müddet

  • Müddetin bitmesi, zamanın sona ermesi.

inna lillah ve inna ileyhi raci'un / innâ lillah ve innâ ileyhi râci'ûn

  • Belâ ve musîbet gelince veya kötü bir haber duyunca okunan, Bekara sûresinin; "Biz Allahü teâlânın kullarıyız (vefât ettikten sonra diriltilip yine) O'na döneceğiz" meâlindeki yüz elli altıncı âyet-i kerîmesi.

inne-ma / inne-mâ

  • Ancak edatı ile, beyan olunan şey hakkındaki hükmü, maadâsından nefy etmek için kullanılır.

inorganik

  • Mâden cinsinden olan, cansız maddelerden bulunan. Organik olmayan. Hayvan ve insan gibi vücud yapısına ait olmayan. (Fransızca)

inşaallah / inşâallah

  • Her zaman Allahü teâlânın adını anmağa alışmak ve Allahü teâlâ dilerse olur mânâsına bütün işlerini Allahü teâlânın dilemesine havâle etmek için söylenen söz.

insan

  • (Bu kelimenin aslı, lugat âlimlerince "ins" den geldiği söylenir. Kamusta da kûfiun'a göre "Nisyan" kelimesinden geldiği zikredilmektedir.)Akıl, şuur ve imân ile diğer canlılardan ayrı, Cenab-ı Hakk'ın en mükerrem yarattığı mahluku olup, Rabbanî ni'metleri unutkanlığı dolayısıyla insan denil

insan-ı kamil / insan-ı kâmil

  • Kemâle ermiş, olgun insan. İslâmiyet'in emrettiği bütün emirleri yapan, yasaklardan sakınan, Peygamber efendimizin güzel ahlâkıyla ahlâklanan, hareketleri ve sözleri hep Allahü teâlânın ilhâmı ile olan üstün insan.

insaniyet-i kübra

  • Büyük ve en makbul olan insânlık, yâni, İslâmiyet.

insaniyetkar / insaniyetkâr

  • Vicdanlı ve iyi adam, insaniyetli. (Farsça)

insaniyetkari / insaniyetkârî

  • Vicdanlılık, insaniyetlilik.

inşihab-ı dem

  • Kanın fışkırması.

inşikak-ı asa / inşikak-ı âsâ

  • Değneğin bölünmesi, âsânın ikiye ayrılması; 'ihtilaf ve ayrılıklarla, birliğin bozularak kuvvetin dağılması' mânâsında bir deyim.

insimag

  • Yere düşüp ezilme, yaralanıp berelenme.

intak

  • Edb: Söylemeğe kabiliyeti olmayanı söyletmek. Onun nâmına konuşmak. Nutka getirmek, söyletilmek. Dile getirmek.
  • Nutka getirmek, söyleme yeteneği olmayanı söyletmek.

intibah / intibâh / انتباه

  • Uyanıklık, göz açıklığı. Hassasiyet. Agâh ve münebbih olmak. Hakikatı ve hakkı anlayıp yanlıştan, fenadan dönmek.
  • Sinirlerin uyanması. Uzuvların harekete gelmesi.
  • Uyanış. (Arapça)

intibah-ı beşer

  • İnsanlığın uyanışı.

intibah-ı islam / intibah-ı islâm

  • İslâmın, Müslümanların uyanışı.

intibah-ı kalbi / intibah-ı kalbî

  • Kalbi uyanış.

intibah-ı kavi / intibah-ı kavî

  • Güçlü, kuvvetli uyanış.

intibah-ı milli / intibah-ı millî

  • Millî uyanış.

intibah-ı muvakkat

  • Geçici uyanış.

intibah-ı ruhani / intibah-ı ruhanî

  • Ruhî uyanış, gafletten sıyrılma.

intibah-ı ruhi / intibah-ı ruhî

  • Ruhta meydana gelen uyanış.

intibahkarane / intibahkârâne

  • Uyanıklık içinde olarak.

intibak

  • Bir mekânın yükselmesi.
  • Bir kavmin şerre yönelmesi.

intihar / intihâr / انتحار

  • Kendini öldürme, canına kıyma. (Arapça)
  • İntihâr etmek: Kendini öldürmek, canına kıymak. (Arapça)

intikam

  • Öc alma.
  • Allahü teâlânın; zâlim, inadcı ve kibirli (büyüklenen) kimseleri şiddetli bir azâb ile cezâlandırması.

intikas

  • Eksilme.
  • İstibrâ için erkeklik organına su serpme.

intıva

  • Dürülmek ve cem' olmak. Bükülmek ve katlanıp sarılmak.

intizac

  • Çok ağlama, fazlaca göz yaşı dökme.
  • Tıb: Çıbanın olgun hâle gelmesi.

inzal-i meni / inzâl-i menî

  • Üreme organından meni çıkması.

iptida-yı hürriyet

  • Hürriyetin başlangıcı; II.Meşrutiyetin ilânıyla başlayan dönem.

irade / irâde

  • Allahü teâlânın sübûtî sıfatlarından. Allahü teâlânın dilemesi.
  • İstemek, seçmek, dilemek tercih etmek.
  • Tasavvuf yoluna yeni girenlerin başlangıç halleri. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaya azmedenler, karar verenler için ilk konak.

irade-i cüz'iye

  • Cüz'î irade; insanın elindeki çok az seçme gücü.

irade-i cüz'iye-i insaniye

  • İnsanın elindeki çok az seçme gücü.

irade-i cüz'iyye / irâde-i cüz'iyye

  • Allah tarafından insanın kendi salâhiyetinde bıraktığı istek, arzu. İnsanın herhangi bir tarafa meyletme kuvveti ve isteği. Az ve zayıf irade.
  • Allahü teâlânın, bir işi yapmak ve yapmamak husûsunda insanlara ihsân ettiği dileme ve seçme kuvveti.
  • Allah tarafından insanın yetkisine bırakılan cüz'î irade. İnsan iradesi.

irade-i külliyye / irâde-i külliyye

  • Allahü teâlânın irâdesi. İrâde-i ilahiyye de denir.

irade-i şahane / irade-i şâhane

  • Padişahın emri, fermanı, buyruğu.

irade-i seniyye

  • Padişahın, bir işin yapılması veya yapılmaması hakkında verdiği emir. İrade eskiden şifahî, yani ağızdan emir vermek, yahut kendi el yazısı ile yazmak suretiyle verilirdi. Sonradan iradeler mabeyn baş kâtibinin imzasını taşıyan yazılı kâğıtla bildirilmeğe başlamıştır.
  • Çok yüksek ve m

ırak-ı arab / ırâk-ı arab

  • Arap Irak. Fırat ve Dicle nehirleri arasında kalan ve Bağdat'ın kuzeyine kadar uzanan topraklara Osmanlı İmparatorluğu zamanında verilen isim.

irfan / irfân

  • Bilmek, anlayış, tecrübe ve zekâdan ileri gelen zihnî kemal.
  • İkrar.
  • Mücazat.
  • Fık: Esrar-ı İlâhiyeye, iman ve Kur'an hakikatlarına vukufiyet. (İlim ile irfan ve ma'rifet arasında fark vardır: İlim, vech-i küllî ile, yani her vechesiyle bilmektir. İrfan ve marifet ise;
  • Bilme, anlama. Mârifet. Kalble bilip tanıma. Allahü teâlânın ihsânı olan mânevî, vehbî ilim. Buna ma'rifet de denir.

irfan mektebi

  • İrfan okulu; Cenâb-ı Hakkı tanıtan, bildiren, hak ve hakikate ulaştıracak bilgiyi ders veren okul.

irmik

  • Buğday gibi hububatdan elde edilen ve helva, çorba yapımında kullanılan iri taneli un.

ırmis

  • Büyük taş.
  • Kuvvetli ve dayanıklı deve.

irsad

  • Gözetlemek.
  • Hâzır ve âmâde eylemek.
  • Mükâfat vermek.
  • Edb: Secili ve kâfiyeli bir cümlede ses uyumundaki ana sesi önce tanıtıp, ondan sonra gelecek kelimeyi tanıtma sanatıdır. Meselâ:Elemin Kays'a kıyas etme din-i mahzunun, Yok idi aklı ne derdi var idi Mecnunun. (Baki)

irşad / irşâd

  • Doğru yolu göstermek. Akli ve kalbi, mukni ve te'sirli eserler veya sözlerle gafletten uyandırıp hidâyet yolunu göstermek. Cadde-i kürba-yı Kur'aniye yolunda selâmetle devam ettirmek. Allah'a ibadet ve itaata kavuşturmak. Veli bir zâtın, bir kimsenin hidâyete ermesine vesile olması.
  • Yol gösterme, rehberlik etme. İnsanları, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına ve Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uymaya, her zaman Allahü teâlâyı anmaya, O'nu unutmamaya, kalbde O'ndan başkasının sevgisine yer vermemeye çağırmak, Allahü te âlânın râzı olduğu yolu göstermek.

ırsi / ırsî

  • Gelincik dedikleri hayvanın rengine benzer bir renk.

irtifa almak

  • Öğle vakti, güneşin yüksekliğini ölçerek zamanı belirlemek.
  • Yükselmek.

irtifad

  • Kazanma, kesbetme, kazanıp kâr etme.

irtikaz

  • Çocuğun, ana karnında kımıldaması.
  • Çalkanıp durma.
  • Acı çekme, ıztırâb duyma.

irtiyah

  • (Rîh. den) Genişleme, ferahlama, feraha erme.
  • Rüzgârlanıp rahatlama.

ırz

  • Namus. Temizlik. Cinsî haysiyet.
  • Ehil ve ıyal. İnsanın korumağa mükellef olduğu nefsi, hasebi, şerefi ve mahremleri, zemmedilecek veya medhedilebilecek durumları.

ırzim

  • Sağlam, sert ve dayanıklı.
  • Şiddetli toplayıcı.

ıs'ar

  • Enaniyet ve kibirle surat asma.

isa ruhullah / isâ ruhullah

  • İsâ Allah'ın ruhudur (Yani, Beytullah ifadesinde olduğu gibi, sebepler perdesini kaldıran bir tabirdir. "İsa (a.s.), babasız olarak doğrudan İlâhî kudretin tecellisiyle yaratılmıştır" demektir).

ışa' / ışâ'

  • Yatsı zamanı. Akşam ile yatsı namazı arasındaki vakit.
  • Güneş batmasından ertesi günü fecre kadar olan zaman.

ısabe

  • (Çoğulu: Asâib) Cemaat, topluluk.
  • Tıb: Yaraları sarmakta kullanılan bağ, yara bantı.
  • Başa sarılan ve şeâir-i İslâmiyeden olan sarık.

ışaeyn

  • Akşam ile yatsı zamanı.

isar

  • Zengin, maldâr olmak; gani olmak.

işarat-ı gavsiye / işârât-ı gavsiye

  • Abdulkadir-i Geylânî'nin verdiği haber.

işaret / işâret

  • Anlamlı davranış, belirti.

ışaya

  • (Tekili: Işâ) Akşam ezanından yatsı ezanına kadar geçen zamanlar.

ısbah

  • Seher vakti. Sabah vakti.
  • Gafil olmamak. Uyanıklık.

isbat / isbât / اثبات

  • Sağlamlaştırma, dayanıklı hâle getirme. Delil ve şâhit göstererek bir sözün ve fikrin doğruluğunu ortaya koyma.
  • Tasavvuf yolunda ilerlerken Lâ ilâhe dedikten sonra illallah demek.
  • Kanıtlama. (Arapça)

isbat-ı sani-i vahid ve nübüvvet ve haşir ve adalet / isbat-ı sâni-i vahid ve nübüvvet ve haşir ve adalet

  • Herşeyi en mükemmel san'atla yaratan Allah'ın birliğinin, peygamberliğin, âhiret ve Mahkeme-i Kübrânın, adalet ve kulluğun ispatı.

isevi / isevî

  • Hz. İsa'nın (A.S.) dininden olan. Nasrani. Hristiyan.

isevilik / îsevîlik

  • Îsâ aleyhisselâmın bildirdiği hak din, nasrânîlik.

işfa'

  • (Şifâ. dan) Hastaya şifalı şeyler verme. Hastanın iyileşmesi için çeşitli çarelere başvurma.

isfar / isfâr

  • Sabah namazının ortalık aydınlanırken kılınışı.
  • Sabah namazını ortalık aydınlanıncaya kadar geciktirmek.

işgal

  • Zabtetme, istilâ etme.
  • Birisini işten alıkoyma, başka şeyle meşgul etme, oyalama, uğraştırıp kendi işine mâni olma.

işgere

  • Şâhin, atmaca ve doğan gibi av için kullanılan terbiye görmüş kuş. (Farsça)

işgerf

  • Dayanıklı, sağlam, kalın. (Farsça)
  • Şan, nam, ün, şeref. (Farsça)

işguh

  • Yere yıkılış, yüz üstü kapanış. (Farsça)

işhad / işhâd / اشهاد

  • Tanık getirme. (Arapça)

ishakiyye köşkü

  • Sadrazam İshak Paşa tarafından Sultan İkinci Bayezid için, Topkapı surları dahilinde yaptırılmış olan köşkün adıdır. Bânisinin ismine nisbetle bu adı almıştır.

ısham

  • Biçim vakti yetişmek, hasat zamanının gelmesi.

ishan

  • Aslında kalınlık demek olan sihan ve sehânetten kalınlaştırmak demektir. Siklet de sehanetin lâzımı olmak itibariyle: "Falan kimseyi, hastalığı veya yarası ağırlaştırdı, yerinden kımıldatmaz etti." mânâsına "İshanehül maraz evilcerh" denilir. Harbde düşmanın esaslı kuvvetlerini iyiden iyiye vurarak,

ishar

  • Uyundırma.
  • Gece uyutmayıp, uyanık durdurma.

işhas

  • Gitme zamanı gelip çatma.
  • Tedirgin ve rahatsız etme.

ıskalariya

  • Geminin üst kısmına çıkabilmek için iskele, yani merdiven teşkil etmek üzere çarmıhlara aykırı ve kazık bağı ile bağlanmış ince halatlar.

işkampaviya

  • İtl. Harp gemilerinden asker naklinde kullanılan en büyük filika. İşkampaviya'lar sandal büyüklüğünde, yalnız ondan daha geniş ve yüksekti. Karaya asker sevkiyatında, gemiye erzak ve levâzım alınmasında kullanıldığı gibi eskiden donanmaya su alınacağı zaman su ile doldurulur, diğer bir filika yedeği

iskandil

  • ing. Denizin derinliğini ölçmeğe yarayan ve gemilerde kullanılan bir âlet.
  • Bir şeyin hakikatını anlamağa çalışma. Yoklama, deneme, tecrübe etme.

iskarlat

  • İtl. Eski devirlerde Venedik mensucatından, boyası has ve kumaşı dayanıklı bir nevi çuhanın adı idi ve şarkta pek makbuldü. Yeniçeri Ocağı ileri gelen ağalarına, sekbanbaşıya ve yeniçeri kâtibine her sene bu çuhadan verilir veya bedeli para olarak tahsis olunurdu. Bu paraya da "İskarlat bedeli" deni

ışki / ışkî

  • İki ucu saplı eğri bıçaktır ve deri ve tahta kazımakta kullanılır.

iskiz

  • (İskize) Hayvanın sıçrayıp kıç atması. (Farsça)
  • Hayvanın ürkerek attığı çifte. (Farsça)

iskona

  • İtl. Buharlı gemilerin icadından evvel kullanılan iki direkli yelkenli harp gemilerine verilen addı.

ıslah-ı alem / ıslah-ı âlem

  • Dünyanın düzeltilmesi.

islam / islâm

  • Boyun bükerek teslim olmak. Allahü teâlânın Muhammed aleyhisselâm vâsıtasıyla bildirdiği emirler ve yasakları.

islam alimi / islâm âlimi

  • Dînî ilimleri bütün incelikleri ile zamânın fen bilgilerini de lüzûmu kadar bilen âlim.

islam-ı hakiki / islâm-ı hakîkî

  • Nefsin itminâna (Allahü teâlânın emirlerine itâate) kavuşmasından sonraki müslümanlık.

islam-ı mecazi / islâm-ı mecâzî

  • Nefsin, itminâna gelmeden yâni Allahü teâlânın rızâsına uygun hareket etmeye başlamadan önce, kişide bulunan ve Cennet'e girmek için yeterli olan İslâmiyet.

islambol

  • Eskiden İstanbul yerine kullanılan bir tabir idi. Ulema takımı yakın zamana kadar zarfların üzerine İstanbul yerine İslâmbol yazarlardı.

islami fütuhat / islâmî fütuhat

  • İslâmî fetihler; İslâmiyetin halk arasında tanınarak kalpleri fethetmesi ve Müslüman olmalarına vesile olması.

islamiyyet / islâmiyyet

  • Allahü teâlânın Cebrâil ismindeki melek vâsıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma gönderdiği, insanların dünyâda ve âhirette râhat ve mes'ûd olmalarını sağlayan usûl ve kâideler, emirler ve yasaklar.

ism

  • (İsim) Ad, nâm.
  • Ist: Bilinen veya bilinmeyen, hissedilen veya hissedilmeyen herhangi bir şeyi birbirinden ayırmak, tanımak veyahut zihne getirmek için kullanılan söz veya lâfız.
  • Man: Tam mânalı ve hem mevzu, hem mahmul olabilen lâfızdır.

ism-i a'zam

  • En büyük isim. Allahü teâlânın bütün sıfatlarını kendinde toplayan ism-i şerîfi. Hadîs-i şerîfte İsm-i A'zamın Bekara ve Âl-i İmrân sûrelerinde olduğu bildirilmiştir. Bâzı âlimler, İsm-i A'zamın "Allahu lâ ilâhe illâ huvel hayy-ul-kayyûm" bâzıları "Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minezzâlimî
  • Allah'ın (C.C.) Kur'ân ve Hadis-i Şeriflerde zikredilen yüz isminin mânâca en câmi' olanıdır. İsm-i A'zam, diğer isimlerin de mânâlarını içinde toplar. Her ism-i İlâhiyenin de, her mahlukun da bir a'zamlık mertebesi vardır.

ism-i azam / ism-i âzam

  • Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı.

ism-i batın / ism-i bâtın

  • Allah'ın, bütün varlıkların iç yüzünü ve özellikle canlıların içlerini mükemmel bir fabrikanın harika makineleri gibi yaratıp işlettiğini gösteren ismi.

ism-i mevsule

  • O şey ki, o kimse ki, mânâlarının yerine kullanılan, "Mâ, Men, Ellezi" gibi kelimelerdir. İki kelimeyi veya mânâyı birbirine birleştiren, mânâsı kendinden sonra gelen bir cümle ile tamamlanın bir kelimedir.

ismetlü

  • Tar: Derece bakımından yüksek kimselere, sultan ve şehzâdelerin hanımlarıyla kızlarına verilen bir ünvan idi.

ismi / ismî

  • (İsmiyye) İsme mensub, isimle alâkalı. İsmen olup aslen olmayan, varlığı isimden ibâret olan. İsim cinsinden.
  • Arabçadan iki isimden, yani; müsned ile müsned-i ileyhten mürekkep cümle.

isnak

  • Mal, mülk, servet ve makamın, insanı azdırması.

ispat

  • Kanıt göstererek birşeyin gerçek yönünü ortaya çıkarma.

ıspavli

  • Eskiden gemilerde kullanılan bir çeşit kalın sicim.

ispir

  • Arabacı. Arabacının yanında bulunan at uşağı.
  • Zabıta memuru.
  • Beyaz doğan kuşu.

israf / isrâf

  • Malı, İslâmiyet'in ve mürüvvetin uygun görmediği yâni lüzumsuz, fâidesiz yerlere dağıtmak.

işrak / işrâk

  • Sezgi; keşif ve ilham ile insanı Allah'a götüren yolları bulmaya çalışmak.

işrak vakti / işrâk vakti

  • Güneşin ufuk hattından beş derece (bir mızrak boyu) yükselmesinden, yâni güneşin çıplak gözle bakılamıyacak kadar parlamasından îtibâren başlayan zaman, bayram namazı vakti.

istanbul efendisi

  • İstanbul kadıları (hâkimleri). Bu tabir hicri 1000 tarihinden sonra kullanılmağa başlanmış ve daha sonraları terkolunmuştur.

isti'cal / isti'câl / استعجال

  • Aceleci davranış. (Arapça)

isti'dad / isti'dâd

  • Bir şeyin kabulüne ve kazanılmasına olan fıtrî meyil.
  • Kabiliyet. Akıllılık. Anlayışlılık. Allah Teâlâ Hazretlerinin (C.C.) insanlara ve sâir mahluklara tevdi buyurduğu kabiliyet kuvveleri.
  • Bir şeyin alınmasına, elde edilmesine ve kazanılmasına olan yatkınlık, doğuştan gelen kâbiliyet, kavrayış, anlayış.

isti'lan

  • (İlân. dan) İlânını isteme.

isti'mal / isti'mâl / استعمال

  • Kullanma. (Arapça)
  • Kullanılma. (Arapça)
  • Yapılma. (Arapça)
  • İsti'mâl edilmek: Kullanılmak. (Arapça)
  • İsti'mâl etmek: Kullanmak. (Arapça)

isti'malat

  • (Tekili: İsti'mal) Kullanışlar. Kullanmalar.

isti'zam

  • Büyük tutmak ve büyük tanımak.
  • Gururlanmak. Kibirlenmek.

istiare-i bedia / istiâre-i bedia

  • Güzel istiâre; istiârenin en mükemmel şekli, eşsiz, benzersiz olanı.

istiare-i mutlaka

  • (Temlihiye veya tehekkümiye) Edb: Şaka, lâtife veya alayı içine alan bir istiaredir. Meselâ: Tilkinin eşeğe "gelsem olmaz mı huzura, a benim aslanım" demesi gibi... (Edb.S.)

istibahat

  • Mübah ve helâl sayma.
  • Bir çok kimsenin kanını dökmeğe izin verme.

iştibak-ı tesanüd-ü nazm / iştibak-ı tesânüd-ü nazm

  • Bir ağ gibi birbirine bağlanıp dayanmış olan nazım, diziliş.

iştibak-ün-nücum / iştibâk-ün-nücûm

  • Güneş battıktan sonra, yıldızların çoğunun görünmesi, yâni güneşin arka kenârının, şer'î ufuk altına on derece irtifâ'a (yüksekliğe) inmesi.

istibal

  • Havanın fenalığı ve sıkıcı olması.
  • (Kendine) idrar döktürme.

istibdadkarane / istibdadkârane

  • İstibdad idaresi gibi. Kendi kendine, kanunları ve kimseyi tanımadan idare eder surette. (Farsça)

istibhas

  • Bir şeyin doğruluk ve hakkâniyetini anlayabilmek için, iyice araştırıp tahkik etme.

istibka-yi teveccühleri

  • Teveccühlerinizin sürüp gitmesi ve devamı... (Eskiden mektubların sonlarında kullanılırdı.)

isticabe

  • (İsticâbet) Duânın Allah tarafından kabul olunması.

isticaze

  • (Cevaz. dan) İzin ve cevâz isteme.
  • Sunulan bir manzume için câize, yani para isteme.

istidad-ı insani / istidad-ı insanî

  • İnsanın yaratılışında var olan bütün özellikleri, konuşma, sevme gibi.

istidadat-ı gayr-ı mahdude-i insaniye / istidâdât-ı gayr-ı mahdude-i insaniye

  • İnsanın sınırsız istidat ve potansiyel yetenekleri.

istidadat-ı insaniye / istidâdât-ı insaniye

  • İnsanın yaratılışında var olan kabiliyet.

istidlal / istidlâl

  • Delîl getirme. Akıl ile, düşünerek, inceleyerek eseri (yapılan işi) görerek yapanı; yaratılmışları görerek yaratanı anlamak.

istifa-yı kısas

  • Kısas hakkının bilfiil yerine getirilmesi. Câni hakkında kısas cezasının tatbik edilmiş olması.

istifrag

  • (Ferag. dan) Kusma. Kay.
  • Mümkün olanı sarfetmek.

istignam

  • Ganimet araştırmak, ganimet isteklisi olmak.

istihale-i in'ikasiye / istihâle-i in'ikâsiye

  • Yansımanın başkalaşması, farklı bir keyfiyet alması.

iştihar

  • Meşhur olma. Tanınma. Ün alma.

istihase

  • Organik maddelerin, şekillerini muhafaza ederek zamanla taş hâline geçmesi. Fosilleşme.

istihaza / istihâza

  • Kadın âdet görürken fazla kan gelmesi. (Rahimden değil de hastalıktan dolayı bir damardan gelip, tenâsül cihazı yolu ile akan kokusuz bir kandır. Buna "istihâza veya özür kanı" dendiği gibi, böyle bir kadına da "müstahâza" denir.)
  • Kadınlarda âdet ve lohusalık dışında gelen ve oruç ile namaza mânî olmayan kan.
  • Âdet kanı.

istihbarat-ı mevsuka

  • Sağlam ve inanılır doğru haberler.

istihkak

  • Kazanılan şey, hak edilen.
  • Hakkını almak. Hakkını istemek.

istihkam / istihkâm

  • Sağlamlık. Metin olmak. Kuvvetli ve dayanıklı olmak.
  • Askerlikte: Düşmana karşı, hücumlarını savmak için hazırlanmış bulunan siper, askeri yapılar. İstihkâm işi ile uğraşan asker sınıfı.
  • Kuvvet ve metanet vermek.

istihsad

  • Ekinlerin hasad (biçilme) zamanı gelme.

istihsan

  • Beğenmek, güzel bulmak. Bir şeyin iyi olduğu kanaatında bulunmak. Beğenilmek.
  • Fık: Kıyası terkedip, nassa, yani, âyet ve hadis-i şeriflerin hükümlerine en uygun olanı almak. Şeriatta; zorlaştırmayan hükümle, râcih delil ile amel etmektir.
  • Güzel bulma, güzel görme.
  • Kıyas denilen delîlin iki kısmından birisi olan hafî (gizli, kapalı) kıyas, yâni asl (hakkında açıkça hüküm bulunan şey) ile, fer' (hakkında açıkça hüküm bulunmayan şey) arasında müşterek (ortak) olan ve aslın hükmünün fer'e verilmesine sebeb olan illetin (vasfın, ö

istihza / istihzâ

  • Söz, yazı, işâret veya çeşitli davranışlarla bir kişinin ayıp ve eksikliklerini ortaya çıkarmak, onunla eğlenmek, alay etmek.

istikamet / istikâmet

  • Allahü teâlânın beğendiği, doğru, hak yolda bulunma.

istikbal-i dünyevi / istikbal-i dünyevî

  • Dünyanın geleceği.

istikbar

  • (Kibr. den) Önemseme, ehemmiyet verme.
  • Kibir, gurur, enaniyet. Kendini büyük görme, mağrurluk.

istikla

  • Te'hir etme. Sonraya bırakma.
  • Alıkoyma, mâni olma, engel olma.
  • Veresiye alma, borç olarak alma.

istikra / istikrâ

  • Birey veya olayları tek tek inceleyerek onlardaki ortak vasıfları tesbit etmek sûretiyle çıkartılan genel sonuç; tümevarım, endüksiyon; yani peygamberleri tek tek araştırıp "peygamberliğin sebebi olan küllî esaslar"ı tespit etmek bir istikra işlemidir. İşte bu esaslar Peygamber Efendimizde en mükemm

istila

  • (Vely. den) Kaplamak, yayılmak.
  • Ele geçirmek. İşgal etmek.
  • Meydanın sonuna erişmek.
  • Basmak. Galebe etmek.

istim

  • Buharla işleyen makinaların kazanında birikip makinayı işleten buğu, buhar.

istimal edilmek

  • Kullanılmak.

istimalce

  • Kullanımca.

istimrar / istimrâr

  • Kadından âdet hâlinde gelen kanın devâm etmesi.

istinadgerde

  • İstinad edilmiş. Kendine güvenilmiş veya dayanılmış.

istirca' / istircâ'

  • Belâ ve musîbet zamânında veya kötü bir haber duyunca "İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râci'ûn (Muhakkak ki Allahü teâlânın kullarıyız, vefât ettikten sonra diriltilme ve neşr ile yine O'na döneceğiz) (Bekara sûresi: 156) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuya rak Allahü teâlâya sığınmak.

istişarat

  • (Tekili: İstişare) İstişareler, danışmalar, meşveret etmeler.

istişare / istişâre / استشاره

  • Meşveret etmek. Fikir danışmak. Müşâverede bulunmak.
  • Danışma, fikir sorma; meşveret etme, bir heyetin fikrine müracaat etme.
  • Danışma, mühim bir iş için güvenilir birisiyle fikir alış-verişinde bulunma.
  • Müşavere etme, danışma.
  • Danışma, konuşma.
  • Danışma. (Arapça)
  • İstişâre etmek: Danışmak. (Arapça)

istişare etme

  • Fikir sorma, danışma.

istishab / istishâb

  • (Sohbet. den) Yanına alma. Birlikte götürme, beraber götürme.
  • "Sohbet"den: Yanına alma, yanına alınma.

istishaben

  • Beraber götürerek, yanına alarak.

istişhad / istişhâd / استشهاد

  • Kanıt gösterme. (Arapça)
  • Örnek verme. (Arapça)
  • İstişhâd yapmak örnek: Vermek. (Arapça)

istiva / istivâ

  • Müsavi oluş. Temasül.
  • İ'tidal, istikamet ve karar.
  • Kemalin sâbit olması.
  • Kaba kuşluk zamanı.
  • Yükselmek, yüksek olmak. Üstün olmak.
  • İstila eylemek.
  • Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih, yâni görülen, ilk anlaşılan mânâların verilmesi akla ve dîne uygun olmayıp günâh olan ve bu sebeble tevîl etmek yâni uygun olan mânâları vermek îcâb eden kapalı sözlerden biri.

ıstıyad

  • Avlamak. Vahşi hayvanı ele geçirmek.

istizan

  • Bir hususta izin istemek. İzin için danışmak.

itad

  • İnekten süt sağarken, hayvanın ayağına geçirilen ip.

ıtfal

  • Kadının oğlanını getirmesi.

itibari / itibârî

  • Gerçekten öyle olmadığı hâlde öyle sanılan ve insanlar tarafından öyle kabul görmüş olan, göreceli.

itikadat-ı imaniye / itikadât-ı imaniye

  • İmanla bağlantılı inanışlar.

ıtk

  • Azad edilmek. Hürlük. Esir veya köle olanın serbest edilmesi. Azad olmak.
  • Kerem ve hüsn-ü cemâl. Asâlet ve necâbet. Şeref, şan ve kıdem. Kuvvet.

ıtlak / ıtlâk

  • Kayıtsız, sınırsız, mutlak olma; teklik, çokluk veya nitelik gibi şeylere bakılmaksızın kullanıldığı mânâya delâlet eden lâfız; kitap kelimesi gibi.

ıtlak etmek

  • Belli bir sınır getirmeden genelleme yapma; Allah'ın kitap gönderdiği bir peygambere ve dine inanan insanları, yani Hıristiyan ve Yahudileri de hükmün kapsamı altına almak.

itlal

  • Hayvanı yedeğinde götürme.
  • Damlatma.

ıtris / ıtrîs

  • Hiddetli, cebbar kimse.
  • Kuvvetli, dayanıklı deve.

ittifakıyet-i avra / ittifakıyet-i avrâ

  • Tek gözü kör olan ittifak, beraberlik; arkasında hükmeden İlâhî kudret görülmediği için sadece maddî güce sahip olduğu sanılan birlik ve beraberlik.

ittihad-ı islam / ittihâd-ı islâm / اتحاد اسلام

  • Panislamizm.

ittiham

  • Suç altında bulunmak. Suçlamak. Töhmet altında olmak. Suçlandırmak. (İtham yerine de kullanılır)

ittihaz / ittihâz / اتخاذ

  • Alma. (Arapça)
  • Kabul etme. (Arapça)
  • Kullanma. (Arapça)
  • Değerlendirme. (Arapça)
  • İttihâz edilmek: (Arapça)
  • Alınmak. (Arapça)
  • Kabul edilmek. (Arapça)
  • Kullanılmak. (Arapça)
  • Değerlendirilmek. (Arapça)
  • İttihâz etmek: (Arapça)
  • Almak. (Arapça)

ittisafkarane / ittisafkârâne / ittisâfkârâne

  • Güzel bir şekilde niteleyen ve tanıtan.
  • Sıfatlanırcasına.

ivar

  • İkindi vakti, ikindi zamanı.

ıyal / ıyâl / عيال

  • Bir kimsenin bakmak (geçindirmek) zorunda olduğu kimseler: Zevce (hanım), çocuklar (erkek ve kız), ana-baba, hizmetçi.
  • Eş, hanım. (Arapça)

iyal / iyâl / عيال

  • Hanım, eş. (Arapça)

iz

  • "Hem, vakt, yevm, hîn" gibi kelimelerden sonra ek olarak kullanılır. Meselâ: Hîneizin: O vakit ki. Yevmeizin: O gün ki, kelimelerinde olduğu gibi.
  • Mâzi fiillerinden evvel "iz" gelirse: İzküntü muallimen: Muallim olduğum zaman mânasına geliyor. (iz) Yazılmasa mânası, muallim idim olur

iza

  • Arabça kelimelerin başında kullanılırsa; birdenbire, bir de bakılır ki, gibi mânalara gelir. İsim cümlesinin evvelinde bulunur.

izaa-i vakt / izâa-i vakt

  • Zamanını boş yere harcama, vakit kaybetme.

izafet-i maktu'

  • Kesik tamlama. Terkib-i izafet-i maktu'da denir. Esre'yi kaldırmağa da fekk-i izafet denir. Yani izafetin kaldırılması demektir. Meselâ: Câme-hâb : Yatak. Câme-i hâb : Uyku elbisesi. Ser-rişte : İp ucu, vesile, tutamak. Ser-i rişte : İpin ucu.

izafeten / izâfeten / اضافة

  • Ek olarak, yanı sıra. (Arapça)

izar

  • Yanak. İnsanın yüzündeki yanak kısmı.

izkam / izkâm

  • Zükâm hastalığına yani nezleye uğratma.

izmam

  • Bir kimseden söz alma.
  • Bir insanı kötülenecek bir halde bulma.

izmil

  • Keskin demir.
  • Çekiç.
  • Deri kesmekte kullanılan bıçak.

izz-üd-din

  • Dilimizde "İzzettin" şeklinde isim olarak kullanılan bu kelime; "Dinin kıymeti, ulviyet ve kudreti" anlamına gelir.

izzet-i azamet

  • Büyüklüğün izzeti, şânı.

izzet-i iman

  • İmanın izzet ve şerefi.

izzet-i imaniye

  • İmanın gerektirdiği vakar ve izzetli davranış.

izzet-i islamiye / izzet-i islâmiye

  • İslâmi izzet. Müslüman olanın her hususta daha şerefli, daha çalışkan, daha izzetli olması hâleti. Diğer dinlerdekilerden ve dinsizlerden izzetli ve şerefli olmaları hâleti.

izzet-i nefis

  • İnsanın vakar, şeref ve haysiyetini muhafaza etmesi.

izzet-i nefs

  • İnsanın vakar, şeref ve haysiyetini muhafaza etmesi.

izzetinefis

  • İnsanın kendine saygısı.

izzü-d-devle

  • Tar: Müslüman hükümdarları tarafından sık sık kullanılan ve devlete değer veren, devletin değeri mânâsına gelen bir ünvan.

jajhor

  • Mânâsız ve mâlâyani şeyler konuşan. (Farsça)

jandarma umum kumandanı

  • Jandarma Genel Komutanı.

japon

  • 1911 yılında İstanbul'da bulunan ve İslâm âlimlerine Allah'ın birliği ve Peygamber Efendimizin nübüvvetiyle ilgili sorular yönelten Japon Başkumandanı Mareşal Nogi.

jelatin

  • Tıbda ve fotoğrafçılıkta kullanılan şeffaf, renksiz ve kokusuz bir cisim. Hayvanların kemik ve kıkırdak gibi kısımlarından elde edilir. (Fransızca)
  • Bir cins kâğıt. (Fransızca)

jeton

  • Para yerine kullanılan marka. (Fransızca)
  • Telefonlarda veya garsonların kasa ile hasaplaşmasında kullanılır. (Fransızca)

jiyan

  • Kızgın, kükremiş, hışımlı. (Bu tabir, ekseriyetle arslanlar hakkında kullanılır.) (Farsça)

jurnal

  • İlk önce gazete ve rapor mânasına kullanılırken sonradan "hükümete ihbar" gibi olan hâdiselere denilmeğe başlandı. İhbar, şikâyet, polis raporu. İnsanı kötüleyerek verilen haber veya rapor. (Fransızca)

ka'be / kâ'be

  • (Kâbe) Dünyanın en kudsi ma'bedi. Beytullah, Beyt-ül Ma'mur, Beyt-ül Atik. Bütün mü'minlerin ibâdet esnâsında yöneldikleri merkez. Dört köşe olduğu için Kâbe denir. Bu mukaddes makamın etrafına Mescid-ül Haram ismi verilir. İçinde bir kısım olarak Makam-ı İbrahim mevcuddur. Burası İbrahim Aleyhissel

ka'be-i kemalat / kâ'be-i kemalât

  • Kemâlât kâbesi. Yâni herkesin teveccüh etmesi gereken en yüksek kemalât merkezi.

kaba necaset / kaba necâset

  • İnsandan çıkınca abdesti veya guslü gerektiren her şey, eti yenmeyen hayvanların, (yarasa hâriç) ve yavrularının yüzülmüş, dabağlanmamış derisi, eti, pisliği ve bevli ile süt çocuğunun pisliği, bevli ve ağız dolusu kusmuğu, insanın ve bütün hayvanlar ın kanı ile şarab, leş, domuz eti ve kümes ve yük

kabe-i muazzama / kâbe-i muazzama

  • Yeryüzünde yapılan ilk mâbed. Müslümanların kıblesi. Arabistan'ın Mekke-i mükerreme şehrindeki Mescid-i Harâm'ın ortasında bulunan taştan yapılmış dört köşeli binâ. Beytullah, Beyt-ül-haram, Bekke, Beyt-ül-atîk, Hâtime, Basse, Kadîs, Nâzır, Karye-i Kadîme adları ile de anılmıştır.

kabid / kâbid

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Ölürken rûhları bedenlerden alan, verdikleri sadakaları zenginlerden kabûl eden.

kabiha

  • (Çoğulu: Kabâih) Çirkin davranış, ayıp iş. Fena muamele.

kabkaba

  • Haykırma, kükreme. (Deve ve arslan hakkında kullanılan bir tâbirdir.)

kabkaba-i şir

  • Arslanın kükremesi.

kablo

  • Telgraf, telefon hatlarında veya elektrik akımı iletmede kullanılan izole edilmiş tellerin bütünü. (Fransızca)

kabr

  • Ölen insanın defnedilmesi, gömülmesi için kazılan yer, mezar.

kabr azabı / kabr azâbı

  • Îmânsız ölenin ve günahkâr müslümanın kabre konulduktan sonra çektiği, nasıl olduğunu bilemediğimiz azâb, cezâ.

kabr hayatı / kabr hayâtı

  • İnsanın ölüp kabre konmasından, kıyâmet koparak, mahlûkların diriltilmelerine kadar geçen zaman.

kabr-i vahşet

  • Vahşet kabri; yabanilik, vahşilik mezarı.

kabul-i adem

  • Kalben ademi kabul etmektir. Hakkı inkâr etmek, hatalı bir hüküm ve itikattır. Hak mesleği kabul etmeyip indi ve şahsi görüşünü ileri sürerek başka bir yolda gitmektir, bir iltizamdır. İmânın zıddına şahsi görüşüne tâbi olmak, bâtılı kabul etmektir.

kad

  • Gr : İsmiyye veya harfiyye olan bir kelimedir. İsmiyye olduğunda iki vecihle kullanılır. yerine muzari olur. Yetişir, kifayet eder mânasınadır. Yahut kelimesine müradif isim olur. Harfiyye olduğunda dâhil olduğu fiil, tahkik, ümid, rica, intizar, yakınlık, azlık veya çokluk ifade edebilir.

kadastro

  • Bir ülkedeki arazi ve mülklerin alanını, sınırlarını ve yerini belirtip plânlama işi. (Fransızca)

kaddesallahü teala esrarehümül'aziz / kaddesallâhü teâlâ esrârehümül'azîz

  • Daha çok tasavvuf büyüklerinin, evliyâ zâtların isimleri anılınca ve yazılınca söylenen veya yazılan Allahü teâlâ onların kıymetli sırlarını temiz, mübârek eylesin mânâsına duâ ve saygı ifâdesi. Bir kişi için Kaddesallahü sırrehü; iki kişi için Kadde sallahü sırrehümâ denir.

kader

  • Allahü teâlânın ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile, ilerde olacak hâdiseleri ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) bilip takdîr etmesi; alın yazısı.

kadere rıza / kadere rızâ

  • İnsanın, Allahü teâlânın kendisi hakkında takdîr ettiği şeylere rızâ göstermesi, hoşnud olması başına gelen belâ ve musîbetlere sabredip, boyun eğmesi.

kaderiyye

  • Hicrî ikinci asırda Vâsıl bin Atâ tarafından kurulan ve "Kul kendi fiillerini kendi yaratır" diyerek kaderi yâni işlerin, Allahü teâlânın takdîri ile olduğunu inkâr eden bozuk fırka. Bu fırkaya Mu'tezile adı da verilir.

kadim / kadîm

  • (A, uzun okunur) Ayak basan. Ulaşan. Varan.
  • Azanın mukaddemesi olan insanın başı.
  • Başlangıcı olmayan.
  • Allahü teâlânın zâtına âit sıfatlarından. Varlığının evveli, başlangıcı olmayan.
  • Zaman bakımından eski olan şey.

kadir / kâdir

  • Gücü yeten, kudret sâhibi.
  • Allahü teâlânın sıfatlarından biri; gücü her şeye yeten, hakîkî kudret sâhibi.
  • Gücü yeten.

kadir-şinas

  • Kıymet ve değerden anlayan. Değerli kimseleri tanıyabilen. (Farsça)

kadırga

  • Buharlı gemilerin icadından evvel kullanılan harp gemilerinden biri. Kürek ve yelkenle kullanılırdı. Kadırgalar 25 oturaklı idi ve her küreği dörder adam tarafından çekilirdi.

kadiri / kadirî

  • Abdülkadir-i Geylanî Hazretlerinin yolunda olan, onun tarikatına mensub. olan.
  • Abdülkadir Geylanî tarikatından olan.

kàdiri / kàdirî

  • Şeyh Abdulkadir-i Geylânî'nin kurduğu tarîkata mensup olan.

kadiri / kâdirî

  • Tasavvufta Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin yoluna mensup olan kimse.

kadiriyye / kâdiriyye

  • Evliyânın büyüklerinden Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin v.561 (m.1266) tasavvuftaki yolu.

kadiyanilik / kâdiyânîlik

  • On dokuzuncu yüzyılda, Hindistan'da Mirzâ Gulâm Ahmed tarafından kurulan bozuk yol. Kurucusunun doğum yeri olan Kâdiyan kasabasına nisbetle bu adla anılmaktadır. İsmine nisbetle, Ahmediyye de denilmektedir.

kaf-nun / kâf-nûn

  • Arap alfabesinde yer alan iki harften oluşan ve Allah'ın varlıkları dilediği şekilde yaratmasını ifade eden "kün", yani "ol" emri.

kafes

  • Tel, ince demir veya ağaç çubuklarından yapılan ve içine kuş ve saire konulan şey.
  • Dışardan içerisi görünmesin diye, ince tahta çubuklarından yapılıp harem pencerelerine takılan siper,
  • Ahşap bir binanın kaplama ve sıvası olmaksızın direklerden ibaret taslağı.

kafir / kâfir

  • Hakkı görmeyen ve örten. İyilik bilmeyen. Allah'ı inkâr eden. Dinsiz. İmanın esaslarına veya bunlardan birine inanmayan. Mülhid.
  • Hakk'ı tanımayan, bilmeyen,
  • Allah'ın varlığına ve birliğine inanmayan.
  • Küfreden, küfredici.
  • İyilik bilmeyen, nankör.
  • İslâmiyette inanılması lâzım olan şeylerin hepsine veya birine inanmayan, dînin emirlerini beğenmeyen, hafife alan, alay eden.

kafs

  • Sıçramak.
  • Hafiflik.
  • Sevinç, neşat.
  • Hayvanın ayaklarını bağlamak.

kağıthane

  • Kâğıt fabrikası.
  • İstanbul'da vaktiyle böyle bir fabrikanın bulunduğu yerdeki mesire.

kahhar / kahhâr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Düşmanlarından, cebbâr (kibirli, zorba, zâlim), inâdcı, nîmetlere nânkörlük edenleri öldürüp, onları zelîl (aşağı, hakîr) etmekle dünyâda kahreden, âhirette düşmanları olan kâfirlere ebedî; îmâ nlı ölen mü'minlere, af ve mağfiret etmezse (bağı

kahin / kâhin

  • Gaipden haber verme iddiasında bulunan kimse, falcı.
  • İlkel dinlerin ruhani reisleri.

kahır

  • Aşırı üzüntü, acı, keder.
  • Ezici davranış, zulüm.
  • Baskı ile iş gördürme, zorlama.

kahkaha

  • Yanındakiler işitecek kadar gülmek.

kahkari / kahkarî

  • Birdenbire geri dönme, aniden arkaya dönme.
  • Geri çekilmekle ilgili, geri dönmekle ilgili.

kahr-ı dehr

  • Dünyânın ve zamanın kahrı.

kahraman-ı islam / kahraman-ı islâm

  • İslâm kahramanı.

kahraman-ı velayet / kahraman-ı velâyet

  • Velîlik alanında kahraman.

kaide-i usul

  • Usûl kuralı, metodolojide kullanılan bir kural.

kaim / kâim

  • Ayakta olan, uyanık olan, namaz kılan.

kainat sultan / kâinat sultan

  • Kâinatın ve bütün varlıkların sultanı olan Allah.

kainat sultanı / kâinat sultanı

  • Evrenin ve herşeyin yaratıcısı ve Sultanı Allah.

kainat-efruz / kâinat-efruz

  • Kâinatı süsleyen, cihanı donatan. (Farsça)

kal'a

  • Kale. Eskiden yapılan büyük merkezlerin ve şehirlerin bulunduğu etrafı duvarlarla çevrili ve düşmanın hücumundan muhafaza edilen yüksek yerlerde inşa edilmiş yapı.
  • Çobanın çantası.
  • Hurma ağacının dibinden kesilen taze fidan.

kalansuve

  • (Çoğulu: Kalânis-Kalânis-Kılâs) Takke, külâh, kavuk.

kalb

  • Vücudun kan dolaşımı merkezi. Yürek.
  • Gönül.
  • Herşeyin ortası.
  • Bir halden diğer bir hale çevirme. Değiştirme.
  • İmanın mahalli.
  • Fuâd, sıkt-ül ilim, tâbut-ül ilim, beyt-ül hikmet, via-i ilim de denilir. (Dâima değiştiği ve hareket halinde olduğu için kalb i
  • Gönül. Yürek denilen, et parçasına yerleştirilmiş nûrânî ve mânevî kuvvet.
  • Tasavvuf yolunda birinci mertebe.
  • Duyguların sultanı, gönül.

kalb ilmi

  • Evliyâdan bir zâtın rehberliğinde kazanılan ilim.

kalb-i acizane / kalb-i âcizâne

  • Aciz kalp (tevazu için kullanılan bir ifade).

kalb-i acizi / kalb-i âcizî

  • Bu âcizin kalbi anlamında, tevazu için kullanılan ifade.

kalb-i fasık / kalb-i fâsık

  • Günahkâr insanın kalbi.

kalb-i salih

  • Dinin emir ve yasaklarına uygun hareket eden insanın kalbi.

kalem

  • (Çoğulu: Aklâm) Kamış. Yazı için ucu inceltilen bir nevi ince ve sert kamış.
  • Yazı yazmak için kullanılan her türlü âlet.
  • İfâde. Üslub.
  • Mâden, taş ve tahta üzerinde oymak için ucu sivri çelik âlet.
  • İnce boya, fırçası.
  • Yazı enva'ı.
  • Resim. Nakış.<
  • Levh-i mahfûz üzerine Allahü teâlânın ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile bilip taktîr ettiği şeyleri yazan, nasıl olduğu insanlar tarafından bilinemeyen kalem.

kalem-i kaza ve kader / kalem-i kazâ ve kader

  • Allah'ın olacak hadiseleri olmadan önce bilip takdir etmesi ve bu bilinen ve takdir olunan hadiseleri zamanı gelince meydana getirmesi.

kalfa

  • Sarayla konaklardaki cariyeler hakkında kullanılan bir tâbir idi. Konaklarda bu tâbir, daha çok bunların eskileri ve yaşlıları hakında kullanılırdı. Gençlerine "kız" denilir ve adlarıyla çağrılırlardı.
  • Eski tarz mekteblerde öğretmen yardımcısı.
  • Bir san'atta usta ile çırak ara

kalh

  • Eşek anırtısı. Aygır kişnemesi.

kalla'

  • Beylere koğuculuk yapan yalancı.
  • Halk içinde tanınmak için kendine bir alâmet yapan kimse.

kalyon

  • Buharlı gemilerin icadından evvel kullanılan yelkenli ve kürekli harp gemilerinden biri.

kama

  • İki tarafı keskin, ucu sivri ve enli bıçak.
  • Duvara veya keresteye çakılan büyük tahta çivi.
  • Ağaç, kütük ve sâireyi yarmak için kullanılan ucu ince, arka tarafı kalın ağaç veya demir takoz.

kamed

  • Binanın temeli.

kamer

  • Gökteki ay. Hilâl.
  • Ay ışığında uyumayıp uyanık durmak.

kameri aylar / kamerî aylar

  • Hicrî takvimde kullanılan on iki ay. Arabî aylar da denir.

kamlul

  • Yabâni hıyar.

kanaat / kanâat

  • Yeme, içme ve barınacak yer husûsunda bileğin emeği, alın teri ile kazanılana râzı olmak, başkasının kazancına göz dikmemek. Kanâat, çalışmayıp, sâdece eline geçeni kullanmak, tembel oturup, başka bir şey aramamak değildir. Aksine hırslı hareketlerden kaçınıp, gönül huzûru ile yaşamaktır.

kanaat-ı acizane / kanaat-ı âcizane

  • Âcizin kanaati; benim fikrim anlamında tevazu ifadesi olarak kullanılan söz.

kanaat-ı imaniye

  • İmanî düşünce, fikir, imanın vermiş olduğu kanaat.

kanaat-i imaniye

  • İmanî kanaat, iman bakımından tatmin olma.

kanaat-ı vicdaniye

  • Vicdanî kanaat, vicdana ait fikir.

kanata

  • ing. Bol ağızlı su testisi.
  • Sıvı koymaya mahsus kap.
  • Bazan ölçü gibi de kullanılır.

kanber

  • Hz. Ali'nin (R.A.) sâdık, vefakâr ve sevgili kölesinin adı.
  • Mc: Bir evin gediklisi.
  • Herşeye burnunu sokan, her düğün ve eğlencede bulunan bir adamdan kinâye olarak kullanılır.

kane / kâne

  • (Kevn. den) İdi, oldu...mânasında, fiilin geçmiş zamanı.

kani / kâni / قانع

  • Yetinen, kanaat eden. (Arapça)
  • Kâni etmek: İkna etmek. (Arapça)
  • Kâni olmak: İkna olmak. (Arapça)

kanisa

  • (Çoğulu: Kavânıs) Taşlık denilen ve kuşlarda olan bir organ.

kantin

  • Kışla, fabrika, mekteb gibi yerlerde bakkal veya aşcı dükkânı. (Fransızca)

kanun

  • (Çoğulu: Kavânin) Herkesin uyması için devletin teşri kuvveti tarafından konulan her türlü meşru nizam, kaide, emir, nehiy ve yasaklar.
  • Kaziye-i külliye. Kâinatta Allah'ın koyduğu değişmez nizam.

kanun-ı ilahi / kânûn-ı ilâhî

  • Allahü teâlânın kullarının dünyâ ve âhirette huzûr ve seâdete (mutluluğa) kavuşmaları için Peygamberleri (aleyhimüsselâm) vâsıtasıyla insanlara bildirdiği emirleri ve yasakları, İslâmiyet.
  • Allahü teâlânın kâinâtta (varlık âleminde) koyduğu nizâm, düzen.

kapçak

  • Tar: Eski zaman muharebelerinde muhasara edilen kalelerin duvarlarına tırmanmak için kullanılan büyük çengel.

kapris

  • Geçici heves. Maymun iştahlılık. İnsanın zayıf tarafı. Evham.

kaptan-ı derya

  • Vaktiyle bahriye nâzırı. Deniz kuvvetleri komutanı.

kar'-ul asa / kar'-ul asâ

  • Doktorun, hastanın bedenine vurup muâyene etmesi.
  • Mc: Hatayı hatırlatmak için işaret vermek ve ikaz etmek.

kar-agah / kâr-âgâh

  • İşbilir, uyanık. (Farsça)

kar-agahi / kâr-âgâhî

  • Uyanıklık, iş bilirlik. (Farsça)

kar-dani / kâr-danî

  • Uyanıklık, iş bilirlik. (Farsça)

kar-ı reva / kâr-ı revâ

  • İşe yarar, kullanılabilir.

kar-zargah / kâr-zârgâh

  • Savaş meydanı. Harp alanı. Muharebe sahası. (Farsça)

karaborsa

  • Piyasadan çekilen eşyanın, yüksek fiatla satıldığı gizli pazar.

kardide / kârdide

  • (Çoğulu: Kâr-didegân) Uyanık, tecrübeli, iş bilir, görgülü. (Farsça)

kari'

  • (Kari'e) (A, uzun okunur) Okuyucu. Okuyan.
  • Âbid ve zâhid olan.
  • Kur'anı tecvide göre okuyan.

karibetün / karîbetün

  • Yakındır (kadınlar için kullanılır).

karibün / karîbün

  • Yakındır (erkekler için kullanılır).

karikatür

  • Bir insanın veya bir şeyin gülünç bir tarzda yapılan resmi.
  • Kaba, âdi ve mizahi resim.

karine-i mania / karine-i mânia

  • Bir kelimenin asıl mânâda anlaşılmasına engel olan nokta ki, o sözün mecaz mânâda kullanıldığını gösterir.

karine-i mecaz

  • Mecaza ait işaret. Kelimenin mecaz olmasını gerektiren, hakiki mânasında alınmasına mâni olan kayıt. Buna Karine-i mânia da denir.

kariyer

  • Bir insanın kendisini hasretmiş olduğu meslek. (Fransızca)
  • Bir meslekte alınan merhalelerin bütünü. (Fransızca)

karlayl

  • (Thomas Carlyle) (Hi: 1210-1298) İskoçya'da doğmuş, Londra'da ölmüştür. İskoç tarihçisi ve filozofudur. Babası dindar bir duvarcı ustası idi, oğlunu papaz yapmak istiyordu. Onun dinî şüpheleri papaz olmasına mâni oldu. Yedi sene manevî mücahededen sonra imanî mes'elelerde istikrar elde edebilmiştir.

karn

  • Zaman, devre.
  • Bir insanın ortalama ömrü olan altmış sene.
  • Yüz yıllık zaman. Asır.
  • Boynuz. Hayvanda başın boynuz yerleri, boynuz yerinden sarkan saç. (Karn, iki mânaya gelir. Birisi, zamandan bir müddete mukterin olan ümmet, bir zaman ahalisi olan hey'et-i içtimaiye ki

kars

  • İki parmağıyla çimdiklemek.
  • Karıncanın ısırması.

karun

  • (A, uzun okunur) Peygamber Musâ (A.S.) devrinde yaşamış, malı ile mağrur olarak haddini aşmış ve Cenab-ı Hakkın zekât emrini dinlemediğinden Musa'nın (A.S.) duâsından sonra malı ile birlikte yere batmış olan dünya zengini. Cenab-ı Hakkın lütuf ve ihsanını kendine mâlederek nankörlük ve enaniyetinden

karv

  • Ağaç kadeh.
  • Köpek yalağı.
  • Hurma ağacının kökü.
  • Uzun havuz.
  • Hayanın derisi inip büyümek.
  • Kast.
  • Etraflıca araştırmak, tetebbu.
  • Bir kimsenin mesleğine girmek, onun yoluna süluk etmek.

kasem

  • Yemîn. Bir işi yapmak veya yapmamak için Allahü teâlânın ismini söyleyerek söz verme.

kası'a

  • Yaban fâresinin ini. Yuvası ve bu yuvadaki iki deliğinden âşikâr olanıdır. Diğeri gizlidir.

kaside-i bürde / kasîde-i bürde

  • İslâm âlimlerinin meşhûrlarından ve evliyânın büyüklerinden Muhammed bin Saîd Busayrî hazretlerinin, sevgili Peygamberimizi öven meşhûr kasîdesi. Bu kasîdeyi rüyâsında Peygamber efendimize okuduğu ve Peygamber efendimiz de ona bürdesini yâni hırkasını hediye ettiği için bu kasîdeye Kasîde-i Bürde de

kaside-i gavsiye

  • Abdülkadir-i Geylânî'nin yazdığı manzum eser.

kaşş

  • Yaranın iyileşmesi.
  • Hasta iyi olmak.
  • Evmek.

kastar

  • (Çoğulu: Kasâtıra) Hâzık, basiretli, mahâretli kimse.
  • Paranın sahtesini seçip çıkaran kimse.

kat'-i rahm

  • Sıla-i rahmi yâni akrabâ ile görüşmeyi, haberleşmeyi kesme.

katar

  • Arabistan yarımadasında müstakil bir devlettir. İstiklâlini 1/1/1971 de ilân etmiştir. Hükümet merkezi Doha şehridir. Üç yanı denizle çevrilidir. Halkı müslümandır. Resmi lisanı Arapçadır.

kateb

  • (Çoğulu: Aktâb) Deve palanı.

katı'

  • (Kat'. dan) Kesen, Kat' eden. Durduran, mâni olan.
  • Keskin ve iyi bileylenmiş kılıç.

katı-ı tarik-ı ilahi / kâtı-ı tarîk-ı ilâhî

  • İnsanların Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına uymalarına ve rızâsına kavuşmasına mâni olan, hidâyet ve saâdetlerini engelleyen, saptırıcı, yol kesici.

katibe / kâtibe

  • Yazan hanım.

katibin / kâtibîn

  • İnsanın amelini yazan melekler.

katibin-i kiram / kâtibîn-i kiram

  • İnsanın yaptığı bütün amelleri yazan melekler.

katil

  • (A, uzun okunur) Öldüren. İnsanın ölümüne sebep olan insan.

katil-i ma'fuv

  • Can ve ırzını korumak için, tecavüze kalkanı öldüren kimse.

katile

  • Su silmede kullanılan bez parçası.

katolik

  • Hıristiyanlardan bazılarınca Hz. İsa'nın (A.S.) vekili telâkki ettikleri papanın reisliği altında Hıristiyanlıkta bir mezheb ve bu mezhabe bağlı olanlar. (Fransızca)
  • Hıristiyanlıktaki mezheblerden biri. Roma kilisesinin kendine verdiği ad. Katolik kilisesine mensup kimse. Merkezi Roma'da (Vatikan'da) olup, rûhânî lideri papadır.

kavaid

  • (Tekili: Kaide) Kaideler. Hareket porgaramları. Dil öğreten bir kitaptaki kaideler. Arab lisanındaki kaidelerin dercedildiği gramer kitabı.

kavaid-i imaniye / kavâid-i imanîye

  • İmanın kaideleri, rükûn ve şartları.

kavanin-i hadsiye / kavânin-i hadsiye

  • Ani, sür'atli seziş ve kavrayış kuralları.

kaviyy

  • Allahü teâlânın Esma-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi tam olarak yaratmakta kuvvet sâhibi olan, her şeyi yaratıp, varlıkta devâm ettiren; dilediğini yapmak kendisine zor gelmeyen.

kavl

  • Müctehid (Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden din bilgilerini elde edebilen) âlimlerin bir işin hükmünü bildiren sözü yâni re'yi, ictihâdı.

kavl-i leyyin

  • Yumuşak söz. Sert olmayan söz. Enâniyetli olmayan söz.

kavlen ve fiilen

  • Sözle ve davranışla.

kavnes

  • (Çoğulu: Kavânis) Atın iki kulağı arası.
  • Başa giyilen miğferin tepesi.

kayın

  • Kadının veya kocanın erkek kardeşi.

kays

  • Leylâ ile Mecnun hikâyesinin erkek kahramanı olan Amirinin adı.
  • Süngü miktarı.

kayyum / kayyûm

  • Başlangıç, nihayet ve yeniden oluş gibi hallerden münezzeh ve ezelden ebede kaim, dâim ve var olan Allah (C.C.). Bütün eşyanın ancak kendisi ile kaim olduğu Cenab-ı Hak.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yaratıcı ve mahlûkları yerlerinde ve varlıkta durdurucu.

kaza / kazâ / قَضَا

  • Allah'ı takdir ettiği şeyin zamanı gelince meydana gelmesi; kaderde yazılı olanın meydana gelmesi.
  • Allahü teâlânın ezelde irâde ve taktir buyurduğu şeyleri, zamânı gelince, ilim ve irâdesine muvâfık (uygun) olarak yaratması. Kazâ gelmez Hak yazmayınca, Belâ gelmez kul azmayınca.
  • Kaderde yazılanın gerçekleşmesi.
  • Kaderde olanın meydâna gelmesi.

kaza ve kader / kazâ ve kader

  • Olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması ve Allah'ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce bilmesi, takdir etmesi, planlaması.
  • Allahü teâlânın meydana gelecek hâdiseleri ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) bilip takdîr etmesi ve bu hâdiselerin zamânı gelince, Allahü teâlâ tarafından yaratılması ve meydana çıkması. Allahü teâlânın birşeyin varlığını ezelde bilip, takdîr et

kaza ve kader kalemi

  • Cenâb-ı Hakkın plân ve takdirlerini ve zamanı gelen takdirlerin yaratılma kaidelerini yazan kalem.

kaza ve kader-i ezeli / kaza ve kader-i ezelî

  • Allah'ın ezelî ilmi ile kâinatta olmuş ve olacak herşeyi bilip takdir etmesi ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması.

kaza-i ilahi / kazâ-i ilâhi

  • Olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması.

kaza-i muallak / kazâ-i muallak

  • Allahü teâlânın yaratılmasını şarta bağlı olarak takdîr ettiği ve şart meydana gelince yarattığı şeyler.

kaza-i mübrem / kazâ-i mübrem

  • Allahü teâlânın şarta bağlı olmaksızın yaratılmasını takdîr ettiği, yaratılması muhakkak olan şeyler.

kazan kaldırmak

  • Yeniçerilerin isyanı münasebetiyle kullanılan bir tabirdi. Yeniçeriler isyan ettikleri zaman yemek pişirilen kazanlarını da, toplandıkları At Meydanı'na getirdikleri için bu tabir meydana gelmiştir. Sonradan da devlete karşı koymağa kalkanlar hakkında kullanılırdı. (Türkçe)

kazan-ı erzak

  • Erzak kazanı.

kazan-ı rahmani / kazan-ı rahmânî

  • Rahmanî kazan.

kazasker

  • İlmiye mesleğinin en yüksek mertebelerinden biri. Lügat mânası asker kadısı, ordu kadısı demektir. Osmanlılarda Kazaskerliğin ihdası Sultan I.Murat zamanındadır. İlk Kazasker de "Çandarlı Kara Halil"dir.

kazim

  • (Çoğulu: Kazmân-Kazam) Gümüş.
  • Yazı yazmada kullanılan beyaz deri.
  • Davara verdikleri arpa.

kazıme / kâzıme

  • (Çoğulu: Kezâyim) Yanında bir kuyu daha olup bundan ona, ondan buna su geçen kuyu.
  • Büyük şehir.

kaziye-i bedihiyye

  • Man: Delil ile isbata muhtaç olmaksızın, aklın cezmen hüküm ve tasdik eylediği hüküm. Bu iki kısma ayrılır:1- Kaziye-i bedihiyye-i akliyye: Aklın hârice danışmayarak ve havassın (hislerin) tavassut ve yardımına muhtaç olmayarak tasdik eylediği kaziyeye denilir ki; akıl mücerret mevzu ve mahmulünü ta

kaziye-i hamliyye

  • Man : Mahmulün (yâni, haberin), mevzua (yani mübtedaya) sübut veya nef'i ile hükmü hâvi olan kaziyye. Tabir-i diğerle: Mahmulün mevzua kayıtsız ve şartsız olarak isnad olunduğu kaziyyeye denir. "Dünya fânidir" gibi.

kaziye-i ma'dule

  • Man: Selb, ya mevzuundan ya mahmülünden ikisinden cüz' olan, yâni kendinde hem isbat ve hem de nefiy kaziyyelerdir. "Nefs-i nâtıka gayr-i mürekkebdir" gibi.

kaziye-i salibe / kaziye-i sâlibe

  • Man: Mevzuun mahmulünden selbiyle hükmolunan, yâni; bir şeye nefi ile hükmeyleyen kaziyye'dir. "Kamerin ziyası kendinden değildir" gibi.

kaziye-i şartiyye

  • Man: İki cümleden ibâret, fakat bunlardan birinde olan hüküm diğerinde gösterilen şarta mütevakkıf olan, yâni; aralarında mülâzemet ve irtibat bulunan kaziyedir.

kazkaz

  • Arslanın, kemiği parça parça etmesi.
  • Yavuz arslan.

keb'

  • Men'etmek, mâni olmak, engellemek.
  • Dinar. Dirhem.

kebair

  • (Tekili: Kebire) Büyük şeyler, büyük günahlar. Kebairin sıralanışı:-Allah'ı inkâr etmek.-Allah'a şirk koşmak.-Kat'iyyen sâbit olan dini bir hükme inanmamak.-Allah'ın rahmetinden ümidini kesmek.-Allah'ın cezasından, mekrinden ve azabından emin olmak.-Günah üzerinde ısrar etmek. Yâni, herhangi bir gün

kebir / kebîr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Varlığından önce yokluk geçmemiş olan.

kebl

  • Bağlamak.
  • Kovanın ağzını iki kat edip dikmek.

kede

  • "Mahal, ev, yer" anlamına gelir ve birleşik isimler şeklinde kullanılır. Meselâ: Ateşkede, bütkede, meykede... gibi. (Farsça)

keden

  • Toprak suyu çekip, yerinde bulanıklık kalmak.

keder / كدر

  • Üzüntü. (Arapça)
  • Bulanıklık. (Arapça)

keduret

  • Bulanıklık.
  • Gam, tasa, keder.

kef

  • Elin iç tarafı. Avuç.
  • Ayağın altı, tabanı.
  • Avuç dolusu.

kef-nun / kef-nûn

  • Allahın "ol" yani "kün" emrindeki harfler.

keffaret / keffâret

  • (Masdar gibi kullanılıyorsa da "keffâr" mübalâğa isminin müennesi olup, asıl mânası: örtücü ve imhâ edici demektir.) Bir mecburiyet altında veya yanlışlıkla işlenmiş günahı affettirmek ümidiyle şeriata uygun olarak verilen sadaka veya tutulan oruç.
  • Günahtan arınma.
  • Örtmek. Allahü teâlânın bâzı hususlarda kullarının kusur ve günahlarını affetmek ve örtmek için vesîle yaptığı şeylerden her biri. Çoğulu keffârâttır. Keffâretler, bir bakımdan ibâdet, bir bakımdan cezâ durumundadır. Keffâret, katl (insan öldürme), zıhar, yemîn, oruç ve hac keffâreti olmak üzere beş

keffaret-i katl

  • Bir müslümanı veya bir zımmiyi amden değil de bir hata neticesi olarak öldüren bir müslümana lâzım gelen keffârettir ki; muktedir ise, bir mü'min köle âzad etmekten; buna muktedir değilse, iki ay muttasıl oruç tutmaktan ibârettir.

keffaret-i savm / keffâret-i savm

  • Ramazân-ı şerîfte bilerek orucu bozmanın cezâsı.

keffaret-i yemin / keffâret-i yemîn

  • Bir işi yapmak veya yapmamak husûsunda Allahü teâlânın ismini söyleyerek yemîn eden kimsenin yemînini bozunca cezâ olarak yapması gerekli olan şey.

keffaret-i zıhar / keffâret-i zıhâr

  • Bir erkeğin, hanımını veya onun yüz, baş, ferc gibi bir uzvunu, kendisine nikâhı ebedî haram olan bir kadına veya onun bakılması haram olan yerine benzetmesi yâni "Sen anam gibisin" veya "Senin sırtın anamın sırtı gibidir" demesinin affı ve onunla te krâr münâsebet kurabilmesi için olan çâre.

kelam / kelâm

  • Allahü teâlânın subûtî sıfatlarından. Cenâb-ı Hakk'ın, âlet, harf ve sese ihtiyaçtan münezzeh (uzak) olarak söylemesi.
  • Îmân ve îtikâd bilgilerini delîlleri ile anlatan ilim.

kelam-ı ilahi / kelâm-ı ilâhî

  • Allahü teâlânın kelâmı. Kur'ân-ı kerîm.

kelam-ı kadim / kelâm-ı kadîm

  • Ezelî yâni başlangıcı olmayan söz, kelâm; Kur'ân-ı kerîm.

kelam-ı lafzi / kelâm-ı lafzî

  • Kelâm-ı nefsîyi anlatan ve insanın kulağına gelen ve söyleyenin ağzından çıkan harfler topluluğu.

kelam-ı mecazi / kelâm-ı mecazî

  • Gerçek anlamında kullanılmayıp, aralarındaki ilgi, bağ ve benzerlikten dolayı başka anlamda kullanılan söz.

kelam-ı nefsi / kelâm-ı nefsî

  • Allahü teâlânın kelâm sıfatının harf ve ses içerisine sokulmadan yâni kelâm-ı lafzî hâlini almadan önceki hâli.

kelim

  • Kendine söz söylenilen, kendine hitab olunan.
  • Hz. Musa'nın (A.S.) bir ünvanı.
  • Söz söyleyen, konuşan. İkinci şahıs.
  • Yaralı kimse.

kelimat-ı tercümiye / kelimât-ı tercümiye

  • Tercümede kullanılan kelimeler.

kelimat-ı tesbihiye ve zikriye / kelimât-ı tesbihiye ve zikriye

  • Allah'ın yüceliğini dile getirmek ve Allah'ı anmak için kullanılan kelimeler, sözler.

kelime-i şehadet / kelime-i şehâdet

  • "Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh" mübârek sözü. Mânâsı şöyledir: "Görmüş gibi bilir ve inanırım ki, Allahü teâlâdan başka, varlığı lâzım olan, ibâdet ve itâat olunmağa hakkı olan, hiç ilâh, hiçbir kimse yoktur. Görmüş gibi bilir, inanırım ki, Muhammed sallalla

kelime-i tenzih / kelime-i tenzîh

  • Allahü teâlânın her türlü noksan sıfatlardan temiz ve uzak olduğunu ifâde eden "Sübhânellah" sözü.

kelime-i zikriye

  • Sürekli anılan ve tekrar edilen cümle.

kelimetullah

  • Allahü teâlânın ism-i şerifi. Allahü teâlânın dîni.
  • Îsâ aleyhisselâmın lakabı.

kelimullah / kelîmullah

  • "Cenab-ı Hakk'ın hitab eylediği zat" (meâlindedir). Hazret-i Musa'nın (A.S.) bir ünvanıdır. Çünkü O, Tur-u Sina'da Cenab-ı Hakk'ın kelâmını, hitabını duymak mazhariyetine erişmiştir.
  • Resul-i Ekrem (A.S.M.) mi'rac-ı şerifinde Cenab-ı Hak ile tekellüme mazhar olduğundan bir ismi de Kel
  • "Allahü teâlânın kendisiyle konuştuğu zât" mânâsına Mûsâ aleyhisselâmın lakabı.

kellit

  • Sırtlanın yataklandığı inin ağzını kapattıkları taş.

kem

  • Gr: Ne kadar? Kaç? (Mikdar için soru ifâdesinde kullanılır.) (Farsçada: Çend)

kemal sıfatları / kemâl sıfatları

  • Allahü teâlânın zâtında ve işlerinde hiçbir kusûr, karışıklık, değişiklik ve noksanlık olmadığını gösteren hayât (diri olmak), ilim (bilmek), sem' (işitmek), basar (görmek), kudret (gücü yetmek), irâde (istemek), kelâm (söylemek) ve tekvîn (yaratmak) sıfatları. Bunlara Subûtî, Hakîkî ve Kâmil sıfatl

kemal-i beşeri / kemâl-i beşerî

  • İnsanın mükemmelleşmesi, olgunlaşması.

kemal-i hakkaniyet / kemâl-i hakkaniyet

  • Tam ve mükemmel bir hakkaniyet, gerçeklik.

kemal-i metanet / kemâl-i metânet / كَمَالِ مَتَانَتْ

  • Tam bir dayanıklılık.

kemal-i sabır ve metanet / kemâl-i sabır ve metanet

  • Tam ve mükemmel bir sabır ve dayanıklılık.

kemal-i tesanüt

  • Tam bir dayanışma.

kemal-i uluhiyet / kemâl-i ulûhiyet

  • İbadete ve itaat edilmeye layık olmanın, ilâhlığın mükemmelliği.

kemalat

  • Faziletler, olgunluklar, insanın bilgi ve güzel ahlâkça tam ve olgun olması.

kemalat-ı vicdaniye / kemâlât-ı vicdaniye

  • Vicdanî ve ruhî olgunluklar.

kemend-i mahbub-i ilahi / kemend-i mahbûb-i ilâhî

  • Allahü teâlânın sevdiklerini kendisine çekmek için gönderdiği sebebler, dert, belâ ve sıkıntılar.

kemlul

  • Yabâni hıyar.

kemnam

  • Adı sanı belirsiz. Namsız, şöhretsiz. (Farsça)

kemter

  • İtibarsız, eksik anlamında, tevazu ifadesi olarak "ben" yerine kullanılan bir söz.

kene

  • Hayvanın etine yapışıp kanını emen küçük bir böcek.

kenne

  • (Çoğulu: Kınât-Kenâyin-Kenânin) Bir kimsenin gelini, oğlunun hanımı.

kepaze

  • İtibarsız, âdi, mübtezel, kıymetsiz kimse. Haysiyetsiz, şerefsiz, rezil. Hürmet ve saygıya müstahak olmıyan.
  • Tâlim için kullanılır yay.

kerahet vakitleri / kerâhet vakitleri

  • Namaz kılmak tahrîmen mekruh yâni haram olan vakitler. Güneş doğarken, batarken, gündüz ortasında iken.

keramat-ı aleviye ve gavsiye / keramât-ı aleviye ve gavsiye

  • Abdulkadir Geylani ve Hz. Ali'nin kerameti.

keramat-ı gavsiye / kerâmât-ı gavsiye

  • Seyyid Abdülkadir-i Geylâni'nin kerâmetleri.

keramat-ı ruhani / kerâmât-ı ruhânî

  • Ruhânî kerâmetler.

keramet / kerâmet

  • Allah (C.C.) indinde makbul bir veli abdin (yâni, âdi beşeriyyetten bir derece tecerrüd edebilen zatların) lütf-u İlâhî ile gösterdiği büyük mârifet. Velâyet mertebelerinde yükselen bir abdin hilaf-ı âdet hâli.
  • Bağış, kerem.
  • İkram, ağırlama.
  • İkrâm, üstünlük.Hangi peygamberin ümmetinden olursa olsun, velîlerden âdet dışı, yâni fizik, kimyâ ve fizyoloji kânunları dışında meydana gelen şeyler, hâdiseler.

keramet-i aleviye / kerâmet-i aleviye

  • "Ali'nin kerâmeti", yani Hz. Ali'nin (r.a.) Allah'ın lütfuyla geleceğe dair verdiği haberler (On Sekizinci ve Yirmi Sekizinci Lem'â bu kerametlerden bahseder).

keramet-i aleviye ve gavsiye

  • Hz. Ali ve Şeyh Abdulkadir Geylânî'nin kerâmeti.

keramet-i duaiye

  • Duanın kerameti.

keramet-i evliya

  • Evliyanın kerameti; Allah tarafından evliyaya ikram edilen olağanüstü hal.

keramet-i gavsiye / kerâmet-i gavsiye

  • Seyyid Abdülkadir-i Geylâni'nin kerâmeti.

keramet-i gaybiye-i gavsiye

  • Şeyh Abdülkadir-i Geylânî'nin geleceğe dair keramet şeklinde haber vermesi ve bu haberin gerçekleşmesi.

keramet-i iktisadiye

  • Tutumlu olmanın ortaya çıkardığı keramet.

keramet-i ilmiye

  • İktisab suretiyle olmayıp, vehbi yani Cenab-ı Hakk'ın atiyyesi olarak geniş bir ilme mazhariyyetten hâsıl olan ilmi keramet.
  • İlim tahsili ile çok büyük ilim sâhibi olan bir allâmeden çok daha yüksek vâsi' ve hârikulâde bir ilme mazhar bulunan, hem ilmî dehâsı ve fart-ı zekâsı tecrübe

keramet-i kevniye

  • Kudret-i Rabbaniyenin ihsanı ile letâfet kesbedip havada uçmak, uzun yolu kısa zamanda gitmek, bir mü'minin bir sıkıntısı hâlinde Cenab-ı Hakk'a dua edip ind-i İlâhîde makbul bir zâttan yardım istemekle, o zatın, izn-i İlâhi ile o muztar kimsenin imdadına yetişmesi, kale gibi muhkem bir yerde üzerin

keremnamdar / keremnâmdâr

  • Keremiyle tanınan.

kerim / kerîm

  • Her şeyin iyisi, faydalısı. Kerem ile muttasıf olan, ihsan ve inayet sâhibi. Şerefli ve izzetli. Muhterem, cömert, müsamahakâr. (Kur'an-ı Kerim tâbirindeki kerim; muazzez, mükerrem mânâsınadır. Kur'an-ı Kerim'de bu kelime 27 defa geçer ve ancak iki defa Cenab-ı Hak hakkında kullanılmıştır.)
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kudreti (gücü) var iken affeden, vâd ettiğini yapan, vermesi ve ihsânı (lütfu) bol olan, ümîd edilenin üstünde olan, ne kadar verdiğini ve kime verdiğini hesâb etmeyen, kendisine sığınanı ko ruyan ve isteyeni zenginleştiren.
  • Mu

kernaf

  • (Çoğulu: Kerânif) Hurma ağacının budaklarının aslı. (Kesildikten sonra ağacında bâki kalır.)

kerr

  • Çekilerek yeniden hücum etmek.
  • Birşeyden vazgeçtikten sonra tekrar ona, o işe yönelmek.
  • Devlet.
  • Gemi halatı.
  • Hurma ağacına çıkmakta kullanılan urgan.

kerraz

  • Çobanın torbasını veya dağarcığını taşıyan kuvvetli boynuzsuz koç.

kerremallahu-vechehu

  • Allah vechini mükerrem kılsın, meâlinde dua olup Hz. Ali (R.A.) hiç putlara secde ve ibadet etmediği ve çocukluktan beri Allah'a secde ettiğinden, onun ismi anıldığında hürmeten söylenir.

kervan-ı beni beşer / kervân-ı benî beşer

  • İnsanlık kervanı, dünya yolculuğunu sürdüren insanlık kafilesi.

keş

  • Akılsız, kolay aldanır. Ahmak.

kesafet

  • Bulanıklık. Kir. Açık veya berrak olmamak.
  • Kalınlık, yoğunluk, kesiflik, koyuluk. Şeffaf olmamak.

keşah

  • Bir hastalık. (İnsanın böğrüne vâki olur da dağlarlar.)

kesb

  • Kazanç. Çalışmak. Sa'y ve amel ile kazanmak. Elde etmek. Edinmek. Kazanç yolu.
  • Fık: Bir insanın kendi kudret ve iktidarını bir işe sarfetmesi.
  • Kazanma, kazanç, edinme.
  • Geçimi sağlama için kullanılan âlet veya iş.

kesb-i insan

  • İnsanın bir fiili işlemesi, yapması.

kesb-i insani / kesb-i insanî

  • İnsanın çalışarak kazanması, elde etmesi.

kesb-i letafet

  • İncelik, nuraniyet kazanma.

kesb-i muarefe / kesb-i muârefe

  • Tanımak, alışkanlık kazanmak.
  • Bir mevzuda çalışarak ihtisas sahibi olmak. Birbinini tanımak ve alışmak.

kesbi / kesbî

  • Çalışmakla kazanılan. Sonradan elde edilen. Doğuştan olmayan. Vehbî olmayan.
  • Sonradan, kazanılarak olan.

kesbi olmadığını / kesbî olmadığını

  • Çalışarak kazanılmış olmadığını.

keşende

  • "Çeken, çekici" mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapmakta kullanılır. Meselâ: (Mihnet-keşende: Mihnet çeken.) (Farsça)
  • Dayanan, tahammül eden, mütehammil. (Farsça)

keşf

  • Açmak, gizli bir şeyi bulmak, ortaya çıkarmak. Bir şeyin üzerindeki kapalılığı kaldırmak.
  • Evliyânın, his ve akılla anlaşılmayan şeyleri, kalbine gelen ilhâm yoluyla bilmesi.

keşih

  • (Çoğulu: Küşuh) Perâkende olmak, parça parça dağılmak.
  • Böğür.
  • Cânip, taraf.

kesir darbı

  • Bölme işleminde paydanın çarpılarak büyütülmesi.

kesir-ül ahbab / kesir-ül ahbâb

  • Tanıdıkları, bildikleri çok olan.

kesirü'l-istimal / kesîrü'l-istimal / kesîrü'l-istimâl / كثيرالاستعمال

  • Kullanımı çok olan, çokça kullanılan.
  • Çok kullanılan. (Arapça)

keşşaf / keşşâf

  • Keşfedici, gizli olanı açığa çıkarıcı.

ketebe

  • Kâtibler. Yazıcılar.
  • Bir hattatın yazdığı eserinde imza yerinde "Ketebehu; Onu yazdı" mânasında kulllanılır.

kett

  • Zayıf vücutlu kimse.
  • Mal kazanıp yığan.

kevser

  • Allahü teâlânın Kevser sûresinde Peygamber efendimize verdiğini bildirdiği büyük ihsân. Âhirette Cennet'te Peygamber efendimize âit meşhûr nehir veyâ kıyâmet (hesâb) günü Cehennem üzerindeki Sırat köprüsü geçilmeden önce Peygamber efendimizin ve ümme tinin başına geldikleri meşhûr havuz.

kevser-i fesahat

  • Dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılmasından doğan tatlılık, doygunluk.

kevser-i kur'ani / kevser-i kur'ânî / كَوْثَرِ قُرْآنِي

  • Kur'ânî kevser; Kur'ân'a ait hayırlar, güzellikler.
  • Kurânın (tatlı, hoş) ırmağı.

key

  • Ne vakit, ne zaman? (Soru için kullanılır.) (Farsça)
  • Arapçada muzari fiilini nasbeden (son harfini üstün okutan) ve "İçin, tâ ki, hangi, nasıl?" yerinde kullanılan harf.

keyd

  • Tuzak. Kötülük, hile.
  • Men'etmek.
  • Kusmak.
  • Çakmağın tezce ateşi çıkmayıp geçmek.
  • Cenk etmek, dövüşmek.
  • Karganın ötmesi.

keyfemayeşa / keyfemâyeşâ

  • Canı nasıl isterse.

keyfiyet-i muamele

  • Davranış ve tavırların niceliği, temel özelliği.

keysaniyye / keysâniyye

  • (Bak. KÎSÂNİYYE)

kezkeza

  • Kırbanın dolu olması.

kıbel

  • Yan, taraf, yön, cihet, cânib.

kıble

  • Kâbe-i Muazzamanın bulunduğu Mekke-i Mükerreme ciheti. Kıble tarafı, güney.
  • Cenubdan esen rüzgâr.

kıdem

  • Öncelik ve eskilik.
  • Evveli bulunmamak. Ezeli olmak.
  • Başkasından daha önce olmak. Zamanca daha evvelki olmak. Rütbece daha yüksek olmak.
  • Cenab-ı Hakkın "Kıdem" sıfatı, yâni; ebedî ve ezelî oluşu.
  • Allahü teâlânın zâtî sıfatlarından. Allahü teâlânın ezelî olması, varlığının başlangıcı bulunmaması.

kifat

  • Cem'olmuş, toplanmış, biriktirilmiş.
  • İçinde birşey toplanıp biriktirilen yer.
  • Hızlı uçmak, gitmek.
  • (Tekili: Küfv) Küfüvler, benzerler, eşler, denkler.

kılavuz

  • Yol gösteren, rehber.
  • Vapurlara yol gösteren.
  • Bazı hayvan katarlarının önüne düşüp, onları sevkeden hayvan.
  • Eskiden evlenme işlerine vasıtalık eden kadınlar.
  • Düşman hakkında mâlumât edinmek için ordu hizmetinde kullanılan kişiler.
  • Okçuluk müsabakaların

kile

  • Ölçek. Tahıllar için kullanılan bir ölçü.

kımat

  • Örtü, sargı. Sarılacak bez. Beşik bağırdağı.
  • Keserken koyunun ayağını bağlamada kullanılan ip.

kimya-yı avam

  • Dünyanın kıymetsiz ve fâni olan şeylerini âhiret metalarına feda etmek.

kimya-yı gayr-ı uzvi / kimya-yı gayr-ı uzvî

  • İnorganik kimya.

kın'ar

  • Dağ keçisinin semiz ve büyük olanı.

kinaye lafızlar / kinâye lafızlar

  • Birkaç mânâda kullanılan kelimeler. Hem boşamada hem de başka yerde kullanılan sözler.

kinegah / kinegâh

  • Savaş meydanı, muharebe alanı, harp sahası. (Farsça)

kinin

  • Ateşli hastalıkların ve özellikle sıtmanın tedavisinde kullanılan bir tür bitki.

kınne

  • (Çoğulu: Kinen) Hurma lifinden yapılan urganın sağlam ve dayanıklı olması.
  • Dâne çadırı dedikleri ot.
  • Bir nevi devâ.

kıpti

  • Avrupanın bazı cihetlerine Hintten gelerek yerleşen çingenelere verilmiş isim. Çingene.

kira / kirâ

  • Bir malın, menfaatine yâni kullanılmasına karşılık olarak verilen ücret. Bir evin, bir iş yerinin veya herhangi bir mülkün, taşıt veya binek hayvanının, sâhibi tarafından faydalanılmak ve kullanılmak üzere belli bir ücret karşılığında bir müddet için başkasına verilmesi.

kira'

  • Kirâ. Bir eşya veya yerin, geçici bir zaman kullanılmak üzere para ile bir kimseye verilmesi.
  • Böyle bir şey karşılığı alınan para.

kıraat

  • Okuma. Düzgün ve çabuk okuma.
  • Okuma kitabı.
  • Fık: Namazda Kur'an-ı Kerim'den bir miktar okumak.İnsan bir yazıyı ya kendi kendine yahut başkasına dinletmek üzere okur. Hususi mütâlaa nasıl olsa olur. Fakat dinletmekten maksad, anlatmak olduğu için o yolda okumanın dikkat edilec

kıraet / kırâet

  • Ağız ile okumak. Kendi kulakları işitecek kadar sesli okumağa hafif kırâet, yanındakilerin işiteceği kadar sesli okumağa cehrî (sesli) kırâet denir.
  • Namazın içindeki farzlardan biri.

kiramen katibin / kirâmen kâtibîn

  • Sağ ve sol yanımızdaki günah ve sevap yazan melekler.

kırat / kırât

  • Değerli metallerin ölçülmesinde kullanılan ağırlık birimi.

kırat-ı şer'i / kırât-ı şer'î

  • Peygamber efendimiz zamânında kullanılan ve hadîs-i şerîflerde ismi geçen bir ağırlık birimi.

kırat-ı urfi / kırât-ı urfî

  • Kullanılması âdet olan ve hükûmetin kabûl ettiği miskâl ve dirhemden küçük bir ağırlık birimi.

kirdikar / kirdikâr

  • Sâni. Yapan Allah (C.C.). (Farsça)

kirfi / kirfî

  • Bazısı bazısının üstüne yağılmış olan yüksek bulutlar.
  • Yumurtanın dış kabuğu.

kırgız

  • Türk Milletlerinden büyük bedevi bir kavim olup Asyanın kuzeybatısında ve Türkistanla Sibirya arasında, başka bir deyimle Türkistanın kuzey taraflarında ve Doğu Türkistanın kuzeyinde olarak Rusya ile Çin hududunda bulunuyorlar. Batı tarafındakilere Kırgız ve Kazak; Çin hududundakilere ise Kara Kırgı

kırtale

  • (Çoğulu: Kırtâl) Yemiş toplamakta kullanılan sepet.

kırvan

  • Kafile, kervan.
  • Dünyanın her tarafı. Doğu ve batı.

kisaniyye / kîsâniyye

  • Şiânın kollarından. Muhtâr bin Ebî Ubeyd es-Sekâfî'nin kurduğu bozuk fırka. Muhtâr bin Ebî Ubeyd es-Sekafî'nin bir adı da Keysân olması sebebiyle Keysâniyye denilmiştir. Bu fırkaya Muhtâriyye veya Bedâiyye de denir.

kısas / kısâs

  • Öldürmenin öldürme, yaralamanın yaralama ile cezalandırılması: Göze göz, dişe diş gibi.
  • İşlenen suçun, yapılan kötülüğün aynısını suçluya tatbîk ederek cezâlandırma, öldüreni öldürme, yaralıyanı yaralama, bir uzvu kesenin uzvunu kesme cezâsı.

kısasen

  • Kısas yoluyla, kısas yaparak öldüren veya yaralayanı cezalandırma.
  • Kısas yoluyla. Öldüren veya yaralayanı eşit şekilde cezalandırarak.

kisb-i insani / kisb-i insanî

  • İnsanın çalışması.

kisbi / kisbî

  • Kazanılmış, kesbedilmiş. Kesb ile alâkalı.

kıskanç

  • Allahü teâlânın başkasına ihsân ettiği nîmetin ondan alınmasını, onun elinden çıkmasını ve yalnız kendinde olmasını isteyen kimse.

kısmet

  • Nasîb. Allahü teâlânın ezelde (sonsuz öncelerde) herkes için dilediği şey.
  • Birkaç kimsenin bir şeydeki hisse-i şâyialarını (ayrılmamış hisselerini) kile, terâzî, arşın gibi bir ölçü âleti ile tâyin ve tahsis etme, belli etme, ayırma.
  • Bölmek ve ayırmak. Bahşetmek. Taksim etmek.
  • Fık: Hisse-i şâyiayı, yani, taksim olunmamış maldaki hisseleri sahiplerine tahsis etmektir.

kisra

  • Husrevden muarreb veya galat olan bu isim Sa'sâniler sülâlesinden olan Eski İran padişahlarına ve bilhassa Nevşirvan'den sonrakilere verilmiş olup, Rum imparatorlarına Kayser, Çin hükümdarlarına Fağfur ve Hakan denildiği gibi, bunlara da Kisra denilirdi.

kıss

  • Nasâra tâifesinin ulusu, reisi ve danişmendi.
  • Bir yerin adı.

kıt'a

  • (Çoğulu: Kıtat) Dünyanın kara parçalarından her biri.
  • Memleket. Ülke.
  • Mat: Bir dairenin bir yayı ile onun çapı arasındaki kısım.
  • Tıb: Kesik organın vücudda kalan parçası.
  • Ask: Çok kalabalık olmayan askerî kuvvet.
  • Edb: En az iki beyitten yapılmış manzum

kitab-ı abdülkadir

  • Şeyh Abdülkadir-i Geylânî'nin kitabı.

kitab-ı marifet

  • Allah'ı tanıtan kitap.

kitab-ı muteber

  • İnanılır, güvenilir kitap.

kitab-ı yavakit / kitab-ı yavâkit

  • İmâm-ı Şa'rânî'nin eseridir. Kitabın tam adı el-Yevakit ve'l-Cevahir fî Beyani Akaidi'l-Ekâbir'dir.

kitab-ı zikir ve marifet

  • Zikir ve Allah'ı tanıtan kitap.

kıvamı / kıvâmı

  • Ayakta tutanı, gelişip yayılmasını sağlayanı.

kıyam bi nefsihi / kıyâm bi nefsihî

  • Allahü teâlânın zâtî (zâtına âit) sıfatlarından; varlığı kendinden olan, hiçbir şeye muhtâc olmayan.

kıyamet / kıyâmet

  • Dünyanın yıkılıp harab olması. Her şeyin mahvolması. Dünyanın sonu ve mahşer meydanına bütün insanların dirilip toplanacağı zaman.
  • Mc: Büyük belâ.
  • Fazla sıkıntı.
  • Dünyanın yıkılıp son bulması.
  • Dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması.
  • Allahü teâlânın emri ile İsrâfil aleyhisselâmın sûr denilen ve nasıl olduğunu bilmediğimiz bir âlete üfürmesi, (nefha-i ûlâ: Birinci üfürme) ile bütün canlıların ölüp, her şeyin yok olması, kâinâttaki (varlık âlemindeki) nizâmın, düzenin bozulması, kıyâmetin kopması.
  • Her canlının ölü

kıyas

  • Benzetmek, karşılaştırmak, mukâyese. İki şeyi birbiri ile karşılaştırmak. Benzeterek hüküm ve muhâkeme etmek.
  • Man: Doğru kabul edilen iki hükümden bir üçüncü hükmü çıkarmak.
  • Fık: İki belli şeyden birinin mahsus olan hükmünü, yâni, bu hükmün mislini, aralarındaki müttehid ille

kıyas-ı akim / kıyas-ı akîm

  • (Mantık) Neticesiz veya doğru netice vermeyen kıyas (meselâ, kitap matbaanın telifi, eseri demek).

kıyas-ı hadsi-i hafi / kıyas-ı hadsî-i hafî

  • Gizli olan hükmün illetine (sebebine) güçlü bir sezgi ile (zihnin hemen intikali olan hads ile) ulaşmak sûretiyle yapılan kıyas; yani peygamberlik sebebi olan bütün peygamberlerdeki esasların Peygamber Efendimizdeki (a.s.m.) esaslar ile kıyaslanmasıdır ki, zihin bu esasların Peygamber Efendimizde da

kıyas-ı hafi-yi hadsiye / kıyas-ı hafî-yi hadsiye

  • Zihnin birşey hakkında, sezgi ve âni kavramayla yaptığı gizli kıyas. Meselâ "Eğer Ayın ışığı Güneşten gelmeseydi, durumu değiştikçe ışık yapısı değişmezdi" şeklinde zihne doğan gizli bir kıyasla aklın "O halde Ay ışığını Güneşten alır" şeklinde hükmetmesi.

kıyas-ı maalfarık / kıyas-ı maalfârık

  • Birbirine benzemiyen şeyler arasında yapılan kıyas. Yani, doğru olmayan ve hakikata uymayan mukayese.

kıyasat-ı mantıkıye / kıyâsât-ı mantıkıye

  • Mantık ilminde kullanılan kıyas yöntemleri.

kiyaset / kiyâset / كياست

  • Zeki.
  • Uyanıklık. Zekâ. Ferâset. Zeyreklik.
  • Zekilik, uyanıklık. (Arapça)

kıymet-şinas

  • Kıymet bilir. İnsaniyetli, değer bilir. (Farsça)

kıyye

  • Okka. Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Kıyye-i atika da denir. Şimdiki 1282 gram.

klasik / klâsik

  • Zamanın değerini yitirmeyen, sanatta kuralcı, alışılmış.

klasör

  • Tasnif işlerinde kullanılan, gözlere ayrılmış dolap veya çekmece. (Fransızca)
  • Geniş mukavva dosya. (Fransızca)

klişe

  • Matbaada tipografik baskıda kullanılan kabartma resim veya yazılar çıkarılmış madeni levha. (Fransızca)

köhne

  • Eski, eskimiş. (Farsça)
  • Zamanı geçmiş. Demode olmuş. (Farsça)

köle

  • Bütün tarihî devirlerde başka milletlerden, yabancılardan zorla kaçırılıp hürriyetten mahrum hale getirilerek hizmette kullanılan erkek. (Türkçe)

kompleks

  • Bir anda kavranamıyacak şekilde çeşitli sebeblerden, unsurlardan meydana gelmiş. (Fransızca)
  • Basit olmayan. Mürekkep. (Fransızca)
  • İnsanların davranışlarına, ruh hâllerine yön veren birbirine bağlı şuuraltı hayallerinin bütünü. (Fransızca)

kopil

  • Küçük Rum çocuğu.
  • Çapkın, külhani.

kor

  • t. Her tarafı iyice yanıp içine kadar ateş hâline gelmiş kömür veya odun parçası.
  • Askeriyede kolordu.

kostantıniyye

  • İslâm dünyasında İstanbul için kullanılmış isimlerden biri.

kötü arkadaş

  • İnsanın dînini, îmânını, edebini, hayâsını ahlâkını bozan, dünyâ ve âhiret seâdetini kaybettiren arkadaş.

koy

  • Küçük körfez. Karanın içine girmiş, rüzgârdan saklı deniz parçası. Deniz koyuna benzer, çevresi mahfuz yer. Köşe, bucak.

kritik

  • yun. Tenkid. Sıkışık durum, sıkıntılı.
  • Tıb: Hastalığın en kötü zamanı.

kubbe altı

  • Tar: Topkapı Sarayı'nda başta sadrazam olmak üzere devlet adamlarının ve vezirlerin toplanıp devlet işlerini görüştükleri yer.

kubbe-i kanek

  • Ağzın tavanı. Damak.

kübra

  • (Ekber'in müennesi) Büyük, daha büyük, en büyük.
  • Man: İkinci kaziye (İkinci önerme). Yâni, hadd-i ekberin bulunduğu cümle.

kübreviyye

  • Evliyânın büyüklerinden Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Yaptığı bütün münâzaralarda gâlib geldiği için kübrâ (büyük) lakabıyla meşhur olmasından dolayı, bu yola Kübreviyye denmiştir.

küçük havuz

  • Hanefî mezhebine göre alanı yirmi beş metrekâreyi bulmayan havuz.

kuddise sirruh

  • Daha çok Allahü teâlânın sevdiği kullar olan evliyâdan birinin ismi anılınca veya yazılınca, onun sırrı (içi) temiz ve mübârek olsun mânâsına söylenen veya yazılan duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki kişi için "Kuddise Sirruhümâ" ikiden çok için "Kuddi se sirruhüm" denir.

kuddise sirruhu / kuddise sirruhû

  • İlâhî hikmetten öğrendiği sırlar mübarek ve pak olsun anlamında, büyük veliler için kullanılan bir hürmet ifadesi.

kuddise sırruhu'l-ali / kuddise sırruhu'l-âlî

  • Yüce sırrı mübarek ve temiz olsun; büyük veliler için kullanılır.

kuddus / kuddûs

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Azamet ve celâline, büyüklüğüne lâyık olmayan, noksanlık ve eksiklik getiren şeylerden, his organlarının anladığı, hayâl gücünün hayâl ettiği, hâtıra gelen ve düşünülebilen her türlü vasıftan ve özellikten münezzeh, pâk ve temiz olan.

kudret

  • Güç, güçlü olma.
  • Allahü teâlânın sıfat-ı sübûtiyyesinden biri. Allahü teâlânın her şeye gücünün yetmesi.
  • Kullara âit sınırlı olan güç, kuvvet.

kudret-i nuraniye-i ezeliye / kudret-i nurâniye-i ezeliye

  • Nuranî ve ezelî olan kudret.

kudumiyye

  • Uzak yoldan gelen bir büyük zâta, oranın halkı tarafından takdim edilen hediye.
  • Edb: Böyle bir vaziyetten dolayı yazılan kaside.

küduret / küdûret / كدورت

  • (Keder. den) Bulanıklık.
  • Koyuluk, kesiflik.
  • Kaygı. Tasa. Kederlilik.
  • Bulanıklık.
  • Bulanıklık. (Arapça)
  • Tasa. (Arapça)

küduretli / küdûretli

  • Bulanık, yoğun.
  • Bulanık.

kuduri / kudurî

  • (Hi: 362 - 428) Bağdadlıdır. Ahmed İbn-i Muhammed Bağdâdi diye de anılır. Hanefi fıkıh âlimlerindendir. Bu zatın, fıkha dâir meşhur kitabının ismi de Kudurî'dir.

kufe / kûfe

  • Küfe. Dayanıklı ve kaba büyükçe sepet. (Farsça)

küfr

  • Örtmek; hakkı örtmek, kapamak, Hakk'ı inkâr etmek. Dinde bilinmesi ve inanılması zarûrî olan şeyleri ve ahkâm-ı şer'iyyeden (dînî hükümlerden) tevâtüren (kesin olarak) bildirilenleri inkâr etmek ve dinden olduğu herkesçe bilinen bir şeyi kabûl etmemek.

küfr-i cehli / küfr-i cehlî

  • İşitmediği, düşünmediği için, Allahü teâlâya ve inanılması lâzım olan şeylere inanmamak.

küfr-i cühudi / küfr-i cühûdî

  • Allahü teâlâya, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş, inanılması lâzım olan şeylere inanmamakta bilerek inâd etmek.

küfr-i inkari / küfr-i inkârî

  • Aslâ Cenab-ı Hakk'ı tanımayıp, İslâmiyet hakikatlarını ikrar ve tasdik etmemektir.

küfr-i mutlak

  • Hiç bir imâni hükmü olmamak, dine âit hiç bir hakikatı, Allah'ın varlığına âit hiç bir delili kabul etmemek. İhsan ve inayet-i İlâhiyyeye karşı şükür etmiyerek fiilen ve kavlen inkâr etmek. ("Neuzü billâh" dine söğmek gibi) Küfr-ü icabettiren bazı çirkin sözlere de "küfür" denilmiştir.

küfr-i nifaki / küfr-i nifakî

  • Dil ile imanı ikrar edip kalb ile itikad etmemektir.

küfran-ı nimet / küfrân-ı nîmet

  • Nîmete nankörlük etmek. Nîmeti kullanırken, nîmetin sâhibini unutmak. Allahü teâlâya verdiği nîmet ile âsî olmak yâni nîmeti yerinde kullanmamak.

kühen

  • Eski, zamanı geçmiş. Demode olmuş. Yıpranmış. (Farsça)

kühulet

  • Orta yaşlılık. (35-40 yaş arası) Olgunluk çağı. Bazılarına göre: Yirmibir ile altmış yaşa kadar olan insanın hayat devresi. Veya otuz ile elli arası.

kulleteyn

  • Eni boyu ve derinliği altmışar santimetre veya çapı 48, derinliği 96 santimetre olan bir küp veya silindir şeklindeki havuz veya 500 rıtl yâni 220 kg su.

külli / küllî

  • Külle mensub. Cüz'iyat ve ferdlerden meydana gelmiş olan. Umumi, bütün.
  • Çok, ziyade, fazla.
  • Man: İnsan dediğimiz zaman küll'ü ve küllîyi ifade etmiş oluyoruz. İnsanın eli, ayağı, kolu, gözü dersek cüz' ve cüz'îyi ifade etmiş oluruz. Dünya denilirse küll; dünyanın karaları, kı

külli irade / küllî irâde

  • Allahü teâlânın başlangıcı ve sonu olmayan irâde (dileme) sıfatı.

külliye

  • (Külliyet) Bütünlük, umumilik, genellik.
  • Bolluk, çokluk, ziyadelik.
  • Tar: Osmanlı İmparatorluğu zamanında Arap vilâyetlerinde bazı medreselere, üniversite karşılığı verilen ad.

kültür

  • Bir milletin maddî ve mânevî varlıkları, yaşayış ve davranış şekli, kazanılan genel bilgi.

kulub-u nuraniye aktabı / kulûb-u nuraniye aktâbı

  • Nuranî kalp sahiplerinin kutupları, en önde gelenleri—velilerin ileri gelenleri gibi.

kulüp / قُلُوبْ

  • Yalnız üye olanların girebildikleri belli gayelerle toplanılan yer.

kumandan-ı ferd

  • Bütün varlık âleminin tek kumandanı.

kumar

  • Para vs. karşılığında oynanılan oyun. Meşru bir ihtiyacın karşılanması için bir çalışma sonucu olmadan piyango ve şans oyunları gibi haram yollarla kazanç elde etmektir. Dinimizde böyle oyunların her türlüsü haramdır.

kumme

  • Arslanın, ağzı ile aldığı şey.

kümter

  • (Çoğulu: Kemâtir) Kısa boylu kaba adam.
  • Yabani eşek. Vahşi hımar.

kümun

  • Pusulanıp gizlenmek.
  • Tıb: Gözde "gümne" denilen bir dumanlı hastalık görünmesi.

kün emri

  • Allahü teâlânın yaratmayı dilediği şeylere "Ol!" emri.

künam

  • Kuş yuvası. (Farsça)
  • Hayvan ini. (Farsça)
  • İnsanın rahat edip dinleneceği yer. (Farsça)

künat

  • (Tekili: Kâni) Kinâyeciler. Kinâye söyliyenler.

künbül

  • Sağlam, dayanıklı, sert, katı.

kündür

  • (Çoğulu: Kenadir) "Günlük" denilen nesne.
  • Şişman ve kısa boylu kimse.
  • Vahşi hımar, yabani eşek.
  • Büyük çuval.

künnes

  • (Tekili: Kânis) Yuvasında ve yatağında olan geyikler.
  • Gündüzün gizlenen, gece görünen seyyar yıldızlar.

kunut

  • Yatsı veya sabah namazlarında ayakta okunan duâ. İbadet. Duâ. Taat. Şükür eylemek.
  • Namazda dünya kelâmından imsak eylemek, yani kendini tutup konuşmamak.

kur'an

  • Allah (C.C.) tarafından Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma Cebrâil Aleyhisselâm vâsıtası ile (yâni vahiyle) gönderilen ve beşeriyetin bütün saadet düsturlarını hâvi en mukaddes ve en son kitâb-ı semâvidir. Din ve dünyanın nizâmını en iyi şekilde bildirir, kâinatın neden ve niçin yaratıldığ

kur'an-ı ezher / kur'ân-ı ezher

  • Parlak Kur'ân (ayrıca burada Kur'ân, insanlığın bütün kabiliyet ve donanımının gelişmesine hitap ettiği için evrensel üniversite anlamında Ezher Üniversitesine benzetilmiş de olabilir.).

kur'an-ı kerim / kur'ân-ı kerîm

  • Allahü teâlânın Cebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla Muhammed aleyhisselâma yirmi üç senede Arabça olarak indirdiği, bize kadar ilk nâzil olduğu şekilde tevâtürle, yalan söylemeleri mümkün olmayan üstün vasıflı insanların bildirmeleri ile gelen ve mushaf larda yazılı olup, okunması ile ibâdet edilen, hi

kurb

  • Yakınlık. Yakında oluş. Yakın olmak. Yakınlık kazanmak. (Zamanda, mekânda, nisbette, hatvede ve kuvvette kullanılır.)
  • Tıb: Böğür. Karnın yumuşaklığına kadar olan yer.

kurbiyet-i ilahiye / kurbiyet-i ilâhiye

  • İnsanın Allah'a olan yakınlığı.

kurbiyet-i zaman / قُرْبِيَتِ زَمَانْ

  • Zamanın yakınlığı.

küreviyet-i arz

  • Dünyanın yuvarlaklığı, küresel oluşu.

küreyvat-ı hamra

  • Kırmızı kan kürecikleri. Kana kırmızı rengini veren, çekirdeksiz, yuvarlak, küçük hücrecikler olup kanın her mm.küpünde beş milyon kadar bulunurlar, beden hücrelerine erzak dağıtırlar ve bir kanun-u İlâhî ile hücrelere erzak yetiştirirler. (Tüccar ve erzak memurları gibi)

kurra-i seb'a / kurrâ-i seb'a

  • Allahü teâlânın kelâmı olan Kur'ân-ı kerîmin kırâatini (okunuşunu) Peygamberimizin okuduğu gibi bildiren yedi büyük kırâat âlimi.

kürsi / kürsî

  • Allahü teâlânın azameti, kudreti ve büyüklüğünü gösteren ve Arşın altında olduğu bildirilen Allahü teâlânın yarattığı en büyük varlıklardan biri.

kürsüf

  • Evlenmemiş (bâkire) kızların yalnız hayz zamânında, evli veya dul kadınların ise her zaman, edep yerine koydukları ve koku sürdükleri bez veya saf nebâtî pamuk.

kurun-u ula / kurun-u ulâ

  • Eski Roma Devleti'nin ikiye ayrılması zamanına kadar olan eski devir. İlk çağ.

küş

  • "Öldüren, öldürücü" mânalarına gelerek tamlama yapmada kullanılır. Meselâ: Düşman-küş: Düşman öldüren. (Farsça)

küşa

  • "Açan, açıcı" mânâlarına gelerek tamlama yapımında kullanılır. Meselâ: Dil-küşâ : Gönül açan, gönül açıcı, ferahlık veren. (Farsça)

kuşe-i ferag

  • İnsanın, herşeyden feragat edip çekildiği köşe.

kuslub

  • Kuvvetli, dayanıklı, sağlam.

kuşluk vakti

  • Orucun başlaması (imsak) ile güneşin batması arasındaki zamânın ilk dörtte biri geçince başlayan ve güneşin zeval (tepe) noktasına ulaşmasından, bir müddet öncesine kadar devâm eden vakit, duhâ vakti.

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

kutb

  • (Kutub) Dünyanın şimâl veya cenub uçları. (Güney ve kuzey taraflarının son kısımları.)
  • Elektrik cereyânını meydana getiren veya mıknatısın uçlarından her biri.
  • Dini bir meslek veya grubun başı. Bir çok müslümanların kendisine bağlandıkları azim ve büyük evliyaullahtan zamanın

kutb-ı arifin / kutb-ı ârifîn

  • Ârif denilen evliyânın başı, en büyüğü, yüksek ilimler sâhibi.

kutb-u azam / kutb-u âzam

  • En büyük kutup; birçok Müslüman'ın kendisine bağlandıkları büyük evliyadan zamanın en büyük mürşidi.

kutb-u iman

  • İmanın kutbu.

kutb-u imani / kutb-u imanî

  • İmanın kutbu, esası.

kutb-ül-aktab / kutb-ül-aktâb

  • Âlemin nizâmı ile alâkalanan, bolluk, kıtlık, sağlık-hastalık, barış-savaş, rızık, yağmur ve benzeri olaylarla vazîfeli kılınan ricâl-i gayb yâni herkesin tanımadığı zâtların reisi. Emrinde üçler, yediler, kırklar... denilen yine bu işlerle vazîfeli seçilmiş kimseler bulunur.

kutb-uz zaman

  • Zamanın en ileri gelen ve en büyük ârif ve mürşidi.

kutbuazam / kutbuâzam

  • En büyük kutub, zamanın en büyük velîsi.

kütfane

  • (Çoğulu: Kütfân-Ketâyif) Çekirgenin evvel kanatlanıp uçanı.

kütle-i azim / kütle-i azîm

  • Büyük kütle (yani, büyük halk kitlelerinden meydana gelen topluluk).

kutr

  • Taraf. Canib.
  • Nahiye. Mahal. Arzın veya semânın bir ciheti.
  • Çap.
  • Bölük. Bölge.
  • Geo: Dairenin merkezinden geçip onu iki müsavi kısma bölen doğru parçası, çap.

kütt

  • Malı kazanıp yığan kimse.

küvet

  • Leğen olarak kullanılan kapların umumi adı. (Fransızca)

küvr

  • (Çoğulu: Ekvâr-Ekvür-Kirân) Deve palanı.
  • İz.
  • Ateş yakacak yer.
  • Arı kovanı.

küvvare

  • (Çoğulu: Küvvârât) Arı kovanı.

kuvve-i an-il-merkeziye

  • Merkezkaç kuvvet. Cisimlerin kendi mihveri üzerine hareketi zamanında merkezinde hâsıl olan kuvvete denilir. Merkezde dönen bir tekerleğin etrafında yapışık veyahut üstünde taşıdığı cisimlerin etrafa yayılıp dağılmasıyla bu kuvvetin mevcudiyyeti anlaşılır.

kuvve-i behimiye / kuvve-i behîmiye

  • Hayvânî güç, duygu.

kuvve-i beşeriye

  • İnsanî güç, kapasite.

kuvve-i cazibe / kuvve-i câzibe

  • Kendine çekici kuvvet. Dünyanın câzibe, yani çekme kuvveti.

kuvve-i ile-l merkeziye

  • Muhitten (etraftan) merkeze doğru gelen çekme kuvveti. (Kuvve-i anil-merkeziyenin zıddıdır.)

kuvve-i kudsiye

  • Evliyâ kuvveti. Cenab-ı Hakk'ın yardımına mazhar olan kuvvet. Hakaik-ı imâniye ve Kur'aniyeyi gayet ince ve derin bir firaset ve dirayetle anlayabilme kuvveti.

kuvve-i maneviye-i imaniye / kuvve-i mâneviye-i imaniye

  • İmanın mânevî kuvveti.

kuvve-i mümeyyize

  • İnsanın iç âleminde hissedilenleri birbirinden ayırdetme kudreti.
  • Hayır ve şerri anlayıp ayıran bir duygu ve kuvvet.

kuvve-i şeheviye ve gadabiye

  • Şehvet ve öfke duyguları; insanı dünya zevklerini elde etmeye ve zararlı şeyleri defetmeye sevkeden duygular.

kuvve-i şeheviye-i behimiye / kuvve-i şeheviye-i behîmiye

  • Hayvanî şehvet duygu.

kuvvet ve vüs'at-i iman

  • İmanın kuvveti ve genişliği.

kuvvet-i ihlas / kuvvet-i ihlâs

  • İbadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetmeyle elde edilen kuvvet.

kuyud-u ihtiraziye / kuyûd-u ihtiraziye

  • Bazı hakların kullanılabilmesi için öne sürülen şartlar ve çekinceler; tedbir ve çekince kayıtları.

la / lâ

  • Arabçada kelimenin başında nefy edatı'dır. Cevap yerine veya yersiz inkârda kullanılır. "Yoktur, değildir" gibi. Mâzi fiilinin evvelinde bulunan Lâ, duâiye olur. Lâ zâle sıhhatehu: "Sıhhati zâil olmasın" sözündeki gibi.
  • Harf-i atıf da olur. Ve mâba'dını makabline nefyen rabt eder ve

la ve neam / lâ ve neam

  • Hayır ve evet. (Daha çok, hiçbir fikir beyan edilmediği zamanlar kullanılır.)

la'net

  • Bedduâ; bir kimsenin kötülüğünü, Allahü teâlânın af ve merhametinden mahrum olmasını, ihânet edenlerin veya kötülüklerin gerektiği cezâya çarptırılmasını istemek.

laalle

  • Arabçada olması mümkün şeyler için kullanılır. Ola ki, umulur, ümid edilir, umulur ki mânâlarınadır. Ümide veya endişeye delâlet eder.

lafz-ı am / lafz-ı âm

  • Gayr-ı mahsur, yani sayısız müsemmaları ihata ve aynı cinsten bir çok fertlere birden delâlet eyliyen lâfızdır. Kavim, cemaat, nisa.. gibi.

lafz-ı muhtemel

  • Huk: İki veya daha ziyade mânâya hamli mümkün bulunan sözdür ki, hangi mânânın kast olunduğu mücerred rey ile değil; deliller ve karineler ile tayin olunur.

lafz-ı zahir / lafz-ı zâhir

  • İbaresi işitilmekle ancak bilinen, yâni söyleyenin maksadı düşünülmeye muhtaç olmadan derhal mânâsı anlaşılan sözdür. Bunun zıddına hafi denir.

lahc

  • Dar olmak.
  • Bir nesne, kabında paslanıp çıkmamak.

lahn

  • Hatâ etmek, doğrudan sapmak. Çoğulu elhândır.
  • Tecvîd ilminde, tecvîd kâidelerine uymamaktan doğan okuyuş hatâsı. Fıkıh kitablarında namaz kılanın namazın farzlarından olan kırâette yaptığı hatâ zelletül-kârî adı altında incelenmiştir.
  • Tegannî, sesi mûsikî perdelerine uydurmak için, mâ

lahut

  • İlâhî âlem. Uluhiyet âlemi. Ruhanî, manevî alem.

lahuti / lahutî

  • Uluhiyet âlemine mensub ve müteallik olan. Sır âlemi. Gaybî âleme ait. Ruhanî âlemle alâkalı.

laik

  • Dine istinad etmeyen. Ruhanî olmayan kimse. Dini olmayan şey. Dinî olmayan fikir, dinî olmayan müessese, sistem veya prensip. Devleti dinî esas ve hükümler ile idare etmeyen sistem. Temel esasların ve kanunların menşeini ve teşri'de (kanun yapmakta) hareket noktasını ve değer ölçüsünü dine isnad etm (Fransızca)

lain / laîn

  • Lânet edilmiş, kovulmuş. Allahü teâlânın rahmetinden mahrum olan şeytân.

lakinne / lâkinne

  • İstidrak edatıdır. İdrak istemek, anlamak istemek edatıdır ve bulunduğu kelimede bir şeyin anlamak istendiğini bildirir. Evvelki sözden neş'et eden bir tevehhümü kaldırmak için kullanılır.

lala

  • Osmanlı İmparatorluğu zamanında sadrazamlar hakkında "Atabek" karşılığı olarak kullanılan bir tâbir olduğu gibi, şehzâdelerin mürebbilerine de bu ad verilirdi. (Farsça)
  • Saraya alınan acemilerin terbiyesine memur edilenler. (Farsça)
  • Eskiden büyük memurlarla zenginler de çocuklarının terbiyesine (Farsça)

lam-ut-takviye / lâm-ut-takviye

  • Takviye lam'ı. Bu harf Arabçada ve yerine ve mânâsına da kullanılır.

lando

  • Üstü önden ve arkadan açılıp kapanır, körüklü, geniş araba nevilerinden biridir. Halk arasında "Landon" şeklinde telâffuz edilen bu araba, fayton ve kupalara nazaran daha ağır ve gösterişli idi. (Fransızca)

laşe / lâşe

  • Leş. Kendiliğinden ölmüş veya İslâmiyet'in emrine uygun olmayarak kesilmiş veya öldürülmüş hayvan ve böyle hayvanın eti.

latif / latîf

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından. Lütf ve ihsân edici, dâimâ güzel muâmelede bulunan.
  • Yumuşak, hoş, güzel, nâzik. Âdem oğlu aç gözünü, yeryüzüne kıl bir nazar, Gör bu latîf çiçekleri, hangi kuvvet yapar, bozar.
  • Gözle görülmeyen.

latife / lâtife

  • Hoş söz. Şaka. Mizah. Söz ile iltifat. İnsanın çok ince ve hassas olup kalbe bağlı bir duygusu. (Mukabili ciddiyettir)
  • Duygu, his; insanın mânevi yapısında bulunan ince duygular.

latife-i rabbaniye

  • İnsanın kalbine bağlı ve bütün duygularının sultanı olan ince bir duygudur ki, İlâhî hakikatlar onunla hissedilip zevkedilir.

latin

  • Eski Roma civarında iken sonradan genişleyen ve devlet kuran eski bir kavim ismidir.
  • Eski Roma.
  • Şarkta Katolik mezhebinden olanın ismi.

latince / lâtince

  • Latin harflerinin kullanıldığı dil.

layuhti / lâyuhtî

  • Hatasız, yanlışsız, yanılgısız.
  • Hatâsız, hatâ işlemez. Yanılmaz.

layutak / lâyutak

  • Güç yetmez. Dayanılmaz. Takat yetmez. Çekilmez.

lazımın lazımı / lâzımın lâzımı

  • Lâzımdan ayrı düşünülemeyen ve lâzımdan da önce gelen şey; meselâ Kur'ân için kutsallık, yani Kur'ân'ın Cenâb-ı Hakkın kelâmı olması.

lazistan

  • Lazlar'ın oturduğu bölge olan Rize dolayları. Osmanlı İmparatorluğu zamanında Rize sancağına verilen ad.

lazlaza

  • Yılanın deprenmesi.

lebbeyk

  • Hac, umre veya her ikisini yapmak üzere niyyet ederken yâni ihrâma girerken başlayıp, Mina'da Cemre-i akabede (büyük cemrede) şeytan taşlanırken atılan ilk taşla söylemesi son bulan mübârek sözler: Lebbeyk Allahümme lebbeyk, lebbeyk lâ şerîke leke lebbeyk innelhamde venni'mete leke vel-mülke

lebsan

  • Hardala benzer bir ot.
  • Yabani hardal.

leda

  • Sırasında, yapıldığında (mânâsına kullanılır).
  • Yan, nezd.

lede-l-hace / lede-l-hâce

  • İhtiyaç görüldüğü zaman. Hacet ânında.

lede-l-ihtiyaç

  • İhtiyaç halinde. Hacet ânında.

lede-l-müzakere

  • Müzakere anında, konuşma sırasında.

ledeyk

  • Senin yanında. Senin indinde.

ledüd

  • (Çoğulu: Elidde) Hastanın ağzına dökülen ilâç.
  • Çok husumet, şiddetli düşmanlık.

ledün

  • İnd kelimesi gibi, zaman ve mekân zarfıdır.Hel-i istifhâmiye mânasına geldiği de vaki'dir. Kamus Müellifine göre ledün ile leda, aynı şeydir. Başkaları ise tefrik etmişlerdir. Demişlerdir ki: Ledün kelimesi zaman ve mekânın evvel ve ibtidasından muteberdir. Onun için ekseri harf-i cer olan "min" kel

ledünn

  • (İlm-i ledünn) Garib bir ilim ismidir. Ona vakıf olan, mesturat ve hafâyayı, gizlilikleri münkeşif bir halde göreceği gibi, esrar-ı İlâhiyyeye de ıttıla' kesbeder. Bu ilm-i şerifin hocası ve sultanı Fahr-i Kâinat Aleyhi Ekmelüttahiyyât vessalâvât Efendimiz Hz. leridir. Bu ilmin ehli ise, Enbiyâ-ı iz

ledünni ilmi / ledünnî ilmi

  • Allahü teâlânın vergisi, ihsânı olan mânevî ilim.

lehfan

  • Kalbi yanık, hasret çeken. Özleyen.

lehiv

  • (Lehv) Günahlı, şehevi, nefsâni meşguliyet. Kadınla yabancı erkeğin oynaması.
  • Eğlence, oyun.

lehviyyat

  • (Tekili: Lehv) Lehivler, kadınlı erkekli haram eğlenceler, oyunlar. Nefsanî gayr-i meşru oyun ve eğlenceler. (Farsça)

lemeat-ı meşveret / lemeât-ı meşveret

  • Fikir alışverişi yapmanın parıltıları.

lenf

  • (Lenfâ) Tıb: İnce damarların içinde dolaşan beyaz kan. Kanın esasını teşkil eden sıvı.
  • Eski tıbba göre; ahlât-ı erbaa'dan birisi.

leng

  • Topal, aksak. Yolcuların bir yerde iki gün kalması. (Farsça)
  • Tenasül organı. (Farsça)

leşker-i dua / leşker-i duâ

  • Duâ ordusu. Sıkıntı ve darda kalan müslümanlara duâları ile yardımda bulunan Allahü teâlânın sevgili kulları, sâlih müslümanlar, velîler topluluğu.

leşker-i gaza / leşker-i gazâ

  • Gazâ ordusu, savaşan askerler. Allahü teâlânın rızâsı için O'nun dînini yaymak, din, nâmus ve vatanlarını korumak için düşmanla savaşan müslümanlar.

letac

  • Vahşi sığır, yabani sığır.

letafet

  • Hoşluk, lâtiflik.
  • Cisimden alâkayı kesip bir nevi nurâniyet kesbetmek.
  • Güzellik, nezaket, yumuşaklık, hafiflik.

letaif / letâif

  • Lâtifeler; insanın mânevî yapısındaki ince duygulardan herbiri.

letaif-i beşer / letâif-i beşer

  • İnsanın lâtileferi; insanın yapısındaki duyular ve duygular.

lev'a

  • (Çoğulu: Leveât) Gönül acısı, kalb acısı. Yürek yanıklığı.

lev'a-i kalb

  • İç yanıklığı, gönül acısı.

levazım

  • İhtiyaç maddeleri. Lüzumlu madde.
  • Ask: Silâhlı kuvvetlerin yiyecek ve giyecek maddelerini, silâh ve cephane dışında kalan çeşitli araç ve ihtiyaçlarını ifade etmek üzere kullanılan umumi tabirdir.

levazımat-ı arziye

  • Dünyanın ihtiyaçları, dünyevî ihtiyaçlar.

leveat

  • (Tekili: Lev'a) Sevgiden ve mecazî aşktan gelen iç yanıklıkları. Yürekten gelen acılar.

levh-i kaza ve kader / levh-i kazâ ve kader

  • Kader ve kazanın levhası, yani: Olmuş ve olacak her bir şeyin ilm-i İlâhîdeki vücudları; yani, ilmen mevcudiyyetleri.

levh-i mahfuz / levh-i mahfûz

  • Her şeyin hayatının ind-i İlâhîde yazılması. İlm-i İlâhînin bir ünvanı.
  • Allah yanında her şeyin yazılı bulunduğu manevî levha.

levh-ül-mahfuz / levh-ül-mahfûz

  • Korunmuş levha; Allahü teâlânın takdir ettiği her şeyin yazılı bulunduğu, nasıl olduğu bizce bilinmeyen ve her türlü te'sirden korunmuş levha.

levha

  • Üzerinde yazı veya resim bulunan, duvara asılacak kâğıt.
  • Bir sayfanın üzerindeki kalın yazı.

levha-i imaniye

  • Üzerinde imanî bilgiler yazılan tablo.

levm-i laim / levm-i lâim

  • Çekiştiricinin, kınayanın kınaması.

levs-i fani / levs-i fâni

  • Gelip geçici murdarlık, pislik. Dünyanın fâni, faydasız eğlenceleri.
  • Dünyanın geçici işleri, eğlenceleri.

leyla / leylâ

  • Çok karanlık gece.
  • Arabi ayların son gecesi.
  • Leylâ ile Mecnun hikâyesinin kadın kahramânı.
  • Leylâ ile Mecnun hikâyesinin kadın kahramanı.

leyla-yı zaman / leylâ-yı zaman

  • Zamanın Leylâ'sı, çağın Leylâ'sı.

leyle-i erbaa

  • Haftanın dördüncü gecesi olan çarşamba gecesi.

leys

  • Adem. Yokluk. Gayr-ı mevcud. (Bunun aslı "lâyese" idi. Yâ'yı tahfif için "leyse" oldu.) Hükemâlar arasında "eys" vücud, "leys" adem mânâsında kullanılmıştır.
  • Gaflet.
  • Bahâdırlık, kahramanlık.
  • Yük çekici olmak.

leyte

  • "Keşke olsa idi. Ne olaydı" meâlinde olan huruf-u müşebbeh bir fiildir. İsimlerini nasbeder, (yâni, üstün okutur), haberini ref'eder (yâni ötre okutur).

leyyin-ül canib / leyyin-ül cânib

  • Görüşülmesi kolay, mütevâzi, kibirsiz kimse. Kanı sıcak insan.

lezc

  • Yapıştırma. Yapışmak. Sıvanıp yapışmak.

lezk

  • Yaranın iyileşmesi, onulması.

lezzet-i hürriyet

  • Hür olmanın verdiği lezzet.

lezzet-i ma'rifet / لَذَّتِ مَعْرِفَتْ

  • (Allah'ı) tanımanın lezzeti.

lezzet-i ruhaniye / lezzet-i ruhânîye

  • Ruhânî lezzet ve zevk, ruhun aldığı lezzet.

lezzet-i şeytaniye

  • Şeytanî lezzet ve zevk.

lian / liân

  • Lânetleşmek, erkeğin zevcesini (hanımını) zinâ etmekle suçlaması veya bu çocuk benden değildir demesi hâlinde dört şâhid getiremezse, zevcenin isteği üzerine eşlerin hâkim huzûruna çağrılarak usûlüne uygun (âyet-i kerîmedeki bildirildiği şekilde) kar şılıklı yemîn etmeleri ve lânetleşmeleri. Buna mu

liff

  • (Çoğulu: Elfâf) Sıklığından yanındaki ağaca girmiş ve dolaşmış olan ağaç.

likam

  • Hayvanın ağzına takılan gem. Dizgin. (Farsça)

lıkve

  • Cimanın evvelinde gebe olan kadın.
  • Tez yüklü olan deve.
  • Kova.

lillahi şehidün / lillâhi şehîdün

  • "Allah'a şahittir" (buradaki "şehîdün" erkekler için kullanılır).

lisan-ı adat ve ef'al / lisân-ı âdât ve ef'âl

  • Yaygın olan âdet ve davranışların dili.

lisan-ı edeb

  • Edeb ve edebiyât dili, lisânı.

lisan-ı hal / lisân-ı hâl

  • Hal ve davranış dili.

lisan-ı nahvi / lisan-ı nahvî

  • Arapçanın bir vasfı; intizam ve kaidelere, düsturlara bağlı belâgatlı dil.

lisan-ı tesbih

  • Allah'ı tesbih eden, şânına lâyık ifadelerle anan dil.

lisans

  • Herhangi bir mevzuda verilen izin. Müsaade belgesi. (Fransızca)
  • Üniversite tahsili tamamlanınca alınan diploma. (Fransızca)
  • Bir sporcunun resmi yarışmalara katılabilmesi için spor federasyonu tarafından kendisine verilen kayıt fişi veya kimlik kartı. (Fransızca)
  • İthal veya ihracı serbest bırakılmayarak (Fransızca)

lisanullah

  • Allahın lisânı. Kur'an-ı Kerim.

liva-i hamd / livâ-i hamd

  • Hamd (şükür) sancağı. Kıyâmet gününde, canlılar dirilip, Arasat meydanında toplanınca, Allahü teâlâ tarafından Peygamber efendimize ihsân edilecek olan ve altında bütün inananların toplanacağı sancak-ı şerîf.

lokman hakim / lokman hakîm

  • Allahü teâlâ tarafından kendisine ilim ve hikmet; akıl, anlayış, idrâk verilen peygamber veya velî. Kur'ân-ı kerîmde ismi zikr edildi. Dâvûd aleyhisselâm zamânında Arabistan Yarımadası'nın Umman taraflarında yaşadı. Uzun bir ömür yaşadıktan sonra ibâ det hâlindeyken Kudüs ile Remle arasında vefât et

lokman hekim / lokman hekîm

  • Kur'an-ı Kerim'de ismi geçen büyük zatlardan olup öğütleri ve ahlâkî, tıbbî sözleri ile tanınmıştır. Peygamber Davud (A.S.) zamanında yaşadığı rivayet edilmektedir. Peygamber veya veli olduğu hususunda ihtilaf vardır.

lügnun

  • (Çoğulu: Leganin) Çene ile boyun arasındaki et.

lühve

  • (Çoğulu: Lühâ-Lühât) Değirmencinin, eliyle değirmenin ağzına döktüğü tane. (Daha çok hediye, atâ ve hibe mânasına kullanılmıştır.)

luka incili / luka incîli

  • Meşhûr dört İncîl'den biri. Antakyalı papas Luka tarafından yazıldığı için bu ad verilmiştir. Şimdi elde bulunan İncîllerin en yanlış olanıdır.

lükk

  • Nar ağacına benzer bir hindi ağacının zamkı.
  • Kılıç ve bıçak saplarını berkitmekte kullanılan meşhur bir nesne.

lümme

  • Kalpte şeytanın iş gördüğü yer.

lümme-i şeytani / lümme-i şeytanî

  • Şeytanın verdiği kalpteki kuruntu, vesvese yeri.

lümme-i şeytaniye / lümme-i şeytâniye

  • Kalpte şeytanın vesvese verdiği yer.
  • Şeytanın vesvesesi. Şeytanın verdiği kuruntu.

lut aleyhisselam / lût aleyhisselâm

  • Kur'ân-ı kerîmde ismi bildirilen peygamberlerden. Bugün Ürdün ile Filistin arasında bulunan Lût gölü yanındaki Sedûm şehri halkına peygamber olarak gönderildi. İnsanlara İbrâhim aleyhisselâmın dînini tebliğ etti.

lütf u fazl-ı ilahi / lütf u fazl-ı ilâhî

  • Allah'ın ikramı, ihsanı, yardımı.

lutf-i ilahi / lutf-i ilâhî

  • Allah'ın ihsanı.

lutf-u dest-i manevi / lûtf-u dest-i mânevi

  • Mânevî elin bağışı, ihsanı.

lutf-u hak / lûtf-u hak

  • Herşeyi hakkıyla yaratan, varlığı hak olan ve her hakkın sahibi olan Allah'ın ihsanı, yardımı.

lütf-u ilahi / lütf-u ilâhî

  • Allah'ın lütfu, ihsanı, yardımı.

lutf-u merhamet / lûtf-u merhamet

  • Merhametin lütfu, ikram ve ihsanı.

lütf-u rabbani / lütf-u rabbânî

  • Herbir varlığa muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın ihsanı, bağışı.

lutf-u yezdan / lûtf-u yezdân

  • Allah'ın lütfû, yardım ve ihsanı.

lütf-u yezdan

  • Cenab-ı Allah'ın lütfu, ihsanı.

lütf-ü yezdan

  • Cenâb-ı Hakkın lütfu, ihsanı.

lüüme

  • Öküz.
  • Çiftçilikte kullanılan bazı âletler.

ma'den

  • Maden.
  • Bir haslet veya hususiyetin kaynağı.
  • Herşeyin aslî mekânı, menbâ ve me'hazı olan yer.
  • Toprak, taş, kum gibi maddelerle karışık demir vesairelerin vaziyetlerine de maden denir.

ma'kusen mütenasib

  • Mat: Tersine olan müvâzene. Yâni, birbirine nisbet edilen iki şeyden, biri çoğaldığı oranda diğerinin eksilmesi veya birinin azaldığı nisbetinde diğerinin çoğalması. Ters orantılı.

ma'na-yı mecazi / ma'nâ-yı mecâzî / مَعْنَايِ مَجَاز۪ي

  • Asıl ma'nânın dışında kullanılan ma'nâ.
  • Sözün gerçek manasının dışında kullanılması.

ma'nevi hastalık / ma'nevî hastalık

  • Kalbe gelen yanlış îtikâd (inanç); insanın doğruyu, gerçeği görmesine mâni olan perde; îtikâdî bozukluk ve düşünce. Dünyâya ve haramlara düşkün olma; kibir ve riyâ gibi kalb hastalığı.

ma'nevi miras / ma'nevî mîrâs

  • Âlem-i emrdeki (gözle görülmeyen âlemdeki) şeyler yâni îmân, mârifet (tanıma, bilme), rüşd (doğru yolda olmak) gibi nîmetler (güzellikler, iyilikler).

ma'nevi temizlik / ma'nevî temizlik

  • İnsanın iç temizliği, kalb temizliği; kalbini her türlü bozuk inanış ve düşüncelerden fenâ huylardan arındırmak.

ma'reke / معركه

  • Muhârebe meydanı, çarpışma yeri.
  • Çarpışma. Kıtal. Cenk.
  • Savaş alanı. (Arapça)

ma'reke-i evham

  • Vehim ve asılsız kuruntuların çarpıştığı savaş alanı.

ma'rifet / مَعْرِفَتْ

  • Bilme, tanıma, gönülle bilme. Allahü teâlânın sıfatlarını ve isimlerini hakkıyla bilme, tanıma. Ma'rifetullah.
  • Tanıma.

ma'rifet-i ilahiye / ma'rifet-i ilâhiye / مَعْرِفَتِ اِلٰهِيَه

  • Allahı tanıma.

ma'rifet-i kamile / ma'rifet-i kâmile / مَعْرِفَتِ كَامِلَه

  • (Allahı) Kâmil bir imanla tanıma.

ma'rifet-i kudsiye / مَعْرِفَتِ قُدْسِيَه

  • Mukaddes tanıma.

ma'rifetullah

  • Masnuat-ı İlâhiyeyi ve Kur'âni hakikatleri tefekkür ve tahsil ile veya lütf-i İlâhi ile kalbi inkişâf ve basirete sâhib olmak. Esmâ-i İlâhiyyeyi tanımak. İlâhi hakikatlara vukufiyet. Her işte Allah rızâsına en uygun hareket tarzını bilip amel etmek.
  • Allah'ı tanıma, bilme.
  • Allahü teâlâyı tanıma, bilme.

ma'ruf / ma'rûf / مَعْرُوفْ

  • Bilinen, tanınmış. Belli, meşhur.
  • Şeriatın makbul kıldığı veya emrettiği.
  • Adl, ihsan, cud, tatlı dil, iyi muamele.
  • Tanınan.

ma'ruf-i cihan / ma'ruf-i cihân

  • Dünyaca tanınan ve meşhur. Cihânın bildiği.

ma'rufiyet

  • Ma'rufluk. Ünlülük, meşhurluk, tanınmışlık.

ma'siyyet

  • İtâatsizlik, isyân. Günâh olan işler, Allahü teâlânın beğenmediği şeyler; Allahü teâlânın emrettiği şeyi yapmamak veya yasak ettiğini yapmak, haramlar. Allahü teâlânın yasak ettiği şeyler, günahlar.

ma'şuk-u mecazi / ma'şûk-u mecâzî / مَعْشُوقُ مَجَاز۪ي

  • Hakîkî olmayan fânî sevgili.

ma-bihi-l-imtiyaz

  • Kendisi ile imtiyaz kazanılan şey.

ma-fevk

  • Üstünü. Üstün olanı.
  • Bir şeyin üstü, üst tarafı. Baş.

ma-hala

  • (Bir istisnâ edatıdır) Mâadâ mânasına gelir, kendinden sonraki kelimeyi nasb eder. (Allah'tan başka herşey fânidir) cümlesinde olduğu gibi.

ma-i istifhamiyye / mâ-i istifhamiyye

  • Sual için kullanılan kelimenin başında gelir. (Mâhâzâ: Bu nedir? Mâindek: Yanındaki nedir?) suallerinde olduğu gibi.

ma-i magsul / mâ-i magsul

  • (Mâ-i müsta'mel) Kullanılmış su.

ma-i mevsufe / mâ-i mevsufe

  • Şey mânasında nekre olup bir sıfattan evvel kullanılır. (Nazartu ilâ mâ mu'cebin leke: Sana hoş gelen şeye baktım) cümlesindeki gibi...Bazan da sıfatsız olur. (Ni'me-mâ: Ne güzeldir) (Meselen-mâ: Bir misâl olarak) kelimelerinde gördüğümüz gibi.

ma-i mükedder / mâ-i mükedder

  • Bulanık su.

ma-i müsta'mel / mâ-i müsta'mel

  • Kullanılmış su. Abdest ve guslde (boy abdestinde) yâhut kurbet olarak kullanılan su. Temiz fakat temizleyici değildir.

ma-i müstamel / mâ-i müstamel

  • Temiz olduğu halde temizleyici olmayan, kullanılmış olan sulardır.

ma-i mutlak / mâ-i mutlak

  • Yaratıldıkları hâl üzere olan yâni ismi yanında başka kelime söylenmeyen, yalnız su denilen sular.

maa

  • (Beraber) mânasında bir kelime olup, iki türlü kullanılır:1- İzafetle (tamlama hâlinde):a) Zarf olarak: (Celestü maa zeydin: Zeyd ile beraber oturdum)b) Sıla (cümlecik) olarak: (Musaddıkan lima maaküm: Sizdekini tasdik ederek)c) Haber olarak: (Vehüve maahüm: O, onlarla beraberdir.)2- İzafetsiz: Bu t

maab

  • Ayıp, eksiklik.
  • Ayıp şey, utanılacak nesne, ayıp yeri.

maada / mâadâ / ماعدا

  • Dışında, -den başka, başka, öte, yanı sıra. (Arapça)

maani-i beyaniye / maâni-i beyâniye

  • Beyân ve maânî ilimleri (beyân; teşbih, istiâre, mecaz, kinâye gibi konularından bahseder; maânî; sözün maksada uygunluğundan bahseder.).

maari / maarî

  • İnsanın daima çıplak kalan organ veya azası.

maarif / maârif

  • Marifetler, ilimler, tanımalar, eğitim.

maarif nazırı

  • Milli Eğitim Bakanı.

maarif vekili / maârif vekîli / مَعَارِفْ وَك۪يلِي

  • Milli Eğitim Bakanı.
  • Eğitim bakanı.

maarif-i ilahi / maarif-i ilâhî

  • Allah'ı tanıma yolunda elde edilen bilgiler.

maarif-i ilahiye / maârif-i ilâhiye

  • Allah'ı tanıma ilmi.

maarifi / maarifî

  • Eğitim ve öğretim alanıyla ilgili.

maaş

  • Kazanma yeri ve zamanı; dünya hayatı.

maavil

  • (Tekili: Mi'vel) Taş, kaya parçalamakta kullanılan sivri kazmalar.

mabeyninizde / mâbeyninizde

  • Aranızda.

madde

  • Zahir duygularla hissedilen, ruhâni olmayıp, ağırlığı olan, cismâni bulunan.
  • Asıl, esas, cevher, mâye.
  • Bend, fıkra, kısım.
  • İlm-i Kelâmda: His âzâmız üzerine bir takım muayyen ihtisâsât husule getiren veya getirebilen, her şey.
  • Tıb: Çıbanın içinde hasıl olan ya

madde-i esir

  • Kâinatı kapladığına inanılan ince madde.

madde-i hayvaniye

  • Hayvanî madde.

madde-i meşhure

  • Herkesçe eşyanın yapı taşı olarak bilinen unsur, madde, cisim.

madde-i musavvire

  • Tıb: Kanın küreciklerinden başka gıda maddesinden olup, azot ve sair maddeleri içine alan sulu cisim. Canlı hücrelerin vücudunu teşkil eden ve içinde çoğunun çekirdek bulunan albüminli madde. Protoplazma.

maddi / maddî

  • (Maddiye) Cismâni. Madde ile alâkalı olan. Maddeye ait.
  • Paraca ve malca.
  • Paraya ve mala fazlaca ehemmiyet veren.
  • Dokunma, koklama, görme, işitme, tatma ile hissedilip duyulan şeyler.

maddiyat

  • (Tekili: Maddiyet) Maddi ve cismâni şeyler. Gözle görülüp elle tutulur cinsten şeyler.

maddiye-i hayvaniye

  • Maddî olan hayvanî yapı, maddî beden.

maddiyet

  • (Çoğulu: Maddiyât) Gözle görülüp elle tutulan şey. Cismâni.

maddiyunluk

  • Maddiyunların mesleği. Maddecilik. Hiçbir müsbet delile dayanmıyan ve sadece maddeye istinad eden ve ruhâniyatı ve mâneviyatı inkâr edenlerin bâtıl akideleri.

maddiyyun

  • (Maddiyun) Maddeciler. Her şeyin esası madde olduğunu iddia edip, ruhaniyatı inkâr eden dinsizler. Her şeyi madde ile ölçenler. Masnuât-ı İlâhiye olan mahlukatı ve zerrelerin muntazam hareketini, tesadüf eseri gibi kabul ve tevehhüm edip dinsizliğe yol açmağa çalışanlar.

maden-i iman / mâden-i iman

  • İmanın, inancın kaynağı.

maganim

  • (Tekili: Magnem) Ganimetler. Düşmandan ele geçirilen mallar.

magasil

  • (Tekili: Magsel ve Magsil) Gusülhâneler, yıkanılacak yerler.

magdub

  • Hiddet ve gadaba uğramış. Doğru ve hak dini tanıyamamış ve rahmetten mahrum kalmış. Lütf-u İlâhîden mahrum olmuş.
  • Fık: Gasbolan mal.

mağfiret

  • Örtme; Allahü teâlânın, kullarının günâhlarını bağışlaması.

mağfur

  • Allah'ın mağfiretine kavuşmuş, günahı affolunmuş; vefat eden kişiler için kullanılır.

maglata

  • Mugalata. Boş ve mânasız söz. Zihin yanıltmak için söylenen saçma sapan söz.

mağlata / مغلطه / مَغْلَطَه

  • Laf salatası, yanıltmaca. (Arapça)
  • Yanıltıcı saçma kıyâs.

maglata-i şeytaniye

  • İnsanları aldatmak ve yoldan çıkarmak için söylenen karıştırıcı sözler. Şeytanın insan kalbine vesvese vermesi.

mağlata-i şeytaniye / mağlâta-i şeytaniye

  • Şeytanın aldatmacası.

maglata-i vehmiyye

  • Vehmin, insanı yanıltmak için yanlışı doğru göstermesi.

magmur

  • Şöhretsiz. Adı sanı silinmiş olan.
  • Harap. Yıkık.

mağmure / mağmûre

  • Adı sanı silinmiş, yerinde yeller esen, harap olmuş.
  • Adı sanı silinmiş, yerinde yeller esen.

magmuriyet

  • Mağmurluk, viranlık, haraplık.
  • Adı sanı kaybolmuş.

magnem

  • (Çoğulu: Maganim) Ganimet. Harpte düşmandan ele geçirilen mal.

magrib

  • (Mağrib) Batı taraf. Garb. Güneşin battığı cihet. Akşam vakti. Afrikanın şimâl tarafı. Türkiye'ye nisbetle garbda bulunan Fas, Tunus, Cezayir ve İspanya tarafı.

magrur

  • (Mağrur) Gururlu. Boş bir şeye güvenen. Fâni ve faydasız şeylere güvenip kendini aldatan. Mütekebbir. Kibirli kimse. Müteazzım.

mahall-i hitab-ı gavsi / mahall-i hitab-ı gavsî

  • Abdülkadir-i Geylânî'nin (k.s.) hitap yeri.

mahall-i iman

  • İmanın yeri.

mahall-i sarf

  • Harcama, kullanma alanı; burada rahmetin tecellî ettiği yer kastediliyor.

mahamid

  • (Tekili: Mahmedet) İyi ve güzel huylar. İyi hasletler.
  • Şükürler, senâlar, medihler. Şükür edilmeğe değer davranışlar.

mahasin

  • (Mehâsin) İyilikler. İyi ahlâklar.
  • İnsanın vücudunda hüsün ve cemal yerleri.
  • Güzel tavırlar.
  • İnsanın yüzüne güzellik veren bıyık ve sakal.

mahazir

  • (Tekili: Mahzur) Korkulacak ve sakınılacak şeyler. Maniler, engeller.

mahbel

  • Hayvanın gebelik zamanı.

mahbez

  • (Çoğulu: Mahâbiz) Ekmekçi dükkânı. Ekmekçi fırını.

mahbub-i huda / mahbûb-i hudâ

  • Allahü teâlânın habîbi, sevgilisi Muhammed aleyhisselâm.

mahcir

  • (Çoğulu: Mehâcir) Göz çukuru.
  • Gözün çevre yanı. Yüzde perde varken gözden ve etrafından görünen yerler.
  • Bahçe.

mahfil

  • (Çoğulu: Mahâfil) Toplanılacak yer. Toplantı ve görüşme yeri.
  • Büyük câmilerde eskiden pâdişahlara veya müezzinlere ayrılmış olan etrâfı parmaklıklarla çevrilmiş yüksekçe yer.

mahfuz

  • (Hıfz. dan) Hıfzolunmuş, saklanılmış.
  • Ezberlenmiş. Hafızaya alınmış.
  • Korunup gözetilmiş.
  • Gizlenmiş, saklanmış.

mahh

  • Yumurtanın akı.

mahitab-ı ahirzaman / mâhitab-ı âhirzaman

  • Âhirzamanın mehtabı.

mahiyat-ı mücerrede-yi ruhaniye / mahiyât-ı mücerrede-yi ruhaniye

  • Ruhânî soyut mâhiyetler, özellikler.

mahiyet-i ameliye

  • Tatbik ve uygulamanın mahiyeti, özelliği.

mahiyet-i beşer

  • İnsanın mahiyeti, niteliği.

mahiyet-i hayvaniye

  • Hayvanî mahiyet, özellik.

mahiyet-i insaniye / mâhiyet-i insaniye

  • İnsana ait temel özellik, insanın içyapısı.

mahiyet-i maneviye-i insani / mahiyet-i mâneviye-i insanî

  • İnsanın mânevî mahiyeti, öz niteliği.

mahiz / mahîz

  • Hayız hali zamanı.

mahkeme-i evkaf

  • İkinci meşrutiyetin ilânından sonra evkaf müfettişliği dairesine verilen ad.

mahkiyyun anh

  • Kendisinden söz edilen; hikâye kahramanı.

mahkum-u aleyh / mahkûm-u aleyh

  • Bizzat kendisi üzerine hüküm binâ edilen (yani bu kaideyi şöyle açıklayabiliriz.

mahluk / mahlûk

  • Yaratılmış; yoktan vâr edilmiş. Rabbimiz cism değildir, zamânı, mekânı yok. Maddeye hulûl eylemez, böyle olmalı îmân. Mahlûka muhtaç değildir, ortağı benzeri yok, Her şeyi O'dur yaratan hem de varlıkta tutan.

mahlukat / mahlûkât

  • Yaratılanlar, Allahü teâlânın yarattığı şeyler.

mahmud şevket paşa

  • 31 Mart Hâdisesi patlak verdiği sırada Selânik'te bulunan Redif Tümeninin kumandanı.

mahmudiye

  • Sultan 2. Mahmud adına yapılan ve kalyon büyüklüğünde olan eski bir harp gemisi.
  • Sultan 1. Mahmud zamanında basılan 23 ayar altın.
  • Sultan 2. Mahmud zamanında basılan ve yirmibeş gümüş kuruş değerinde olan ince altın sikke.

mahmul

  • Bir hüküm ve önermede konuyu niteleyen, yani kendisiyle hükmedilen söz, yüklem; Meselâ; 'Mehmed âlimdir' hükmünde 'âlim' mahmuldür.

mahmuz

  • (Mihmaz. dan) Binilen hayvanın sür'atini arttırmak maksadıyla dürtme için potin yahut çizmenin ökçesine takılan demirden yapılmış âlet.
  • Kovanların çerçevelerine peteği tesbit etmek için kullanılan mâden tekerlekçik.
  • Bir yapıyı veya duvarı, dıştan beslemek için kullanılan dest

mahniye

  • (Çoğulu: Mehâni) Derenin dar ve kısık yeri.

mahrek

  • Hareketli bir noktanın takip ettiği yol.
  • Bir gezegenin bir devrede üzerinden gittiği farzolunan dairevî hat, yörünge.

mahruf

  • Toplanılmış devşirilmiş meyve.

mahruk / محروق

  • Yanık, yanmış. (Arapça)

mahruk-ul fuad

  • Yüreği yanık.

mahrut

  • Geo: Tabanı daire olup, yan kenarları bir noktada birleşen geometrik şekil, koni.

mahşer / محشر

  • Toplanma yeri. Kıyametten sonra insanların tekrar dirilip toplanmaları ve toplandıkları yer. Haşir meydanı.
  • Çok kalabalık.
  • Haşir meydanı.
  • Haşr olunacak, toplanılacak yer. Kıyâmet gününde bütün mahlûkâtın (bütün canlıların) yeniden dirildikten sonra hesap için toplanacakları yer. Arasat Meydanı, Mevkıf.
  • Haşir meydanı.

mahşer-i azim / mahşer-i azîm

  • Bütün varlıkların yeniden diriltilip hesaba çekileceği büyük toplanma yeri; mahşer meydanı.

mahşer-i ekber

  • En büyük toplanma yeri; haşir meydanı.

mahsud / mahsûd / مَحْسُودْ

  • Kendine hased edilen. Kıskanılan kimse.
  • Kendisine hased edilen, kıskanılan.
  • Kendisine hased edilen, kıskanılan.
  • Kıskanılan.
  • Hased edilen, kıskanılan.

mahudiyet / mâhudiyet

  • Tanınır, bilinir olma.

mahudiyet-i hariciye / mâhudiyet-i hariciye

  • Dış dünyaya ait bilinme; başkalarının fark edip idrak ettiği bilinip tanınma niteliği.

mahudiyet-i zikriye / mâhudiyet-i zikriye

  • Zikredilen belirlilik; sözle ifade edilmiş olan bilinip tanınma niteliği.

mahya

  • Ramazanlarda, kandillerde veya bayramlarda çifte minâreli olan camilerde iki minare arasına gerilen ipe asılmak suretiyle ışıklarla yazılan yazı veya yapılan resim.
  • Dam çatısında iki eğik sathın birleştiği çizgi ve buradaki aralığı kapatmak için kullanılan uzunca, oluk biçiminde kire

mahz-ı tahkik

  • Hakikati araştırmanın ta kendisi, sırf araştırarak.

mahz-ı vahşet / مَحْضِ وَحْشَتْ

  • Tamamen yabânîlik.

mahzar

  • (Huzur. dan) Hazır olma. Gösteriş, görünüş.
  • Huzur yeri. Büyük bir insanın önü.
  • Birçok kimse tarafından imzalı dilekçe.
  • Mahkeme sicili.

mahzur

  • Hazer edilecek şey. Özür. Korkulacak şey. Müsaade olmayan. Mâni. Çekinilecek şey.

mahzurat

  • Yasaklar. Mâniler. Haram şeyler.
  • Haram sayılan ve sakınılması gerekli iş ve davranışlar.

mahzuzat / mahzûzât

  • Hoşlanılan şeyler.

maiyet

  • Birinin yanında bulunan, emrinde çalışan.

maiyetine

  • Yanına, beraberine.

maiyyet / معيت

  • Yanındakiler.
  • Birlik, beraberlik, yanında bulunma. (Arapça)

makabih

  • (Tekili: Makbaha) Çirkin ve yakışıksız davranışlar.

makam-ı ali / makam-ı âlî

  • Yüce ve âli makam. Eskiden bu tabir, bakanlıklar hakkında kullanılırdı.

makam-ı mana-yı mefhum / makam-ı mânâ-yı mefhum

  • Bir sözden çıkarılan mânânın, anlamın derecesi.

makam-ı üveys

  • Veysel Karani'nin makamı.

makdur-i beşer

  • İnsanın yapabileceği şey.

makine-i insaniye

  • Bir makine hükmünde olan insanın beden ve cihazları.

maksad-ı insani / maksad-ı insanî

  • İnsanî hedef.

makulü'l-mana / mâkulü'l-mânâ

  • Hikmeti akılla kavranılabilir.

mal / mâl

  • "Süren, sürülen, sarılan, takılan" anlamlarıyla terkibler yapılmada kullanılır. (Meselâ: Pâymal: Ayak altında çiğnenen) (Farsça)
  • İnsanın arzuladığı, ihtiyâç, yâni lâzım olunca, kullanmak için saklanabilen ayn, yâni madde, cisim.

mal-ı habis / mâl-ı habîs

  • Zor ile gasb edilen ve rüşvet olarak alınan, çalınan mallar ve kendine emânet olan mallar, izinsiz ticârette kullanılarak elde edilen kârlar ve dâr-ül-harbde yâni kâfir memleketlerine gidenin (tüccârın, seyyâhın), kafirlerden, rızâsı olmadan aldığı mallar.

mal-i menkul

  • Taşınabilen ve nakledilebilen mal. (Arâzi ve binanın haricindekiler)

mal-ı mütekavvim / mâl-ı mütekavvim

  • Kıymetli mal. İslâm'a göre yenilmesi, içilmesi, kullanılması ve faydalanılması mümkün olan mal.

mal-i mütekavvim

  • Huk: İki mânada kullanılır: Birisi, intifâı mübah olan şeydir. Diğeri, mâl-i mührez demektir. Meselâ, denizde iken balık gayr-i mütekavvim olup, tutmak ile ihraz olundukta, mâl-i mütekavvim olur. İntifâı mübah olmayan mal veya elde edilmemiş olan mal gayr-ı mütekavvimdir. Şirâ ile intifa' mübah oldu

mal-i uhrevi / mal-i uhrevî

  • Âhiret için kazanılan sevap. Uhrevî mal.

malaya'ni

  • (Mâlâyâni) Mânasız, faydasız, boş söz.

malayutak / mâlâyutak

  • Tâkat getirilmez, güç yetmez, dayanılmaz.
  • Dayanılmaz, güç yetmez.

malik

  • Sâhib. Malı elinde bulunduran. Bir şeyin mülkiyetini elinde tutan.
  • Her şeyin sâhibi olan Allah.
  • Cehennem zebânilerine hâkim ve onları idare eden meleğin adı.

malik-ül-mülk / mâlik-ül-mülk

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yaratılmışların ve onlarda bulunan her şeyin sâhibi olan.

malzeme-i cerrahiye-i ruhiye / malzeme-i cerrâhiye-i ruhiye

  • Mânevî ameliyatta kullanılan malzeme.

malzeme-i cihadiye-i vahdaniye / malzeme-i cihadiye-i vahdâniye

  • Allah'ın birliği yolunda mücadele için gerekli malzeme, donanım.

mana-yı harfi / mânâ-yı harfî

  • Harf mânâsı; birşeyin kendisini değil de san'atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mânâsı.

mana-yı ismi / mânâ-yı ismî

  • Bir şeyin sahibine değil de, bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı.
  • İsme dair mânâ. Bir şeyin sadece kendisini bilip tanımak. Bir şey başka şeyleri tanıttığı, bildirdiği veya sevdirdiği için olan mânâya da mânâ-yı harfî denir. Bir ağacı gölgesinden, zahirî görünüşünden, bize verdiği meyvesinden dolayı alâka gösterir ve seversek mânâ-yı ismî ile seviyoruz demektir. A

mana-yı mecazi / mânâ-yı mecâzî

  • Bir ifadede, kendi mânâsının dışında başka bir mânânın kastedilmesi.

mananın dikkati / mânânın dikkati

  • Bir sözdeki mânânın derinliği ve inceliği.

manay-ı iltizami / mânây-ı iltizâmî

  • Bir lafzın (sözün) asıl konulduğu mânânın lâzımı olan (ondan ayrılmayan) mânâ.

manay-ı mutabıki / mânây-ı mutâbıkî

  • Bir lafzın asıl konulduğu mânânın tamâmı, hepsi.

manay-ı zımni / mânây-ı zımnî

  • Bir lafzın konulduğu mânânın tamâmının içerisindeki cüz'î, husûsî mânâlardan herbiri.

mancınık

  • Eskiden kale kuşatmalarında kalelere ağır taşlar fırlatmak için kullanılan savaş âleti.
  • Eskiden kale kuşatmalarında ağır taşlar fırlatmak için kullanılan, bir ucunda bir kepçe, öbür ucunda da bir karşı ağırlık bulunan kaldıraç biçiminde eski bir savaş âleti.

manevi / manevî / mânevî

  • (Ma'nevi) Mânaya âit. Maddî olmayan. Mücerred. Ruhani.
  • Maddî olmayan, ruhanî.

manevra

  • Bir makinenin, bir cihazın işleyişini düzenleme veya idare etme işi ve şekli. (Fransızca)
  • Ask: Muharebede düşmanın savaş gücünü yok etmek maksadıyla eldeki askerî kuvvetlerin en te'sirli bir biçimde düzenlenmesini te'min eden bütün hareketler. (Fransızca)
  • Barış zamanında kıt'alara ve kurmay hey'etle (Fransızca)

manga

  • Ask. Tek bir kumandanın kolaylıkla sevk ve idare edebileceği kadar erden kurulu küçük askerî birlik. (Yaklaşık olarak on erden kurulabilecek olan mangada birkaç makinalı tüfek veya tabanca ile avcı erleri bulunur.)
  • Savaş gemilerinde erlerin yattığı koğuş.

mani / معنى

  • Engel. (Arapça)
  • Mani olmak: Engel olmak. (Arapça)

mani' / mâni'

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Din ve dünyâya âit zararları gideren, men' eden.

mani-i şer'i / mâni-i şer'î

  • Şeriatça kabule engel olan, mâni' olan hâl.

manivela

  • Ağır şeyleri çekmek ve kaldırmak için vasıtanın dönen merkezine bir ucu takılıp döndürülen kol.

manşet

  • Bir gazetede ilk sayfanın en üst kısmındaki büyük puntolu başlık. (Fransızca)
  • Bir gömleğin kol kısmına geçirilen ve elbisenin kolundan dışarı çıkan kumaş parçası. (Fransızca)

mantıki kıraet / mantıkî kırâet

  • Acele etmeyerek fakat imlâ kaidelerine dikkat ederek, yâni virgüllerde biraz, noktalı virgüllerde biraz daha durmak, teâcüb ve istifhamları anlatmak, muhaverelerde konuşanların sözlerini ayırmak suretiyle okumaktır.

manzara-i hayal

  • Hayal manzarası, insanın kafasında tasarlayıp canlandırdığı manzara.

maraz-ı mevt

  • Ölüm hastalığı, insanı iş görmekten men eden ve başladığı târihten îtibâren en az bir yıl içinde ölüme götüren hastalık.

marid

  • Azgın, sapkın. İnad ve isyanda benzerlerinden çok ileri gitmiş olan. Kibir, inad ve dinsizlikle tanınmış olan. Mütemerrid.

marifet / mârifet

  • Allah'ı bilme ve tanıma.
  • İlim, hüner, tanıma.

marifet-aşina / marifet-âşinâ

  • Allah'ı tanıma ve bilmeye alışmış.

marifet-i ilahiye / mârifet-i ilâhiye

  • Allah'ı bilme ve tanıma.

marifet-i imaniye / mârifet-i imaniye

  • İmanî bilgi.

marifet-i islamiye / marifet-i islâmiye

  • İslâmiyeti bilme ve tanıma.

marifet-i kamile / marifet-i kâmile

  • Allah'ı tam olarak tanıma ve bilme.

marifet-i kudsiye / mârifet-i kudsiye

  • Allah'ı tanıma ve bilmeden gelen kutsal bilgi, marifet.

marifet-i nebi / mârifet-i nebi

  • Peygamberi bilme ve tanıma.

marifet-i rabbaniye / marifet-i rabbâniye

  • Rab olan Allah'ı bilme ve tanıma.

marifet-i sani / mârifet-i sâni

  • Herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah'ı tanıma ve bilme.

marifet-i tamme

  • Allah'ı tam olarak tanıma ve bilme.

marifet-i zülcelal / mârifet-i zülcelâl

  • Sonsuz yücelik ve haşmet sahibi Allah'ı bilme, tanıma.

marifetü'n-nebi / mârifetü'n-nebî

  • Peygamberi (a.s.m) bilmek, tanımak.

marifetullah / mârifetullah

  • Allah'ı bilme ve tanıma.
  • Allahı bilme, tanıma.

marr-ül beyan / mârr-ül beyan

  • Beyânı yukarıda geçmiş olan.

martulos

  • (Martoloz) Osmanlı Devletinin teşekkülü sıralarında ve yeniçeri teşkilâtından önce, Hristiyanlardan, ordunun geri hizmetlerinde çalışmış olan teşekküllerden biridir. Silâhlanmış kişi mânasında Rumca bir kelimedir.
  • Eskiden Tuna gemicileri, korsanı mânasında da kullanılmıştır.

maruf / marûf / معروف

  • Bilinen, tanınan, meşhur ünlü.
  • Şeriatin emrettiği, uygun gördüğü.
  • Marûf olmak: Tanınmak, bilinmek.
  • Bilinen. (Arapça)
  • Ünlü, tanınmış. (Arapça)

marufiyet / mârufiyet

  • Bilinirlik, tanınır olma.

maşaallah / mâşâallah

  • Allah dilemiş ve ne güzel yapmış ve Allah nazardan saklasın gibi anlamlara gelen ve beğeniyi ifade etmek için kullanılan bir söz.
  • Beğenilen şeyler görüldüğünde söylenilen; "Bu, Allahü teâlânın dilediği ve ihsân ettiği şeydir" mânâsına mübârek bir söz.

masadak

  • Bir sözü veya hükmü tasdik eden husus. "Söylendiği gibi, denildiği şekilde, doğru, sâdık, olduğu gibi, muvâfıktır, mutâbıktır, tıpkısı" gibi mânâlara gelir. Mânânın fertlerine de mâsadak denilebilir.

masdar-ı ca'li / masdar-ı ca'lî

  • (Mec'ul) yapma olan masdar. Arapçada, bazı isim ve sıfatların sonlarına (-iyyet) ilâve edilerek yapılır. Meselâ: İnsan: İnsaniyyet, Şâir: Şâiriyyet. Câhil: Câhiliyyet. Merbut: Merbutiyyet gibi.Arapça veya Farsça kelimenin sonuna (-îden) eki getirilerek yapılır. Meselâ: Cenk. den, Cengîden: Cenk etme

mashuben

  • Beraberce, birlikte olduğu halde. Yanında bulunarak.

masır

  • Mâni, engel.

masiva

  • Ondan gayrısı. (Allah'tan) başka her şey hakkında kullanılan tâbirdir) Dünya ile alâkalı şeyler.

masl-üd dem

  • Kanın sulu kısmı.

maslahat

  • Bir işin hayırlı, iyi olmasına vesîle olan şey. Çoğulu, mesâlih'tir. Maslahatın zıddı mefsedet yâni bozukluktur.

maslahat-ı ihtiyac-ı beşeriye

  • İnsanın ihtiyaçlarına faydalı olan şey.

mason

  • Duvarcı mânasına bir kelimeden alınmış isimdir. Dinsiz, imânsız mânâsına kullanılır. Fermeson veya farmason da denir. (Fransızca)
  • "Masonluk" denilen kökü dışarıda gizli ve tehlikeli bir örgütün üyesi, islâm düşmanı.

masra'

  • Çarpışma, ölme.
  • Güreş meydanı.

maşraba

  • Tas, su içmek için kullanılan kap.

masruf

  • Sarfolunmuş, harcanılmış olan.

matabih / matabîh

  • (Tekili: Matbuh) (Tabh. dan) Tabholunmuş yani pişirilmiş şeyler.

matahir

  • (Tekili: Mathare) Mataralar, su kapları.
  • Gusülhâneler. İçinde yıkanılıp temizlenilecek yerler.

matamir / matamîr

  • (Tekili: Matmure) Mezarlar, kabirler.
  • Bazı şeyleri saklamak için kullanılan toprakaltı yerler.

matara

  • Askerlerin kullandığı üzeri aba ve çeşitli kumaşlarla kaplı madeni su şişesi veya yolculukta kullanılan deriden yapılmış su kabı.
  • Kavanoz; özellikle askerlerin kullandığı veya yolculukta kullanılan bir çeşit su kabı.

matbah-ı rabbani / matbah-ı rabbânî

  • Rabbanî mutfak.

matemhane / mâtemhane

  • Ağlanılan, yas tutulan yer. (Farsça)

materyalizm

  • Maddecilik, maddeden başka varlık tanımayan îmansız felsefe.
  • Allahü teâlâyı inkâr ve maddeyi her şeyin esâsı kabûl eden görüş, düşünce; toplum hayâtını ve fertler arasındaki münâsebetleri ve davranışları belirleyen tek faktörün madde olduğunu savunan felsefe akımı; maddecilik.

mathare

  • (Çoğulu: Matâhir) Gusülhâne. İçinde yıkanılıp temizlenilecek yer.
  • Su kabı, matara.

matita / matîta

  • (Çoğulu: Metâyıt) Havuz dibinde kalan balçıklı bulanık su.

matiye

  • Binek hayvanı.

matiyye

  • Binek hayvanı.
  • Binek hayvanı. Binek.
  • Gerinip sevinerek yürüyen.

matiyye-ran / matiyye-rân

  • Bindiği hayvanı yola süren.

matlub / matlûb

  • İstenilen, aranılan şey.
  • Talep edilen, istenilen, arzulanılan.
  • Kavuşmak istenilen, aranılan şey, maksat.

matlubat

  • (Tekili: Matlub) İstenilen, talebedilen ve aranılan şeyler.
  • Alacaklar. Ödünç olarak verilmiş olan şeyler.

matmah-ı cihani / matmah-ı cihanî

  • Dünyanın beklediği ve çok arzuladığı şey.

matneb

  • (Çoğulu: Metânib) Omuz.
  • Omuzla boyun arası.

maun / mâun

  • Malın zekatı.
  • Kendisinden faydalanılacak şey, eve gerekli olan şeyler.

mavera-yı haşr-ı cismani / mâverâ-yı haşr-ı cismânî

  • Maddî bedenle âhiret âleminde yeniden diriltilme arka tarafı, arka plânı.

maverasında / mâverâsında

  • Arkasında, arka plânında, ötesinde.

mavzer

  • Alm. Mavzer adında bir Alman'ın yaptığı çaplı harp tüfeği. Askerlikte kullanılan bir silâh.
  • Orduda kullanılan bir cins tüfek.

mazahir

  • (Tekili: Mazhar) Mazharlar. Eşyanın görüldüğü, çıktığı yerler.
  • Nâil olmalar.
  • Şereflenmeler.

mazalle

  • Yol aranılan yer.

mazanna / مظنه

  • Ermiş sanılan. (Arapça)
  • Zan altındaki. (Arapça)

mazanne

  • (Mazınne) Zannolunduğu yer. Zan götüren.
  • Ermiş sanılan.

mazarrat-ı mütevehhime

  • Tevehhüm olunan, geleceği sanılan zararlar.

mazfuf

  • Yanında olan şeyleri tamamen tükenmiş olan kimse.

mazgal

  • yun. Eskiden kale, hisar, sur veya şato duvarlarında açılan iç yanı geniş, dış yanı dar gözleme siperi.

mazınne

  • (Çoğulu: Mezânin) İçinde bir şey olduğu tahmin olunan yer.

mazmaz

  • (İbranice) Hz. Muhammed'in (A.S.M.) Suhuf-u İbrahim ve Tevrat'taki ismi.

maznun

  • (Zann. dan) Zannolunmuş. Zan altında bulunan, kendisinden şüphe edilen.
  • Huk: Bir suç dolayısı ile sorguya çekilen kimse. Sanık.
  • Zanlı, sanık.
  • Zanlı, sanık.

me'ani ilmi / me'ânî ilmi

  • Sözün yerinde kullanılmasından, hâle, duruma göre uğrayacağı değişikliklerden bahseden ilim.

me'haz-ı iştikak

  • Bir kelimenin türetildiği asıl kök ve kaynak (Yahudiyet, Nasraniyet gibi).

me'haz-i sail / me'haz-i sâil

  • Soru soranın kaynağı.

me'n

  • (Çoğulu: Müün-Me'nât) Böğür.
  • Yer kazmakta kullanılan ucu demirli ağaç.

me'zem

  • (Çoğulu: Meâzim) Dağ içinde olan dar yol. Cenk yeri, dövüş meydanı.

mebde' ve mead / mebde' ve meâd

  • Gelinen ve gidilecek olan yer; insanın dünyaya gelişi ve dönüşü, dünya ve âhiret.

mebde'-i te'lif / mebde'-i te'lîf / مَبْدَأِ تَأْل۪يفْ

  • Eser yazmanın başlangıcı.

mebde-i cihad

  • Allah yolunda girişilen cihadın başlama zamanı.

mebde-i infilak / mebde-i infilâk

  • Patlamanın başlangıcı.

mebde-i intişar

  • Yayılmanın başlangıcı.

meç

  • Ateşli silahların icadından evvel kullanılan harp âletlerinden biri. Keskin olmayan tâlim kılıcı, uzun ve ince kılıç.

mecaz / mecâz

  • Yol, geçecek yer.
  • Gerçeğin zıddı.
  • Kendi öz mânâsıyla kullanılmayıp benzetme yolu ile başka mânâda kullanılan söz.
  • Sözün başka mânâda kullanılması.

mecaz-ı mürsel

  • Benzetme dışında başka bir ilişki sebebiyle kullanılan mecaz: Meselâ: "O köye sor" demek, "o köyden birine sor" demektir.

mecazi aşık / mecazî âşık

  • Fânî dünyanın sevgililerine âşık olan.

mecazi muhabbet / mecazî muhabbet

  • Fâni olan şeylere duyulan sevgi.

meccaniyet

  • Ücretsizlik, meccanilik.

mecelle

  • Tanzîmât'ın îlânından sonra, Ahmed Cevded Paşa'nın başkanlığında bir komisyon tarafından hazırlanan; İslâm hukûkunun muâmelâta (alışveriş, şirketler, hibe v.b.) âit hükümlerinin Hanefî mezhebine göre maddeler hâlinde tertibinden meydana gelen kânunlar veya bu kânunları içerisine alan mecmûa.

mecid / mecîd

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Büyüklüğü, yüceliği ve işlerinin güzelliği ile tanınan, övülen.

mecidiye

  • Sultan Abdülmecid zamanında 1840'da basılmış 20 kuruş değerinde gümüş para.

meclis

  • Oturulacak, toplanılacak yer.
  • Görüşülecek bir mes'ele için bir araya gelmiş insan topluluğu.
  • Devlet işlerini görüşmek üzere Millet Vekillerinin toplandıkları büyük bina.

meclis-i a'yan / meclis-i a'yân

  • Osmanlı İmparatorluğu zamanında hükümet tarafından seçilmiş olan meclis. (Bunun karşılığı, zamanımızda, senato meclisidir.)

meclis-i meşveret

  • Danışma meclisi.

meclis-i nurani / meclis-i nurânî

  • Nurânî meclis, nurlu topluluk.

meclis-i ruhani / meclis-i ruhanî

  • Ruhanîler meclisi, meleklerin ve ruhların toplanma yer ve zamanı.

meclis-i şura / meclis-i şûrâ

  • Şûrâ meclisi, danışma meclisi.

meclub

  • Celbolunmuş. Çekilmiş. Kapılmış.
  • Tarafdarlığı kazanılmış kimse.
  • Aşık. Tutkun.

mecma / mecmâ

  • Toplanılan yer.
  • Toplanılan yer.

mecma'

  • Toplanılacak yer. Kavuşulan yer.

mecma-ı aher / mecma-ı âher

  • Başka bir toplanma yeri, öldükten sonra âhirette toplanılacak olan mahşer yeri.

mecma-i aleyh

  • Hakkında toplanılan, ittifak edilen, birleşilen şey.

mecma-i kebir

  • Büyük toplanma yeri; haşir meydanı.

mecmece

  • Yazının karışık olması.
  • Kalbinde olanı demek isteyip, yine demeyip gizlemek.

mecmu-u harekat / mecmu-u harekât

  • Davranış ve hareketlerin tamamı.

mecmua

  • Toplanıp biriktirilmiş, tertip ve tanzim edilmiş şeylerin hepsi.
  • Seçilmiş yazılardan meydana getirilen kitap. Risâle.
  • Kolleksiyon.

mecrur

  • Sürüklenmiş.
  • Gr: Başında harf-i cer bulunan kelime. İzafet halinde son kelime. Cerr'li okunan kelime. (i, ı diye okunan kelime, yani esreli)

meczub / meczûb

  • Allahü teâlânın sevgisi ile kendinden geçmiş olan.
  • Cezbeye tutulmuş, çekilmiş tasavvuf yolcusu.

meczur

  • Cezr olunmuş, kare kökü alınmış sayı. (On sayısı yüz sayısının meczurudur, yani kare köküdür.)

med

  • Uzatmak, çekmek, Kur'ânı kerîmde uzatan harflerden (elif, vav, yâ) biriyle kendilerinden önceki harfleri çekmek.

medain

  • (Medayin) Şehirler, medineler. Büyük memleketler.
  • Şimdi harabe olup İslâmiyyetten evvel yaşamış Kisralıların Nuşirevan zamanında kurdukları merkez-i hükümetleri olan büyük şehir. Peygamber Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın doğduğu gece bu şehirdeki büyük sarayın eyvanları yıkılm

medak

  • Bir şeyi ezmekte kullanılan yassı taş.

medar-ı arz / medâr-ı arz

  • Dünyanın yörüngesi, dünyanın güneş etrafında dolaşırken çizdiği daire.

medar-ı hareket / medâr-ı hareket

  • Hareket sahası, alanı.

medar-ı nazar-ı şeyh

  • Abdülkadir-i Geylânî'nin baktığı nokta.

medar-ı şekavet ve hasaret ve elem / medar-ı şekavet ve hasâret ve elem

  • Her türlü belâ ve sıkıntının, hüsrana uğramanın ve elemin kaynağı.

medar-ı senevi / medâr-ı senevî

  • Dünyanın güneş etrafında dönerken bir sene içinde çizdiği yörünge.

medar-ı sıhhat

  • Sağlıklı olmanın kaynağı.

medare

  • Kova gibi dikip su çekmekte kullanılan deri.

mede-d-dühur

  • Dünyanın sonuna kadar.

meded-i ruhaniyet-i peygamberi / meded-i ruhaniyet-i peygamberî

  • Hz. Peygamber'in ruhaniyetinden gelen yardım.

medeniyetperver

  • Medeniyeti seven; toplu yaşamanın gerektirdiği şartları dikkate alarak hareket eden.

medine

  • Şehir.
  • Hicazda Hz. Peygamberin (A.S.M.) türbesi bulunan şehirdir. Buranın İslâmiyyetten evvel ismi "Yesrib" idi.

medlul / medlûl / مدلول

  • Kanıt olarak gösterilen. (Arapça)

medyum

  • Ruhlar arasında aracılık ettiğine ve geleceği bildiğine inanılan kimse.

mefhum-ı muhalif / mefhûm-ı muhâlif

  • Lafızda zikredilmeyen mânânın, bizzat zikredilen mânâya, hükümde zıt olan mânâ. Mefhûm-ı muhâlif; Şâfiîlere göre, hüküm için sahîh, mûteber bir delîl olduğu hâlde, Hanefîlere göre böyle değildir.

mefhum-ı muvafık / mefhûm-ı muvâfık

  • Lafızda (sözde) zikredilmeyen mânânın bizzat zikredilen mânâya hükümde uygunluğu.

mefhum-u muhālif / mefhûm-u muhālif / مَفْهُومُ مُخَالِفْ

  • Sözden anlaşılan ma'nanın zıddı.

mefreş

  • Eskiden göç sırasında yatak ve şilte taşımada kullanılan meşinden veya çadır bezinden yapılmış harar.

meganim

  • Ganimet malları. Harbde alınan mallar.

mehcur

  • (Hicr. den) Uzaklaşmış, uzakta kalmış, ayrı düşmüş. Bırakılmış, metruk, unutulmuş, gayr-i müstâmel.
  • Saçma sapan, hezeyan. Amel edilmeyen. Kullanılmaz olmuş. Ayrılmış.

mehd-i beşer

  • İnsanın beşiği.

mehd-i uhuvvet

  • Uhuvvet beşiği. Kardeşlik kazanılan yer.

mehdi / mehdî

  • Hidâyete eren veya hidayete vesile olan. Sâhib-üz-zaman. "Hususi ve şahsi bir tarzda Allah'ın hidayetine mazhar olan, kendisine Cenâb-ı Hak tarafından yol gösterilen" mânasınadır. Bu kelime ihtida etmiş olanlar için de kullanılmıştır. Mehdi-yi Resul, Mehdi-yi muntazır da denir. Ahir zamanda gelip bü
  • Hidayete eren ve hidayete vesile olan, âhirzamanda eserleri ve talebeleriyle îmana hizmet ederek yeryüzünü nurlandıran büyük ve nuranî âlim.

mehdi-i al-i resul / mehdî-i âl-i resul

  • Resulullah'ın neslinden gelen, âhir zamanın en büyük mürşidi, hidâyete sevk edicisi.

mehdi-i resul / mehdî-i resul

  • Resulullah'ın neslinden gelen, âhirzamanın en büyük mürşidi, hidâyet edicisi.

mehdi-yi abbasi / mehdi-yi abbasî

  • (Hi: 120-163) Abbâsi Halifesidir. Ebu Abdullah Muhammed diye de anılır. Halife Mansurun oğludur. Meşhur ve iyiliği ile umumi kabul gören bir zat olup hususan sulh zamanında imparatorluğun inkişafı için çok çalışmıştır. Yeni yollar yaptırmış, postayı ıslâh etmiş ve Abbâsi Sülâlesinin en iyi hükümdarı

mehib / mehîb

  • İnsanın kendisinden korktuğu. Heybetli, azametli, korkunç kimse.
  • Arslan, esed, gazanfer.

mehl / مهل

  • Süre tanıma. (Arapça)

mehr-i müeccel

  • Miktarı nikah yapılırken tesbit edilip, ödenmesi daha sonraya bırakılan yâni erkeğin evleneceği kadına sonra ödeyeceği altın, gümüş, kâğıt para veya herhangi bir mal yâhut bir menfeat.

mekanik

  • Lât. Cisimlerin hareketleriyle alâkalı hâdiseleri inceleyen ilim. Mihanikiyetten bahseden kitap.
  • Makina. Makina aksamının hey'et-i mecmuası.
  • Kafa yormaksızın el veya makina ile yapılan.

mekare / mekâre / مكاره

  • Eskiden kira ile tutulan yük hayvanı.
  • Tar: Osmanlı ordusunda taşıma işlerinde kullanılan hayvanlara verilen ad. (Mekâre denilen at, katır, deve gibi hayvanlar, harp zamanlarında halktan satın alınırdı. Bazen geçici bir zaman için, savaş bölgesindeki halktan hayvan toplanır ve belirli
  • Kiralık binek veya yük hayvanı. (Arapça)

mekareci / mekâreci

  • Binek veya yük hayvanı kiralayan. (Arapça - Türkçe)

mekasib / mekâsib

  • (Tekili: Mekseb ve Meksib) Kazançlar. Kazanç yer ve araçları. Kesbedilen ve kazanılan yerler.

mekerr

  • Cenk edecek yer, savaş meydanı.

mekfuf

  • Kulplarından sıkıca bağlanıp heybe gibi asılmış.
  • Kilitlenmiş.
  • Heybe.
  • Dürülmüş, toplanmış.
  • Men olunmuş. Yasak edilmiş.

mekik

  • Nakış dokumada kullanılan âlet.

mekil / mekîl

  • Kile ve ölçek ile yâni hacim ile ölçülen mal.

mekke-i mükerreme

  • Müslümanların kıblesi olan Kâbe-i muazzamanın bulunduğu, Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem doğduğu mübârek şehir.

mekr

  • Bir kimseye, hiç beklemediği, ummadığı yerden hîle yapmak, tuzak kurmak sûretiyle zarar vermeye çalışmak.
  • İstidrâc yâni Allahü teâlânın bir kimseye bir müddete kadar devamlı olarak hakkında hayırlı olmayan nîmetler verip, onun da bunu Allahü teâlânın bir lütfu ve ihsânı, tuttuğu yolu

mekr-i ilahi / mekr-i ilâhî

  • Allahü teâlânın mekr (hîle) yapanların mekrini kendilerine çevirmesi, kötülüklerini, kurdukları tuzaklarını bozması, mekrlerine karşılık onları cezâlandırması.

mekruh / mekrûh

  • Hoş görülmeyen, beğenilmeyen şey. Peygamber efendimizin beğenmediği ve ibâdetin sevâbını gideren şeyler. Yasak olduğu haram gibi kesin olmamakla berâber, Kur'ân-ı kerîmde, şüpheli delil ile, yâni açık olmayarak bildirilmiş veya bir sahâbînin (Peygamb er efendimizin arkadaşlarının) bildirmesi ile anl

meksub / meksûb

  • Kesbolunmuş. Kazanılmış.
  • Sonradan tahsil olunmuş, elde edilmiş.
  • Yüksekten dökülen.
  • Çağlayan.
  • İrade ile elde edilmiş olan; kazanım, kazanç.
  • Kazanılmış.

meksube / meksûbe

  • Kesb edilen, irade dairesinde kazanılan şey.
  • Kazanılan.

mekteb-i i'dadi / mekteb-i i'dadî

  • Osmanlılar devrindeki rüştiyeden, yani eski orta mektebden sonra gelen ve talebeyi yüksek mektebe hazırlayan tahsil devresi. Lise.

mektubat / mektubât / mektûbât

  • İmam-ı Rabbânî'nin yazdığı bir eser.
  • Allah'ın birer mektup gibi yazdığı ve san'atla yarattığı eserler, varlıklar.
  • İmam-ı Rabbânî'nin yazdığı bir eser.

mektubat-ı rabbani / mektubat-ı rabbâni / mektûbât-ı rabbânî

  • Rabbânî mektuplar, İlâhî mesajlar.
  • Büyük âlim ve velî İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî hazretlerinin îmân, îtikâd ve tasavvuf bilgilerini öğreten mektublarından meydana gelen pek kıymetli kitab.

mektubat-ı rabbaniye / mektubât-ı rabbâniye

  • Rabbimizin mânâ ve mesaj yüklü mektupları; yani san'at eserleri olan bütün mahlûklar.

melahide / melâhide / ملاحده

  • Dinsizler, tanrıtanımazlar. (Arapça)

melaike / melâike

  • Allahü teâlânın nûrdan yarattığı latîf, mâsum ve günah işlemeyen kulları. Melekler.

melaike tasdiki / melâike tasdiki

  • Meleklerin varlığının tasdiki, inanılması, kabulü.

melami / melâmî

  • Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için çalışan, bu yolda farzları yapıp, haramlardan sakınan, şöhretten kaçındıkları için nâfile ve sünnetleri gizli yapan kimse. Nefislerini kınadıkları için melâmî adı ile anılmışlardır.

melek

  • Allahü teâlânın nûrdan yarattığı gözle görülmeyen mâsum (kötülüklerden korunmuş) varlıklar. Çokluk şekli, melâike'dir.

meleke

  • Zihnin anlama, kavrama, hatırlama gibi özellikleri, tekrar tekrar yapmaktan dolayı kazanılan beceri.

melekut

  • Tam bir hâkimiyyetle, Saltanat-ı İlâhiyyenin müessiriyyet ve idâresinin esrarı. Her şeyin kendi mertebesinde, o mertebeye münâsib ruhu, canı, hakikatı. Bir şeyin iç yüzü, iç ciheti.
  • Hükümdarlık. Saltanat.
  • Ruhlar âlemi.

melik

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Zâtında, sıfatlarında, hiçbir şeye muhtaç olmayan, her şey varlığında ve varlıkta kalmasında O'na muhtaç olan, her şeyin sâhibi, yaratıcısı.
  • Pâdişâh, hükümdar.

melik-i zişan / melik-i zîşan

  • Şanı yüce hükümdar.

meliyy

  • Uzun zaman.
  • Zengin. Varlıklı. Maldâr. Gani. Eşraf.

mellase

  • Yeri düzeltmede kullanılan âlet, sürgü.

mels

  • Enemek. Hayvanı iğdiş etmek, erkekliğini gidermek.

melzum

  • Birbirinden ayrılmayan iki şeyden ikinci derecede birisi geleni, ayrılmaya engel olunanı; meselâ, oğul melzumdur, babası lâzımdır (mevlûd-vâlid). Tefsir melzumdur, Kur'ân ise lâzımdır.

memkur / memkûr

  • (Çoğulu: Memâkir) Av kanıyla kirlenmiş.
  • Kızıla boyanmış.

memleket

  • (Çoğulu: Memâlik) Bir devletin toprağı, ülke, yurt.
  • Şehir. İl, kasaba.
  • Bir insanın doğup büyüdüğü yer.

memlukane / memlukâne

  • Köleye yakışır hâlde. Kölece. (Farsça)
  • Eskiden çok defa bir büyüğe sunulan yazılarda, kendinden bahsederken kullanılırdı. (Farsça)

memlul

  • (Memlule) Usanmış, usanılmış, bıkılmış, bezilmiş.

memnu'

  • Yasak. Menedilmiş. Mâni olunmuş.

men

  • (İsm-i Mevsuldür) Şahsa delâlet eder. "O kimse ki, yahut, kimi, kim, kim ki" gibi mânâlara gelir. İstifham için olur, yerine göre tesniye (Menân) şeklinde ve cemi (Menun) gibi okunabilir. Akıl sahibleri hakkında kullanılır. Mevsule, şartiye, nekre-i tâmme, nekre-i mevsule olur.

men dakka dukka

  • "Kapı çalanın kapısı çalınır." Yâni, kim birisine bir kötülük yahut iyilik yaparsa ona o şey yapılır. Meselâ: "Su-i zan eden su-i zanna mâruz olur."

men ve selva / men ve selvâ

  • Mûsâ aleyhisselâmın duâsı ile Allahü teâlânın İsrâiloğullarına gökten yağdırdığı kudret helvası (men) ve bıldırcın eti (selvâ).

menakıb / menâkıb

  • Menkıbeler. Velîlerin, Allahü teâlânın sevgili kullarının güzel iş, hareket, söz ve kerâmetlerini konu edinen hikâye ve hâtıralar, bu hususta yazılmış kitapları. Menkabenin çokluk şeklidir.

menam

  • Uyku. Uyku zamanı.
  • Rüya. Düş.
  • Uyunacak yer, yatak odası.

menba-ı istinad

  • Dayanak noktası, dayanılan kaynak.

menbic

  • Mevzi ismi. (Oraya nisbetle "menbicâni" derler.)

mendub

  • Dinen yapılması emredilmese de, güzel görülen davranış.

menea

  • (Tekili: Mâni) Engeller, mâniler, özürler.
  • Engel olanlar, mâni olanlar, geri bırakanlar.
  • Kuvvet ve cemâat.

menfi hareket / menfî hareket

  • Yıkmak, yakmak, saptırmak, inkâr etmek vs. gibi olumsuz ve yıkıcı hareket, davranış.

mengene

  • Tazyik veya sıkıştırma için kullanılan demir veya tahta âlet.

menhat

  • Mâni, nehyedici, engel.

menkuha / menkûha / منكوحه

  • Nikahlı hanım, eş. (Arapça)

menna' / mennâ'

  • (Men'. den) Alıkoyan, mâni olan, yaptırmayan.
  • Önleyici, men'edici.

menna-ul hayr / mennâ-ul hayr

  • Hayır ve iyiliğe mâni olan. Hayrı önleyen.

mennan / mennân / مَنَّانْ

  • İhsanı bol. Çok çok ihsan eden. En çok nimet veren. (Allah)
  • "Çok ihsân eden" mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden).
  • İhsânı bol olan (Allah).

mensucat-ı amel

  • İş ve davranışların dokumaları.

mensur

  • (Nesr. den) Dağılmış. Saçılmış.
  • Gece vaktinde güzel kokan bir çiçek.
  • Edb: Manzum olmayan nesir halindeki yazı. Bunun mânaca çok güzel ve şiir gibi ahenkli yazılmış olanına "mensur şiir" denir.

menşur

  • (Neşr. den) Neşrolunmuş. Dağıtılmış. Yayılmış. Herkese ilân edilmiş.
  • İşleri dağınık. Perişan.
  • Sultanın emri, mühürsüz mektubu, fermanı.
  • Bayrak.
  • Mat: Alt ve üst tabanları birbirine müsavi ve müvâzi (eşit ve paralel), kenarları da müsâvi ve müvâzi olup yüzleri b

menzilgah-ı dünya / menzilgâh-ı dünya

  • Dünya durağı, dünya hanı.

merakım

  • (Tekili: Mirkam) Kalemler. Yazma işinde kullanılan âletler.

meraya

  • Aynalar. Mir'âtlar.
  • Tıb: Hayvanın memeye süt gelen damarları.

mercan

  • Denizde geniş resif meydana getiren ve mercanlar takımının örneği olan hayvan ve bunun kalkerli yatağından çıkarılan çoğu kırmızı renkte ve ince dal şeklinde bir madde. Bu madde boncuk gibi süs eşyası olarak kullanılır. Mercanlar ancak 40 metre kadar derinlikte yaşayabilirler.

merdane

  • Erkekçesine. Merdcesine. Er'e yakışır surette. (Farsça)
  • Matbaada baskı, baskı makinelerinde ve ofset makinelerinde ise plâteye değerek mürekkeb vermek; ve toprağı bastırmak gibi çeşitli işlerde kullanılan silindir. (Farsça)
  • Yufka açmağa yarıyan oklava. (Farsça)
  • Erkek ayakkabısı. (Farsça)

merdud / merdûd

  • Reddedilen, kabûl edilmeyen.
  • Allahü teâlânın huzûrundan kovulmuş, reddedilmiş mânâsına, şeytan.

merdud-üş şehadet / merdud-üş şehâdet

  • Şahitlikleri kabul edilmiyenler.
  • Fâsık, yani devamlı günah işleyenler, yalan söyleyenler, müslümanları aldatan kimseler merdud-üş şehâdettir.

merek

  • Köy evlerinin yanında ot, saman ve yaprak gibi şeylerin ve umumiyetle hayvan yiyeceklerinin muhafazasına mahsus kârgir veya kerpiçten yapılmış bina. Samanlık.

merfu'

  • Yükseltilmiş. Yüksekte. Terfi ettirilmiş. Ref' olunmuş.
  • Hükümsüz bırakılmış.
  • Gr: Zamme ile harekelenmiş harf. Yani: Harfin harekesi, ötre (mazmum) "u, ü, o, ö şeklinde" okunan harf.

merfuat / merfuât

  • Bir yerde kullanılmak için kaldırılan eski eşya.
  • Gr: Mazmum olan, zamme ile harekelenmiş kelimeler.

mergub / مرغوب

  • Rağbet edilen, aranılan, istenilen. (Arapça)

merhaba

  • Şâdlık, neşeli oluş.
  • Genişlik, vüs'at.
  • Müslümanlar arasında bir nevi selâmlaşma kelimesi olup, "rahat olunuz, serbest olun, hoş geldiniz" mânasında söylenir.
  • Nazımda medholunan kimseye hitâb olarak kullanılır.

merhum

  • (Rahm. den) Kendine rahmet edilmiş.
  • Rahmete kavuşmuş. Dünyanın sıkıcı ahvâlinden kurtulup rahmet-i İlâhiyeye kavuşmuş olan. Dünya imtihanından kurtulup, vazifesini bitirmiş, paydosa kavuşmuş olan. (Vefat etmiş müslüman hakkında söylenir.)

merih

  • Koz: Güneş etrafında seyreden seyyarelerden dünyadan sonra güneşe en yakın olanı. (Aslı: Merrih veya Mirrih okunur.)
  • Mars.

merkez-i arz

  • Arzın merkezi. Dünyanın merkezi, iç tarafı.

merkum / مرقوم

  • Adı geçen, anılan; yazılmış. (Arapça)

merşa'

  • Her hayvanın yavuzu ve yırtıcısı.
  • Otu çok olan yer.

mersa-yı kostantiniyye

  • İstanbul limanı.

mertebe-i marifet

  • Allah'ı tanıma ve bilme derecesi.

merve

  • Kâbe-i muazzamanın yakınında bulunan ve hacda, aralarında sa'y denilen ibâdetin yapıldığı iki tepeden biri.

meryem

  • İsâ Aleyhisselâmın annesinin adı. (Süryânicede hâdim mânasınadır)

merzgun

  • Tenâsül organı. (Farsça)

merzukiyyet

  • Rızıklanış. Bütün mahlukatın rızkını bulması hali.

meş'ar-ül haram

  • Hac zamanında ziyaret edilecek muayyen yer. Cebel-i Kuzah, Müzdelife'de bir yerin ismi.

meş'ur

  • Bir şeyi iyice idrak eylemek.
  • Şuurlu. Kendini bilen.
  • Tanımak.

meşahir / meşahîr

  • Meşhurlar. Çok kimselerce tanınanlar.

mesai

  • Çalışma. Çalışmalar.
  • İş zamanı.

mesaib-i dehr / mesâib-i dehr

  • Zamanın musibetleri, felâket ve güçlükleri.

mesail-i imaniye

  • İmanî mes'eleler.

mesail-i imaniye-i kelamiye / mesâil-i imaniye-i kelâmiye

  • Kelâm ilmindeki imanî meseleler.

mesakıt

  • (Tekili: Maskat ve Maskıt) Bir şeyin düştüğü yerler.
  • İnsanın doğduğu yerler.

meşarit

  • (Tekili: Mişrat) Keskin bıçaklar. Ameliyatta kullanılan keskin hekim bıçakları.

mesatır

  • (Tekili: Mistar) Cetveller, mistarlar. Çizgi çizme için kullanılan âletler.

mescid

  • Secde edilen yer. Namazgâh. Cami yerine kullanılan namaz yeri.

mescid-i dırar / mescid-i dırâr

  • Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz zamânında münâfıkların (inanmadıkları hâlde, müslüman görünenlerin) fitne, fesâd yuvası ve silah deposu olarak Kubâ'da yaptırdıkları mescid.

mescid-i haram / mescid-i harâm

  • Ka'be-i muazzamanın etrâfında üstü açık olan câmi.

mesele-i melaike ve ruhaniyat / mesele-i melâike ve ruhaniyat

  • Melekler ve ruhanî varlıklar meselesi.

mesele-i sırr-ı iman

  • İmanın ince meselesi.

mesfur

  • Yazılmış, adı geçmiş. (Bu tabir, eskiden daha ziyade hakaret görmesi icabeden aşağılık kimseler hakkında kullanılırdı.)

mesh

  • Bir şeyin suretini çirkin ve kötü hale çevirmek.
  • Hayvanı kovarak koşturup onu sıkıştırmakla yormak, bitâb hale getirmek.

meşher-i a'zam

  • Büyük teşhir yeri. Ahiret meydanı. Haşir meydanı.

meşhudat / meşhudât

  • Görünenler. Seyredilenler. Hislerimizle ve gözlerimizle görüp bildiğimiz ve bazı evliyanın keşfen gördükleri.

meşhur / meşhûr / مشهور

  • Tanınmış, herkesin bildiği. Çoklarının bildiği.
  • Tanınmış.
  • Şöhret kazanmış, tanınmış.
  • Ünlü, tanınmış, bilinen. (Arapça)

meşhur hadis / meşhûr hadîs

  • İslâm'ın ilk asrında bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan, yâni bir kimsenin Resûl-i ekremden, o kimseden de, çok kimselerin ve bunlardan dahî, başka kimselerin işittiği hadîs-i şerîfler.

meşiet-i insaniye

  • İnsanın dilemesi, iradesi.

mesih-üd deccal

  • Deccal'a da bu isim verilmesinin bir sırrı şudur ki: Bir gözü silik, yani kör ve ayıplı olmasındandır. Sadece bu dünyayı görüp, âhireti görecek gözünün kör olmasındandır.

meşihat-ı islamiye dairesi / meşihat-ı islâmiye dairesi

  • Osmanlı döneminde din alanında en yüksek makam olan kurum.

meşmeşiye

  • Tas: Âlem-i gaybdan veya âlem-i misalden bir âlem. Bazı evliyanın keşfen müşahede ettikleri bir yer.
  • Bazı evliyanın keşfen gözlemledikleri gaybî veya misâlî bir âlem.

mesmud

  • Fukarânın çok istemesinden vere vere hiç birşeyi kalmayan kimse.

mesnevi / mesnevî

  • Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin (kuddise sirruh) yirmi altı bin beytten meydana gelen ve altı defter olan meşhûr eseri.
  • Edebiyâtta bir nazım şekli olup, iki mısrânın bir biri ile kâfiyeli hâli. Bu sebeple her beyti kâfiyeli olan eserlere mesnevî denir.

mesruriyet

  • Sevinçlik. Sürur içinde oluş. Dileğine ermiş olanın hâli.

mest

  • Abdest alırken ayağın yıkanması farz olan yerini yâni topuklarla birlikte ayakları örten deriden yapılmış su geçirmez ayakkabı.
  • Ayakkabı.
  • Sarhoş. Aklı başında olmayan. Kendinden geçercesine haz duymak mânasında "mest olmak" şeklinde kullanılır.

mesule

  • (Çoğulu: Mesulât) Azap vermek, eziyet etmek.
  • Hayvanı oka nişan edip atmak yahut diri iken bir tarafını kesmek.

meşveret / مشورت / مَشْوَرَتْ

  • Danışma. Konuşup anlaşma. Fikir edinmek için konuşup görüşme. Görüşme meclisi.
  • İstişare, danışma.
  • Aklı, fikri kuvvetli, ileriyi gören kimse ile bir konu üzerinde fikir alış-verişinde bulunma; danışma.
  • Danışma, fikir alışverişi yapma.
  • Danışma. (Arapça)
  • Meşveret etmek: Danışmak. (Arapça)
  • Fikir danışma, istişâre.

meşveret etmek

  • Danışıp görüşmek, fikir alış venişinde bulunmak.

meşveret-i meşrua

  • İslâmın sınırlarını ve özelliklerini belirlediği istişare ve danışma uygulaması.

meşveret-i şer'iye

  • Şeriattaki istişare, işlerin istişare (danışıp görüşme) yoluyla halledilmesi, İslâmın öngördüğü meşveret.

meta

  • Ne vakit? Ne zaman? mânasında olup, mutlak ve mübhem vakit edatıdır. Bazan "Min" harfi-i cerri yerinde ve suâl için de kullanılır.

meta' / metâ'

  • Faydalanılan şey.

meta-ul gurur

  • Gurur metaı. İnsanı aldatıp Allah yolundan alan dünya zevki veya menfaatı, insanlara riyakârlık için kullanılan dünya malı.

metafizik

  • Fizik ve akıl ötesi. Beş duyu organıyla ve tecrübeyle anlaşılamayan şeyler. Fizik ötesini araştıran ilim, ilâhiyyât.

metanet / metânet / متانت / مَتَانَتْ

  • Sağlamlık. Kavilik. Sözünden ve kararından dönmemeklik. İnsanın, fikrinde sabır, azminde kavi ve akidesinde rüsuh sahibi olması. (Mukabili zaaf'dır) (Hak, iman ve İslâmiyet uğrunda metanet göstermek, çok kıymetli bir seciyyedir.)
  • Dayanıklılık.
  • Dinin emirlerini korumadaki kararlılık, dayanıklılık.
  • Sağlamlık, dayanıklı olma.
  • Dayanıklılık. (Arapça)
  • Dayanıklılık.

metanet-i ahlakiye / metanet-i ahlâkiye

  • Ahlâkî sağlamlık, dayanıklılık.

metanetli

  • Dayanıklı, metîn.

metin / metîn / متين / مَت۪ينْ

  • Sağlam, dayanıklı.
  • Metanetli, dayanıklı.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kudretli, kâmil (kusursuz, noksansız) olan, hiçbir sûrette za'fiyet, âcizlik, güçsüzlük meydana gelmeyen.
  • Hadîs-i şerîfi rivâyet eden (nakleden) râvîlerin (zâtların) sıra ile isimleri demek olan sened kısmından sonra gelen hadî
  • Sağlam, dayanıklı. (Arapça)
  • Dayanıklı.

metinane / metînâne

  • Dayanıklı biri gibi.

metruk

  • Terkedilmiş, bırakılmış, kullanılmaktan vazgeçilmiş, metruk hadis; amel edilmeyecek derecede zayıf.

metrukiyyet

  • (Terk. den) Terk edilme, boşanmış olma.
  • Bırakılmışlık, kullanılmazlık.
  • Bir işten çekilip uğraşmama.

mevani / mevâni

  • Mâniler, engeller.
  • Maniler, engeller.

mevani'

  • Mâni'ler. Engeller. Mâni olanlar. Mâniâlar.

mevat arazi / mevât arâzi

  • Ölü arâzi. Bir kimsenin mülkünde bulunmayan, mer'a, baltalık ve harman yeri olarak kimseye verilmemiş olan ve gür sesli bir kimsenin köy ve kasaba evlerinin son bulduğu yerden bağırıp sesi duyulmayacak derecede köy ve kasabadan uzak yâni tahmînen yarım saatlik uzaklıkta olan dağlık, taşlık, kıraç, o

mevati / mevatî

  • Mevâta yani cansız şeye ait, bununla alâkalı.
  • İşlenmemiş toprağa ait.

mevc-i tufan-ı dalalet / mevc-i tûfân-ı dalâlet

  • Hak yoldan sapkınlık, inançsızlık tufanının dalgası.

mevcudat-ı hariciye

  • Maddî ve cismanî varlıklar.

mevetan

  • Canı olmayan nesneler.
  • İhya olunmayan, ekilip biçilmeyen arazi.

mevhibe

  • İhsân, bağış, Allahü teâlânın kuluna ihsânı.

mevki-i intişar / mevkî-i intişar

  • Yayılma alanı.

mevkıf

  • Durak, durulacak yer; kıyâmette ölülerin diriltildikten sonra toplanacakları yer; Arasât meydanı, mahşer yeri.

mevkute

  • Zamanı muayyen, belirli olarak çıkan matbuât. Gazete, mecmua gibi şeyler.

mevlana / mevlânâ

  • "Efendimiz, mevlâmız" mânâsında olan bu kelime, hürmeten büyük kimselere söylenmiştir. Hazret mânâsında da kullanılır.
  • "Efendimiz" mânâsına bir büyüğe karşı söylenen hürmet ve saygı ifâdesi.
  • Evliyânın büyüklerinden Celâleddîn Rûmî'nin ve Hâlid-i Bağdâdî'nin ve bâzı büyüklerin lakabı.

mevlel-muvalat / mevlel-muvâlât

  • Bir zımmînin yâni gayr-i müslim (müslüman olmayan vatandaşın) veya harbî yâni vatandaş olmayan pasaportlu bir kâfirin bir müslümanın yardımı ile îmâna gelerek, bu müslümanı velî kabûl edip ona; "Sen benim mevlâmsın (velîmsin), şâyet ben bir cinâyet(suç) işlersem diyetini (borcunu) sen ver, ben ölünc

mevlevi / mevlevî

  • Mevlânanın tarikatından olan.

mevleviyye

  • Evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.

mevleviyyet

  • Mevlevilik. Mevlevi tarikından olmak.
  • Mollalık.
  • Müderrislikten sonra gelen ilmiye sınıfından oluş.
  • Eyâlet kadılığı; yani, bir eyâletin bütün hukuki ve kazai işlerine bilfiil bakan kadı. "Mevâli" de denir.

mevlid

  • Dünyâya gelme; doğum yeri ve zamânı. Peygamber efendimizin dünyâya gelişini, mi'râcını ve mübârek hayâtını anlatan eser.

mevsim be mevsim

  • Zaman zaman. Mevsimden mevsime, zamanı geldikçe.

mevsuk

  • Kendisine inanılır olan. Şâyân-ı itimad olan.
  • Sağlam.
  • Vesikalı. Delile dayanan hakikat.

mevsuk-ul kelim

  • Sözlerine inanılır. Söylediği şeylere itimad edip güvenilir.

mevsukan

  • Sağlam, delile dayanır, itimad edilir şekilde.

mevsukiyet

  • Sağlamlık, gerçeklik. İnanılır hâl.

mevt

  • Ölüm. Âhirete göç. Dünyadan gitmek.
  • Mevt, mü'minler için dünya vazifelerinden ve imtihanından bir paydostur.

mevt hengamı / mevt hengâmı

  • Ölüm anı.

mevt-i dünya / مَوْتِ دُنْيَا

  • Dünyanın ölümü.
  • Dünyanın ölümü.

mevt-i ebyaz

  • Ani ölüm.
  • Açlık.

mey'a

  • (Mey'at) Yiğitlik başlangıcı.
  • Atı koşuya alıştırmak.
  • Erimiş sıvı madde.
  • Yere dökülen bir sıvının akıp gitmesi.
  • Bir şeyin ilk zamanı. Tâzelik vakti.

meyan / meyân

  • Meyânında: Arasında.

meydan-ı cevelan / meydan-ı cevelân

  • Hareket alanı.

meydan-ı galebe

  • Galibiyet meydanı; üstün gelinen alan.

meydan-ı gaza

  • Savaş meydanı.

meydan-ı hamiyet

  • Din, vatan, millet gibi değerleri savunma alanı, sahası.

meydan-ı harb

  • Harp meydanı, savaş alanı.
  • Savaş meydanı, muhârebe alanı, harp meydanı.

meydan-ı harp

  • Savaş meydanı.

meydan-ı harp ve imtihan

  • Savaş ve imtihan meydanı.

meydan-ı haşir / meydân-ı haşir / مَيْدَانِ حَشْرْ

  • Haşir meydanı; öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip hesap vermek için toplanılacak olan meydan.
  • Haşir meydanı. Haşrin yeri.
  • Ölüleri dirilterek toplama meydanı.

meydan-ı haşr

  • Haşir meydanı.

meydan-ı haşr-i ekber

  • Büyük haşir meydanı.

meydan-ı hayat

  • Hayat meydanı.

meydan-ı imtihan

  • İmtihan meydanı.

meydan-ı imtihan-ı ins ü can / meydan-ı imtihan-ı ins ü cân

  • İnsan ve cinlerin imtihan meydanı, yani dünya.

meydan-ı intişar

  • Yayılma alanı.

meydan-ı iptila / meydan-ı iptilâ

  • İmtihan meydanı.

meydan-ı iptila ve imtihan / meydan-ı iptilâ ve imtihan

  • Tecrübe ve imtihan meydanı.

meydan-ı istifade

  • İstifâde sahası, alanı.

meydan-ı kıyamet

  • Kıyamet meydanı.

meydan-ı mahşer

  • Mahşer meydanı.

meydan-ı maişet

  • Geçimi temin etme meydanı.

meydan-ı medeniyet

  • Medeniyet meydanı; uygarlık alanı.

meydan-ı muaraza

  • Sözle mücadele meydanı.

meydan-ı mübareze

  • Savaş meydanı.

meydan-ı mücadele ve imtihan

  • Mücadele ve imtihan meydanı.

meydan-ı mücahede-i maneviye / meydan-ı mücahede-i mâneviye

  • Mânevî mücadele, cihad meydanı.

meydan-ı müdafaa / meydân-ı müdâfaa / مَيْدَانِ مُدَافَعَه

  • Savunma meydanı.
  • Savunma meydânı.

meydan-ı münakaşat / meydan-ı münakaşât

  • Tartışma ve anlaşmazlıkların alanı, sahası.

meydan-ı müsabaka

  • Yarış meydanı.

meydan-ı tecrübe

  • Deneme alanı.

meydan-ı tecrübe ve imtihan

  • Deneme ve imtihan meydanı.

meyhem

  • "Hâlin nedir, nasılsın?" mânasına kullanılır.

meyl-i tabi'i / meyl-i tabî'î

  • İç güdü. İnsanın irâdesi dışında, yaratılıştan olan meyl, bedenin istemesi.

meyve-i imaniye

  • İmanın meyvesi.

meyyite / مَيِّتَه

  • Ölü hanım.

mezahir

  • Şereflenmeler. Mazharlar. Eşyanın göründüğü yerler. Eşyanın görünen tarafları. Zâhir ve meşhud olanlar.

mezbele / مزبله

  • Çöplük, döküntü alanı. (Arapça)

mezbuhane / mezbuhâne

  • Boğazlanırcasına, boğazlanan bir hayvan gibi.
  • Boğazlanır gibi. Boynundan kesilircesine. (Farsça)
  • Çırpınarak, son ümid ve son kuvvetle. (Farsça)

mezbur / mezbûr / مزبور

  • Anılan, belirtilen. (Arapça)

mezi

  • İlm-i Halde: Kadınla oynamak veya şehvetle yanına gelmek gibi hâllerde erkeğin tenasül cihazında zuhur eden yapışkan renksiz akıcı cisim. (Bu hâl abdesti bozar, gusül icab ettirmez)

mezkur / mezkûr

  • Zikredilen, sözü geçen, anılan.
  • Anılan.

mezneb

  • (Çoğulu: Mezânib) Kepçe.
  • Suyun akacak olduğu yer.

mi'rac / mi'râc

  • Merdiven.
  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem elli iki yaşında uyanık iken, beden ile, hicretten altı ay önce Receb ayının yirmi yedinci gecesi, Mekke-i mükerremede Mescid-i Harâm'dan Kudüs'e ve oradan göklere ve bilinmeyen yerlere götürülüp, getirilmesi.

mi'sele

  • (Asel. den) Arı kovanı.

mibza'

  • Kan almakta kullanılan âlet. Neşter.

mibzer

  • Tohum ekmekte kullanılan bir âlet.

micesse

  • Ağaç budamada kullanılan keskin demir.

miclat

  • Ağaç budamada ve bağ filizini kesmekte kullanılan demir.

mide-i hayvaniye ve nebatiye

  • Hayvanî ve bitkisel mide.

mide-i insaniyet

  • İnsanlık midesi, insanî değerlerle doyan mide.

midmak

  • Binanın iskeleti.

midvek

  • Bir şey ezmekte kullanılan taş.

mifsad

  • Kan almakta kullanılan âlet. Neşter.

miftah-ı kerem ve ihsan / miftâh-ı kerem ve ihsan

  • Allah'ın kerem ve ihsanının anahtarı.

miftele

  • Yün eğirmekte kullanılan çatal değnek.

migsel

  • Tas, ibrik. Yıkanmada kullanılan kab.

migzel

  • (Çoğulu: Megazil) İplik eğirmekte kullanılan âlet. iğ.

mihail

  • Resul-i Ekremin (A.S.M.) geleceğini haber veren ve bir ismi de Mişâil olan eski zaman Peygamberlerinden bir Zâttır. Kitabının 4. bab'ında: "Ahir zamanda bir ümmet-i merhume kaim olup, orda hakka ibadet etmek üzere, mübarek dağı ihtiyar ederler. Ve her iklimden oraya birçok halk toplanıp Rabb-ı Vâhid

mihaniki kıraet / mihanikî kıraet

  • Kelimeleri, terkibleri doğru telâffuz etmekle beraber ezber dersi dinletiyormuş gibi çabuk çabuk okumaktır. Böyle okuyuş dinleyene bir şey anlatmaz. Ancak okuyanın mevzuu kavramış olduğunu anlatır. Öyle kıraet bir makinanın duygusuz işlemesine benzetilir.

mihanikiyet

  • Hareket kabiliyeti, mekanik özellik.

mihanikiyyet / mihânikiyyet

  • yun. (Mihanik. den) Makine sanayiini ihate eden fen ve ilimler. Makine gibi cansız şeyler.
  • Cansız ve duygusuz fakat ahenkli hareket ve hareket kabiliyeti.
  • Mekaniklik.

mıhbat

  • Davar için ağaçtan yaprak dökmekte kullanılan sopa.

mihenk

  • (Mihek) Altının ayarını anlamaya mahsus bir taş. Ölçü. İyiyi kötüyü ayıran, ayar âleti.
  • Mc: Bir insanın kıymetini, ahlâkını anlamaya yarayan vasıta.

mihlat

  • İçine yulaf koyup davara vermekte kullanılan torba.

mihneka

  • (Çoğulu: Mehânık) Maktul.
  • Gerdanlık.
  • Boğacak âlet.

mihrap

  • Câmide cemaatle namaz kılarken imamın bulunduğu yer; bir mekânın en şerefli ve en kıymetli yeri.

mihrat

  • Tennur odunu karıştırdıkları âlet.
  • Çiftçi sabanı.

mıhtab

  • Balta gibi odun kesmekte kullanılan âlet.

mihtab

  • Balta. Odun kesmekte kullanılan âlet.

mihver

  • Dünyanın kuzey ve güneş kutbu arasından geçtiği farz olunan hat, dönen bir şeyin ortasından geçen mil. Düzgün geometrik şekilleri iki eşit kısma ayıran doğru çizgi. Çark ve tekerlek gibi dönen şeylerin ortasından geçen mil. Merkez.
  • Mat: Üzerinde bir müsbet ciheti var farzedilen sonsu

mihver-i arz

  • Arzın kuzey ve güney kutupları arasında uzanıp, merkezden geçtiği farz olunan hat.

mihza

  • Ateş karıştırmakta kullanılan ağaç.

mikat / mîkat / ميقات

  • Bağırdak ipi, (oğlancıkları beşikte onunla bağlarlar.)
  • Kesilme ânında koyunun ayağını bağladıkları ip.
  • Buluşma yeri. (Arapça)
  • Buluşma zamanı. (Arapça)

mikdar-ı kamet

  • Namaza başlamak için okunan kamet zamanı kadar.

mikhal

  • (Çoğulu: Mekâhil) Göze sürme çekmekte kullanılan âlet.

mikleb

  • Eskiden ciltlenen kitapların sol tarafındaki fazlalık parçanın adı.

mıkna'

  • (Mıknaa) (Çoğulu: Mekani') Başörtüsü.

mıkneb

  • (Çoğulu: Mekanib) Otuz kırk kadar olan at sürüsü.
  • Avcılar torbası.

mıkra'

  • Balta gibi bir âlet olup, onunla taş parçalanır.
  • Hekimlerin, hastanın vücudunu dinledikleri âlet.

mikrat

  • (Çoğulu: Mekârâ) Su mecrâsı. (Her taraftan gelen yağmur suyu orada toplanır.)
  • Büyük havuz.
  • Büyük çanak.

mikreb

  • (Çoğulu: Mekârib) Çift sürmede kullanılan saban.

mikyas-ı ma'rifet / mikyâs-ı ma'rifet / مِقْيَاسِ مَعْرِفَتْ

  • Tanıma ölçüsü.

mikyas-ı marifet

  • Allah'ı tanıma ölçüsü.

milhez

  • Mürekkep karıştırmakta kullanılan bir âlet.

millet

  • Din, dil ve târih berâberliği bulunan insan cemâati, topluluğu, kavim.
  • Din; kullarının dünyâda ve âhirette râhat ve huzûra kavuşmaları için Allahü teâlânın peygamberleri vâsıtasıyla gösterdiği yol.

milvah

  • Tuzak yanında koydukları kuş.
  • Semiz olmayan hayvan.

mimsiz medeniyet

  • Vahşilik, denîlik. Alçaklık.
  • Medeni kelimesinin, Kur'ân alfabesine göre "mim" harfini kaldırırsak, denî kelimesi kalır. Buna binaen, "mimsiz medeniyyet" de denî, alçak ve zâlim yerinde kullanılmıştır.
  • Deniyet, yani alçaklık.

mina'

  • (Çoğulu: Miyâni) Liman.

minhat

  • (Çoğulu: Menâhit) Dülger rendesi. Taş veya tahta yontmada kullanılan âlet.

minnet

  • Yapılan bir iyiliği, verilen bir şeyi başa kakma. Minnetin bu kısmı İslâmiyet'te yasaklanmıştır.
  • Görülen iyiliğe karşı teşekkür etme.
  • Allahü teâlâya hamd ve senâ etmek, şükretmek.
  • Nîmete kendi eliyle, kendi çalışmasiyle kavuşmadığını, Allahü teâlânın lütfu ve ihsânı o

minnet-i rububiyet

  • Allah'ın terbiye ediciliğinin ikram ve ihsanı.

minnetşinas / minnetşinâs

  • (Çoğulu: Minnetşinâsân) İyilik tanıyan. Minnet bilir.

minnetşinasi / minnetşinâsî

  • İyilik tanıyıcılık, minnet bilirlik. (Farsça)

minval

  • Hareket tarzı, davranış. Usul, yol.
  • Fayda.
  • Uslub, tarz.
  • Bez dokuyan cüllah.

minyatür

  • Eski el yazısı kitapları süslemek için sulu boya ile yapılan ince resimler hakkında kullanılır bir tâbirdir. İtalyanca "minyatura" kelimesinden alınmadır. Buna vaktiyle küçük nakış demek olan "hurde nakış" denilirdi.
  • İnce bir san'atla yapılmış küçük resimler.

mir'at-ı ma'rifet / mir'ât-ı ma'rifet / مِرْاٰتِ مَعْرِفَتْ

  • (Allahı) Tanıma aynası.

mir'at-ı marifet / mir'ât-ı marifet

  • Marifet aynası, tanıma aynası.

mir-ahur

  • Sarayda at işlerine bakan memurun ünvanıdır. (Farsça)

mirac-ı kur'ani / mirac-ı kur'ânî

  • Kur'ânî yükseliş.

mirac-ı marifet / mirac-ı mârifet

  • Allah'ı isim ve sıfatlarıyla tanıyıp bilme gibi yüce bir makama çıkmaya vasıta olan mânevî merdiven.

miralay

  • Alay kumandanı. Albay.
  • Alay komutanı, albay.

miran aşireti

  • Cizre havalisinde Bühti ismi ile de anılan bir aşiret adı.

mirazza

  • Harmanı sürecek döven.

mirba

  • Ganimet malının dörtte biri.

mirfak

  • Dirsek.
  • Mutfak. Kiler.
  • Semânın şimal tarafında bir yıldız ismi.

miri toprak / mîrî toprak

  • Beytülmâle yâni devlete âit toprak.

mirkatü's-sünnet

  • Peygamberimizin (a.s.m.) sünnetine uymanın dereceleri, basamakları; On Birinci Lem'a.

mirliva

  • Tugay kumandanı. Tuğgeneral.

mirza

  • Reis. Bey.
  • Büyük kimselerin çocuğu. Beyzâde.
  • Bazı İslâm topluluğunda iyi sülâleden olanlara, şehzâdelere, seyyidlere verilen ünvân olmakla beraber, bugün bir isim olarak çokca kullanılmaktadır.

mıs'ad

  • Merdiven. Yükseğe çıkmakta kullanılan âlet. Asansör.

misal

  • Bir şeyin benzer hali. Benzer. Örnek.
  • Düş. Rüya.
  • Ahlâk ve âdâbla ilgili kıssa ve hikâye.
  • Bir şeyin örneği ve sıfatı. Kısas.
  • Gr: İlk harfi harf-i illet olan (yani; elif, vav veyahut da yâ olan) fiil veya kelime.

misbah-ı iman

  • Allah'a imanın lâmbası.

mishel

  • Dil, lisan.
  • Eğe, törpü.
  • Ziynet verecek nesne.
  • Yabâni eşek.
  • Dizgin.

misk

  • Bir cins güzel koku ismi. (Asya'nın büyük dağlarında yaşayan bir cins erkek ceylanın karınderisi altındaki bir bezden çıkarılır.)

miskab

  • (Çoğulu: Mesâkıb) Mâden, kemik veya tahta gibi şeyleri delmekte kullanılan âlet, matkap.

misket

  • Alaybozan tüfeği. Patlayan bombadan etrafa sıçrayarak tahribe, yaralanmaya ve ölüme vesile olan sert parça. Eskiden kullanılmış geniş çaplı bir silâh. (Fransızca)
  • Güzel kokulu meyve. (Elma, üzüm vs.) (Fransızca)

miskin / miskîn

  • Bir günlük nafakasından (yiyeceğinden, giyeceğinden) fazla bir şeyi olmayan müslüman.
  • Dervîş. Miskîn Yûnus var yârına, Koma bugünü yârına, Yârın Hakk'ın dîvânına, Varam Allah deyü deyü!..

misma'

  • (Çoğulu: Mesâmi') (Sem'den) Kulak.
  • Hastanın iç organlarını dinlemeğe yarıyan âlet.

mistar-ı hikmet

  • Hikmetin gerçekleşmesi için kullanılan vasıta, şablon.

misvak / misvâk

  • Kullanılması pek çok faydalı olan ve Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ehemmiyetle tavsiye ettiği, diş fırçası vazifesini de gören, hoş kokulu ve meyvesiz bir ağacın dallarından kesilip kullanılan parça.
  • Bir karış büyüklüğünde kesilmiş, dişleri temizlemek için kullanılan ve Erak denilen ağaçtan veya zeytin dalından yapılan ağaç fırça.

mişvar / mişvâr

  • Davranış, gidişat.

misyoner

  • Hıristiyanlığı neşre ve tanıtmağa çalışan kimse. (Fransızca)
  • Hıristiyanlığı tanıtmaya ve yaymaya çalışan kimse.

mitin

  • Taşları kayaları paçalamada kullanılan büyük çekiç. (Farsça)

miyansera

  • (Miyânserây) Avlu. Ev meydanı.

mizan-ı haşir

  • Haşir terazisi, büyük hesap günü olan haşir meydanında amelleri tartan terazi.

mizanülhava

  • Havanın durumunu ölçen âlet, barometre.

mızmar

  • (Çoğulu: Mezâmir) Koşu meydanı. Yarışma sahası.

moğol

  • Turâni milletlerinin en büyüklerinden bir kabile olup Türkler ve Mançurlarla cinsi yakınlıkları vardır. Asyanın ortalarında bugün Çin Devletine tâbi olan ve Moğolistan ismiyle bilinen geniş bir çölde ve Sibirya ve Türkistan'ın da bazı taraflarında bulunurlar.Cengiz Hanla beraber Asyanın batı tarafla

monarşi

  • Hâkimiyetin kaynağı birtek şahısta (Kral, padişah, han v.s.) olduğu kabul edilen devlet şeklidir. Bu şahsın, yani devlet başkanının yanında bir meclis (parlamento) olursa; meşruti monarşi; olmazsa; mutlak monarşi ismini alır. Ayrıca devlet başkanının iş başına gelmesi şekline göre, irsi veya seçimli (Fransızca)

mu'attala

  • Allahü teâlânın sıfatlarını inkâr eden bozuk bir fırka, topluluk.

mü'biz

  • (Çoğulu: Meâbize) Mecusiler danişmendi.

mu'ciz

  • İnsanı âciz bırakan iş. Aynısını yapmakta başkalarını acze düşüren, kudretsiz kılan, kimsenin yapamıyacağı yolda olan.

mu'ciz-ül beyan

  • Beyanı herkesi âciz bırakan.

mu'cizat / mu'cizât

  • Mûcizeler. Allahü teâlânın peygamberlerine, peygamberliklerini isbât etmeleri için ihsân etmiş olduğu hârikulâde yâni âdet dışı (olağan üstü) hâller. Mûcize kelimesinin çokluk şeklidir.

mu'cizbeyan

  • Anlatış tavrı herkese benzemeyen. Tarz-ı beyanı mu'cize olan. Kur'an-ı Kerim. (Farsça)

mu'cize

  • Peygamberlerden aleyhimüsselâm peygamberliklerine delil olarak Allahü teâlânın izniyle meydana gelen hârikulâde (olağanüstü) haller.
  • İnsanların, yapmasında âciz kaldıkları ve ancak Allah tarafından peygamberlere nasib olan hârika. Kerametten yüksek, fevkalâde hâdise.
  • Mu'cize, Halik-ı Kâinat tarafından peygamberlerin hakkaniyetine ait bir tasdiktir. Sahih hadislerle mu'cizeler haber verilmiş ve tesbit edilmiştir.

mu'cize-i maneviye-i kur'aniye / mu'cize-i mâneviye-i kur'âniye

  • Kur'ânın mânevî mu'cizesi, mânâ ve içerik yönünden mu'cize olma.

mü'hare

  • (Mü'hire) Deve semerinin ağaç kısmıdır ve binen kimse ona dayanır.

mu'id / mu'îd

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Mahlûkâtı (yaratılmışları) dünyâdaki hayatlarından sonra öldürüp, ölümden sonra onları tekrar dirilten, hayât veren.

mu'in / mu'în

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Yardım eden, yardımcı.

mu'izz / mu'îzz

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Kullarından bâzılarını, maddî ve mânevî mülk ve saltanat vermek sûretiyle, azîz (üstün) kılan.

mü'min

  • Allahü teâlânın Esmâ-ül-hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Her türlü emân ve emniyet (güven) veren.
  • Îmân eden, Resûl-i ekremin bildirdiklerinin hepsini kalbi ile kabûl edip, dili ile söyleyen.

mü'min-i gayr-ı müslim

  • Müslüman olmadığı halde mü'min gibi bazı imanî değerlere sahip olanlar.

mü'min-i kalb-hüşyar

  • Kalbi uyanık mü'min.

mü'min-i kalb-i hüşyar

  • Kalbi uyanık mü'min.

mü'minler

  • Allah'a ve Allah'ın kesin olarak bildirdiği herşeye inanıp iman eden kimseler.

mu'sırat

  • Sıkım zamanı gelmiş üsâreliler. (Üzüm gibi)
  • Bora ve kasırgalar.
  • Yetişkin kızlar.

mu'teber

  • İtibâr gören. Beğenilen.
  • İnanılır. Güvenilir. Hatırı sayılır. Hükmü geçen.

mu'teberan

  • (Tekili: Mu'teber) Şerefli, haysiyetli ve itibarlı kimseler.
  • Bir yerin, bir mesleğin veya bir sınıfın ileri gelenleri. Hükmü geçip, inanılır olanlar.

mu'tekadat

  • İtikad edilenler. İnanılan hususlar.

mu'tekif

  • İtikâfa çekilmiş olan. İtikâf için bir camiye veya bir odaya kapanıp ibâdete çalışan. Devamlı olan.

mü'temen

  • (Emn. den) İnanılır, güvenilir, itimad edilir. Emniyetli.

mu'terek

  • Cenk ve kıtal yeri. Savaş meydanı.

mu'tezile

  • Hicrî ikinci asırda Vâsıl bin Atâ tarafından kurulan ve aklı, nakilden yâni dînî delillerden önde tutan bozuk fırka. "Büyük günâh işleyen kimse ne kâfirdir, ne de mü'mindir, iki menzile (yer) arasında bir menzilededir (yerdedir)" diyen Vâsıl bin Atâ, hocası Hasen-ül-Basrî'nin ders halkasından ayrıld

mu'ti / mu'tî

  • Veren, ihsân eden mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden).

mu'ziyat

  • (Ezâ. dan) İnsanı rahatsız eden küçük şeyler. Hayvancıklar.

muahhir

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Peygamberlerini, evliyâsını, sevdiklerini kendine yaklaştırıp, kâfirleri (inanmayanları), fâcirleri, düşmanlarını, sevmediklerini kendisinden uzaklaştıran, hor ve hakîr edip alçaltan.

muallime

  • Hanım hoca. Öğreten ve tâlim eden kadın veya kız.
  • Hanım öğretmen.

muamelat / muâmelât / مُعَامَلاَتْ

  • İnsanların birbirine karşı tutum ve davranışları.
  • Resmî dairelerde yapılan evrak kayıt ve işlemleri.
  • İşler, davranışlar.

muamelat-ı fıtriye / muamelât-ı fıtriye

  • Doğuştan gelen, fıtrî olan davranışlar, işler.

muamelat-ı galiye / muamelât-ı galiye

  • Üstün davranışlar.

muamele / معامله / muâmele / مُعَامَلَه

  • Davranış.
  • Davranma, davranış.
  • Yol, iz.
  • Dairede yapılan kayıt vesaire.
  • Alışveriş, sarraflık, para işleri.
  • (Çoğulu: Muâmelât) Hatt-ı hareket. Davranma, davranış. Birbiri ile iş görme, amel etme. Alış veriş.
  • Resmi dairelerde yapılan herhangi bir iş.
  • Davranış, işlem.
  • Davranış.
  • İşlem. (Arapça)
  • Davranış. (Arapça)
  • Davranış.

muamele-i imani / muamele-i imanî

  • İmânı temel alarak yapılan uygulama.

muamele-i mühimme

  • Önemli davranış.

muamele-i şer'iye

  • Dinle ilgili davranış.

muamele-i ubudiyet / muamele-i ubûdiyet

  • Kulluğa ait davranışlar.

muannid

  • İnadcı. Muânid.

muarefe / muârefe / مُعَارَفَه

  • Karşılıklı görüşme ve tanışma.
  • Gr: Nekre olmayan kelime. Muayyen ve harf-i târifli olmak.
  • Karşılıklı görüşme, tanışma.
  • Tanışma.
  • Tanışma.

muarefet

  • Tanıma, yakından bilme.

muarref

  • Tanıtılmış.

muarrif

  • Târif edici. Anlatıcı. İzah edip bildirici. Tanıtan. Tercüman.
  • Allah'ı tanıtıcı, tarif edici.
  • Tanıtıcı.

muaşeret

  • Birlikte yaşanılanlar.
  • Sünnet dâiresinde insanlarla iyi münâsebet.

muasker

  • (Asker. den) Ordu yeri, asker karargâhı. Ordunun muharebe zamanında toplandığı yer.

muateb

  • Azarlanılan. Tekdir olunan. Azarlanmış.
  • Paylamak, çıkışmak.

muattal / مُعَطَّلْ

  • Tatil edilmiş. Kullanılmaz olmuş. Battal edilmiş. Terkedilmiş.
  • İşsiz. Tenbel.
  • Kullanılmaz olmuş.
  • Kullanılmış, bırakılmış.
  • Boş, işsiz.
  • Kullanılmaz, boş.

muattıl

  • Îmansız, tanrıtanımaz.

muattıla

  • Îmansız, tanrıtanımaz.

muaveneten

  • Yardımlaşarak, dayanışma içinde olarak.

muaz ibn-i cebel

  • (Ebu Abdurrahman el Ensarî) Ashâb-ı Kirâm arasında hürmetle yâd olunan büyük fakihlerdendir. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sağlığında Kur'an-ı Kerim'i cem'edip ezberleyen bahtiyarlardandır. Peygamberimiz, "Kur'ânı, Muaz İbn-i Cebel'den alınız" buyurmuştur. 157 hadis rivâyet etmiştir. Ürdün

mübadat

  • Düşmanca davranış, saldırganlık.
  • Meydana çıkarma.

mübah

  • Dinen yapılmasında ve yapılmamasında herhangi bir sakınca olmayan, helal olan davranışlar.

mübahele / mübâhele

  • Lânetleşme. Dar anlamda hazret-i Îsâ'nın ilâh ve Allahü teâlânın oğlu olduğunu söylemekte ısrâr eden ve bu inanışlarının yanlış olduğunu kabûl etmeyen hıristiyanlara, Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem); "... Gelin oğullarımızı, oğullarınızı, kadınlarımızı, kadınlarınızı, bizleri ve

mübaşeret

  • Bir işe girişmek. Bir işe başlamak.
  • Karşılaşmak.
  • Başlamak ve devam etmek.
  • Temas etmek, dokunmak.
  • İnsanın derisinin, başkasının derisine dokunması.

mübdi / mübdî

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Benzeri, nümûnesi olmayan, varlıkları yoktan var eden.

mubikat-ı seb'a / mûbikat-ı seb'a

  • İnsanı felâkete götüren yedi kebâir, yedi büyük günah: Katil, zinâ, şarab içmek, ukuk-ı vâlideyn (yâni; sılâ-yı rahmi terk), kumar oynamak, yalan şâhidliği, dine zarar verecek bid'alara tarafdarlık.
  • İnsanı felâkete götüren yedi en büyük günah.

müblenda

  • Kuvvetli, sağlam ve dayanıklı deve.

mübteda-bih

  • Kendisiyle başlanılan.

mübtedi / mübtedî

  • Dinde olmayanı dine sokan.

mübtezel

  • (Bezl. den) Pek bol ve ucuz. Değersiz.
  • Hor kullanılan. Ortaya düşmüş olan.

mübti'

  • Ağır davranıp geciken. Ağır hareket eden.

mücahede / mücâhede

  • (Çoğulu: Mücahedât) Cihad etme.
  • Din düşmanına karşı koyma. Çarpışma.
  • Uğraşma. Çalışma. Gayret gösterme.İslâmiyette mücahedenin ehemmiyeti hakkında Deylemî'den (R.A.) mervi Hadis-i Şerif meâli: "Allah bir kulu sevdiği vakitte onu Zât-ı Uluhiyetine hizmet etmek için seçer. Onu
  • Cihad etme, din düşmanına karşı mücadele yapma.

mücavir / mücâvir

  • Komşu.
  • Bir mâbed veya tekke yakınında çekilip oturan.
  • Yurdunu terkederek zamanını Haremeyn-i Şerifeyn'de ibadetle geçiren.
  • Komşu. Memleketini ve yurdunu terk ederek, zamânını Haremeyn-i şerîfeynde yâni Mekke-i mükerremedeki Mescid-i Harâm'da ve Medîne-i münevverede ise Mescid-i Nebî'de (Peygamber efendimizin mescidinde) ibâdetle geçiren kimse.

mücber

  • Zorlanılmış. Zorlanılan. İcbar olunmuş olan.

mücedded

  • Kullanılmamış. Yeni. Yenilenmiş.

müceddid-i elf-i sani / müceddid-i elf-i sâni / müceddîd-i elf-i sânî

  • Hicrî ikinci bin yılının müceddidi, yenileyicisi olan İmam-ı Rabbânî (r.a.).
  • "İkinci bin senesinin müceddidi" demek olan bu tabir, İmam-ı Rabbani Ahmed-i Farukî Hazretlerinin nâmıdır.
  • Hicrî ikinci bin yılının yenileyicisi mânâsına İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin lakabı.

müceddid-i kariban hatemi / müceddid-i kâriban hâtemi

  • Müceddid kervanının sonu, sonuncusu.

müceddidiyye

  • Evliyânın büyüklerinden müslümanların gözbebeği İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.

mücemmiz

  • Bindiği hayvanı çok yürüten.

mücessime

  • Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih (mânâsı kapalı) âyetleri, zâhir (görünen)mânâsına göre açıklayıp, Allahü teâlânın el ve yüz gibi organlarının bulunduğunu, dolayısıyla madde ve cisim olduğunu iddiâ ederek doğru yoldan ayrılan bozuk fırka. Bu fırkaya müşe bbihe de denir.

mücevherat / mücevherât

  • (Tekili: Mücevher) Kıymetli taşlar. Mücevherler. Süs ve zinet için kullanılan kıymetli şeyler.

mücib / mücîb

  • Kullarının duâlarını kabûl eden mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından.

mucib-i teyakkuz

  • Teyakkuzu, yâni uyanıklığı icâb ettiren.

mucid / mûcid

  • Îcâd eden, yoktan vâr eden, yaratan mânâsına Allahü teâlânın isimlerinden.

mucid-i hakiki / mucid-i hakikî

  • İcad etme iktidarının yegâne sahibi mânasında olarak (Allah) hakkında kullanılır.

muciz / mûciz

  • İnsanı aciz bırakan.

müctehid

  • İctihâd makâmına yâni Kur'ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîf ve diğer dînî delillerden hüküm çıkarma derecesine yükselmiş büyük din âlimi. Bütün İslâm ilimleri ve zamânın fen bilgilerinde söz sâhibi âlim.

müctehid fil-mezheb

  • Mezhebde müctehid; mezheb reisinin (imâmının) koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, dört delîlden (Kitâb, yâni Kur'ân-ı kerîm, sünnet, icmâ', kıyâs,hüküm çıkaran İslâm âlimi. Buna, müctehid-i mukayyed ve müctehid-i müntesib de den ir.

müctena

  • Toplanılmış, devşirilmiş.

müdahene / müdâhene

  • Aldatmak, iki yüzlülük etmek, hîle ve yağcılık etmek. Kudreti olduğu, gücü yettiği hâlde dindeki gevşekliği sebebiyle haram işleyene mâni olmamak.

müddahar

  • Toplanıp saklanmış.
  • Biriktirilmiş.

müdebber

  • Âzâd olması yâni serbest bırakılıp, hürriyetine kavuşması, efendisinin vefâtına (ölümüne) bağlı kılınan köle. Böyle olan kadına müdebbere denir.

müdemma

  • Atın çok kırmızı olanı.
  • Çok kırmızı nesne.
  • Üzerinde kan kırmızılığı olan ok.

müdevven

  • (Divan. dan) Tedvin olunmuş. Kitap hâline getirilmiş. Bir arada toplanıp tanzim edilmiş.

müdevveriyet-i arz

  • Dünyanın yuvarlaklığı, yuvarlık oluşu.

mudıll

  • Dalâlete düşüren, doğru yoldan çıkarıp, eğri yola saptıran mânâsına, Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından, güzel isimlerinden.

müeccel

  • Te'cil edilen yâni sonraya bırakılmış, ertelenmiş.

müellefe-i kulub / müellefe-i kulûb

  • Kalbleri İslâm'a ısındırılmak istenenler. Kalblerine îmân yerleştirilmesi istenilen veya yeni îmân etmiş müslümanlar ve kötülükleri önlemek istenilen bâzı kâfirler olup, zekât verilen sekiz sınıftan biri iken hazret-i Ebû Bekr zamânında kendilerine zekât verilmesinin nesh yâni hükmünün kaldırıldığı

müellefe-i kulüb

  • Peygamberimiz zamanında kalpleri İslâm'a ısındırılmak için iltifat görmüş olanlar.

müennes-i semai / müennes-i semaî

  • Gr: Kelimenin kendisinde müenneslik edatı olmadığı halde, müennes sayılan ve öyle kullanılagelen kelime. Yed, şems... gibi.

müezzer

  • Muhkem, sağlam, dayanıklı.

müfad

  • Sözün ifade ettiği mâna. İfade edilen.
  • Herhangi bir vesile ile kazanılmış menfaat. (Mefâd galattır)

müfafaza

  • Şeref hususunda akrânına üstün olmak.

müfarakat

  • Ayrılık. Bir yere bırakıp gitmek. Dostlarından ayrı düşmek.
  • Fık: Karı-kocanın talâk veya fesh ile birbirlerinden ayrılmaları.

müferrec

  • Meydanı olan. Geniş.

müfessir

  • Kur'ân-ı kerîmi tefsîr eden; Allahü teâlânın kelâmında, murâd edilen, kasdedilen mânâyı anlayan âlim.

müfessirin / müfessirîn

  • Müfessirler, Kuranı açıklayıp yorumlayanlar.

müfid / müfîd

  • İfâde eden, meramı güzel anlatan.
  • Mânalı, mânidâr.
  • Faydalı, faydayı mucib olan.
  • Mütâlâsından istifade olunan.

müfsid

  • İfsad eden, fenalaştıran. Bozan.
  • Başlanmış ibadeti bozan.
  • Nifak koyan, fesad ilka eden. (Hiç bir müfsid, ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut, bâtılı hak görür. Evet kimse demez "ayranım ekşidir." Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz tic
  • Başlanılan ibâdeti bozan şeyler.
  • Karışıklık çıkaran ve bozgunculuk yapan.

müfti / müftî

  • Fetvâ veren.
  • Vilâyet ve kazâlarda din işlerine bakan, İslâm âlimlerinin dînî bir konuda vermiş oldukları hükümleri yâni fetvâyı, insanlara bildiren kimse; nakleden me'mur.
  • Fetvâ veren, yâni herhangi bir şeyin, İslâm dînine uygun olup olmadığını bildiren, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şer

mugalata / mugâlata / مغالطه

  • (Galat. dan) Karşısındakini yanıltmak için söz söylemek. Doğruya benzer yanlış sözler. Safsata. Hatalı ve yanlış söz. Demagoji.
  • Man: Vehimlerden terekküb eden kıyastır.
  • Yanıltmak için, yanıltacak yolda söz söyleme, demogoji.
  • Yanıltıcı için söz söyleme.
  • Safsata, demagoji; aldatmak maksadıyla yanıltıcı sözler söyleme.
  • Hatâlı ve yanlış söz, karşısındakini yanıltmak için söz söylemek veya bu sûretle söylenen söz.
  • Yanıltmaca. (Arapça)

mugayyebat-ı hamse / mugayyebât-ı hamse

  • Beş bilinmeyen. Bizce gaib olan beş şey:1- Kıyamet vakti, 2- Yağmurun ne zaman yağacağı, 3- Ana rahmindeki çocuğun mahiyeti ve ceninin isti'dadı ve mânevi simasının ne olduğu, 4- Yarın insan hayr ve şer olarak ne kazanacağını, 5- İnsanın nerede öleceğini Allah bildirmedikçe kimse bilemez. Bunlara me

muğni / muğnî

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hikmeti îcâbı, her şeyin ihtiyâcını giderici, tamamlayıcı ve lütfuyla doyurucu.

mugre

  • Bulanıklık.

mugtanem

  • Ganimet olarak alınmış olan, alınan.

mugtenem

  • (Ganimet. den) Ganimet olarak alınmış.

mugtenim

  • Ganimet olarak alan. Bedava alan. Ganimet bilen.

muhabbet-i ruhaniye

  • Ruhanî sevgi.

muhabbet-i zatiyye / muhabbet-i zâtiyye

  • Allahü teâlânın zâtına olan sevgi.

muhabbetullah

  • Allahü teâlânın sevgisi.

muhaddis

  • Hadîs âlimi. Çok sayıda hadîs toplayıp, senet ve metinleriyle ezberleyen, râvilerin cerh ve ta'dîl (güvenilir olup olmadıkları) noktasından durumlarını bilen, bu ilimde ihtisas kazanıp kitaplar yazmış olan âlim. Muhaddisin çoğulu muhaddisîn'dir.

muhafaza-i nefis

  • Kişinin kendisini ve canını koruması.

muhafazakar / muhafazakâr

  • Koruyucu. (Farsça)
  • Dinî amel ve işlere muhabbet eden. Dinî inanışında sağlam olan ve değiştirmeden muhafaza eden yüksek ve sâdık insan. (Farsça)

muhalefetkarane / muhâlefetkârâne

  • Zıt ve aykırı davranırcasına.

muhalefetün-lil-havadis / muhâlefetün-lil-havâdis

  • Allahü teâlânın, zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde (işlerinde) yarattıklarına, hiçbir bakımdan benzememesi.

muhammed aleyhisselam / muhammed aleyhisselâm

  • Allahü teâlânın insanlara gönderdiği son peygamber.

muhammen

  • (Hamn. den) Tahmin edilen. Ortalama olarak bir değer kabul edilen. Sanılan.

muharremat / muharremât

  • Yapılması dînen yasaklanmış, haram olan işler, haramlar.
  • Nikâhlanılması (evlenilmesi) dînen haram kimseler. Nikâh düşmeyenler.

muharrik-i vicdan

  • Vicdanı harekete geçiren, faaliyet azmi veren.

muhasara

  • Etraftan çevirmek. Kuşatmak. Düşmanı etraftan sarmak. Abluka etmek.

muhasebe / muhâsebe

  • Hesâblaşma, insanın nefsini hesâba çekmesi.

muhasırun / muhasırûn

  • (Muhasırîn) Düşmanı etraftan kuşatanlar. Muhasara edenler.

muhassal

  • Netice. Husule gelen. Tahsil olunan. Hâsıl olmuş bulunan. Toplanılmış, cem'olunmuş. Hülâsa. Sözün kısası.

muhassalı

  • Toplamı, sonuç olarak elde kalanı.

muhavvile

  • (Havl. den) Fiz: Elektrik cereyanını, akımını başka hâle koyan. Transformatör.

muhayyerlik

  • Satan ve satın alanın alış-verişten vaz geçebilme hakkı.

muhayyire

  • Âdet zamânını unutan kadın.

muhazere

  • Birbirini korkutmak.
  • İhtiraz etmek.
  • Uyanık olmak.

muhazzi'

  • Saman ve ot kesmekte kullanılan bir çeşit ziraat makinesi.

mühendis-i mahir / mühendis-i mâhir

  • Alanında maharet sahibi, becerikli olan mühendis.

mühendiz

  • Mühendis mânâsına ise de "zel" ile kullanılmaz.

müheymin

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden); her mahlûkun (yaratılmışın) ömrünü, amelini, rızkını, ecelini, nefeslerini, sözlerini bilen, gören, onların bütün hallerinden haberdâr olan.

muhh

  • Yumurtanın sarısı.
  • Eskiyip köhne olmak.

muhibb-i baz-ı geylan / muhibb-i bâz-ı geylân

  • Abdülkâdir-i Geylâni Hazretlerinin seveni.

muhit / muhît

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). İhâta eden, çeviren, ilmi her şeyi kuşatan.

muhit-i arz

  • Dünyanın çevresi.

muhlas

  • Devamlı ihlâs sâhibi olan. Her şeyi Allahü teâlânın rızâsıyla yapan.

mühlet / مهلت

  • Tanınmış süre. (Arapça)
  • Mühlet vermek: Süre tanımak. (Arapça)

muhlis

  • Samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah'ın rızasını gözeten.

muhnak

  • (Çoğulu: Mehânik) Zayıflamış davar.

muhnis

  • Yumuşak kimse; yâni şiddeti ve katılığı olmayan. Mülâyim.

mühre

  • Cilâ için kullanılan küçük yuvarlak cisim. Deniz böceği kabuğu. (Farsça)
  • Her nevi yuvarlak cisim. (Farsça)
  • Billurdan yapılı küçük kap. (Farsça)
  • Çekiç. (Farsça)
  • Cam boncuk. (Farsça)
  • Omurga kemiği. (Farsça)

muhrez

  • Kazanılmış, elde edilmiş.
  • Sudaki balık, av hayvanları v.s. gibi, kimsenin malı olmayıp herkesçe faydalanılan bir şeyin ele geçirilmesi.

muhtariyye / muhtâriyye

  • Şia fırkasının kollarından biri. Bu fırkaya Keysâniyye ve Bedâiyye de denir. Kurucusu Muhtâr bin Ebî Ubeyd es-Sakafî'dir.

muhtekir

  • İnsan ve hayvan yiyecek maddelerini piyasadan toplayıp pahalanınca satan kimse. Karaborsacılık yapan.

muhtereme

  • Hürmete lâyık, saygıdeğer anlamında, hanımlar için kullanılan ifade.

muhterik

  • Yanıp tutuşan.

muhti / muhtî

  • Hatâ işleyen. Günahkâr. Hatâlı.
  • Hatâya düşürten. Yanıltan.

mühür

  • İmza yerine kullanılan damga.

muhyi / muhyî

  • Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden. Yaratıcı, hayat verici, diriltici.

muil / muîl

  • Evlâd ü iyâli, yâni çoluk çocuğu çok olan kimse.

mukabele / mukâbele

  • Karşılık, karşılamak.
  • Mücadele.
  • Karşılaştırmak. Karşılıklı yapılan iş, karşılıklı yapılan okuma.
  • Camide Kur'ân-ı Kerimi okuyup halka dinletmek.
  • Yüz yüze olmak.
  • Düşmanın şerrinden kurtulmak ve onun şiddetini kaldırmak için onu yıldıracak tedbirde bulunm
  • Hapsetmek.
  • Sonraya bırakmak, tehir etmek.
  • Meşveret etmek, danışmak.
  • Bir kimsenin evi yanında bir ev satıldığında; "başka kimse satın alsın, ben ondan şüf'a yolu ile alayım" diye şirâsına muhtaç iken tehir etmek.

mukadderat / mukadderât

  • Allahü teâlânın olacak şeyleri ezelde (sonsuz öncelerde) bilip takdîr ettiği şeyler, kader, alın yazısı.

mukadderat-ı beşer

  • İnsanın kaderi; Allah tarafından takdir olunmuş işler, başa gelecek olaylar.

mukaddes kitablar

  • Allahü teâlânın Cebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla peygamberlerine gönderdiği kitâblar.

mukaddim

  • Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden: Mahlûklardan (yaratılmışlardan) bâzısını bâzısından önce var ve yok eden; dilediğini kendine yakınlaştıran, dilediğini uzaklaştıran, kendisine yakın kıldığı meleklerini, peygamberlerini aleyhimüsselâm ve âlimlerini üstün kılan.

mükafat-ı ruhaniye / mükâfat-ı ruhaniye

  • Ruhanî ödül.

mukaffi / mukaffî

  • Resul-i Ekremin (A.S.M.) bir ismidir. (Çünkü, O'nu dünyanın hiç bir şeyi Allah'a tâbi olmaktan ayıramamış ve bütün enbiyâ ve resullerin iyi yollarını da tâkib etmiştir.)

mukallid

  • Amelde, yapılacak işlerle ilgili konularda müctehid denilen derin âlime tâbi olan, uyan kimse.
  • İnanılacak şeylerin delillerini araştırmadan, anlamadan, sâdece anasından babasından duyarak îmân eden.
  • Fıkıh âlimlerinin yedinci derecesinde bulunan âlim.

mukarreb melek

  • Allahü teâlânın huzûrunda bulunan melekler.

mukarrihat

  • (Tekili: Mukarrih) Yara açmakta kullanılan etkili ilâçlar.

mukavemet

  • Direnç, dayanıklılık.

mukavemetsuz / mukavemetsûz

  • Mukavemeti yok eden, dayanılmaz hâle getiren.

mukavim

  • Sağlam. Dayanıklı. Mukavemet eden. Direnen. Karşı duran.
  • Sağlam, dayanıklı.
  • Dayanıklı.

mükayele / mükâyele

  • (Mükâyelet) Bir kimsenin davranışına aynıyla karşılık verme.
  • Ölçülmek.

mükedder

  • Kederli. Sıkıntılı.
  • Tekdir edilmiş. Azarlanmış.
  • Bulandırılmış. Bulanık.

mükellef

  • Bir şeyi yapmaya ve yerine getirmeye mecbûr olan; Allahü teâlânın emir ve yasaklarından mes'ûl (sorumlu) olan; îmânı olan, âkil (akıllı) ve bâliğ (evlenme yaşına, ergenlik çağına ulaşmış) olan kimse.

mükeyyes

  • Keselenmiş. Kese biçiminde toplanıp kalmış olan şey.

mukim / mukîm

  • İkamet eden. Ayakta duran.
  • Okuyan.
  • Bir memlekette devamlı duran.
  • Fık: Vatanında veya vatanı sayılan bir yerde onbeş günden fazla kalan kimse. (18 saatlik uzağa gidene "Misâfir" denir.)
  • Esmâ-i İlâhiyyeden olup "Her şeyi ayakta tutan, devam ettiren ve kayyumiyet

mukınun / mûkınûn

  • Yakîn sahibi olanlar. Şüphesiz ve tereddüdsüz olarak imanî ve Kur'anî hakikatlara vâkıf olanlar.

mukırr

  • (Karâr. dan) Doğruyu ve gerçek olanı söyliyen. Kabahat veya ayıbını gizlemeden söyliyen.
  • Fık: Birinin, kendisinde hakkı olduğunu haber veren kimse.

mukit / mukît

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Beden için görünen kuvvet, rûh için mânevî kuvvet yaratan, her şeye kuvvet veren.

mukız-ı vicdan / mûkız-ı vicdan

  • Vicdanın uyarıcısı, vicdanı uyandıran ikaz eden.

mukle

  • (Çoğulu: Mukul) Gözün karası. Göz bebeği.
  • Göz.
  • Su taksimi için kullanılan taş.

muksit

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Adâlet sâhibi, zâlimden mazlûmun hakkını alan.

muktedir

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Kudret sâhibi, her şeye gücü yeten.

mükteseb / مكتسب

  • İktisab edilmiş. Kazanılmış. Elde edilmiş.
  • Kazanılmış.
  • Kazanılmış. (Arapça)

mükteseb hak

  • Kazanılmış, ele geçirilmiş, elde edilmiş hak.

müktesebat

  • Elde edilmiş olanlar. Kazanılmış olanlar. Çalışmak suretiyle kazanılmış olanlar.

müktesebe / مكتسبه

  • Kazanılmış. (Arapça)

mukteza-yı beşeriyet / muktezâ-yı beşeriyet

  • İnsanlık gereği, insan olmanın icabı.

mülazım

  • Bir kimseye bağlı gibi olan.
  • Maaşsız acemilik hizmeti.
  • İlmiyyede: Medrese tahsilini bitirip icazet alan. Stajyer.
  • Eskiden askerlikte yüzbaşıdan aşağı rütbelerin derecesi, ünvanı.

mülhid

  • Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere yanlış mânâ vererek dinden çıkan, yâni îmânı bozuk olan, Eshâb-ı kirâma (Peygamber efendimizin arkadaşlarına) söğen.

mülk

  • Mal. Yer. Bina.
  • Hüküm ile bir şeyin zabt ve tasarrufu.
  • İzzet, azamet, şevket.
  • Bir şeyin dış yüzü.
  • İnsanın sahip ve malik olduğu şey.
  • Akıl sahiplerini tasarruf etmek.
  • Mâlik olmak.
  • Sâhib olunan; insanın başkasının rızâsını ve iznini almadan kullanmağa hakkı olan şey.
  • Tasarruf, saltanat, kudret.

mülk suresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 67. suresidir. Tebâreke, Münciye, Mücâdele, Mânia, Vakiye, Mennea Suresi gibi isimleri de vardır. Mekkîdir.

mülk ve melekut / mülk ve melekût

  • Görünen cismânî ve görünmeyen mânevî âlemler.

mülk-i habis / mülk-i habîs

  • Helâl yolla kazanılan mal ile, haram yolla kazanılan malın karışmasından meydana gelen ve birbirinden kolayca ayrılamayan mülk.

mülkiyet

  • İnsanın bir şeyi başkasının rızâsını, iznini almadan kullanabilme yetkisi gücü.

mültebis

  • Karıştırmış, yanılmış.

mültefet

  • (Left. den) Kendisine iltifat edilmiş olan. Güler yüz gösterilmiş ve hoş davranılmış.
  • Ehemmiyet verilmiş.

mültehif

  • Yorgan veya battaniye gibi bir şeye sarılmış olan.

mültezem

  • Kâbe-i muazzamanın kapısı ile Hacer-ül-esved denilen mübârek siyah taş arasında kalan Kâbe duvarı.
  • Lüzumlu görülen, lüzumuna inanılarak yapılmasına çalışılan.

muma-ileyhinn

  • (Tekili: Mumâ-ileyhâ) Adı geçen kadınlar, yukarıda anılan kızlar, imâ edilenler.

mumaileyh / mûmâileyh / مومى اليه

  • Anılan, adı geçen. (Arapça)

mümanaat / mümânaat / mümânaât / مُمَانَعَاتْ / مُمَانَعَتْ

  • (Mümâneat) Mâni olma. Set çekme. Önleme. Muhâlefet.
  • Mani olma, engel olma.
  • Mani olma.
  • Mâni' olma.

mümanaatsız / mümânaatsız

  • Manisiz, engelsiz.

mümit / mümît

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Ölümü yaratan, ruh bulunan cisimden rûhu alan, öldüren.

mün'akid

  • İki taraf arasında karara bağlanıp, kabul olunan, meydana gelen.

mün'im

  • Nîmet veren. Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden.

münadebe

  • İyilikleri sayılıp ağlanılan ölü.
  • Ölmüş bir kimsenin ahlâkını ve evsafını anıp ağlaşmak.

münderis

  • İndiras eden. Eseri, izi nişânı kalmamış olan.

müneccim

  • Yıldızların hareketlerini gözetleyerek geleceğe dâir haber verdiğini iddiâ eden, yıldız falına bakan kimse. Astrolog.
  • İlm-i nücûm yâni astronomi ilmiyle uğraşan kimse. Astronom.

münevver

  • (Nur. dan) Mc: Kur'anî ve imanî eser okumakla ve ibadet ve taatla nurlanmış. Nurlandırılmış, ışıklı.
  • Uyanık. İntibaha gelmiş. Akıllı âlim. İmanî ve İslâmî tahsil ve terbiye görmüş.
  • Parlatılmış.

münevvir

  • Mc: Hakaik-ı Kur'âniye, hakaik-ı imâniye, ibâdet ve tâat gibi nurlarla nurlandıran.
  • Nur veren, aydınlatan.

münezzeh

  • Kusur, eksiklik ve muhtâçlıktan uzak. Allahü teâlânın noksan sıfatlardan uzak olduğunu bildirmek için kullanılan bir tâbir.

münezzehiyet-i kudret

  • Kudret ve güç açısından eksiği, noksanı ve kusuru olmama hâli.

münfail

  • İnfiâl eden. Te'sir ile harekete geçen.
  • Muztarib, kederli ve muğber olan. Bir şeyden canı sıkılan. Alınmış, gücenmiş.

münfehim

  • (Fehm. den) Anlaşılan, kavranılan, fehmedilen.

münhamenna

  • Muhammed (A.S.M.) manâsına, Tevratta geçen İbrânice isimdir.

münhaniyat

  • (Tekili: Münhani) Eğri olan şeyler. Eğri şekiller.

münhaniye

  • Eğilmiş, eğri ve çarpık olan. Bükülmüş.
  • Geo: Eğri çizgi. Hatt-ı münhani.

münhasif

  • (Husuf. dan) İnhisaf eden, sönükleşen, daha mükemmel bir şeyin yanında sönük kalan. Değersiz. Gölgelenmiş.

münhasır

  • (Hasr. dan) Belli bir sınır içinde olup harice tecavüz etmeyen, inhisar eden, her yanı çevrili.
  • Yalnız bir kimseye veya bir şeye mahsus olan.

münkir-i küreviyet

  • Dünyanın küre şeklinde olduğunu inkar eden, inanmayan.

münsecir

  • Uzanıp sarkan.

münselib

  • (Selb. den) Kaçırılmış, kalmamış, kaldırılmış. (Bu tâbir; huzur, asayiş, emniyet ve rahat hakkında kullanılır.)

müntebih

  • Uyanık, intibah eden. Agâh ve habir olan. Gafletten ayrılmış olan.
  • Uyanık olan.
  • Uyanık.

müntehib

  • Uyanık.

müntekim

  • İntikam alıcı. Zâlim ve mütekebbir (kibirli) cânîleri başkalarına ders olacak şekilde cezâlandıran, âsîleri ve taşkınlık yapanları şiddetli azâb ile azablandıran.

münzecir

  • Yasak edilmiş, men edilmiş, yapılmaması emredilmiş, alıkonulmuş, mâni olunmuş.

munzic

  • Hazmettirici, sindirici.
  • Tıb: Yara veya çıbanı cerahatlendiren.
  • Kemâle eren, inzâc eden.

munzicat / munzicât

  • Yaranın iltihabını yok edici, irinini akıtıcı (ilâçlar).

müracaat

  • (Rücu'. dan) Geri dönmek.
  • Baş vurmak, izin almak için veya bir iş için alâkadarlarla görüşmek.
  • Mütalâa istemek, danışmak.

murad / murâd

  • İstenilen; arzû edilen şey.
  • Tasavvuf yolunda bulunanlardan çalışmadan Allahü teâlânın yardım ve dilemesi ile yüksek makâmlara kavuşanlar. İctibâ (çekilenler, istenenler) yolunun sâlikleri, yolcuları.

murad-ı ilahi / murâd-ı ilâhî

  • Allahü teâlânın murâdı; irâde buyurduğu, emrettiği.

mürahık / mürâhık

  • Âkıl ve bâlig yâni ergenlik çağına ulaşmadığı hâlde ulaşmış gibi gösteren erkek çocuk.

mürahik

  • Büluğ yaşına yaklaşmış erkek çocuk. Büluğ yaşına, yani oniki yaşına girip de baliğ olmayan erkek çocuğa denir. On beş yaşına kadar baliğ olmasa yine bu isim verilir. Kız çocuğuna ise: Mürâhika denir.

mürahıka / mürâhıka

  • Dokuz yaşına girdiği hâlde henüz bâliğa olmamış yâni ergenlik çağına gelmemiş kız çocuğu.

murakabe / murâkabe

  • Kontrol etmek, inceleyip vaziyeti anlamak.
  • Kulun, bütün hâllerinde Allahü teâlânın kendini gördüğünü bilmesi ve O'nu unutmaması.
  • Nefsi kontrol etmek, ondan gâfil olmamaktır.

murakkım

  • (Rakam. dan) Pusulanın iğnesi.

mürare

  • (Çoğulu: Mirâr) Bir acı otun ismidir. (Acılığından yerken hayvanın dudağı yarılır.)

murdar / murdâr

  • Kendiliğinden ölmüş veya kasten besmelesiz kesilmiş olan hayvan, leş ve domuz eti gibi kendileri kat'î yâni kesin ve açık delîl ile haram olan şey.

mürekkeb

  • Yazı için kullanılan sıvı.

mürid / mürîd

  • Tasavvufta Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için evliyâ bir zâtın terbiyesi altına giren talebe.

mürsel hadis

  • Tabiînin, sahabeyi atlayarak rivayet ettiği hadis, yani sahabeden değil tabiînden gelen hadis.

mürselat / mürselât

  • Gönderilen şeyler.
  • Melekler.
  • Kur'anın 77. suresidir. Urf Suresi de denir. Mekkîdir.

mürşid-i alem / mürşid-i âlem

  • Dünyanın, kâinatın yol göstericisi.

mürtecel

  • Düşünülmeden hemen söylenmiş söz veya şiir.
  • Kelimenin lügat mânası ile ıstılah mânası arasında münasebet bulunmayan kısmına mürtecel; münasebet bulunan kısmına da menkul denir.
  • Fık: Konuşulandan başkasına bir alâka bulunmaksızın sarih bir ihtimal ile kullanılan lâfızdır. Mese

mürtes

  • Muharebede yaralanıp, savaş meydanı dışına nakledildikten hemen sonra vefat eden İslâm mücâhidi.

müruk

  • Okun yaydan çıkıp nişanın diğer tarafına geçmesi.
  • Dinden huruç etmek, mürtedlik.

mürur-i zaman / mürûr-i zaman / مرور زمان

  • Zamanın akışı.

mürur-u zaman / mürûr-u zaman / مُرُورِ زَمَانْ

  • Zamanın geçmesi.
  • Zamanın geçmesi.
  • Bir iş ve dâva hakkındaki belli bir zamanın geçmesiyle o iş ve dâvanın hükümden düşmesi.
  • Zamanın geçmesi.
  • Zamanın geçmesi.

mürüvvet

  • İnsaniyet. İnsanlığa uygun olan şeyi yapmak. Güzel ve iyi şeyleri alıp, kötü şeyleri ve hâlleri bırakmak.
  • Ana baba saadeti.
  • Mertlik, yiğitlik.
  • Reculiyet.
  • İnsaniyet, mertlik.

mürüvvetmend

  • İyiliksever, cömert. (Farsça)
  • Mürüvvetli, insâniyetli. (Farsça)

müşa'

  • (Şüyu. dan) Yayılmış, şüyu bulmuş, herkese duyurulmuş.
  • Ortaklar veya hissedarlar arasında birlikte kullanıldığı hâlde hisselere ayrılmamış olan şey.

müsaade-i şer'iye

  • Şeriatın müsaadesi, İslâmiyetin izin verdiği iş ve davranış.

musaddak

  • Doğruluğu tasdik edilmiş. Sadakati ve doğruluğu tanınmış, isbat edilmiş olan.

müsafeha / müsâfeha

  • İki müslümanın, sağ elin avuç içlerini birbirine yapıştırıp, iki baş parmağın yanlarını birbirine değdirerek el sıkışması.

müşahele

  • Danışmak.

müsahere

  • (Müsâheret) Geceleyin uyanık durma, uyumama.

müsakkaf

  • (Çoğulu: Müsakkafât) (Sakf. dan) Üstü dam veya tavanla örtülmüş. Tavanı veya damı olan.

müşarata / müşârata

  • Şartlaşma, sözleşme. Nefs muhâsebesinin (nefsi hesâba çekmenin) ilk basamağı olup, Allahü teâlânın beğendiği işleri yapma, beğenmediklerinden sakınma ve âhirete hazırlanma husûsunda nefsle sözleşme.

müşarünileyh / مشار اليه

  • Anılan, adı geçen. (Arapça)

müsavat ve muvazenet-i etvar / müsâvat ve muvazenet-i etvar

  • Tavır ve davranışlarda sürekli denge ve aynı seviyede olma.

müşavere / müşâvere / مشاوره / مُشَاوَرَه

  • Bir iş hususunda iki veya daha fazla kimseler arasındaki konuşma ve danışma. İstişare etme. (Bir kavim müşaverede bulundu mu rüşd ü salâha nâil olur. Hadis meâli)
  • Danışma, bir iş üzerinde konuşma.
  • İstişare etme, danışma.
  • Danışma, konuşma.
  • Aklı, fikri kuvvetli, ileriyi gören kimseler ile bir konu üzerinde konuşma, görüşme, danışma, meşveret etme, görüşüne baş vurma.
  • Danışma. (Arapça)
  • Müşavere etmek: Danışmak. (Arapça)
  • Danışma, istişâre.

müşavere heyeti

  • Danışma kurulu.

müşavere kurulu

  • Danışma ve İstişare Kurulu.

müşaveret

  • Birbirleriyle istişare etme; birbirlerine danışma.

müşavir / müşâvir

  • Danışman.
  • İstişare olunacak kimse, kendisine danışılan kişi.
  • İdare işlerinde yakın yardımcı memur.
  • Kovanlık üstünde yapılan örtünün direkleri.
  • Danışılan, danışman.

müşavirin / müşavirîn

  • (Tekili: Müşavir) Müşavirler. Kendisine danışılan kişiler. İstişare edilen kimseler.

musavvir

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). En güzel sûrette şekil veren.

müsbet hareket

  • Yapmak, yol göstermek, yardım etmek gibi olumlu ve yapıcı hareket, davranış.

müsebbih

  • Tesbih eden; Allah'ı, yüce şanına lâyık ifadelerle anan.

müşebbihe

  • Fls: İnsan biçiminde ilâh tasavvur edip suretlendiren bâtıl bir inanış. (Antropomorfizm) Mücessime de denir.
  • Allahü teâlâyı cisim ve varlıklara benzeten, Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih (mânâsı kapalı) âyetleri görünen lugat mânâsına göre açıklayıp, Allahü teâlânın el ve yüz gibi organlarının olduğunu iddiâ eden bozuk fırka.

müşeffah

  • (İbranice) Peygamberimizin (A.S.M.) Tevrat'taki ismi.

müselleman

  • (Selm. den) Tar: Yeniçeri zamanında yol işleriyle vazifeli asker kısmı.

müselles

  • Tâze iken yâni gaz kabarcıkları çıkmadan, köpürmeden önce ısıtılıp, üçte ikisi uçup üçte biri kalan üzüm suyu.

müsellim

  • (Selm. den) Teslim eden, veren.
  • Tar: Eyalet valileriyle sancak mutasarrıflarının uhdelerinde bulunan yerlerin idaresine memuR edilen kimseler. Vali ve mutasarrıflardan uhdesine tevcih olunan iki yerden mühim olanında kendisi oturur, diğerini gönderdiği adam idare ederdi. Yine bunlar

müşemmet

  • Hayır ile anılan, yâd edilen kimse.

müsenna / müsennâ

  • İkili olan; meselâ sevginin ikili olanı vatan sevgisi, din sevgisi gibi.

müsennede

  • Arka yastığı, arkaya dayanılacak yer.

musevilik / mûsevîlik

  • Allahü teâlânın Mûsâ aleyhisselâm vâsıtasıyla İsrâiloğullarına gönderdiği din. Mukaddes (ilâhî) kitabı Tevrâttır. Îsâ aleyhisselâma kadar olan peygamberler bu dîni insanlara tebliğ ettiler. Îsâ aleyhisselâmın gelmesiyle Mûsevîlik dîninin hükmü kaldır ıldı.

musib / musîb

  • İsâbetli, yanılmayan, doğru.
  • Resul-i Ekremin (A.S.M.) isimlerinden birisi.

musir

  • Zengin. Gani.

müşir

  • Emreden, işaret eden, bildiren.
  • Mareşal. En büyük ünvanı taşıyan asker. Silâhlı kuvvetlerde, kaide olarak barış zamanında orgeneral rütbesine kadar terfi etmek mümkündür. Mareşal rütbesi, ancak muharebe sırasında ve bir meydan muharebesi kazanmış olan generallere verilir. Asıl vazife

müskir

  • (Sekr. den) Sarhoşluk veren, şuuru kaybettiren, kullanılması ve içilmesi haram olan zararlı madde.

müskirat

  • (Tekili: Müskir) İçilmesi ve kullanılması Allah (C.C.) tarafından men'edilmiş sarhoşluk veren şeyler.

müslim

  • Mûteber ve güvenilir olduğu bütün İslâm âlimleri tarafından kabul edilen, Kütüb-i sitte denilen altı hadîs kitâbının ikincisi.
  • Allahü teâlânın, peygamberi Muhammed aleyhisselâm vâsıtasıyla gönderdiklerine îmân edip, O'nun emirlerini yerine getiren, yasaklarından kaçan kimse.

müsliman

  • Allahü teâlânın, peygamberleri vâsıtasıyla gönderdiklerine ve Muhammed aleyhisselâma îmân edip, Allahü teâlânın emirlerini yerine getiren, yasaklarından kaçan kimse.

müsned

  • (Çoğulu: Mesânid) İsnad edilmiş, nisbet edilmiş olan.
  • Gr: Haber (yüklem). Meselâ: "Bu yazı güzeldir" cümlesindeki (güzeldir) kelimesi gibi.
  • Edb: Açık olmayan heceye (kapalı heceye) de müsned denir.
  • Ehl-i Hadis ıstılahınca: Müsned; içindeki metinler, senetleri ile mezk

müsrif

  • Boş yere malını harcayan, tutumsuz, Allah'ın (C.C.) razı olmayacağı şeylere parasını, malını ve zamanını harcayan.

müsta'fi

  • Bir işten isteği ile çekilen, istifa eden.
  • Suçunun bağışlanıp afvedilmesini isteyen.

müsta'mel / مُسْتَعْمَلْ

  • Kullanılan, kullanılmış.
  • Eski, köhne.
  • Kullanılan.

müsta'mel su

  • Abdestte veya gusülde veya kurbet için (yemekten önce ve sonra, sünnet olduğu için el yıkamak gibi) kullanılan su.

müsta'zım

  • (Azm. den) Büyük gören, isti'zam eden, büyük tutan.
  • Gururlu, kibirli, enaniyetli.

müstagni

  • (Gani. den) Kimseden bir menfaat beklemeyen, bir şey istemeyen, istiğna eden, kimseye ihtiyacı olmayan. Gönlü tok, tok gözlü. Çekingen, nazlı.
  • Gerekli ve lüzumlu bulmayan.

müstağni-i muhteriz / müstağnî-i muhteriz

  • Gözütok davranıp istemekten çekinen; başkalarından yardım istemekten sakınıp çekinen.

müstahfız

  • Tar: Yeniçeriliğin kaldırılmasından evvel, kale, hisar ve memleket muhafazasında bulunan kimseler hakkında kullanılan bir tabirdi. İlk zamanlardaki müstahfızlık, daim hizmet hâlinde olduğu için kendilerine timar verilirdi. Sonraki müstahfızlık ise, harp gibi lüzum görüldüğü zaman askerlik hizmetine

müstaid

  • İstidadı olan, kabiliyetli, uyanık, anlayışlı, akıllı.

mustalah

  • Istılahlı. Garib ve az kullanılır kelime ve terimlerle dolu olup pek anlaşılmayan.

mustalık gazası

  • Benî Mustalık gazasına Müreysî gazası da denilir. Benî Mustalık, Huzaa'nın bir şubesidir. Müreysî de bunların bir kuyusudur. Benî Mustalık, Resul-i Ekrem'le harb etmek üzere bu kuyu başında toplandıkları için bu sefer bu isimle anılır. Çeşitli râviler, bu gazanın hicrî dört veya beş veya altıncı sen

müstamel / müstâmel / مستعمل

  • Kullanılmış, eski, köhne.
  • Kullanılan.
  • Kullanılmış.
  • Kullanılmış. (Arapça)
  • Kullanılan. (Arapça)

müstashab

  • (Sohbet. den) Birine yanında arkadaş olarak bulundurulan.

mustashib

  • (Sahâbet. den) Birini yanına alıp berâberinde götüren.

müstashib

  • (Sohbet. den) Beraber bulunduran, yanına alan.

mustashiben

  • Birlikte, beraberce. Yanında olarak.

müstashiben

  • (Sohbet. den) Beraber ve birlikte olarak. Yanında bulundurarak.

müste'min

  • Eman dileyen. Emane, emniyete erişen, nâil olan. (Gerek müslim, gerek zimmî veya harbî olsun.) İstiman eden. Emin edilmiş.
  • Canının bağışlanması şartiyle teslim olan.
  • Tar: Osmanlı ülkesinde oturmalarına müsaade olunan yabancı devlet tebaası. Osmanlı devleti ile sulh halinde bu

müstear

  • (Ariyet. den) Kendi malı olmayan, iğreti alınmış, emâneten alınmış olan.
  • Kendini belli etmemek için kullanılan takma bir isim.

müsteb'ad

  • (Bu'd. dan) Uzak görülen, akla yakıştırılmayan, olacağı sanılmayan.

müsteban

  • Vâzıh, âşikâr, beyanı açık olarak anlaşılan, açıklanmış.

müstebdı'

  • Kazancı, kârı kendine yani veren kişiye âit olmak üzere sermaye verilen kimse.

müstebid

  • Başlı başına, müstakil olan. Emri altındakilere söz ve hürriyet hakkı tanımayan, istibdat yapan. Despot.

müstedlel

  • Delillendirilmiş, kanıtlı.

müstefad / müstefâd

  • (Feyd. den) Anlaşılıp istihrac olunan.
  • Kazanılmış olan, istifade edilmiş.
  • Mâna, mefhum.
  • İstifade edilen, yararlanılan.

müstehlik

  • (Helâk. den) İstihlâk eden, satın aldığı şeyi bizzat kullanıp sarfeden, harcayan. Tüketici.

müstenedün ileyh

  • Kendine dayanılan, temel.

müster'i / müster'î

  • Bir kimseden bir şeyin saklanıp muhafaza edilmesini isteyen.

müşterek

  • Birlikte, ortak kullanılan.
  • Elbirliğiyle yapılan, birlik.

müsteşar / مستشار

  • (Meşveret. den) Kendine iş danışılan. Hükümetin vekilinden sonra en yüksek idare me'muru.
  • Danışman. (Arapça)

müstevkid

  • Yakıp alevlendiren.
  • Yanıp alevlenmiş.

mutaassıb

  • Bir şeyi müdafaada ifrat ve inat gösteren. Körü körüne inad ve israr eden. Aşırı derecede kendi tarafını tutan.
  • Din, millet ve vatanı hakkında çok sevgi, bağlılık ve gayret gösteren.

mutabakat

  • Uygunluk. Muhalif ve mugayir olmayıp, uygun ve muvafık olmak.
  • Man: Lâfzın, mevzuu olduğu mânânın tamamına delâleti.

mutallaka

  • (Talak. dan) Boşanılmış kadın. Bırakılmış, nikâhı bozulmuş.

mutasarrıf

  • Kendinde kullanım hakkı bulunan.

mutasavvıf

  • Tasavvuf ehli olan, kalbi dünyanın gelip geçici işlerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlayan tarikat ehli kimse.

mütbi'

  • Yanında danası olan sığır.

müte'al / müte'âl

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Düşünülebilen, akla gelen, hayâl edilebilen her şeyden başka bunlardan pâk, temiz ve yüce olan.

müteahhirin / müteahhirîn

  • Sonra gelenler. Kelâm ilminde İmâm-ı Gazâlî ile, diğer İslâmî ilimlerde Şems-ül-Eimme Hulvânî ile başlayıp onlardan sonra gelen âlimler.

müteallak

  • Bağlanılan yer, taalluk edilen yer, harfi cerin dayandığı, bağlandığı kelime.

mütearif

  • (Örf. den) Bilinen, bilinir, meşhur.
  • Birbirine tanıyan, tanışan.

mütearife / müteârife / متعارفه

  • Herkesin bildiği. Tanınmış. Meşhur. Doğruluğu âşikâr.
  • Man: İsbatı icab etmeyen söz.
  • Kanıtlanmak gerektirmeyecek kadar açık. (Arapça)

muteber / mûteber

  • İnanılır, güvenilir, saygın.

mütebettil

  • (Betl. den) Tebettül eden, fani şeyleri bırakıp Allah'a yönelen.

mütedafi'

  • Düşmanı defeden.
  • İtişen, kakışan.

mütedafian

  • Düşmanı defederek.
  • İtişerek, kakışarak.

mütedafiane / mütedafiâne

  • Düşmanı defedercesine. İtişir kakışırcasına. (Farsça)

mütedavil / mütedâvil

  • Elden ele geçen, alıp verilen.
  • Kullanılan.
  • Ellerde dolaşan, kullanılan.

mütedelliyane

  • Nazlanırcasına. (Farsça)

mütegallit

  • Yanlışa düşen, yanılan, tegallüt eden.

mütegannim

  • Bir şeyi ganimet bilen.
  • Koyun şeklinde görünme.
  • Koyun şeklinde görünen, ganimetçi.

mütehabbisane / mütehabbisâne

  • Bir yere kapanıp kendini hapsedene yakışır surette. (Farsça)

mütehammil

  • Tahammül eden, katlanıp sabır ile kabul eden. Dayanabilen, kaldırabilen.

mütehammil değil

  • Dayanıklı değil, tahammül edemez.

mütehammilin / mütehammilîn

  • (Tekili: Mütehammil) Tahammül edenler. Katlanıp sabrederek kabul edenler. Dayanabilenler. Kaldırabilenler.

müteharhır

  • Karnı büyük olanın karnının oynaması, sallanması.

mütehatti

  • Hatâ işleyen, yanılan.
  • Atlayıp geçen.

müteheccid

  • Geceleri uyanıp teheccüd namazı kılan.

mütekabbız

  • (Kabz. dan) Toplanıp çekilen.
  • Asık suratlı, asık, çehreli.
  • Buruşup kasılan adale.

mütekabile

  • Karşılıklı davranış veya vaziyet.

mutekadat / mutekadât

  • İnanılan şeyler.

mütekaddimin / mütekaddimîn

  • Önce gelenler; kelâm ilminde, İmâm-ı Gazâlî'ye, fıkıh ilminde Şems-ül-Eimme Hulvânî'ye kadar gelen İslâm âlimleri.

mütekavvim mal

  • Kıymetli, kullanılması mubâh ve mümkün olan mal.

mütekebbir

  • Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden. Yaratılanların sıfatlarından uzak, vehim ve aklın anlamasından yüksek, azamet ve kibriyâ (büyüklük) sıfatıyla her şeyden ayrılmış olup, her şeyden yüce ve yüksek olan.
  • Kibirlenen, kendisini başkalarından üstün gören, kendini beğenen.

mütekebkib

  • Kaftanına bürünmüş.

mütekeddir

  • (Çoğulu: Mütekeddirîn) (Keder. den) Kederli, hüzünlü. Kederlenen, tekeddür eden.
  • Bulanık.

mütekeddirin / mütekeddirîn

  • (Tekili: Mütekeddir) Kederlenenler, kederli ve hüzünlü olan kimseler.
  • Bulanık şeyler.

mütekellim

  • Söyleyici mânâsına Allahü teâlânın isimlerinden.
  • Kelâm âlimi.

mütekellim-i alim / mütekellim-i alîm / مُتَكَلِّمِ عَل۪يمْ

  • Her şeyi hakkıyla bilen, şânına lâyık konuşan (Allah).

mütekellimin / mütekellimîn

  • İslâm ve iman esaslarını, hakaik-ı Kur'aniye ile isbat ve izahını yapan büyük İslâm allâmeleri, âlimleri, İlm-i Kelâm âlimleri.

mütelahhız

  • Ekşi birşey yiyen kimsenin yanında ağzı sulanan.

mütelehhif

  • (Çoğulu: Mütelehhifîn) (Lehef. den) Hasret çeken. Özleyen. Yanıp yakılan. Hüzünlü olan.

mütelehhifane / mütelehhifâne

  • Özleyerek, hasret çekerek. Kaygılı, tasalı olarak, yanıp yakılarak. (Farsça)

mütelehhifin / mütelehhifîn

  • (Tekili: Mütelehhif) Hasret çekenler, yanıp yakılanlar. Kederli, tasalı olanlar.

mütemessih

  • Çirkin kılığa giren. Temessüh eden. İnsaniyetten hayvaniyete değişen.

mütemeyyi'

  • (Mey'. den) Mâyi haline gelen, sıvılaşan. Sulanıp akan.

mütenavib

  • (Nevbet. den) Nöbetleşe tekrarlanıp giden.

mütenebbih / مُتَنَبِّهْ

  • Uyanmış, uyanık.
  • Uyanmış, uyanık.

müteneccis

  • Pislenmiş, kullanılmaz hâle gelmiş.
  • Pislenmiş, kullanılmaz hale gelmiş.

mütenekkir

  • Bilinmeyecek, tanınmayacak surete giren. Kıyafet değiştiren.

mütenekkiren

  • Kıyafet değiştirip kendini tanıtmayarak.

müterakkıs

  • Aynı şekilde yukarı çıkıp aşağı inen, aynı tarzda sallanıp hareket eden.

müteremmid

  • Yanıp kül olmuş.

müteşabih

  • Birbirine benzeyenler.
  • Fık: Mânası açık olmayan âyet ve hadis. Kur'an-ı Kerim'in ve hadislerin mecazî mânalara gelen ifadeleri. "Muhkem" olmayan âyet veya hadis.
  • Zâhirî mânası kastedilmeyen ve teşbih ve temsil yoluyla hakikatlerin beyanında kullanılan ifade.

müteşabihat-ı kur'aniye / müteşabihât-ı kur'aniye

  • Beşer lisanının, lügatını vaz etmediği, sezip düşünemediği, misalini göremediği hakikatların teşbih ve temsiller ile anlatıldığı âyet-i kerimeler.

müteşahhıs

  • (Şahs. dan) Şahıslanan, gözle görünür hâle gelen.
  • Şahsı farkedilmiş olan.
  • Şahsını tanıyan.

mütesakıl

  • Üşenip ağırlaşan.
  • Muhârebeye girmeye teşvik edilmiş iken oyalanıp kalan.

mütesalik

  • Uçucu, uçan.
  • Tırmanan, tırmanıcı.

mütesanid / mütesânid

  • Birbirine dayanıp kuvvet alan.
  • Kuvvetli itimat ile birbirine bağlı olan, tesanüd eden.
  • Dayanışma hâlinde olan, birbirini destekleyen.

mütesanidane / mütesânidane / mütesânidâne

  • Dayanırcasına.
  • Birbirine dayanıp kuvvet vererek.

müteşavir

  • Birbirine danışan, müşavere eden.

mütesavvıf

  • Gafletten uzak yâni her an Hakk'ı zikreden, kalbini mânevî kirlerden temizleyen ve Allahü teâlâdan başka her şeyi gönlünden çıkaran, rûhunu cenâb-ı Hakk'ın zikri ile (anmakla) süsleyen tasavvuf ehli, velî, mürşid, ahlâk-ı hasene sâhibi. Çoğulu mütesa vvifûn, mütesavvifîn ve mütesavvife'dir.

mütesettir

  • Saklanıp gizlenmiş olan. Tesettür eden, gizlenen.

müteva'ir

  • Hakir, zelil. Nefret edip kimse yanına gelmeyen.

müteveccih

  • Yönelmiş, dönmüş. Bir yere doğru yola çıkan.
  • Birisine karşı iyi düşünce ve sevgisi olmak. İhsan ve iltifat üzere olmak.
  • Pir-i fâni olmak.

mütevehhimane / mütevehhimâne

  • Vehimlenircesine, evhamlanırcasına. (Farsça)

mütevekkilane / mütevekkilâne

  • Tevekkül ederek, yalnızca Allah'a dayanıp güvenerek.

müteyakkız / متيقظ / مُتَيَقِّظْ

  • Uyanık, uyanmış, tetikte, gözü açık olan.
  • Uyanık.
  • Uyanık bulunan,tetikte gözü açık olan.
  • Uyanık.
  • Uyanık, teyakkuz durumunda olan. (Arapça)
  • Uyanık.

müteyakkızane / müteyakkızâne

  • Uyanık ve dikkatlice, göz açıklığı ile. (Farsça)

mütezevvid

  • (Çoğulu: Mütezevvidîn) (Zâd. dan) Yanına azık veya erzak alan.

mutfil

  • (Çoğulu: Metâfil) Yanında genç buzağısı olan geyik.
  • Yavrulu deve.

mutlak

  • Kayıtsız, sınırsız; teklik, çokluk veya nitelik gibi şeylere bakılmaksızın kullanıldığı mânâya delâlet eden lâfız; kitap kelimesi gibi.

mutlak adalet / mutlak adâlet

  • Bir şeyi yerli yerine koymak. Kendi mülkünde olanı kullanmak.

mutlak kemal / mutlak kemâl

  • Genel mânâda kemâl, olgunluk; yani kemâl kelimesinin teklik, çokluk veya nitelik gibi şeylerine bakmaksızın konulduğu genel mânâsına, "mutlak kemâl" denir.

mutlak zuhur / mutlak zuhûr

  • Bir kayda bağlı olmayan zuhûr, akis. Bir şeyin bir başka şeyde görünmesi meselâ insanın aynada, Hakk'ın, velînin kalb aynasında tecellî etmesi böyledir.

mutneb

  • Uzatılmış. Uzatılan söz. Sözdeki itnâb, yâni; uzunluk.

mutref

  • (Çoğulu: Metârif) Haz kumaşından dokunmuş bir kaç alemli Arap kaftanı.
  • Başı ve kuyruğu beyaz veya siyah olup, vücudu başka renk olan at.

mütteki

  • Yaslanıp oturan.

müttekiun / müttekiûn

  • Yaslanıp oturanlar, yahud oturuyorlar.

müttesim

  • Hususi bir nişânı veyâ âlameti olan.

muvacehe-i seadet / muvâcehe-i seâdet

  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek kabrinin bulunduğu Hücre-i Seâdetin (odanın) kıble tarafında ziyâret sırasında önünde durulan duvar.

muvahhid

  • Allahü teâlânın birliğine inanan.
  • Tasavvufta, Allahü teâlâdan başka bir şey görmeyen, kendini ve başkalarını unutan.

muvahhidun / muvahhidûn

  • Muvahhidler. Bir Allah'a inanıp, birliğe çalışanlar. Birleyici olanlar.

muvakkat

  • Vakitli. Geçici. Fâni. Devamlı olmayan.

muvakkat nikah / muvakkat nikâh

  • Geçici nikâh. Bir adamın, yüz sene de olsa, belli bir zaman sonra hanımını boşamağı söyleyerek, bütün şartlarına uygun yapılan ve harâm olan nikâh.

müvasat / müvâsât

  • Tanıdıklarını ve arkadaşlarını, kendisinde bulunan nîmetlere ortak etmek, onlarla iyi geçinmek.

muvazaa / muvâzaa

  • Bir mes'elede bahse girişmek.
  • Mc: Danışıklı döğüş.
  • Hakikatte olmayan bir durumu varmış gibi göstermek için yapılan bir anlaşma.
  • Danışıklılık, bahse girişme.

muvazaaten

  • Danışıklı dövüşle.
  • Muvâzaa olarak.

müvazea

  • Tevzi edişmek. Paylaşmak.
  • Danışmak, istişârede bulunmak müşavere etmek.
  • Muvafakat etmek, uygun olmak.

muzafferiyet-i kalbiye

  • Kalple kazanılan mânevî zafer.

muzahrafat-ı arziye

  • Dünyanın süprüntüleri, pislikleri.

müzahrefat / müzahrefât

  • Gayr-i hâlis. Yaldızlı.
  • Dünyanın daima değişen ve zail olan ziynetleri.
  • Süprüntüler, pislikler.

müzakere

  • Bir iş hakkında konuşmak, bir iş için önceden danışıp görüşmek.
  • Talebenin derse çalışması.

müzarea şirketi / müzârea şirketi

  • Zirâat ortaklığı. Harman yapılan ürünleri yetiştirmek için, tarla yâni toprak birinden, çalışma, işçilik diğerinden olmak ve mahsûlü sözleşilen nisbette (miktârda) aralarında paylaşmak üzere, kurulan şirket.

muzari / muzâri

  • Arapçada hem şimdiki zamanı hem de geniş zamanı ihtiva eden fiil kipi.
  • Arapçada şimdiki ve geniş zamanı ifade eden fiil kipi.

muzari sigası / muzâri sigası

  • Gr. Arapçada şimdiki, geniş ve yakın gelecek zamanı birden ifade eden fiil kipi, kalıbı.

muzari'

  • Ortak. Arkadaş.Benzer, müşabih.
  • Gr: Geniş zamanı ifade eden fiil hali. "Yazar, okur, görür, gelir" gibi.
  • Edb: Aruz kalıplarından birisinin ismi.

müzekka

  • Temizlenmiş, pâk edilmiş, ıslah edilmiş.
  • Zekâtı verilmiş.
  • Allah'ın adı anılarak kesilmiş hayvan.

müzekki-i nefs

  • İnsanın nefsini ıslâh eden. Terbiyeye sebeb olan.

müzill

  • Bâzı kullarını aşağı ve zelîl eden mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden).

mu‘arrif / معرف

  • Tanıtan, sunan, bildiren. (Arapça)
  • Hayır sahiplerinin adlarını okuyan müezzin. (Arapça)

na'ar

  • Fesad ve fitneye çalışan.
  • Kanı kaçmış olup sâbit olmayan damar.

na'k

  • Karga avazı.
  • Çobanın koyuna haykırıp çağırması.

na'na

  • (Çoğulu: Neâni-Ne'nâ') Nâne.
  • Uzun boylu adam.

na'ra

  • (Çoğulu: Na'rât) Yüksek sesle uzun uzun bağırma.
  • Tar: Eskiden yangına giderken ve dönerken kalabalık caddelerde, geçitlerde, dönemeçlerde, meydanlarda tulumbacıların içlerinden "naracı" adı verilen birinin bağırması yerinde kullanılır bir tâbirdir. Nâra atmakla yangın münasebetiyle s

na-danist / nâ-danist

  • (Nâ-dâniste) Câhil, bilmez. (Farsça)

na-gehan

  • Birdenbire, ansızın, âniden. (Farsça)

na-huda

  • Allah'tan korkmaz. (Farsça)
  • Gemi kaptanı. (Farsça)

na-kes

  • Hasis olan. (Farsça)
  • Zelil, insaniyetsiz, alçak, deni. (Farsça)

na-kesan

  • (Tekili: Nâ-kes) Alçaklar, âdi insanlar, insaniyetsiz kimseler.
  • Cimriler, tamahkârlar, pintiler, hasis kişiler.

na-ma'ruf

  • Tanınmayan, bilinmeyen, ma'ruf olmayan. (Farsça)

na-mahrem

  • Aralarında evlenmeğe mâni olacak kadar yakınlık bulunmayan. Şer'an evlenmeğe mâni akrabalığı olmayan erkek veya kadın. (Farsça)
  • Yabancı. (Farsça)

na-merd

  • Korkak. (Farsça)
  • İnsaniyetsiz, sözünde durmayan. Alçak, insanlık hislerinden habersiz. (Farsça)

na-şinas

  • Bilmez, câhil. (Farsça)
  • Tanımaz olan, tanımayan. (Farsça)

na-üstüvar

  • Dayanıksız, sağlam olmıyan. (Farsça)
  • Münasebetsiz. (Farsça)

nabiga

  • (Çoğulu: Nevabig) Şanı, şöhreti büyük adam. ulu, şerefli kimse.
  • Sonradan şâir olan.
  • Üstün zekâlı hârika ve çok fasih kimse.

nabız-gir

  • Her mizaç ve tabiata göre davranıp muamele etmesini bilen. (Farsça)

nadh

  • Su serpmek, sulamak. Su içip kanmak.
  • Musallat olanı defetmek.
  • Suyun feveran etmesi, püskürmesi.

nafaka

  • İnsanın yaşayabilmesi için, yiyecek, giyecek ve ev gibi lâzım olan şeyler.

nafe / nâfe / نافه

  • Derisi kürk yapımında kullanılan hayvanların postlarının karnı altındaki deri kısmı. (Farsça)
  • Ceylanın göbeğinden çıkan misk. (Farsça)
  • Sevgilinin saçı. (Farsça)

nafi' ve darr / nâfi' ve dârr

  • "Fayda ve zarar, iyilik ve kötülük kendisinden olan" mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden).

nafıa / nâfıa / نافعه

  • Bayındırlık işleri. (Arapça)
  • Nâfıa müdüriyeti: Bayındırlık müdürlüğü. (Arapça)
  • Nâfıa nâzırı: Bayındırlık bakanı. (Arapça)
  • Nâfıa nezareti: Bayındırlık bakanlığı. (Arapça)
  • Nâfıa vekâleti: (Arapça)

nafıka

  • (Çoğulu: Nevâfık- Nüfeka) Arab tavşanının (diğer adı; tarla fâresi dedikleri hayvanın) iki yuvasından gizli olanın adıdır. Bu hayvan, bunun tavanını yeryüzüne çok yakın yapar. Belirli olan kasia dedikleri yuvasında tehlike hissederse hemen nâfıkanın tavanını delerek kaçar. Münafıklar buna benzediği

nafile

  • Fık: Farz ve vâcibden gayrı mecburiyet olmadığı hâlde yapılan ibadet. Fazladan yapılan iş.
  • Menfaatli olmayan. Ziyâdeden olan.
  • Torun.
  • Ganimet malı. Bahşiş. Atiyye.

nagah / nagâh

  • Birdenbire, ansızın, hemen. (Nâgeh, nâgehan, nagehâne, nagehânî) (Farsça)

nahçir / nahçîr / نخچير

  • Av hayvanı. Sayd. (Farsça)
  • Av yeri. (Farsça)
  • Yaban keçisi. (Farsça)
  • Av hayvanı. (Farsça)

nahife / nahîfe / نَح۪يفَه

  • Çelimsiz, zayıf (hanım).

nahik

  • (Nehak. dan) Eşek gibi anıran, eşek sesli.

nahle

  • Tek hurma fidanı.
  • Bir fidan.

nahr

  • Boğazlamak. Bir hayvanın göğsü üstünden bıçak vurup boğaz damarını kesmek.
  • İki şeyin birbirine göğüs göğüse olması.
  • Boyun. Boğaz çukuru.
  • Sadır.
  • Gündüzün evveli.
  • Namazda kıyamda iken sağ eli sol elin üstüne koymak.
  • Kurbanlık deveyi göğsü üstünden (evdâcını yâni iki büyük damarını) kesmek.

nahv

  • (Nahiv) Yol, cihet. Etraf, yön.
  • Misâl.
  • Miktar.
  • Kasd ve azmeylemek.
  • Gr: Kelimelerin birbirine rabt, izafet ve amel eylemeleriyle ilgili olan kaideleri içine alan ilim. Nahiv ilmi ile Arapça kelimelerin yeri ve usulü bilinir, yani cümle tahlili yapılır.

nahvi / nahvî / نحوی

  • Gramerci, nahiv uzmanı. (Arapça)

naik

  • Karga ötüşü veya horoz sesi.
  • Çobanın koyuna bağırması.

nakal

  • Bir yerden naklolunduğunda bâki kalan ufak taşlar.
  • Devenin tabanına ârız olur bir hastalık.

nakba

  • Tabanı aşınmış deve.

nakib / nakîb

  • Vekil, bir kavim veya kabilenin başkanı veya vekili.
  • Halkın hayırlısı.
  • Müfettiş.

nakıd

  • Bir şeyin iyisini kötüsünden veya bozuğundan ayıran.
  • Tenkidci, ayarcı. Paranın kalbını anlayan.
  • Dinar, dirhem.

nakir

  • Bir insanın hem cins ve aslı.
  • Gayet fakir.
  • Bir nevi kara sinek.
  • Ağzı dar olan küçük kab.
  • Hurma çekirdeğinin arkasındaki beyaz çukur.
  • Kıymetsiz şey.

nakısat

  • (Tekili: Nâkıs) Nâkıslar. Noksanı olanlar. Eksiği bulunanlar.

nakka'

  • Yanında olmayan şey için mübalağa yapan kimse.

nakkad

  • (Bak: Nekkad) Nakd eden. Paranın kalbını, sağlamını ayıran.
  • Tenkidci, bir şeyin iyisini kötüsünü ayıran.
  • İmam, hatib.

nakli / naklî

  • Nakliye ile, taşıma ile ilgili.
  • Akla değil de nakle dayanan, yani söylenen hakikat.

nakli delil / naklî delil

  • Şer'î hükümler için naklî delil esastır. Yalnız akıl ile din namına hüküm getirilmez ve böyle bir hükmün dinle alâkası olmaz. Dinî meselelerde aklın ve ilmin vazifesi; dinî hükümlerdeki hikmetleri ve hakkaniyet delillerini görüp izhar etmektir. Kur'anın bazı âyetlerinde yapılan akla havaleler ve Kur

naknaka

  • (Çoğulu: Nekanık) Kurbağanın ötmesi. Tavuğun gıdaklaması.
  • Ses.

naks

  • Nakletmek.
  • İfsad etmek, bozmak.
  • Evmek. Acele etmek.
  • Kimseye lâkap takmak.
  • Ayıplamak.
  • Kilise çanını çalmak. Çan çalmak, çana vurmak.

nakş-bendi / nakş-bendî

  • Kalbde zikir yoluyla, tefekkür ile İlâhî sevgiyi, uyanıklığı nakşa çalışan mânâsiyle, Şeyh Bahâüddin Nakş-bendî nâmındaki azîm bir velinin kurduğu ve en ziyade hafî zikre dayanan tarikata mensub olan. (Silsile-i Nakşî'nin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbanî (R.A.) Mektubat'ında demiş ki: "Ha (Farsça)

nakş-ı simavi / nakş-ı simâvî

  • Yüzdeki nakış, her insanın yüzüne Allah tarafından konulan nakış.

nakşibendiyye

  • Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Allahü teâlânın sevgisini kalblere nekşettiği için Behâeddîn-i Buhârî hazretlerine Nakşibend lakabı verilmiştir. Bu yolda olanlara Nakşibendî denilirdi.

nakus

  • Kiliselerde asılı bir vaziyette durup belirli vakitlerde çalınan çan. Kilisenin büyük çanı.

nam mevki

  • Adıyla anılan yer.

namaz tesbihatı / namaz tesbihâtı

  • Namazdan sonra, Allah'ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anma.

namazgah / namazgâh

  • Namaz kılınan yer. İbadetgâh. Eskiden şehir dışında, kırda ve sed üzerinde mihrab konulmak suretiyle namaz kılınmak için yapılan yere verilen addır.
  • Bir kasabanın bütün halkını bir arada bulunduran geniş sahaya da bu ad verilirdi. Bayramlarda ve fevkalâde günlerde kasaba ve civar köy

name-i hümayun

  • Tar: Osmanlı Padişahları tarafından İslâm ve Hristiyan Hükümdarlarla Osmanlı Devletine tâbi imtiyazlı olar Mekke Şerifine, Kırım Hanına, Eflâk ve Boğdan Voyvodalarına, Erdel Kralına, Gürcü ve Dağıstan Hanlarına gönderilen mektublara verilen addır.

nane molla

  • Mc: Beceriksiz, işe yaramaz, ağır hareketli mânalarında kullanılan bir tâbirdir.

nar-ı teessüf / nâr-ı teessüf

  • Bir ateş gibi insanın içini yakan üzüntü ve kırgınlık.

nariyye

  • Nar ile alâkalı, nara mensub. Ateşten, yanıp tutuşur, patlar olan şey.

nasara

  • Hristiyanlar. Nasraniler. Hz. İsa'ya (A.S.) ilk önceleri Nâsıra Karyesindeki ahali yardım ettiklerinden, onlara "Nasara" ismi verilmiştir.

nasb

  • Dikme. Bir rütbe alma. Bir memurluğa tayin edilme.
  • Gr: Arapçada kelimenin i'rabının mensub ( üstün) olması, yani; (e, a) diye okunuşu.

nasfet

  • (Nasafet) İnsaf. Haklılık. Bir şeyin yarısını almak. Hakkaniyet. İnsanları, kanunların şümulüne girmeyen hakları te'min ve ifasına zorlayan fotri adâlet hissi.

nasib / nasîb

  • Ele geçen, kavuşulan.
  • Allahü teâlânın ezelde takdir ettiği maddî ve mânevî rızık, kısmet.

naşie

  • Delil. Zuhur.
  • Gündüz veya gecenin evvelki saati.
  • Uykudan sonra kalkmak hali ve uyanık olduğumuz hal.

naşir-i ağraz / nâşir-i ağrâz

  • Kötü maksat ve kin taşıyanların yayın organı, nâşiri.

naşir-i küfr-ü küfran / nâşir-i küfr-ü küfran

  • Küfür ve küfranı yayan; kutsal şeylere karşı inkarcılığı ve nimetlere karşı nankörlüğü yayan.

nasrani / nasrânî

  • Îsâ aleyhisselâma inanan. Çoğulu, nasârâdır. Hazret-i Îsâ'nın bildirdiği dîne nasrâniyyet (nasrânîlik) adı verilir.

nasreddin hoca

  • (Mi: 1208 -1284) Mizahlı, güldürücü sözleri ile meşhur bir zâttır. Akşehir, Sivrihisar Medreselerinde okumuş, Selçuklular zamanında yaşamıştır.

nass-ı kelam / nass-ı kelâm / نَصِّ كَلَامْ

  • Sözün (Kurânın) açık hükmü.

nass-ı kur'an / nass-ı kur'ân / نَصِّ قُرْاٰنْ

  • Kurânın açık hükmü.

nassiye

  • (yun: Dogmatizm) Fls: Bir görüşün doğruluğuna peşin olarak inanan ve bu inanışlarını tenkide tabi tutmayanların düşünüş tarzı. Son heceleri .. izm ile biten görüşler, taraftarlarınca peşin olarak kabul edildiklerinden birer dogmatik görüş örneğidir. Meselâ; komünizm, materyalizm, darvinizim, birer d

nath

  • Süsmek. Hayvanın, başı ile saldırması.

natiha

  • (Çoğulu: Netâyıh) Başka davar tarafından boynuzlanıp öldürülmüş olan davar.

natıka-i cemiyet

  • Cemiyetin nâtıkası, yâni: Söz söyleme kudreti.

natnat

  • (Çoğulu: Netânıt) Çok konuşan uzun boylu, akılsız kimse.

naur

  • Kanı durmayan damar.
  • Değirmen kanadı.
  • Döndükçe gıcırdayan dolap.

navakıf / nâvâkıf

  • Tanımayan, bilmeyen.

naverdgah / naverdgâh

  • Savaş alanı, harb sahası, muharebe meydanı. (Farsça)

nazar-ı acizi / nazar-ı âcizî

  • Âcizin nazarı; benim bakışım anlamında, tevazu ifadesi olarak kullanılan söz.

nazar-ı beşer / نَظَرِ بَشَرْ

  • İnsanın dikkati.
  • İnsanın bakışı.

nazar-ı fakirane / nazar-ı fakirâne

  • Benim bakış açım anlamında, tevazu göstermek için kullanılan ifade.

nazar-ı insan

  • İnsanın dikkati, bakışı.

nazargah-i ilahi / nazargâh-i ilâhî

  • Allahü teâlânın nazar ettiği (baktığı) yer.

nazc-ı kabl-el vakt

  • Zamanından önce büluğa erme.

nazik / nâzik

  • Nezaketli. Terbiyeli. Zarif. İnce, dayanıksız. (Farsça)
  • Ehemmiyet verilmesi icab eden. (Farsça)
  • Tehlikeli husus. (Farsça)

naznaza

  • Yılanın dilini çıkarıp hareket ettirmesi.

nebatat / nebâtât / نباتات

  • Bitkiler. (Arapça)
  • Botanik. (Arapça)

nebati ve hayvani kuvveler / nebâtî ve hayvânî kuvveler

  • İnsandaki bitkisel ve hayvanî duygular.

nebatiyyun

  • Botanik bilginleri, botanik âlimleri.

nebiy-yi ümmi / nebiy-yi ümmî

  • Okuma ve yazma bilmeyen peygamber; yani beşerî ilimleri tahsil etmemiş ve ilmi İlâhî olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

nebras

  • (Nibrâs) (Çoğulu: Nebâris) (Süryânice) Kandil. Çıra. Lâmba.
  • Mc: Nur merkezi.

necaset / necâset

  • Aslı îtibâriyle veya sonradan meydana gelen bir sebeble pis olan şeyler. Namaza mâni olup olmama yönünden; hafif necâset ve kaba necâset, görülüp görülmeme yönünden; mer'î (görülen) ve gayr-i mer'î (görülmeyen) ve akıcı olup olmama yönünden; mâî (akı cı) ve câmid (katı) olmak üzere kısımlara ayrılır

necaset-i hafife

  • Hanefî mezhebine göre pis olduğuna dair şer'î bir delil mevcud olan şeydir. Diğer bir tabire göre murdar olmadığı rivayet edilen şeydir. (Eti yenen hayvanların bevilleri gibi.) Bedenin veya elbisenin dörtte birinden az miktarı namaza mani olmaz.

necaset-i kalile

  • Katı şeylerden ise miskalden; sıvı ise el ayası sahasından geniş olan necaset, namaza mânidir. Bu miktardan fazlası necaset-i galizadır.

necmeddin-i kübra

  • (Mi: 540 - 618) İran Mutasavvıflarının en mühim şahsiyetlerindendir. Kübreviyye veya Zehebiyye ismi ile anılan tarikatın kurucusu sayılır. İsmi: Ahmed bin Ömer Eb-ul Cenab Necmeddin Kübra el-Hivakî el-Harzemî.Münazara ve mübaheseyi çok sevdiği ve her münazarada hasımlarını yendiği için kendisine "Et

nef'

  • Fayda, yararlılık.
  • Fls: Faydacılık. Yani: Bir şeyin doğru olup olmadığını, o şeyin faidesine göre değerlendiren yanlış bir nazariyedir. Kudsi dinimiz olan İslâmiyette ise: Bir şeyin doğru veya yanlış; iyi ve kötü olması, Allahın emir ve nehyine tâbidir.

nefd

  • Tükenmek, bitmek.
  • Geçici ve fâni olmak.

nefel

  • Düşmandan alınan mal, ganimet.
  • Ulü-l emrden müsaade almadan düşmana karşı çıkan az sayıda bir cemaat.

nefeza

  • (Çoğulu: Nefâyız) Düşmanın ahvâlini bilmek için dolaşan kavim.

nefis

  • Can, maddî arzuların kaynağı olup sınır tanımayan bir duygu.

nefis-perest

  • Şeriat kanunlarına aykırı olarak, ahlâk kaidesini tanımadan nefsinin isteklerine uyan. Nefsine taparcasına düşkün olan.

nefl

  • Sevab için yapılan ibâdet. Emredilmemiş, farz veya vâcib olmadan yapılan ibadet. Nâfile.
  • Birisine ganimet malı veya atiyye, ihsan vermek.
  • Yemin etmek.

nefr

  • Heyecan verici bir emirden dolayı bir yerden bir yere fırlayıp çıkmaktır. Ürkmek demek olan "Nüfur" da bu mânâdandır. Fakat "Nüfur" tek başına kaçıp kurtulmak için menfi bir harekette kullanıldığı hâlde; "nefr", düşmana karşı gaza için fırlayıp çıkmakta kullanılır. Ve böyle çıkıp toplanan cemaate "n

nefs

  • (Nefis) Can, kişi, kendi, öz varlık. Bir şeyin zatı olan, kendisi.
  • Göz.
  • Şehvet ve gadabın mebdei olan kuvve-i nefsaniye. Fıtri meyil, bedenin hissi istekleri.
  • Ruh, hayat, asıl.
  • Maya.
  • Hamiyet.
  • İnsanı daima kötülüğe, hazır zevk ve isteklere sevk eden duygu.
  • Can.
  • İnsanın kendisi, kişi, beden.
  • Hakîkat, cevher, asıl, öz. İnsanda ve cinde şer, kötülük kuvveti. Şerîate yâni dîne uymayan isteklerin kaynağı. Buna nefs-i emmâre de denir.

nefs muhasebesi / nefs muhâsebesi

  • İnsanın, dâimâ kötülük ve günâh işlemek istiyen nefsini hesâba çekip, kontrol etmesi ve gerektiğinde onu cezâlandırması

nefs-i beşer

  • İnsanın kendisi.

nefs-i emmare / nefs-i emmâre

  • İnsanın çirkin ve şeytanın teşviklerine itirazsız ve mücahedesiz tâbi olması hâli.
  • İnsanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere sevk eden duygu.

nefs-i hayvani / nefs-i hayvanî

  • Hayvanî istekler. Canlılardaki yaşama ve hareket kuvvetleri.

nefs-i insani / nefs-i insanî

  • İnsanı maddî zevk ve isteklere sevk eden duygu.

nefs-i levvame

  • Kötülüğü işledikten sonra fenâlığını hatırlayarak insanı rahatsız eden pişmanlık hâli ve vicdan rahatsızlığı.
  • İnsanın, kendine ait kötülük ve günahını görüp fenalığını bilen ve hayra meyleden iradesi.

nefs-i mutmainne

  • İyiliği kötülükten ayırt ettirerek insanlık vazifesini tanıttıran ve vicdanına rahatlık veren hâl. İnsanı Allah'a yaklaştıran hâl. Günaha meyleden kötü sıfatlardan temizlenmiş ve güzel ahlâk ile muttasıf olarak kurb-u İlâhiye itmi'nan ve istikrar kazanmış olan insan iradesi. Nefsin, Allah'ın emirler

nefs-i natıka / nefs-i nâtıka

  • İnsanı hep kötülük ve aşağılık işler yapmaya sürükleyen nefs. Nefs-i emmâre.

nefs-i radiye / nefs-i râdiye

  • Rabbinden râzı ve hoşnud olanın nefsi. (Farsça)

nefs-i rezile

  • İnsanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere sevk eden alçak ve âdi duygu.

nefs-i rezile ve deniye

  • İnsanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere sevk eden alçak ve âdi duygu.

nefs-i tağut / nefs-i tâğut

  • Her türlü lezzetlerin kaynağı olan, insanı daima kötülüğe sevk eden, Allah'a iman ve kulluktan uzaklaştıran azgın duygu.

nefsiemmare / nefsiemmâre

  • İnsanı kötülüğe sürükleyen nefis.

neft

  • Neft yağı. Çam gibi bazı ağaçlardan çıkarılan, tutuşabilen bir yağdır ve boyacılıkta vesair sanayide kullanılır.

nefy ve isbat zikri / nefy ve isbât zikri

  • "Lâ ilâhe illallah" mübârek sözünü diyerek yapılan zikr (Lâ ilâhe) yâni Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur, nefy; (illallah) yâni Allahü teâlâ vardır demek de isbât ifâdeleriyle belirtilmiştir.

nefyan

  • Vurma ânında yara ve cerahatten akan kan.

nehak

  • Eşek anırtısı.

nehik

  • Anırtı, eşek anırtısı.

nehit

  • Eşek anırtısı. Hımar avazı.

nehy

  • Yasak, yasak edilen şey.
  • Kur'ân-ı kerîmde yapılması istenmeyen şeyleri bildiren kelâm-ı ilâhî (Allahü teâlânın mübârek sözü).

nekab

  • Devenin tabanı aşınmak.

nekeb

  • Hastanın iyileşmesi.
  • Devenin omuzlarında olan bir hastalık.

nekkad

  • Bir şeyin iyisini kötüsünü seçen kimse.
  • Paranın sağlamını kalpından ayıran.
  • İmam, hatib ve kayyum gibi hizmet sahiblerinin, vazifelerine devam edip etmediklerini murakabe ve devam etmiyenlere tenbihat, icra ve devamsızlıkları tesbit eden vazifeli kişi.

nemçe

  • Tar: Osmanlılar tarafından Avusturya ve Avusturyalı mânasında kullanılan bir tâbir idi.

nemek-helal / nemek-helâl

  • Tuz hakkı tanıyan. Bağlı, sâdık kimse. (Farsça)

nemek-şinas / nemek-şinâs

  • Tuz tanıyan. (Farsça)
  • Mc: İyilik bilen. (Farsça)

nemrud

  • Zâlim ve gaddar olarak tanınmış ve Allaha karşı kibir ve isyan ile büyüklük taslamış bir kralın ismidir. Milâddan evvel 2640 yılında yaşadığı sanılmaktadır. Peygamber İbrahim Aleyhisselâm zamanında yaşamış ve onu ateşe atarak yakmak istemiş, mu'cize ile İbrahim Aleyhisselâm ateşten kurtulmuştur. Bâb
  • Zalim ve gaddar olarak tanınmış ve Allah'a karşı isyan etmiş, büyüklük taslamış bir kral. Hz. İbrahim zamanında yaşamıştır.

neş'e-i şit-i hüviyet / neş'e-i şît-i hüviyet

  • Cenâb-ı Hakkın Hz. Adem'e, ölen oğlu Hâbil'e mukabil "Allah'ın vergisi, ihsanı" anlamına gelen Şit'i (a.s.) vermesi sevinci.

neş'e-i uhra / neş'e-i uhrâ

  • Ölümden sonra mahşerde yeniden dirilmek. Buna "Neş'e-i sâniye" de denir.

neseb

  • Soy, şecere. Çocuğu ana ve babaya bağlayan kan bağı. Ekseriya baba yönünden olan yakınlık için kullanılır. Babalar ve yukarıya doğru büyük babalar ile oğullar ve aşağıya doğru oğullar arasındaki alâkaya amûdî yakınlık; erkek kardeşler ile bunların oğ ulları ve amca oğulları arasındaki alâkaya ufkî y

neşefe

  • (Çoğulu: Nüşüf) Ayağın kirini temizlemede kullanılan taş.

neseme

  • (Nesme) : (Çoğulu: Nüsüm) Nefs. İnsanın ve her nesnenin başlangıcı.

nesh

  • Emir ve yasaklarla ilgili şer'î (dînî) bir hükmün, ondan sonra gelen şer'î bir delîl (hüküm) ile kaldırılması, yürürlülük zamânının sona erdiğinin haber verilmesi, açıklanması. Hükmü kaldırılan delîle, nâsih; kaldırılan hükme mensûh denir.

neşide

  • Manzume. Şiir.
  • Yüksek sesle okunan şiir.
  • Darb-ı mesel (atasözü) derecesinde kullanılan meşhur beyit veya mısrâ.

nesis

  • Aşırı derecedeki açlık.
  • İnsan gücünün sonu. İnsanın en son tâkati.
  • Son nefes.

neşita

  • Bir şeyin, aramaksızın bulunması.
  • Ansızın bulunan nesne.
  • Gâzilerin kastettikleri yere varamadan yolda buldukları ganimet.

neşr-i esrar-ı kur'aniye / neşr-i esrâr-ı kur'âniye / نَشْرِ اَسْرَارِ قُرْاٰنِيَه

  • Kurânın sırlarını yayma.

neşr-i suhuf

  • Haşir zamanı amel defterlerinin meydana çıkarılıp herkesin hesabının görülmesi.

nesre

  • Büyük geniş gömlek.
  • Hayvanın tiksirip burnundan sümüğünü çıkarması.
  • Menazil-i kamerden iki yıldız.

nesrin

  • Yabani gül.

neta

  • (Nütü') Yaranın şişmesi.
  • Yüksek olmak.

netice-i arziye

  • Dünyanın dönmesiyle sebep olduğu sonuçlar.

netice-i hilkat

  • Yaratılışın sonu, gayesi. Yaratılmanın neticesi.

netice-i hilkat-i insaniye

  • İnsanın yaratılış neticesi.

netice-i müthiş

  • Müthiş ve insanı dehşete düşüren sonuç.

netice-i sa'y

  • Çalışmanın neticesi.

neuzü billah / neûzü billah

  • "Allahü teâlâya sığınırız" mânâsına, tehlikeli hâllerden ve îmânı gideren şeylerden sakınma ve korkma mânâsını ifâde eden bir söz.

nevadir haberler / nevâdir haberler

  • Hanefî mezhebi imâmlarından İmâm-ı Muhammed'in (El-Keysâniyyât), (El-Hârûniyyât), (El-Cürcâniyyât), (Er-Rukıyyât) adındaki kitablarıyla bildirilen din bilgileri, haberler.

nevafil

  • (Tekili: Nâfile) Farz ve vâcib olandan başka ibadetler. Nâfile (yani sevab için kılınan) namaz veya tutulan oruçlar.

nevruz-u sultani / nevrûz-u sultânî

  • Sultan nevruzu; Osmanlı Devletinde bizzat sarayın organize edip sultanın da katıldığı ve coşkuyla kutlanan bahar bayramı; 21 Mart.

nevs

  • Tehir etmek, sonraya bırakmak.
  • Kaçmak, firar etmek.
  • Vahşi hımar, yabani eşek.

nevür

  • Çivit.
  • Damga için kullanılan içyağı isi.

neyyireyn

  • Cisimlenmiş iki nur, yâni: Güneş ile Ay.

neza'

  • Başta, alnın iki yanında saç olmayan açık yer.

nezd / نزد

  • Yan, yanı. (Farsça)
  • Kat. (Farsça)

nezd-i ali-i üstadane / nezd-i âlî-i üstadane

  • Siz Üstadın yüksek nazarında, yanında.

nezd-i hak

  • Allah yanında.

nezd-i peygamberi / nezd-i peygamberî

  • Peygamberin yanı, huzuru.

nezdinde

  • Yanında.

nezdine

  • Yanına.

nezib

  • Geyik ve sair hayvanların cima zamanı çıkardıkları ses.

nezir

  • (Nezr. den) Bir iş için korkulacak bir şey söyleyip gözdağı vermek. İlerdeki hesap için korkutmak. ("Beşir" in zıddıdır)
  • Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâmın bir vasfı olup Allaha (C.C.) inanıp itaat etmeyenlere cehennemden haber verdiği için "Nezir" denmiştir.

nezle

  • (Çoğulu: Nevâzil) Burnun akmasını mucib olan hastalık.
  • Vücudun herhangi bir organından cerahat veya başka bir maddenin akması.

nezr

  • Adak yâni bir isteğin yerine gelmesi ve bir korkunun giderilmesi için, farz veya vâcib olan bir ibâdete benzeyen ve başlı başına ibâdet olan bir işi yapacağına dâir Allahü teâlâya söz verme. Mutlak ve muayyen olmak üzere iki kısımdır.

nibras

  • (Süryânice) Lâmba, çıra.

nifak

  • İçi dışı başka olma, inanır görünüp inanmama.

nigahdaşt / nigâhdâşt

  • Kalbde yalnız Allahü teâlâyı anıp, O'ndan başka her şeyi unutma hâlinin devâmını muhâfaza.

nihayet-i alem / nihayet-i âlem

  • Dünyanın son bulması.

nihayet-i tahkik

  • Araştırmanın sonucu.

nihle

  • Cenab-ı Hakk'ın ihsanı. Atıyye.
  • Millet.
  • Yol. Tarik.
  • Diyânet. Mezheb.

nikah / nikâh

  • Evlilik için yapılan akit, sözleşme. Evlenecek müslüman bir erkek ile kadının şâhidler huzûrunda ben seni zevceliğe (hanımlığa) aldım, diğerinin de kabûl ettim demesi.

nikar / nikâr

  • Tasavvuf yolunda ilerliyenlerin birbirlerine emr-i ma'rûf nehy-i anil-münker yapmaları yâni Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmeleri.

nikayet / nikâyet

  • Düşmanı kılıçtan geçirme.

nikbaz

  • (Nîk-bâz) Davranışları ve işleri iyi olan. (Farsça)

nikkirdar

  • (Nîk-kirdâr) Hareket ve davranışları iyi ve beğenilir olan. (Farsça)

niks

  • Elbisenin ve örülmüş şeylerin eskilerini bozup gidermek, tekrar yine iplik yapmaya kabil olanı ip eğirip yenilemek.

nimet-i rabbaniye / nimet-i rabbâniye

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve hâkimiyeti altında bulunduran Allah'ın nimet ve ihsanı.

nimmanzur

  • Yarı görülen. Bulanık olarak görülen. (Farsça)

nisa / nisâ

  • Kadın, hanım.

nisab

  • Zekât ölçüsü, ölçü miktarı.
  • Üzerine zekât verilmesi farz olan mal miktarı.
  • Asıl, esas. Sermaye mal. Derece, had.
  • Fık: Altının nisabı: 20 miskal; gümüşünki 200 dirhem (yani 600 gram); koyun ile keçinin 40 adet; sığır, manda 30; ve devenin nisabı da 5'dir.
  • Bir m

nisbet-i adediye

  • Sayısal uygunluk oranı.

nisbet-i in'ikas / nisbet-i in'ikâs

  • Yansıma oranı.

nisbet-i ref'

  • Ortadan kalkma oranı.

nisbetinde

  • Oranında.

nısf

  • Yarım, yarı. İslâm mîrâs hukûkunda eshâb-ı ferâiz adı verilen yâni Kur'ân-ı kerîmde payları bildirilenlerden bâzı kimselere verilen yarım hisse.

nısf-ı arz / نِصْفِ اَرْضْ

  • Dünyanın yarısı.

nısf-ül-leyl

  • Gece yarısı yâni Akşam namazının girişi ile, sabah namazının girişi arasındaki vaktin ortası.

nişimengah / nişimengâh

  • Durak, yurt. Toplanılacak yer. (Farsça)

nispetinde

  • Oranında.

nıt'

  • Ağız tavanının pütür yerleri.

nitak-ı ka'be-i ulya / nitâk-ı ka'be-i ulyâ

  • Yüce Kâbe'nin örtüsü (Burada Kâbe örtüsü nutaka benzetilmiştir. Nutak ise, hanımların vücudun ortasına gelecek şekilde taktıkları ikiye bölünmüş bir elbise veya elbisenin bir parçasıdır ve yere kadar serbestçe sarkıtılır.).

niyyet

  • Kasd etme, kalbin bir şeye yönelmesi. İbâdetleri, emre itâat ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için yaptığını kalbinden geçirmek.

nizam-ı cedid

  • Yeni nizam. Osmanlı Devletinde III. Sultan Selim zamanında yeni nizamla yetiştirilen bir askerî teşkilât.

nokta-i imaniye

  • İmanî nokta.

nokta-i istimdad

  • Yardım isteme noktası. İnsanın kalbindeki sonsuz emel ve arzuların yerine getirilmesine olan ihtiyaç.

nokta-i istinad

  • Dayanma ve güvenme noktası. Kâinatta cereyan eden ve insana dehşet verip âciz bırakan hâdiseler karşısında insanın çok kuvvetli bir yere dayanmaya ve güvenmeye olan fıtri ihtiyacı.

nu'fe

  • Erkeklerin iki yanına sallanan saçı.

nuak

  • Çobanın koyuna haykırıp çağırması.

nübta

  • Atın kolanı veya karnı altında olan beyazlık.

nübüvvet

  • Peygamberlik; insanları Allahü teâlânın beğendiği yola kavuşturmak, onlara doğru yolu göstermek için Allahü teâlâ tarafından seçilmiş kimselere verilen peygamberlik vazîfesi.

nübüvvet yolu

  • Tasavvufta insanları Allahü teâlânın sevgisine, rızâsına kavuşturan iki yoldan birincisi ve en üstünü. Velî bir zâtın sohbetinde yetiştikten sonra arada sebeb ve vâsıta olmadan feyzin, kalb bilgilerinin asıl'dan yâni Resûlullah efendimizden alındığı yol. Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan ikinci yo

nüceba / nücebâ

  • Allahü teâlânın tanınıp bilinmeyen velî kullarından bir topluluk.

nügak

  • Çobanın koyuna çağırıp haykırması.

nugnug

  • (Çoğulu: Negânig) Boğaz içinde olan et.
  • Kulak içinde fazlalık olan nesne.

nühak

  • Eşek anırtısı.

nuhrub

  • (Çoğulu: Nehârib) Kaya yarığı.
  • Arı kovanı.
  • Arı sesi.

nukaa

  • Birşeyi ıslamada kullanılan su.

nur / nûr

  • Aydınlık, ışık, feyz, bereket ihsân.
  • Kur'ân-ı kerîm.
  • Îmân.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından. Tam ve kusursuz olarak zâhir olup her şeyi ortaya çıkarıcı, yaratıcı veya göktekileri ve yerdekileri nûru ile hidâyet edici, doğru yolu gösterici, gökleri; güneş, ay ve yıld

nur-ı ilahi / nûr-ı ilâhî

  • İlâhî nûr. Allahü teâlânın ihsân ettiği mânevî aydınlık, mânevî ilim.

nur-i iman

  • İman nuru. Kur'an ve kâinat hakikatlarının görünmesine ve bulunmasına vesile olan imanın mânevi nuru.

nur-u marifet / nur-u mârifet

  • Allah'ı bilme ve tanıma nuru.

nur-u timsal / nur-u timsâl

  • Yansımanın nuru, aydınlığı.

nuraniyyet

  • Nurlu olanın hali, parlaklık, nurluluk.

nusayri / nusayrî

  • Eshâb-ı kirâma (Peygamber efendimizin arkadaşlarına) iftirâ eden şîanın kollarından. On birinci imâm olan Hasen bin Ali Askerî'nin adamlarından olduğunu söyleyen İbn-i Nusayr adındaki bozuk inanışlı kimseye uyanlar.

nush

  • Nasîhat, öğüt.Nush ile uslanmayanı etmeli tekdîr, Tekdîr ile uslanmayanın hakkı kötektir.

nüsha-i nadire-i zaman / nüsha-i nâdire-i zaman

  • Zamanın nadir bulunan bir nüshası, örneği.

nuşirevan-ı adil / nuşirevân-ı âdil

  • Adaletiyle ün salmış meşhur, eski bir İran Sâsânî Hükümdarı.

nuşirvan

  • İran'da Milâdi (531 - 579) tarihleri arasında hükümdarlık etmiş Sâsâni padişahı olup adâlet ve doğruluğu ile meşhur olmuştur.

nusret

  • (Nusrat) Yardım. Cenab-ı Hakkın yardımı, hususen ruhani muavenet. Zafer, galebe, fetih, üstünlük, başarı, düşmana gâlib olmak.

nusret-i ilahi / nusret-i ilâhî

  • Allahü teâlânın yardımı, imdâd-ı ilâhî, ilâhî yardım.

nüşur

  • Neşirler.
  • Yaymalar, dağıtmalar.
  • Öldükten sonraki dirilmeler. (Nüşur, neşir gibi bâzan müteaddi, bâzan lâzım olur. Müteaddi olursa bir şeyi açıp yaymak mânasına gelir ki, lisanımızda neşr ve neşriyat ve menşur bu mânadandır. Bunun lâzımına intişar denilir, lâzım oldukları zama

nutk-u beşeri / nutk-u beşerî / نُطْقُ بَشَر۪ي

  • İnsanın konuşması.

nüve-i emr-i rabbani / nüve-i emr-i rabbânî

  • Rabbânî emrin çekirdeği.

nüve-i imtisal

  • Emre uymayı sağlayan eşyanın mahiyetindeki temel çekirdek, özellik.

nüzul / nüzûl

  • İnmek. Tasavvuf yolunda ilerleyerek, sebebler âlemini görmeyip yalnız sebeblerin sâhibini yâni Allahü teâlâyı bilme hâline ulaşan bir velînin insanları irşâd ve terbiye için, tekrar sebebler âlemine inmesi.

obüs

  • Ask: Dikey veya dalıcı atış yapabilen, oldukça kısa namlulu top. Obüsler Milâdi 16. asırda icad olunmuştur. Bir mânianın arkasında bulunan ve bu sebeple doğruca görülemeyen düşman mevzilerinin yüksek münhanilerle aşırılmak suretiyle endaht yapmak maksadıyla icad edilmiştir.

ödünç vermek

  • Çarşıda misli yâni benzeri bulunan her şeyi, belirsiz bir zaman sonra, misli geri verilmek üzere verme.

ok

  • Yay veya keman denilen kavis şeklinde bükülmüş bir ağaç çubuğa gerili kirişe takılarak uzağa atılan ucu sivri demirli ince ve kısa değneğe verilen addır. Ok, silâhın icadından evvel insanlar tarafından kullanılmış ise de, en büyük mahareti Türkler, Araplar göstermişlerdir.

okıyye

  • Okka; eskiden kullanılan 1282 gr.'lık bir ağırlık birimi, dört yüz dirhem.
  • Eskiden kullanılan bir ağırlık birimi, dörtyüz dirhem.

okiyye

  • (Veya hemzenin hazfı ile "Vekiyye") Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Yerlere ve muhitlere göre değişir. Dörtyüz dirhem ağırlık. Yedi miskal veya kırk dirhem ağırlık. Şer'an kırk dirhem kabul edilmiş. En tanınmışı dörtyüz dirhemdir.

okka

  • Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Dörtyüz direm ağırlık. Okiyye. (Türkçe)

ömer

  • Resül-ü Ekrem'in (A.S.M.) ikinci halifesi, Aşere-i Mübeşşere'den ve sahabenin en büyüklerindendir. Çok âdil, âbid, zâhid ve merhametli idi. Fakirce yaşadı. Adaleti, şecaat ve cesareti, İlâ-yı Kelimetullah için fedakârlığı meşhurdur. Çok Hadis-i Şeriflerle medhedildi. Zamanında çok fütühat ve ilerlem

ömer bin farıd

  • (M. 1180-1234) Kahire'de doğdu ve orada vefat etti. Mütefekkir ve mutasavvıf olup büyük şâirlerdendir. Divanı vardır.

ömr

  • Hayat, yaşama, yaşayış. İnsanın doğumundan ölümüne kadar geçen zaman.

ömr-ü arz

  • Yerin (dünyanın) ömrü.

ömr-ü dünya

  • Dünyanın ömrü.

ömr-ü galibi / ömr-ü galibî

  • Çoğunlukla yaşanılan ömür süresi.

ömr-ü zail / ömr-ü zâil

  • Geçici ömür, fani hayat.

örf

  • İnsanlar arasında güzel görülmüş, red ve inkâr edilmeyip mükerreren yapılagelmiş olan şeydir. Bu kelime; ihsan, ma'ruf, cud, sehâ, bezl ve atâ olunan, atiyye, tanımak, bilmek, biliş, ikrar eylemek, arka arkaya tetebbu ve tevâli etmek, Allah (C.C.) tarafından ulülemre ve Sultana tevdi' olunan

orta yol

  • Îmân ve ibâdetlerde yâni dinde Ehl-i sünnet (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olan) âlimlerin gösterdiği ve bildirdiği doğru yol.

ortodoks

  • Hıristiyanlık mezheblerinden. Ortodoks mezhebinin rûhânî (dînî) lideri patrik olup, merkezi İstanbul Fener'deki patrikhânedir. 1054 (H.446)'da İstanbul patriği olan Mihael Kirolarius, Roma'daki papadan ayrılarak Ortodoks kilisesini (mezhebini) kurdu. Roma'daki papaya tâbi olanlara katolik, İstanbul'

oruç

  • İslâm'ın beş şartından biri. Fecrin (tan yerinin) ağarmasından yâni imsaktan güneş batıncaya kadar yimeği, içmeği ve cimâ'ı terk etmek.

oruç keffareti / oruç keffâreti

  • Ramazân-ı şerîfte bilerek orucu bozmanın cezâsı.

osmani / osmanî

  • (Osmaniye) Osman'a ait, mensup.
  • Osmanlı devletine mensup. Osmanlılarla alâkalı. Osman oğullarına ait.

osmaniyan / osmaniyân

  • (Tekili: Osmanî) Osmanlılar.

osmanlıca

  • Osmanlılar zamanındaki Türkçe.

öşr-ı mi'şar-ı aşr / öşr-ı mi'şâr-ı aşr

  • Onda birin onda birinin onda biri; yani binde bir.

öşr-ü mişar

  • Onda birin onda biri, yâni yüzde bir.

öşür

  • Onda bir oranında alınan zekât.

otuz üç farz

  • Her müslümanın öncelikle bilmesi ve yapması lâzım olan îmân ve ibâdet bilgileri.

özr sahibi / özr sâhibi

  • Bir namaz vakti içinde yâni namaz vaktinin başından sonuna kadar, abdest alıp yalnız farzı kılacak kadar bir zaman, abdestli kalamayan yâni idrâr ve başka akıntılar gibi abdesti bozan şeylerden biri kendisinde devamlı mevcûd olup durduramayan kimse. İstihâzalı olan.

özür

  • Bir kusurun afvı için gösterilen sebep.
  • Bahane, sebep.
  • Mâni, engel. Kusur, nakise, sakatlık.
  • Fevz. Zafer.
  • Bir adamın kusur ve kabahatinin çok olması.
  • Fık: Abdesti bozucu ve devamlı olan şey.

pa-bend / pâ-bend

  • Ayak bağı. Köstek. Ayağa vurulan zincir.
  • Engel, mâni.

pa-bend-i terakki / pâ-bend-i terakki

  • İlerlemeğe mâni olan zincir, köstek.

pa-berca / pâ-bercâ

  • Ayağı yerde demek olan bu tâbir, mecaz yoliyle kaim, sabit, berkarar, daim, bâki mânâlarında da kullanılır.

padişah / pâdişah

  • Ülkeyi idare eden devlet başkanı.

padişah-ı maznun / padişah-ı maznûn

  • Sanık konumunda bulunan Padişah.

padişah-ı ruhani / padişah-ı ruhanî

  • Ruhanî padişah.

pakbaz / pâkbâz / پاكباز

  • Fedai. (Farsça)
  • Canını hiçe sayan aşık. (Farsça)

palamar

  • Büyük gemileri karaya bağlamak yahut demir gomneye bedel lengere rabtetmek için kullanılan halat.
  • Büyük halat.
  • Vaktiyle muharebelerde silâh olarak kullanılan ve yük kaldırmak için kullanılan sırıklar. (Sanat Ansiklopedisi)

paldüm

  • Hayvanın semerinin ileri geri kaymaması için arka ayaklarının kaba etleri üzerinden geçirilen kayış. (Farsça)

pan

  • Yun. "Bütün, karşı" mânasına kelimenin başına getirilerek kullanılır. Meselâ: Panzehir : Zehire karşı ilâç.

papa

  • Roma Katolik kilisesinin ruhânî reisi.
  • Katolik mezhebine mensûb hıristiyanların en yüksek rûhânî (dînî) lideri.
  • İtl. (Baba kelimesinden) Roma Katolik kilisesinin ruhâni reisi.

para

  • Alış-veriş aracı olarak kullanılan, biriktirme ve tasarruf etmeye yarayan, çeşitli mâdenlerden veya kağıttan îmâl edilmiş değer ölçüsü. Belli ağırlıkta basılmış olan altın ve gümüş paralara sikke veya meskûkât, altın paralara dînâr, gümüş paralara dirhem denir.

paravan

  • İtl. Eskiden haremle selâmlığı ayıran ve şimdi de ilk bakışta görülmesi caiz olmıyan yerleri örten perdeler.
  • Daha ziyade kapıların dışına veya içine konan, katlanır, taşınır tenteneli perde.
  • Gizleme vasıtası.

partizan

  • Kendi partisine aşırı düşkün olup başkasına hak tanımak istemeyen kimse. (Fransızca)

paşalı

  • Paşa ünvanını alan vezir ve beylerbeyi gibi büyük devlet adamlarının hizmetinde bulunan gedikli ağalar.

paskal

  • Hristiyanlıkta dindarlığı ile beraber fizik, edebiyat, hesap, hendese ve felsefede (Milâdi 17. asırda) büyük bir âlim olarak tanınmıştır. (Fransızca)

paskalya

  • Hıristiyanların inanışlarına göre, Îsâ aleyhisselâmın haça gerildikten sonra dirilerek göğe yükselmesi ile ilgili olarak her yıl Mart ayının on dördüncü gününden sonra gelen ilk Pazar günü yaptıkları şenlik, âyin.

patrik

  • Ortodoks mezhebine mensûb hıristiyanların, en büyük rûhânî (dînî) lideri.
  • Yun. Rum ve Ermeni kiliselerinin ruhâni reislerine verilen isim.

patriklik

  • Osmanlı saltanatı zamanında muhtelif gayr-i müslimlerin dinî ve medenî bazı işlerini idare eden makamlar.

pay-endaz

  • Ayak atan, ayak atmış. (Farsça)
  • Büyük kişilerin geçecek olduğu yerlere serilen halı gibi şeyler. (Farsça)
  • Duvar ve möbleleri kaplamada kullanılan bir cins kumaş. (Farsça)

paybend

  • Ayakbağı. (Farsça)
  • Mani, engel. (Farsça)
  • Köstek. (Farsça)

pedagog

  • Eğitim bilimi uzmanı, eğitimci.

pehlu

  • Vücudun iki yanından biri, yan. (Farsça)

pelite

  • Lâmba veya kandil fitili. Fitil. (Farsça)
  • Yaralarda kullanılan fitil. (Farsça)

pencere-i marifet

  • Allah'ı bilmeye ve tanımaya açılan bir pençere.

perde

  • Kapı, pencere gibi yerlere asılan veya iki yeri birbirinden ayıran, görünmeğe mâni olan şey. (Farsça)
  • Mc: Irz, namus, iffet. (Farsça)
  • Bir müzik parçasını meydana getiren seslerden herbirinin kalınlık veya incelik derecesi. (Farsça)
  • Bir sahne eserinin büyük bölümlerinden her biri. (Farsça)
  • Ekran, (Farsça)

perdedar / perdedâr

  • Perdeci, kapıcı, odacı. Bir şeyin görünmesine ve bilinmesine mâni ve perde olan. (Farsça)

perdekeş

  • Perde çekici, örtücü. Engel, mâni. (Farsça)

pervazgah / pervazgâh

  • Uçulacak yer. Tayyâre meydanı. Hava alanı. (Farsça)

peygamber

  • (Peyamber) Allah'tan haber getiren. Allah'ı, âhireti, zararlı ve faydalı şeyleri tanıtan. Nebi. (Farsça)
  • Allahü teâlânın, emirlerini ve yasaklarını kullarına bildirmeleri için insanlar arasından seçtiği ve kendilerine mûcizeler verdiği üstün zâtlar.

peyk-i felek

  • Ay. Dünyanın etrafında dönen ay. Dünyanın peyki.

pil

  • Topuk, ökçe. (Farsça)
  • Çelik çomak oyunu. (Farsça)
  • Çadır eteği tutturmada kullanılan küçük ağaç değnekler. (Farsça)

piskopos

  • Hıristiyanlığın katolik ve doğu kiliselerinde en yüksek rûhânî ünvâna sâhip ve umûmiyetle bir bölgenin dînî lideri olan hıristiyan din adamlarına verilen ad.

piyade

  • Narin yapılı bir çeşit kayık adıdır. Eskiden ekseriyetle İstanbul ve civarında kullanılan bu kayıklar, pek makbul gezinti vasıtası idi.
  • Ask: Orduda tüfekle teçhiz edilmiş olan ve muharip sınıfların asli unsuru bulunan efrada da bu ad verilir. Yaya askeri.
  • Yaya.

pot

  • t. Irmakları geçmek için kullanılan sal.
  • Dikişin bir tarafında görülen kumaş kabarığı.

prensip

  • Umde. İlk unsur. Temel kanaat, temel düşünce. Temel bilgi (Fransızca)
  • Man: Her çeşit münakaşanın dışında olan. (Fransızca)

propaganda

  • Bir fikrin tanıtılması faaliyeti.

protestanlık

  • (Prutluk) Papayı Hristiyanların başı olarak tanımayıp ruhaniyetini kabul etmeyen bir Hristiyanlık mezhebi.

pür-suz

  • Çok yakıcı. Çok yanık. (Farsça)

puside

  • Çürümüş, paslanıp çürümüş, çürük. (Farsça)

püşt-pa

  • Ayak tabanı. (Farsça)

put-perest

  • Allah'tan başka şeyleri ilâh kabul eden, puta inanıp ona ibâdet eden. Puta tapan. (Bak:Büt-Perest) (Farsça)

ra

  • İsim veya zamirin sonuna ilâve edilirse, Türkçedeki i, im, in, a, e eklerinin yerine kullanılır. Meselâ:Hâne: Ev. Hâne-râ: Evi, evin, eve.Tû: Sen. Tû-râ: Seni, senin, sana. (Farsça)

ra'sa'

  • Kulakları küpe gibi uzunca sarkık olan yahut ucunu kesmekten ilişik kalıp sallanıp duran kulakları asılı olan dişi koyun.

rab

  • Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden. Sâhib, mâlik, terbiye eden.

rabbani / rabbanî

  • (Rabbaniye) Rabbe âit. Cenab-ı Hakk'a dair ve müteallik. İlâhî.
  • Ârif-i Billâh olan, ilmi ile amel eden âlim.

rabbaniyyun

  • (Rabbaniyyîn) Kendisini tamamen Cenab-ı Hakk'a vermiş olanlar. Putperestlikle alâkası olmayanlar.

rabbu'l-arz / rabbû'l-arz

  • Dünyanın Rabbi olan Allah.

rabbü'l-arz

  • Dünyanın Rabbi olan Allah.

rabıta-i mevt

  • Ölümünü düşünüp dünyanın fani olduğunu mülâhaza edip nefsin desiselerinden kurtulmak.

racim / racîm

  • "Allahü teâlânın rahmetinden kovulmuş uzaklaştırılmış" mânâsına şeytanın Kur'ân-ı kerîmde bildirilen sıfatı.

radh

  • Az bir şey verme. Az verilen şey.
  • Fık: Cihada iştirak eden kadınlara, kölelere, çocuklara ve zimmilere ganimet malından verilen mal.

radıyallahü anh

  • Daha çok Eshâb-ı kirâmdan birinin ismi anıldığı veya yazıldığı zaman söylenen ve yazılan "Allahü teâlâ ondan râzı olsun" mânâsına duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki kişi için Radıyallahü anhümâ, ikiden fazlası için Radıyallahü anhüm denir.

radıyallahü teala anha / radıyallahü teâlâ anhâ

  • Hanım sahâbîlerden birinin ismi anılınca veya yazılınca söylenen "Allahü teâlâ ondan râzı olsun" mânâsına duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki hanım sahâbî için (Radıyallahü teâlâ anhümâ" ve ikiden çok için "Radıyallahü anhünne" denir.

rafide

  • Binanın direği.

rafıziler / râfızîler

  • Şîanın kollarından. İmâm-ı Zeynel'âbidîn'in vefâtından sonra oğlu Zeyd'den ayrılarak, Eshâb-ı kirâm (Peygamber efendimizin arkadaşları) düşmanlığında taşkınlık gösteren, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'in halîfeliklerini kabûl etmeyen kimselerin mensûb olduğu bozuk fırka. Terk edenler, ayrılanlar

rahah

  • Davanın tırnağının geniş ve büyük olması.

rahib

  • Âbid. Allah'tan (C.C.) korkan.
  • Manastırda oturan nasrani âlimi veya papazı. Keşiş.
  • Aslan.

rahile / râhile

  • Yük hayvanı.
  • Yük getiren deve.
  • Topluluk, kafile.
  • Üzerine binilen deve.
  • Yük hayvanı.
  • Kervan, yolcular sürüsü.

rahilezen

  • Yük hayvanını süren. (Farsça)

rahim / rahîm

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Âhirette yalnız müslümanlara acıyan.
  • Günahkâr müslümanlara âhirette çok acıyıcı mânâsına Resûlullah efendimizin sıfatlarından.

rahimehullah

  • Daha çok Eshâb-ı kirâmdan başka İslâm büyüklerinden birisinin ismi anıldığı veya yazıldığında, söylenen ve yazılan, Allahü teâlâ ona rahmet eylesin mânâsına, duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki kişi için rahimehumallah daha çok kimse için, rahimehumullah denir.

rahimiyyet

  • (Bk: Rahmaniyet)

rahman / rahmân

  • "Dünyâda dost olsun düşman olsun, lâyık olsun olmasın, mü'min olsun kâfir olsun bütün yaratıklara rızık ve sayısız nîmetler veren" mânâsında Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden).

rahmaniyyet

  • Cenab-ı Hakk'ın Rahman oluşu. (Yâni: Gözümüzle görüyoruz, birisi var ki, bize zemin yüzünü rahmetin binlerle hediyeleri ile doldurmuş, bir ziyafetgâh yapmış ve Rahmâniyetin yüz binlerle ayrı ayrı lezzetli taamları içinde dizilmiş bir sofra etmiş ve zemin içini rahimiyyet ve hakîmiyetin binlerle kıym

rahmet melekleri

  • Yeryüzünde dolaşan ve mü'minlerin ölümü ânında hâzır olan melekler. Bunlara Rûhâniyân da denir.

rahmet-i ilahiyye / rahmet-i ilâhiyye

  • Allahü teâlânın merhameti, acıması.

rahmetullahi aleyh

  • Daha çok Eshâb-ı kirâmdan (Peygamber efendimizin arkadaşlarından) başka din büyüklerinden birinin ismi anıldığı veya yazıldığında, söylenen veya yazılan "Allahü teâlâ ona rahmet eylesin" mânâsına duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki kişi için rahmetulla hi aleyhimâ, daha çok kimse için rahmetullahi ale

rahş

  • Gösterişli, güzel at.
  • Rüstem adlı bir pehlivanın atı.

rahyan

  • Kaburganın omuz kemiği ile bitişmesi.

rakib / rakîb

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi hakkıyla gören, gözeten, koruyan, bir an onlardan habersiz olmayan, murâkabesi (gözetmesi) devamlı olan.

rakim

  • Yazılmış nesne. Yazı yazılacak levha.
  • Ashab-ı Kehf'in mağarasının bulunduğu dağ; veya bazılarınca mağaranın bulunduğu dere; veya Ashab-ı Kehf'in başka bir ismi.
  • Ashab-ı Kehf'in isim ve kıssalarının yazılı bulunduğu kitabe.

rakis

  • Yol gösteren, kılavuz.
  • Harman yerinde harmanı döğerken öküzün dönmesi.

rakk

  • Kitap, sahife.
  • Kâğıt yerine kullanılan ince deri parçası.
  • Tomar.
  • Yama.

rakka

  • Dere yanında olup sel geldiğinde üzerine yayılan arazi.
  • Bir yerin adı.

ramazan

  • Mübarek ayların en mühimmi ve mübarek üç ayların sonuncusu. Kur'an-ı Kerim'in nâzil olmağa başladığı oruç ayı. Arabî ve Kamerî olan takvime göre 9. ay. Oruç tutanın günahlarını yaktığı, mahveylediği için bu isim verildiği rivayet edilir.

ramazan-ı sükut / ramazan-ı sükût

  • Sessizlik ramazanı, sessizlik orucu.

rasadhane / rasadhâne

  • Havanın değişen şekillerini, sıcaklık ve soğukluğu tesbit etmek için veya yıldızların hareketlerini tesbit ve takib maksadiyle çalışılan yer. (Farsça)

rasafet

  • Dayanıklılık, sağlamlık.

rasanet

  • Sağlamlık, dayanıklık.
  • Sabit, muhkem, metin.

rasif

  • Dayanıklı, sağlam, muhkem.
  • Taş temel, rıhtım.
  • Denizin yüzüne çıkmış kayalar.

rasin / rasîn

  • Sağlam, dayanıklı.
  • Sabit hüküm.
  • Sağlam, dayanıklı.

ratanet

  • Arapçanın hâricindeki bir dille konuşma.

ratl

  • (Ratıl) Eskiden kullanılan sıvı ölçüsü olup bâzı yerlerde yüzotuz dirhem sayılmıştır. Bâzen oniki kıyyedir. Kıyye kırk dirhemdir.

rauf / raûf

  • Herbir canlıya hususî şefkat ve ihsanı çok olan ve onlar üzerinde iltifatının incelikleri görünen Zât, Allah.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarına karşı merhâmeti çok olan ve yaptıkları iyilikleri zâyî etmeyen.
  • "Ümmetine karşı çok merhâmet eden, acıyan" mânâsına Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin isimlerinden.

rav'

  • Ürkmek, korku, halecan. Hareket-i nefsaniye. Havf.

rayb-el menun

  • Zamanın hâdiseleri.
  • Ölüm.
  • Iztırab veren hâdiseler.

rayet-i ulviyet-i şeyh-i hakkani / râyet-i ulviyet-i şeyh-i hakkanî

  • Mânevî mertebelere ulaşma ve hakikatleri elde etme yolunda Şeyh Abdülkadir-i Geylânî'nin elinde tuttuğu yücelik sembolü olan sancak.

razık / râzık

  • Rızk veren. Yiyecek, içecek gibi kendisi ile faydalanılan şeyi veren.

re's-ül mal

  • Ana para, sermaye, kapital.
  • İnsanın ömrü. Hayat.

re'sen / رأسا

  • Kendi başına, bizzat.
  • Kimseye danışmadan. Müstakil olarak.
  • Doğrudan doğruya.
  • Kimseye danışmadan, kendi başına, doğrudan doğruya.
  • Doğrudan doğruya, danışmaksızın. (Arapça)

re'y

  • Müctehid İslâm âlimlerinin, açıkça bildirilmeyen bir mes'ele hakkında dînî delillerden yâni Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf ve icmâ-i ümmetten çıkardıkları hüküm, kıyâs.

rebi-ül ahir

  • (Rebi-i Sâni) Kamerî ayların dördüncüsü.

rebil

  • (Çoğulu: Rubul) Yoğun, semiz, besili.
  • Yer kuruyunca biten bir ot.
  • Uyluğun iç yanı.

reca / recâ

  • Emel, ümit, yalvarmak.
  • Cânib, taraf.
  • İstek, arzu, dilek.
  • Ümid etmek, Allahü teâlânın rahmetini ummak.

reddiye

  • Ferâiz yâni İslâm mîrâs hukûkunda, Eshâb-ı ferâiz adı verilen Kur'ân-ı kerîmde hisseleri bildirilen mîrâsçılar hisselerini aldıktan sonra terike (ölenin bıraktığı mal) artmış ise ve kalanı alacak kimse yoksa, artan terikenin yine aynı mirasçılar aras ında payları oranında taksim edilmesi. Bu sûretle

ref'-i imtiyaz

  • İmtiyazın, sınıflamanın kalkması. Aynı hakka sahip herkese aynı muâmele yapılması.

refakat-i zikriye

  • Beraber zikredilme, birlikte anılma;.

refi'-ül kadr

  • Şanı, kadri, değeri yüce olan.

refik-i a'la / refîk-i a'lâ

  • Allahü teâlâ.
  • Peygamberlerin, evliyânın, şehidlerin ve sâlih (iyi) kimselerin rûhlarının bulunduğu yer.

refika / refîka / رَف۪يقَه

  • Eş, hanım.
  • Arkadaş, hanım.

refika-i ebediye

  • Sonsuza kadar arkadaş olarak kalacak olan eş, hanım.

refil

  • Kaftanını yukarı kaldırıp sallana sallana yürüyen.
  • Ahmak kimse.
  • Kuyruğu uzun at.

refl

  • Kaftanını uzun diktirip yürürken eteklerini çekip sallamak.

reftar / reftâr / رفتار

  • Gidiş. (Farsça)
  • Davranış. (Farsça)

rehber

  • Yol gösteren, kılavuz; bir kimseye veya bir topluluğa iyi ile kötüyü görmesinde ve doğru yolu bulmasında yardımcı olan, insanı Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmaya çalışan, ilim ve ahlâk sunan zât.

rehv

  • (Çoğulu: Rahâ) Yüksek mekân, yüksek yer.
  • Alçak, çukur yer, (içinde su toplanır)
  • Mahalle içinde, yağmur suyu ve çeşme suyu akan ark.
  • Üveyik kuşu.
  • Arası açılmış ve ayrılmış.

reis-i alem / reis-i âlem

  • Bütün dünyanın reisi.

reis-i cumhur

  • Cumhurbaşkanı.

reis-i hükumet / reis-i hükûmet

  • Hükümet başkanı, başbakan.

reis-i ulema

  • Âlimlerin reisi, başkanı.

reis-ül küttab

  • Eskiden Hâriciye Nâzırı, Dışişleri Bakanı.

reisicumhur

  • Cumhurbaşkanı.
  • Cumhurbaşkanı.

rejim

  • Bir devletin sevk ve idare usulü, yolu. (Fransızca)
  • Tıb: Hastanın tedavisinde tatbik edilen gıdalandırma yolu. Perhiz. (Fransızca)

rekme

  • Cem'olmuş, toplanmış.
  • Yön, cânip.
  • Parça, cüz'.

rektör

  • Üniversitenin başkanı. (Fransızca)

rekub

  • Binek hayvanı, binilecek şey.

rekz

  • Dikme, saplanıp kalma.

remli / remlî

  • (Şihâbüddin Remlî) (Mi: 1371-1440) Filistin'in Reml kasabasında doğmuş, Şeyhülislâm'dır. Mecmuat-ul Ahzab'da namı Kutb-ül Ârifîn diye geçer. Kimya-yı Saadet namında salâvatları ile meşhurdur. Fıkh ve tevhide, tasavvufa dair manzumeleri vardır. " İmam-ı Remlî" diye anılır.

renak

  • Mastar.
  • Suyun bulanık olması.
  • Kederli olmak, mükedder olmak.

renciş

  • Sızlanış, inciniş, eziyet ve sıkıntı veriş. Keder. (Farsça)

rende

  • Tahtaların yüzlerini pürüzlerden kurtarıp dümdüz etmek için marangozların kullandıkları âlet. (Farsça)
  • Mutfakta peynir, soğan, havuç gibi şeyleri ufalamak için kullanılan tenekeden veya ona benzer maddelerden yapılan âlet. (Farsça)

renk

  • Bulanık su.

reşahat-i ihtiyar

  • İstekle yapılma alâmetleri. İhtiyar sızıntısı, yâni bir irade ve tercih ile yapıldığını gösteren alâmetler.

reşahat-ı kuvvet

  • Güç, enerji sızıntıları (yani çekimi).

reşakat

  • Bel inceliği.
  • Davranma ve kımıldanıştaki incelik ve hoşluk.

reşid / reşîd

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Mahlûkâta (yarattıklarına) doğru yolu gösterip, dilediğini bu yolda bulunduran.
  • Rüşd sâhibi yâni, dînî vazîfelerini yerine getiren ve malını tasarruf edebilen, âkıl bâliğ olan, aklını ve malını yerinde kullanan.

reşk

  • Kıskanma. Kıskanmayı uyandıran. Kıskanılmış. Hased ve gıpta veren.

resm

  • (Resim) Yazma, çizme, desen.
  • Eser, iz, nişan, alâmet.
  • Suret.
  • Tertib. Tarz, üslub.
  • Fotoğraf resmi.
  • Âdet, usul, tavır, davranış.
  • Alay, merâsim.
  • Man: Bir şeyi başkalarından ayırdeden tarif.

resm-i geçit

  • Askerî bir kıt'anın yahut bir mektebin talebelerinin gösteri mahiyetinde geçişi. Geçit resmi.

resm-i küşad

  • Yeni yapılan mekteb, fabrika, kışla, hükümet konağı, demiryolu vs. gibi şeylerin umuma açılışı yerinde kullanılan bir tâbirdir. Yeni tabirde " Açılış töreni" demektir.

resse

  • (Çoğulu: Rises-Risâs) Eski ve çürümüş, köhne.
  • Ev eşyasından eskiyip atılanı.

resul / resûl

  • Yaratılışı, huyu, ilmi, aklı ve her bakımdan zamânında bulunan bütün insanlardan üstün olan ve yeni bir din ile gönderilen peygamber.
  • Elçi, haberci.

resuliler / resûlîler

  • Yemen'de 1231 (H. 629)-1454 (H. 858) yılları arasında hüküm sürmüş olan bozuk inanışlı bir hânedân, âile.

resulullah / resûlullah

  • Allahü teâlânın peygamberi Muhammed aleyhisselâm.

reum

  • Yavrusunu seven deve.
  • Yanından geçen kimsenin elbisesini yalayan koyun.

rev'

  • Korku, halecan. Ürkmek.
  • Nefsanî hareket.

revabıt-ı kuvvet / revâbıt-ı kuvvet

  • Gücün (icranın) bağları, etkileri.

revac

  • Sürüm, geçerlik, itibarda olma, herkesçe aranılma.

revani-füruş

  • Revanici. Revani satan. (Farsça)

revgani

  • Revani tatlısı. (Farsça)

reyean

  • Artma, çoğalma, ziyâdeleşme, bereketlenme.
  • Her şeyin evveli, tazelik zamanı.

reyhani / reyhanî

  • Fesleğen gibi ince nakışlı.
  • Divanî hat da denilen bir yazı tarzı.

rezail / rezâil

  • (Tekili: Rezile) Utanılacak çok fena işler, alçakça hareketler.
  • Rezillikler, utanılacak şeyler.

rezalet / rezâlet

  • Utanç verici şey. Utanılacak hal.
  • Alçaklık, rezillik.
  • Maskaralık.
  • Arsızlık.
  • Utanılacak hâl ve iş.

reziz

  • Elbise boyamada kullanılan bir ot cinsi.

rezmgah / rezmgâh

  • Savaş meydanı, muhârebe sahası. (Farsça)

rezzak / rezzâk

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her yarattığı ve rızık vereceği mahlûkunun rızkını yaratıcı ve ulaştırıcı ve o rızık ile faydalanma sebeblerini hazırlayan ve rızık gönderen Allahü teâlâ.

rib'

  • Sıtmanın bir gün tutup iki gün tutmaması ve dördüncü gün yine tutması.

riba-i fazl

  • Tartılan veya ölçülen bir cins eşyanın kendi cinsi karşılığında fazlasıyla satılması. Meselâ: Bir kilo buğdayı aynı cins bir kilo yüz gramla değiştirmek gibi.

rıbka

  • (Çoğulu: Ribak) Davar bağlamada kullanılan ip.

ribze

  • Deveye katran sürmede kullanılan yün parçası.

ric'i talak / ric'î talâk

  • Geri dönülebilen talâk (boşanma). Zevceye yaklaştıktan sonra sarîh (açık) veya işâretle, üç adedine veya bir ivâza (bedele, karşılığa) bağlı olmaksızın ve beynûnete yâni ayrılığa delâlet eden (gösteren) bir sıfatla sıfatlanmamış ve bir şeye teşbîh ed ilmemiş (benzetilmemiş), gerek sarîh (açık) lafız

rica

  • Yalvarmak, niyaz eylemek.
  • Canib. Taraf.

rical-i gayb / ricâl-i gayb

  • Her devirde bulunan fakat herkesçe tanınıp bilinmeyen ve görülmeyen, dünyânın nizâmı ile vazîfeli mübârek, büyük zâtlar.

rıda' / rıdâ'

  • Süt emme çağında yâni iki buçuk yaşından küçük bir çocuğun bir kadının memesinden süt emmesi veya bir kadının sütü bir vâsıta ile çocuğun mîdesine gitmesi.

rıdvan / rıdvân

  • Allahü teâlânın râzı olması, beğenmesi.
  • Cennet meleklerinin büyüğü, başı, reisi.

rıdvanullahi teala aleyhim ecmain / rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn

  • Daha çok Eshâb-ı kirâmın isimleri anılınca söylenen; "Allahü teâlânın rızâsı onlar üzerine olsun" mânâsına, duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. Bir kişi için rıdvânullahi teâlâ aleyh, iki kişi için rıdvânullahi teâlâ aleyhimâ denir.

rıfaiyye / rıfâiyye

  • Evliyânın büyüklerinden Seyyid Ahmed Rıfâî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.

rihat

  • Kayış yapımında kullanılan deri.

rikaz

  • Yer altında bulunan madenler.
  • Câhiliyet zamanından kalmış gömülü mal.

rikbe

  • (Çoğulu: Rikeb-Rekebât) Diz. (Diz, insanın ayaklarında olur; dört ayaklının ön ayaklarında olur.)

rikkat-i cinsiye

  • Cinsi şefkat. İnsanın kendi cinsinden olana acıması.

rişa'

  • (Çoğulu: Erşiye) Kuyudan su çekmekte kullanılan urgan.
  • Menazil-i Kamer'den "Balık karnı" dedikleri menzilin adı.

rıtane

  • Arap lisanından başka dille konuşmak.

riva'

  • (Çoğulu: Erviye) Deve üstünde yük bağlanılan ip.

riyazet

  • Nefsi kırma. Fani şeylerden nefsini çekerek kanaat içinde yaşamak.
  • Bir hastalıktan dolayı veya nefsini terbiye maksadıyla çok yemek ve içmeyi terkederek faydalı fikirlerle, ibadet ve ilimle meşgul olmak. Az gıda ile yaşamak.
  • İdman.

riyazetçi

  • Fâni şeylerden uzaklaşarak, bir köşeye çekilip kendi halinde az gıda ile yaşayan kişi.

rızık

  • Allahın ihsanı olan maddî ve mânevî nimetler.

rızk

  • Allahü teâlânın takdir ettiği maddî ve mânevî nîmet, kısmet. Yiyecek, içecek, giyecek ve barınacak yer.

robot

  • Elektrikle veya mekanik yollarla hareket ettirilerek çeşitli işler yaptırılabilen otomatik cihaz. (Fransızca)

röntgen

  • Röntgen adında bir Alman âliminin 1896' da keşfettiği ışıklar. Bunlar gözle görülmediği halde fotoğraf camına tesir eder, vücuddan, tahta, kâğıt gibi maddelerden bu ışık geçebilir. Bazı hastalıkların teşhis ve tedavisinde de kullanılır.
  • Vücuddaki iç uzuvların filmini çekmek.

ru-şinas

  • Bilen, tanıyan. (Farsça)

ru-şinasi / ru-şinasî

  • Aşinâlık, tanırlık. (Farsça)

rub'-ı daire / rub'-ı dâire

  • Namaz vakitlerinin hesaplanmasında, yükseklik ölçülmesinde ve bâzı trigonometrik hesapların yapılmasında kullanılan el âleti. Bâzı geometrik şekillerden ibâret olup, dörtte bir dâire şeklinde tahta üzerine şekiller işlendiği için buna Rub'-ı dâire ta htası da denilmiştir.

rub'-i meskun / rub'-i meskûn

  • Dünyanın kara olan dörtte bir kısmı.

rubu'

  • (Tekili: Rub') Dörtte birler.
  • Metrenin kabulünden evvel ipekli, yünlü, basma ve emsali kumaş, bez ve sairenin ölçülmesinde kullanılan çarşı arşınının kesirlerinden birinin adıdır.
  • Ferâiz ilminde yâni İslâm mîrâs hukûkunda dörtte bir hisse (pay).

rüesa-yı ruhaniye

  • Ruhanî reisler, liderler.

ruh u canımla

  • Ruh ve canımla, bütün içtenlikle.

ruh-u acizane / ruh-u âcizâne

  • Âciz ruhum anlamında, tevazu ifadesi olarak kullanılan söz.

ruh-u acizi / ruh-u âcizî

  • "Bu âcizin ruhu" anlamında olup tevazu için kullanılan ifade.

ruh-u kafir / ruh-u kâfir

  • İnkâr eden, inanmayan insanın ruhu.

ruh-u mü'min

  • İmanlı insanın ruhu.

ruh-ul-kuds / rûh-ul-kuds

  • Cebrâil aleyhisselâm.
  • Allahü teâlânın Îsâ aleyhisselâma ihsân ettiği kudret, kuvvet.
  • Hıristiyanlıktaki teslis (üçlü tanrı) inancında, baba-oğul unsurlarından türeyen üçüncü unsur.
  • İsm-i âzam.
  • İncîl.
  • Allahü teâlânın hayat verici, koruyucu mânâsına gelen

ruhaniyat / rûhaniyat

  • Ruhanîler.

ruhaniyat alemleri / ruhâniyat âlemleri

  • Ruhanî olanların âlemleri.

ruhaniyet / ruhâniyet / rûhaniyet

  • Ruhâni, mânevî varlık ekle
  • Ruh hâli, ölen insanın devam eden ruhî kuvveti.

ruhaniyet-i peygamberi / ruhaniyet-i peygamberî

  • Peygamberin ruhânî, mânevî varlığı.

ruhaniyun / rûhâniyun

  • Gayb âlemine nüfuz eden nurânî ve ruhânî kimseler.

ruhaniyyat

  • Madde âleminden başka olan ruh âlemleri, ruhaniler.

ruhaniyyet

  • Yalnız ruhtan ibaret olan şeyin hali. Ölmüş bir kimsenin devam etmekte olan ruhi kuvveti.
  • Ruhanilik.

ruhaniyyun

  • (Tekili: Ruhanî) Ruh âlemine mensub olanlar. Âlem-i gayba nüfuz eden çok nuraniyet kazanmış zâtlar.

ruhbaniyet

  • (Bak: Rehb, Rehbaniyet)

ruhsat

  • İslâmiyet'in, meşakkat ve zarûret gibi sebeblere bağlı olarak, ibâdetlerde ve diğer işlerde tanıdığı izin ve kolaylık; azîmetin zıttı.

ruhul

  • Binmek için kullanılan deve.

rukbi / rukbî

  • İki kişinin karşılıklı olarak, öldükten sonra sâhib olmaları şartıyla birinin malını diğerine bağışlaması yâni sen ölürsen evin benim olsun, ben ölürsem evim senin olsun şeklindeki hibe.

rükn-ü imani / rükn-ü imanî

  • İmanın şartı, esası.

rükn-ü imaniye

  • İmanın şartı; imanın altı şartı.

rükud-i heva

  • Havanın durgun olması.

rumi / rûmî

  • Eskiden Osmanlılarda kullanılan güneş esasına dayalı takvim.

rumuz-u şathiyat / rumûz-u şathiyât / رُمُوزُ شَطْحِيَاتْ

  • Evliyanın bazı garib ve anlaşılmaz sözlerindeki ince işaretler.

rüşd

  • Hak, doğru yol. Allahü teâlânın birliği (tevhid) inancı.
  • Aklın kuvvetli ve tamam olması. Malını dînin ve aklın beğendiği yere sarf etmek, boş yere harcamamak, telef etmemek.

rüstem

  • Şark edebiyatında kuvvet ve cesaretin timsali olarak bilinen ve Zaloğlu Rüstem diye veya "Rüstem-i Sistanî" nâmiyle meşhur İran'lı bir kahramandır. (Farsça)
  • Şark edebiyatında kuvvet ve cesaret timsali olarak şöhret bulan Zaloğlu Rüstem, İran'ın efsanevî ünlü kahramanı.
  • Kuvvetiyle meşhur bir efsane kahramanı.

rütbeşinas

  • Derece bilir. Rütbe tanır. (Farsça)

rutubet-i havaiye / rutubet-i havâiye

  • Havanın rutubeti, nemi.

rüya / rüyâ

  • Düş. İnsanın kalbinin ve duyu organlarının dünyâ işleriyle olan meşgûliyetinin kısmen kesildiği, uyku, bayılma ve istiğrak (mânevî coşkunlukla kendinden geçme) gibi hallerde gördüğü şeyler.

ruz-i haşir

  • (Ruz-i hesab) Kıyamet günü.
  • Âhiretteki toplanma günü. Haşir günü. Dirilip toplanıp hesap görülecek gün.

sa' / sâ'

  • Genelde tahıl ve yiyeceklerde kullanılan yaklaşık olarak 3 kg. ağırlığında ölçü birimi.

sa'd bin ebi vakkas

  • Aşere-i Mübeşşere'den ve ilk İslâm olanların yedincisidir. Peygamberimiz (A.S.M.) ile beraber bütün gazalarda bulundu. Müslüman olduğunda 17 yaşlarında idi. Hz. Ömer zamanında İran'a gönderilen ordunun başkumandanı oldu. Medayin şehrinin fethinde ve Kadsiye meydan muharebesinde muvaffak oldu. Kufe ş

sa'di-i şirazi / sa'di-i şirazî

  • (Hicrî: 587-691) Şiraz'da doğdu. 30 yıl ilme, 30 yıl seyahate, 30 yıl da inzivada ibadetle çalıştı. En meşhur eserleri Bostan ve Gülistan adındaki ahlâkî ve imanî kitaplarıdır.

sa'id / sa'îd

  • Allahü teâlânın, kendisinden râzı olduğu kimse. Cennetlik.

sa'r

  • Katil zehiri.
  • Kısa boylu adam.
  • Küçük hıyar.
  • Yaban soğanının kökü.

şa'rani / şa'ranî

  • (Hi: 899-973) Dört hak mezhebin birleşen ve ayrılan tarafları hakkında mu'teber eserleri olan meşhur bir fakihtir. Mizan-ı Şaranî ismiyle bilinen eseri meşhurdur.

sa'y-i insani / sa'y-i insânî

  • İnsanın çalışması.

saadet-i beşer / saâdet-i beşer

  • İnsanın mutluluğu.

sabareftar

  • (En fazla at için kullanılan bir tâbirdir) Rüzgâr gibi çabuk ve hafif giden. (Farsça)
  • Hoş ve lâtif yürüyüşlü. (Farsça)

sabihat / sâbihât

  • Yüzücü olanlar, yüzenler. Gemiler.
  • Ehl-i imânın ruhları.
  • Yıldızlar.

sabiiler / sâbiîler

  • Aya ve yıldızlara tapan kimseler. El-Cezîre (Cizre) ve Harran civârında yaşayan bu kimseler, yahûdîlik, hıristiyanlık ve mecûsîlik gibi çeşitli dinlerden bâzı inanışları alarak bir din meydana getirmişlerdir.

sabıka / sâbıka / سابقه

  • Geçmişte kalan suç. (Arapça)
  • Bir insanın geçmişteki hali. (Arapça)

sabıküzzikr / sâbıküzzikr / سابق الذكر

  • Anılan, zikredilen. (Arapça)

sabit / sâbit / ثابت

  • İspatlanmış, kanıtlanmış.
  • Değişmeyen.
  • Kanıtlanmış. (Arapça)
  • Yerinde duran. (Arapça)

sabr

  • Acıya ve zorluğa katlanmak.
  • Bir musibet ve belâya uğrayanın telâş ve feryad etmeyip sonunu bekleyip tahammül ile katlanması.
  • Muharebede şecaat gösterme.
  • Bir kimseyi bir şeyden alıkoymak.
  • Öğrendiği bir şeyi başkasının da öğrenmesi için tâkat getirmek.

sabur / sabûr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi vakti gelince ve belli miktarı ile yaratan, bu hususta acele etmeyen, kendisine şirk (ortak) koşan ve başka günâhları işleyerek isyân edenleri cezâlandırmaya kâdir (gücü yetici) iken, cezâ vermekte acele etmeyen.

sada-yı semavi ve ruhani / sadâ-yı semâvî ve ruhânî

  • Semâvî ve ruhanî olan sadâ, gökten gelen ses.

sadaka

  • Allah rızâsı için fakirlere verilen mal, para, ilim gibi insanın muhtaç olduğu her hangi bir şey. (Asr-ı Saâdette fukara-i müslimîn için toplanan zekâta dahi bu nâm verilirdi.)
  • Allahü teâlânın rızâsına niyet ederek ve karşılık beklemeden muhtâc olanlara, fakirlere, hibe edilen mal, para ve her türlü iyilikte, ihsânda bulunma.
  • Zekât.
  • Ganîmet.

sadaka-i fıtır

  • İhtiyâcı olan eşyâdan ve borçlarından fazla olarak, nisâb yâni dinde zenginlik ölçüsü miktarında malı, parası bulunan her hür müslümanın, Ramazân bayramının birinci günü sabâhı, fakirlere vermekle yükümlü oldukları belli miktarlardaki buğday, arpa, hurma veya kuru üzüm yahut kıymetleri kadar altın v

sadaka-i fıtr

  • Ramazan bayramından evvel fıtra olarak verilen sadaka. Zengin (nisaba mâlik) her müslümanın (ihtiyar, genç, çocuk ve hattâ bunak da olsa) fakirlere vermeye mükellef olduğu sadakadır, vâcibdir. Nisaba mâlik olan bir müslüman, hem kendi nefsi için, hem de çocukları, hizmetçisi için sadaka-i fıtır veri

sadaret

  • Vezirlik, başvezirlik. Osmanlı Devleti zamanında Başvekillik makamına verilen isim.
  • Öne geçme, başta bulunma.

sadat / sâdât

  • Seyyidler. Hazret-i Hüseyin'in soyundan gelenler.
  • Evliyânın büyüklerinden olan zâtlar.

sadd

  • (Sedd. den) Örten, kapıyan, mâni olan engel olan.

saddakna / saddaknâ

  • İnanıyor ve tasdik ediyoruz.

sadık / sâdık

  • Velî, Allahü teâlânın sevgili kulları.
  • Doğru, yalan ve uydurma olmayan. Doğru sözlü, sözünde duran.

sadr-ı ali / sadr-ı âli

  • Vezirlerin veya vekillerin başkanı. Sadrâzam.

sadrazam / sadrâzam

  • Osmanlı Devletinde hükümet başkanı, başbakan.

safa ve merve / safâ ve merve

  • Kâbe-i muazzamanın yakınındaki iki tepenin adı. Hac ve umre esnâsında sa'y denilen hac vazîfesini yaparken Safâ tepesinden sonra Merve tepesine gidilir.

şafak

  • Tan zamanı. Güneş doğmağa yakın zaman veya güneş battıktan sonraki alaca karanlık. Gündüz.
  • Nahiye. Cânib.
  • Nasihat eden kimsenin "Nasihatım te'sir etsin, sözüm tutulsun" diye ıslah için gayret göstermesi.
  • Merhamet.
  • Harf.
  • Tan zamanı.

safer

  • (Çoğulu: Esfâr) Boş ve hâli olmak.
  • Arabi aylardan ikincisi.
  • Karın içinde durabilen bir yılanın adı.

saff-ı evvel

  • İlk saf, birinci saf.
  • İlk sahabeler.
  • Bir hareket ve cereyanın ilk sahipleri.

safha-i nurani / safha-i nuranî

  • Nuranî sayfa, nurlu sayfa.

şafii / şafiî

  • Hak mezheplerden biri, onu kuran büyük âlimin ünvanı.

safiyullah

  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ismidir. Bütün mahlukatta efdal ve Cenab-ı Hakk'ın ihsanı ile onlardan seçilip çıkarılmış tertemiz mânâsına Safiyullâh denilmiştir. Hz. Adem'in de (A.S.) bir ismidir.

safiyy

  • Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem ganîmet taksîminden önce kılıç, zırh ve at gibi seçip aldığı bâzı şeyler.

safiyyullah

  • "Allahü teâlânın temiz kıldığı, seçtiği" mânâsına, Âdem aleyhisselâmın lakabı.

safka

  • Bir satış anında müşteri ile satıcının tokalaşarak, "hayrını gör" demeleri.
  • Yapılan satış.

safsatiyat / safsatiyât

  • Safsatalar, yalan ve yanlış şeytâni sözler.

sagıye

  • Koyun.
  • Umumu nefy için ehad mânâsına da kullanılır.

şah-ı geylani / şah-ı geylânî

  • Abdülkadir-i Geylânî (k.s.).

saha-i vücud

  • Varlık sahası, alanı.

saha-i zuhur

  • Görünme meydanı.

saha-yı fiil / sâha-yı fiil

  • Uygulama alanı.

saha-yı tatbik / sâha-yı tatbik

  • Uygulama sahası, alanı.

şahadet / şahâdet / شهادت

  • Şahitlik, tanıklık.
  • Tanıklık, şahitlik. (Arapça)
  • Şehadet getirme. (Arapça)
  • Şehitlik. (Arapça)

şahadet getirmek

  • Kelime-i Şehadete inanıp onu söylemek. Bir Allah'tan başka ilâh olmadığına; Muhammed Aleyhissalâtü vesselâm'ın, Allah'ın Resulü olduğuna inanarak söylemek.

sahib-huruc

  • Ayaklanmış, isyân etmiş, âsi. Ayaklanıp isyân ederek idâreyi ele geçirmiş kimse. (Farsça)

sahib-i dünya ve ahiret / sahib-i dünya ve âhiret

  • Dünyanın ve âhiretin sahibi olan Allah.

sahib-i zühd ve takva / sahib-i zühd ve takvâ

  • Zühd ve takva sahibi; her türlü nefsanî arzulara karşı koyarak kendini ibadete veren ve Allah korkusuyla dinin yasaklarından kaçınan kimse.

sahib-üz zaman / sâhib-üz zaman

  • Zamânın sahibi. Zamânında İnd-i İlâhide en makbul insan. Müceddid.
  • Mehdi-i zaman.

sahibüzzaman

  • Yaşadığı zamanın manevî sahibi.

sahid

  • Uyanık.

şahid / şâhid / شاهد

  • Şahitlik yapan. Bilen, tanıyan. Senet yerine geçecek kadar mâkul ve mu'teber sayılan. Gören.
  • Resul-ü Ekrem Efendimizin (A.S.M.) bir vasfı.
  • Melâike-i kiram.
  • Hazır.
  • Şahitlik yapan, bilen, tanıyan.
  • Şahit, tanık, gören.
  • Tanık. (Arapça)
  • Güzel. (Arapça)
  • Sevgili. (Arapça)

şahid-i daimi ve ebedi / şahid-i dâimî ve ebedî

  • Sonsuz ve dâimî şahit, tanık.

şahid-i sadık / şâhid-i sâdık

  • Doğru sözlü şahit, tanık.

sahife-i a'mal / sahife-i a'mâl

  • İş ve davranışların yazıldığı sahifeler.

sahife-i itibar-i alem / sahife-i itibar-i âlem

  • Âlemin itibar sayfası; dünyanın şeref, kıymet, değer sayfası.

sahih ced / sahîh ced

  • Ölenin babasının babası veya babasının babasının babası gibi derecesi yakın olsun uzak olsun aralarında kadın bulunmayan dede. Yâni araya kadın girmeyen büyük baba.

sahih hadis / sahîh hadîs

  • Âdil yâni yalancılıktan uzak, büyük günah işlemeyen ve hadîs ilmini bilen kimselerden işitilen, Resûlullah efendimize kadar, rivâyet edenlerden hiçbiri noksan olmayan ve mütevâtir yâni birçok Sahâbînin Resûl-i ekremden ve başka birçok kimselerin onla rdan naklettikleri hadîsler ve meşhûr, yâni ilk z

sahih kan / sahîh kan

  • Sekiz yaşını bitirip, dokuz yaşına bastıktan birkaç gün veya ay, yâhut seneler sonra, sıhhatli bir kızın veya âdet zamânı son dakikasından îtibâren tam temizlik (on beş gün) geçmiş olan kadının önünden çıkan ve Hanefî mezhebine göre, en az üç gün (ye tmiş iki saat) devâm eden kan; hayız ve aybaşı ka

sahih temizlik / sahîh temizlik

  • Ergenlik çağına erişmiş bir kızda veya kadında, âdet zamânından sonra başlayan ve içinde hiç kan görülmeyen, öncesi ve sonrası hayız günleri olan on beş veya daha fazla sayıdaki temiz gün.

sahire

  • Yer yüzü, arz.
  • Kıyamet günü, Cenab-ı Hakk'ın haşir meydanı için tecrid edeceği Arz-ı Beyza.
  • Aslâ insan ve hayvan ayak basmadık yer yüzü. Çöl.
  • Cehennem.

şahıs

  • (Çoğulu: Eşhâs) Kişi, kimse. İnsanın cismanî hey'eti.
  • İnsanın uzaktan görülen karaltısı.

şahıs zamiri

  • İsim yerine kullanılan ve insanlara işaret eden kelimeler. Farsçada: (Men: ben), (Tu: sen), (U: o), (Mâ: biz), (Şümâ: siz), (İşân: onlar). Bunlar gayr-ı muttasıl (bitişik olmayan) zamirlerdir.Arapçada; gayr-ı muttasıl zamirler: (Ene: ben), (Ente-sen), (Entümâ: ikiniz), (Hu: O), (Entüm: siz), (Entünn

şahit

  • Şahitlik yapan, bilen, tanıyan.

şahit olma

  • Tanık olmak.

şahitler

  • Deliller, tanıklar.

sahmem

  • Hâlis (hayırda ve şerde kullanılır.)
  • Yaramaz huylu deve.

şahsiye-i insaniye

  • İnsanın şahsiyeti.

şahsiyet-i insaniyet

  • İnsanın şahsiyeti.

sahur / sahûr

  • Gece uyanıklığı, uykusuzluk.
  • Ayın etrafındaki hâle.
  • Yer yüzünün gölgesi.
  • Güneşin batmasından imsak vaktine kadar olan zamânın son altıda biri, seher vakti; oruç tutmak için yemeğe kalkılan vakit.

sahv

  • Uyanıklık, aklı başında, şuuru yerinde olma hâli, sekr hâlinin zıddı. Tasavvufta kendini kaybetme hâlinden kurtulup, ayılma hâli. Fenâdan sonraki bekâ hâli.
  • Ayıklık; uyanıklık; tasavvufta kendinden geçme hâlinin sona ermesi.
  • Ayılma, ayıklık, aklı başında olmak.
  • Hastanın iyileşmesi.
  • Tas: Kendinden geçme hâlinin sona ermesi, his âlemine tekrar dönmek.
  • Uyanıklık.

sahve

  • Uyanıklık hâli.

said-i hüşyar / said-i hüşyâr

  • (Kalbi ve aklı) Uyanık Said.

saik-i muhtar / sâik-i muhtar

  • En güzel, en ideal olanı seçerek sevkeden, Allah.

şaka

  • Meşakkatli ve güç.
  • Musibet ânında yakasını ve yüzünü yırtan kadın.

sakalan / sakalân

  • İnsanlar ve cinler.
  • Kıymetlerini bildirmek için, Kur'ân-ı kerîm ve Ehl-i beyte (yâni Peygamber efendimizin akrabâlarına) verilen isim.

şakik / şakîk

  • Ferâiz ilminde yâni mîrâs hukûkunda ana-baba bir erkek kardeşler (Benül-a'yân). Ana-baba bir kız kardeşe şakîka denir.

şakul

  • (Çekül) Geo: Bir yerin umumi hattını tâyin için kullanılan âlete denir. Bir ağır cismi ip ile yüksekten sarkıtmakla bir duvarın ne derece yatık, eğri veya doğru olduğu anlaşılması gibi.

salaet

  • (Çoğulu: Salâât) Ezme işindeki kullanılan yassı düz taş.

salahaddin-i eyyubi / salahaddin-i eyyubî

  • (Doğumu: Hi: 532, Mi: 1137) Ehl-i Salib zihniyetinin İslâm dünyasına açtığı Haçlı seferlerini maddeten durduran şarkın en kahraman kumandanlarından ve sultanlarından olan bu zât hakkında bir Avrupalı tarihçi: "İslâmın en saf kahramanı" diye bahseder.Düşmanın çokluğundan bahsederek geri dönmek isteye

salahdi

  • Kavi, sağlam, dayanıklı ve muhkem.

salar-ı beyt-ül haram / sâlâr-ı beyt-ül haram

  • Beyt-ül Haram'ın reisi ve başkumandanı olan Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm.

salar-ı rusül / sâlâr-ı rusül

  • Resüller kafilesinin reisi, kumandanı. Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm.

salat / salât

  • Allahü teâlâdan rahmet, meleklerden istiğfâr, mü'minlerden duâ.
  • İslâm'ın beş esâsından (temelinden) birisi olan namaz.
  • Peygamber efendimizin ism-i şerîfleri anıldığında, işitildiğinde veya yazıldığında söylenen ve yazılan "sallallahü aleyhi ve sellem". sözü ve benzerleri. Çoğ

salat u selam / salât u selâm

  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem ism-i şerîfleri anılınca, işitilince veya yazılınca söylenen veya yazılan hayır duâlardan ibâret olan sözler yâni sallallahü aleyhi ve sellem, Allahümme salli ve sellim alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed, Essalâtü ves-selâmü aleyk

salaye

  • (Çoğulu: Salâyât) Bir şey ezmede kullanılan yassı düz taş.

sald

  • Kaypak taş.
  • Taş gibi çok dayanıklı şey.
  • Dağa çıkmak.
  • Şiddetle ellerini yere vurmak.

salehba

  • Dayanıklı ve kuvvetli deve. (Müe: Salehebât)

salif-ül arz

  • Dünyanın ve arzın evveli veya geçmiş zamanı.
  • Evvelce arz olunan.

salif-ül beyan

  • Bildirilmiş, beyanı geçmiş.

salifüzzikr / sâlifüzzikr / سالف الذكر

  • Zikredilen, anılan. (Arapça)

salih / sâlih

  • İyi insan. Dünyâya kıymet vermeyen, îtikâdı doğru olup, Allahü teâlânın rızâsını, sevgisini kazanmak için çalışan müslüman.

salih amel / sâlih amel

  • Allahü teâlânın beğendiği iş.
  • Faydalı, yararlı iş; dinin emir ve yasaklarına uygun davranış.

saliha / sâliha

  • İyi hâl üzere olan dindar hanım.

salik-i meczub / sâlik-i meczûb

  • Tasavvufta cezbesi yâni hak yola çekilmesi sülûkünden sonra olan sâlik.

salis / sâlis

  • Üçüncü.
  • Sâniyenin altmışta biri.

salisat / sâlisât

  • (Tekili: Sâlise) Sâliseler. Sâniyenin altmışta biri kadar olan vakitler.

salise / sâlise

  • Saniyenin altmışta biri.

salla

  • (Salli) Duâ olsun, şânı yücelsin meâlinde söylenir.

sallallahü aleyhi ve sellem

  • Peygamber efendimizin ism-i şerîfi anıldığı, işitildiği ve yazıldığında söylenen ve yazılan, Allahü teâlâdan, O'nun dünyâda ve âhirette her türlü iyiliğe ve üstünlüğe kavuşmasını istemekten ibâret olan hayır duâ, hürmet, saygı ve bağlılık ifâdesi. Bu na salât u selâm da denir.

sallallahü teala aleyh / sallallâhü teâlâ aleyh

  • "Allah (C.C.) onun şanını yüceltsin; duasını, isteklerini kabul etsin; her isteğini versin" meâlinde Peygamberimiz (A.S.M.) hakkında söylenilen duadır.

sallallahu teala aleyhi ve ala alihi ve eshabihi ve ezvacihi / sallâllahu teâlâ aleyhi ve alâ âlihi ve eshâbihi ve ezvâcihi

  • Allah onun, ailesinin, Sahabelerinin ve eşlerinin üzerine salât etsin, şanını yüceltsin.

salsal

  • Kuru balçık. Kumla karışıp kurumuş olan balçık.
  • Çok anırgan eşek.

saltanat-ı ruhaniye

  • Ruhanî, mânevî olarak devam eden saltanat.

sam'are

  • Sağlam ve dayanıklı, sert.

samed

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hiçbir kimseye, hiçbir şeye ihtiyâcı olmayan, bütün mahlûkâtın (yaratılmışların) kendisine muhtaç olduğu yüce Allah.

samedaniyet / samedanîyet

  • Samedanîlik.

samine / sâmine

  • Sâbianın altmışta biri.

samiri / samirî

  • Hz. Musa Peygamber zamanında Yahudileri şirke sevk eden. Hz. Musa'nın (A.S.) bulunmadığı yerde kavmini yaptığı buzağı heykeline taptırmağa çalışan bir yahudi.

san'at-ı acip

  • İnsanı hayrette bırakıp hayranlık veren sanat.

şan-ı adalet / şân-ı adalet

  • Adaletin şanı, gereği.

sanai'

  • (Tekili: Sania) Tertibli, uydurma işler. Tuzaklar.
  • Sanayi.

sanayi-i nefise

  • Güzel san'atlar. insanın çok hoşuna giden ve çok üstün san'atkârlıkla yapılmış eserler.

sancak beyi

  • Eyalet teşkilâtıyla timar usulünün cari olduğu zamanlarda beş on kazalık yerin mutasarrıfı ile sipahisinin kumandanına verilen addır. Osmanlıların ilk zamanlarında beylere yahut hükümdar evlâtlarına has olarak verilen mıntıkalara "Sancak" denilir, bu sancaklara tasarruf edenlere de "Sancak Beyi" adı

sani'iyyet

  • Ustaca ve tertibli yapıcı oluş. Sâni'lik.

sani-i zişan / sâni-i zîşân

  • Şanı yüce san'atkâr.

sanihat / sanihât

  • (Tekili: Sâniha) Çok düşünmeden akla, fikre gelen şeyler.

saniiyet

  • Sanilik, sanatlı yapıcılık.

sanık

  • Suçlu olduğu sanılan kimse.

saniye

  • Dakikanın altmışta birisi. Çok kısa bir zaman.
  • (Çoğulu: Sevâni) Su taşıyan deve. Su yükledikleri ve su çektirdikleri deve.
  • Dakikanın altmışta biri.

sar'a

  • İnsanın kendini kaybederek düşmesine sebep olan sinir hastalığı.

sarf

  • (Çoğulu: Süruf) Harcama, masraf, gider.
  • Fazl.
  • Hile.
  • Men etme. Bir kimseyi yolundan ve işinden ayırıp başka tarafa yöneltme.
  • Farz.
  • Gr: Bir lisanı meydana getiren kelimelerin değişmesinden, birbirinden türemesinden bahseden ilim şubesi. Kelime bilgisi. K

sarf edilen

  • Kullanılan.

sarfe

  • Kuranın mûcize olduğunu gösteren usûllerden biri.

sarfiyat

  • Harcamalar, kullanımlar, giderler.

şari' / şâri' / şârî'

  • Kanun koyucu; kullarına yapmaları ve yapmamaları gerekli davranışlarla ilgili kanun ve kurallar koyan Allah.
  • Kullarının dünyâ ve âhiret seâdetine (mutluluğuna) kavuşmaları için Peygamberleri aleyhimüsselâm vâsıtasıyla emir ve yasaklarını bildiren Allahü teâlâ. Şâri-i mübîn de denir. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etmesi (ulaştırması) gerektiğinde, kapalı hususları açıklaması bakımında

sarih / sarîh

  • Belli, açık, meydanda olan. Kendisinden kasd edilen mânânın açıkça anlaşıldığı lafız (söz).

şark hadisesi / şark hâdisesi

  • Doğu bölgesinde meydana gelen hadise; Şeyh Said İsyanı.

sarsarani

  • (Çoğulu: Sarsaraniyyât) Bir deve cinsi.
  • Bir cins balık.

şart

  • Bir kısım muamelelerde lüzumlu olan hüküm. Bir şeyin olması ona bağlı olan şey.
  • Kayıt. Bir iş için mutlaka lüzumlu olan husus.
  • Yemin.
  • Hal, vaziyet.
  • Gr: Biri diğerine bağlı olan iki cümle hakkında delâlet edilen; yâni mütevakkıf aleyhe delâlet eden diğer cümley

şart edatı

  • Arapça'da, Türkçe'deki "eğer, şayet, …se, …sa" kelimelerinin karşılığı olarak kullanılan, kendi başına bir mânâsı olmadığı halde isim ve fiillerle birlikte mânâ kazanan edatlar, in, lev, emma gibi.

şartiye

  • Arapça gramerinde şart edatı olarak kullanılır.

sasaniler

  • İran'da ikibin yıl önce devlet kuran bir sülâledirler. İlk meşhur hükümdarları Erdeşir'dir. Devleti kuvvetlendirdi ve Doğu Anadolu'yu Romalılardan aldı. Ünlü pâdişahlarından ve âdil ismi ile tanınan Nuşirevan İslâmiyetten önce yaşamıştır. Altıyüz seneden ziyade devletleri devam eden Sâsâniler, İslâm

şass

  • (Çoğulu: Şüsus) Balık avlamada kullanılan olta ve ağ.

sathiyet-i arz

  • Dünyanın düzlüğü.

şati'

  • (Çoğulu: Şevâti) Kenar, kıyı. Cânip, taraf, yön.

şatır

  • (Şetaret. den) Neş'eli. Şen.
  • Çevik. Hizmete koşup, her işe hazır bulunan.
  • Vaktiyle vezirlerin yanında giden asker.

satranç

  • 32 taşla, 64 haneli bir tahta üzerinde, iki kişi arasında muhakemeye dayanılarak oynanan ve meşru olmayan bir oyundur.

savlecan

  • (Çoğulu: Savâlic) Cirit oynanılan eğri sopa.

savlet

  • Saldırma. Ani ve şiddetli atılış.

şavt

  • Hac esnâsında sa'y denen vazîfeyi yaparken, Safâ'dan Merve'ye ve Merve'den Safâ'ya her bir geliş ve tavaf yaparken Kâbe'nin Hacer-ül esved köşesinden başlayan ve başlanılan yere gelince sona eren her bir dönüş.

sayd

  • Av hayvanı yâni eti yenen hayvanların etleri için, eti yenmeyenlerin ise (domuz hâriç) deri ve diş gibi yerlerinden faydalanmak veya zararlarından emin olmak için avlanan hayvan.

saye

  • (Çoğulu: Sâyât) Koyun yatağı. Nişan için dikilen taş. Yolun tanınması için bir yere yığıp höyük yapılan taş.

şazeli / şazelî

  • (Ebu Hasan Şazelî) Nureddin Ebu Hasan-ı Şazelî de denildiği gibi Ali bin Abdullah diye de anılmaktadır. Tunus'lu olup Şazeliye Tarikatı kurucusu olarak bilinir. Tasavvufî, ilmî bir çok eseri vardır. Tarikatının tekke ve zaviyesi yoktur. Hicri 654 yılında Mekke-i Mükerreme'ye giderken sahrada dâr-ı b

şazib

  • Vatanından başka bir tarafa giden kimse.

şaziliyye / şâziliyye

  • Evliyânın büyüklerinden Ebü'l-Hasen Şâzilî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.

şe'n-i uluhiyet / şe'n-i ulûhiyet

  • İbadete ve itaat edilmeye layık olan ilâhlık şanı.

şearir

  • Davar yanırına üşüşen sinek ve üvez.
  • Her yöne dağılmak.

seb'iyye

  • Bozuk fırkalardan biri olan İsmâiliyye fırkasının diğer bir adı. Bu fırka, şerîat (din) sâhibi peygamberlerin sâdece yedi tâne ve yedincisinin Mehdî olduğunu, ayrıca her asırda yedi imâmın bulunduğunu iddiâ ettikleri için bu isimle anılmışlardır.

sebeb-i devam

  • Davamın sebebi; sürekli olmanın nedeni.

sebeb-i hilkat-i insan

  • İnsanın yaratılış sebebi.

sebeb-i istimrar-ı zaman

  • Zamanın sürekliliğinin sebebi.

sebeb-i mahrumiyet

  • Yoksun kalmanın sebebi.

sebeb-i vücud

  • Varlık sebebi. Var olmanın sebebi ve gayesi.

şebec

  • Ovanın ve sahranın bir miktarı.

şebeke-i seadet / şebeke-i seâdet

  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek kabrinin bulunduğu Hücre-i seâdet denilen yerin dış duvarı etrâfında yerden Mescid-i Nebî'nin tavanına kadar yükselen demir parmaklık.

sebel

  • Tıb: Bulanık görme hastalığı.
  • Göze inen perde.
  • Buluttan çıkıp da henüz yere ulaşmamış yağmur.
  • Buğday başı.

şebhiz

  • (Çoğulu: Şebhizân) Geceleri uyanıp kalkarak iş gören. (Farsça)

sebr ve taksim

  • Mantıkta bir isbatlama tarzı ve usulüdür. Bu iki kelime beraber kullanıldığı gibi, "delil-i taksim, delil-i münkasım" gibi tâbirlerle de söylenir. Bu isbatlamada bir şeyin aslında bulunan vasıflar, illet olmaktan birer birer ibtal edildikten sonra, tam illet olmaya elverişli olan tesbit edilir. (Lât
  • Mantıkta kullanılan bir ispatlama yöntemi; bir şeyi kısımlara bölmek, sonra bütün bu kısımları sırayla çürüterek son kalan kısmın doğruluğunu ispat etmek.

sebuiyet

  • Yırtıcılık, parçalayıcılık. Yırtıcı hayvanın fıtri hassası.

şecaat-i akliye-i medeniyet meydanı

  • Medeniyetin aklî kahramanlık meydanı; akıl kahramanlarının meydan okuduğu medeniyet meydanı.

seccade

  • Genellikle üzerinde secdeye varmakta yâni namaz kılmakta kullanılan küçük halı, kilim cinsinden sergi.

secde

  • Allah'ın (C.C.) huzurunda yere kapanış. İbadet ve Allah'a (C.C.) memnuniyetini ve itaatini bildirmek veya şükretmek için yere kapanarak alın, burun ucu, eller, dizler ve ayak uçları yere gelecek şekilde yapılan en büyük tazim ifade eden hareket. Namazın bir rüknü.
  • Allah için yere kapanış.

secde-i sehv

  • Yanılma secdesi; namazda bir farzın veya vâcibin, vaktinden önce veya sonra yapılması yâhut vâcibin terkinde yapılması lâzım gelen secde.

secde-i tilavet / secde-i tilâvet

  • Kur'ân-ı kerîmin on dört yerindeki secde âyetinden birini okuyan veya duyanın yapması vâcib olan secde.

seces

  • Bozuk ve bulanık su.

seci'

  • Edb: Nesrin kafiyesidir. Seci'ler, ya cümlelerin sonunda yahut arasında bulunur. Sondaki seci'ler bir kelime vasıtasiyle birbirine bağlanır, onlara "Seci'-i mukayyed" denilir. Aradaki seci'ler ise yekdiğerlerine bağlı olmadıklarından onlara sec'i-i mutlak tâbir olunur. İçiçe olan seci'lere "Seci' en

secis

  • Yılın ve zamanın sonu.

seciye-i uvera / seciye-i uverâ

  • Tek gözlülerin -yâni sadece bu dünyayı düşünenlerin, âhireti görmeyenlerin- seciyesi.

şecv

  • Gam, gussa. Keder.
  • Tezyin-i savt. Yâni sesi güzelleştirmek.

sed-i rah / sed-i râh

  • Yol kapayan, yola mâni olan.

şedak

  • Ağızın her iki yanının geniş olması.

sedd

  • Tıkamak, kapamak, mâni olmak.
  • Baraj.
  • Perde, Mânia.
  • Rıhtım.
  • Set, tümsek.

sedd-i rasin-i istinad / sedd-i rasîn-i istinad

  • Dayanılacak çok sağlam ve sarsılmaz sed, engel.

şedd-i rihal

  • Hayvana semer vurma. Yolculuk için hayvanın semerini bağlama.
  • Yolculuğa çıkma.

şeddad

  • Kâfir.
  • Çok eskiden Yemen'de Âd Kavminin hükümdarı Allah'a isyan ederek Cennet'e benzetmek iddiasiyle İrem bağını yaptırmış, bu bağdaki köşke girmeden kavmi ile yani taraftarlariyle birlikte gazaba uğramış, çarpılmış, yerin dibine geçmiştir.

şedid-üş şekime

  • Şedid-ün nefs; yani başkasına boyun eğmekten çekinen ve kibirlenen.

sedir

  • Köşk.
  • Nehir.
  • Karyola.
  • Odanın baş köşesine konulan döşenmiş kerevet.

şef'

  • Çift.
  • Kurban bayramı günü.
  • Namazların her iki rek'atı demektir. Dört rek'atlı bir namazın evvelki iki rek'atında Şef'-i evvel, diğer iki rek'atına da Şef'-i Sâni denilir. Üç rek'atlı namazın üçüncü rek'atı da Şef'i sâni'dendir.

şefa'at / şefâ'at

  • Kıyâmet günü, Allahü teâlânın izni ile, başta Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem olmak üzere, diğer peygamberler, âlimler, şehîdler, sâlihler (iyi kimseler) ve küçük yaşta ölen müslüman çocuklar ve Allahü teâlânın izin verdiklerinin; gün ahkâr olan mü'minlerin günahlarının affedilip Ceh

şefa'at-ı kübra / şefâ'at-ı kübrâ

  • Kıyâmette, o günün dayanılmaz dehşeti ve şiddetli sıkıntıları sebebiyle, insanların mürâcaatları üzerine Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), onların muhâkeme ve hesâblarının bir an evvel görülmesi için Allahü teâlâya yalvarması ve bu dileğinin kabûl olması. O gün herkes kendi başını

şefaatçı

  • Allah'ın lütuf ve ihsanıyla aracı, vesile olan.

sefahet / sefâhet

  • Yasak zevk ve eğlencelere düşkünlük, beyinsizce davranış, budalalık.

sefain-i kibriya / sefâin-i kibriyâ

  • Sonsuz azamet ve büyüklük sahibi Allah'ın gemileri; yani gazegenler, yıldızlar.

şeffaf

  • Işığa mâni olmayan, ışık geçiren parlak cisim. Saydam.

şefi-i ruz-i ceza / şefî-i rûz-i cezâ

  • "Cezâ gününün yâni kıyâmet gününün şefâat edicisi" mânâsına Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm.

şefkat-i insaniye

  • İnsanın şefkati.

şefkat-i nev'iye

  • İnsanın kendi cinsinden olana şefkat etmesi.

şehadat / şehâdât

  • Şahitlikler ve tanıklıklar.

şehadet / şehâdet / شهادت

  • Şahitlik, tanıklık.
  • Bir şeyin gerçekliğine inanma.
  • Din uğrunda şehit olma.
  • Şahitlik, tanıklık.
  • Birinin başkasında hakkı bulunduğunu bildirmek için, hâkim karşısında ve iki hasmın yanında, şehâdet ederim diyerek haber vermek.
  • Şehîdlik, şehîd olmak.
  • Tanıklık. (Arapça)
  • Şehitlik. (Arapça)

şehadet eden

  • Şahitlik, tanıklık eden.

şehadet etmek

  • Şahitlik, tanıklık yapmak.

şehadet-i sadıka

  • Doğru şahitlik, tanıklık.

şehadet-meab

  • Şahitlik alanı.

şehametlu / şehametlû

  • Tar: İran Şahları hakkında ünvan olarak kullanılan bir tâbir idi.

şehbender

  • Ticaret nezaretinin teşekkülünden evvel ticaret işlerine bakmak ve tüccarlar arasındaki ihtilâfları halletmekle vazifelendirilen memurun ünvanı idi.

şehd-i şehadet

  • İmanın, şehadetin verdiği saadet, tatlılık ve huzur. Şehadet balı.

seher

  • Geceleri uyumayıp uyanık durma hastalığı.

seher vakti

  • Duâların kabûl olduğunun bildirildiği, gecenin (güneşin batmasından imsâk vaktine kadar olan zamânın) son altıda biri.

sehergah / sehergâh

  • Sabahlık. Sabah zamanı. Sabah vaktine âit. (Farsça)
  • Seher zamanı, yeri.

şehevat

  • (Tekili: şehvet) şehvetler, nefsanî istekler, arzular.

şehevi / şehevî

  • Şehvetle alâkalı. Hayvanî, nefsanî duygularla alâkalı, onlara ait.

şehid / şehîd

  • Şâhid olan.
  • Meşhude. Allah (C.C.) yolunda canını feda eden müslüman. Hak için hayatını feda ederek ölen. Allah'ın rızasına eren. (Naklinde ve gaslinde Rahmet melekleri hazır oldukları için yahut kıyamette ümem-i sâlife hakkında istişhad olunan zevattan olduğu için yahut vefat etmeyip
  • Allah yolunda canını feda eden Müslüman.
  • Allah yolunda harb ederken, Allahü teâlânın ism-i şerîfini yüceltmeye (İslâmı yaymaya) çalışırken veya düşman saldırdığında vatan, din ve milletini, ırz ve nâmûsunu müdâfâ ederken ölen müslüman.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Bütün mahlûkâtın (yaratılmışları

şehidetün / şehîdetün

  • Şahittir (kadınlar için kullanılır).

şehidün / şehîdün

  • "Şahittir" (erkekler için kullanılır).

şehik

  • Hıçkırıkla içini çekme.
  • Nefesi dışarı çıkarma. Soluk alma.
  • Nefesi dışarı çıkararak eşeğin anırması.

şehir / şehîr

  • Ünlü, tanınmış.

sehivsiz

  • Yanılmadan, şaşırmadan.

şehnişin

  • Binanın dışarı çıkıntısı. Balkon. (Farsça)

sehran

  • Geceleri uyanık duran.

şehremini

  • Belediye başkanı. (Farsça - Arapça - Türkçe)

şehriyar-ı şehriyar / şehriyâr-ı şehriyâr

  • Sultânlar sultânı.

sehv / سهو

  • Hata, yanlış, yanılma.
  • Yanılma.
  • Yanılma, hata, yanlış.
  • Yanılgı. (Arapça)

sehv secdesi

  • Yanılma secdesi; namazda bir farzın veya vâcibin, vaktinden önce veya sonra yapılması yâhut vâcibin terkinde yapılması lâzım gelen secde.

sehven

  • Yanlışlıkla, yanılmak suretiyle.
  • Yanlışlıkla, yanılarak.

sehviyyat / sehviyyât / سهویات

  • Yanlışlıklar. (Arapça)
  • Yanılgılar. (Arapça)

sekab

  • Dayanıp itimat edilen, güvenilen.

sekal

  • (Çoğulu: Eskâl) Misafir.
  • Mal, mülk, metâ.
  • Ev metaı, ev eşyası.
  • İns ve cinnin bir ünvanı.

şekavet-i dünyeviye

  • Dünyanın nihayetsiz belâ, sıkıntı ve ıztırabı.

sekerat / sekerât

  • Can çekişme anı.

sekerat vakti

  • Can çekişme anı.

sekerat-ı mevt

  • Ölüm sarhoşluğu, can çekişme anı.

seki

  • Direğin altında konulan taş ayak, kürsü taşı, kapıların yanlarında ve bahçelerde havuzların etrafında yapılan sed ve peyke, odaların zeminden yüksekçe olarak bir kısmına yapılan döşeme yerlerinde kullanılır bir tabirdir.
  • Atın ayağındaki beyaz nişana da bu ad verilir.

sekine / sekîne

  • Sükûn ve itmi'nan, temkin. Nefisteki telâşın kesilmesi ile hâsıl olan kalb huzuru ve sükûneti.
  • Telâş ve hafifliğin zıddıdır.
  • Kalb rahatlığı, kalb kuvveti veren çok mühim bir duânın ismi. (Bu, Sekine isimli duâ, Hazret-i Ali Radıyallâhü Anh gibi evliyânın bildiği ve içerisinde
  • Sükun ve imtinan, temkin. Kalp rahatlığı, kalp huzuru veren bir duanın adı.

sekinet

  • Sükûn ve itmi'nan, temkin. Nefisteki telâşın kesilmesi ile hâsıl olan kalb huzuru ve sükûneti.
  • Telâş ve hafifliğin zıddıdır.
  • Kalb rahatlığı, kalb kuvveti veren çok mühim bir duânın ismi. (Bu, Sekine isimli duâ, Hazret-i Ali Radıyallâhü Anh gibi evliyânın bildiği ve içerisinde

şekk

  • Şüphe kuşku, sanı, zan.

sekkaki / sekkakî

  • (Hi: 555-626) Harzem'li olup edebiyat ve kelâm ilminde çok kıymetli ve mühim bir İslâm âlimidir. "Miftâh-ül Ulûm" isminde sarf ve nahivden ve aruz kafiyesinden bahseden eseri vardır. Sadeddin-i Taftazanî bu kitabı şerhetmiştir.

sekte

  • Durma, kısılma.
  • Kanın birdenbire durması.
  • Bir işin görülmesinde kesiklik, durgunluk hâsıl olmak.
  • Tecvidde: Kıraat esnasında nefes almadan sesi kesmeğe denir.

şekur / şekûr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kendisi için yapılan az tâate yüksek dereceler ihsân eden, sayılı günlerde yapılan ibâdete, sayısız mükâfât veren.
  • Çok şükreden, kendisine ihsân edilen nîmetlerin kıymetini bilip, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyetle O'

selak

  • (Çoğulu: Selekân) Yüksek, düz yer. Deve yanırının onulmuş ve yeri ağarmış olan izi.
  • Çuval kulpunun birisini birisine koymak.

selam / selâm

  • Esmâ-i hüsnâdan (Allahü teâlânın güzel isimlerinden). Zâtı ayıplardan (kusurlardan), sıfatları noksanlıklardan ve işleri kötülüklerden uzak, temiz olan.
  • İki müslüman karşılaşınca veya ayrılırken birinin diğerine; "Es-selâmü aleyküm" veya "Selâmün aleyküm" yâni dünyâda ve âhirette sel

selaman

  • Bir mekânın adı.
  • Büyük ağaç.

selamet-i iman / selâmet-i iman / selâmet-i îmân / سَلَامَتِ ا۪يمَانْ

  • İmanın esenliği, güvenliği.
  • Îmânın emniyette olması.

selamün aleyküm / selâmün aleyküm

  • İki müslüman karşılaşınca veya ayrılırken birinin diğerine; "Ben müslümanım. Benden sana zarar gelmez, selâmettesin. Dünyâda ve âhirette selâmette ol, sıhhat ve âfiyet üzerinize olsun." mânâsına söylenen söz.

selem

  • İleride teslim edilecek bir malın peşin para ile satılması. Yâni belli miktârda peşin para ile belli zaman sonra bilinen yerde bilinen bir malı satın almak için yapılan sözleşme. Peşin parayı verene sâhib-üs-selem veya rabb-üs-selem; veresiye mal ver me borcu altına giren satıcıya müslemün ileyh, bu

selh-hane

  • Hayvan kesilip yüzülen yer. Mezbâha. (Bu kelime galat olarak, "salhâne" şeklinde kullanılır.) (Farsça)

seliha

  • Kabuk.
  • Soyulmuş veya bozulmuş şey.
  • Tarçın yerine kullanılan bir ağacın adı.

selim akıl / selîm akıl

  • Yanılmayan, pişman olacak bir işi yapmayan ve peygamberlere, âlim ve evliyâlara mahsus, ileriyi gören akıl.

selva / selvâ

  • Mûsâ aleyhisselâma îmân eden İsrâiloğullarına Allahü teâlânın ihsân ettiği bıldırcın eti.

sem'

  • İşitme, işitici olma. Allahü teâlânın subûtî sıfatlarından.

sema' / semâ'

  • Bir veya birkaç kişinin çalgısız, âletsiz okudukları, dîni, îmânı kuvvetlendiren ve ahlâkı güzelleştiren ilâhî, mevlid, kasîde ve şiirleri dinlemek.

semahic

  • Deniz içinde bir alanın adı.

semavat ehli / semâvât ehli

  • Semâda yaşayan varlıklar; melekler, ruhanîler.

semavi gözler / semâvî gözler

  • Göklerdeki melekler ve ruhânîlerin bakışları.

sembol

  • Kararlaştırılmış bir mânası olan işaret. Bir mânanın şekil veya madde halinde gösterilmiş sureti. (Fransızca)

semen

  • Mebî'ye yâni satın alınan şeye karşılık verilen mal veya para.

semen-i müsemma / semen-i müsemmâ

  • Bâyi' (satıcı) ile müşterinin karşılıklı rızâ ile mebî (mal) için hakîkî kıymetine uygun olsun veya olmasın, tâyin ettikleri yâni uyuştukları bedel.

semere-i ittiba / semere-i ittibâ

  • Tâbi olmanın meyvesi.

semi' / semî'

  • İşitilecek şeyleri ne kadar gizli olsa da işiten, hamd ve senâda bulunanların, hamdini işitip mükâfat veren, kullarının duâlarını işiten ve icâbet eden, münâfık ve yalancıların kalbden söyledikleri sözleri işiten mânâsında Allahü teâlânın Esma-i hüsn âsından (güzel isimlerinden).

şems-i ezel ve ebed sultanı

  • Ezel ve ebedin sultanı olan Güneş; bu tabir ezelden ebede kadar bütün varlık âlemini aydınlatan Allah için bir benzetme olarak kullanılır.

şems-i ezeliye

  • Ezelî Güneş; bu tabir ezelden beri bütün varlıkları aydınlatıp hayat veren Allah için bir benzetme olarak kullanılır.

şems-i sermedi / şems-i sermedî

  • Devamlı Güneş, bu tabir devamlı olarak herşeyi nurlandıran ve aydınlatan Allah için bir benzetme olarak kullanılır.

sena-yı kur'aniye / senâ-yı kur'ânîye / ثَنَايِ قُرْاٰن۪يّهَ

  • Kurânın övmesi.

sene-i kur'aniye

  • (Bak: Eyyam-ı Kur'aniye)

sene-i miladiye / sene-i milâdiye

  • Kânun-i sâni (Ocak) 1'de başlayan sene. Milâdi sene.

sene-i rumiye

  • Garp Milâdi takvimini yani Efrenci takvimini kabul etmemiş olan Şark Hristiyanları için 14 Ocak tarihinden başlayan ve eskiden 1 Mart tarihinde başlayan Rumi sene.

sened

  • Kuvvetli olabilecek söz.
  • Tapu.
  • Üzerine dayanılacak ve itimad edilecek şey. Mutemed. Melce'.
  • İki kişi veya çok kimseler arasındaki anlaşmayı tesbit eden ve karşılıklı imzalanan kâğıt, vesika.

sener

  • (Çoğulu: Senânir) Kedi.
  • Ulu kişi.
  • Boğaz kemiği.
  • Kuyruk sokumu.

seneta

  • Sekenler. Durmalar, duruşlar. Davranışlar.

şeni'

  • Kötü, fena, utanılacak ayıp.

sera'

  • Yay yapımında kullanılan bir ağaç cinsi.

serabistan

  • Serap yeri. (Fâni, bekasız dünyadan kinayedir.) (Farsça)

serahor

  • Osmanlı İmparatorluğunun ilk devirlerinde ordunun bir yerden başka bir yere hareketinde yolların yapılması ile beraber ağırlıkların nakil vesairesi veyahut memleket içinde zelzele, deprem gibi bir âfetin vukuuyla harap olan yerlerin hemen tamir edilmesi işlerinde kullanılanlara verilen addır.

şerait-i hilafet / şerâit-i hilâfet / شَرَائِطِ خِلَافَتْ

  • Halîfe olmanın şartları.

şerar

  • "Şerir" den mastardır ve yaramazlık mânâsına gelir.
  • İnsanın yüzüne çarpan ses.

şerarat-ı neyyirane

  • Parlak kıvılcımlar, ışık saçan şerareler. (Farsça)
  • Mc: İslâmiyetin kuvvet ve hakkaniyetinden gelen parlaklık. (Farsça)

serasker / سرعسكر

  • Ordu kumandanı. Komutan. (Farsça)
  • Harbiye nâzırı, milli savunma bakanı. (Farsça)
  • Ordu komutanı.
  • Başkomutan. (Farsça - Arapça)
  • Savunma bakanı, harbiye nazırı. (Farsça - Arapça)

serdar-ı hidayet

  • Doğru yol kumandanı.

serdar-ı ulema

  • Zamanın en bilgili ve en yaşlı âlimi.

serdi-i heva / serdî-i hevâ

  • Havanın sertliği.

şeref

  • Yükseklik, yücelik. Büyüklük.
  • İnsanlar arasında geçerli ve makbul olma. Büyük bir makam sâhibi olma.
  • Cenab-ı Hakka itâat ve ubudiyyeti ve yüksek hizmeti ile çok ihsanına mazhar olma.
  • İftihâr, övünme.

şeref-i mülaki / şeref-i mülâki

  • Karşılaşma ve tanışma şerefi.

şereh

  • İnsanın muhtâc olduğu şeylerin lüzûmundan fazlasını istemesi, şiddetli hırs, tamahkârlık, aç gözlülük.

serfeda eden / serfedâ eden

  • Başını, canını feda eden.

sergi-i rabbaniye ve muhammediye / sergi-i rabbâniye ve muhammediye

  • Bütün âlemlerin Rabbi olan Allah'ın ve Peygamber Efendimizin tanıtıldığı sergi.

şerh

  • Açma, genişletme.
  • Açıklama. Anlaşılanı anlatma. Bir yazı veya konuşmayı kolay anlaşılması için izah etme, tafsil etme.
  • Bir şeyi dilim dilim kesme.
  • Bollaştırma.
  • Bir müşkil ve mübhem makaleyi açıklama, keşif ve izhar etme.
  • Açıklanmış yazı, risale.

şerh-i sadr

  • Peygamber efendimizin çocukluğunda ve peygamberliği sırasında (mîrâc gecesinde) mübârek göğsünün açılarak kalbinin çıkarılması ve yıkanıp ilim, hikmet ve mârifet ile doldurulduktan sonra yerine konması hâdisesi.
  • Göğsün yâni kalbin ilâhî nûr, ilim, hikmet ve mârifet ve sekîne (ferahlı

şerhu'l-makàsıd

  • Büyük kelâm âlimi Sadettin Taftazanî'nin meşhur eseri.

şerhu'l-mevakıf / şerhu'l-mevâkıf

  • Meşhur kelâm âlimlerinden Seyyid Şerif Cürcânî'nin eseri.

seri-üz zeval

  • Devamsız, çabuk giden.
  • Çabuk ölen.
  • Dünyanın hali.

serir-i tedris

  • Ders kürsüsü, eğitim divanı.

sermaye

  • Ana mal. Esas para. İlk elde mevcut olan para. (Farsça)
  • Kazanılmış ilim. (Farsça)
  • Hayat. Ömür. (Farsça)

sermaye-i insaniye

  • İnsanın sermayesi.

sermediyet

  • Daimlik, süreklilik. Sonsuzluk, ebedîlik.
  • Rabbanîlik ve uluhiyyet.

şermende

  • Utanmış, mahcub. Utanılacak bir iş yapan. (Farsça)

sermest-i vahşet

  • Vahşilik. İslâmiyet ve insaniyet dışı zevkle kendinden geçme hali.

şerr / شر

  • Kötülük. (Arapça)
  • Kötü davranış. (Arapça)

şetet

  • Perişaniyet, dağınıklık, teşettüt.

şeteviyy

  • Kışa mensup, kış ile ilgili.
  • Kış evi.
  • Kış kaftanı, kışlık elbise.
  • Kış yağmuru.

setr-i avret

  • Mükellef olan yâni akıllı ve bâliğ (ergenlik, evlenme yaşına erişmiş) bir kimsenin namazda veya her zaman başkasına göstermesi haram olan yerlerini örtmek.

settar / settâr

  • "Kulların günâhını örten" mânâsında Allahü teâlânın sıfatlarından.

sev'eteyn

  • Kadın ve erkeğin galiz yâni kaba avret mahalli, ön ve arka uzuvları; iki abdest bozma uzvu.

sevab

  • Sevap, dine uygun davranış.

sevafil

  • (Tekili: Sâfil) Alçaklar. (İnsan ve yer hakkında kullanılır)

sevani

  • (Tekili: Saniye) Saniyeler.
  • İkinci derecede şeyler.

sevanih

  • (Tekili: Sâniha) İçe doğan fikirler.

sevap

  • İyi bir davranışa karşı Allah tarafından verilen mükâfat.

severan

  • Tozun, dumanın kalkması.

şevha

  • Yay yapımında kullanılan ağaç.

şevketlu / şevketlû

  • Tar: Padişahlar hakkında kullanılmış bir tâbir olup, azamet ve heybet sahibi mânalarına gelir.

seyf-i burhan

  • Burhanın, delilin kılıcı.

seyf-i kur'ani / seyf-i kur'ânî

  • Kur'ânî kılıç.

şeyh

  • İhtiyâr.
  • Bir ilim dalında ihtisas etmiş olan.
  • Mürşîd-i kâmil; insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatan, dîni, İslâm'ı yayan ve onların mânen olgunlaşmalarını sağlayan rehber zât. Çoğul şekli meşâyıh ve şüyûhtur.

şeyh-i ekber

  • Büyük âlim, velî, rehber. Evliyânın büyüklerinden Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin v. 638 (m.1240) lakabı.

şeyh-ül islam

  • Osmanlı Devleti zamanında din işlerine bakan ve sadrazamdan sonra gelen en yüksek vazifeli şahıs. Âlimlerin reisi.

şeyhan

  • (şeyheyn) Esasen iki şeyh demek olup; bazı eserlerde, Buharî ve Müslim yerinde kullanılır. Her ikisinin Hadis Kitablarına birden Sahihan denir.
  • Hazret-i Ebubekir ile Hazret-i Ömer'in (R.A.) beraberce bâzı mühim kitaplarda geçen isimleri.
  • Bazı fıkıh kitablarında, İmam-ı A'zam

şeyhayn

  • Dört büyük halîfeden ilk ikisi. Hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer için kullanılan lakab.
  • Fıkıh ilminde, İmâm-ı a'zam ile İmâm-ı Ebû Yûsuf'a verilen lakab.
  • Hadîs ilminde İmâm-ı Buhârî ile İmâm-ı Müslim'e verilen lakab.

şeyhülislam / şeyhülislâm

  • Osmanlı Devleti zamanında dînî meselelerle şerîat mahkemelerine bakan en yüksek rütbeli din adamı.
  • İslâm devletinde en yüksek dînî yetkili. Dînî işlerde zamânın en yetkili ve söz sâhibi âlimi.

seyl-i huruşan-ı zaman / seyl-i huruşân-ı zaman / seyl-i hurûşân-ı zaman

  • Zamanın gürültü ve coşkunluklarının seli.
  • Zamanın çağlayarak akan seli.

seyl-i şuunat / seyl-i şuunât

  • İcraat-ı Rabbaniyenin dâima görünmesi ve hakiki müessir olan Allah'ın (C.C.) iradesiyle devamlı olan, cereyan eden her çeşit hâdiseler. Hâdiseler akıntısı, seli.

seyl-i zaman

  • Zamanın akışı.

seyr ü süluk-ü ruhaniye / seyr ü sülûk-ü ruhaniye

  • Mânevî makamlardaki ruhanî seyir ve seyahat.

seyr-i afaki / seyr-i âfâkî

  • Terbiye ve mâneviyatta tekâmül yollarında, hariç âlemden, âfaktan başlamak suretiyle bulunan delillerle tekâmül edip nefsini ıslâh ve imâni ve Kur'âni hakikatlarda terakki etmek usulü.

seyr-i fil-eşya / seyr-i fil-eşyâ

  • Tasavvufta nihâyete kavuşan bir velînin geri döndükten sonra daha önce unutmuş olduğu eşyânın bütün bilgilerine yeniden sâhib olması.

seyr-i fillah

  • Allahü teâlânın isimlerinde ve sıfatlarında ilerleme. Allahü teâlânın beğendiği ve râzı olduğu şeylerde fânî olma (yâni O'nun sevdiklerini sevmek ve O'nun sevdikleri kendine sevgili olmak).

seyr-i muradi / seyr-i murâdî

  • Murâdların, seçilmişlerin Allahü teâlânın lutf ve ihsânı ile çekilerek kavuştukları yol.

seyr-i ruhani / seyr-i ruhânî / seyr-i rûhânî

  • Ruhanî ve mânevî âlemlerdeki seyir, ruhî gezinti.
  • Ruhanî ve mânevî âlemlerdeki seyir, ruhî gezinti.

şeytan / şeytân

  • Kovulmuş, uzaklaştırılmış. Kibir ve gurûru sebebiyle Allahü teâlânın "Âdem'e secde ediniz" emrine isyân edip, karşı geldiği için, O'nun rahmetinden uzaklaştırılan varlık, İblis.
  • İnsanı azdırmaya çalışan görünmez yaratık.

şeytani pişe / şeytanî pişe

  • Şeytanın yolu. Şeytana ait meşguliyet. (Farsça)

seyyale-i latife / seyyâle-i lâtife

  • Akıcı özelliğe sahip nuranî varlık.

seyyid şerif-i cürcani / seyyid şerif-i cürcanî

  • (Bak: Cürcanî)

seyyid-i sened

  • Dayanılan, güvenilen efendi.

seyyid-ül-enam / seyyid-ül-enâm

  • Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın lakablarından biri. Beşerin yâni insanların efendisi, en yükseği.

seyyid-üs-sakaleyn

  • Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın lakablarından. İnsanların ve cinlerin efendisi, iki cihânın seyyidi Muhammed aleyhisselâm.

seyyide

  • Peygamber (A.S.M.) sülâlesinden gelen ve O'nun izinden giden temiz kadın, hanım.

seyyidü'l-kevneyn

  • İki cihanın seyyidi, efendisi.

şezebe

  • (Çoğulu: Şüzub ) Ağacın çeşitli budaklarından budanıp kesilmiş olan.

şezen

  • Nahiye, cânip, taraf.
  • Kaba ve sağlam yer.

şezerat

  • (Tekili: Şezre) İşlenmeden mâdenin içinden toplanılan altın parçaları.
  • Süs olarak kullanılan altın ve inci tâneleri.

şi'ra-ül yemani / şi'ra-ül yemanî

  • Semanın güney yarım küresinde bulunan "Kelb-i Ekber" denilen burcun ve bütün semanın görünen en parlak yıldızı. (Sirius)

şiar

  • İz, belirti, işaret, nişan, ayırt edici iyi âdet.
  • Üstünlük veren işaret.
  • İnsanın gömleği.
  • Ölüm.
  • (Tekili: Şa'r) Kıllar.

sıbga-i rabbani / sıbga-i rabbâni

  • Rabbâni boya, san'at.

sıbga-i rahmani / sıbga-i rahmânî

  • Rahmânî boya, san'at.

sıbr

  • (Çoğulu: Esbâr) Beyaz bulut.
  • Taraf, yön, cânip.
  • Çoğul, cemi.

sical

  • Münavebe. Arab ata sözlerinde: "Harp sicaldir" denir. Yani: Bazan galibiyet ve bazan mağlubiyet ile devam eder.
  • (Tekili: Secl) Büyük ve içleri dolu su kovaları.

şicar

  • Kapı ardına koyup sürgü olarak kullanılan ağaç.
  • Kiremit tahtası altına konulup çakılan ağaç.
  • Kapı ağacı.
  • Deve alâmetlerinden bir alâmet.

şiddet-i beyan

  • Açıklamanın şiddeti.

şiddet-i gazab

  • Azabın, cezanın şiddeti.

şiddet-i mevani / şiddet-i mevâni

  • Mânilerin şiddeti, engellerin zorluğu.

şiddet-i tesanüt / şiddet-i tesânüt

  • Tam, büyük bir dayanışma.

sidretülmünteha / sidretülmüntehâ / سدرة المنتها

  • Uzayda bulunduğu varsanılan ve ötesine geçilemeyen bir ağaç. (Arapça)

sıfat

  • Bir kimse veya şeyin hal ve vasfı, keyfiyeti.
  • Suret, çehre, yüz. Nişan, alâmet.
  • Bir şeyin keyfiyetini izah için kullanılan kelime.

sıfat-ı ilahiyye / sıfat-ı ilâhiyye

  • Allahü teâlânın zâtî ve subûtî sıfatlarının hepsi.

sıfat-ı ma'neviyye

  • Allahü teâlânın subûtî sıfatları.

sıfat-ı nefsiyye

  • Allahü teâlânın Vücûd yâni var olma sıfatı.

sıfat-ı selbiye / sıfât-ı selbiye

  • Cenab-ı Hakk'ın vahdaniyet, kıdem, beka, kıyam-ı binefsihi, muhalefetün-lilhavâdis gibi sıfatlarıdır. Mânalarında nefiy olduğu için "Selbî" denir. Meselâ: Vahdaniyet, çokluğun; kıdem, fâniliğin nefyi olduğu gibi.

sıfat-ı sübutiye / sıfât-ı sübutiye

  • Cenab-ı Hakk'ın sıfatları: Hayat, İlim, Sem', Basar, İrade, Kudret, Kelâm, Tekvin sıfatları. Bunlara "Sıfât-ı semaniye" de denir.

sıfat-ı sübutiyye / sıfat-ı sübûtiyye

  • Allahü teâlânın zâtında (kendisinde) bulunmakla birlikte başka varlıklarda da sınırlı olarak bulunan sıfatları. Bu sıfatlara sıfat-ı hakîkiyye de denir.

sıfat-ı zatiyye / sıfat-ı zâtiyye

  • Allahü teâlânın zâtında (kendisinde) bulunup diğer varlıklarda bulunmayan, yalnız Allahü teâlâya mahsûs sıfatları. Bu sıfatların sonradan yaratılan varlıklarla hiçbir sûrette bağlantıları yoktur. Bu sıfatlara sıfat-ı Vücûdiyye ve sıfat-ı Ulûhiyyet de denir.

şifre

  • Gizli ve işaretle yazı usulü. (Fransızca)
  • Haberleşmede kullanılan belirli bazı işaretler. (Fransızca)
  • Herkesin anlayamadığı, bazı kimselere mahsus anlaşma usulü. (Fransızca)

sıga-i mübalağa / sıga-i mübalâğa

  • Arapça dilbilgisinde bir şeyin çokluğunu ve fazlalığını ifade için kullanılan kalıp, kip.

siga-i muzari / siga-i muzâri

  • Gr. Arapçada şimdiki, geniş ve gelecek zamanı birden ifade eden fiil kipi.

sığar-ı sahife

  • Sayfanın küçüklüğü.

şihab

  • Parlak yıldız.
  • Kıvılcım.
  • Yıldızdan fırladığı zannedilen ve dünyanın atmosferinde bir an görünüp kaybolan gök taşı.

sihr

  • (Sihir) Büyü, gözbağıcılık, büyücülük, hilekârlık.
  • Aldatmak.
  • Haktan uzaklaşmak. Bâtıl şeyi hak diye göstermek.
  • Lâtif ve dakik olan şey. Büyü kadar te'siri olan şey.
  • Şiir ve güzel söz söyleme gibi, insanı meftun eden hüner.

sihr-i beyani / sihr-i beyanî

  • Beyanın büyü gibi olan tesiri. (Hadis-i Şerife telmih var.)

sika

  • (Çoğulu: Sikat) (Vüsuk. dan) İnanç, güven, itimad, emniyet.
  • Güvenilir ve inanılır kimse.
  • İnanç, güven, itimat, emniyet, güvenilir inanılır kimse.

şikaf / şikâf

  • (Şikâften: "Yarmak" mastarından) Yarık, yırtık, çatlak. (Farsça)
  • Kelime sonuna gelerek "yırtıcı, yırtan" mânâsına kullanılır. Meselâ: Ciğer-şikâf : Ciğer parçalayan. (Farsça)

şikal

  • Devenin palanını bağlıyan ip.
  • Devenin ayağının bağlandığı ip, köstek.
  • El ve ayak zinciri.
  • Üç ayağı beyaz olan at.

şikar / şikâr / شكار

  • Av, avlanan hayvan. Avlama. (Farsça)
  • Düşmandan ele geçirilen mal. Ganimet. (Farsça)
  • Av. (Farsça)
  • Av hayvanı. (Farsça)
  • Şikâr etmek: Avlamak. (Farsça)
  • Şikâr olmak: Avlanmak, av olmak. (Farsça)

sikat

  • (Tekili: Sika) İnanılır kimseler. İtimad edilen, kendilerine güvenilen kimseler.

sikke

  • Paranın üstüne basılan damga.

sikkenin darbı

  • Damganın vurulması, mührün basılması.

sıla

  • Fıkıh ve tasavvufu (kalb bilgilerini) meczeden, birleştiren mânâsına İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin lakabı.

sıla-i rahim

  • Hısım akrabayı ve mü'minleri ziyaret etme, onlarla görüşme ve mektuplaşma; alâkayı devam ettirme.
  • Akrabanın kusurlarını affetme.
  • Gurbette bulunanın memleketine gelip akrabasına kavuşması.

sıla-i rahm

  • Akrabâyı, yâni ana, baba, dede, çocuklar ve torunları; süt ve evlilik yoluyla olan yakınları ziyâret etmek, gözetmek ve onlara yardım etmek.

silahdar

  • Tar: Sarayın ileri gelen erkânından birinin ünvanıdır. "Silahdar-ı şehriyarî" de denilirse de mâruf olan "Silahdar Ağa"dır.

silahşör

  • Silahları karıştırıcı, silahlarla oynayıp uğraşıcı.
  • Eski zamanda bir sınıf silahlı asker, hususiyle muhtelif silahları kullanmakta fevkalâde meleke ve maharet ile mümtaz olup, maiyyette istihdam olunanlara verilen addı. Yeniçeri Ocağı zâbitlerinin bir takımı hakkında da kullanılır bi

silsile-i aliyye

  • Yüksek silsile. Peygamber efendimizden hazret-i Ebû Bekr yoluyla ilim ve feyz alarak gelen büyük âlimler silsilesi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Ebû Bekr-i Sıddîk, Selmân-ı Fârisî, Kâsım bin Muhammed, Ca'fer-i Sâdık, Bâyezîd-i Bistâmî, Ebü l-Hasen Harkânî, Ebû Ali Farmedî, Yûsuf-i Hemedân

sima' / simâ'

  • Bir kişinin veya birkaç kişinin çalgısız, âletsiz ve müzik perdelerine uydurmadan okudukları dîni, îmânı kuvvetlendiren ve ahlâkı güzelleştiren şiirleri, kasîdeleri, ilâhileri ve mevlidleri dinlemek.

sima-yı veçhiye-i şahsiye

  • Her bir insanın kendisine has yüzü, çehresi.

sımame

  • Kan damarlarında tıkanıklık yapan kan pıhtısı.

simyan

  • (Simân) (Süryanice) Hak.

sinad

  • Muhkem, dayanıklı, kuvvetli dişi deve.
  • Yüce.
  • Yüce yer, yüksek yer.

sinan-i ümmi

  • (Vefatı: Hi: 1075) Halveti Tarikatı Yiğitbaşı kolu ileri gelenlerinden olup Kutb-ül Meâni adında Türkçe mensur bir eseri ile matbu ve müretteb bir divanı vardır. Muhammed Sinan-ı Ümmi, Konya vilâyeti dahilinde Elmalı'dan olup orada dâr-ı bekaya hicret etmiştir. (R. Aleyh) (Osmanlı Müellifleri sh: 18

şinas / şinâs / شناس

  • Tanıyan, bilen, anlayan. Tarih-şinas : f. Tarihten anlayan, tarih bilen. (Farsça)
  • Tanıyan. (Farsça)
  • Bilen. (Farsça)
  • Sayan. (Farsça)

sine

  • Uyuklama, uykuya dalma başlangıcı. Uyku ile uyanıklık arası. (O anda insan, sesi duyduğu halde anlamaz.)

sinema-i rabbaniye / sinema-i rabbâniye

  • Rabbâni sinema; Cenâb-ı Hakkın tedbir ve irâdesiyle, bütün faaliyetlerinin âdeta sinema perdeleri ve levhaları gibi gösterildiği âlem.

sinn-i iyas

  • (Sinn-i ye's) Kadınların "âdet görmekten" kesildiği yaş. En çok 55 yaşına kadar veya daha evvel âdet görmekten kesilmesi zamanı ki; bundan sonra çocukları olmaz. Böyle bir kadına âyis denir.

sinnevr

  • (Çoğulu: Senânir) Kedi.

siper

  • Arkasına saklanılacak şey. Koruyan. (Farsça)
  • Mânia. Sığınak veya set arkası, duvar altı gibi kuytu yerler. (Farsça)
  • Okun, giderken kabzayı zedelememesi için sol elin üzerine konulan âlet. (Farsça)
  • Muharebede askerin kurşun ve gülleden korunması için toprak kazılarak açılan ve ön tarafına, çıkan (Farsça)
  • Arkasında saklanılan şey; sığınak, dayanak.

siper-i saika / siper-i sâika

  • Yıldırımdan korunmak için gemilerle, minarelere ve büyük binalara konan âlet. Paratoner.Gemilerde direklerin şapkalarına konulur ve üzerlerine, bir ucu denize kadar sarkıtılmış bakır tel bağlanır. Direkleriyle teknesi ağaç olmayan gemilerde tel yoktur. Telin gördüğü nakil hizmetini geminin demir kıs

şir-i yezdan

  • Hazret-i Ali Radiyallahu Anh'ın bir ismi. Allah'ın Aslanı.

sıracü'l-gafilin

  • Gaflete düşenlerin meşalesi anlamına gelen ve Gençlik Rehberi için kullanılan bir isim.

sıraf

  • Hayvanın kızmakla erkeğini araması.

siret / sîret

  • Bir kimsenin içi, hâli, hareketi, ahlâkı.
  • İnsanın tutmuş olduğu mânevi yol.
  • Bir kimsenin iç hâli, hareketi, ahlâkı.
  • İnsanın tutmuş olduğu manevî yol.
  • İnsanın mânevî hâli, ahlâkı.

şirinkar / şîrinkâr / شيرینكار

  • Davranışları güzel. (Farsça)

şirket ve kesret

  • Ortaklık ve çokluğa dayalı sistem; bir çok unsurun kurduğu ortaklık, şirket; yani bir işe birçok elin karışması.

şirpençe / şîrpençe / شيرپنچه

  • Arslan pençesi. (Farsça)
  • Sırtta ve boyunda çıkan bir tür kan çıbanı. (Farsça)

sırr

  • Gizli hakikat. Gizli iş. Herkese söylenmeyen şey.
  • Müşâhedetullah'ın mahalli bulunan kalbdeki lâtife.
  • İnsanın aklının ermediği şey. Allah'ın hikmeti. (Sırrını kimseye fâş etme sırrın fâş olur.Sen kendi sırrını saklayamazsanEl sana nasıl sırdâş olur.)

sırr-ı ahsen-i takvim

  • İnsanın en güzel şekilde ve tam kıvamında yaratılmış olmasının sırrı.

sırr-ı al-i aba / sırr-ı âl-i abâ

  • Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendisiyle beraber kızı Hz. Fatıma, damadı Hz. Ali ve torunları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in üzerini mübarek abâsıyla örttüğünden bu isimle anılmalarının sırrı.

sırr-ı dekaik

  • İnceliklerin sırrı; Kur'ân ve imanın ince hakikatlerinin sırrı.

sırr-ı ferdiyet

  • Bütün varlıkları yaratanın tek olması sırrı.

sırr-ı hikmet-i ilahiye / sırr-ı hikmet-i ilâhiye

  • Allah'ın koyduğu hikmet, yarar, sebep ve faydanın sırrı, esprisi.

sırr-ı ihlas / sırr-ı ihlâs

  • Samimiyet, ibadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetme sırrı.

sırr-ı ihlas-ı hakiki / sırr-ı ihlâs-ı hakikî

  • Gerçek ihlâs sırrı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetme esprisi, mânevî gücü.

sırr-ı insani / sırr-ı insanî

  • İnsanın mânevî duygusu.

sırr-ı teklif

  • İnsanların dünyaya gelip, Allah (C.C.) tarafından vazifelendirilmelerinin hikmeti. Dünyaya gelip vazife sahibi olmanın sırrı.

sırr-ı tesanüd

  • Dayanışma sırrı, esprisi.

sırr-ı tevatür

  • Tevatür sırrı; bir sözün nesilden nesile, sözüne inanılır büyük topluluklar tarafından nakledilmesi sırrı, hikmeti.

şişhane

  • (Aslı: Şeşhane) Eskiden kullanılan namlusu altı yivli tüfek.
  • İstanbul'da bir semt adı.

şit (şis) aleyhisselam / şit (şîs) aleyhisselâm

  • Âdem aleyhisselâmdan sonra gönderilen peygamber. Âdem aleyhisselâmın oğludur. Babası vefât edince peygamber oldu. Kendisine elli suhuf kitâb verildi. Şit ismi İbrânice olup Arapça'da Allah'ın hibesi (hediyesi) mânâsındadır. Şit yerine Şîs de denilmiştir.

sitt

  • Hanım. (Aslı seyyidet iken muharref ve âmi arapçada sitt ve sitte olarak kullanılır.)

şivar

  • Meşveret etmek, konuşmak, istişâre etmek, danışmak.

şiya'

  • Zahir olmak, görünmek.
  • Çobanın kavalından çıkan ses.
  • Odun takıltısı.

siyakat

  • Binek hayvanını arkasından sürme.

siyer-i nebi

  • Mevzuu Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) hayatı, ahlâkı ve yaşayışı olan, O'nun gaye ve cihanı irşad eden mesleğinden bahseden kitap.

sıyga

  • Gr. kip fiillerde belirli bir zamanla konuşanın, dinleyenin ve konuşulanın teklik veya çokluk olarak belirtilmiş biçimi.

siyonist

  • Yahudilerin ülküsüne inanan, islâm düşmanı.

sofestai / sofestaî

  • (Sevfestâi) Kâinatın yaratıcısını, Cenab-ı Hakkı kabul etmemek için herşeyi inkâr eden. Müsbet veya menfi hiç bir hükme varmayan, daima şüphe içinde kalmayı esas alan felsefi bir doktrinin (Septisizm) mensubu. Septik. Alemde hakikat namına hiç bir şey tanımayan ve hakikatı araştırmaktan sarf-ı nazar

sofi

  • Ehl-i tasavvuf. Riyazet ve nefisle mücahede ile hakikate ermeğe çalışan. Tarikata mensub, mânevi kemâlât için çalışan.
  • Yanıltıcı, safsatacı.

sôfistaiyye / sôfistâiyye

  • Mîlâddan önce beşinci asırda Yunanistan'da ortaya çıkan felsefî bozuk bir fırka, topluluk.

sofizm

  • Fls: Sofestaiye. Safsatacılık. Alemde hakikat olarak hiç bir şey tanımayan ve hakikatı araştırmaktan sarf-ı nazar ederek zevk ü safâ ve şiir gibi şeylerle eğlenmeği tercih eden bâtıl bir meslek. İnâdiye, indiye ve Lâedriye "Septizm" adlarıyla üç kısma ayrılırlar. (Mesail-i İlm-i Kelâm'dan) (Fransızca)
  • Hakikatı tanımayan şüpheci filozofların felsefesi.

softa

  • Bir inanışa körü körüne bağlanan kimse.

sohbet

  • Berâberlik. İnsanın derece bakımından kendinin üstünde veya altında yahut akranı ile bir araya gelip, Allahü teâlânın ve Peygamber efendimizin beğendiği, hoşnud olduğu şeyleri konuşması.

sohbet-i imaniye

  • İmanî sohbet etmek.

şöhret

  • Ün, tanınırlık.
  • Ad yapma. Ün. Şân.
  • Hadis ilminde: Meşhur hadis mânasında kullanılır.

şöhret-i kazibe / şöhret-i kâzibe

  • Geçici şöhret. Yalancı dünyalık, fâni şöhret. Aldatıcı nâm.

sokrat

  • Eski bir Yunan Feylesofu. (M.Ö. 470-400) Vahdaniyete ve ruhun bakiliğine inanmış ve bu fikrini yaymağa çalışmış. "Dünyada yalnız bir şey öğrenebildim, o da hiç bir şey bilmediğimdir." sözü meşhurdur. Devrinin inanışına zıd fikirlerinden dolayı mahkemece kendisine idam kararı verilmiş, baldıran otunu

sorgu dairesi

  • Mahkemeye çıkarılan sanıkların sorgulandıkları bölüm, makam.

sosyolog

  • Toplum bilimi uzmanı, toplum bilimci.

su'-i ef'al / sû'-i ef'âl

  • Kötü davranışlar, tavır ve işler. Ma'sûn et (koru) sû'-i ef'âlden ilâhî, Nasîb et râzı olduğun râhı (yolu).

su'-i hal / sû'-i hâl

  • Kötü hal. Birini tezlîl için zahmetle etme iştigâl, Arkadaş kazanmaya, mâni sû'i hâl.

sü'b

  • Akıl geri gelmek.
  • Gittikten sonra yine eski yerine dönmek, mekânına gelmek.

su'ban

  • (Çoğulu: Saâbin) Büyük yılan. Ejderha.
  • Koz: Semanın kuzey yarım küresinde bulunan Tinnîn Burcu'nun çevirdiği büyük kavisin ortasında ve küçük ayı dörtgeninin tam karşısında bulunan en parlak yıldız. (Alpha Draco)

su'l

  • (Çoğulu: Süul) Devede sonradan çıkan küçük meme.
  • Koyunda küçük meme.
  • Asıl dişin yanında çıkan fazlalık diş.

sü'r

  • Arslanın bir kimseye hamle etmesi, saldırması.

su-i ahlak / su-i ahlâk

  • Ahlâk kötülüğü. Allah'ın, peygamberin râzı olmayacağı işleri yapanın ahlâkı.

su-i ihtiyar

  • İradenin kötüye kullanımı.

su-i kesb / sû-i kesb

  • Fiilin kötüye kullanılması, kötüyü kazanma, elde etme.

şuaat-ı marifetü'n-nebi / şuâât-ı mârifetü'n-nebî

  • Peygamberi tanıma parıltıları, nurları.

şuayb aleyhisselam / şuayb aleyhisselâm

  • Medyen ve Eyke ahâlisine gönderilen peygamber. İbrâhim aleyhisselâmın, dînini insanlara tebliğ etti. İbrâhim aleyhisselâmın veya Sâlih aleyhisselâmın neslinden olduğu rivâyet edilir. İsminin Arabça Şuayb, Süryânicede Yesrûb olduğu bildirilmiştir. Mûsâ aleyhisselâmın kayınpederidir.

subaşı

  • Şimdiki zabıta ve daha ziyade belediye memurlarının gördükleri işleri gören ve kasabaların idaresi başında bulunan memurun ünvanı idi.

sübat

  • Dalgınlık.
  • Uzun dinlenme.
  • İstirahat zamanı.
  • Uzun uyku şeklinde olan baygınlık. Koma.
  • Dehir, zaman.

şübban-ı vatan

  • Vatanın gençleri.

sübbet

  • İnsanın oturak yeri.

şübehat-ı şeytaniye

  • Şeytanî şüpheler.

subh

  • Sabah vakti. Sabah. Tan vakti. Şafak zamanı.

sübhaniye

  • (Bak: SÜBHANÎ)

sübjektif

  • Bilen akıl ile alâkalı. (Fransızca)
  • Eşyanın hakikatına değil de ferdin düşünce ve duygularına dayanan. Şahsî görüşe göre olan. İndî, nefsî olan. (Fransızca)
  • Objektif olmayan, kişisel, duygusal; eşyanın hakikatine değil de ferdin düşünce ve duygularına dayanan.

sübut / sübût / ثبوت

  • Sabitleşme. (Arapça)
  • Gerçekleşme. (Arapça)
  • Kanıtlanma. (Arapça)
  • Sübût bulmak: Gerçekleşmek, olmak. (Arapça)

sücud

  • Secdeye varmak. Cenab-ı Hakk'ın huzurunda hiçliğini, aczini bilip teslimiyetle yere kapanıp duâ ve tesbih etmek.
  • (Tekili: Sâcid) Secde ederek yere kapananlar, secde edenler.

sücun

  • (Tekili: Sicn) Hapishaneler, zindanlar, ceza evleri.
  • Mc: Dünyanın sıkıntıları.

südd

  • Dağ.
  • Bulut.
  • Mâni, engel.

südüs

  • Altıda bir. Ferâiz ilminde yâni İslâm mîras hukûkunda bildirilen altıda bir hisse (pay).

şüf'a

  • Bir malı müşteriye, mal olduğu fiata satmak.
  • Huk: Satılmakta olan bir yerde hissesi bulunan veya oraya bitişik komşu olanın satılan şeyi almakta birinci derecede hakkı olması. Şüf'a sahibi kendinden habersiz satılan şeyi, dava ederse, bedelini ödeyerek müşteriden geri alabilir.
  • <

sufi meşrep / sufî meşrep

  • Tasavvufa bağlı olanın hareket tarzı, metodu.

süfliyat

  • Fâni dünya ile alâkalı işler. Nefsâni, heva ve hevese tabi olan kimselerin işleri.

süfyani / süfyanî

  • Süfyan'dan olan, Süfyan'a mensub, Süfyan'a müteallik. Zübdet-ül Buharî Tercemesine göre, Süfyanî: Müslümanlara kötülük eden, sefil, kötü, alçak olan kimse demektir.

sühad

  • Uyanıklık.

süheyl

  • Kolay, uygun ve yumuşak.
  • Semânın güney tarafında ve Yemenden daha iyi görülen bir yıldız adı. (Bunun için buna Süheyl-i Yemâni denir. Kuzey kutup yıldızının naziri, benzeridir.)

sühre

  • Seher vaktinin evveli.
  • Fecr-i kâzib zamanı.

sühreverdiyye

  • Evliyânın büyüklerinden Ebû Hafs Ömer bin Muhammed Şihâbüddîn Sühreverdî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.

suht

  • Kızgınlık, gadab. (Rızânın zıddı)

suhte / sûhte / سوخته

  • Yanmış, tutuşmuş. Yanık. (Farsça)
  • (Çoğulu: Suhtegân) Softa. Medrese talebesi. (Farsça)
  • Yanık. (Farsça)

sühud

  • Uyanıklık.

sühüd

  • Uyanıklık.

şühud / شهود

  • Görme. (Arapça)
  • Görünme. (Arapça)
  • Tanıklar. (Arapça)

şühud-i ehadiyet / şühûd-i ehadiyet

  • Tasavvuf yolunda çalışan kimselerin, mahlûklardaAllahü teâlânın sıfatlarını görmeleri hâli. Şühûd-i Vahdet.

sühuk

  • Kaftanın eskimesi.

sühulet / sühûlet

  • Kolaylık. Kolaylık vasıtası.
  • Yavaşlık. Nâzik muamele.
  • Elverişli. Kullanışlı.
  • Paraca kolaylık.
  • Kolaylık, kolaylık aracı, yavaşlık, nazik muamele, elverişli, kullanışlı, paraca kolaylık.

sühulet-bahş

  • Kolaylık veren. Kolay kullanılan. Pratik. (Farsça)

sühur

  • Uyanık olmak.

suiihtiyar / sûiihtiyar

  • İradenin kötü yönde kullanımı.

suiistimalat / suiistimalât / sûiistimâlât

  • Kötü kullanımlar, vücut enerjisini israf etmeler.
  • Kötüye kullanımlar.

suizan / sûizan / سوء ظن

  • Kötü kanıya düşme. (Arapça - Farsça)

şükr

  • Verilen nîmetleri yerli yerinde kullanma. Allahü teâlâya, verdiği nîmetlerle isyân etmeme. Nîmetleri kullanırken sâhibini unutmama. Görülen iyiliğe karşı teşekkür. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyma.

sükte

  • Çocukları avutup susturmada kullanılan şey.

sukut etme

  • Düşme, düşmanın eline geçme.

sulbiyye

  • Ferâiz ilminde yâni İslâm mîrâs hukûkunda bir kimsenin öz kız evlâdı.

sulfato-misal / sulfato-misâl

  • Sulfato gibi; kınadan elde edilen ve sıtmanın tedavisinde kullanılan beyaz alkaloit (kinin) gibi.

sultan süleyman han

  • (Hi: 900-974) Osmanlı Padişahlarının onuncusu, İslâm Halifelerinin yetmişbeşincisidir. Yavuz Sultan Selim Han'ın oğludur. Avrupa-vari bir kısım kanunlar yapılmasına vesile olduğundan Kanuni nâmı ile de tanınır. Padişahlık yılları Osmanlı Devletinin en haşmetli devri olup, Avrupa, Asya Osmanlıların e

sultan-ı cihan

  • Dünyanın sultanı Allah.

sultan-ı ervah

  • Ruhların sultanı.

sultan-ı evliya

  • Velilerin sultanı, reisi.

sultan-ı hürriyet

  • Hürriyet sultanı.

sultan-ı insaniyet

  • İnsanlığın sultanı, hükümdarı.

sultan-ı kainat / sultan-ı kâinat

  • Kâinatın sultanı olan Allah.

sultan-ı ruh

  • Ruh sultanı, bir sultan olan ruh.

sultan-ı semavi / sultan-ı semâvî

  • Yüce âlemlerin sultanı olan Allah.

sultan-ı zülcelal / sultan-ı zülcelâl

  • Sonsuz yücelik ve haşmet sahibi, herşeyin sultanı olan Allah.

sultan-üd dem

  • Vücutta kanın galeyanı.

sultanu'l-enbiya

  • Peygamberlerin Sultanı Hz. Muhammed.

sultanü'l-evliya

  • Bütün velilerin sultanı olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

sultanü'l-ulema

  • Bütün âlimlerin sultanı.

süluk yolu / sülûk yolu

  • İnsanı Allahü teâlânın sevgisine kavuşturan yollardan biri.

sülüs

  • Üçte bir. Ferâiz ilminde yâni İslâm mîras hukûkunda üçte bir hisse (pay).

sülüsan / sülüsân

  • Üçte iki. Ferâiz ilminde yâni İslâm mîras hukûkunda üçte iki hisse (pay).

sülüsi / sülüsî

  • Sülüsle, yani üçte birle ilgili.
  • Bir yazı sitili.

sümanat

  • (Çoğulu: Sümâni-Sümâniyât) Bıldırcın kuşu.

sümme

  • Sonra, ba'dehu gibi mânalara gelen bir zarftır. Bazan istiâre olarak "vav" mânâsına da kullanılır.
  • Harf-i atıftır. Sonraki mânayı evvelkiyle bağlar veya tertib, mühlet iktizasını ifade eder.

sümul

  • Kaftanın eskimesi, elbisenin yıpranması.

sümün

  • Sekizde bir. Ferâiz ilminde yâni İslâm mîras hukûkunda sekizde bir hisse (pay).

sünnet

  • Yol, kânun, âdet.
  • Peygamber efendimizin mübârek sözleri, işleri ve görüp de mâni olmadığı şeyler.
  • Din bilgilerinde senet, kaynak olan dört temel delîlden biri. Hadîs-i şerîfler.
  • Şerîat yâni İslâm dîni.

sünnet-i hasene

  • İlk asırda (Resûlullah efendimiz ve O'nun arkadaşları olan Eshâb-ı kirâm zamânında) asılları îtibâriyle bulunan, sonraları daha da geliştirilen, minâre, mektep yapmak ve kitâb yazmak gibi, İslâm'ın izin verdiği, hattâ emrettiği güzel ve faydalı işler.

sünnet-i seyyie

  • İslâmiyet'in yasak ettiği, sonradan ortaya çıkan, kötü, beğenilmeyen şeyler. Peygamber efendimiz ve dört halîfesinin zamânında bulunmayıp da, onlardan sonra, dinde meydana çıkarılan ibâdet olarak yapılan şeyler. Bid'at.

sünnetullah

  • Allahü teâlânın koyduğu kânunu, nizâmı, âdeti.

şura / şûra / şûrâ / شورا

  • Danışıp konuşmak için toplanılan yer.
  • Danışma kurulu, istişare heyeti.
  • Danışma. (Arapça)

şura-yı devlet / şûrâ-yı devlet / شُورَايِ دَوْلَتْ

  • İdare dâvâlarını veya nizamname (tüzük) hazırlıklarını inceleyip fikrini bildiren resmi daire. Danıştay.
  • Danıştay.
  • Danıştay.

sure / sûre

  • Kurânın âyetlerden oluşan her bir bölümü.

sured

  • (Çoğulu: Surdân) Göçgen adı verilen küçük kuş.
  • Davar arkasında yanırdan olan beyazlık.

suret-i insaniye

  • İnsanî görünüş, insan şekli.

suret-i muamele

  • Davranış şekli, görüntüsü.

suretlerin tahrimi / sûretlerin tahrimi

  • Resimlerin haram kılınması, yasaklanması; haset, gurur, riya, şehvet gibi nefsanî duyguları kabartan ve İslâmiyetin sakındırdığı sonuçların doğmasına sebep olan resimlerin, fotoğrafların yasaklanması.

sürmüle

  • Tilkinin dişisi.
  • Sırtlanın dişisi.
  • Bir erkek ismi.

sürpriz

  • Beklenilmeyen bir anda meydana gelen ve şaşırtarak insanı sevindiren veya üzen hâdise. Umulmadık şey. (Fransızca)

surre

  • (Çoğulu: Surer) Para kesesi, para çıkını.
  • Hac zamanında İslâm Devletinin pâdişahı tarafından fakir ve muhtaçlara dağıtılması için Mekke ve Medineye her yıl gönderilen para ve sâir şeyler.

şürruf

  • Ters ve balçık taşımada kullanılan ve tezkere denilen âlet.

şürta

  • (Çoğulu: Şurat-Şuratâ) Malı mülkü ile tanınan meşhur bir kimse.
  • Askerin önünde yürüyüp düşman ile evvel cenk eden taife. Öncü kuvvet.

süryaniler / süryânîler

  • Hıristiyanlıktaki katolik mezhebine bağlı olan ve süryânî dili ile konuşan bir hıristiyan topluluğu.

sütre

  • Namaz kılarken imâmın veya yalnız kılanın sol kaşı hizâsında, önüne diktiği yarım metreden uzun çubuk. Çubuğu dikmeyip, secde yerinden kıbleye doğru uzatmak veya çizgi çizmekle de olur.

sütur / ستور

  • Binek ve yük hayvanı. (Farsça)
  • Binek hayvanı. (Farsça)
  • Yük hayvanı. (Farsça)

sutur-u hadisat / sutur-u hâdisat

  • Hâdiselerin satırları. Mânidar hâdiseler.

sutur-u hadisat-ı dehr / sutûr-u hâdisât-ı dehr

  • Zamanın hâdiselerinin satırları.

sütur-u hadisat-ı dehr / sütûr-u hâdisat-ı dehr

  • Zamanın, çağın olaylarının satırları.

şütürban / şütürbân

  • Deveci. Deve çobanı. (Farsça)

şuur / şuûr

  • Anlayış, idrak. Vicdan. Hiss-i zâhirle duymak.
  • Nefsin mânâya ilk vusul mertebeleridir.
  • Kendi varlığından haberi olma.
  • Bir şeyi hoşça tanıma.
  • İnceliklerini iyice idrak etme.
  • (Tekili: Şa'r) Kıllar.
  • Anlayış, idrâk.
  • Tasavvufta kendi varlığından haberi olma; sekrin zıddı, uyanıklık.

şuur-u imani / şuur-u imanî

  • İmanî şuûr, imana dayalı bilinç.

şuurdarane / şuurdârâne

  • Haberli ve iyice tanıyarak. Kendinden haberi olarak. Bilerek, bilir gibi. (Farsça)

suva'

  • Sa' denilen ve ahkâm-ı İslâmiyede muteber olan ölçek.
  • Su içmek için kullanılan taş. Maşraba.

suvan

  • (Çoğulu: Esvine) Kaftan ve giyecek eşya koyup saklanılan yer veya kap.

süvari / süvarî / süvârî / سواری

  • Atlı asker, atlı.
  • Gemi kaptanı.
  • Binici. (Farsça)
  • Atlı asker. (Farsça)
  • Gemi kaptanı. (Farsça)

süveyda hücresi

  • Kalbin ortasında bulunduğuna inanılan küçük siyah nokta; İlâhi aşkın tecelli ettiği yer.

suz-i ciğer

  • Ciğerin yanması. Ciğer yanıklığı.

suzan / sûzân / سوزان

  • Yakıcı. (Farsça)
  • Yanıcı. (Farsça)

şüzur

  • (Tekili: Şezre) Süs eşyası olarak kullanılan altun veya inci gibi şeyler.
  • İşlenmemiş madenin içinden toplanan altın parçaları.

ta

  • Kur'anın alfabesinde üçüncü harfin adıdır. Ebcedî değeri 400'dür.

ta'at / tâ'at

  • İbâdet. Allahü teâlânın beğendiği, râzı olduğu şeyler. Hasene.

ta'biye

  • Askerleri bir arazide düşmana karşı tam tedbir ve nizam üzere yerleştirme.
  • Muharebe toplarının yeri, istihkâm parçası.
  • Muvaffakiyet için kullanılan vâsıtalar. ("Tabya" yanlıştır)

ta'ciz

  • (Acz. den) Huzursuz kılmak, rahatsız etmek, sıkıntı vermek, canını sıkmak.
  • Eğlendirmek.
  • Âciz etmek.
  • Kadının ihtiyarlayıp âcizleşmesi.

ta'did

  • Sayma.
  • Hazırlanma, hazırlanılma.

ta'kir

  • Suyu bulanık etmek.
  • Bir uzvu, organı yararak sinirleri kesme.

ta'lim-i esma / ta'lim-i esmâ

  • İsimleri öğretmek.
  • Cenab-ı Hak tarafından Hz. Âdem'e (A.S.) Esmâ-i hüsnânın öğretilmesi.

ta'limhane / ta'lîmhâne / تعليم خانه

  • Eğitim alanı. (Arapça - Farsça)

ta'rif / تعريف / ta'rîf / تعریف

  • (İrfan. dan) Bir şeyi belli noktalar ve işaretlerle inceden inceye anlatıp bildirmek, tanıtmak. Kavl-i şârih.
  • Bir maddeyi bütünüyle bir ibare halinde anlatmak.
  • Gr: Bir ismi marife etmek.
  • Arafat'ta vakfe yapmak.
  • Tanıtma.
  • Anlatma. (Arapça)
  • Tanımlama, tanım. (Arapça)
  • Ta'rîf edilmek: (Arapça)
  • Anlatılmak. (Arapça)
  • Tanımlanmak. (Arapça)
  • Ta'rîf etmek: (Arapça)
  • Anlatmak. (Arapça)
  • Tanımlamak. (Arapça)

ta'şiş

  • Hurmanın yaprağının az olması.
  • Kuşun yuva yapması.

ta'vik

  • İlerlemesine mâni olmak. Geciktirmek.
  • İşinden alıkoymak.
  • Geciktirme, ilerlemesine mâni olma.

ta'zir-i eşraf

  • Ümera, yüksek tüccar, köy a'yanı gibi şerefli kimseler hakkındaki ta'zirdi ki, ya bilvasıta ilâm suretiyle veya mahkemeye celbedilerek bilmuvacehe ihtar suretiyle yapılır.

taallukat-ı imaniye / taallûkat-ı imaniye

  • İmanla ilgili olanlar; imanî bağlar.

taarrüf / تَعَرُّفْ

  • Tanışma, tanıma.
  • Karşılıklı anlaşma, tanışma.
  • Bir şeyi herkesin bilmesi.
  • Kendini hünerleriyle tanıttırma.
  • Kendini tanıtma.
  • Tanınma.

taarrüf-ü rabbani / taarrüf-ü rabbânî / تَعَرُّفُ رَبَّان۪ي

  • Cenâb-ı Hakkın kendini bildirmesi, tanıttırması.
  • Allahın kendini tanıtması.

taarrüfat / taarrüfât

  • Tanıtmalar, tanımalar.

taarrus

  • (Çoğulu: Taarrusât) Kocanın, karısına karşı sevgisini göstermesi.

taarüf

  • Birbirini bilmek, tanımak.
  • Karşılıklı tanışma, birbirini tanıma.

taassub

  • (Asab. dan) Bir şeye veya bir kimseye taraflı olma.
  • Din bakımından fazla salâbetli olma.
  • Kendi dinini çok üstün görmek.
  • Haksız yere husumet etmek.
  • Bir düşünüşe, bir inanışa körü körüne bağlanıp ondan başkasını düşünmemek hâli.

taavvüz

  • Allah'a (C.C.) sığınırak "Euzubillâh" demek, yani Allah'a sığındığını ifade etmek.

tabaka-i nebatiye

  • İnsanın bitkisel yönü.

tabakat-ı müfessirin / tabakât-ı müfessirîn

  • Kur'ân-ı kerîmdeki murâd-ı ilâhîyi, yâni kastedilen mânâyı açıklayan tefsîr ilmi ile meşgûl olan İslâm âlimlerinin dereceleri.
  • Tefsîr âlimlerini derecelerine göre sıralayıp, hayatlarını ve eserlerini anlatan kitaplar.

tabaver / tâbâver / تاب آور

  • (Tâb-âver) Güçlü, kuvvetli. Dayanıklı. Dayanan. (Farsça)
  • Dayanıklı. (Farsça)

taben

  • (Tabâne-Tabâniye) Akıllılık.

taberi / taberî

  • (Ebu Cafer Muhammed bin Cerir İbn-i Yezid) (Hi: 224 - 310) İslâm tarihçisi ve müfessiri olup Taberistan'da doğmuş, 7 yaşında Kur'anı hıfz edip bütün ömrünü ilme vakf etmiştir. Babasının adına izafetle Ceririye adlı bir fıkıh mektebi kurmuştur. İbn-i Cerir-et Taberî adı meşhurdur. Kur'an-ı Kerimin bü

tabi'iyyeciler / tabî'iyyeciler

  • Canlılarda ve cansızlardaki, akıllara hayret veren intizâmı (düzeni) ve incelikleri görerek, bir yaratanın varlığını söylemekle berâber; öldükten sonra tekrar dirilmeği, âhireti, Cennet'i ve Cehennem'i inkâr edenler (red edip, kabûl etmeyen, inanmaya nlar).

tabiat-ı insani / tabiat-ı insanî

  • İnsanın tabiatı, karakteri.

tabiat-ı mana / tabiat-ı mânâ

  • Mânânın tabiatı.

tabii / tabiî

  • Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ı sağ iken görmüş olan mü'minlerle yani Ashabla görüşmüş ve onlardan ders almış olan sâlih müslümanlar.

tabir-i ali / tâbir-i âli

  • Bir hürmet ve tazim ifadesi olarak "yüksek şahsiyetinizin ifadesi" anlamında kullanılan bir deyim.

tabir-i hakimane / tâbir-i hakîmâne

  • Hikmetli ifade; sorulan bir suale, soranın hâlini dikkate alarak cevap verme.

tabu

  • (Polinezya dilinden) Var olduğu sanılan, mukaddes hususiyetlerinden dolayı dokunulamıyan. Uğursuz ve korkunç olan şey.

tafdiliyye / tafdîliyye

  • Şîanın kollarından biri. Hazret-i Ali'yi sevdiklerini söyleyip, diğer Eshâb-ı kirâmı kötüleyen bozuk fırka.

tafv

  • Bir şeyin batmayıp su üzerinde kalması.
  • Ağaç üzerinde yaprağın belirmesi.
  • Bir işe girmek.
  • Hayvanın tepe üzerine çıkması.
  • Ceylânın koşması.

taglik

  • (Çoğulu: Taglikat) (Galak. dan) Kapama, kapanılma.
  • Kilitleme.
  • Edb: Muğlak ve kapalı söz söyleme.

taglit

  • (Galat. dan) Yanlışını çıkarma. Yanıltma.
  • Karıştırma.

tağlit / tağlît / تغليط

  • Yanıltma, bulandırma.
  • Yanıltma.
  • Yanıltma. (Arapça)

tağlit-i ezhan

  • Zihinleri yanıltma, zihinleri yanılgıya düşürme.

tağut / tâğût

  • Allahü teâlânın emir ve yasaklarına karşı gelen ve ibâdetten alıkoyan şeytânî varlık ve güçler.

tağuti / tâğûtî

  • Şeytanî, azgın şeytana ait.

tahaddi mu'cizesi

  • Cenab-ı Hakk'ın, Resülüne inzal ettiği Kur'anın şeksiz, şüphesiz bir mu'cize-i ebediye olduğunu sarahaten göstermek için, şüphesi olanlara karşı "Kur'an'ın mislini ve nazirini yapın" diye meydan okuması.

tahaddi vakti / tahaddî vakti

  • Meydan okuma ve ihtiyaç vakti (inanmayanlara peygamberliğin ispatı, inananlar için imanın güçlendirilmesi vaktinde gösterilen mu'cizeler).

tahalhul

  • (Halhal. dan) Ayağa bilezik takma.
  • Bir cismin hacminin büyümesi, şişmesi.
  • Hava cereyanı olması.

tahammül edilmez

  • Dayanılmaz.

tahammül-ü beşer fevkinde

  • İnsanın tahammül gücünün üstünde.

tahammülfersa / tahammülfersâ / تحمل فرسا

  • Dayanılmaz, takat kesici. (Arapça - Farsça)

tahammülgeza / tahammülgezâ

  • Dayanılmaz, tahammül edilmez. (Farsça)

tahammülsüz

  • Dayanılmaz.

tahammülü gayr-i kabil

  • Dayanılmaz, katlanılması mümkün olmayan.

taharet / tahâret

  • Temizlik. Nezafet. Temizlenmek.
  • Fık: Habes, necaset denilen maddeten en pis şeylerin veya hades denilen şer'î bir mâninin zevalidir.
  • Necâset denilen yâni maddeten pis olan şeylerden ve hades denilen hükmî ve mânevî pisliklerden (abdestsizlik, cünüplük, kadınlar için hayz ve nifas hâllerinden) su ile abdest alarak, su yoksa, toprak ve toprak cinsinden şeylerle teyemmün ederek yapıl an temizlik. Temiz olana tâhir, temizleyiciye de

tahassür

  • Pıhtılaşmak. Kanın pıhtılaşması.

tahassür-i dem

  • Kanın pıhtılaşması.

tahattur / تخطر

  • Anımsama, hatırlama. (Arapça)
  • Tahattur etmek: Anımsamak, hatırlamak. (Arapça)

tahcir

  • Bir yere taş koymak, taş yığmak.
  • Fık: Kimsenin girmemesi için arazinin etrafına taştan sınır yapmak.
  • Hayvanı dağlayıp nişanlamak.

tahkimat / tahkimât

  • Bir yeri düşmanın hücumuna karşı savunmak maksadıyla yapılmış düzenlemeler ve tesisler.
  • Ask: Bir yeri düşmanın hücumuna karşı sağlamlaştırmak.

tahmidiye

  • Hamdetmeğe dair. Hamdetmek hakkında.
  • Çok mühim bir duânın ismidir.

tahrime

  • Namaza başlanırken söylenen tekbir.
  • Hacıların ihrama bürünmeleri.
  • Namaza başlanırken söylenen tekbir. Hacıların ihrama bürünmeleri.

tahşidat-ı kur'aniye / tahşidat-ı kur'âniye

  • Kur'ân'ın tahşidatı; Kur'ânın bazı konular üzerinde yaptığı vurgulamalar.

tahsis-i hikmet

  • Has kılınmanın hikmeti, namaza ait olmasının sırrı.

tahtie

  • Bir kimseyi veya bir şeyi hatalı görmek, hata isnad etmek, yanıltmak. "Bu hatadır" diye iddia etmek.
  • Ist: "Mezhebim haktır, hata ihtimali var. Başka mezheb hatadır, savaba ihtimal var" diyenler ki, bu hatalı anlayışa izafeten "Tahtie" denmiştir.

tahtiye

  • Hatâya düşürmek, yanıltmak.

takabbuz

  • (Çoğulu: Takabbuzât) (Kabz. dan) Toplanıp çekilme. Büzülme.
  • Kabız olmak, peklik.

takarrüb

  • Yakınlaşmak. Yaklaşmak.
  • Zamanı gelmek. Vakti yakın olmak.

takaşkuş

  • Hastanın iyi olması.
  • Derinin soyulması.
  • Her yerden yiyecek istemek.

takaşşu'

  • Havanın açılması.

takat-i beşer / tâkat-i beşer

  • İnsanın bir şeyi yerine getirebilme gücü.

takatfersa / tâkatfersâ / طاقت فرسا

  • Dayanılmaz, tâkat götürmez. (Farsça)
  • Takat tüketici, dayanılmaz. (Arapça - Farsça)

takattur

  • Damla. Damlama. Damla damla akma.
  • Ud ağacı ile buhurlanma.
  • Vuruşmağa hazırlanma.
  • Bir kimse kendini bir yerden atma.
  • Ağacın dalı kopup düşme.
  • Bir adamı yanı üzere düşürmek. (Kamus'dan)

takdim

  • (Kıdem. den) Arzetmek. Sunmak.
  • Küçük bir kimseyi yaş, amel, mevki ve takva itibariyle büyük bir kimse ile tanıştırmak.
  • Öne geçirmek, bir şeyi başka bir şeyden önde tutmak.
  • Bir büyüğün önüne geçip bir şey vermek.

takdir / takdîr

  • Ölçme, değer biçme, değer verme, tâyin etme. Allahü teâlânın, olacak hâdiseleri ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilmi) ile bilip tâyin etmesi.

takdir-i ilahi / takdîr-i ilâhî

  • Allahü teâlânın, olacak hâdiseleri ezelde ilm-i ezelîsi ile bilip tâyin etmesi.

takdis

  • Mukaddes tanıma.

taklid / taklîd

  • İnanılacak şeylerde düşünmeden, anlamadan, yalnız başkasından işiterek, görerek inanma, îmân etme.
  • Amelde yâni yapılacak işlerde delîlini araştırmadan bir müctehidin ictihâdlarına (mezhebine) uyma, bağlanma.
  • Kendi mezhebine göre yapmasında harâc (meşakkat) veya zarûret buluna

taklidi iman / taklîdî îmân

  • İnanılacak şeylerde düşünmeden anlamadan, yalnız başkasından işiterek inanma, îmân etme.

takriri sünnet / takrîrî sünnet

  • Peygamber efendimizin, görüp de mâni olmadığı şeyler.

takriz / takrîz / تَقْر۪يضْ

  • Bir eseri tanıtan ve öven yazı.

taktik

  • Asker kuvvetlerini harb meydanlarında düşmanı şaşırtarak kullanma. Bu işi tedkik eden ilim. (Fransızca)
  • Mc: Bir işte muvaffakiyet için lüzum eden yolları kullanma. (Fransızca)

takva / takvâ

  • Allahü teâlâdan korkarak, haramlardan (yasaklardan, günâhlardan) sakınmak. Harama düşmemek için, şüphelilerden (haram veya helâl olduğu belli olmayan şeylerden) sakınmaya ise verâ denir. Bu bakımdan, haramlardan daha çok sakınma derecesi olan verâ da takvânın mânâsı altına girer.

takvim / takvîm

  • Zamânı; sene, ay, hafta, gün ve saat gibi sâbit bölümlere ayıran, dînî-millî gün ve bayramları gösteren cetveller.

takviye-i iman

  • İmanı takviye etme, kuvvetlendirme.

talak / talâk

  • Nikâh bağını çözmek; nikâh akdini (sözleşmesini), belli sözlerle derhal veya geleceğe bağlı olarak sona erdirmek. Şer'î (dînî) nikâhta, boşama hakkı olanın, nikâhlı olduğu kişiyi boşaması.

talak-ı bain / talâk-ı bâin

  • Boşanmada kullanılan sözleri söyler söylemez evliliği sona erdiren boşama. Zevceye yaklaşmadan önce veya yaklaştıktan sonra beynûneti yâni ayrılığı ifâde eden kinâyî yâni açık olmayan bir söz ile yapılan veya sarîh yâni açık bir söz ile yapılıp da aç ıkça veyâ işâretle üç adedine bağlı bulunan veya

talak-ı ric'i / talâk-ı ric'î

  • Geri dönülebilen talâk. Zevceye yaklaştıktan sonra, sarîh (açık) veya işâretle, üç adedine veya bir ivaza (bedele, karşılığa) bağlı olmaksızın ve beynûnete yâni ayrılığa delâlet eden (gösteren) bir sıfatla sıfatlanmamış ve bir şeye teşbîh edilmemiş (benzetilmemiş), gerek sarîh (açık), gerekse talâk-

talak-ı selase / talâk-ı selâse

  • Bir sözü üç kere veya daha fazla sayı söyleyerek, erkeğin zevcesini (hanımını) boşaması. Bu durum bir anda olduğu gibi, ayrı ayrı zamanda da olabilir.

talef

  • Fazl. Atâ, hediye, bahşiş, hibe.
  • Kanı heder olmak.

tallahi / tallâhi

  • Allahü teâlânın ism-i şerîfinin başına "te" harfi getirilerek yapılan yemin sözü.

tam şehid / tam şehîd

  • Allah yolunda canını fedâ eden; dînini, vatanını, bayrağını, nâmusunu müdâfaa ederken ölen, haksız yere öldürülen müslüman.

tam temizlik

  • Sıhhatli bir kadının âdet zamânından sonra başlayan, on beş gün veya daha fazla devâm eden temizlik.

tamam tasfiye

  • Tasfiyenin tamamlanması, arındırmanın bitmesi.

tamam-ı aks

  • Yansımanın tamamı.

tangüb

  • Ok yapımında kullanılan sağlam bir ağaç cinsi.

tansiyon

  • Tıb: Kanın damarlara içerden yaptığı tazyik, basınç. (Fransızca)

tanzimat-ı hayriye

  • Osmanlı Devletinde Sultan Abdülmecid zamanında başlayan ve (1839-1876) tarihleri arasındaki devreye Tanzimat-ı Hayriye denir. Sözde ıslahat için çalışılan devirdir. Bu, Gülhane Hatt-ı Hümayunu namında padişah fermanı ile başlatıldı. Bu devirde her şey yeniden tanzim edilecekti, yeni müesseseler kuru

tarf

  • Göz, bakış, nazar. Göz ucu.
  • Soyu temiz kimse.
  • Her şeyin nihayeti, sonu.
  • Göz kapaklarını yummak veya oynatmak.
  • Göze bir şey dokundurmakla yaşartmak.
  • Koz: Menazil-i Kamer'den bir menzil adı. (Kamer menzillerinden birisinde aslanın alnını teşkil eden dört

tarfe

  • Göz kapağının bir defa kapanıp açılması.
  • Göz kırpmak.
  • Bir yıldız ismi.
  • Ayın bir menzili.

tarfetü'l-ayn

  • Göz kapağının açılıp kapanışı kadar geçen kısa zaman.

tarif / târif

  • Tanım, tanıtma.
  • (Ar. gr.) Marife yapma; tanımlama; bir amaca binaen bir ismi belirlilik anlamı katan eliflâm takısı ile birlikte zikretmek.

tarif edici

  • Tanıtıcı.

tarif-i hakiki / tarif-i hakikî

  • Gerçek tarif, gerçek tanımlama.

tarif-i şer'i / târif-i şer'î

  • Bir şeyin İslâm hukukuna göre tarifi, tanımı.

tarifat

  • Tarifler, tanımlar.

tarife

  • Tanıtma yazısı.

tarifename / târifename

  • Tanıtma yazısı.
  • Bir şeyin bütün özelliklerini tanıtan yazı.

tarifname / târifname

  • Tanım yazısı.
  • Bir şeyin yapılışını, kullanılışını anlatan yazı.

tarih

  • Hâdiseye vakit tayin etmek.
  • Vak'anın vukuuna tayin olunan vakit. Zaman tesbiti.
  • Geçen hâdiseleri kaydetmekten hâsıl olan ilim.
  • Vak'anın vukuuna vakit tayin eden söz ve makam.
  • Memlekette vâki olan hâdiseleri zamana nazaran tertip ve sırasıyla zikir ve beyan ede

tarik-i dünya / târik-i dünya

  • Hevâ ve hevesi terkeden. Dünyanın fâni olan cihetini terkedip Allah rızası yolunda olan.

tarik-i hidayet / tarîk-i hidayet

  • Hakkı hak, batılı da batıl olarak görüp, doğru olanı yapma, sapıklıktan ve batıl yoldan uzaklaşma yolu.

tarik-i kur'ani / tarîk-i kur'ânî

  • Kur'ânî yol.

tark

  • Vurmak.
  • Dövmek.
  • Yünü ve pamuğu ağaçla vurmak.
  • Bulanık su.
  • İçine deve bevlettiğinden dolayı pislenmiş olan yağmur suyu.
  • Vücuttaki gevşeklik.

tartib

  • Islatma, rutubetlendirme. Islatılma.
  • Tâzelik verme.
  • Hoşlandırılma.
  • Hurmanın rutubetli olması.

tarz-ı hareket

  • Hareket tarzı, davranış şekli.

tarz-ı ihsanat-ı ilahiye / tarz-ı ihsanat-ı ilâhiye

  • Allah'ın ihsanı, iyilik tarzı.

tarz-ı muamele

  • Davranış biçimi.

tasadduk

  • Sadaka vermek. Yâni Allahü teâlânın rızâsı için fakirlere ve ihtiyâcı olanlara para, mal vermek.

tasarruf

  • İdâreli kullanma, sarfetme. Tutumlu olma; harcamada isrâftan ve cimrilikten sakınıp orta yolu seçme.
  • İdâre etme, hükmetme.
  • Bir velînin Allahü teâlânın izniyle sevdiklerini mânen yetiştirmesi, düşmanlarını ise cezâlandırması.

tasarrufat-ı azime / tasarrufât-ı azîme

  • Büyük tasarruflar, kullanımlar.

tasarrufat-ı beşeriye / tasarrufât-ı beşeriye

  • İnsanların gerçekleştirdikleri tavır, davranış, faaliyet ve uygulamalar.

tasavvuf / تَصَوُّفْ

  • Kalbi dünyanın fâni işlerinden ayırıp Allah (C.C.) sevgisi ile bağlamak. Tarikat ehli olmak.
  • Ahlâk ve kalb ilmi. Kalbi kötü huylardan temizleyip, iyi huylarla doldurmak. Kalbde îmânın vicdânileşmesi, yâni Ehl-i sünnet îtikâdının kalbde sağlamlaşması ve şüphe getirici te'sirlerle sarsılmaması, nefs-i emmâreden doğan tenbelliklerin ve sıkıntıl arın giderilip, ibâdetlerde kolaylık ve lezzet hâ
  • Kalb ayağıyla rûhânî mertebelerde ilerleyerek nefsi terbiye etme yolu.

tasavvur-u zeval / tasavvur-u zevâl / تَصَوُّرُزَوَالْ

  • Son bulmanın zihinde canlanması.

tasavvurat-ı insaniye / tasavvurât-ı insaniye

  • İnsanın düşünceleri, hayalleri.

tasavvurat-ı şeytaniye

  • Şeytanî tasavvurlar; şeytandan gelen tasarılar, kurgular.

tashif

  • (Çoğulu: Tashifât) Yanılarak yanlış kelime yazma. Yazı yazarken kelimeyi yanlış yazma.
  • Hatâ yapma.
  • Tağyir etme, değiştirme.
  • Yanlış yazma, hem anlamı, hem de kelimeyi değiştirme. Yanılıp yanlış kelime yazma.

tashih

  • Daha iyi ve daha doğru hale getirmek. Düzeltmek.
  • Hastanın ağrı ve acısını ilâçla gidermek.

tashih-i dava / tashih-i dâvâ

  • Dâvânın düzeltilmesi.

tasnif

  • Bir âlimin, te'lif etmeden, kendi usûlünce daha önce benzeri olmayan bir kitâb yazması.
  • Hadîs ilminde tedvîn edilen yâni toplanıp bir araya getirilen hadîs-i şerîflerin konularına ayrılması, kitablara geçmesi.

tasrif-i hava

  • Havanın idaresi ve kullanılması.

tassuc

  • (Çoğulu: Tasâsic) Cânip. Nâhiye. İki tane.

tasvir

  • Bir şeyin şeklini çıkarma, resmini yapma.
  • Resim yaparcasına güzel tarif etme, tanımlama.

tatar

  • (Tetar) (Arapçada: Teter) Bu isim, asıl itibariyle Moğol milletlerinden bir kavmin adıdır. Bu kavmin efrâdı, Cengiz Han askerlerinin pişdarları hükmünde olduğundan eski zamanlarda Moğollar mânasında kullanılmıştır.Arap ve Fars tarihlerinde de yukardaki mânada kullanılmıştır. Sonra bu isim bü

tatmin

  • İkna etmek. Kandırmak.
  • İnsanın kalbini emin etmek. Rahatlandırmak.

tatyir

  • Kötü görme. " Bu, filanın şerrinden oluyor" deme.

tav'

  • İsteyerek uymak. Bir şeyi istekle yapmak. Muti' olmak.
  • Mer'anın genişliğinden dolayı davarın her tarafta otlamasının mümkün olması.

tavaf / tavâf

  • Kâbe-i muazzamanın etrâfında Hacer-i esvedin bulunduğu köşeden başlamak sûretiyle Kâbe sola alınarak yedi defâ dolaşmak. Tavâf edene tâif; Kâbe etrâfında tavâfa mahsûs mahalle (yere) metâf denir.

tavassub

  • Hastalanıp perişan olma.

tavassut

  • Ara bulma için araya girmek. Aracılık. Vasıtalık.
  • İyi ile kötü arasında mu'tedil olanını almak.

tavile

  • Birbiri ardına bağlanmış bir sıra hayvan. Hayvan katarı.
  • Tavla, ahır.
  • Çayıra salınan hayvanın ayağına bağladıkları tavla ipi.

tavır

  • Hâl, sûret, davranış.

taviyyet

  • İnsanın gönlünde gizli olan istek veya niyet.

tavk-ı beşer

  • İnsanın takati, gücü.

tavla

  • Hayvan bağlanan ahır. (San'at Ansiklopedisinde "Tavla" maddesi: "Hayvanların tavlanması yani istirahat edip çalışacak kıvama gelmesi, kuvvet ve tâkat kazanması için beslendiği yer." şeklinde tarif edilmiştir.)

tavme

  • Tosbağanın dişisi.

tavr

  • Tavır, davranış.

tavr-ı acib / tavr-ı acîb

  • Acayip tavır, davranış.

tavr-ı nebevi / tavr-ı nebevî

  • Peygamber Efendimizin (a.s.m.) tavır ve davranışları.

tavren

  • Tavırla, davranış olarak.

tavsifname

  • Tanıtıcı yazı.

tavsiye

  • Vasiyet bırakma.
  • Ismarlama, sipâriş etme.
  • Birini iyi tanıtma. Öğütleme.
  • Vasiyet bırakma.
  • Ismarlama, sipariş etme.
  • Birini iyi tanıtma, işinin olmasını dileme.

tavtin

  • (Vatan. dan) Bir yerde yerleştirme. Yurtlandırma.
  • Birşeye bağlanıp onu neticelendirme. Makam tutunmak.
  • Gönlünü bağlamak.

tayfuriyye / tayfûriyye

  • Evliyânın büyüklerinden Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin ismi Tayfur olduğu için yolu bu adla anılmıştır.

tayhan

  • Boş ve mâlayâni şeylere itiraz eden kimse.

tayy-ı mekan / tayy-ı mekân

  • Mekânı atlama; Allah'ın yardımıyla uzun bir mesafeyi kısa bir zamanda aşmak, kat'etmek.

tayy-i mekan / tayy-i mekân

  • Mekânı ortadan kaldırmak. Bir şahsın bir anda muhtelif yerlerde görünmesi.
  • Mekânı, mesâfeyi katetme, geçme, mesâfelerin dürülmesi. Allahü teâlânın izniyle az zamanda çok uzak yerlere gitme.

tayy-ı zaman

  • Zamanı aşma; çok uzun zamanı pek kısa bir sürede görme ve yaşama.
  • Zamanı ortadan kaldırmak. Çok uzun bir zamanı pek kısa olarak görmek ve yaşamak. Meselâ: Kur'an-ı Kerimde beyan edilen "Ashab-ı Kehf" mağarada 309 sene kaldıkları halde, kendileri yarım gün veya bir gün kadar kaldıklarını söylemişlerdir.

tayy-i zeman / tayy-i zemân

  • Zamânın dürülmesi. Allahü teâlânın izniyle uzun zamanda yapılacak bir işi çok az zamanda yapma.

tayyare-i cevviye

  • Gökyüzünün, havanın uçakları.

tayyib

  • İyi, hoş. İyi davranış. Temiz.
  • Hz. Peygamber'e (A.S.M.) Cenab-ı Allah (C.C.) en güzel kokular vermiştir. Bu yüzden kendisine Tayyib denilmiştir.
  • Fık: Helâlin her türlü şüphelerden uzak, saf ve temiz kısmına denir.

tayyibe / طيبه

  • İyi davranış. (Arapça)

tazallümat / tazallümât

  • (Tekili: Tazallüm) Yanıp yakılmalar, sızlanmalar.

tazammud

  • Yaranın merhemli bezle sarılması.

tazammun

  • İhtiva etmek. İçine almak. İçinde başka şeyleri havi olmak. Muhit olmak.
  • Tazmini kabul etmek. Kefil olmak.
  • Man: Lâfzın, mevzuu olduğu mânanın cüz'üne delâlet etmesi.

tazim / tâzim

  • Büyük tanıma.

tazimkarane / tâzimkârane

  • Büyük tanıyarak.

tazmin / tazmîn

  • Kefil olmak.
  • Zarar verdiği kimsenin zarar ve ziyanını ödemek.
  • Edb: Başkasına ait bir mısra veya beyti intihâl ve tevârüd olmaksızın kendi şiirine alma san'atı.
  • Bir şeyi bir şeye dâhil etmek.
  • Zararı ödetmek.
  • Sebeb olunan zarar ve ziyânı ödeme.

te'kid / te'kîd

  • Sağlamlaştırma.
  • Bir iş için önce yazılanı bir daha tekrarlama.

te'nis

  • Ürkekliğini gidermek. Alıştırmak.
  • Bir hayvanı terbiye ederek işe yarar hale getirmek.

teakkul

  • Aklı kullanarak, lüzumlu şeyleri öğrenirken, her şeyin haddini, sınırını aşmamak, yâni lüzumlu olanı terk etmemek, lüzûmsuz olanla meşgûl olmamak, bunlarla vakit öldürmemek.

teala ve tekaddes / teâlâ ve tekaddes

  • Allahü teâlânın ism-i şerîfi anıldığında, işitildiğinde veya yazıldığında: "Yüce ve noksan sıfatlardan münezzeh (uzak, temiz)" mânâsına hürmet, saygı ifâdesi.

tearüf / teârüf

  • Tanışmak. Birbirini tanımak. Birbirine tanış çıkmak.
  • Bilinme, tanınma.
  • Tanışma, birbirini tanıma.

teassub

  • Haksız yere düşmanlık etmek, inadcılık etmek; kendi yanlış fikrine körü körüne bağlanıp başkalarının doğru fikrini kabûl etmeme.

teayyün-i imkani / teayyün-i imkânî

  • İnsanın hakîkati olan teayyün-i vücûbîsinin zılli yâni görüntüsü. Ehlullah (evliyâ) kendi yaratılışlarına, güçlerine göre tasavvuf mertebelerine kavuşmakta birbirlerinden çok ayrıdırlar. Evliyâ arasında Allahü teâlânın ismine kavuşanlar pek azdır. Ço ğu bu ismin teayyün-i imkânîsine kavuşmuştur. (İm

teayyün-i vücubi / teayyün-i vücûbî

  • Bir şeyin, insanın hakîkati.

tebadür

  • Ani olarak zihne girmek.
  • Hâdis olmak.
  • Barışmak.
  • Öğretmek.
  • Diğerini geçmek için sür'atlenmek, hızlanmak.

tebahtur

  • Dalgalanmak, dalgalanır olma.
  • Kibirlenerek yürüme, kibirli kibirli yürüme.

tebareke ve teala / tebâreke ve teâlâ

  • Allahü teâlânın ism-i şerîfi anıldığında ve yazıldığında, söylenen ve yazılan, "Yüce ve noksan sıfatlardan münezzeh (uzak, temiz)" mânâsına ta'zîm ve hürmet ifâdesi.

tebaşir

  • Müjde.
  • Her şeyin öncesi, ilk zamanı.

tebe-i tabiin / tebe-i tabiîn

  • Tabiînden olan birisinden (yâni ikinci derecede olarak) hadis nakletmiş olan. Veya Tabiîn olanlardan ders almış, onlara uymuş müslümanlar.

teberru

  • Bağış, bir malın veya paranın karşılıksız olarak verilmesi.

teberzin

  • Eskiden harp âleti olarak kullanılan ve eyere asılan küçük savaş baltası. (Farsça)

tebezzül

  • Terk-i hıfz etmek; yâni ne olursa sakınmayıp her yerde kullanmak.

tebliğ / teblîğ

  • Peygamberlerin, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını, insanlara eksiksiz ve noksansız olarak bildirmeleri.

tebliğ-i risalet

  • Peygamberliğin tebliği, ilânı.

tebsir

  • İnsanın gözünü açacak şekilde tarif ve izah etmek ve kalbine basiret vermek.

tebuk gazvesi

  • Hicretin dokuzuncu senesinde vuku bulmuştur. Şam'da bulunan Rumlar tarafından o civarın halkı, müslümanlara karşı ayaklandırıldığı Peygamberimiz tarafından duyulduğunda, onlara karşı asker hazırlayarak Tebuk'e gitmiş ve oranın ileri gelenleri Peygamberimize gelerek barışa çalışmışlardır. Tebuk'te on

tebzir / tebzîr

  • Elde olanı saçıp savurmak.

tecdid-i iman / tecdîd-i îmân

  • İmanı yenileme, tazeleme.
  • Bilerek veya bilmeyerek küfrü gerektiren (îmânı gideren) bir sözü söylemek veya bir işi yapmak yâhut böyle bir şeyi yapmış olma ihtimâli üzerine, Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah sözünü; mânâsını bilerek ve inanarak söyleyip, îmânını yenileme, tâzeleme.

tecelli / tecellî

  • Görünme. Kalbde Allahü teâlânın zâtının ve isimlerinin zuhûru.

tecelli-i aks / tecellî-i aks

  • Yansımanın görüntüsü.

tecelli-i cemal / tecellî-i cemâl

  • Allahü teâlânın cemâlinin zuhûru.

tecelli-i ef'al / tecellî-i ef'âl

  • Sâlikin, yâni tasavvuf yolcusunun, kulların fiillerini Allahü teâlânın fiilinin zılleri (görüntüleri) olarak görmesi ve bu fiillerin varlığının O'nun fiili ile olduğunu bilmesi. Âlem-i Emrin ilk adımında olan tecellîler.

tecelli-i sıfat / tecellî-i sıfat

  • Allahü teâlânın sıfatlarının tecellîsi.

tecelliyat-ı nuraniye / tecelliyât-ı nuraniye

  • Parlak, nuranî görüntüler.

tecennüd

  • Bir yere toplanıp asker olmak.

tecessüd

  • Cisimleşme; batıl dinlerde, Allah'ın herhangi bir maddi varlık şekline bürünmesi, yaratıklarından birinin bedenine girmesi şeklinde inanılan batıl bir Allah inancı.

tecevvüz

  • (Çoğulu: Tecevvüzât) (Cevaz. dan) Sözü mecaz olarak söyleme.
  • Caiz olmayanı caiz görme. Cevaz verip yapılmasını uygun görme.

techiz-i meyyit

  • Ölünün yıkanıp, temizlenip, kefen ve sair ihtiyaçları tedarik edilerek hazırlanması.

techizat

  • Donanım.

teçhizat

  • Cihazlar, donanım.

techizat-ı askeriye

  • Askerî donanım.

teçhizat-ı askeriye

  • Askeri donanım.

teçhizat-ı harika

  • Hayranlık veren cihazlar, donanımlar.

teçhizat-ı hayatiye

  • Hayatta kalmak için gerekli teçhizat, donanımlar.

teclid

  • Ciltleme.
  • (Celd. den) Hayvanın derisini yüzme.

teclil

  • (Cüll. den) Hayvana çul örtme, hayvanı çulla örtme.

tecrid

  • Açıkta bırakmak.
  • Yalnız başına bırakmak. Tek başına hapsetmek.
  • Dünya alâkalarını kalpten çıkarıp Allah'a (C.C.) yönelmek.
  • Edb: Bir şairin kendini mücerred bir şahıs, yâni ayrı bir adam farzederek ona hitabetmesi.
  • Soyma, soyulma.

tecrübe-i meydan-ı imtihan

  • İmtihan meydanındaki tecrübe, sınav.

tedbir-i menzil / tedbîr-i menzil

  • İnsanın çoluk-çocuğuna karşı hareketlerinin nasıl olacağı ve ev idâresi ile ilgili husûslardan bahseden ilim.

tedelli / tedellî

  • Uzanıp aşağıya inme, eğilme.

tederrün

  • Bir organın, bir uzvun şişmesi.

tedessür

  • Elbise giyme. Elbiseye bürünme.
  • Erkek hayvanın dişisine binmesi.
  • Kişinin sıçrayıp atına binmesi.

tedvir

  • Devrettirmek, döndürmek. Çevirmek.
  • İdare etmek, yönetmek.
  • Daire şekline sokmak.
  • Edb: Bir mısradaki kelimelerin yerini değiştirmekle veznin ve mânanın bozulmamasıdır.
  • Kur'an-ı Kerim kıraatında: Tahkik ile hadr ortasında bir okuma usulüdür. Her iki yönde meşru m

teekkül

  • (Ekl. den) Yaranın, oyulup açılması.
  • Yenme, eklolunma.

teennuk

  • Nazarında ve fikrinde dikkatli olmak. İttikan. Eşyanın hikmetli, kusursuz ve pürüzsüz yapılışı.

tefani / tefanî / tefâni / tefânî

  • Birbirinde fâni olmak. Arkadaşının iyi ahlâkıyla sevinmek. Arkadaşının, kardeşinin meziyyet ve hissiyatı ile fikren yaşamak.
  • Birbirinde fâni olma; fikren arkadaşının meziyet ve hissiyatı ile yaşama, onun üstün özelliklerini kendisinin gibi kabul edip onunla iftihar etme.
  • Birbirinde fani olma.
  • Kardeşler arasında fani olmak.

tefci'

  • (Çoğulu: Tefciât) Canını yakma, acıtıp ağrıtma. Dertli kılma.

tefdiye

  • Canını başkası uğruna feda etme.

tefe'ül

  • Bir şeyi uğur saymak, hayıra yormak, bir hâdiseyi hayra alâmet, işâret olarak görmek. Tefe'ülün mukâbili (zıddı) teşe'üm yâni uğursuz saymaktır.
  • Falcılık.

tefeccu'

  • Canı yanma, acıma. Kaygılı olma, dertli olma.
  • Belâ ânında hüzünlü olma.

tefekküh

  • Yemiş toplayıp vermek. Meyvedar olmak. Meyvelenmek.
  • Pişman olmak.
  • Pek hoşlanıp hayrette kalmak.

tefekkür

  • Allah'ı tanımayı sonuç verecek şekilde düşünme.
  • İbret alacak ve faydalanacak şekilde derin düşünme. Allahü teâlânın sıfatlarını ve nîmetlerini düşünme.

tefekkür etmek

  • Allah'ı tanımayı sonuç verecek şekilde düşünmek.

tefekkür-ü imaniye

  • İmanî meselelerin düşünülmesi, tefekkür edilmesi.

tefekkürat-ı imaniye

  • İmanî tefekkürler, düşünceler.

tefekkürname / tefekkürnâme

  • Allah'ı tanımayı sonuç verecek şekilde varlıklar üzerinde düşünmeye sevk edici eser, yazı.

tefellüt

  • Halâs olmak, kurtulmak.
  • Aniden bağından boşanmak.

teferru'

  • Bir çok kollara ayrılmak.
  • Bir kimse halkın üzerine havale olmak.
  • Bir kavmin en şerefli kadını ile evlenmek.
  • Çatallanıp dal dal olmak.

tefrit

  • Ortanın altında kalmak, normalden aşağı olmak.
  • Ortalamanın yani vasatın çok altında kalmak, geride kalmak. Normalden aşağı olmak. (İfratın zıddı)

tefsir / tefsîr

  • Örtülü, kapalı olan şeyi ortaya çıkarmak, açmak, beyân etmek, beşerî kudret dâhilinde, Kur'ân-ı kerîm âyetlerindeki murâd-ı ilâhîyi (Allahü teâlânın murâdını) anlamak. Bu işi yapabilen âlime müfessir denir.

tefviz / tefvîz

  • Ismarlama, havâle etme.
  • Bir işi sebeblere yapıştıktan sonra Allahü teâlâya havâle etmek, helâl ve faydalı şeyleri kazanmaya çalışıp da, bunlara kavuşmayı Allahü teâlâdan beklemek.
  • Kadına kendini boşama hakkı vermek. Yâni kendini sen boşa demek. Buna Temlîk de denir.

tegabün

  • (Gabn. dan) Karşılıklı aldatma. Aldanma veya aldanmanın zuhuru.

tegallüt

  • (Çoğulu: Tegallütât) (Galat. dan) Yanılma. Yanlışa düşme.

tegayyür-ü alem / tegayyür-ü âlem

  • Dünyanın değişmesi, başkalaşması.

tehayüt

  • Toplanıp gelmek.

teheccüd

  • Gece uyanıp namaz kılmak. Gece namazı. (Bu namaz, nâfile namazların en çok sevablısıdır.)

teheccüd namazı

  • Gece uyanıp namaz kılmak, gece namazı.

tehevvür

  • Korkusuzca, sonunu düşünmeden âniden karar verme.
  • Çok kızmak, çok öfkelenmek, sertlik; hilmin (yumuşaklığın) zıddı. Gadabın, kızmanın aşırısı. Atılganlık.

tehiyyat / tehiyyât

  • Namazın ka'delerinde yâni birinci ve ikinci oturuşlarında okunan Ettehiyyâtü duâsı.

tehiyyet-ül-mescid

  • Mescide girince, oturmadan önce, mescidin sâhibine yâni Allahü teâlâya ta'zîm ve hürmet için kılınan iki rek'at nâfile namaz.

tehlike-i maneviye / tehlike-i mâneviye

  • Mânevî tehlikeler; imanî noktalarda oluşacak kayıplar.

tekaddüm

  • Geçmiş bulunma.
  • Öne geçme. İlerleme.
  • Birine gelmesi muhtemel bir zararın def'i için evvelceden iş'ar ve tenbih eylemek.
  • Fık: Mürur-u zaman olmak. Zamanı geçmiş bulunmak.

tekafül / tekâfül

  • Dayanışma, kefilleşme.

tekarün

  • (Karn. dan) Birbirinin yanına gelme. Birbirine yanaşma. Mukarenet.

tekavvül

  • Kendisinde olmayanı söylemeğe çalışma. Yalan söyleme.

tekaya / tekâya

  • (Tekili: Tekye) Tekyeler. (Türkçede bazan "tekke" şeklinde de kullanılır.)

tekazzu'

  • Çıbanın irinlenmesi.

tekdir

  • Azarlamak.
  • Kederlenme.
  • Bulanık etme.
  • Mektebde talebeye verilen ve siciline geçirilen bir ceza. Ta'zir.

tekeddür

  • Bulanık olma.
  • Kederlenme.
  • Bulanıklık, kederlenme.

tekellüfat / tekellüfât

  • Zoraki davranışlar.

tekellümat-ı tesbihiye / tekellümât-ı tesbihiye

  • Allah'ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anan konuşmalar.

tekerrür-ü zaman

  • Zamanın tekrarlanması.

tekke

  • Tasavvufun yâni İslâm ahlâkı ilminin ve diğer dînî ilimlerin öğretildiği ve tatbik edildiği yer. Dergâh ve zâviye de denir.

teklif

  • Zor birşey istemek. Bir vazife ileri sürmek.
  • Sıkılgan ve resmi davranış. İçli dışlı olmayan çekingen muâmele.
  • Vergi yüklemek.
  • Vazife vermek.
  • Cenab-ı Hakk'ın, insanları, emir ve nehiyleri üzerine hareket etmeğe vazifelendirmesi.
  • Fık: Şeriat-ı İslâmiyeni

teklif-i ilahi / teklif-i ilâhî

  • Allah'ın teklifi, yani emirleri.

teklif-i mala-yutak / teklif-i mâlâ-yutak

  • Ağır ve güç yetmez olan teklif. Dayanılmaz teklif.

tekrar-ı tilavet / tekrar-ı tilâvet

  • Okumanın tekrarı.

teksir makinası

  • Yazıları çoğaltmak için kullanılan makine.

tekvin / tekvîn

  • "Yaratmak" mânâsına Allahü teâlânın subûtî sıfatlarından.

tekye

  • Zikir veya ders için toplanılan yer. (Farsça)
  • Dervişlerin meskeni ve mâbedi. (Farsça)
  • Yaslanılacak, dayanılacak şey. (Farsça)
  • İtimâd etmek, dayanmak. (Farsça)
  • Tekke; zikir veya ders için toplanılan yer, dervişlerin kaldığı yer.

tel'in

  • Lânetleme, lânet etme. Bir kimsenin Allahü teâlânın rahmetinden uzak olmasını dileme.

telafi

  • Eksik olan bir şeyin yerini doldurmak. Tamamlamak.
  • Ziyanı karşılamak. Zararı ödemek.

telbiye

  • Lebbeyk (Yâni: Emredersiniz, ben emrinize hazırım) demek. İcabet etmek.

telehhüf / تلهف

  • Mahzun olmak. Hasret ve kederle yanıp yıkılmak. Ah çekmek.
  • Yanıp yakılma. (Arapça)

telfik

  • Helâl ve harâm, emir ve yasak, ibâdet ve tâatte, belli bir mezhebin hükümlerine uymayıp, mezheblerin hükümlerinden kolay olanı yapma ve karıştırma.

telid

  • (Telide) (Veled. den) Yabancı memlekette doğduğu halde küçük yaşta İslâm diyârına getirilerek orada büyütülmüş ve oranın tâbiiyetini kabul etmiş olan kişi.

telkinat-ı şeytaniye / telkinât-ı şeytaniye

  • Şeytanın telkinleri.

telvih

  • Açıklamak.
  • Zâhir ve aşikâre kılmak.
  • Susuzluktan insanın çehresi bozulmak.
  • Bir şeyi ateşle kızdırmak. Güneş veya ateşin sıcaklığı bir nesnenin rengini değiştirmek.
  • Posa hâline getirmek.
  • Kocamak. Saç ağarması.
  • Almak.
  • İşaret etmek.

temahhuz

  • (Temahhud) Doğum sancısı çekmek.
  • Hayvanın gebe oluşu.
  • Süt yayıkta yayılarak yağı alınıp safileştirilmesi.
  • Fitne çıkarma.

temanü'

  • Çatışma ve birbirine mani olma. İhraç. Adem-i kabul. Tard.

temekkün

  • Mekânlanmak. Yerleşmek. Yer tutmak.
  • Vakar ve temkin sahibi olmak.
  • Sultan yanında rütbe sahibi olmak.

temellukkarane / temellukkârâne

  • Yaltaklanırcasına.

temellül

  • (Millet. den) Bir milletin ferdi olma, milletlenme.
  • Bir dine bağlı olma.
  • (Melel ve Melâl. den) Hastalığın etkisiyle yatakta rahat yatamayıp, kımıldanıp durma.

temeşşi

  • Yürüme (Mâneviyatta daha çok kullanılır.)

temevvüc

  • (Çoğulu: Temevvücât) Dalgalanmak. Çalkanıp dalga dalga olmak.

temeyyüh-i dem

  • Kanın sulanması.

temhil / temhîl

  • Temhîl etmek: Süre tanımak.

temime / temîme

  • Bir sebeb, vesîle olarak görülmeyip, doğrudan te'sir edeceğine ve bir zararı def edeceğine inanılarak yapıldığı için, dînen şirk (Allahü teâlâya ortak koşmak) sayılan, mânâsı bilinmeyen ve küfre (îmânın gitmesine) sebeb olan şeyleri okumak.

temlih

  • (Süryânice) El-Kayyum mânasında (Esmâ-i İlâhiyedendir).

temlik / temlîk

  • Mülk olarak vermek.
  • Erkeğin, talak (boşama) hakkını zevcesine (hanımına) vermesi.

temren

  • Okların ucuna demir veya sarıdan takılan parçaya verilen addır. Menzil oklarına maden yerine kemik takılır ve ona da "soya" adı verilirdi. Temren ile soyanın takılışında fark vardı. Temren oka; ok ise soyaya takılırdı.

temyiz layihası / temyiz lâyihası

  • Hakkında bir mahkeme tarafından hüküm verilen bir davanın, bir üst mahkemede tekrar görülmesi, incelenmesi için yazılan dilekçe.

tenakür / tenâkür

  • Birbirlerini inkâr etme, yekdiğerine inkârla yabani bakma.

tenasan / tenâsân / تن آسان

  • Canının kıymetini bilen, rahatına düşkün. (Farsça)

tenassur

  • Nasrânileşme. Hıristiyan dinine girme.

tenasüh / tenâsüh

  • İslâmdan hariç olan batıl bir fırkaya göre, ruhun bir bedenden başka birinin bedenine intikâl eder diye olan batıl inanışları.
  • Miras sahibinin ölümü ile malının vârisine geçmesi.
  • Ölen kimsenin rûhunun başka bir bedene geçtiğine dâir, bâtıl, asılsız bir inanış. Bilhassa, Hindûlar ve geçmiş milletler arasında yaygın idi.

tenasuhvari / tenasuhvâri

  • Reenkarnasyonu anımsatır bir şekilde.

tenebbüh

  • Uyanış; filizlenip hayat belirtisi kazanma.
  • Uyanış.

tenebbüh-ü tam / tenebbüh-ü tâm

  • Tam bir uyanış, tam bir gafletten kurtulma.

tenekkür

  • (Nekr. den) Kendini bildirmeme. Tanınmıyacak kılığa girme.

tenemmül

  • (Neml. den) Karınca gibi kaynama.
  • Vücudun bir tarafı, bir organı uyuşup karıncalanma.

tenevvüh

  • (Nevha. dan) Ölüye feryad ederek ağlamak.
  • Sarkıp sallanıp öteberi hareket etmek.

tenevvür-ü intibah

  • Uyanışdaki nurlanma, aydınlanma.

tenezzüh-ü zati / tenezzüh-ü zâtî

  • Zata mahsus tenezzüh. Yani zatının bütün noksan sıfatlardan, kusurlardan temiz ve uzak oluşu.

tenezzül

  • (Çoğulu: Tenezzülât) İnme, düşme. Aşağılama.
  • Gönül alçaklığı. Karşısındakinin seviyesine göre tevâzu ile konuşmak.
  • Yavaş yavaş inmek. Mekânını yukarıdan aşağıya nakletmek.

tenkih-ül menat

  • Menatın, yani illetin ayıklanması. Usul-ü Fıkhın kıyas bahsine ait bir ıstılahtır. Kıyasın dört rüknünden biri olan illetin, diğer benzeri hususiyetlerden ayıklanmasıdır. Şöyle ki: Şâri (Allah C.C.) bir hükmü bir sebebe bina eder. Fakat o illetle beraber hükme te'siri olmayan birçok özellikler de bu

tenkir

  • Tanınmayacak bir hale koymak.
  • Gr: Bir ismi harf-i tarifsiz kullanarak belirsiz yapmak. Gayr-i muayyen veya gayr-i mahdut kılmak.

tennur

  • (Çoğulu: Tenânir) Tandır.
  • Fırın.

tenperverlik

  • Devamlı kendi canını ve rahatını düşünme, tenbellikten hoşlanma.

tensib-i fazılane / tensib-i fâzılâne

  • Sizin uygun görmeniz, münâsip bulmanız.

tenufe

  • (Çoğulu: Tenânif) Helâk olacak yer.
  • Sahra.
  • Yazı.

tenük

  • Dayanıksız, kuvvetsiz, zayıf. (Farsça)
  • İnce, rakik, nârin. (Farsça)
  • Az, hafif. (Farsça)
  • Yumuşak. (Farsça)

tenvat

  • Atın yanına asılan şeyler.

tenvih

  • Sulandırma.
  • Yaldızlama.
  • Haksız bir şeyi yapmacık şeylerle süsleyip haklı gösterme.
  • Başka bir madeni, altın veya gümüş suyuna daldırma.
  • Bir kimsenin nâmını, şânını yükseltme.

tenvin-i tenkir

  • Kelimenin belirsizliğine işaret olan tenvin işareti. Harf-i tarifsiz kelime tenvin kabul ettiğinden yani, nekre olduğundan tenvinli olan harfin durumu.

tenzih / tenzîh

  • Allahü teâlâyı, şânına lâyık olmayan şeylerden, her türlü eksik ve noksanlıklardan uzak tutmak.

terai / teraî

  • Aynaya bakma.
  • Birbirini görmek ve görüşmek. Bir fikir hakkında mukabil görüş, endişe mülâhaza eylemek.
  • Hurmanın kuruyup renginin belli olması.

terakkiyat-ı hazıra / terakkiyat-ı hâzıra

  • Zamanımızdaki ilmî ve teknik ilerlemeler.

terakkiyat-ı tıbbiye

  • Tıp alanında ilerlemeler, gelişmeler.

teraküb

  • Birbirine bağlanıp kenetlenme.
  • Birbirinin üzerine binme.

terbi' / terbî'

  • Dörtleme, yâni cenâzenin omuz üzerinde tabutun tahta kolundan el ile tutarak dört kişinin taşıması.
  • Mezârı düz yapmak.

tercih bila müreccih / tercih bilâ müreccih

  • Tercih edici sebep olmaksızın tercih (seçim) yapılabilir. Yani, seçimi yapacak zat için mutlaka sebebin var olması gerekmez, hiçbir sebebe bağlı kalmadan da seçenekler arasından birini seçebilir.

tercih ehli / tercîh ehli

  • Hanefî mezhebinde, dînî hükümleri bildiren fıkıh âlimlerinin beşinci tabakasında bulunan ve ictihâd (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden dînî hüküm çıkarma) gücüne sâhib olmayan, sâdece bağlı oldukları mezhebin kavillerinden (sözlerinden) ve hüküml erinden sahîh ve evlâ (en iyi) olanı seçen mukall

tercihun bila müreccih / tercîhun bilâ müreccih

  • Tercih sebebi olmadığı hâlde bir şeyi diğerine tercîh etmek yâni üstün tutmak.

tercüman-ı ayat / tercüman-ı âyât

  • Âyetlerin, delillerin tercümanı.

tercüman-ı evamir / tercüman-ı evâmir

  • Emir ve buyrukların tercümanı.

tercüman-ı kelam-ı ezeli / tercüman-ı kelâm-ı ezelî

  • Allah'ın ezelî kelâmının tercümanı, Hz. Muhammed.

tercüman-ı kenz ü vahdet

  • Allah'ın birliğinin ve hazinesinin tercümanı.

tereccuh bila müreccih muhaldir / tereccuh bilâ müreccih muhaldir

  • Sebepsiz üstünlük olmaz. Yani, bir şeyin başka seçeneklere üstün gelen bir sebebi, bir özelliği bulunmazsa onlardan üstün olması mümkün değildir.

tereccüh bila-müreccih / tereccüh bilâ-müreccih

  • Sebepsiz üstünlük. Yani, bir üstünlük sebebi ve niteliği olmadan üstünlüğün olması.

teremmüd

  • Yanıp kül olmak.

terennümat-ı hava / terennümât-ı hava

  • Havanın çıkardığı güzel ve tatlı sesler.

teres

  • Pezevenk manâsına gelen bir hakaret sözüdür. Hakaret için kullanılır. (Türkçe)

terettüb-ü esbab

  • Sebeplerin sıralanışı.

terfik

  • (Refik. den) Birinin yanına katma. Arkadaş etme.

terfikan

  • Birinin yanına katarak. Arkadaş ederek.

terhis / ترخيص

  • İzin verme. (Arapça)
  • Askerlik süresi dolanı serbest bırakma. (Arapça)

terim

  • Fransızca olan "Terme" kelimesinden uydurulmuştur. "Istılah" veya "tabir" yerinde kullanılır.

terk-i dünya / terk-i dünyâ

  • Dünyâyı terk etmek.
  • Mübah (dinde izin verilen) şeylerin hepsini terk edip, yalnız, yaşamak için ve dînini korumak için zarûrî, lâzım olan mübahları kullanmak, yâni mübahların zarûret miktârından fazlasını terk etmek. Böyle terk-i dünyâ çok kıymetli ve faydalı ise de çok güçtür.
  • Haram

terk-i hükmi / terk-i hükmî

  • Dünyâyı hükmen terk etmek, (terk etmiş sayılmak) yâni her işte İslâmiyet'e uymak. Meselâ zekâtı İslâmiyet'in gösterdiği yere seve seve vermek, komşu, akrabâ, fakir ve ödünç istiyenin hakkını gözetmek ve başkalarının hakkına tecâvüz etmemek (saldırmam ak) ve malı zevk ve sefâya, eğlenceye vermemek.

terk-i masiva / terk-i mâsivâ

  • Allah'tan gayrısını terk etmek. Allah rızası olmayan işlerden, fâni ve fena dünya işlerinden vazgeçip Allah rızasına yönelmek. Kalbinde Allah sevgisi ve muhabbetinden daha ileri bir sevgi bırakmamak.

terkik

  • Zayıflatma. Lisanı veya ibareyi kusurlu ve bozuk kullanma.

tertib-i eşya

  • Eşyanın belli bir düzende meydana gelmesi.

tertil / tertîl

  • Kur'ân-ı kerîmi tecvîdle yâni usûl ve kâidelerine uyarak, açık açık, tâne tâne, harfleri ve kelimeleri birbirinden ayırarak okuma.

tertipli

  • Organizeli, sistemli.

teşahhusat-ı vechiye / teşahhusât-ı vechiye

  • Yüze ait belirmeler, insanın simasındaki ayırdedilme özelliği.

tesanüd / tesânüd / تساند

  • Dayanışma.
  • Dayanışma.
  • Dayanışma.
  • Dayanışma. (Arapça)

tesanüd-ü adedi / tesanüd-ü adedî

  • Sayısal dayanışma.

tesanüd-ü ervah / tesanüd-ü ervâh

  • Ruhların dayanışması.

tesanüd-ü hakiki / tesanüd-ü hakikî

  • Gerçek dayanışma.

tesanüd-ü hakikiye ve meşrua / tesanüd-ü hakikîye ve meşrua

  • Hakikî ve dinin emrettiği dayanışma.

tesanüd-ü islam / tesanüd-ü islâm

  • İslâmdan gelen dayanışma.

tesanüd-ü manevi / tesanüd-ü mânevî

  • Mânevî dayanışma, birliktelik.

tesanüt

  • Dayanışma.

teşavür

  • (Şurâ. dan) Danışma, müşâvere etme.

teşavüs

  • Gururlanıp gözücuyla bakmak.

tesbih

  • Sübhânallah demek. Cenab-ı Hakk'ı (C.C.) şânına lâyık ifadelerle yâdetmek. Yâni: Allah'ın zâtında, sıfâtında ve ef'âlinde cemi' nekaisten münezzeh olduğunu ifade etmektir.
  • Allah'ı her türlü noksan ve kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anma.
  • Allahü teâlâyı, O'na yakışmayan her şeyden ve mahlûkların (yaratılmışların) alâmetlerinden ve yok olmaktan tenzîh ve takdîs etmek, yâni uzak tutmak mânâsına "Sübhânallah" sözü ve benzerleri.
  • Namaz kılmak.
  • Namazdan sonra, Sübhânallah, Elhamdülillah ve Allahü ekber cümleleri sö

tesbih eden

  • Allah'ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anan.

tesbih-i ilahi / tesbih-i ilâhî

  • Allah'ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anma.

tesbihat-ı ahmediye

  • Peygamber Efendimizin Allah'ı şanına lâyık derin ifadelerle anması.

tesbihat-ı hususiye

  • Özel tesbihler; Allah'ı, yüce şanına lâyık ifadelerle anma.

tesbihat-ı mahsusa

  • Özel tesbihler, Allah'ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma.

tesbihat-ı uzma / tesbihât-ı uzmâ

  • Büyük, azim tesbihât bütün varlıkların Allah'ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anmaları.

tesbihhan / tesbihhân

  • Tesbih eden; Allah'ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anan.

teşbit

  • Bir kimseyi işinden geciktirme, mani olma.

tesbit / tesbît / تثبيت

  • Sağlamlaştırma, tutturma. (Arapça)
  • Kanıtlama. (Arapça)
  • Tesbît edilmek: (Arapça)
  • Tutturulmak. (Arapça)
  • Kanıtlamak. (Arapça)
  • Belirlenmek. (Arapça)
  • Tesbît etmek: (Arapça)
  • Tutturmak. (Arapça)
  • Kanıtlamak. (Arapça)
  • Belirlemek. (Arapça)

teşci-i gavs-ı azam / teşci-i gavs-ı âzam

  • Abdülkadir Geylanî'nin (k.s.) teşviki.

teşeddüd

  • Sertleşme. Kuvvet ve dayanıklık kesbetme. Şiddetlenme. Çok şiddetli olma.
  • Keskinleşme.

tesehhüd

  • Uyanıklık.

tesehhür

  • (Sehr. den) Gece uyumayıp uyanık kalma.

teşekkülat-ı arziye / teşekkülât-ı arziye

  • Dünyanın ilk yaratılışı.
  • Dünyanın oluşum devreleri.

tesekkün-i niza'

  • Kavganın yatışması.

teselsül

  • Burhân-ı tatbîk delîli ve benzerlerinde, Allahü teâlânın varlığının lâzım olduğunu isbat etmekte kullanılan delillerden biri. Hâdislerin (sonradan var olan şeylerin) birbirinin varlığına sebeb olarak geriye doğru sonsuza kadar zincirleme birbiri ardı sıra gitmesi.

tesettür

  • Kapanıp gizlenme. Örtünme.
  • Fık: Kadınların ve erkeklerin başkasına, nâmahremlere vücutlarının haram kısımlarını örtüp göstermemeleri.

teşevvüş

  • Karma karışık olma.
  • Bulanıklık, karışıklık.
  • Karışıklık, bulanıklık.

teşevvüşat / teşevvüşât

  • Bulanıklıklar.

tesfi'

  • Sıcağın, insanın yüzünü yakması.

tesfih

  • Sefih görme, kıt akıllı sayma, eğlence düşkünü olarak tanıma.

teşhis / teşhîs / تشخيص / تَشْخ۪يصْ

  • Şahıslandırma. Şekil ve suret verme. Seçme, ayırma, ne olduğunu anlama. Tanıma.
  • Hastalığın ne olduğunu anlayıp bilmek.
  • Edb: Canlılandırmak, suretlendirmek.
  • Eşyaya şahsiyet vermek.
  • Şahıslandırma, tanıma.
  • Ayırt etme. (Arapça)
  • Kişilik kazandırma. (Arapça)
  • Tanı. (Arapça)
  • Teşhîs edilmek: (Arapça)
  • Ayırt edilmek. (Arapça)
  • Tanı konulmak. (Arapça)
  • Teşhîs etmek: (Arapça)
  • Ayırt etmek. (Arapça)
  • Tanı koymak. (Arapça)
  • Tanıyıp şahıslandırma.

tesir-i zaman ve mekan / tesir-i zaman ve mekân

  • Yer ve zamanın tesiri, etkisi.

teşkilat-ı esasiye / teşkilât-ı esasiye

  • Anayasa. Kanun-u esasî. Devletin temel kuruluş şeklini tayin eden ve teşrinin yani meclisin, hükümetin ve mahkemelerin salâhiyetleri nasıl kullanılacağını; vatandaşların umumi hak ve hürriyetlerini gösteren temel kanunlardır.

teslim-i kalb ve vicdan

  • Kalbin ve vicdanın teslim oluşu.

teslim-i rıza ve can

  • Kendi rızasıyla ve canıyla teslim olma.

teslis / teslîs

  • Üçleme. Hristiyanların sonradan uydurdukları ve dinlerinin esasında olmayan bir akidedir ki; bazılarının hâşâ, Cenab-ı Hakk Üçdür, bazıları da Üçü birdir diyerek, Allah'a şerik ve ortak tanımaları. Cenab-ı Hakk'ı Üç Unsurdur diye tevehhüm etmeleri. (Ekanim-i selâse de denir.)
  • Üçleme, ekanim-i selâse, Allah'ı üç olarak kabul eden ve sonradan uydurulan hıristiyan inancı.
  • Üçleme; Hıristiyanların tanrı üçtür veya tanrı üç unsurdan (Baba-Oğul-Rûh-ul-kudüsten) meydana gelmiştir şeklinde kabûl ettikleri bozuk inanış. Trinite.

teşneleb

  • Dudağı kurumuş, çok susamış. Yanık, susuz. (Farsça)

teşri / teşrî

  • Kânun koyma. Allahü teâlânın ve peygamberlerinin, insan hayâtının maddî ve mânevî bütün yönlerine dâir emir ve yasaklar koyması.

tesrib

  • Esasen işkembeden içyağını ayırmak demek olup, mecâzen: Tekdir ve muaheze mânasına kullanılır.
  • Darılma. Ayıplama.
  • Başa kakma.

tesric

  • Kandil yakmak.
  • Güzelleştirmek.
  • Hayvanı eyerleme. Hayvana eyer vurma.

teşrik tekbiri / teşrik tekbîri

  • Arefe günü yâni Kurban bayramından önceki gün, sabah namazından, bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar yirmi üç vakit her farz namazdan sonra getirilen tekbîr; "Allahü ekber, Allahü ekber, lâ ilâhe illallahü vallahü ekber. Allahü ekber ve lill ahil-hamd" sözleri.

teşrik tekbirleri

  • Zilhiccenin dokuzuncu günü, yani Kurban Bayramının arefe günü, sabah namazından başlayarak, bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar olan, her farz namazın selâmından sonraki alınan tekbirler.

tesvib

  • Sevab vermek demektir. Sevab da ceza gibi, hayır veya şer herhangi bir şeyin karşılığıdır. Sevab, hayırda meşhur olmuştur. Lisanımızda da ceza, şerde kullanılmıştır.

teşvir

  • İçinde bulunma. İçine alma, içine alıp gizleme.
  • Satılık olan hayvanı pazara çıkarıp gösterme.

tetebbu

  • Araştırıp incelemek, derinliğine inceleyip tanımak.

tetebbu'

  • Araştırıp tetkik etme. Derinliğine inceleyip tanıma, öğrenme. Öğrenmek için okuma.

tetimme

  • Tamam etme, tamamlama.
  • Ek, noksanını tamamlamak için eklenen.
  • (Tetümme) (Çoğulu: Tetümmat) Tamam etme. Tamamlama.
  • Ek. Noksanını tamamlamak için ilâve edilen.

tetimme-i tarif

  • Tanımın tamamlayıcısı, devamı.

tev'eban

  • Davar memesinin iki yanı.

teva / tevâ

  • Havâlenin bozulma sebebi. Havâleyi kabûl edendeki alacağın telef yâni yok olması.

tevacüd / tevâcüd

  • Vecd ve muhabbette kemâle ermeyenin (olgunlaşmayanın) isteğiyle vecde kavuşmaya tâlib olması, istemesi.

tevafukat-ı harfiye

  • Harflerin sıralanışındaki tevafuklar, münasebetler, uygunluklar.

tevamür

  • Danışmak, istişare etmek.

tevarih

  • (Tekili: Târih) Tarihler. Hâdiselerin zuhur zamanını kaydeden kitaplar.

tevazüf

  • Birbiriyle sallanıp yürümek.

teve'ur

  • Bir şeyin güçlenerek halli ve yenilmesi müşkil olması.
  • Bir hususta çetin zorlukla karşılaşmak.
  • Konuşanın çapraşık söylemesinden ve anlaşılmadığından dolayı, dinleyenin hayrette kalması.

teveccüh

  • Yönelme.
  • Peygamberleri aleyhimüsselâm veya evliyâyı vesîle (vâsıta) yaparak, onların hâtırı için istenilen bir şeye kavuşturması için Allahü teâlâya yalvarmak. Buna, istigâse, tevessül ve teşeffü' de denir.
  • Tasavvuf yolunda ilerleme, yükselme sebeblerinden en önemli olanı. Bir velîni

tevehhül

  • (Vehle. den) Yanıltmağa çalışma.

tevehhüm

  • Evhamlanmak. Az tehlike ihtimâli olsa çok korkmak. Yok olanı var zannetmekle ye'se ve korkuya düşmek.

tevehhüm edilen

  • Sanılan, asılsız olduğu halde kabul edilen.

tevekkün

  • Musibet anında yüksek sesle bağırıp feryad etmek.

teverrük

  • Sol yanı üstüne oturup iki ayaklarını sağ tarafından uzatmak.

tevessuk

  • (Vüsuk. dan) İnanıp güvenerek ve itimad ederek dayanma.

tevessül

  • Bir isteğin, bir maksadın hâsıl olması için bir şeyi vesîle, sebeb yapmak. Allahü teâlânın sevdiklerini araya koyarak; "Onların hâtırı, hürmeti için" diyerek duâ etmek veya bu sûretle yapılan duâ. İstiğâse ve teşeffû' da denir

tevfik / tevfîk

  • Allahü teâlânın kullarının işini, rızâsına muvâfık (uygun) kılması, şer (kötülük) yolunu kapayıp, hayır (iyilik) yolunu kolaylaştırması.

tevfik-i hareket eden

  • Uygun davranışta bulunan.

tevfik-i ilahi / tevfik-i ilâhî

  • Cenab-ı Hakk'ın insanı doğru yola lütfu ile sevketmesi.

tevhid / tevhîd

  • Allahü teâlânın bir olduğuna inanmak, O'na kimseyi ortak etmemek. Yâni Lâ ilâhe illallah (Allahü teâlâdan başka ibâdete lâyık bir ilâh yoktur. O'nun ortağı benzeri yoktur) sözünü, mânâsına inanarak söylemek.
  • Tasavvufta kalbi Allahü teâlâdan başka şeylere bağlılıktan kurtarmak.

tevhid-i ami / tevhid-i âmi

  • Sıradan bir insanın Allah'ın birliğine inanması.

tevhid-i zahiri / tevhid-i zâhirî

  • Yüzeysel bir bakış açısıyla "Allah'ın ortağı yok ve bu kâinat Onun mülküdür" şeklindeki îmânî tasdik.

tevkil

  • Birini vekil atama, birini vekil etme, vekil tanıma.

tevkit

  • Hurmanın kararmaya başlaması.

tevrih

  • Bir hâdisenin veya konuşmanın tarihini yazmak. Vakit bildirmek.

tevsim

  • Hacıların hac zamanı toplanmaları.
  • Dağlamak sureti ile ten üzerine işaret koyma, döğme yapma.
  • İsimlendirme, ad verme.

tevvab / tevvâb

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarına tövbe etme sebeblerini kolaylaştıran, şartlarına uygun tövbe edenlerin tövbesini kabûl eden.

teyakkuz / تيقظ / تَيَقُّظْ

  • Uyanıklık.
  • Uyanıklık, tedbir.
  • Uyanık olma.
  • Uykudan kalkma.
  • Göz açıklığı.
  • Uyanıklık.
  • Uyanıklık. (Arapça)
  • Uyanık olma.

teyakkuz-ı arifane / teyakkuz-ı ârifâne

  • Bilen birine yakışır bir şekilde bir uyanıklılık.

teyakkuz-u kamil / teyakkuz-u kâmil

  • Tam anlamıyla uyanıklık.

teyakkuz-u tam

  • Tam bir uyanıklılık; bütün yönleriyle uyanık ve dikkatli olma hâli.

teyemmüm

  • Kasd.
  • Fık: Su bulunmadığı veya su bulunup da kullanılması mümkün olmadığı takdirde temiz olan toprak cinsinden bir şey ile, abdestsizliği veya gusülsüzlüğü -hadesi- gidermek maksadiyle yapılan bir ameliyedir.
  • Su bulunmadığı veya bulunup da özür sebebiyle kullanmak mümkün olmadığı takdirde; temiz toprak veya taş, kum, kerpiç gibi toprak cinsinden bir şey ile hadesi yâni mânevî kirliliği, abdestsizliği gidermek için, elleri toprağa sürüp yüzü ve kolları mesh etmek.
  • Kast.
  • Su bulunmadığı veya bulunup ta kullanılması mümkün olmadığı takdirde temiz toprak cinsinden bir şeyle abdestsizliği veya gusülsüzlüğü giderme işi.

teyemmün

  • Uğur sayma. Bir şeyle teberrük eylemek. Bir şeyi mesut ve uğurlu saymak.
  • Ölüyü kabirde sağ yanına yatırmak.
  • "Ben Yemenliyim" demek.

teyettüm

  • Kulluk etmek.
  • Aşkın insanı hor ve zelil etmesi.

teza'zu'

  • Mâni olma, önleme, engel olma.

tezadd-ı tabi' / tezadd-ı tâbi'

  • Sonradan gelenin, tâbi olanın zıt olması. Tâbi olanın zıt oluşu.

tezahür

  • Meydana çıkma, belirme, görünme. Gösteriş.
  • Birbirini korumak, birbirine arka olmak.
  • Arkalaşmak; yâni birbirine yardım etmek.
  • Avretine zıhar etmek, yani zevcesinin arkasını validesinin arkasına teşbih ederek "zuhruki kezuhri ümmî" demek.

tezehhüd

  • Kendini dindar göstermek. Sun'i surette dindar olmak.
  • Dünyevî ve nefsanî şeylerden elini çekmek, ibadet etmek.

tezekkür

  • Unuttuktan sonra hatıra getirmek. Zikretmek.
  • Bir şeyi ders gibi tekrar ile ezbere almak.
  • Birkaç kişi toplanıp iş üzerine görüşmek.
  • Akla getirme, hatırlama, anımsama.
  • Birkaç kişinin toplanarak bir işi konuşması, görüşme, müzakere etme.

tezekkür-i mevt

  • Ölümü hatırlamak. İnsanın kendini ölmüş, teneşir tahtası üzerinde yıkanmış, kefene sarılmış ve tabuta konulmuş ve mezâra gömülmüş olarak düşünmesi.

tezemmüm

  • Kişi kendi üzerine hak lâzım kılmak.
  • Ahd ü eman etmek.
  • Arlanmak. Utanıp çekinmek.

tezevvüd

  • Azıklanma. Yanına yiyecek alma.

tezkiye-i nefs

  • Nefsi, İslâmiyet'in haram ettiği, beğenmediği şeylerden, kötü isteklerinden temizlemek.
  • Nefsini beğenme, insanın kendindeki nîmetleri, iyilikleri, kendinden bilip, Allahü teâlânın verdiğini düşünmemesi. Bu nîmetlerin Allahü teâlâdan geldiğini bilip, kendinin kusurlu olduğunu düşünmek

ticani / ticanî

  • Kuzey Afrikada, hicri 1200 tarihlerinde Ahmed Ticanî adında bir şahıs tarafından kurulan bir tarikattır.

ticani meselesi / ticanî meselesi

  • Ticanî tarikati konusu.

ticaniyye / ticâniyye

  • Evliyânın büyüklerinden Ebü'l-Abbâs Ticânî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.

ticaret eşyası / ticâret eşyâsı

  • Ticâret niyetiyle alınıp, ticâret için saklanılan eşyâ.

tıla'

  • Sürülecek şey. Sürülecek merhem, yağ veya ilâç.
  • Madeni parlatmakta kullanılan sıvı yaldız.
  • Cilâ verecek boya.
  • Diş sarılığı.
  • Üzüm suyundan kaynatmak sebebiyle üçte birinden azı giden şarap.

tilad

  • Köle, hayvan, mülk, mal gibi şeyler.
  • Kendi yanında eskiden beri mevcud olan ve yeni olmuş olan şey.

tilavet secdesi / tilâvet secdesi

  • Kur'ân-ı kerîmdeki on dört secde âyetinden herhangi birini okuyan veya işiten bir mükellefin yâni akıllı ve ergenlik çağına erişmiş bir müslümanın yapması vâcib (lâzım gelen) secde. Secde âyetleri, Kur'ân-ı kerîmin; A'râf, Ra'd, Nahl, İsrâ, Meryem, Hac, Furkân, Neml, Secde, Sâd, Necm, İnşikâk ve Ala

tılsım

  • Herkesin bilip çözemediği gizli şey.
  • Gizli sır. Fevkalâde kuvvet ve te'siri hâiz olan şey.
  • Definenin bulunmasına mâni olan mevhum şey.

timsal-i aks

  • Yansımanın görüntüsü.

tınin

  • (Bak: Tanin)

tinnin / tinnîn

  • Büyük yılan, ejder, ejderha.
  • Koz: Gökte yedi burc boyunca uzanan hafif beyazlık.
  • Ejderha burcu. Semânın şimal yarım küresinde Küçük Ayı burcunu etrafından saran, kıvrılıp bir yıldız dörtgeni ile nihayet bulan bir burç.

tire / tîre / تيره

  • Karanlık. Bulanık. (Farsça)
  • Karanlık. (Farsça)
  • Bulanık. (Farsça)
  • Koyu. (Farsça)

tiregi / tiregî

  • Karalık. Bulanıklık. (Farsça)

tiregun

  • Bulanık renkli, kara renkli. Rengi bulanık. (Farsça)

tişe / tîşe

  • Muharebede kullanılan başı sivri ve keskin balta, keser. (Farsça)

tonaj

  • Bir vasıtanın iç hacmine göre taşıma kapasitesi.

traj

  • Basılan gazete veya mecmuanın baskı sayısı. (Fransızca)

tübba'

  • Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bi'setten evvel geleceğini haber veren ve şiiri ile imanını ilân eden bir Yemen Meliki.
  • Câhiliyetten evvel Yemen Padişahlarının nâmı.
  • Bir kuş cinsi.

tufan

  • Çok şiddetli ve her tarafı kaplayan yağmur.
  • Nuh Peygamber (A.S.) zamanındaki büyük su baskını hâdisesi.

tufan-ı gadir / tûfan-ı gadir

  • Hainlik tufanı.

tufan-ı maasi / tufan-ı maâsi

  • İsyanlar, günahlar tufanı.

tufye

  • Mukul ağacının yaprağı. Yılanın arkasındaki hatta teşbih edilir.

tugmus

  • Şeytanın ve cinnin gayet habisi.

tuhme

  • Hayvanın burnunun kara olması.

tuluat / tulûat

  • Kalbe gelen ilhamlar, ani doğuşlar.

tumaninet / tumânînet

  • Namaz kılarken rükû' ve secdelerde ve kavmede (rükû'dan kalktıktan sonra ayakta durmakta) ve celsede (iki secde arasında oturmada) bütün âzânın (uzuvların) hareketsiz kalması. Sübhânallah diyecek kadar bir miktar durması ise, ta'dîl-i erkândır.

tunb

  • Nâhiye, cânip, taraf, yön.

tunburani

  • (Tunburâni) Tanbur çalan.

tur-i sina / tûr-i sînâ

  • Tûr dağı. Allahü teâlânın Mûsâ aleyhisselâmı peygamberlikle müjdelediği ve sonra Tevrât'ı indirdiği, Kızıldeniz'in kuzeyinde, Asya ve Afrika kıtalarının arasındaki Sinâ yarımadasının güney kısmında yer alan dağ.

türkistan

  • Türklerin anayurdu olan ve Hive, Fergana, Taşkent, Buhara, Semerkant ve Kırgız şehirlerini içine alan büyük bölge.Doğu Türkistan bugün Çin'de, Güney Türkistan ise Afganistan'da, büyük parçası olan Batı Türkistan ise Rusya'da kalmaktadır. (Farsça)

tuvar

  • Evin çevre yanı.

ubudiyet-i insaniye

  • İnsanın kulluğu.

ubudiyet-i külliye-i insaniye / ubûdiyet-i külliye-i insaniye

  • İnsanın geniş ve kapsamlı kulluğu.

ubudiyyet / ubûdiyyet

  • Allahü teâlânın emirlerine teslîmiyet ve boyun eğmek. Allahü teâlânın işinden râzı olmak. Her an Allahü teâlâyı hatırlamak, anmak.

uçbeyi

  • Hudutlardaki sancakbeyleri hakkında kullanılan bir tâbir idi. Orta çağlarda Türk Devletinin uçbeyleri yarı müstakil idiler. Bağlı bulundukları devletler zayıfladıkça istiklâl dereceleri artar, neticede müstakil devlet olarak ortaya çıkanlar olurdu. Akkoyunlular, Karakoyunlular ve nihayet Osmanlılar

ud'iyye

  • (Çoğulu: Eda'i) Mesel, hikâyat.
  • Bilmece, yanıltmaç.

uddet

  • Gelecek zamanın hâdiseleri için, darlığa düşmemek için mal ve silâh gibi şeylerde hazırlık. Mühim levâzımat.
  • İstidad.
  • Gençlerin yüzlerinde çıkan sivilce.

ufave

  • Çorbanın sonu.

uffe

  • Bir deniz hayvanı.
  • Davarın emziğinde kalan süt bakiyesi.

ufk-u nazar

  • Bakış ufku, görüş mesafesi; insanın görebileceği alan.

ufunet

  • Çıban veya yaranın çürüyüp fena kokması.
  • İltihab.
  • Her hangi bir maddenin çürümesinden hasıl olan pis koku, çürük kokusu.
  • Sıkıntı veren manevî ağırlık.

ugluta

  • (Çoğulu: Uglulât - Egalit) Bilmece, bulmaca, yanıltmaca.

ugniyye

  • (Çoğulu: Egâni) Ahenk.

uhciyye

  • Bilmece, bulmaca, yanıltmaca.

uhcüvve

  • Bulmaca, yanıltmaca, bilmece.

uhud-u tevhid

  • Tevhidin Uhud Dağı; sağlam ve sarsılmaz tevhid inancı için bir benzetme olarak kullanılmış.

uknum / uknûm

  • (Çoğulu: Ekanim) Asıl.
  • Hıristiyanların kabûl ettiği teslis (üç tanrı) inancındaki üç asıl veya üç esas varlıktan her birine verilen ad. Üçüne birden üç uknum mânâsına ekânim-i selâse denir.

ukr

  • Kısırlık.
  • Kısır olan kadının veya dişi hayvanın hali.
  • Mc: Netice alamama.

ukuk

  • Anaya babaya itaatsizlik ve hürmetsizlik etmek. Zorbalık, tanımamak, âsi olmak.

ukul-ü nuraniye erbabı

  • Nuranî akıl sahipleri; akıl yoluyla manevî hakikatlerin nuruna ulaşan kişiler.

ulcum

  • (Çoğulu: Alâcim) Erkek kurbağa.
  • Dağ keçisinin erkeği.
  • Deve kuşu.
  • Sağlam ve dayanıklı deve.
  • Çok su.
  • Gece karanlığı.

ulema / ulemâ

  • Âlimler, ilim sâhibleri; zamânın fen ve edebiyât bilgilerinde yetişmiş, Kur'ân-ı kerîmin ve binlerce hadîs-i şerîfin mânâsını ezberden bilen, İslâm'ın yirmi ana ilim ve kolları olan seksen ilimde mütehassıs (uzman), tasavvufun (evliyâlığın) en yüksek derecesine ulaşmış, yetişmiş ve yetiştirebilen, i

ulema-i ilm-i huruf

  • Kur'anın bir harfinden, bir sahife kadar esrar bulduklarını söyleyen ve dâvalarını, o fennin ehline isbat edenler.

ulguze

  • Bilmece, bulmaca, yanıltmaca.

ülkü

  • Bazı öz türkçecilik taraftarlarınca kullanılmış bir kelimedir. Divan-ı Lügat-ıt Türk'te "Peyman" mânasına geldiğine merhum A. Hamdi Elmalılı işaret ediyor: "Ahd ü misak" da denir. Emanî, ideal mânâsına kullananlar varsa da yanlıştır.

ülü'l-azm

  • Şerîat sâhibi, yeni din getiren peygamberlerden altı tânesine ve en büyüklerine verilen ad. Bunlar; Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed aleyhimüsselâmdır. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara anlatırken çok sıkıntı çektikleri ve bu sık ıntılara sabr ettikleri için kendilerine bu isim

ülü'l-emr

  • Emir sâhibleri. Devlet başkanı ve onun vazîfe verdiği kimseler veya İslâmiyet'in emir ve yasaklarını insanlara öğreten ve anlatan âlimler.

uluhiyet-i sariye ve hayat-ı sariye / uluhiyet-i sâriye ve hayat-ı sâriye / ulûhiyet-i sâriye ve hayat-ı sâriye

  • Vahdet-ül vücud ehlince kullanılan tasavvufî tabirler olup; İlâhî sıfatların ve hayatiyetin eşyaya sirayet etmesi, yani tecelli etmesi mânasında olan bu tabirlerden, ehil olmayanlar; Allah'ın tecessümünü veya eşyaya hulûl'ünü veya eşya ile ittihad ve ittisal'ini zu'metmek gibi bâtıl vehimlere düştül
  • Vahdetü'l-vücud ehlince kullanılan tasavvufî tabirler olup; İlâhî sıfatların ve hayatın eşyaya sirayet etmesi.

ulum-i nakliyye / ulûm-i nakliyye

  • Din bilgileri; edille-i şer'iyye denilen dînin dört temel kaynağından yâni Kur'ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden, icmâ-ı ümmet, kıyâs-ı fukahâdan elde edilen bilgiler, ilimler.

ulum-u mütearefe / ulum-u müteârefe

  • Herkesin bildiği ve tanınmış olan ilimler.

ulum-u mütearife / ulûm-u müteârife / عُلُومُ مُتَعَارِفَه

  • Herkesin bildiği tanınmış ilimler.

ulüvv-ü şan

  • Şanın yüceliği.
  • Şânı şerefi büyük. Yüksek şeref.

umde

  • İnanılacak şey.
  • Prensip, temel fikir.
  • Dostluk. Güvenilecek yer veya kimse.
  • Kavim veya kabilenin muteber ve mu'temedi olan. Reis. Serasker.
  • Dayanacak, inanılacak şey.
  • Güvenilecek yer, kimse.

ümm-üd dünya

  • Dünyanın anası. Mısır.

ümm-ül kitab

  • Kitabın anası, esası. Levh-i Mahfuz ve ilm-i İlâhî. (Yâni: Kur'ân, İlm-i İlâhîde, Levh-i Mahfuz'da ezelî ve ebedî olarak mahfuz bulunduğundan Kur'anın aslı ve anası mânasında kullanılan bir tabirdir.)
  • Kur'an-ı Kerim'in müteşabih olmayan muhkem âyetlerine de kitabın anası, esası mânas

ümmet

  • Cemaat, kavim, taife.
  • Bir hâkim milletin ashabından olan hey'et-i içtimaiye.
  • Bir peygambere inanıp onun yolundan giden insanların hepsi. Bir peygamberin Hakka davet ettiği cemaat.
  • Bir dille konuşan millet.
  • Arkasına düşülecek bir cemaat veya tarikat.
  • Hz. Peygambere inanıp onun yolundan giden mü'minler.

ümmet-i merhume-i muhammediye

  • Hz. Muhammed'e inanıp onun yolundan giden, Allah'ın rahmetine ermiş olan Müslümanlar.

ümmet-i muhammediye

  • Hz. Muhammed'e inanıp onun yolundan giden Müslümanlar.

ümmi sinan

  • (Vefatı Hi: 958, Mi: 1551) Halvetî Tarikatı, Sinaniye kolunun piridir. Bursa'lı olduğu nakledilir. Karaman'lı olduğu hakkında da rivayet vardır. Risale-i Şerife-i İstanbulî Ümmi Sinan adında bir eseri vardır. (R. Aleyh.) (Osmanlı Müellifleri sh: 214)

ümmid ve korku / ümmîd ve korku

  • Allahü teâlânın rahmetini ummak ve azâbından korkmak.

umre

  • Ziyâret etmek. Hac zamânı olan beş günü yâni Arefe ve Kurban bayramının dört günü dışında, istenildiği zaman ihrâma girip Kâbe-i muazzamayı tavâf etmek ve Safâ ile Merve arasında sa'y etmek (yürümek), saçı kazımak veya kesmekten ibâret olan ibâdet. Umreye Hacc-ı asgar (küçük hac) da denir.
  • Hac zamânı olan beş günden yâni Arefe ve Kurban bayramının dört gününden başka, senenin her günü ihrâma girip Kâbe'yi tavâf etmek, Safâ ile Merve arasında sa'y yapmak ve saç kazımak veya kesmek.

unat

  • (Tekili: Ani) Esirler.
  • Adi, bayağı ve aşağılık kimseler.

unayil

  • (Çoğulu: Anâyil) Berk, metin, sağlam, dayanıklı, muhkem.

unfuvan

  • Gençlik ve güzelliğin başlangıcı, en parlak zamanı.
  • Parlaklık, tazelik.

unsul

  • Ada soğanı.

unsurculuk

  • Irkçılık; olumsuz ve zararlı biçimde kullanılan ırkçılık, milliyetçilik.

ünvan-ı ilahi / ünvan-ı ilâhî

  • Allah'ın ünvanı, ismi.

ünvan-ı mahsus

  • Özel ifade, bir kişiye özel olarak kullanılan ünvan.

ünvan-ı sıfat

  • Sıfat ünvanı, sıfat isim.

ünvan-ı velayet / ünvan-ı velâyet

  • Velîlik ünvanı.

urefa / urefâ

  • Ârifler, Allah'ı isim ve sıfatlarıyla hakkıyla tanıyanlar.

uruk-u insaniyetkarane / uruk-u insaniyetkârâne

  • İnsanlık değerlerini harekete geçiren damarlar, insanlık damarı, insanî duygular.

uruz

  • (Tekili: A'raz) Fık: Nakit para, hayvan ve yenecek şeylerden olmayıp, kitap, manifatura eşyası, kumaş gibi mallar.

urvet-ül-vüska / urvet-ül-vüskâ

  • Tutunulacak en sağlam kulp.
  • İslâmiyet veya Kur'ân-ı kerîm.
  • Dinde güvenilir, kendisine uyulacak büyük âlim mânâsına, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin üçüncü oğlu olan Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî'nin lakabı.

urz

  • Mania, engel. Açıktan hedef gibi bir şeye mâruz olup duran.
  • Hâcet, ihtiyaç.
  • Taraf, nâhiye, cânip.
  • Vasat, orta.

üsir

  • Yaranın iyi olduktan sonra kalan izi.

üslub-u ali / üslub-u âlî

  • Edb: Üstün ifade tarzı. İfadenin yüksek ve nezih olanı.

üslub-u hakim / üslub-u hakîm

  • Edebî san'atlardan biridir. Sorulan bir suale, soranın halini nazara alarak başka bir sual gibi telâkki edip, ona göre cevab vermek demektir. Meselâ : Bazı Ashab Resulüllah'a (A.S.M.) hilâlin ince başlayıp, kalınlaşarak bedr şekline gelip, sonra yine başladığı şekle dönmesinin sebebini sordular. Bun

üslub-u mücerred

  • (Sade üslub) Bu üslupta tabiîlik, akıcılık, selâset, kısalık, mânâ ve maksada kifayet sıfatları vardır. Bu üslup, âlet ilimlerinde, ders kitablarında, konuşmalarda ve beşerî muamelelerde kullanılır.

üslub-u mücerret / üslûb-u mücerret

  • Sade, basit üslûp (Bu üslûpta tabiîlik, akıcılık, kısalık, mânâ ve maksada yetecek kadar izah nitelikleri vardır. Ders kitaplarında, günlük hayatta ve konuşmalarda genellikle bu üslûp kullanılır).

üslub-u müzeyyen

  • (Ziynetli ve parlak üslub) Bu üslub tergib ve terhib (teşvik etme ve sakındırma) gibi hususları tazammun eder. Hitabiyat ve iknaiyatta kullanılır.

usnun

  • (Çoğulu: Asânin) Sakal ucu.
  • Her nesnenin evveli.
  • Devenin çenesi altında olan uzun kıllar.

uşşakiyye / uşşâkiyye

  • Evliyânın büyüklerinden Hasan Hüsâmeddîn Uşâkî'nin tasavvuftaki yolu.

üstad-ı ali / üstad-ı âli

  • Şanı yüce, yüksek Üstad.

üstad-ı alişan / üstad-ı âlîşân

  • Şanı yüce üstad.

üstad-ı ihtiyaç

  • İhtiyaç öğretmeni; insanı bir hoca gibi öğretip eğiten ihtiyaç.

üstad-ı mübelliğ

  • Tebliğ edici, irşad edip tanıtıcı ve bildirici üstad.

üstam

  • Güvenilir, itimad edilir, inanılır, emin. (Farsça)
  • Gümüş veya altından yapılmış üzengi, at eyeri. (Farsça)

üstur / üstûr / استور

  • Binek ve yük hayvanı. (Farsça)

üstüvar

  • Kuvvetli, dayanıklı, sağlam, muhkem. (Farsça)
  • Güvenilir, itimad edilir. (Farsça)

usul bilgileri / usûl bilgileri

  • İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe ile İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed'in kavillerini (ictihâdlarını, re'ylerini, sözlerini) içerisinde bulunduran El-Mebsût, Ez-Ziyâdât, El-Câmi-us-Sagîr, Es-Siyer-us-Sagîr, El-Câmi-ül-Kebîr, Es-Siyer-ül-Kebîr kitablarındaki fıkıh (din) bilgileri. Bu altı kitabı İmâm-ı Muha

usul ve erkan-ı imaniye / usul ve erkân-ı imaniye

  • İmanın esasları ve temelleri.

usul-i din / usûl-i din

  • Kalb ile inanılması lâzım olan bilgiler, îmân ve îtikâd bilgileri.

usul-i imani / usul-i imanî

  • İmanın esasları, şartları.

usul-ü imaniye

  • İmanın esasları.

utaş

  • İnsana ârız olan bir hastalıktır ve hasta insanın yüreği yanar, suyu içer, yine kanmaz.

utm

  • (Utüm) Yabani zeytin ağacı.

ütrur

  • Subaşı oğlanı.

üveys-el karani / üveys-el karanî

  • Hz. Ebu Bekir ve Ömer (R.A.) devirlerinde Medine-i Münevvere'de çok hürmet gören ve Tabiînin büyüklerinden olup hadis-i şerif ile medh ü senâsı yapılan büyük bir veli. Peygamberimiz (A.S.M.) zamanında yaşamış ise de vâlidesine çok hürmetinden dolayı Peygamberimizle görüşememiş, fakat ona bütün ruh u

üveysi / üveysî / اُوَيْس۪ي

  • (Üveysî tarzı) Veysel Karanî Hazretleri gibi sevdiği ve kendisine bağlı olduğu zatı görmeden ve gaybî olarak olan muhabbet ve bağlılık; ve bu muhabbetle bağlı olduğu zattan manevî feyz almak tarzı.
  • Üstâdı, hocası olsun olmasın, hayatta veya vefât etmiş bir büyüğün rûhâniyetinden istifâde ederek, terbiye görerek yetişen, olgunlaşan kimse. Bu şekilde yetişme yoluna üveysîlik denir.
  • Veysel Karânî Hazretleri gibi sevdiği ve kendisine bağlı olduğu zâtı görmeden, gıyaben bağlanma, ders alma.
  • Hz. Veysel Karanî gibi bağlandığı zatı hiç görmediği halde ondan vasıtasız ders ve feyiz alma tarzı.

uzima

  • Vücutta bir organın ateşsiz ve ağrısız olarak şişmesi.

üzn

  • Kulak. İşitme organı.

uztumme

  • İnsanın ırk ve nesebi.
  • Her şeyin aslı.

uzv-u insani / uzv-u insanî

  • İnsan bedeninin bir organı.

uzvi / uzvî / عضوی

  • (Uzviye) Uzva ait. Canlı. Organik.
  • Organik. (Arapça)

uzviyye / عضویه

  • Canlı, organik. (Arapça)

va

  • "Vah, yazık" meâlinde olup hayf, hasret, esef gibi kelimelerle birlikte söylenir. (Buna Arabçada "edât-ı nüdbe" denir.)Türkçede bunun yerine; vâh, vây, eyvâh edatları kullanılır. Bunlar bâzan şiddet ve te'yid için tekrar edilir.

va'd

  • Söz verme, söz verilen şey.
  • Allahü teâlânın; emirlerini yerine getirenleri çeşitli nîmetlerle mükâfâtlandıracağını, karşı gelenleri ise, azâb ile cezâlandıracağını bildirmesi, söz vermesi. Buna va'd-ı ilâhî de denir.
  • Bir kimsenin, başka birisine bir husûsta söz vermesi.

va'id / va'îd

  • Allahü teâlânın azâb yapacağına söz vermesi.

va'ke

  • Cenk yeri, dövüş alanı.

va'z

  • Öğüt, nasîhat; emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yâni iyiliği emr, kötülükten menetme.
  • Dinî mes'eleler üzerinde konuşup nasihat etmek. Kalbi yumuşatacak sözlerle insanı iyiliğe sevke çalışma.

vacid / vâcid

  • Vücuda getiren.
  • Varlıklı. Fâtır. Gani ve zengin.
  • Mevcud olan.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Ma'bûd, Rab, ilâh olan, zâtında bulunması lâzım ve lâyık olan bütün sıfatları kendisinde bulunan, hiçbir şeye muhtaç olmayan, kendisinden hiçbir şey gizli kalmayan.

vahdaniyyet / vahdâniyyet

  • Allahü teâlânın zâtî sıfatlarından. Allahü teâlânın zâtında, sıfatlarında ve işlerinde tek olup, ortağı olmaması.

vahdet mertebesi

  • Bir ve tek olmanın zarurî olduğu derece.

vahdet-i sani / vahdet-i sâni

  • Herşeyi san'atla yaratanın birliği; kâinatın san'atkârı olan Allah'ın birliği.

vahdet-i vücud

  • Varlıkların tek asıldan çıkma inanışı.. Tasavvufî bir görüş. Varoluşun tek kaynağa bağlılığı.

vahid / vâhid

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Zâtında benzeri olmamakta tek olan.

vahid-üd dehr / vahîd-üd dehr

  • (Vahîd-üz zaman) Zamanın, devrin eşi bulunmaz tek insanı.

vahş / وحش

  • (Çoğulu: Vuhuş - Vahşân) İnsandan kaçan, yabani ve ürkek hayvan.
  • Tenha ve ıssız yer.
  • Yabanıl. (Arapça)

vahşan / vahşân

  • (Tekili: Vahş) Issız, tenha yerler.
  • Yabani hayvanlar.

vahşet / وحشت

  • (Vahş - Vahiş) Yabanilik.
  • Issızlık, tenhalık.
  • Vehim, ürküntü. Korku. Vahşilik.
  • Tenha, ıssız, korkunç yer.
  • Elbise ve silâhını çıkarıp atmak.
  • Aç kimse.
  • Ürkütücü yabanilik.
  • Yabanîlik. (Arapça)
  • Korku. (Arapça)

vahşet-zar / vahşet-zâr

  • Yabani, ıssız yer. (Farsça)

vahşetabad / vahşetâbâd

  • Korku veren yabani yer.

vahşi / vahşî / وحشى

  • Yabanî, ürkek, merhametsiz.
  • Yabanî. (Arapça)
  • Acımasız. (Arapça)

vahy

  • Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını, peygamberlerine melek vâsıtasıyla veya vâsıtasız olarak bildirmesi.

vahy-i gayri metluv / vahy-i gayri metlûv

  • Allahü teâlâ tarafından peygamberlerin kalblerine bildirilen vahyi, peygamberlerin kendilerine âit kelimelerle yanındakilere bildirmesi. Hadîs-i kudsî.

vak'a-i hayriye

  • Tar: Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması münasebetiyle kullanılan bir tabirdir. İlk önceleri büyük hizmetleri görülen Yeniçeriler, zamanla nizam ve intizamlarını kaybettikleri gibi, son zamanlarda uygunsuz hareket ve isyanlarla memleketin başına belâ kesildikleri için, ocağın lağvı hayırlı sayılmış ve b

vak'a-nüvis

  • Osmanlı İmparatorluğu devrinde, zamanın hâdiselerini kaydetmekle vazifeli olan resmi devlet tarihçisi. (Farsça)

vakf

  • Mükellef (akıllı, müslüman ve ergenlik çağına erişmiş)kimsenin kendi mülkü olan mütekavvim (belli, kıymetli ve dayanıklı) malının menfaatini (faydasını) hiçbir şarta bağlamadan, müslüman veya zımmî (gayr-i müslim vatandaş), bütün veya belli fakirle re bırakması. Vakfın çoğulu evkâftır. Vakfe

vakıa-i ruhaniye / vâkıa-i ruhaniye

  • Ruhanî ve mânevî âlemde müşahede edilen ve görülen olay.

vakt-i gaflet

  • Dalgınlık vakti, uyku anı.

vakt-i hacet / vakt-i hâcet

  • İhtiyaç zamanı.

vakt-i hazar

  • Barış zamanı.

vakt-i kerahet / vakt-i kerâhet / وَقْتِ كَرَاهَتْ

  • Namaz kılmanın mekrûh olduğu vakit.

vakt-i kıraat

  • Okuma zamanı.

vakt-i nüzul

  • İnme zamanı, yağmurun yağma zamanı.

valaşan / vâlâşân

  • Şânı yüce. (Farsça)

vali / vâlî

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyin mâliki (sâhibi), yaratıcısı, bütün işler tasarrufunda olan, her şey O'nun irâdesi, hükmü ile olan.

valice

  • İnsanı şiddetle tutan bir hastalık.

var / vâr

  • (Teşbih edatıdır) Gibi, ...li, kerre, def'a, sâhib, mâlik, lâyıklık (yerinde kullanılarak birleşik kelimeler yapılır). Meselâ: Melek-vâr : Melek gibi. Ümid-vâr: Ümidli. (Farsça)

varak-pare-i fazılane / varak-pâre-i fâzılâne

  • Sizin çok değerli yaprak parçanız, kağıt parçanız.

varaka

  • Tek yaprak hâlindeki kâğıt.
  • Nebât yaprağı. Maden yaprağı. Kitap yaprağı.
  • Hasis kimse.
  • Peygamberimize (A.S.M.) ilk vahyin geldiği sırada Hz. Hatice vâlidemizin (R.A.) hâdiseyi kendisine bildirdiği ve o zamanın meşhur bir âlimi olan Varaka İbn-i Nevfel'in adı.

vari

  • Semiz et.
  • Vahşi hımar, yabani eşek.

varik

  • (Çoğulu: Vürük) Süs için palanın önüne geçirip astıkları saçaklı kıvrımlı esvap.
  • Nakışlı kumaştan yapılmış saçaklı palan ve eyer örtüsü.

vasati saat / vasatî saat

  • Hakiki güneşe tâbi olmak üzere, muntazam hareket ettiği tasavvur olunan mevhum bir güneşin, o yerin nısfun nehârından (meridyeninden) arka arkaya iki defa geçişi arasındaki zamanın yirmi dörtte biri.

vasf-ı tahsini / vasf-ı tahsinî

  • Bir şeyin mahiyetini beyan etmekten ziyade lâfzını süslemek için kullanılan sıfatlar. Bunlar haşv-i melih kabilindendir.

vasi' / vâsi'

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Rahmeti, ilmi, kudreti, ihsânı ve nîmetleri her şeyi kuşatan ve her şeye kâfi olan, kudretinin ve ilminin nihâyeti olmayan.

vasiyet

  • Bir işi birisine havale etmek.
  • Emir.
  • Fık: Bir malı veya menfaatı, ölümden sonrası için bir şahsa veya bir hayır cihetine teberru yolu ile (yani, meccanen) temlik etmek.

vassaf

  • Özellikleri tanıtan.

vatan

  • İnsanın yerleştiği, oturduğu yer, memleket.

vatan-ı asli / vatan-ı aslî

  • Bir insanın doğup büyüdüğü veya içinde barınmak kasdedip, başka yere gitmek istemediği yerdir. Yalnız en az 15 gün kalmak istediği yer de kendisi için vatan-ı ikamettir.
  • Cennet.
  • İnsanın doğduğu veya evlendiği veya ayrılmamak niyeti ile yerleştiği yer.

vatan-ı dünyevi / vatan-ı dünyevî

  • Dünya vatanı.

vatani / vatanî

  • (Vataniyye) Vatanla alâkalı. Vatana ait.

vatanperver

  • Vatanını seven.
  • Vatanını seven. Memleketine hizmet eden. (Farsça)

vatanperverane / vatanperverâne

  • Vatanını seven kimseye yakışır şekilde. (Farsça)

vaty etmek

  • Erkeğin hanımına yaklaşması; cimâ etmek.

vav-ı kasem

  • Gr: Herhangi bir kelimenin, çok defa Allah isminin evveline gelerek, yemin için kullanılan vav harfi. Vallahi, Veşşemsi, Velfecri kelimelerinde olduğu gibi.

vavik

  • Okun nişana dokunmayıp yanına düşmesi hâli.

vazife-i kudsiye-i imaniye

  • Mukaddes iman vazifesi, kutsal imanî görev.

vazife-i milliye ve vataniye

  • Millî ve vatanî görev.

vazife-i tefekküriye ve ubudiyet

  • Varlıklar ve olaylar üzerinde düşünüp Allah'ı tanıma ve Ona kullukta bulunma görevi.

vazife-i tesbihiye

  • Allah'ı övme ve şanına layık ifadelerle anma görevi.

vazife-i zaruriye-i insaniye

  • İnsanın zorunlu vazifesi, görevi.

vaziyet almak

  • Davranış sergilemek.

vebr

  • Kocakarı soğuğundan bir gün.
  • Ada tavşanı, ak tavşan.

vecd-efza / vecd-efzâ

  • Vecdi artıran, heyecanı çoğaltan. (Farsça)

vedi / vedî

  • İdrârdan sonra çıkan, yapışkan, beyaz ve bulanık koyu sıvı.

vedud / vedûd

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Bütün yarattıklarına ihsân eden, onlara iyilik ve ihsân etmeyi seven, beğenen Allahü teâlâ.

vef'a

  • Kav ettikleri bez parçası.
  • Şişe ağzını tıpamada kullanılan bez parçası.

vefd

  • Delege, murahhas, elçi.
  • Gelme, vurma, ulaşma.
  • Hususi bir işle başkasının yanına varma, elçilik.

vefr

  • Bir kimsenin ihsanını kabul ettikten sonra rızasıyla reddeylemek.
  • Bolluk.
  • Medh ü sena ile birisinin namusunu muhafaza etmek.

vehbi / vehbî

  • Doğuştan. Allah vergisi. Çalışmakla kazanılmayıp Allah'ın (C.C.) lütfu ile olan.
  • Doğuştan, Allah vergisi, çalışmakla kazanılmayıp Allah'ın lütfu ile olan.

vehhab / vehhâb

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden), mahlûkâtına (yarattıklarına) ihsân hazînelerinden karşılıksız veren Allahü teâlâ.

vehm

  • İnsanın kalbinde bir şey hakkında iki ihtimâlden az, zayıf olanı.

vehvah

  • Yaban eşeğinin anırtısı.

vekalet / vekâlet

  • Bir kimsenin, bir veya birçok işi yapmak için, başkasını kendi yerine koyması yâni başkasına iş havâlesi. Vekil edene sâhib veya müvekkil, vekâlet verilip yerine geçirilene vekîl denir.

vekil / vekîl

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Mahlûkâtın dünyâda ve âhirette işlerini hakkıyla yerine getiren, rızkları veren, tevekkül etmeye (kendisine güvenilmeye) lâyık olan.
  • Bir kimsenin, bir işi yapmak için kendi yerine koyduğu, işini havâle ettiği kimse.

vekil-i dahiliye

  • İçişleri Bakanı.

veled-i manevi / veled-i manevî

  • Evlâdlığa kabul edilen, âhiret evlâdı. Bir hocanın talebesi. Mürid.

veli / velî

  • Sahib, mâlik.
  • Evliya.
  • Muin. Muhafaza eden.
  • Küçük çocukların hâlinden mes'ul kimse.
  • Sıddık.
  • Baba. Babanın babası, cedde de denir.
  • Fık: Hayatını mücadelelerle ve azimet ve fevkalâde bir zühd ve takva ile ibadet ve taata sarfederek kendisinden All
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Mü'minleri seven, onlara yardım eden, işlerini bitiren, sevdiklerini sevmediklerine gâlib, üstün kılan, kâfirleri sevmeyen.
  • Bir çocuğun veya kadının babası yoksa baba tarafından dedesi, yoksa kâdı veya bunların vasî tâyin ettik

velvele-i naz ü niyaz / velvele-i nâz ü niyaz

  • Allah'a yalvarıp yakarmanın heyecanlı, coşkun sesi.

ver

  • "Sahib, mâlik; anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dâniş-ver : Âlim. Suhan-ver : Edip, şâir. (Farsça)

vera'

  • Takvânın ileri derecesi. Bilmediği ve şüphe ettiğini öğrenip iyiye ve doğruya göre hareket edip bütün günahlardan çekinme hâleti.

vera-ül-vera / verâ-ül-verâ

  • Ötelerin ötesi. Nasıl ve ne şekilde olduğu bilinmeyen. Allahü teâlânın nasıl olduğunun bilinemeyeceğini ve akıl ile anlaşılamayacağını, idrâk olunamayacağını ifâde eden dînî bir terim.

veraset-i ahmediye

  • Peygamberimizin (a.s.m.) risaleti yani, Allah'ın insanlara elçiliği yönüne varis olma özelliği.

verb

  • Fetret, fesad.
  • Yabani hayvan ini.

verık

  • Çok eskiden kullanılan gümüş para. Kıymetli para.

verka'

  • (Çoğulu: Verâki') Yabâni güvercin.
  • Açık boz renk.

vesen

  • Uyku ağırlığı. Uyku ile uyanıklık arası.
  • Uyku anında aklın gitmesi.
  • Hâcet.

vesika-i kur'aniye / vesika-i kur'âniye

  • Kur'ân vesikası, Kur'ânî belge, güvence.

vesile / vesîle

  • Kişiyi Allahü teâlâya yaklaştıran, Allahü teâlânın nezdinde (katında) yakınlığa ve hâcetlerin yâni ihtiyâçların giderilmesine sebeb olan her şey.

vesile-i dünya

  • Dünyanın yaratılış vesilesi.

vesile-i icabe-i dua

  • Duanın kabulüne vesile, sebep.

vesn

  • Hafif.
  • Uyku.
  • Uyku anında aklın gitmesi.
  • Uykudan dolayı kişiye ârız olan zayıflık.

vesvese-i şeytan

  • Şeytanın kalbe düşürdüğü şüphe, asılsız kuruntu.

veyh

  • Bir şeyi kandırmak makamında kullanılır.

veyl

  • Vay hâline, yazık, felâket, hüzün ve hüsran.
  • Cehennem'de bir çukur ismi veya Cehennem'in bir kapısına bu isim verilmiştir.
  • Vaid, tehdid makamında kullanılan azab kelimesidir.

veysel karani / veysel karanî

  • (Bak: Üveys-el Karanî)

vezaif-i eşya / vezâif-i eşya

  • Eşyanın vazifeleri.

vezaif-i havaiye / vezâif-i havâiye

  • Havanın görevleri.

vezan

  • "Olmak" yardımcı fiiliyle birlikte kullanılır ve "esen, esici" anlamlarına gelir. (Farsça)

vezani / vezanî

  • Esinti zamanı. (Farsça)

vezir

  • Osmanlı Devleti zamanında en yüksek mülkiye rütbelerine ulaşmış paşa. Hükümdar vekili. Pâdişahın yakınlarından ve onun yükünü üzerine alanlardan, mülkün idaresinde fikir ve tedbir ile meded ve yardım eden. Bu tabir "Vizr" kelimesinden gelir. "Vezr" kelimesinden alınsa; "halkın sığınağı" demek olur.

vezne

  • Tartı. Terazi.
  • Tartı yeri. Eskiden altun ve gümüş paralar sayı ile olduğu gibi tartıyla da alınıp verildiği için bu tabir meydana gelmiştir. Para alınıp verilen yer mânasında da kullanılır. Devlet daireleri ile büyük müesseselerde para alıp veren memura Veznedar denir.
  • Barut

vica'

  • Hayvanı burma, iğdiş etme.

vicdan / vicdân

  • İnsanın içindeki iyiyi kötüden ayırabilen ve iyilik etmekten lezzet duyan ve kötülükten elem alan manevî his.
  • Kendinden geçme, dalma.
  • Bir şeyi bir halde görme, bulma.
  • Duyma, duygu.
  • İnanç.
  • Şuur.
  • Bâtın ile Hakkı tanımak.
  • Din.
  • İnsanın iyiyi kötüden ayırma hissi.

vicdan-ı beşer

  • Kalbî hislerin mazharı ve aynası olan insan vicdanı.

vicdan-ı içtimaiye

  • Toplumun vicdanı, kamu vicdanı.

vicdan-ı umumi / vicdan-ı umumî

  • Bütün toplumun vicdanı, kamu vicdanı.

vicdan-suz / vicdan-sûz

  • Vicdanen sıkıntı ve ızdırap veren, vicdanı yakan.

vicdani / vicdanî

  • (Vicdaniyye) Vicdanla, kalbî his ile ilgili.
  • Kendinden geçip dalmakla ilgili.

vicdani iz'an / vicdanî iz'ân

  • Kalbe ait hislerin aynası olan vicdanın kesin kabulü.

vicdansuz / vicdânsûz

  • Vicdanı rahatsız eden.

vikaf / vikâf

  • Eşek semeri ve palanı.

vilayet yolu / vilâyet yolu

  • Bir vâsıtanın yâni yetişmiş bir velînin yol göstermesi lâzım olan, insanı Allahü teâlâya kavuşturan evliyâlık yolu.

vildan / vildân

  • Allahü teâlânın cennettekilere hizmet için nûrdan yarattığı güler yüzlü ve tatlı dilli hizmetçiler.

virdü'l-işa / virdü'l-işâ

  • Abdülkadir-i Geylânî'ye ait olan bir zikir; Yatsı virdi.

visad

  • Dayanıp rahat edilecek yastık veya şilte.

visadenişin / visâdenişin

  • Yastığa yaslanıp oturan. (Farsça)

vitamin

  • Vücudda yokluğu bazı hastalıklara yol açan ve taze yiyeceklerde ve bazı meyvalarda bulunan organik madde. A, B, C, D, E gibi remizlerle gösterilen çeşitleri vardır. (Fransızca)

vokal

  • İtl. Sesle anlatma.
  • İnsan sesinin müzikte kullanılması.
  • Gr: A, E, I, İ, O, Ö, U, Ü gibi sesli harfler.

vücud-i vehmi / vücûd-i vehmî

  • Tasavvuf ehlinin, eşyânın gördüğümüz varlığına verdikleri isim.

vücud-u harici / vücud-u hâricî

  • Zâhir, ademden çıkmış olan. İlmî vücuddan âlem-i şehadete gelmiş olan. Maddî varlık, cismanî eşya.

vücud-u insaniyet

  • İnsanın vücudu, beden.

vücuh-u i'caz

  • Mu'ciz olmanın yolları. İ'caz nevileri ve vecihleri.

vücuh-u seb'a

  • Yedi vecih. Kur'anın yedi tarzda okunuşu.

vücut sahası

  • Varlık alanı.

vuhuş / vuhûş

  • (Tekili: Vahş) Vahşiler, yabaniler, ehlileşmemiş olanlar.
  • Yabaniler, vahşiler.
  • Yabanilik, yabaniler.

vuku'

  • Düşme, rastlama.
  • Olma, oluş.
  • Gidip çatma.
  • Bir hadisenin çıkış şekli, cereyânı.

vukuat-ı zamaniye

  • Zamanın olayları.

ya

  • "Hey, ey!" mânasında nida olarak kullanılır. Arapçada başına geldiği kelimenin i'rabını ötre okutur. "Yâ-Halimu, Yâ-Rahimu" da olduğu gibi. Yâ, terkibli kelimelerin başına gelirse; baştaki kelimeyi "üstün" meftuh okutur. "Yâ Rabbe-l Âlemîn" de olduğu gibi."Yâ" üç şekilde kullanılır:1- Müennes zamiri

ya'mele

  • İşe dayanıklı cins dişi deve.

ya'ni

  • (Yâni) Bundan maksat, demek, demek isteniyor ki.

yad / yâd / یاد

  • Anma. Hatırda tutma. Zikretme. (Farsça)
  • Hediye. (Farsça)
  • Hâtıra. (Farsça)
  • Hatır, gönül. (Farsça)
  • Uyanıklık. (Farsça)
  • Hatırlama. (Farsça)
  • Gönül, hatır. (Farsça)
  • Anı, hatıra. (Farsça)
  • Yâd edilmek: Anılmak, hatırlanmak. (Farsça)
  • Yâd etmek: Anmak, hatırlamak. (Farsça)

yad edilen

  • Anılan.

yad edilme / yâd edilme

  • Anılmak.

yad edilmek / yâd edilmek

  • Anılmak, hatırlanmak.

yad olunan

  • Anılan.

yad-ı daşt / yâd-ı daşt

  • Nakşibendiyye yolundaki on temel esastan biri. Zikrin, Allahü teâlâyı anmanın ve hatırlamanın kalbe yerleşmesi, meleke hâline gelmesi.

yad-ı gird / yâd-ı gird

  • Hatırlamak; Nakşibendiyye yolundaki on temel esastan biri. Her an Allahü teâlâyı anıp hatırlamaya çalışmak.

yadgar / yâdgâr / یادگار

  • Anı. (Farsça)
  • Hatıra. (Farsça)

yahudiler / yahûdîler

  • Ehl-i kitabdan birisi olan kavim, topluluk. Yâkûb aleyhisselâmın on iki oğlundan gelenler. Bunlara daha önce Benî İsrâil yâni İsrâiloğulları denildi.

yakaza / يَقَظَه / یقظه

  • Uyanıklık, dikkatli olma, uyku ile uyanıklık arasındaki hal.
  • Uyanıklık hali.
  • Uyanıklık.
  • Uyanıklık. (Arapça)

yakazan

  • Uyanık kimse.
  • Tozu yükselen toprak.

yakazaten / يَقَظَةً

  • Uyanık olarak.
  • Uyanık olarak.

yakin-i imaniye / yakîn-i imanîye

  • İmanî kesinlik; kesin olan inanç. Gözle görür derecesinde kesin iman.

yakız

  • (Çoğulu: Eykâz) Uyanık.

yakub aleyhisselam / yâkûb aleyhisselâm

  • Ken'an diyârındaki (Fenike denilen Sayda, Sur ve Beyrut ile Filistin ve Sûriye'nin bir kısmından ibâret olan eski bir memleket) insanlara gönderilmiş olan peygamber. İshâk aleyhisselâmın oğlu, Yûsuf aleyhisselâmın babasıdır. Yâkûb, İbrânice bir isim olup, "Allahü teâlânın saf ve temiz kıldığı kul" m

yakza

  • Uyanıklık. Dikkatte olma.

yakzan / yakzân / يَقْظَانْ / یقظان

  • Uyanık.
  • Uyanık.
  • Uyanık.
  • Uyanık. (Arapça)

yakzaten

  • Uyanık olarak. Şuurlu ve dikkatli surette.

yalmend

  • Aile reisi. Aile başkanı. (Farsça)

yan

  • Hastanın sayıklaması. (Farsça)

yankesici

  • Biçimine getirerek insanın üzerinden gizlice birşey çalan hırsız.

yar / yâr

  • Dost, ahbab, tanıdık. (Farsça)
  • Yardımcı. (Farsça)
  • Âşık. Mâşuk, sevgili. (Farsça)

yar-ı gar / yâr-ı gar

  • Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın en sâdık sahabesi Hazret-i Ebubekir Radıyallahü Anh'ın ünvanı. Hicret esnasında en tehlikeli bir zamanda mağaraya girdiklerinde Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'a sadakatla hizmet ettiğinden bu nam ile anılır.

yaver / yâver

  • Yardımcı. Mededkâr. İmdatçı. (Farsça)
  • En yakın memur. (Farsça)
  • Devlet büyüklerinin yanında bulunan en yakın memur. (Farsça)
  • Komutanların yanında bulunan ve onların emirlerini yazmakla ve gerektiğinde yerine ulaştırmakla görevli subay.

yebani / yebânî / یبانى

  • Görgüsüz, kaba. (Farsça)
  • Yabâni, kırlarda biten. (Farsça)
  • Sıkılgan, ürkek. (Farsça)
  • Yabanıl. (Farsça)
  • Ürkek. (Farsça)
  • Kaba. (Farsça)

yed-i beyza / yed-i beyzâ

  • Musa Aleyhisselâm'ın mu'cize olarak gösterdiği beyaz ve parlak eli. Bu tabir mecaz olarak keramet ve hârikulâde haller ve meziyetler hakkında kullanılır.

yed-i kudret

  • Allahü teâlânın kudreti.

yed-i salahiyet / yed-i salâhiyet

  • Yetki eli, alanı.

yehova şahidleri / yehova şâhidleri

  • Amerika Birleşik Devletleri'nde Ch. Şarl Russel tarafından 1872'de kurulan, 1931 senesinden sonra kendilerini bu adla tanıtmaya çalışan mezheb ve misyoner teşkîlâtına verilen ad.

yemin / yemîn

  • Kuvvet. Bir haberi yâhut bir işi yapma veya yapmama husûsundaki azmi, iddiâyı (sözü); vallahi, tallahi şeklinde, Allahü teâlânın ism-i şerîfini anarak veya dînin izin verdiği sözlerle kuvvetlendirmek.

yemin yümn-ü iman / yemîn yümn-ü îmân / يَم۪ينِ يُمْنِ ا۪يمَانْ

  • Îmânın bereketli sağ eli.

yemin-i yümn-ü iman

  • İmanın bereketli sağ eli.

yerbu'

  • (Çoğulu: Yerabi') Arap tavşanı adı verilen yaban faresi.

yerhamükallah

  • Aksırıp, Elhamdülillah diyene, yanında bulunan kimsenin; "Allahü teâlâ sana merhamet etsin" mânâsına söylediği mübârek bir söz, teşmit.

yeseviyye

  • Evliyânın büyüklerinden Ahmed Yesevî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.

yetn

  • Doğum ânında çocuğun ayaklarının evvel çıkması.

yevm-i ahir / yevm-i âhir

  • Âhiret günü. Îmân edilmesi lâzım olan altı şeyden beşincisi. Arkasından gece gelmeyen gün. Bu zamânın başlangıcı insanın öldüğü gündür.

yevm-i nahr

  • Kurban kesme günü. Zilhicce ayının onuncu yâni kurban bayramının birinci günü. On birinci ve on ikinci günleri de kurban kesme günü olduğundan hepsine birden eyyâm-ı nahr denildi.

yevm-i şek

  • Şüpheli gün. Havanın bulutlu olup, Ramazan ayı hilâlinin görülmemesi sebebiyle Şâbân ayının otuzuncu günü mü, yoksa Ramazân-ı şerîfin ilk günü mü olduğu bilinmeyen, Şâbân'ın yirmi dokuzundan sonra gelen gün.

yevmiye

  • Gündelik. Bir günlük çalışmanın neticesi alınan ücret.
  • Günlük hadiseleri günü gününe kaydetmeğe yarıyan defter, gazete.

yezid

  • (Hi: 26-64) Hz. Muaviye'nin (R.A.) oğlu ve Emeviye Devletinin ikinci halifesi. Şam'da doğdu. Zamanında Kerbelâ hâdise-i elîmesi meydana geldi.

yezid bin ebi süfyan

  • Ebu Süfyan'ın oğlu. Hz. Muaviye'nin büyük kardeşi idi. Ashab-ı kiramdan ve çok sâlih bir zât olup, Mekke-i Mükerreme'nin fethinde müslüman oldu. Hazret-i Ebu Bekir-is Sıddık Radıyallâhü anh'ın Şam'a gönderdiği orduda bir birliğin kumandanı idi. Hz. Ömer zamanında Filistin valisi olmuştu. Taundan vef

yılbaşı

  • Sene başı. Yeni bir senenin başlaması. Başlangıç zamânına göre iki çeşit sene vardır. Mîlâdî ve hicrî sene.

yoldaş-ı hüşdar

  • Akıllı, uyanık yoldaş.

yoldaş-ı hüşyar

  • Uyanık yoldaş.

yuhanna

  • Hz. İsa'nın (A.S.) havarilerinden birisidir. İncillerden birisini yazmıştır. İbranicede Yahya mânasına gelir. Yuhannes, Ohannes, Con (Fr.: Jan) denir.
  • Îsâ aleyhisselâma îmân eden on iki havârîden biri. İbrânî dilinde Yahyâ demektir.Rumca'da Yohannes, İngilizce'de Can, Fransızca'da Jan denir. Dört İncîl'i yazanlardan biridir. Îsâ aleyhisselâmın teyzesinin oğlu idi. Yüz senesinde Efes'te öldü. Hır istiyanlar, on ikinci ayın yirmi yedisinde y

yümn-ü iman / yümn-ü îmân / يُمْنُ اِيمَانْ

  • İnanmanın getirdiği bereket ve uğur.
  • İmanın bereketi, uğuru.

yuz

  • Kaplanı andırır yırtıcı bir hayvan, pars. (Farsça)

za

  • Sâhib, malik, erbab, ehil mânalarında olup, "Zî" ve "Zû" şeklinde de kullanılır. (Müennesi "Zât" dır)

zacir

  • Mâni olan, alıkoyan, yasak eden. Zecreden. Zorlayan.

zadegan / zadegân

  • Asâlet. (Farsça)
  • Temiz ve meşhur soydan olan. Tanınmış ve temiz âileden olan. Aristokrat. (Farsça)
  • Meşhur ve belli âileler cemaatı. (Farsça)

zafer

  • Muvaffak olma, maksada erme. Bir çok uğraşmadan sonra maksada erişme.
  • Düşmanı yenme, üstün gelme. Başarma.

zahib / zâhib / ذاهب

  • Giden. (Arapça)
  • Sanıya kapılan. (Arapça)
  • Zâhib olmak: (Arapça)
  • Gitmek. (Arapça)
  • Sanıya kapılmak. (Arapça)

zahir / zâhir / ظاهر

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Varlığında şek ve şübhe olmayan, her eserinde varlığına deliller, işâretler bulunan yüce Allah.
  • Açık, görünen, dış görünüş, insanın dış görünüşü.
  • Fıkıh usûlü ilminde; sevk edilmediği, kendisi için buyrulmadığı mânâ, açı
  • Ortaya çıkan, görünen, zuhur eden. (Arapça)
  • Belli, açık, aşikâr. (Arapça)
  • Sanırım (Arapça)
  • Görünüş, dış yüz. (Arapça)
  • Zâhir olmak: Ortaya çıkmak, görünmek, zuhur etmek. (Arapça)

zahir haberler / zâhir haberler

  • Hanefî mezhebinin, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe ve talebelerinden gelen kuvvetli, güvenilir haberlerine verilen ad. Bu haberlere usûl haberleri de denir.

zahir ve batın duygular / zâhir ve bâtın duygular

  • İnsanın maddî ve mânevî duyuları.

zaifü'l-akide

  • İmanı zayıf.

zaki

  • (Zâkiyye) Saf ve temiz kimse. Hareket ve davranışları düzgün olan kişi.

zal'

  • Eğilmek, meyl etmek.
  • Dar olmak.
  • Davarın ağır yük getirmekten dolayı yürürken iki yanına eğilmesi.

zama

  • Diş etinin kanının az olması.

zamair

  • (Tekili: Zamir) Zamirler. Bir şeyin iç yüzleri.
  • İsim yerine kullanılan kelimeler.

zaman-ı adem / zamân-ı âdem

  • Hz. Âdem zamanı, insanlığın ilk devresi.

zaman-ı cahiliyet

  • İslâmdan önceki küfür ve cehalet zamanı, dönemi.

zaman-ı esaret

  • Esirlik zamanı.

zaman-ı hilafet / zaman-ı hilâfet

  • Halifelik zamanı.

zaman-ı imtihan

  • İmtihan zamanı.

zaman-ı isa / zaman-ı isâ

  • Hz. İsâ'nın zamanı.

zaman-ı istimdad

  • Yardım dileme zamanı.

zaman-ı medeniyet

  • Medeniyet zamanı.

zaman-ı nüzul

  • İnme zamanı.

zaman-ı saadet / zaman-ı saâdet

  • Saadet zamanı, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem olan asr-ı saadet dönemi.

zaman-ı telif

  • Yazılış zamanı.

zaman-ı veladet / zaman-ı velâdet

  • Doğum zamanı.

zaman-ı zuhur

  • Ortaya çıkma zamanı.

zamanın abdülkadiri

  • Yaşadığı dönemin Abdülkadir-i Geylânîsi olan.

zamile

  • (Çoğulu: Zevâmil) Yük hayvanı.
  • Küçük yük.

zamir-i mütekellim

  • Mütekellim zamiri, yani konuşanın isminin yerini tutan zâmir. ("Ben" gibi)

zamir-i şahsi / zamir-i şahsî

  • Gr: Şahıs gösteren ve şahısların ismi yerine kullanılan zamirler; Ben, sen, o, biz, siz, onlar gibi.

zamya

  • Yufka dudaklı.
  • Yufka kapaklı.
  • Dişinin etleri boz olup kanı az olan kimse.

zan / ظن

  • Zan, sanı. (Arapça)

zaniye

  • (Bak: Zani)
  • (Bak: ZANİ)

zann / ظن

  • Zan, sanı. (Arapça)
  • Zannedilmek: Sanılmak. (Arapça)
  • Zannetmek: Sanmak. (Arapça)

zann-ı kabul-ü cumhur

  • Bir hükmün doğruluğunu ekseri müçtehidlerin ve ehl-i reylerin zann derecesinde, yani kuvvetli ihtimal ile kabul etmeleri. (Ümmeti da'vetle teşri' edemez, fehmi şeriatten olur; lâkin şeriat olamaz. Müçtehid olabilir, fakat müşerri' olamaz.İcma' ile cumhurdur, sikke-i şer'i görür. Bir fikre davet etme

zar zar

  • Hazin hazin, yanık yanık, (sesle) ağlıya ağlıya. (Farsça)

zarafet

  • Zariflik, incelik, kibarlık. Nâzik davranış. Muamelede, harekette ve giyimde hoşluk ve temizlik.

zarfiyyet

  • Gr: Kelimenin zarf olması hâli, bir kelimenin zarf olarak kullanılması.

zari / zarî

  • Kanı durmayan damar.

zaruriyyat-ı din / zarûriyyât-ı din

  • İnanılacak ve yapılacak işlerle ilgili, âlim ve câhil herkesin bilmesi lâzım olan din bilgileri.

zat-ı alişan / zât-ı âlîşân

  • Şanı yüksek zât.

zat-ı nakkad / zât-ı nakkad

  • Ehl-i tahkik; kiritik uzmanı, eleştirmen.

zat-ı nurani / zât-ı nûrânî

  • Nurânî, nurlu Zât; Hz. Muhammed (a.s.m.).

zaviye

  • Küçük tekke, zikir veya ders için toplanılan yer.

zeamet / zeâmet

  • Osmanlılar zamânında subaylara verilen ve geliri en az yirmi bin ve en çok 99.999 akçe olan toprak.

zebani / zebânî

  • Zebanî, cehennemlikleri cehenneme atan melek.

zebaniyan / zebaniyân

  • (Zebaniye) Zebaniler. Cehennemlikleri Cehennem'e atmaya vazifeli melekler. (Farsça)

zebh

  • Boğazlama, kesme. Hayvanın boğazındaki yemek borusu, hava borusu, iki yandaki kan damarından üçünü bir anda kesmek.

zefir

  • Çok şiddetli ses.
  • Hıçkırıkla nefes vermek. Göğüs geçirmek.
  • Ağlatmak.
  • İnlemek.
  • Ateş gürültüsü.
  • Eşek anırtısının evveli.
  • Belâ.

zehab / zehâb / ذهاب

  • Gidiş. (Arapça)
  • Sanıya kapılma. (Arapça)

zehadet

  • Dünyadan, yâni nefsanî, fani ve fena şeylerden çekinmek. Zâhidlik. Sıkı sıkıya dine bağlılık.

zehk

  • Helâk olmak, mahvolmak.
  • Bâtıl olmak.
  • Okun nişanı aşıp geçmesi.
  • Çıkmak, huruç.
  • Derin kuyu.

zekat / zekât

  • Nisab miktarı mala, paraya sahib olan Müslümanın kırkta birini fakirlere sadaka vermesi ve bu verilen sadaka. Ziyadeleşme, artma.
  • Temizlik. Taharet.
  • Belli bir mal varlığına sahip olan Müslümanın, her yıl şeriat tarafından belirlenen miktarını tayin edilen yerlere vermesi.
  • İslâm'ın beş şartından biri. Dînen zengin sayılan müslümanın nisab miktârındaki zekat malının belli zamanda belli miktârını zekat niyeti ile ayırıp emr edilen müslümanlara vermesi.
  • Zenginlerin kırkta bir oranında fakirlere yaptığı yardım.

zeker / ذكر

  • (Çoğulu: Zükrân - Zükur - Zikâr - Zikâre) Erkek.
  • Erkeklik organı.
  • Erkek, erkeklik organı.
  • Erkek. (Arapça)
  • Erkeklik üreme organı. (Arapça)

zelil

  • Sürçüp düşen.
  • Yanılan.

zell

  • Yanlışlık yapma, yanılma.
  • Ayağı sürçme, kayma.

zellat

  • (Tekili: Zelle) Yanılmalar, yanlışlar.
  • Sürçmeler, kaymalar.
  • Hatalar.

zelle

  • Sürçme, sürçüp kayma.
  • Yanılma. Yanlış. Ufak suç.
  • Sürçme, yanılma.

zellet-ül kari'

  • Okuyanın yanılması. Namaz içinde, kırâat esnasındaki yapılan yanlışlık.

zeluli / zelulî

  • Başı yumuşak. Dayanıklı. Sabırlı, tahammüllü.

zelzele-i beşeriye

  • İnsanî zelzele; insanın maddî ve mânevî hayatında meydana gelen sarsıntı, Dünya Savaşları, dinsizlik gibi.

zelzele-i içtimai ve beşeri / zelzele-i içtimaî ve beşerî

  • İnsanın sosyal hayattaki sarsıntıları.

zelzele-i sekerat

  • Ölüm anındaki sarsıntı.

zelzele-i zeval-i dünya / زَلْزَلَۀِ زَوَالِ دُنْيَا / zelzele-i zevâl-i dünya

  • Dünyanın son bulma sarsıntısı.
  • Dünyanın son bulma sarsıntısı.

zelzelet-üs saa / zelzelet-üs sâa

  • Kıyamet sarsıntısı. Kıyamet kopması ânında meydana gelecek olan çok müthiş zelzele.

zeman-ı vusul / zeman-ı vusûl

  • Varma zamanı.

zemberekvari / zemberekvâri

  • Bir mekanizmanın güç merkezi gibi.

zemel

  • Bir yanı üzerine çöküp öbür yanını yukarıya kaldırarak koşmak.
  • Devenin ayağına ârız olan aksaklık.
  • Su tulumunun sarkması.

zemime / zemîme

  • Beğenilmeyecek kötü hal ve davranış.

zemin-i vahşetzar

  • Yabanî, ıssız yer.

zemzem

  • Çok mübarek bir su.
  • Kâbe-i Mükerreme'nin yanındaki maruf kuyu.
  • Kelimenin lügat manası: Yavaş yavaş teganni ve terennüm eylemek, hafif ve yavaş yavaş türkü söylemek.
  • Çok bol.
  • Kâbe-i muazzamanın Hacer-ül-esved köşesi karşısındaki kuyudan çıkan mübârek su.

zemzem kuyusu

  • Kâbe-i muazzamanın Hacer-i esved köşesi karşısında bulunan, mübârek suyun çıktığı kuyu.

zemzeme-i azime

  • Kur'ân hakikatleri için, "hayat veren mübarek ve lezzetli su" anlamında kullanılan bir ifade.

zemzeme-i ezkar / zemzeme-i ezkâr

  • Allah'ı anmanın hoş, güzel nağmeleri.

zenbilli ali efendi

  • Yavuz Sultan Selim Han ve Kanuni Süleyman devrinin meşhur Şeyh-ül İslâmı ve âlimidir. Asıl adı Alâaddin Ali Cemâl Çelebi'dir. Allah rızası ve Allah korkusundan başka birşey tanımaması sayesinde, pervasız hareketleri ile bir çok insanın hayatlarını koruyabilmiş, adaleti te'min etmiştir. Sağlam dindar

zenbuc

  • Yabani zeytin.

zencir-bend

  • Zincire vurulmuş, zincirle bağlı mânasına gelir. Eskiden azılı katiller ve deliler, zincirle bağlandıkları için bu tâbir meydana gelmiştir. (Farsça)
  • Edb: Her mısranın son kelimesi, bir sonra gelen mısraın ilk kelimesini teşkil etmek şekliyle meydana getirilen manzumelere verilen addır. Divan (Farsça)

zengar / zengâr

  • Bakır pası nev'inden bir mâden. Boyacılar kullanılır. Öldürücüdür. Yeşil renktedir.

zenne

  • Kadın kısmı.
  • Eskiden orta oyununda kadın rolü yapan erkek sanatkârlar hakkında kullanılan bir tâbirdi. Eskiden kadınlar, oyunda rol alamadıkları için erkekler kadın kıyâfetine girer ve oyunda kadın rolü yaparlardı.

zer-şinas

  • Altın tanıyan, sarraf. (Farsça)

zeval / zevâl

  • Zail olma, sona erme.
  • Aşağılama, inme.
  • Güneşin başucunda, tam tepeden bulunma zamanı zeval vakti, öğle vakti.
  • Yok olma, sona erme. Ölmez imiş âşık cânı, Hiç çürümez imiş teni, Aşk her kimi kıldı fânî, Ona zevâl ermez imiş.

zevalpezir / zevâlpezîr / زوالپذیر

  • Yok olucu, fani. (Arapça - Farsça)

zevani

  • (Tekili: Zâniye) Zâniyeler. Zina yapan kadınlar.

zevc

  • Çift. İki şeyden meydana gelen.
  • Sınıf, cins, nev'.
  • Karı ve kocanın herbiri.
  • Koca, eş.

zevce / زوجه / زَوْجَه

  • Eş, hanım.
  • Eş (hanım).
  • Nikahlı hanım, eş.

zevk-i ruhani / zevk-i ruhânî

  • Ruha ait zevk, ruhânî zevk.

zevk-i tevhidi / zevk-i tevhidî

  • Allah'ı bilmenin ve Ona inanmanın verdiği mânevî zevk, lezzet.

zevlak

  • Taraf, cânib.

zeyd

  • Eski fetva metinlerinde erkeği temsil etmek için kullanılan isimlerdendir. (Diğer isimler: Amr, Bekir, Beşir, Hâlid)

zeydiyye fırkası

  • Hazret-i Ali'yi sevdiğini söyleyip, diğer Eshâb-ı kirâma düşmanlık besleyen, onlar hakkında kötü sözler söyleyen şîanın kollarından. On iki imâmın dördüncüsü olan Zeynelâbidîn'in oğlu Zeyd'e tâbi olan ve hazret-i Ali, Eshâbın en efdalidir (üstünüdür); bununla berâber Ebû Bekr, Ömer, Osman'ın (r.anhü

zeyg

  • Şübhe. Doğruluktan ayrılma.
  • Bir tarafa meyletme.
  • Yanılma.
  • Kamaşma.

zıhar / zıhâr

  • İki şey arasında münasebet ve mutabakat meydana getirmek. İki şeyi birbirine mutabık eylemek. Arka arkaya, mukabil kılmak.
  • Karşılıklı yardımlaşmak.
  • Fık: Bir kocanın, karısını müebbeden mahremi olan birisinin bakması câiz olmayan bir yerine teşbih etmesi.Meselâ, bir adam karıs
  • Bir kişinin, kendi hanımını, annesi gibi evlenmesi kendisine haram olan birine benzetmesi.
  • Kocanın karısına "sen anam gibisin" demesi.
  • Erkeğin, hanımını veya onun yüz, baş, ferc gibi bir uzvunu, kendisine nikâhı ebedî haram olan bir kadına veya onun bakılması harâm yerine; "Sen anam gibisin" veya "Senin sırtın anamın sırtı gibidir" gibi sözlerle benzetmesi.

zıhri / zıhrî

  • (Çoğulu: Zıhârâ) Bir ihtiyaç için hazırlanıp saklanan nesne.

zıll-i tecelli / zıll-i tecellî

  • Yansımanın gölgesi.

zındık

  • Hiçbir dinde olmadığı ve Allahü teâlâya inanmadığı hâlde, müslüman görünüp müslümanlığı değiştirmeye, îmânı bozmaya, dinsizliği müslümanlık olarak yaymaya çalışan ve İslâmiyet'i içerden yıkmaya uğraşan sinsi İslâm düşmanı, azılı kâfir, münâfık. Kâdıy ânîler ve Behâîler böyledir.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın