REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te zün ifadesini içeren 1511 kelime bulundu...

hakk-ul-yakin / hakk-ul-yakîn

  • Bir şeyin hakîkatine kavuşma, mâhiyetine erişme, bulma, tatma. Allahü teâlânın beğendiği ahlâk ile ahlâklanıp, kalb gözünün açılması ve mânevî perdelerin kaldırılması neticesinde elde edilen kesin ilim, bilgi.
  • Bir şeyin hakîkatine kavuşma, mâhiyetine erişme, bulma, tatma. Allahü teâlânın beğendiği ahlâk ile ahlâklanıp, kalb gözünün açılması ve mânevî perdelerin kaldırılması neticesinde elde edilen kesin ilim, bilgi.

a

  • Nida edatı olup, kelimenin sonuna gelir "ey" mânası verir. Aynı veya farklı iki kelime arasına gelirse, sözün mânasını kuvvetlendirir. "rengârenk, lebaleb" gibi.

a'dad

  • (Tekili: Adud ve Adad) Bazular. Kollar.
  • Havuzun çevre kenarına konan taş.

a'meş

  • Gözünün yaşı durmayıp akan.
  • Tomlaç gözlü.

a'nak

  • (E'nak) Boynu uzun.

a'raf

  • (Tekili: Arf) Sırt, tepe. Özel manası Cennetle Cehennem arası bir yer. (Arf, herhangi bir yüksek yer demektir ki, bu münâsebetle atın yelesine, horozun ibiğine arf denilmiştir.)

a'razi / a'razî

  • Bir şeye zorunluluk sonucu bağlı olmayan, onun özünde bulunmayan şey, ilinek; hareket ve koku gibi.

a'ref

  • Pek ma'ruf, çok bilen. Arif.
  • Çok anlayışlı, fazla bilgili.
  • Yelesi ve boynu uzun olan at.

a'sar-ı tavile / a'sâr-ı tavîle

  • Uzun asırlar.

a'ver

  • Tek gözlü. Bir gözü kör. Yek-çeşm. (Âhirzamanda gelecek Süfyan adındaki bir zâlimden "Aver" diye rivayetlerde bahsedilmesi, sadece dünyayı görecek bir gözü olduğu ve âhireti görecek imân gözünün olmadığından kinayedir.)

ab'ab / ab'âb

  • Uzun boylu kimse.
  • Güzel huylu ve sabırlı adam.

abide

  • Uzun müddet dillerde destan olup kalan beliye ve dâhiye.
  • Bir milletin târihinde büyük bir değeri hâiz olan vak'a.
  • Fesahat ve belâgatı dolayısıyle benzeri söylenemeyen şiir.
  • Tarihte yüksek ve hâkim bir mevkide olan vak'aları veya büyükleri yaşatmak için yapılan bina.

abıkevser / âbıkevser

  • Kevser adlı cennet havuzunun suyu.

abiye

  • Örtü ile yüzünü örten, utangaç kız veya kadın.

abv

  • Yüzün güzel olması. Nizamlı oluş.

ac'ace

  • Uzun uzun çağırmak.

adem / âdem

  • Kur'ân-ı kerîmde ismi geçen peygamberlerden. Yeryüzünde yaratılan ilk insan ve ilk peygamber, bütün insanların babası.

adet-i islamiye / âdet-i islâmiye

  • İslâmın özüne uygun olarak Müslümanlarca uygulanan âdet, gelenek.

adiyat suresi / âdiyât sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin yüzüncü sûresi.

afi / afî

  • Silen, silinmiş. Affeden, bağışlayan.
  • Affedilmiş, bağışlanmış.
  • Yalvaran.
  • Uzun saçlı.
  • Tencere altında artaya kalan.

afk

  • Akılsız olmak. Sözünü tam söylememek.

agdef

  • Uzun ve sarkık kulaklı.

ağıt

  • Mersiye. Ölen kimse için söylenen ve onu öven ve üzüntüyü anlatan şiir. Ölen için ağlama. (Müslümanlıkta ölenin arkasından aşırı ağlayıp dövünme iyi değildir.)

ahali nazarında

  • Halkın gözünde.

ahde vefa / ahde vefâ

  • Sözünde durma, sözünü yerine getirme.

ahdeb

  • Hiç kimsenin fikir ve düşüncesini beğenmeyen, ahmak.
  • Uzun boylu.

ahdi bozmak

  • Sözünde durmamak.

ahidşiken / عهدشكن

  • Sözünden dönen, antlaşmayı bozan. (Arapça - Farsça)

ahiret alimi / âhiret âlimi

  • Dünyâlığa, mala, mevkiye kıymet vermeyen, ilim ile dünyâlık elde etmeye çalışmayan, âhireti dünyâya tercih eden, ilmiyle amel eden, işi sözüne uyan, ibâdet ve tâate teşvik eden, ilmi âhiretine faydalı olan tevâzu sâhibi âlim.

ahkab

  • Uzun zamanlar.

ahtem

  • Uzun burunlu.

ahval-i müessife / ahvâl-i müessife

  • Teessüf ve üzüntü verici hâller.

ahzan / ahzân / احزان

  • (Tekili: Hüzn) Hüzünler, kederler, sıkıntılar, tasalar, gamlar.
  • Hüzünler.
  • Hüzünler, üzüntüler.
  • Hüzünler. (Arapça)

ahzen / احزن

  • Çok hüzünlü kederli. En tasalı, daha gamlı.
  • Çok hüzünlü. (Arapça)

ahzer

  • Devamlı gözünü kırpan adam.
  • Ufak gözlü olan kimse.

akanyıldız

  • Daha ziyade yaz geceleri gökyüzünde hızla geçip giden ışıklı iz, şahap.

akbenek

  • Gözün saydam tabakasında bir yara veya çıbandan kalan ve görmeyi yavaş yavaş azaltan beyaz benek.

akifan

  • Uzun ayaklı karınca.
  • Araptan bir kabile adı.

akmed

  • Ensesi uzun ve kalın olan kimse.
  • Uzun boylu.

aks-i kaziye

  • (Mantıkta) Doğru farzedilen bir hükmün, konusu ile yükleminin (mahmulünün) ters çevrilmesi ile zaruri bir sonucun elde edilmesidir. Çeşitli şekilleri vardır. Meselâ : "Her insan canlıdır." sözünde konu olan insan ile, yüklem olan canlı sözü yer değiştirilerek (aksedilerek) şu hüküm elde edilir: "Baz

aks-ül amel

  • İstenilen şeyin zıddı hasıl olması. Tersine oluş. (Reaksiyon)
  • Edb: Edebi san'atlardandır. Bir cümle veya mısrânın altını üstüne getirmekle, başka bir cümle veya mısrâ yapmaktır. Pertev paşanın: "Her düzün bir yokuşu, her yokuşun bir düzü var." mısrâında olduğu gibi.

aksam-ı kelamiye / aksâm-ı kelâmiye

  • Sözün kısımları.

aktar-ı arz / aktâr-ı arz / اَقْطاَرِ اَرْضْ

  • Yeryüzünün her tarafı.

aktar-ı zemin / aktâr-ı zemin

  • Yeryüzünün dört bir tarafı.

akved

  • Uzun boyunlu.

alam / âlâm

  • (Tekili: Elem) Elemler. Kederler. Üzüntüler.
  • Elemler; acılar, üzüntüler.

alam-ı hazinane / âlâm-ı hazinane

  • Hüzün veren elemler, acılar.

alamat

  • Uzun ince bir cins balık. (Hint denizinde çok olur ve yılana benzer.)

alcem

  • Uzun boylu, uzun.

ale's-sevr

  • Öküzün üzerinde.

ale-l-kaide

  • (Ka, uzun okunur) Kurala, kaideye göre.

ale-l-kavl

  • Birinin sözüne, iddiasına göre.

alettafsil

  • Uzun uzadıya, mufassal olarak.

alim

  • Üzüntülü, kederli, ıztırab çeken.

allak

  • Sözünde durmaz.
  • Hilekâr, kendisine güvenilmesi doğru olmayan.

alyan

  • Uzun, iri yarı kimse.

ameysel

  • Arslan.
  • Şişman, büyük deve.
  • Kaftanını yere sürüyerek gezen tembel kimse.
  • Uzun kuyruklu geyik.
  • Enli nesne.
  • Kerim, şerif nesne.

ammered

  • Her şeyin uzunu.
  • Yaramaz huylu.
  • Belâ ve meşakkat.

amug

  • Uzun boylu adam. (Farsça)
  • Ciddiyet, vakar. (Farsça)

anasır-ı arziye / anâsır-ı arziye / عَنَاصِرِ اَرْضِيَّه

  • Yeryüzündeki unsurlar.

andel

  • Yaşı büyük deve.
  • Uzun, tavil.
  • Avazla çağırmak.

aneşneş

  • Uzun boylu.

aneze

  • Ucu demirli uzun ağaç, (ki asâdan uzun, süngüden kısa olur.)

anka

  • İsmi olup cismi bilinmeyen bir kuş. Çok büyük olduğu anlatılır. Zümrüd-ü Anka ve Simurg gibi isimlerle de anılır.
  • Uzun boyunlu kadın.
  • Arabdan bir kimsenin lakabı.
  • Zahmet, meşakkat.

ankebut suresi / ankebût sûresi

  • Kur'an-ı Kerimin yirmidokuzuncu suresidir. Mekkidir. (Allahtan başkasına güvenenlerin, dünyayı avlamak için kurdukları teşkilâtını bir örümcek ağına benzeten, örümcek meseli zikrolunan bir suredir.)
  • Kur'ân-ı kerîmin yirmi dokuzuncu sûresi.

anşet

  • (Çoğulu: Anâşit) Yaramaz.
  • Uzun.

aranik

  • Su kuşlarından boynu uzun bir kuş.

araz

  • Bir şeye zorunluluk sonucu bağlı olmayan, onun özünde bulunmayan şey (ilinek.

arda

  • Vaktiyle bazı çavuşların elde tuttukları uzun değnek.
  • Nişan almak için dikilen değnek.

arefe günü

  • Zilhicce ayının dokuzuncu günü, kurban bayramından bir önceki gün.

arf

  • Güzel koku.
  • Yüksek yer.
  • Atın yelesi.
  • Horozun ibiği.

armani / armanî

  • Müteessif, kederli, üzüntülü. Pişman, nâdim. (Farsça)

arş

  • Taht.
  • Dokuzuncu gök.
  • Çardak.
  • Cenab-ı Hakk'ın kudret ve azametinin tecelli ettiği yer.

arşın

  • Bir uzunluk ölçüsü. (68 cm. uzunluk.) Bir kol boyu. Büyük bir adım genişliği. (Farsça)
  • Zirâ'. (Farsça)
  • 68 santimetrelik uzunluk ölçüsü.

aruf

  • Uzun zaman ıztırab, elem çeken.

aruz

  • Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere etrafındaki nahiye ve köyler.
  • Edb: Şiirin ahenk ölçülerinden, nazmın vezinlerinden bahseden ilim. Arap, Fars, Türk şiirinde kullanılan vezin ki, hecelerin uzunluk (kapalılık) ve kısalık (açıklık) değerlerine dayanır.
  • Bir beytin birinci

arzın halifesi

  • Yeryüzünde Allah'ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan.

arzu-şikesten

  • Arzunun olamaması, yerine gelmemesi. Hayâl kırıklığı, inkisar-ı hayâl. (Farsça)

asab-ı veçhiye / âsâb-ı veçhiye

  • İnsanın yüzünde bulunan sinirler.

asar-ı tavile / asâr-ı tavîle

  • Uzun asırlar, yüzyıllar.

asel

  • Bal. Şehd.
  • Tatmak.
  • Su akarken yüzünde hâsıl olan kabarcık.
  • Cennette bir su.

asi / âsi

  • Doktor, cerrah, tabib. (Farsça)
  • Kederli, hüzünlü. (Farsça)

aşık-ı didar-ı pak / âşık-ı didâr-ı pâk

  • Temiz yüzün âşıkı.
  • Edb: Evvelce ordularda, kışlalarda, köy odalarında ve mahalle kahvelerinde gerek kendinin, gerek başkalarının sözlerini sazla dile getiren kimse; halk şâiri.

asiye / âsiye

  • Kederli, hüzünlü kadın.
  • Sütun, kolon, direk.
  • Hz. Musa'yı (A.S.) Nil nehrinden çıkararak büyütüp yetiştiren kadın. Firavunun zevcesinin ismi.

asl-ı i'caz / asl-ı i'câz

  • Mu'cizeliğin aslı; insanları aczde bırakan sözün aslı, esası.

asla ve mutlaka zarar iras etmez / asla ve mutlaka zarar îras etmez

  • Bir meselenin temelinde ve özünde olan unsurlara kesinlikle ve hiçbir şekilde zarar vermez.

asmani / asmanî / âsmânî / آسمانى

  • (Çoğulu: Asmâniyân) Gökyüzüne, aya, güneşe mensub. (Farsça)
  • Açık mavi. (Farsça)
  • Gökyüzüne ait. (Farsça)
  • Melek. (Farsça)
  • Açık mavi. (Farsça)

asr-ı evvel

  • İlk asır.
  • Ist: Fey-i zevâle ilâveten, herşeyin gölgesi kendisinin bir misli daha uzadığı zamandan başlayıp, iki misli uzayıncaya kadar süren ikindi vaktidir. (Fey-i zevâl; güneş tam ortada iken, gölgenin uzunluğudur.)

asr-ı sani / asr-ı sâni

  • İkinci asır.
  • Ist: Fey-i zevâle ilâveten, herşeyin gölgesi kendi boyunun iki misli daha uzadığı zamandan başlayan ikindi vaktidir. (Fey-i zevâl; güneş tam ortada iken, gölgenin uzunluğudur.)

asran

  • (Asaran) İki devir. Gece ve gündüz.
  • İki asır.
  • Gündüzün zamanı.

aşşe

  • Yaprağı uzun ve ince olan hurma ağacı.
  • Zayıf vücutlu, uzun boylu kadın.

atan

  • (Çoğulu: Atân) Kovası el ile çekilen kuyu.
  • Kuyunun ve havuzun etrafında deve çekip duracak yer.
  • Su kenarı.
  • Kokmak.
  • Dibâgat etmek.

atanib

  • (Tekili: İtnâbe) Kısa ipler.
  • Uzun ipler. Sicimler.
  • Sâyebanlar.

atavil

  • (Tekili: Atvel) Seçkin kimseler.
  • Uzun boylular.

atf-ı tefsir

  • Bir mânada olup mücerred tasdik ve te'kid için "ve" ile müteradifine (aynı mânadaki kelimeye) atfolunan kelime. Meselâ: "İhsan ve kerem, hüzün ve keder" ifadesindeki "ve" ler gibi. Diğer bir ifade ile: Aynı olan ayrı iki kelimenin birlikte kullanılması. ("deli divâne"de olduğu gibi.)

atıf / âtıf

  • (Atf. dan) Yüzünü çeviren, bakan. Meyleden, yönelen.
  • Bağlaç.
  • Şefkat edici kimse. Merhametli, müşfik.
  • Yarış atlarının altıncısı.
  • Gr: İki kelimeyi birbirine bağlayan harf veya kelime.

atvel

  • (Tavil. den) Çok uzun.

avane

  • Uzun hurma ağacı.

avhak

  • Uzun nesne.
  • Kara karga.
  • Büyük kara deve.

avhec

  • Yılan.
  • Uzun boyunlu.
  • Dişi deve.

aydan

  • (Tekili: Uvd) Uzun hurma ağaçları.

aydane

  • Uzun hurma ağacı.

aydın

  • Aydınlık.
  • Açık, âşikâr, açıkça görünen.
  • Mübârek, mesut. Bilgili, okumuş, görgülü.Bugün bazı çevrelerde batı ilim ve felsefesini tahsil edip benimseyenlere de "aydın" denilmektedir. Aklı gözüne inmiş, yani herşeyi maddi ölçülerle yorumlamaya alışmış, kalbi maddeci felsefe ile

ayet-i müdayene / âyet-i müdâyene

  • Kur'an-ı Kerim'de (Sure-i Bakara, 281. âyet) borçlu ve alacaklı hakkındaki âyet. (Bu âyet vasatî olarak bir sahife uzunluğundadır.)

ayn-ı heva / ayn-ı hevâ

  • Boş istek ve arzunun tâ kendisi.

ayr

  • (Çoğulu: A'yâr) Eşek, himar.
  • Medine-i Münevvere yakınında bir dağ.
  • Uzun demir mıh.

ayt

  • Uzun boyunlu.

ayta'

  • Uzun boyunlu kadın.
  • Uzun boyunlu dişi deve.

aytel

  • Uzun boyunlu.

ayyuk

  • Samanyolunun dâima sağ tarafında olan çok parlak ve uzak bir yıldızın ismi.
  • Mc: Gökyüzünün pek yüksek yeri.
  • Gökyüzünün pek yüksek yeri.

azer

  • Ateş. (Farsça)
  • Şemsî senenin dokuzuncu ayı. Kasım. Her şemsî ayın dokuzuncu günü. (Farsça)
  • Mecusilere göre güneşe memur meleğin adı. (Farsça)
  • Hz. İbrahim'in (A.S.) babasının veya amcasının ismi. (Farsça)

azm-i ku'bere

  • Tıb: Kolumuzun ön tarafında bulunan önkol kemiği. (Önkol kemiğinin arkasında dirsek kemiği bulunur).

azrail

  • Ölüm meleği. Dört büyük melekten biridir, ölenlerin ruhlarını almak görevi vardır. Diğer bir ismi de "melek-ül mevt: Ölüm meleği"dir. Yeryüzünde hayatın var olması, insanın yaratılışı tesadüfle açıklanamıyacağı gibi, ölüm de tesadüfle açıklanamaz. Hayatı yaratan ölümü de yaratmıştır. Hayat gibi ölüm

azreng

  • Çok üzüntü, meşakkat, eziyet. (Farsça)
  • Son derece sert ve katı. (Farsça)

babil kulesi / bâbil kulesi

  • Tevrat'ın rivayetine göre Hz. Nuh'un (A.S.) oğulları tarafından gökyüzüne ulaşmak için yaptırılmış büyük bir kuledir. Rabbimiz bu kulede çalışmakta olanların dillerini değiştirmiş ve birbirlerini anlamaz hale getirmiştir. Bundan dolayı tamamlanamamış ve 72 dil burada meydana gelmiştir. (Buna "tebelb

babilik / bâbîlik

  • On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında İran'da el-Bâb Ali Muhammed isminde bir acem tarafından ortaya çıkarılan bozuk yol. Kendisinin Mehdî olduğunu iddiâ eden, beklenen imâma açılan bir bâb (kapı) olduğunu söyleyen Ali Muhammed'e el-Bab, onun yoluna da Bâbîlik denildi. Daha sonra Behâîlik adıyla de

bahas

  • Deve tırnağı.
  • Ayak eti.
  • Parmak diplerinin ayak tarafındaki etleri.
  • Gözün üstünde veya altında beliren yumruca et.

bala-bülend / bâlâ-bülend

  • Uzun boylu. (Farsça)

bala-yı bülend / bâlâ-yı bülend

  • Uzun boy.

balabülend / bâlâbülend / بالابلند

  • Uzun boylu. (Farsça)

balimez

  • 16. ve 17. yy. larda Osmanlılar tarafından kara ve deniz savaşlarında kullanılan uzun menzilli top.

balina

  • Denizde yaşıyan ve yaklaşık olarak 20 ilâ 35 metre kadar uzunlukta olan memeli hayvan.

balyemez

  • Osmanlıların bir zamanlar kullandıkları uzun menzilli toplar.

balyoz

  • Vaktiyle Avrupa devletlerinin büyükelçi ve büyük konsoloslarıyla, general ve amiral gibi kişilerine verilen bir ünvandır. (Fransızca)
  • (Yunancadan) Kazık çakmak, büyük taşları kırmak için kullanılan uzun saplı, iri ve ağır çekiç. (Fransızca)

bame

  • Sakalı gür olan. (Farsça)
  • Sık, uzun ve kaba olan sakal. (Farsça)

bant

  • (Band) Ensiz, uzun zarf. (Fransızca)

bar-ı dil / bâr-ı dil

  • Gönül yükü, elem, keder, gam, hüzün.

barbaros

  • Hayreddin Paşa: (Mi: 1466-1546) Tarihin en büyük Denizcisi Hayreddin Paşa, kardeşleri ile İslâm âlemini birleştirmek, tek bir bayrak altında muhteşem imparatorluğumuzun himayesinde toplamak için çalıştı. Sonunda müstakil devleti ile, Osmanlı Devletine iltihak etti. Kaptan-ı Derya olarak Akdenizi bir

basar

  • (Çoğulu: Ebsâr) Görme duygusu.
  • Kalble hissetme. Kalb gözü.
  • Gözün görmesi.
  • İdrak. Fikir.
  • İlm-i Kelâm'da: Kendi şânına lâyık bir vecih ile Cenab-ı Hakk'ın "görme sıfatı"dır. Kâinatta hiçbir şey O'nun görmesinden hâriçte kalamaz.

basil

  • İnce, uzun bir bakteri çeşidi. (Fransızca)

basiret / basîret

  • İşlerin iç yüzünü görebilme; kalb gözü.

bast-ı zaman

  • Az zamanda çok uzun bir zaman yaşamış olmak.
  • Az bir zaman dilimi içine uzun bir zamanı sığdırmak ve onu yaşamış gibi olmak.

basur / bâsûr

  • (Çoğulu: Bevâsir) Tıb: Mayasıl. Kalın bağırsakta ve makadın etrafındaki siyah kan damarlarının şişmesi ve bazen iltihablanması sebebiyle, makadın içinde ve dışında meydana gelen memeler yüzünden makaddan kan ve cerahat gelmesi hastalığı.

batın / bâtın

  • Bütün varlıkların iç yüzünü ve özellikle canlıların içlerini mükemmel bir fabrikanın harika makineleri gibi yaratan ve işleten Allah.

batınen / bâtınen / باطنا

  • İçinden olarak. Dâhilen, içyüzünde.
  • İşin iç yüzünde. (Arapça)

bazudiraz / bâzudirâz

  • Kolu uzun olan. (Farsça)
  • Nüfuzlu, sözü geçer. (Farsça)
  • Müdahaleci. (Farsça)
  • Zâlim, zulmeden. (Farsça)

be-kavl

  • Sözüne göre, dediğine göre. (Farsça)

bed-ahd

  • Ahdinde, sözünde durmayan, vefasız. (Farsça)

bedahd / بدعهد

  • Sözünde durmayan. (Farsça - Arapça)

bedel-i ba'z

  • Geniş anlamlı bir sözün bir kısmına yapılan açıklama.

bedel-i iştim'al / bedel-i iştim'âl

  • Geniş ve genel anlamlı bir sözün bir noktasını açıklayan cümle.

bedi'

  • (Bedia) Eşi, benzeri olmayan. Hayret verici güzellikte olan.
  • Garib. Acib.
  • Benzeri olmayan şeyleri vücuda getiren. Kimseye benzemeyen. İcad edici olan.
  • Hâlık ve Hallak-ı Cihan olan.
  • Beğenilen.
  • Yeni bulunmuş ve görülmedik tarzda olan.
  • Edb: Sözün

bedi' ilmi / bedî' ilmi

  • Lafz (söz) ve mânâ ile ilgili bâzı san'atlar ile sözün süslenmesini öğreten ilim.

bedpeyman

  • Verdiği sözde durmayan. Sözünün eri olmayan. Sözünü tutmayan. (Farsça)

befm

  • Keder, tasa, iç sıkıntısı, üzüntü. (Farsça)

bejman

  • Yırtık, dökük, pejmürde, dağınık. (Farsça)
  • Hüzünlü, kederli, üzgün, yaslı. (Farsça)

beka-i dünyevi / beka-i dünyevî

  • Dünya hayatında devamlılık. Uzun ömür.

bekà-i dünyevi / bekà-i dünyevî

  • Dünya hayatında devamlılık, uzun ömür.

bekara (bakara) suresi / bekara (bakara) sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin ikinci ve en uzun sûresi.

bela / belâ

  • Allahü teâlânın insanları imtihan etmek, denemek için verdiği maddî ve mânevî üzüntü, sıkıntı, musîbet, âfet.

belagat / belâgat

  • Sözün düzgün, kusursuz, hâlin ve makamın icabına göre söylenmesi.
  • Sözün düzgün, kusursuz ve yerinde söylenmesi.
  • Sözün düzgün, kusursuz ve yerinde söylenmesini öğreten edebî ilmin adı.
  • Sözün güzel ve yerinde söylenmesi, bunu öğreten ilim.

belağat / belâğat

  • Sözün düzgün, kusursuz, halin ve makamın icabına göre yerinde söylenmesi.

belagat-ı irşadiye / belâgat-ı irşadiye

  • Doğru yolu göstermek için sözün muhataba ve amaca uygun olarak söylenmesi.

belel

  • Yaşlık, rutubet, ıslaklık.
  • Zafer, galibiyet.
  • Mihnet, keder, üzüntü.
  • Mücadele, kavga.
  • Hastalıkdan iyileşen.
  • Düşkünlük.

belha'

  • Bir gözüne sürme çekip, diğer gözünü unutan ve gömleğini ters giyen akılsız kadın.

beliğane / belîğâne

  • Sözün düzgün, kusursuz, yerinde ve hâlin ve makamın icabına göre söylenmesi.

berae suresi / berâe sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin dokuzuncu sûresi. Tevbe sûresi de denir.

berail

  • Horozun, güvercinin ve diğer kuşların boynunda çarpık bitmiş olan yelek.

berdaht

  • Pürüzünü giderme. Pürüzsüz yapma. (Farsça)
  • Cilâlama, parlatma. (Farsça)
  • Düzleme, düzeltme. (Farsça)

berheme

  • Gözünü kıpırdatmadan bir şeye bakıp durmak.

berk-i basar

  • Gözün şimşek çakması.
  • Birdenbire tepesinde çakan şimşekten mâruz olduğu dehşet ve şiddet hâlinden mecaz olarak, ansızın başına gelen mühlik hâdisenin şiddetli âlâm ve ıztırabıyla dehşet ve hayret içinde duyulan keskin intibahı ifade eder.

berr

  • (Çoğulu: Ebrâr) Va'dinde sâdık. Sözünde duran. Muhsin. Keremkâr.
  • Nimetleri herkese, umuma ihsan eden.
  • Gerçeklik, sıdk.
  • Susuz, kuru yerler.
  • Toprak. Yeryüzü, yer.

berşa'

  • Uzun boylu, iri gövdeli ahmak kimse.

bertil

  • (Çoğulu: Beratil) Uzun taş.
  • Uzun, sağlam demir.

berzah

  • İki şey arasındaki mesafe, aralık.
  • Can sıkıcı.
  • İnce uzun kara parçası.
  • Dünya.
  • Ruhların kıyamete kadar bulunacakları yer.

beşem

  • Kederli, hüzünlü, yaslı. (Farsça)
  • Hazmı güç olan şey. (Farsça)

beşen

  • Uzun boy. (Farsça)
  • Beden, cisim. (Farsça)
  • Taraf, uç, kenar. (Farsça)

besta

  • Uzunluk, bolluk, genişlik. Yaygın olmak.

bet'

  • Boynu uzun olmak.
  • Aşikâre ve zâhir olmak. Açık ve görünür olmak.

bevz

  • Devamlı oturuş. Daimi oturma.
  • Çillerin kaybolmasından sonra yüzün güzelleşmesi.

beyazi / beyazî

  • Aklık, beyazlık.
  • Uzunluğuna açılan yazma kitap.
  • Sığır dili.

beyn

  • Arası, arasında, aralık. İki şeyin arası. İkisinin ortası. Firkat. Ayrılık.
  • Burnu ve ayakları uzun karga.

beyrem

  • (Çoğulu: Beyârim) Marangoz rendesi.
  • Uzun ve sert taş.
  • Bir yeri kazmakta kullanılan kazma âleti.

beyzare

  • Büyük ve uzun sopa.

bi'at / bî'at

  • Sözleşme, söz verme, teslimiyet.
  • Devlet başkanı durumunda olan kimseye, senin başkanlığını, idâreciliğini kabûl ettim, iyi ve faydalı her sözüne itâat edeceğim, şeklinde söz vermek, bağlılığını bildirmek.

bi-lisan-il-arz

  • Arzın diliyle. Yeryüzünün lisân-ı hâliyle.

bi-t-tafsil

  • Tafsilâtiyle, etrafiyle, uzun uzadıya.

bid'atkar / bid'atkâr

  • Bid'at ortaya çıkarıp uygulayan, İslâmın ruhuna ve özüne ters davranışlara taraftar olan.

birsa'

  • Uzun boylu, semiz.

bittafsil / bittafsîl / بالتفصيل

  • Ayrıntılı olarak, uzun uzadıya. (Arapça)

biyocoğrafya

  • yun. Nebat ve hayvanların yer yüzünde dağılışını ve sebebelerini tetkik eden ilim kolu. Hayatî Coğrafya. Biyojeografi.

boylam

  • Yer yüzünde bir yerin başlangıç dairesine olan uzaklığının açı cinsinden değeri. (Türkçe)

bu'd

  • (Çoğulu: Eb'ad) Uzaklık. Baid olma.
  • Aralık.
  • Geo: Bir cismin uzunluk, genişlik ve derinliği.

bülendbala / bülendbâlâ / بلندبالا

  • Uzun boylu. (Farsça)

burak

  • Binek. Cennet'e mahsus bir binek vâsıtası. (Kelimenin kökü; (Berk) dir. Burak'ın Hadis-i Şerife göre ta'rifi: "Merkepten büyük, katırdan küçük hacimde bir dâbbe ki; ayağını gözünün müntehasına basar." Bu ise bir berk ve elektrik sür'atini anlatır. (E.T. sh: 3150)

büraka

  • Bütün gün yüzünü süsleyen kadın.
  • Yemek sırasında bir kimseye kızıp, yemeği kimseye vermeyip yalnız yiyen kadın.

bürnüs

  • (Çoğulu: Berânis) Bir uzun takke. (İbtidâ-i İslâm'da ruhbanlar giyerlerdi.)

büruc

  • (Tekili: Burc) Burç, aslında âşikar şey mânasına gelir. Her bakanın gözüne çarpacak şeklide zâhir olan yüksek köşk mânasına da kullanılmıştır.
  • Bunlara teşbihen veya zuhur mânâsıyla semâdaki bir kısım yıldızlara veya bazı yıldızların toplanmasından meydana gelen şekillere ve farazi su

büsuk

  • Bir kimsenin, akranına üstün olması.
  • Ağacın uzaması.
  • Uzunluk.

büzr

  • Herkesin sözünü dinleyen. Dinleyici.

cadı

  • Avrupa'da putperestlik çağından beri gelen bir inanca göre, şeytanın gücünü kullanarak büyü yolu ile insanlara kötülük eden, felâketler getiren kadın. Bu bâtıl inanç yüzünden birçok yaşlı masum kadın, cadı diye Hristiyanların kurduğu Engizisyon mahkemeleri kararıyla yakılmıştır.

cahh

  • Ayakları uzun, yeşil çekirge.
  • Adamın beli bükülüp eğilmek.

cahız / câhız

  • Asıl ismi Amr İbn-ül Bahr olan ve gözünün hadekası çıkık olduğu için bu isimle anılan büyük bir Arab edibi.
  • Patlak gözlü adam.

caka

  • (Argo) Gösteriş, çalım. Caka, mal mülk, giyim, kuşam, yahut hareket davranış yoluyla olabilir. İslâm'da gösterişin her şekli haram ve günahtır. Bugün bazı kimseler ve aileler gösteriş belâsı yüzünden maddî sıkıntılara düşmekte, israfa sürüklenmektedir. İşledikleri günahın cezasını bu dünyada da çeki

çakşır

  • İnce kumaştan yapılan uzun bir çeşit şalvar.
  • Kuşların ayağındaki tüy.

cami' / câmi'

  • Toplayan.
  • Müslümanların ibâdet etmek için toplandıkları yer, mâbed.
  • Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden. Çeşitli hakîkatleri ve enfüs (iç) ve âfâktaki (dıştaki) zıt işleri birleştirici, kıyâmet gününde yeryüzünde olan cinleri, insanları ve mahlûkâtı bir araya getirici insanların dağı

camiiyet ve harikiyet-i lafziye / câmiiyet ve harikiyet-i lâfziye

  • Sözün harikalığı ve kapsamlılığı.

camiiyet-i lafziye / câmiiyet-i lâfziye

  • Sözün kapsamlılığı, çok geniş ve genel mânâları içine alması.

caymak

  • Vazgeçmek. Sözünden dönmek. (Türkçe)

cebbar / cebbâr

  • İlâhî isimlerdendir. Dilediğini yapan, kudret ve güç sahibi Allah.
  • Zalim, müstebit kişi.
  • Gökyüzünün güneyinde bulunan bir yıldız kümesi.

çehre-nümud

  • Yüzünü gösteren, yüz gösterici. (Farsça)

celabib / celâbib

  • Uzun ve geniş örtü, manto. Cilbâb'ın çoğuludur.

cemal-i zati / cemâl-i zâtî

  • Zâtî güzellik; kendinde ve özünde bulunan güzellik.

cereng

  • Kılıç veya topuzun çarpmasından çıkan ses. Zil veya çan sesi. (Farsça)

ceri'-ül lisan / ceri'-ül lisân

  • Sözünü esirgemiyen, çekinmeden söyliyen.

ceriz

  • Tasalı kimse. Hüzünlü, kederli olan kişi.

cevca'

  • Uzun ayaklı adam.

cevir

  • (Cevr) Cefa, eziyet, sıkıntı, üzüntü. Zulüm.
  • Tas: Tarikat adamının ruhen ilerlemesine mâni olan şey.

cevza

  • Astr: İkizler burcu. Gökyüzünün kuzey yarım küresinde yer alan iki tane parlak yıldızlı bir burcdur. Güneş, mayıs ayında bu burca girer.

ceyd

  • (Çoğulu: Ecyed) Uzun boylu olmak.

ceza'

  • Hüzünle ağlayıp sızlanmak. Sabırsızlık yüzünden telâş ve teessür göstermek.

cezr

  • Kök, asıl, temel. Bünyâd.
  • Kesmek.
  • Mat: Kendi misline darbolunmakla (çarpılmakla) bir sayı meydana getiren rakam (Kare kök). Üç, dokuzun cezri'dir. Dokuz, üçün meczuru'dur.
  • Derya, deniz.
  • Arı kovanından bal almak.
  • Ay ve güneşin câzibesi te'siri ile deniz

cihat-ı selase / cihât-ı selase

  • Üç uzunluk: En, boy, yükseklik.

cilbab / cilbâb

  • Uzun ve geniş örtü, manto. Çoğulu Celâbîb'dir.

çille

  • Farsça (40) rakamını gösteren (Çihille) kelimesinin telaffuzunda aldığı şekildir. Daha çok (Çile) şeklinde söylenir.

cillevez

  • İnce kabuklu, uzunca fındık.
  • Köknar.

cisim

  • (Cism) Varlığı bilinen, hayyiz olan, mekânı, ciheti, uzunluğu, genişliği ve derinliği olan şey.

civanmerd

  • Sözünde sağlam. İyilik sever. Kahraman.

coğrafya

  • Yeryüzünün şimdiki hâlini çeşitli cihetlerden inceleyen ilim. Bölümlerinden olan Fizikî Coğrafyada: Karalarla denizlerin durumları ve iklimleri;İktisadî Coğrafyada: Toprak mahsulleri, sanayi ve ticaret işleri;Siyasî Coğrafyada: Irk, dil, millet hususiyetleri ve devlet sınırları anlatılır.Bunlardan b

çopra

  • Balık kılçığı.
  • Sık çalılık veya sazlık.
  • Uzunca boylu olan tatlı su balığı.

cübbe

  • (Çoğulu: Cübeb) Şeâir-i İslamiyeden olup, giyilmesi sünnet olan dış kıyafetini teşkil eden, bilhassa namazda giyilen uzun ve bolca bir libas.
  • Giyilmesi sünnet olan, bilhassa namazda giyilen uzun ve bolca bir giysi.

cuhdub

  • (Çoğulu: Cehâdib) Ayakları uzun, yeşil çekirge.

cünbuh

  • Kalın, uzun ve yüksek nesne.
  • Büyük bit.

daac

  • Gözün çok siyah ve büyük olması.

dabure

  • Yer yüzünde gezen hayvanât.

dacir

  • Gamkin ve gönlü dar kimse.
  • Bağırgan dişi deve.
  • Kederlenmek, hüzünlenmek muztarib olmak.

dağdar

  • Pek acıklı, üzüntülü. (Farsça)
  • Gönlü yaralı. (Farsça)
  • Kızgın demirle nişan vurulu. Damgalı. (Farsça)

dağidar

  • Üzüntülü, kederli.

dagma'

  • Yüzünün rengi siyaha yakın olan dişi koyun.

dahs

  • Sözünü fesâhatle açık bir şekilde söylemek.

dall bi'l-işare / dâll bi'l-işâre

  • İşaretle delâlet etme. Sözün işaretle mânâya delâlet etmesi.

dall-bi'l-iktiza / dâll-bi'l-iktizâ

  • İktiza ile delalet etme, sözün gereklilik yolu ile delâlet etmesi.

dall-i bi-l fehva / dâll-i bi-l fehvâ

  • (Dâllibilfehvâ) Fık: Söylenen sözün veya ifâdelerin hülâsasından çıkan mânaya göre delil ve işaret olmak.

Dalyarak / dalyarak

  • budalalığı yüzünden her zaman densizlik yapan (kimse). Bön, salak, budala.
  • Dalyarak kelimesi Türkçe'de "sallamak" anlamına gelir.
  • Türkiye Türkçesinde dal-1 "sallamak" fiilinden türetilmiştir.
  • Dalyarak kelimesi tarihte bilinen ilk kez dallamak "sallamak, eliyle tartmak" TDK, Tarama Sözlüğü (1600 yılından önce) eserinde yer almıştır.
  • Dalyarak kelimesi Türkçe'de "Budalalığı yüzünden her zaman densizlik, küstahlık eden (kimse)." anlamına gelir.

damecmec

  • Katı, şedid.
  • Uzun boylu bahil kimse.

dara

  • Eski Fars hükümdarlarından dokuzuncusu Keykubat'ın bir ismi. (Farsça)
  • Hükümdar. (Farsça)
  • Cenab-ı Hakk'ın bir ismi. (Farsça)

davita

  • Havuzun dibinde olan balçık.
  • Çöküklük.
  • Suyu çok olduğundan elde durmayan sıvı hamur.

defa

  • Boynuz ve kanat uzunluğu.
  • Bir şeyin eğilip ikiye bükülmesi.

defva

  • Boyu uzun ağaç. Uzun boyunlu keçi.
  • Boynu uzun olan kadın.

dehliz / dehlîz

  • Dar ve uzun geçit.

dehr

  • Zaman, çok uzun zaman, ebedi.
  • Bin yıllık zaman.
  • Dünya.

dekaik-ı mahiyat / dekâik-ı mâhiyat

  • Bir şeyin iç yüzüne ait incelikler.

dekametre

  • yun. On metrelik uzunluk birimi.

delalet / delâlet

  • İşâret etmek, göstermek. Doğru yolu gösterme.
  • Bir lafzın (sözün) bir mânâyı (anlamı) ifâde etmesi, göstermesi.

delalet-i kelam / delâlet-i kelâm / دَلَالَتِ كَلاَمْ

  • Sözün delil olması.

dem-keş

  • Nefes çeken, soluk çeken. (Farsça)
  • Devamlı öten bir güvercin cinsi. (Farsça)
  • Kaval, ney gibi çalgıları devamlı üfürenler. (Farsça)
  • Bazı kuşların, kübbül gibi uzun uzun ötenleri. (Farsça)
  • Şarap içen. (Farsça)

deraz / derâz / دراز

  • Uzun, tavil. (Farsça)
  • Uzun. (Farsça)

derd

  • Dert, hastalık, üzüntü, dilek, mesele.

derece-i tahkik

  • Araştırma ve her şeyin gerçek yüzünü ortaya çıkarma derecesi.

derr

  • İyi iş. İyilik. Mahz-ı hayır.
  • Zat, kimse. Hod. Nefs. Bir kimsenin zâtı.
  • Yüzün tazeliğinin, teravetinin hastalıktan dolayı gitmesinden sonra, iyi olup düzelmesi.

ders-i belagat / ders-i belâgat

  • Belâgat dersi; sözün düzgün, kusursuz olarak hâlin ve makamın icabına göre söylenmesini öğreten ders.

desimetre

  • Metrenin onda birine eşit uzunluk birimi. (Fransızca)

deysak

  • (Çoğulu: Deyâsik) Uzun yol.
  • Beyaz olan şey.

dil

  • t. Lisan, zeban.
  • Ağızdaki tat alma duygusu ve konuşma uzvu.
  • İnsanların konuştukları lehçelerin her birisi. Lügat.
  • Muhtelif âlât ve edevâtın uzunca ve yassı, ekseriya oynak kısımları.
  • Coğ: Denizin içine uzanmış üstü düz mumluk, uzunca kara parçası.
  • Mc:

dir-baz

  • Uzun zaman, uzun müddet, uzun. (Farsça)

dıraz / dırâz / دراز

  • Uzun. (Farsça)
  • Uzun. (Farsça)

dıraz-dest

  • El uzatan. El uzunluğu. (Farsça)

dırazi / dırazî

  • Uzunluk. (Farsça)

dü'bub

  • Zayıf nesne.
  • Çirkin huylu, kısa boylu kimse.
  • Kolay yol.
  • Uzun at.
  • Karınca nevinden bir nev.
  • Hububattan bir cins.

du'ce

  • Gözün büyük ve siyah olması.

dur ü diraz

  • Uzun uzadıya.

dur-dest

  • Ulaşılması zor şey, erişilmesi güç şey. Uzak, uzun. (Farsça)

dura-dur

  • Uzaktan uzağa. Uzak uzak. Uzun uzadıya. (Farsça)

eb'ad / eb'âd / ابعاد

  • Boyutlar. (Arapça)
  • Uzunluklar. (Arapça)

ebih

  • Yüzünden örtüyü kaldırmayan tesettürlü kadın.

ebrec

  • Gözünün akı çok olan güzel gözlü kimse.

ebu leheb

  • (Ebi Leheb) Asıl adı: Abduluzza'dır. Güneş gibi, âlemleri aydınlatan Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm'ın nurundan gözünü kapadı ve küfre hizmete çalıştı, iman etmedi. Peygamberimizin amcası idi. Karısı ve oğulları sırf düşmanlık için çalıştılar. Adı "Alev babası" mânasında olan "Ebu Leheb" kaldı

ebu said-il hudri / ebu said-il hudrî

  • Ashab-ı Kirâmın en mümtazlarından ve Ensardandır. 1170 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir. Uzun müddet fetva vazifesinde bulunmuş, Hicri 72'de 86 yaşında iken Medine-i Münevvere'de vefat etmiştir. (R.A.)

ecyad

  • (Tekili: Cîd) Uzun boyunlar.

ecyed

  • Uzun boyunlu (adam.)

edebiyat yapmak

  • Mc: Güzel ve uzun uzun sözlerle mevzu dışına çıkarak konuşmak.

edeme

  • Derinin iç yüzü. (Dış yüzüne "beşere" derler.)

edfa

  • (Edfâk) Beli kamburlaşıp bükülmüş kimse.
  • Uzun boynuzlu keçi.
  • Kanadı uzun kuş.

edlem

  • Karayağız, siyah adam.
  • Kara eşek.
  • Uzun yanaklı.
  • Uzun boylu.

efveh

  • Ağzı büyük ve ön dişleri uzun olan adam.

efzun / efzûn

  • Fazla, uzun.

efzuni-yi ömr / efzunî-yi ömr

  • Ömrün çokluğu, ömrün uzun olması.

egamm

  • Saçları yüzüne ve ensesine sarkan ve çok olan kimse.

ehdeb

  • Kirpikleri sık ve uzun olan adam.

ehl-i irfan

  • Cenab-ı Hakkı tanıyıp bilen, hak ve hakikatin özüne ve esasına ulaşan, bilgi ve marifet sahibi kimseler.

ehl-i kıble

  • Kâbeyi kıble edinenler, müslümanım diyenler. İş ve sözünde açıkça küfür görülmeyen dalâlet (sapık) fırkalarında olanlar.

ehvec

  • Uzun boylu ahmak adam.

ekdar / ekdâr / اكدار

  • (Tekili: Keder) Kederler, acılar, üzüntüler.
  • Kederler, üzüntüler.
  • Kederler, üzüntüler. (Arapça)

ekinoks

  • Altı aylık fasılalarla gece ve gündüzün eşit oluşu. (Fransızca)

eksper

  • Uzun tecrübe neticesi bir sahada ihtisas kazanan, meleke sahibi olan kimse. (Fransızca)

elbürz

  • Kafkas sıradağlarının en yükseği. (Farsça)
  • Hakkında türlü türlü hurafeler ve masallar anlatılan Kaf Dağı. (Farsça)
  • Uzun boylu ve yakışıklı kimse. (Farsça)

elem / الم

  • Keder, dert, üzüntü, sıkıntı, acı.
  • Acı, üzüntü. (Arapça)

elemkarane / elemkârâne

  • Acı duyarak, üzüntülü bir şekilde.

elhasıl

  • Hasılı, sözün özü, kelâmın lübbü, neticesi, kısası, kısacası. Hülasa-i kelâm, netice-i kelâm, filcümle.

elkıssa

  • Sözün kısası, sözden anlaşıldığına göre, hülâsa.

emak

  • Uzun, tavil.

emalic

  • (Tekili: Ümluc) Fidanlar, yapraklar, uzun yapraklı otlar.

emedd

  • (Medd. den) Daha uzun, pek uzun, daha tavil.

emedd-i a'mar / emedd-i a'mâr

  • Ömürlerin en uzun olanı.

Emzik / Bibs / Kidful

  • About Page template By Adobe Dreamweaver CC
    sample

    Bibs Kauçuk Emzik


    Söz konusu emzik olunca, BIBS Colour gerçek bir klasik. Yaklaşık 40 yıldır Danimarka'da tasarlanıp üretilen BIBS Colour emzikler, %100 doğal kauçuk ucuyla, hava akışı sağlayan delikleri ve cilt tahrişini önlemek için geliştirilen hafif eğimli yapısı ile gerçek bir efsane! BIBS Colour, yuvarlak ve yumuşak kauçuk uç kısmı ile anne memesine en yakın forma sahip olduğundan, çocuklar tarafından kolay kabul ediliyor. Anne memesini taklit ederek, emiş sırasında hava akışı sağlıyor. Ultra hafif ve sağlam yapısı ile bebeğinizi yormuyor. BPA, PVC ve phthalates gibi zararlı maddeler içermiyor ve dünyaca geçerli EN 1400 standardına göre üretiliyor. Hiçbir emzik markasında göremeyeceğiniz kadar fazla renk çeşitine sahip olan BIBS Colour, klasikleşen zamansız tasarımı ve elegant duruşu ile tasarım ve işlevselliği birleştiriyor. BIBS Colour, bir emzikten beklenen tüm detaylara sahip olmasının yanısıra; bir emzikten beklenmeyen güzellikte tasarımı ile, tüm dünyada hem anneleri hem çocukları kendine hayran bırakıyor…

    https://www.kidnkind.com/bibs

sample

Kidful Bitkisel Boyalı Emzik Askısı


KIDFUL Emzik Askıları, çocuk ürünlerinde kullanıma uygun olan, en kaliteli %100 gerçek deriler kullanılarak EN 12586 standartlarına göre üretilir. KIDFUL'un organik serisinde kullanılan boyalar tamamen bitkiseldir ve kimyasal madde içermez. KIDFUL'un özel olarak üretilen metal klipsi kurşun ve krom içermez. Metal klipsin kıyafetlere zarar vermemesi için, klips içerisinde plastik aparatı bulunur. KIDFUL emzik askısını, güçlü lastik ve güçlü bağlantı yapısı ile, uzun seneler yıpranma sorunu yaşamadan kullanabilirsiniz...
https://www.kidnkind.com/kidful


Kidnkind Emzik Anne Bebek ve Tekstil Ürünleri Ticaret Limited Şirketi


Web sitesi :www.kidnkind.com

Telefon : 0(216) 606 21 06

(www.kidnkind.com)

endaze / endâze / اندازه

  • 60 cm.lik uzunluk ölçüsü. (Farsça)

endişe-i istikbal

  • Gelecek zamanı düşünmekten gelen merak, üzüntü, keder. Geleceği düşünmek.

enduh

  • (Endüh) : Keder, elem, gam, gussa, kaygı, sıkıntı, ıztırab, üzüntü. (Farsça)

enduh-nak / enduh-nâk

  • Kederli, sıkıntılı, gamlı, üzüntülü. (Farsça)

ene ve zerre

  • Otuzuncu Söz.

enkeb

  • Omuzunda yük olduğu için eğilip yürüyen.
  • Yanında oku ve yayı olmayan kişi.

enlem

  • (Arz dairesi) t. Yer yüzünde herhangi bir noktanın ekvatora olan uzaklığının açı cinsinden değeri. Dünyanın büyüklüğü X. yy. başlarında Sincar sahrasında ve Kûfe civarında bir meridyenin uzunluğunu ölçmek suretiyle bulan Musa Oğulları nâmıyla tanınan Muhammed, Ahmed ve Hasan isimlerindeki üç kardeş

entari

  • Tek parçadan oluşan uzun giysi.

er'an

  • Ahmak, bön, salak, ebleh.
  • Deli, çılgın.
  • Şaşkın, şaşırmış, taaccüb etmiş.
  • Uzun boylu, akılsız kişi.
  • Leşker.
  • Dağ. (Müe: Ra'nâ)

erak ağacı

  • Arabistan'da yetişen, dallarından, diş temizliğinde faydalanılan, bir karış uzunluğunda, misvâk denilen parçaların yapıldığı ağaç.

erc

  • Uzunluğuna yapılan ev.

erfeş

  • Nefsî isteklerine düşkün olan.
  • Kulakları uzun ve kaba (adam).

erkaban

  • Uzun boyunlu.

erume

  • (Çoğulu: Erum) Kök, anakök. Asıl, menba.
  • Ağacın ve boynuzun kökleri.

ervah

  • Halk içinde yürürken at üzerindeymiş gibi görünen uzun boylu kimse.
  • Adımları birbirine yakın olan.

ervak

  • Sâfi nesne.
  • Uzun dişli adam.

ervenan

  • Dik ses, sadâ.
  • Iztırablı, sıkıntılı, üzüntülü gün.

esahh

  • En sahîh, en sıhhatli, en doğru olan. Bir mes'elenin hükmü hakkında müctehid âlimlerin kavillerinden (sözlerinden, ictihadlarından) en doğru olanı. "Esahh" sözü, "sahîh, doğru" sözünden daha kuvvetlidir.

esale

  • Uzun yüzlü olmak. Sarkık olmak.

esbel

  • Bıyıkları uzun olan adam.

esef / اَسَفْ

  • Üzüntü, acı.
  • Hüzün, gam, nedamet, pişmanlık. Daralmak. Elden çıkan bir şey için hâsıl olan üzüntü.
  • Tasa, üzüntü, gam.
  • Üzüntü.

esef-nak

  • Hüzünlü, acıklı, esefli. (Farsça)

esele

  • (C. Eselât) Dil ucu.
  • Urgan ucu. Uzun süngü.

eser-i bergüzide / eser-i bergüzîde

  • Seçkin eser; On Dokuzuncu Mektup.

eshab-ı kehf / eshâb-ı kehf

  • Mağara arkadaşları; Îsâ aleyhisselâmdan sonra din düşmanları her tarafı kapladığı bir zamanda, dinlerini korumak için her şeylerini terk edip, hicret eden ve Efsûs (Tarsus)'daki mağarada bulunan yedi kişi ile Kıtmîr adındaki köpekleri. Kur'ân-ı kerîm de Kehf sûresinde kıssaları uzun bildirilmektedir

esil

  • Parlak, uzun ve dolgun yüz.
  • Doğru şey.

eskaf

  • Uzun boylu, iri kimse.

esleb

  • İnsanın vücudunda veya yüzünde bulunan ben, nokta.
  • Süprüntü, moloz.

eşrar-ı arzin / eşrâr-ı arzîn

  • Yeryüzünün şerlileri, kötüleri.

esrar-ı kelam / esrâr-ı kelâm / اَسْرَارِ كَلَامْ

  • Sözün sırları.

est

  • Ayakları uzun olan.

esta'

  • (Satı. dan) Uzun boyunlu. Boynu uzun olan insan veya hayvan.

esvak

  • Uzun incikli.

esy

  • Tasa, keder, hüzün.

esyan

  • Kederli, gamlı, tasalı, kaygılı, hüzünlü, üzüntülü.

eşyem

  • Yüzünde ve vücudunda çok beni olan adam.

etla'

  • Uzun boylu.

etrah

  • (Tekili: Terah) Tasalar, kederler, elemler, gamlar, üzüntüler, sıkıntılar, ıztırablar.

evham

  • Olmayan bir şeyi olur zannı ile meraklanma. Üzüntü. Vehimler. Kuruntular. Zarar ihtimâli çok az olan bir şeyden meraklanma ve üzülme.

evrak

  • (Çoğulu: Vuruk) Sivri ve uzun dişli.
  • Yüzü renkli güvercin.
  • Siyahı beyazına galip olan at ve deve. (Müe: Vürka)

evtaf

  • Kirpikleri uzun ve kaşı kıllı olan kimse.

eyyam-ı şer'iye / eyyâm-ı şer'iye

  • Kur'ân'daki ölçülere uyan günler; gökyüzünde her cismin kendi etrafında dönmesiyle gün, bağlı olduğu sistem etrafında dönmesiyle de yine ona ait sene oluşur. Meselâ Sirius yıldızının bir günü ise bin senedir.

eza

  • Ticarette kaybetme, zarar etme.
  • Kibir ve gururunu bıraktırma.
  • Sıkıntı, eziyet, zulüm, cevr, sitem, renc, incinmek. İnsanın kerih görüp mahzun olduğu şey.
  • Hayır ve sadaka yoluyla mal vermede gururlanmak. Tetavül etmek.

ezebb

  • Saçları uzun ve kaşlarının kılları çok olan adam. (Farsça)

ezecc

  • Uzun ve ince kaşlı.

ezfer

  • Uzun tırnaklı.

ezlai / ezlaî

  • Uzunca ve iri olan şey.

ezlef

  • (Çoğulu: Zelef) Burnunun ucu uzun ve ince olan.

ezlem

  • Boğazı altında sarkık uzun kılları olan keçi.

eznem

  • Kulakları ucunda sarkık uzun kılları olan keçi.

fahs

  • Bir şeyin içyüzünü araştırma, aslını tetkik etme.
  • Ayırtmak.
  • Bahsetmek.
  • Seyirtmek.
  • Sıçramak.

faraza / farazâ

  • Sözün gelişi, söz gelişi, farz edelim ki.

fatiha-i kelam / fâtiha-i kelâm

  • Sözün başlangıcı.

favina / favîna

  • Ud-us salib dedikleri nesne ki iki sınıftır; biri erkek olup uzundur, biri dişidir ki ondan kısa olur ve ikisi de kafasızdır.

fec'

  • Bir kimsenin, musibetten dolayı elemli olması.
  • İncinmek.
  • Tasalı olmak, kederli ve hüzünlü oluş.

fecr suresi / fecr sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin seksen dokuzuncu sûresi.

fek'

  • Üzüntü veya kızgınlıktan dolayı başını aşağı eğip, nereye gittiğini bilmeden gitmek.

felekmeşreb

  • Mc: Sözünde durmaz, verdiği sözü tutmaz.
  • Kimine yâr olur, kimine olmaz.

fell

  • (Çoğulu: Fülül - Eflâl) Gedik, rahne.
  • Yaralamak.
  • Cenkte askeri bozmak. Harbdeki askerin bozulması.
  • Kılınç yüzündeki açılan gedik.
  • Susuz kır yer.
  • Güruh, cemaat.
  • Muvakkat delilik.

fenn-i bedii / fenn-i bedîi

  • Sözün güzel olması usûl ve kaidelerinden bahseden belâgat ilminin bir bölümü.

fenn-i maani / fenn-i maânî

  • Mânâ ilmi, anlam bilim; sözün maksada, duruma ve yerine uygunluğundan bahseden ve hâlin gerekliliğine yakışması yollarını gösteren ilim.

ferhal

  • Karışık ve kıvırcık olmayan uzun saç. (Farsça)

ferman-ı mezuniyet / fermân-ı mezuniyet

  • Mezuniyet belgesi, bitirme belgesi.

fersah

  • Uzunluk ölçüsü birimidir, iki çeşittir: Deniz fersahı: 5555 m. Kara fersahı: 4444 m.
  • İki şey arasındaki açıklık.
  • Sükun ve hareket arasındaki vakit.
  • Zaman. Saat.
  • Dâimî ve çok olup aslâ kesilmeyen şey.
  • Üç mil, beş kilometre veya dört saatlik mesafe, muhtelif mesafelere tekabül eden bir uzunluk ölçüsü.

feryad-ı matem

  • Matem hâlinde derin üzüntülerin bağırıp çağırarak dile getirilmesi.

fesahat / fesâhat / فَصَاحَتْ

  • Sözün açık ve hatasız olması.

fesahat-i harika

  • Sözün hayranlık verici şekildeki düzgünlük, açıklık ve akıcılığı.

fesh

  • Bozmak. Hükümsüz bırakmak. Kaldırmak.
  • Zayıf olmak.
  • Bilmemek. Cehil.
  • Re'y ve tedbiri ifsad eylemek.
  • Zaif-ül akıl. Zaif-ül beden.
  • Tembellik yüzünden gayesine erişemeyen.
  • Unutmak.
  • Tıb: Beden âzalarının mafsallarını yerinden çıkarıp ayırmak

fevak

  • İki sağım arasında devenin memesinde sütün birikmesi.
  • Rahat.
  • Rücu.
  • Uzun boyunlu bir nevi su kuşu.

fey-i zeval / fey-i zevâl

  • Güneş, gün ortasında (Nısf-ün-nehârda), tam tepeye gelince görülen en kısa gölge uzunluğu.

feyk

  • Tavuğun gıdaklaması.
  • Uzun boylu erkek.
  • İyi olmak.

feynan

  • Güzel uzun saçlı kişi.

fezail-i kelamiye / fezâil-i kelâmiye

  • Sözün üstünlükleri.

firak / firâk

  • Ayrılık, ayrılma.
  • Hüzün, keder, sıkıntı.

firak-ı elimane / firâk-ı elîmâne

  • Acı ve üzüntü verici ayrılık.

firaset / firâset

  • Zihin uyanıklığı. Bir şeyi çabukça anlayış kabiliyeti. Bir kimsenin ahlâk ve istidadını yüzünden anlamak. Firasetin bir nev'i, sebebini anlamadan ve ilham eseri olarak vücuda gelen seziştir. Diğer nev'i ise kesbîdir. Muhtelif huy ve tabiatları bilmek neticesinde hâsıl olur.
  • Yiğitlik.
  • Allahü teâlânın, mü'minlere ihsân ettiği işlerin iç yüzüne vâkıf olma kuvveti.

fistan

  • Kadınların bellerinden aşağı giydikleri geniş ve uzun elbise. Ayrıca Arnavutlarla Rumların, dizlerine kadar giydikleri kırmalı elbiseye de bu ad verilir.
  • Direklerin güverte ıskaçalarını sudan muhafaza için üzerine kalın bırandadan çevrilen kılıf.

flandra

  • Harp gemilerinin ve bilumum beylik gemilerin grandi direklerine çekilen ensiz ve uzun şerit sancaklar.

frenk sakalı

  • Eskiden frenkleri taklid suretiyle bırakılan sakal hakkında kullanılan bir tabirdi. Çeneye gelen kısım uzunca bırakılıp, yukarı tarafları kısa kesilen veya traş edilen sakal demektir.

fülfül-i tavil

  • Uzun biber.

füyak

  • Su kuşlarından uzun boyunlu bir kuş.

füzun

  • (Efzun. dan) Çok. Fazla. (Farsça)

gada

  • (Tekili: Gazâ) (Gadat) Dağ armudu ağaçları. Dikenli ağaçlar.
  • Ateşi uzun müddet devam eden seksek ağacı.

gadir

  • (A, uzun okunur) Gadreden, fenalık eden, zulmeden, hıyanet eden.

gaile

  • Üzüntü veren belalı iş.

gaile çıkarmak

  • Sıkıntı meydana getirmek, üzüntü vermek.

galat-ı tahakkümi / galat-ı tahakkümî

  • Bir kelimenin gerek lâfzı ve gerekse mânası itibariyle herkesin kullandığı gibi kullanılmaması.Bu, başlıca üş şeyden olur:1- Nazımda vezne uydurmak için bir kelimenin telâffuzunu değiştirmek, hecesini uzatmak ve kısaltmak yahut harfini gizlemek.2- Çeşitli mânâları olan bir kelimeyi meşhur olmayan bi

galeri

  • San'at eserinin sergilendiği salon veya koridor. (Fransızca)
  • Tiyatroda seyircilere ait balkon. (Fransızca)
  • Üstü örtülü uzun yer. (Fransızca)
  • Yer altında açılmış uzun, dar yol. (Fransızca)

gam / غم

  • Sıkıntı, üzüntü.
  • Keder, üzüntü. (Arapça)

gam ve keder

  • Sıkıntı ve üzüntü.

gamaza

  • Çukur, çukurluk.
  • Sözün anlaşılmasını zorlaştırmak.

gamin / gamîn

  • Tasalı, hüzünlü, kederli, gamlı. (Farsça)

gamlı

  • Üzüntülü.

gamm-alud

  • Kederli, gamlı, hüzünlü, kaygı veren. (Farsça)

gamm-dide / gamm-dîde

  • Kederli, tasalı, gamlı, hüzünlü.

gamm-gin / gamm-gîn

  • Kederli, hüzünlü, gamlı. (Farsça)

gamm-güsar / gamm-güsâr

  • Teselli veren, hüzün ve kederi defeden. (Farsça)

gamm-hane

  • Hüzün ve tasa yeri. (Farsça)
  • Mc: Dünya. (Farsça)

gamm-har

  • Kederlenen, hüzünlenen, tasalanan. (Farsça)

gamm-nisar

  • Hüzün veren, kederli eden. (Farsça)

gamm-perver

  • Keder veren, hüzünlendiren, gam artıran. (Farsça)

gamm-zede

  • Kederli, hüzünlü, gamlı, tasalı. (Farsça)

gamr

  • Derinlik, suyun derinliği. Çok su, büyük deniz.
  • Uzun, geniş libas.
  • Cehalet, gaflet.
  • Şiddet.

garet

  • (A, uzun okunur) Yağmacılık. Düşmanın malını yağma etmek.
  • Göbek.

garetger

  • (A, uzun okunur) Yağmacı. Çapulcu. (Farsça)

gareyn

  • (A, uzun okunur) Alt ve üst çene, yâni ağız.
  • İki gar.

garib

  • (A, uzun okunur) Batan. Gurub eden.
  • İki omuz arası.
  • Devenin hörgücüyle boynu arası.

gasa

  • Uzunluk.

gasak

  • (Gusuk-Gasekan) İlk koyu karanlık.
  • Küfrün karanlığı.
  • Gözün dumanlanıp, seçemez olması.
  • Göz kararması.
  • Herhangi bir şeyin akması, dökülmesi.
  • Çok soğuk ve fena kokan içki veya su.
  • Kuvve-i şeheviyye.
  • Seyelân.

gasase

  • (Gasis-Gususe) Davarın zayıf olması.
  • Sözün boş ve faydasız olması.
  • Yaradan irinin akması.

gavail

  • (Tekili: Gaile) Musibetler, belâlar.
  • Dertler, sıkıntılar, kederler, hüzünler.
  • Felâketler, âfetler.

gavi / gavî

  • (A, uzun okunur) Çok azgın. Çok sapkın. Yoldan şaşıp azıtan zâlim.

gerd

  • Baht, talih. Fayda. (Farsça)
  • Toz, toprak. (Farsça)
  • Hüzün, keder, gam, tasa. (Farsça)

gezend

  • Musibet, belâ, felâket, âfet. (Farsça)
  • Elem, keder, hüzün. (Farsça)
  • Zarar, ziyan. (Farsça)

gibet / gîbet

  • Bir kimsenin, yüzüne karşı söylendiği zaman hoşlanmayacağı, kalbinin kırılacağı bir sözünü, hâlini veya hareketini, arkasından, bulunmadığı yerde söylemek, hareketiyle göstermek veya îmâ etmek. Dedi-kodu.

gırbil

  • Havuzun dibinde kalan balçıklı su.
  • Bardak ve şişenin dibinde olan tortu.

giriban-çak / girîban-çâk

  • Yakası yırtık. (Farsça)
  • Mc: Kederli, hüzünlü, üzüntülü. (Farsça)

gırnevk

  • (Çoğulu: Garânik-Garânika) Su kuşlarından boynu uzun bir kuş. Telli turna. Kuğu kuşu.

gisu / gîsu

  • Uzun saç, omuza dökülen saç. (Farsça)

gizlik

  • Uzun saplı kalemtraş. (Farsça)
  • Bıçak, çakı, kılıç gibi şeylerin keskin olan tarafı. (Farsça)

gonce-i ab / gonce-i âb

  • Yağmur yağarken suyun yüzünde meydana gelen kabarcık.

gubar-ı hüzün / gubâr-ı hüzün

  • Üzüntü dalgası, üzüntü tozları.

gumum

  • (Tekili: Gamm) Tasalar, kederler, dertler, kaygılar, hüzünler.

gumuz

  • Sözün kapalı ve karışık oluşu.

gürz

  • Silâhın icadından evvel kullanılan bir harp âleti. Gürz, yekpare veya yalnız baş tarafı demir ve bakırdan, sapı ise ağaç ve demirden olan bir nevi topuzdur. Gürzün Türkçesi "bozdoğan" dır. Bozdoğan bir cins yırtıcı kuştur. Gürz, bozdoğanın kafasına benzediği için bu adla anılmıştır. Gürzün baş kısmı

gusas

  • (Tekili: Gussa) Kederler, hüzünler, kaygılar, tasalar.

gussa / غصه

  • Üzüntü, tasa.
  • Üzüntü, keder. (Arapça)

gussanak / gussanâk

  • Kederli, hüzünlü, tasalı, kaygılı. (Farsça)

gusse

  • Üzüntü, tasa, gam.

guzn

  • (Çoğulu: Guzun) Derinin büklümü.

habal

  • Bozulma, düzensizlik. Karma karışıklık.
  • Sıkıntı, hüzün, keder, üzüntü.

hacevca'

  • Uzun ayaklı adam.
  • Uzun adam.

hacis

  • Tasa, keder, hüzün, gam.
  • Hâtıra. Kalb ve hissin en derin ve gizli sesleri.

hadb

  • Vurmak, darb etmek.
  • Deriyi etiyle ayırmak.
  • Isırmak.
  • Yalan söylemek.
  • Uzunluk.

hadba'

  • Uzun boylu akılsız kadın.
  • Yumuşak gönüllülük.

hadeb

  • Uzun boylu, akılsız kimse.

hadeka

  • Gözün siyahlığı, gözbebeği.

hades

  • (Hads) Sür'atle idrak etmek. Zan ve tahmin eylemek. Fikrini, re'yini bildirmek. Bir sözün mâna ve mefhumunda, bir hususun vaz' ve üslubunda başka tarz tasavvur eylemek.

hads

  • Uzun düşünce ve delile ihtiyaç kalmadan hâsıl olan ilim. Sür'at-i intikal. Ani ve doğru idrâk. Delilden neticeye çabuk varmak.

hadşe

  • (Çoğulu: Hadeşât) Vesvese, kuruntu, merak, ye's, üzüntü, hüzün.

hadşe-i derun

  • İç sıkıntısı, gönül üzüntüsü.

hadun

  • Memesinden biri diğerinden uzun olan koyun.

hafe / hâfe

  • (Çoğulu: Hâfât) Sâhil, kıyı, deniz kenarı.
  • İki veya daha fazla sathın, bir açı teşkil ederek birleşmesinden meydana gelen uzunlamasına keskinlik.

hafeş

  • Gözün küçük olması ve görme kuvvetinin zayıf olması. (Öyle kişiye "ahfeş" derler.)

hafl

  • Kederlenme, hüzünlenme, tasalanma.
  • Toplantı, toplanma.

hakikat / hakîkat

  • Bir lafzın (sözün) asıl mânâsı.
  • Gerçek.
  • Kötülüklerin kalbden tekellüfsüzce, zorlanmadan gitmesinin gerçekleşmesi, fenâ(Allahü teâlâdan başka her şeyi unutma) mertebesi.
  • Mâhiyet.

hakikat ilmi

  • Eşyanın gerçek ve doğru yüzünü gösteren ilim; Kur'ân ilmi.

hakile / hakîle

  • Uzun buğday.
  • Bağırsak içinde olan su.

hakka suresi / hâkka sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin altmış dokuzuncu sûresi.

hakke'l-yakin / hakke'l-yakîn

  • Bilgi ve marifet mertebelerinin en yükseği, bizzat yaşayarak elde edilen bilgi, gerçeğin özünü kavramak.

hakku'l-yakin / hakku'l-yakîn

  • Hakke'l-yakîn. Bilgi ve marifet mertebelerinin en yükseği, bizzat yaşayarak elde edilen bilgi, gerçeğin özünü kavramak.

hal / hâl

  • Durum, vaziyet, tavır. Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin kalbine gelen sevinç, hüzün, darlık, genişlik, arzu ve korku gibi mânâlar. Bunlar kulun gayreti ve çalışması olmadan kalbe gelir. Bu yönden makam ile arasında fark vardır. Makam, tasavvuf yolun da bulunan kimsenin çalışmakla kazandığı mânevî d

hal-i müessif

  • Üzüntü verici durum, hâl.

halavet-i kelam / halavet-i kelâm

  • Sözün güzelliği ve akıcılığı.

halcem

  • Uzun, tavil.

halet-i mahzunane / halet-i mahzunâne

  • Üzüntülü durum.

halife / halîfe

  • Yeryüzünde Allah'ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan.
  • Birinin yerine geçen.
  • Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vekîlî ve yeryüzündeki bütün müslümanların reîsi (başı).
  • Bir tasavvuf büyüğünün yetiştirip, hayâtında veya vefâtından sonra insanları terbiye etmek ve talebe yetiştirmekle vazîfelendirdiği talebesi.

halife-i arz

  • Yeryüzünün halifesi, yöneticisi.

halife-i ru-yi zemin / halife-i rû-yi zemin

  • Yeryüzünün halifesi; Hz. Ömer.

halife-i ruy-i zemin

  • Yeryüzünün halifesi mânâsına gelen bu tabir, Yavuz Sultan Selim Han'dan sonra Osmanlı Padişahları hakkında kullanılmıştır.

halife-i zemin / halife-i zemîn

  • Yeryüzünün halifesi.

hamdele

  • "Elhamdülillah" demenin kısaca ismi. Bu sözün masdar haline getirilip kısaltılması.
  • Elhamdülillah veya bu mânâdaki sözler. Elhamdülillah sözünün mânâsı, Allahü teâlâya hamd olsun, ben her hâlimde O'ndan memnûnum demektir.

hame'

  • Uzun müddet su ile yumuşayıp değişmiş cıvık ve kokar çamur. Balçık.

hamide / hâmide

  • Uzun müddet geçmesi sebebi ile rengine tegayyür ve siyahlık gelip eskimiş olan.
  • Nebatsız kuru yer.
  • Yanmış kül olmuş.

haminne

  • Hanım nine sözünün bozulmuş şekli, büyük anne.

hane ber-duş

  • Evi omuzunda. Avare. Serseri.

har'abe

  • İnce kemikli, genç ve güzel kadın.
  • Uzun.
  • Yeşil üzüm çubuğu.

harab-ı arz

  • Yeryüzünün yıkılışı.

harf-i medd

  • Kendinden evvel gelen harflerin uzun sesli okunmasına vesile olan "elif, vav, yâ" harfleri.

harhar

  • Devamlı arzu, sürekli istek. (Farsça)
  • Gönül üzüntüsü, iç sıkıntısı. (Farsça)
  • Devamlı kaşıntı. (Farsça)

harim / harîm

  • Herkesin giremiyeceği, dokunmıyacağı şey. Haram dairesi.
  • Şerik.
  • Bir kişinin olup, başkasının duhul ve taarruzundan masun yer.
  • Hacıların Mekke-i Mükerreme'de giydikleri libas.

harısa

  • İnsanın başında veya yüzünde kan çıkmaksızın yalnız deri yırtılmış olarak peyda olan yara.

harisa / harîsa

  • Yağmuruyla yer yüzünü süpürüp gideren bulut.
  • Kan çıkmayan azıcık baş yarığı.

harita

  • yun. Yeryüzünün veya bir parçasının belli bir ölçüye göre küçültülerek muvafık bir yere çizilen taslağı.
  • Dağarcık, kulplu kese.

haser

  • Gözün tam görmemesi, göz nurunun zayıf olması.

hasıl-ı kelam / hâsıl-ı kelam / hâsıl-ı kelâm / hasıl-ı kelâm / حاصل كلام

  • Sözün özeti.
  • Sözün özü.
  • Sözün kısası.

hasılı kelam / hâsılı kelâm

  • (Hâsıl-ı kelâm) Sözün kısacası, sözün kısası.

haşr suresi / haşr sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin elli dokuzuncu sûresi.

hasret

  • Özleyiş. İç çekme. Bir şeyi çok isteyip, arzulayıp ona kavuşamamaktan gelen üzüntü.

hass

  • Zannetmek.
  • Silkmek.
  • Davarı kaşağılamak.
  • Közün üstünde birşey pişirmek.
  • Katletmek, öldürmek.

hasur

  • Mânevi mücahededen dolayı kadınlara yaklaşmaya rağbet etmeyen.
  • Sır saklayan. Keder ve üzüntüden gönlü daralan, tasadan içi sıkılan.
  • Çok bahil kimse. (Halkla yer ve içer, birşey vermez)
  • Oğlu ve kızı olmayan.
  • Avrete cimâ edemeyen.
  • İhlili dar olan deve.

hatime kısmı / hâtime kısmı

  • Yirmi Dokuzuncu Mektubun Zeyli.

hatimenin hatimesi / hâtimenin hâtimesi

  • Sonucun neticesi, son sözün son sözü.

hatır-ı şeytani / hatır-ı şeytanî

  • Tas: Nefsin zevklerine muhabbet yüzünden, ma'siyet ve günahlara düşmek.

hatr

  • Ahdini bozmak, sözünde durmamak.

haver

  • Gözün beyazının çok beyaz ve karasının da çok kara olması.

havsal

  • Havuzun kenarında suyun durulduğu yer.

hayf

  • Gözün birisi birine muhalif olmak.

hayfane

  • (Çoğulu: Hayfân) Alacalı çekirge.
  • Ayakları uzun olan at.

haykan

  • Büyük ve kalın olan.
  • Kısa boylu bir kimsenin yürümesi.
  • Omuzunu oynatmak.

hayta'

  • Deve kuşlarının uzun boyunlu olanı.

hayyakallah / hayyâkallah

  • Allah seni yaşatsın. Allah ömrünü uzun etsin, meâlinde ve dua makamında söylenen bir tâbirdir.

hazannüma

  • Sonbahar görünüşlü. (Farsça)
  • Mc: Hüzün ve keder verici. (Farsça)

hazer

  • Gözün dar ve küçük olması.
  • Kabile.
  • Cemaat.

hazin / hazîn / حزین / حَز۪ينْ

  • Hüzünlü. Keder meydana getiren. Acı uyandıran.
  • Hüzün veren, acıklı.
  • Hüzünlü, üzüntü verici.
  • Hüzün dolu. (Arapça)
  • Hüzünlü.

hazin levha / hazîn levha

  • Hüzünlü, acıklı tablo.

hazinane / hazînâne

  • Hüzünlü bir şekilde.
  • Hüzünlü bir hâlde.

hecenna'

  • Uzun ve şişman gövdeli kimse.
  • Başı dazlak, yaşlı kimse.
  • Başı dazlak olan devekuşu.

hedeb

  • Ensiz, uzun ve ince yaprak.
  • Servi yaprağı.

hektometre

  • Yüz metrelik uzunluk ölçü birimi. (Fransızca)

hekur

  • Uzun, tavil.

hem

  • Gaile, müşkül iş.
  • Tasa, gam, keder, hüzün.

hem-kadd

  • Boyları birbirine eşit olan, uzunlukları aynı olan. (Farsça)

hemahim

  • (Tekili: Hemheme) Üzüntüler, kederler, dertler, tasalar.

hemm

  • Gam, keder, tasa, hüzün.
  • Gam, hüzün, sıkıntı.

hendek

  • Kazılan uzun ve derin çukur.

hercan

  • Uzun ve kalın olan şey.
  • Hayvanın yab yab yürümesi.

hereb

  • Kaçma, firar.
  • şiddetli üzüntü, keder.

herec

  • Sıcaklığın fazlalığından devenin gözünün kararması.

herkül burcu

  • Gökyüzünün kuzey yönünde Herkül ismi verilen bir yıldız kümesi.

hetalla'

  • Uzun ve iri vücutlu erkek.

hevc

  • (Çoğulu: Hüvüc) Uzun boylu ve akılsız olmak.
  • Rüzgârın sert esmesi.

hevcele

  • Hiçbir işaret ve alâmet olmayan ev veya sahrâ.
  • Yürügen deve.
  • Uzun boylu, ahmak erkek.

  • Arabça alfabede dokuzuncu harftir. Ebced hesabına göre 600 sayısına işaret eder.

hıbık

  • Uzun, tavil.
  • Hızlı yürüyüşlü at.

hibl

  • Yaşlı, ihtiyar.
  • Uzun boylu kimse.
  • Büyük deve.

hibre

  • (Hibret) Bir şeyin iç yüzünü hakkı ile bilmek.

hıbve

  • (Çoğulu: Hubâ) Gökyüzüne yayılmış büyük bulut.
  • Dizlerini büküp, mak'adı üzerine oturup, elleri dizleri altından bağlamak.
  • Bele takılan şey.

hicaz demiryolu

  • Şam'dan Hayfa'ya kadar uzanan demiryolu. Yapımına 1900'de başlanan bu demiryolunun uzunluğu 1465 km, genişliği ise 1050 m. idi. Başlıca özelliği tamamıyla İslâm dünyasının yardımı ile yapılmış olmasıdır. II.Abdülhamid zamanında yapılan bu demiryolu 1908 yılında tamamlanmıştır.

hicran-ı la yezali / hicran-ı lâ yezalî

  • Sonsuz ayrılık. Ayrılıktan gelen sonu gelmez üzüntü.

hicran-zede

  • Ayrılmış, üzüntülü, hicrâna uğramış.

hicri'

  • Uzun boylu ahmak erkek.
  • Tazı, köpek, kelp.

hik

  • Devekuşunun erkeği.
  • İnce uzun.

hıkb

  • (Çoğulu: Ahkâb) Uzun zaman, dehr.

hikkab

  • Uzun boylu, büyük karınlı kişi.

hilafet-i arziye / hilâfet-i arziye

  • Yeryüzü halifeliği; yeryüzünde Allah'ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde, insana verilen görev.

hilafet-i ru-yi zemin / hilâfet-i rû-yi zemin

  • Yeryüzünde Allah'ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde insana verilen görev.

hilkat-ı arz

  • Yeryüzünün yaratılışı.

hilkat-i arz / خِلْقَتِ اَرْضْ

  • Yeryüzünün yaratılışı.

hımare

  • (Çoğulu: Hamâyir) Ayak üstü.
  • Havuzun etrafına koydukları taş.
  • Avcıların av vurmak için çevrelerine ev gibi dizdikleri taşlar.

hımlak

  • (Çoğulu: Hamâlik) Gözün etrafı.

hınnab

  • Uzun boylu.

hıns-ı yemin

  • Yemini bozma, sözünde durmama.

hircab

  • Uzun.
  • Büyük çömlek.

hirtal

  • Uzun, tavil.

hışır

  • Kavun ve karpuzun kabuk kısmı.
  • Olgunlaşmamış kavun.
  • Kötü bir tabaklama neticesinde, bazı kısımları sert kalan deri.
  • Mc: Kaba, görgüsüz ve salak kimse.

hiss-i hüzn-ü gamdar

  • Gam veren hüzün hissi.

hiss-i zahir / hiss-i zâhir

  • Zâhirde ve varlığın dış yüzünde olanları kavrayan hisler, duyular; görme, işitme, tatma duyuları gibi (Varlığın mânâ boyutu ile ilgili sezgi ve ihtisaslara vesile olan aklî, rûhî, kalbî, vicdanî hislere hiss-i bâtın denir.).

hıtab

  • Sözü âşikâre ve yüzüne söylemek.
  • Seninle gayrin arasında olan kelâm.

hitaben

  • Birinin yüzüne söyleyerek, ona hitab ederek. Tevcih-i kelâm eyleyerek. Birine doğru hitab ederek.

hitamuhu miskün

  • Onun mühürü (sonu) misktir, meâlinde Mutaffifîn Suresi'nin 26. âyetinden bir kısımdır. Onda Cennet nimetlerinden bahsedildiği gibi, bu kelâm tatbikatta sözün, sohbetin sonunu hoş ve güzel sözle bitirmeğe denilir.

hıyanet / hıyânet

  • Hâinlik. Vefasızlık. İtimadı kötüye kullanmak. Sözünde durmayıp oyun etmek.
  • Hâinlik. Birine kendini emîn tanıttıktan sonra, o emniyeti bozacak iş yapmak; vefâsızlık, îtimâdı kötüye kullanmak, sözünde durmamak.

hizb-hizib

  • Kısım, bölük.
  • Taraftar.
  • Kur'ân cüzünün dörtte biri.

hizbü'l-ekber

  • Yirmi Dokuzuncu Lem'a olan Tefekkürnâme adlı eserde yer alan bir bölüm.

hızc

  • (Çoğulu: Ehzâc) Devenin içtiği havuzun dibinde kalan su.
  • Ateş yakmak.

hizye

  • Uzun kesilmiş et parçası.

hücumat-ı sitte / hücumât-ı sitte

  • Altı hücum anlamına gelen ve şeytanın desiselerine karşı yazılan bir eser; Yirmi Dokuzuncu Mektupta Altıncı Risale olan Altıncı Kısım.

hucurat suresi / hucurât sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin kırk dokuzuncu sûresi.

hüddab

  • Ensiz, ince, uzun yaprak.

hukeşan

  • Tar: Hacı Bektaş şeyhinin Yeniçeri Ocağı nezdindeki vekiline mahsus doksandokuzuncu ortaya 1591 senesinde tâyin olunan Bektaşi müritleri hakkında kullanılır bir tâbirdi. Yeniçeri ocağından yiyip içen ve yeniçeri odalarında yatıp kalkan bu duacıların vazifeleri sabah akşam ordunun selâmet ve muvaffak (Farsça)

hulasa

  • Bir şeyin, bir sözün özü, özeti.

hulasa-i kelam / hulasa-i kelâm / hulâsa-i kelâm

  • Sözün hülâsası. Sözün özü.
  • Sözün özeti.

hülasa-i kelam / hülâsa-i kelâm

  • Sözün özü, kısası.

hulasa-i kelam / hulâsa-i kelâm / خلاصهء كلام

  • Kısacası, sözün kısası.

hulf

  • Sözünden dönme.

hulfetmek

  • Sözünde durmamak.

hulfü'l-va'd

  • Sözünden dönme.

hulfül-vaad

  • Sözünden dönme.

hulfülvaad

  • Sözünden dönme.

hunut

  • Mumyalama.
  • Bir ölünün uzun zaman çürüyüp kokmaması için kullanılan eczalar.

hunzul

  • Uzun boynuz.
  • Uzun zeker.

hurc

  • Meşinden veya çadır bezi gibi şeylerden yapılmış büyük heybe ve sandık. Meşinden yapılan bu heybe ve sandıklar arka taraflarındaki meşin kollarla hayvanların semerine bağlanır ve iki hurc bir hayvana yüklenirdi. Eski zamanın uzun yolculuklarında kullanılırdı. Eskiden İstanbulun meşhur yangınlarında
  • Uzun dişi deve.

hurcül

  • Uzun.

hurdegir

  • Sözün içinde tenkid edilecek noksan arayan. (Farsça)

huşam

  • Kalın burunlu.
  • Uzun dağ burnu.

hüsn-ü ta'lil

  • Edb: Herhangi bir hâdisenin hakiki sebebini saklayarak, güzel ve hayalî bir sebep göstermeye hüsn-ü ta'lil denir. Bu gösterilen sebep hakiki olmamalı, fakat güzel olmalıdır.Bağ-ı âlemde yüzün menendi bir gül isteyüp.Cüst ü cu idüp gezer gülzarı bülbül şah şah. (Fatih Sultan Mehmed)Bülbülün, gül bahç

hüzn / حزن

  • (Hüzün) Gamlı olmak. Keder Sıkıntı.
  • Üzüntü, keder. Sevincin zıddı. Bu, halk arasında kastedilen dünyevî hüzünden başkadır. Tasavvuf yolunda bulunanlara âit bir hâl.
  • Üzüntü.
  • Hüzün, üzüntü. (Arapça)

hüzn-alud

  • Kederli. Hüzünlü. Gamlı. (Farsça)

hüzn-amiz

  • Gam, keder ve hüzünle karışık. (Farsça)

hüzn-aver

  • Keder veren. Gam veren. Hüzün verici. (Farsça)

hüzn-efza

  • Keder ve hüzün arttıran. (Farsça)

hüzn-engiz

  • Hüzün veren. Keder verici. (Farsça)

hüzn-engizane / hüzn-engizâne

  • Hüzün ve üzüntü verici bir şekilde.

hüzn-gah / hüzn-gâh

  • Hüzün ve keder vakti.

hüzn-ü elim / hüzn-ü elîm

  • Acı verici hüzün, üzüntü.

hüzn-ü gurubi / hüzn-ü gurubî / hüzn-ü gurûbî

  • Sevilen ve bağlanılan herşeyin batıp gitmesinden ortaya çıkan hüzün.
  • Gurubla gelen hüzün.

hüzn-ü kur'ani / hüzn-ü kur'ânî

  • Kur'ân'a has hüzün.

hüzn-ü masumane ve mazlumane / hüzn-ü mâsumâne ve mazlumâne

  • Masum ve mazlumca duyulan hüzün, acı.

hüzn-ü müştakane

  • Kavuşmanın gecikmesinden doğan hüzün, üzüntü.

hüzn-ü yetimi / hüzn-ü yetimî

  • Yetimce hüzün.

hüznengiz / hüznengîz / حزن انگيز

  • Hüzün veren, üzen.
  • Hüzün veren. (Arapça - Farsça)

hüznengizane / hüznengizâne

  • Üzüntü veren bir hâlde.

hüzün / حُزُنْ

  • Üzüntü.
  • Üzüntü.
  • Üzüntü.

hüzün-alud / hüzün-âlûd

  • Hüzünle karışık.

hüzün-engiz

  • Hüzün veren.

hüzüngah / hüzüngâh

  • Hüzün yeri.
  • Hüzün yeri.

hüzünlü

  • Hüzün verici, üzüntülü.

i'tibar

  • (İtibâr) Ehemmiyet vermek. Hürmet, riâyet ve hatır saymak. Kulak asmak. İbret alıp uyanık olmak. Birisini veya sözünü makbul farzetmek.
  • Taaccüb etmek.
  • Şeref, haysiyet.
  • Bir şeyin gerçek değil, kararlaştırılan değeri.
  • Ticarette söz veya imzaya olan itimad.
  • <

i'tiyan

  • Dik dik bakma, gözünü dikme.
  • Yardım etme.

i'var

  • Bir gözünü kör etme, tek göz bırakma.

ibhak

  • Gözünü çıkarma, kör etme.

ibham

  • Mübhem, kapalı bırakmak. Belirsiz olmak. Muayyen olmayan.
  • Edb: Sözün kolayca anlaşılmayacak şekilde kapalı olması, vâzıh olmayışı.
  • Baş parmak.

ibik

  • Horozun başındaki kırmızımsı bir renkte uzanmış et parçası.

iblas

  • Mahzun olmak, ümitsiz olmak.

ibsan

  • Bir kimsenin huyunun veya yüzünün güzel olması.

ıbt

  • (Ibıt) Koltuk. Omuzun alt ve iç tarafı.

ibtar

  • Parçalama.
  • Mahrum etme, esirgeme.
  • Gündüzün başlangıcı.

icab

  • Lâzım. Gerekli. Lüzum. Sebeb olmak.
  • Ist: Akitlerde ilk söylenen söz. Bir mal sahibinin müşteriye karşı, "Bu malımı sana şu kadar paraya sattım" demesidir. Müşterinin de kabul etmesine dair olan sözüne "kabul" denir. Şer'i ıstılahta buna "icâb ve kabul" denir.

icaz-ı muhill

  • Sözün istenilen mânayı ifadeye kifayet etmemesi yüzünden mânanın bozulması halidir.

icaz-ı mutneb / îcâz-ı mutneb

  • Az sözle çok mânâlar ifade etme; bir kelime veya sözün çağrıştırdığı bütün mânâları, açıklama yapmamak sûretiyle kastetme.

icazet / icâzet / اجازت

  • İzin. (Arapça)
  • Mezuniyet belgesi, diploma. (Arapça)

icazet-i külli / icazet-i küllî

  • Vaktiyle Osmanlı serdarlarına ve sefirlerine müsâlaha, muahede akdi ve sair işler hakkında verilen mezuniyet. Tam salâhiyet demektir. Bu salâhiyeti alan kumandan veya sefir, üzerine aldığı işi merkezden sormaya ihtiyaç kalmadan maslahatın icabettirdiği ve kendi aklının erdiği vechile yapıp bitirirdi

icmal

  • Hülâsa etmek. Kısaltmak, bir araya toplamak. Kısa anlatmak. Biriktirmek.
  • Uzun bir hesaptan çıkarılan hülâsa, netice.

ifa-yı vaad

  • Sözünü yerine getirmek.

ifave

  • Çorbanın iyisi.
  • Çömlek kaynarken yüzüne çıkan köpük.

iflilak

  • Yer yüzünü bulut kaplamak.

iftihar madalyası

  • Padişaha sadakat gösterenlere, tarım ve san'atın ilerlemesine çalışanlara, yangın ve sâri hastalık anında devlet ve millete büyük hizmetleri dokunanlara verilmek üzere II. Abdülhamid'in irade-i seniyesiyle altın ve gümüşten olmak üzere çıkarılan madalya. (1886 ve 1887) Madalyanın ön yüzünde yukarı k

iftihas

  • Gerçeği ve hakikatını dikkatle araştırma. İçyüzünü iyice tetkik etme.
  • İmtihan etme, deneme.

igmam

  • Kederlendirmek. Gamlandırmak. Hüzünlendirmek.
  • Gökyüzünün bulutlu olması.

iğmaz-ı ayn / iğmâz-ı ayn

  • Gözünü kapamak.

igtimaz

  • Gözünü kapatma, gözünü yumma. Uyuma.

ıhlivlak

  • Eskimek.
  • Bulutun gökyüzünü kaplaması.

ihmam

  • Kederlendirmek. Mahzun etmek.
  • İhtiyarlatmak.

ihtimal

  • (Haml. den) Mümkün olma, belki. Olması mümkün görünmek.
  • Kabul eylemek.
  • Yükselip götürmek.
  • İhsana mukabil şükretmek.
  • Kızma ve hiddetlenmekten dolayı yüzünün rengi değişmek.

ihtiras / ihtirâs

  • Şiddetli arzu, aşırı heves, istek, gözün ve gönlün doymaması.

ihtisar

  • İcmâl etmek. Sözün kısaltılması. Kısaltmak.
  • Mat: Sadeleştirme, basitleştirme. Hesapta bir tenasübü en küçük haddine indirme.

ihya-yı arz / ihyâ-yı arz / اِحْيَايِ اَرْضْ

  • Yeryüzünün diriltilmesi.
  • Yer yüzüne hayat verme.

ihzan

  • Mahzun etme, hüzünlendirme, keder verme.

ikrab

  • Kederlendirme, hüzün verme.

iktinah

  • (Künh. den) Bir işin esâsını, künhünü, kökünü ve gerçeğini anlama. İçyüzüne, derinliğine varma.

iktirab

  • Tasalı ve gamlı olma. Korkulu ve hüzünlü bulunma.

iktiras

  • Bir işe ehemmiyet verme, bir şeyi mühimseme.
  • Kederli ve hüzünlü olma.

iktitaf

  • Edb: Sözün özünü almak.
  • Ağaçtan meyve toplamak. Toplanma. Toplama.
  • Bir uğraşma sonucunda faydalanma.

iktiza-i nass / iktizâ-i nass

  • Âyet ve hadîslerin gerektirdiği şey; nassın (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin) hükmünün anlaşılabilmesi ve istenilen mânânın ortaya çıkması için sözün tamâmına bakılarak gerekli hükmün taktir edilmesi.

ılab

  • Boyunda olan uzun nişan.

ılgıdır

  • Bir metre kadar uzunluğunda, uçlarına birer karış kadar iki çivi sokulmuş ağaçtan yapılma bir ölçü âletidir.

ilh

  • "İlâ âhir" sözünün kısaltılmışı.

ilm-i bedi' / ilm-i bedî'

  • Lafz (söz) ve mânâ ile ilgili bâzı san'atlar yaparak sözün süslenmesini öğreten ilim.

ilm-i meani / ilm-i meânî

  • Sözün hâle uygunluğundan bahseden edebî ilim dallarından biri.

ilmah

  • Hemen gösterip çabucak yok etme.
  • Bir şeyi parlatma.
  • Güzel simalı bir kadın veya kız, yüzünü gösterip hemen çekilme.

iltifat

  • Güzel sözle samimi olarak okşamak. Yüz göstermek. Teveccüh etmek. İyilik etmek. Lütfetmek.
  • Dikkat, itina.
  • Edb: Bir mevzu anlatılırken, o anda kalbe doğan bir ilham coşkunluğu ile -mevzu dışına çıkmadan- sözün ve hitabın yönünü değiştirme san'atıdır. Meselâ: (Asım'ın nesli...

ilva

  • Çevirmek. Baş eğmek. Başı eğilmek.
  • Başkasının sözünü maksadı olmayan başka tarafa çevirmek.
  • Birinin hakkını inkâr eylemek.
  • Bayrağı kaldırmak. Sancak dikmek.

imale / imâle / اماله

  • Meylettirme, uzun okuma.
  • Kısa heceyi uzun okuma. (Arapça)

imame / imâme

  • İslâma mahsus baş kisvesi olan sarık. Zırhlı külâh.
  • Çubuk ve sigaralığın başına takılan ağızlık.
  • Tesbihin başındaki ve ipin iki ucu içinden geçen uzunca tane.
  • Eskiden müslümanların başlarına sardığı, bugün ise, sadece din görevlilerinin namaz kıldırırken ve dînî vazîfeleri yerine getirirken giydikleri başlık üzerine sarılan sarık.
  • Tesbîhin ucundaki uzun tâne.

imaret-i arz

  • Yeryüzünün imar edilmesi, ömür sürülür, yaşanır hâle getirilmesi.

imtidad

  • Uzanmak. Uzayıp gitmek. Gerilip ve çekilip uzanmak.
  • Boy. Tul. Uzunluk.
  • Feza, uzay.

imtiyaz madalyası

  • 2. Abdülhamid'in 11/10/1885 tarihli emriyle devlet ve memleket yararına hizmet edenlere, vazifeyle gönderildikleri yerde başarı gösterenlere verilmek üzere çıkarılan madalya. Altun ve gümüşten olmak üzere iki çeşit olan bu madalyaların ön yüzünde II. Abdülhamid'in "Elgazi" tuğrası, bunun altında sal

inak

  • Sözüne inanılır, itimat edilebilir, mutemed.
  • Müsteşar, müşavir.
  • İstişare, re'y.

incaz-i va'd

  • Va'dini yerine getirme. Verdiği sözünü tutma.

infaz

  • Sözünü geçirme. Bir hükmü yerine getirme.
  • Aldığı emre göre birisini öldürme.
  • Öte tarafa geçirme.

inkar-ı semavat / inkâr-ı semâvât

  • Gökyüzündeki tabakaları kabul etmeme.

insifa'

  • (Nısıf. dan) Bir şeyin ortası.
  • Bir şeyin yarısını alma.
  • Gündüzün ortası.
  • Hakka hizmet.
  • Adaletle mukabele etmek. Mazluma yardım edip zâlimden hakkını almak.

ir'ad

  • Tehdid etmek, korkutmak. Muztarib etmek.
  • Kılıç parlatmak.
  • Kadın yüzünü kendisi açmak.

iris

  • yun. Gözümüzün saydam tabakasının arkasında olup, deliği, ışığın az veya çok miktarda olmasına göre genişleyip büzülen tabaka. Kuzahiye.İRKÂ' : Geciktirme.
  • İftira etme.

irsad

  • Gözetlemek.
  • Hâzır ve âmâde eylemek.
  • Mükâfat vermek.
  • Edb: Secili ve kâfiyeli bir cümlede ses uyumundaki ana sesi önce tanıtıp, ondan sonra gelecek kelimeyi tanıtma sanatıdır. Meselâ:Elemin Kays'a kıyas etme din-i mahzunun, Yok idi aklı ne derdi var idi Mecnunun. (Baki)

irtac

  • Bir kimsenin sözünü kesme, konuşturmama.
  • Devamlı yağmur ve kar yağma.
  • Kapıyı örtme, kapama.
  • Kıtlık her tarafa yayılma.

isas

  • Çok sık ve uzun saç veya bitki.

isbat / isbât

  • Sağlamlaştırma, dayanıklı hâle getirme. Delil ve şâhit göstererek bir sözün ve fikrin doğruluğunu ortaya koyma.
  • Tasavvuf yolunda ilerlerken Lâ ilâhe dedikten sonra illallah demek.

işca'

  • Yenme, ezme.
  • Kederlendirme, hüzün verme, üzme.

işcaz

  • Kederlendirme, üzme, hüzün ve gam verme.

ısfirar-ı ayn

  • Gözün sararması.

ısha'

  • Gökyüzünün açık ve bulutsuz olması.

işkal / işkâl

  • Sözün kendisinde bulunan bir incelik, derinlik sebebiyle veya bir edebi san'attan dolayı mânâsı, düşünülmeden anlaşılamayacak derecede kapalılık.

ıskat-ı salat / ıskat-ı salât

  • Ölmüş bir kimsenin kılmadığı namazlar yüzünden hâsıl olan günahını giderir ümidi ile verilen sadaka.

islamiyet

  • İslâmlık.
  • İslâm oluş. Teslimiyet, inkıyad, bağlılık, hakka tarafgirlik ve iltizamdır. (İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez; gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan yalnız kendine gece yapar. Münazarat)

ism-i batın / ism-i bâtın

  • Allah'ın, bütün varlıkların iç yüzünü ve özellikle canlıların içlerini mükemmel bir fabrikanın harika makineleri gibi yaratıp işlettiğini gösteren ismi.

ism-i hakem nüktesi

  • Hakem isminin ince mânâsı; Otuzuncu Lem'a'nın Üçüncü Nüktesi.

işmi'zaz

  • Can sıkma, üzülme, yüzünü ekşitme.
  • Titreyip ürperme.

isnad-ı mecazi / isnad-ı mecazî

  • Mecazî isnad, bir sözün mecaz anlamını tercih etmek.

istiaze / istiâze

  • "Eûzü billâhi mineşşeyta-nirracîm" sözünü söyleyerek Allah'a sığınma, eûzü çekme.

istinaf

  • Baştan başlamak. Yeniden başlamak.
  • Gr: Sözün başlangıcı.
  • Huk: Dâvâ Mahkemesinin verdiği hükmü beğenmeyip bozulmasını daha üst mahkemeden istemek. Dâvâ mahkemeleri ile Temyiz Mahkemesi arasındaki bir derece yüksek mahkemeye verilen isim.

istuh

  • Âciz, güçsüz, kuvvetsiz. Perişan, mahzun, biçare. (Farsça)

ita'at / itâ'at

  • Söz dinleme, boyun eğme, emre göre hareket etme. Sözünden çıkmama.

itale

  • Uzatmak. Sözü uzun etmek. Tatvil-i kelâm etmek.
  • Birini zemmetmek, ayıplamak.

itnab / itnâb

  • Sözü uzatma; herhangi bir yeni fayda için, maksadı alışılagelmişin dışında uzun bir söz ile ifade etme.

ıtnab-ı makbul

  • Bahsi iyice anlatmak için lüzumlu olan sözün uzatılması.

ıtrak

  • Sükût etmek, susmak. Gözünü yere dikip bakıp durmak.

izale

  • Halsiz bırakma.
  • Uzun etekli elbise.
  • Kadın yaşmağını açma.
  • Sarığın ucunu uzatma.

izar

  • Yanak. İnsanın yüzündeki yanak kısmı.

izhaf

  • Yalan söyleme.
  • Hıyanet etme, verdiği sözünü tutmama.
  • Hayrette bırakma, şaşırtma.

jaketatay

  • Arkası yırtmaçlı, etekleri uzun ve ön köşeleri yuvarlakça kesilmiş olan resmi ceket. (Fransızca)

jeoloji

  • Yeryüzünün yapısını inceleyen ilim.

kabbe / kâbbe

  • Hüzünden ve gamdan dolayı, hali kötü ve kalbi kırık olmak.

kabe-i muazzama / kâbe-i muazzama

  • Yeryüzünde yapılan ilk mâbed. Müslümanların kıblesi. Arabistan'ın Mekke-i mükerreme şehrindeki Mescid-i Harâm'ın ortasında bulunan taştan yapılmış dört köşeli binâ. Beytullah, Beyt-ül-haram, Bekke, Beyt-ül-atîk, Hâtime, Basse, Kadîs, Nâzır, Karye-i Kadîme adları ile de anılmıştır.

kabz u bast

  • Ruhen sıkıntı. Daralma ve genişleme. Sıkıntı ve ferahlık.
  • Birini diğeri üzerine tercih etme.
  • Münkabız bir adama ferahlık ve sürurluluk vermek, sevindirmek.
  • Beyan ve ifâde etmek.
  • Uzun uzun ve etraflıca anlatmak.

kad / kâd

  • Mahzun olma, hüzünlü ve kederli olma.

kadd-i bala / kadd-i bâlâ

  • Yüksek, uzun boy. (Farsça)

kadd-i bülend

  • Uzun, yüksek boy. (Farsça)

kadd-i mevzun

  • Mevzun boy, biçimli boy.

kadem

  • Ayak. Adım. Metrenin üçte biri kadar olan uzunluk. Oniki parmak uzunluğu, yarım arşın.
  • Uğur.
  • Ayak, adım.
  • Yarım arşın uzunluğunda bir ölçü.
  • Uğur.

kader

  • Cenâb-ı Hakk'ın kâinatta olmuş ve olacak her şeyin evsafını ve havassını ve sâir geleceğini ve geçmişini ezelden bilip, levh-i mahfuzunda takdiri ve yazması. Takdir-i İlâhî.
  • Ezelî kısmet.
  • Tali'. Baht. Şans.

kadi iyaz / kadî iyaz

  • Lâkabı: Ebu-l Fadl bin Musa el Yahsabî'dir. Muhaddislerin meşhurlarından ve edebiyatçılardan olup, 476 hicrî tarihinde Site kasabasında doğmuş, sonra Endülüse geçerek Kurtuba'da ve diğer ilim merkezlerinde ilim tahsili yapmıştır. Daha sonra Site kasabasında uzun bir zaman durmuş, bir ara Garnata şeh

kadim / kadîm

  • (A, uzun okunur) Ayak basan. Ulaşan. Varan.
  • Azanın mukaddemesi olan insanın başı.
  • Eski zaman.
  • Başlangıcı olmayan. Uzun zamandan beri var olan.
  • Evveli bilinmeyen hâl ve keyfiyet.

kadime

  • Ordunun ileri karakolu.
  • Kuşun kanadının ön tarafındaki uzun tüyleri.

kadiyanilik / kâdiyânîlik

  • On dokuzuncu yüzyılda, Hindistan'da Mirzâ Gulâm Ahmed tarafından kurulan bozuk yol. Kurucusunun doğum yeri olan Kâdiyan kasabasına nisbetle bu adla anılmaktadır. İsmine nisbetle, Ahmediyye de denilmektedir.

kaf

  • Kaf Dağı; yeryüzünü çepeçevre kuşattığı kabul edilen efsanevî dağ.

kaf dağı

  • Yeryüzünü çepeçevre kuşattığı kabul edilen efsanevî dağ.

kafile

  • (A, uzun okunur) Birlikte sefere çıkanların cemaatı. Kervan.

kafirun suresi / kâfirûn sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin yüz dokuzuncu sûresi.

kahbe

  • Namussuz kadın. Fâhişe.
  • Mc: Hilekâr, kalleş ve sözünde durmaz adam.

kahır

  • Aşırı üzüntü, acı, keder.
  • Ezici davranış, zulüm.
  • Baskı ile iş gördürme, zorlama.
  • Derin üzüntü.

kahir

  • (A, uzun okunur) Üstün gelen. Yenen. Galip gelen.
  • Zorlayan. Mecbur eden.

kahr

  • Zorlama. Cebir.
  • Ezme. Mahvetme.
  • Fazlaca üzüntü. Keder içine işleme.
  • Cenâb-ı Hakkın şiddetli ve azab verici vasıflarının tecellisi. (Kahr, lütfun zıddıdır.)
  • Mahvetme, helâk etme.
  • Çok kederlenme, çok üzüntü duyma.
  • Zorlama, zorla bir iş gördürme.
  • Üstün gelerek mahvetme, batırma, ezme.
  • Çok kederlenme, çok üzüntü duyma.

kahus

  • Uzun boylu erkek.

kaibe

  • Hüzün ve gamdan perişan olmak.

kaid

  • (A, uzun okunur) Süren. Sevkeden.
  • Koyunların önünden giden ve "Küsem" denilen koyun.
  • Yedeğine alıp çeken. Çavuş. Serasker, kumandan.
  • Sıradağ.
  • Geniş ark.

kaime

  • Uzun bir kâğıda yazılan ferman.
  • Kitap yaprağı.
  • Kâğıt para.

kak

  • Uzun, tavil.
  • Alaca karga.

kal

  • (A, uzun okunur) Söz.

kalah

  • Diş sarılığı.
  • Sarık uzunluğu.

kalb gözü

  • Kin, hased, kibir gibi mânevî hastalıklardan kurtulup, her an Allahü teâlâyı anan kimsenin kalbinde meydana gelen, işlerin iç yüzünü görme kuvveti, basîret.

kalb-i hazin / kalb-i hazîn

  • Üzülen kalp, hüzünlü gönül.

kalb-i na-şad / kalb-i nâ-şâd

  • Hüzünlü gönül, kederli kalb.

kalb-i sema / kalb-i semâ

  • Gökyüzünün kalbi, merkezi.

kale

  • (A, uzun okunur) Dedi. O söyledi.

kalen

  • (A, uzun okunur) Söylemek suretiyle. Söyleyerek.

kalheban

  • Uzun, tavil.

kalıb

  • (Ka, uzun okunur) Hususi bir biçim, bir şekil alması istenen bazı şeylerin konmasına mahsus araç. (Buz kalıbı, çizme kalıbı gibi)
  • Hususi surette dökülmesi istenen şeylere mahsus zarf.
  • Beden, vücut, gövde.
  • Şekil ve suret nümunesi, örnek.
  • Bir kalıba dökülmüş vey

kalu / kalû

  • (A, uzun okunur) Dediler. Onlar söylediler (meâlinde fiil).

kalus

  • (Çoğulu: Kulus-Kalâyıs) Ayakları uzun genç deve.
  • Yüksek.
  • Murdarlıklar akan çay. Kirli ırmak.

kamea

  • (Çoğulu: Kamâ) Büyük gök sinek.
  • Gözün kirpikleri diplerinde çıkan sivilceler.

kamet

  • (A, uzun okunur) Namaza başlama işâreti, namaz kılmak için okunan ezan.
  • Boy. Boy-bos. Endam.

kamet-i bala / kamet-i bâlâ

  • Uzun boy.

kamis / kamîs

  • Gömlek, entâri.
  • Kefenin parçalarından olup, entâri gibi uzun, dikişsiz gömlek.

kamreva / kâmreva

  • İsteğine erişen. Arsuzuna kavuşan. Gayesine ulaşan. (Farsça)

kani'

  • (A, uzun okunur) Kanaat eden. Kendinde olan helâla razı olup, başkasının hiçbir şeyine göz dikmeyen.
  • Kanmış. İnanmış. Tatmin olmuş.

kanıt

  • Ümidi tamamen sönmüş. Ye'se düşmüş, ümitsiz, kederli, hüzünlü.

kanit

  • (A, uzun okunur) (Kunut. dan) Kunut ve duâ eden.
  • İtaatlı.
  • Sükût eden.

karamita / karâmita

  • Milâdî dokuzuncu asırda Hamdan Karmat tarafından kurulan bozuk fırka. İsmâiliyye ve Bâtıniyye de denir.

karanful

  • Yaprağı, çiçeği ve kokusu güzel ve uzun olan budaklı bir nebat. Karanfil.

karenba

  • Ayakları uzun bir böcek.

kari

  • (A, uzun okunur) Köyde sâkin olan, köylü.

kari'

  • (Kari'e) (A, uzun okunur) Okuyucu. Okuyan.
  • Âbid ve zâhid olan.
  • Kur'anı tecvide göre okuyan.

karia

  • (A, uzun okunur) Ansızın gelen belâ. Kıyâmet.
  • Belâ ve musibetten hıfz-ı İlâhiye dâir okunan dua ve âyetler.
  • Peygamberimiz'in (A.S.M.) düşman üzerine saldığı asker grubu.
  • Pek şiddetli rüzgâr.

karine-i mania / karine-i mânia

  • Bir kelimenin asıl mânâda anlaşılmasına engel olan nokta ki, o sözün mecaz mânâda kullanıldığını gösterir.

karine-i mecaz

  • Mecaza ait işaret; bir sözün asıl mânâsının anlaşılmasına engel teşkil eden işaret.

kariye

  • (Çoğulu: Kavâri) Uzun burunlu, kısa ayaklı, arkası yeşil bir kuş.
  • Süngü demirinin keskin yeri.
  • Kılıcın ve ona benzer şeylerin keskin yeri.

karta'

  • Gözünün birisine sürme çekip diğerini unutan ve gömleğini ters giyen budala kadın.

karun

  • (A, uzun okunur) Peygamber Musâ (A.S.) devrinde yaşamış, malı ile mağrur olarak haddini aşmış ve Cenab-ı Hakkın zekât emrini dinlemediğinden Musa'nın (A.S.) duâsından sonra malı ile birlikte yere batmış olan dünya zengini. Cenab-ı Hakkın lütuf ve ihsanını kendine mâlederek nankörlük ve enaniyetinden

karure

  • (Çoğulu: Kavârir) Göz bebeği. Gözün siyah kısmı.
  • Şişe.

karv

  • Ağaç kadeh.
  • Köpek yalağı.
  • Hurma ağacının kökü.
  • Uzun havuz.
  • Hayanın derisi inip büyümek.
  • Kast.
  • Etraflıca araştırmak, tetebbu.
  • Bir kimsenin mesleğine girmek, onun yoluna süluk etmek.

karva

  • Uzun hörgüçlü deve.

karvah

  • Uzun ağaç.
  • Uzun deve.

kaşağı

  • Hayvanları kaşıyıp tozlarını düşürmeğe mahsus âlet.
  • İhtiyar kimselerin, sırtlarını kaşımak için kullandıkları, ağaçtan uzun saplı ve bir ucundaki levhası dişli bir âlet.

kasavet

  • Kalb katılığı, gaflet.
  • Kaygı, tasa, üzüntü, keder.

kasavetli

  • Üzüntülü, sıkıntılı.

kasım

  • (A, uzun okunur) Taksim eden, ayıran, bölen.
  • (A, uzun okunur) Kırıcı, ezici, ufaltan.

kasır

  • (A, uzun okunur) Zorla işleten, yaptıran.
  • (A, uzun okunur) Kısa, eksik.
  • Kusur işleyen. Kusurlu.

kaşire

  • Derisi yarılmış olan baş yarığı.
  • Yerin yüzünü kazıp götürmüş olan yağmur.

kasıtin / kasıtîn

  • (A, uzun okunur) Zulmeden ve haktan sapanlar.
  • Haklı olanlar.
  • Kısımlara bölenler.

kassam

  • Hayrı çok olan kimse.
  • Yorulmuş, kendini bırakmış, mahzun kişi.
  • Büyük hurma salkımı.
  • Büyük et parçası.

kat'

  • Kesme, ayırma.
  • Geçme. Yol almak. Yüzerek geçmek.
  • Delil ve bürhan ile ilzam etmek.
  • Edb: Sözün te'sirini arttırmak ve dinleyenin anlayışına bırakmak için söz bitmeden kesivermek."İmtihan geliyor. Çalışın, yoksa..."Görmüyor gittiği yanlış yolu zannım çoğunuz Size rehberl

kat'iyyü'd-delalet olmak / kat'iyyü'd-delâlet olmak

  • Sözün hangi mânâyı gösterdiği kat'î ve şüphesiz olmak.

kat'iyyü'l-metin

  • Metnin (sözün) kesin ve şüphesiz oluşu; ibarenin ilk kaynaktan aynen geldiğinin kesin olarak bilinmesi (meselâ metnin âyet veya hadis olduğu kesin olarak bilinmesi).

kat'iyyü'l-metin olduğu gibi / kat'iyyü'l-metîn olduğu gibi

  • (Delil olan) Söz kat'î ve şüphesiz olduğu gibi (sözün, âyet veya hadis olduğu kesin ve şüphesiz olduğu gibi).

katıbe

  • (A, uzun okunur) Hepsi, tamamı. Cümleten.
  • Bütün hâllerde.

katil

  • (A, uzun okunur) Öldüren. İnsanın ölümüne sebep olan insan.

kavam

  • Adâlet.
  • Güzel ve uzun boy.

kavd

  • Boy uzunluğu.
  • At sürüsü.

kavda

  • (Çoğulu: Kud) Uzun boyunlu kadın.
  • Alt dişlerin uzun başlısı.

kavs

  • Yay.
  • Eğri, yay biçiminde olan şey.
  • Dokuzuncu burcun adı.

kayd

  • Bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi her bir parçası.

kazi

  • (A, uzun okunur) Dâvalara hüküm ve kaza eden. Şeriat kanunlarına göre dâvalara bakan hâkim. Kadı.
  • Yapan, yerine getiren.

kazze

  • (Çoğulu: Kuzâ) Su üstündeki çörçöp.
  • Göze düşen çöp.
  • Gözün çapağı.

keder / كدر

  • Sıkıntı, üzüntü.
  • Üzüntü.
  • Üzüntü. (Arapça)
  • Bulanıklık. (Arapça)

kederengiz

  • Üzüntü, keder ve sıkıntı meydana getiren. (Farsça)

kederli

  • Sıkıntılı, üzüntülü.

kedernak / kedernâk / كدرناک

  • Üzüntülü, kederli. (Arapça - Farsça)

kedersiz

  • Sıkıntısız, üzüntüsüz.

keffaret-i yemin / keffâret-i yemîn

  • Bir işi yapmak veya yapmamak husûsunda Allahü teâlânın ismini söyleyerek yemîn eden kimsenin yemînini bozunca cezâ olarak yapması gerekli olan şey.

keib

  • Mahzun, hüzünlü, münkesir ve kötü halli olan kişi. (Müe: Keibe)

kelfa

  • Yüzünde çiğitli olan kadın. (Müz: Eklef)

kelh

  • Söğüt ağacına benzer, uzunca, dik bir ot. (İçi kamış gibi boş ve gâyet hafif olur; ondan hasıl olan zamka "eşk" derler, kokusu cündübâdester kokusu gibi olur, tadı acıdır.)

kemal-i teessür / kemâl-i teessür

  • Tam bir üzüntü.

kemal-i telaş ve teessüf / kemâl-i telâş ve teessüf

  • Tam bir telâş ve üzüntü.

kemal-i telehhüf / kemâl-i telehhüf

  • Son derece keder ve üzüntü.

kemend

  • Eskiden idam için boyna geçirilen yağlı kayış. (Farsça)
  • Uzakta bulunan herhangi bir nesneyi yakalayıp çekmek için üzerine atılan ucu ilmekli uzunca ip. (Farsça)
  • Geyik ve benzeri hayvanların yuları. (Farsça)
  • Güzelin saçı. (Farsça)

kenfile

  • Kaba ve uzun sakal.

keramet-i kevniye

  • Kudret-i Rabbaniyenin ihsanı ile letâfet kesbedip havada uçmak, uzun yolu kısa zamanda gitmek, bir mü'minin bir sıkıntısı hâlinde Cenab-ı Hakk'a dua edip ind-i İlâhîde makbul bir zâttan yardım istemekle, o zatın, izn-i İlâhi ile o muztar kimsenin imdadına yetişmesi, kale gibi muhkem bir yerde üzerin

kerb

  • Keder, üzüntü, tasa.

kerremallahu veche

  • Allah vechini mükerrem kılsın; yüzünü şerefli kılsın.

kerremallahu vechehu

  • "Allah yüzünü ak etsin" anlamında Hz. Ali için söylenen bir ifade.

kerremallahü vechehü

  • "Allah yüzünü şerefli, şerefini yüksek kılsın" anlamında Hz. Ali için söylenen bir ifade.

kerremallahuveche

  • Allah yüzünü ak etsin.

kerşeb

  • Yaşlı, ihtiyar.
  • Hali kötü olan kimse.
  • Kalın ve uzun nesne.
  • Arslan.
  • Çok yiyen, obur.

kes'

  • Uzun olmak.
  • Çok olmak.

keşakeş

  • Münâkaşa, çekişme. (Farsça)
  • Keder, hüzün, tasa, gam. (Farsça)
  • Sıkıntı, felâket, ıztırab. (Farsça)
  • Tereddüt, kararsızlık. (Farsça)
  • Pehlivanların birbirleriyle mücâdeleleri. (Farsça)
  • İki kişinin, bir şeyi birer uçlarından tutup, her birinin kendine doğru çekmesi. (Farsça)

keşide-kamet

  • Uzun boylu. (Farsça)

keyfiyet-i kelam / keyfiyet-i kelâm

  • İfadenin, sözün niteliği.

keyyefe

  • (Tekyif. den mâzi fiili) İnceleyip iç yüzünü bildi, idrak etti manasınadır.

kik

  • Uzun ve dar sandal.

kıl ü kal

  • (I ve A, uzun okunur) Dedikodu.

kil-u-kal / kîl-u-kâl

  • Dedi-kodu. Gîbet.Geçirme ömrünü mü'min, sakın ki, kîl-ü-kâl üzre! Sözün mânâsını anla, ne yürürsün hayâl üzre.

kılıbık

  • Karısının sözünden çıkmayan erkek. Karısının baskısı altında olan adam.

kiramen katibin / kirâmen kâtibîn

  • İnsanların iki omuzunda bulunup, onların sevâb ve günâhlarını yazan iki melek. Hafaza melekleridir diyen âlimler de olmuştur.

kirpik-i akıl

  • Mc: Akıl gözünün kirpiği. Aklın, hakikatleri anlamasına engel olan şey.

kırşib

  • Yaşlı davar.
  • Arslan. Çok yiyen, obur.
  • Uzun boylu kimse.
  • Kötü ahlâklı.

kişre

  • Yüzüne gülmek.

kışri / kışrî

  • Kışra, kabuğa dair. Dış yüce ait ve müteallik. Yüzünden. Derinden ve esastan olmayan. Künhü ve esası olmayan.

kıtab

  • Karıştırmak.
  • Yüzünü pörtürmek.
  • Kaşlarını bir yere toplayan.

koç yiğit

  • Güçlü kuvvetli, bahadır, gözünü budaktan sakınmaz, cengâver.

ku'ku'

  • Alaca renkli, uzun gagalı bir büyük kuş.

kudum

  • Uzak ve uzun bir yoldan gelmek.
  • Ayak basmak.
  • İleri geçmek. İlerilik.
  • Uzak bir yerden, uzun bir yoldan gelme.
  • Ayak basma.Teşrif etme.

küdur

  • (Tekili: Keder) Kederler, hüzünler, üzüntüler, sıkıntılar, ıztırablar.

kühure

  • Yüzünü pörtürmek.

kumudd

  • Sağlamak, sert, katı.
  • Uzun, tavil.

künnes

  • (Tekili: Kânis) Yuvasında ve yatağında olan geyikler.
  • Gündüzün gizlenen, gece görünen seyyar yıldızlar.

kurre

  • Parlaklık. Tâzelik. Gözün parlak ve nurlu olması.
  • Ağlamaktan sonraki serinlik.
  • Dilşâd olmak.
  • Bir atımlık şey.
  • Kurbağa.

kurur

  • Gözün parlak olması.

kusara

  • İsteğin ve arzunun son derecesi.

kuşluk vakti

  • Güneşin doğup bir miktar yükselmesinden başlayıp Günişin gökyüzünün tam ortasına gelmesinden biraz öncesine kadar olan vakit.

küştere

  • Uzun dülger rendesi. (Farsça)

kuyud ve hey'at / kuyud ve hey'ât

  • Bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi parçalarıyla bunların sarf ve nahiv (dilbilgisi) yönünden özellikleri; meselâ, erkeklik-dişilik, belirlilik-belirsizlik, isim-sıfat gibi.

kuyudat / kuyûdât

  • Kayıtlar; bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi parçaları, bütün unsurları.
  • Kayıtlar; bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi parçalarıyla bunların sarf ve nahiv (dilbilgisi) yönünden özellikleri; meselâ, erkeklik-dişilik, belirlilik-belirsizlik, isim-sıfat gibi.

kuyudat-ı kelam / kuyûdât-ı kelâm

  • Sözün kayıtları; bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi parçalarıyla bunların sarf ve nahiv (dilbilgisi) yönünden özellikleri; meselâ, erkeklik-dişilik, belirlilik-belirsizlik, isim-sıfat gibi.

kuzehiye

  • Gözün renkli olan tabakası. İris.

la / lâ

  • Arabçada kelimenin başında nefy edatı'dır. Cevap yerine veya yersiz inkârda kullanılır. "Yoktur, değildir" gibi. Mâzi fiilinin evvelinde bulunan Lâ, duâiye olur. Lâ zâle sıhhatehu: "Sıhhati zâil olmasın" sözündeki gibi.
  • Harf-i atıf da olur. Ve mâba'dını makabline nefyen rabt eder ve

lahin / lâhin

  • Kur'ân-ı Kerim'i okurken telaffuzunda yanlışlık yapan.

lahs

  • Gözün üst kapağının etli olması.

latif / latîf

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından. Lütf ve ihsân edici, dâimâ güzel muâmelede bulunan.
  • Yumuşak, hoş, güzel, nâzik. Âdem oğlu aç gözünü, yeryüzüne kıl bir nazar, Gör bu latîf çiçekleri, hangi kuvvet yapar, bozar.
  • Gözle görülmeyen.

latim / latîm

  • Babası ve annesi olmayan kişi.
  • Yüzünün bir tarafı beyaz olan at.
  • Yarış atlarının dokuzuncusu.

lebs

  • Giyecek şey.
  • Giyme. Giyinme.
  • Bir mânayı diğer bir mânâ ile karıştırmak. Sözün karışık ve şüpheli olması. Sözü karıştırıp şüpheye düşmek.

lehif / lehîf

  • (Lehfân) Mahzun, hüzünlü, üzüntülü, kederli.

levaim

  • (Tekili: Lâime) Bir kimsenin yüzüne karşı çekiştirmeler, levmetmeler. Zemmetmeler. Başa kakmalar.

levazımat-ı arziye / levâzımât-ı arziye / لَوَازِمَاتِ اَرْضِيَه

  • Yeryüzüne lazım olan şeyler.

levm

  • Çekiştirmek. Birisinin yüzüne karşı kötü söz söylemek. Zemmetmek. Paylamak. Başa kakmak.

li

  • Gr: Lâm harfinin esre ile okunuşu. Bir kelimenin başına geldiğinde, "için, dolayı, ötürü, yüzünden, sebebinden" gibi mânâlara gelir. Kendinden sonraki isimleri cerreder. Yerine göre muhtelif isimler alır. Lâm-üt-tahsis ve temellük gibi.

lihyani / lihyanî

  • Uzun ve kaba sakallı olan.

lime

  • Parça, uzun dilim. (Farsça)

lisan-ı hal-i şevk

  • Şevk ve arzunun hâl dili, beden dili.

litosfer

  • yun. Yeryüzünün katı kısmına verilen ad. Taşküre.

lokman hakim / lokman hakîm

  • Allahü teâlâ tarafından kendisine ilim ve hikmet; akıl, anlayış, idrâk verilen peygamber veya velî. Kur'ân-ı kerîmde ismi zikr edildi. Dâvûd aleyhisselâm zamânında Arabistan Yarımadası'nın Umman taraflarında yaşadı. Uzun bir ömür yaşadıktan sonra ibâ det hâlindeyken Kudüs ile Remle arasında vefât et

lübb-i lüb

  • Özün özü.

lübse

  • Sözün karışıklığı.

lugat

  • (Tekili: A, uzun okunur) (Lügat) Lügatlar, kelimeler.
  • Lügat kitapları.

ma'

  • Yer yüzüne yayılıp döşenmek.

ma'kud

  • (U, uzun okunur) Akdolunmuş, bağlanmış, düğümlü, bağlı.

ma'na-yı mecazi / ma'nâ-yı mecâzî / مَعْنَايِ مَجَاز۪ي

  • Sözün gerçek manasının dışında kullanılması.

ma'nay-ı mecazi / ma'nây-ı mecâzî / مَعْنَايِ مَجَاز۪ي

  • Sözün gerçek ma'nasının dışında ifade ettiği ma'na.

ma'raz-ı kelam / ma'raz-ı kelâm

  • Sözün arz olunduğu yer; konu, alan (kitaplar vs.).

ma'ref

  • Yüzün, devamlı olarak açık görünen yeri.

ma-dam-el melevan / mâ-dâm-el melevan

  • Gece gündüzün devamı müddetince.

maalesef

  • Üzülerek, üzüntüyle beraber.

maani-i beyaniye / maâni-i beyâniye

  • Beyân ve maânî ilimleri (beyân; teşbih, istiâre, mecaz, kinâye gibi konularından bahseder; maânî; sözün maksada uygunluğundan bahseder.).

maariz / maâriz

  • Sözün gizli mânâları.

maariz-ül kelam / maarîz-ül kelâm

  • Kelâmda irad olunan kapalı mânâlar. Bir sözün asıl mânâsından başka mânâyı istemeler.

maarizu'l-kelam / maârîzu'l-kelâm

  • Sözün katmanları arasından çıkan ince mânâlar.

maden-i kelam / mâden-i kelâm

  • Sözün mâdeni; ifadenin kaynağı.

mağz-ı kelam / mağz-ı kelâm

  • İfadenin, sözün özü ruhu.

mah-ı sipihr / mâh-ı sipihr / ماه سپهر

  • Ay, gökyüzündeki ay.

mahasin

  • (Mehâsin) İyilikler. İyi ahlâklar.
  • İnsanın vücudunda hüsün ve cemal yerleri.
  • Güzel tavırlar.
  • İnsanın yüzüne güzellik veren bıyık ve sakal.

mahcir

  • (Çoğulu: Mehâcir) Göz çukuru.
  • Gözün çevre yanı. Yüzde perde varken gözden ve etrafından görünen yerler.
  • Bahçe.

mahcur / mahcûr

  • Çocukluk, sefîhlik, delilik, kölelik, bunaklık vs. gibi çeşitli sebebler yüzünden malını tasarruf hakkından, kullanmaktan men edilen kimse.

mahlukat-ı arziye / mahlûkat-ı arziye

  • Yeryüzündeki yaratıklar, varlıklar.

mahn

  • Cima etmek.
  • Ağlamak.
  • Kuyudan su çekmek.
  • Uzun boylu adam.

mahsur

  • Fersiz göz. Yorulmuş, uzun uzadıya bakmaktan donuklaşmış ve göremez olmuş göz.

mahtelef-el melevan

  • Gece ve gündüzün ihtilâfı ve değişmesi müddetince.

mahya

  • Ramazanlarda, kandillerde veya bayramlarda çifte minâreli olan camilerde iki minare arasına gerilen ipe asılmak suretiyle ışıklarla yazılan yazı veya yapılan resim.
  • Dam çatısında iki eğik sathın birleştiği çizgi ve buradaki aralığı kapatmak için kullanılan uzunca, oluk biçiminde kire

mahzun / محزون / mahzûn / مَحْزُونْ

  • Tasalı. Kederli. Hüzünlü. Gamlı.
  • Hüzünlü.
  • Hüzünlü. (Arapça)
  • Mahzun etmek: Hüzünlendirmek. (Arapça)
  • Mahzun olmak: Hüzünlenmek. (Arapça)
  • Hüzünlü.

mahzunane / mahzunâne / mahzûnane / محزونانه

  • Mahzun ve üzgün bir şekilde.
  • Hüzünlü bir halde. (Arapça - Farsça)

mahzuniyet

  • Hüzünlü olma.
  • Mahzunluk. Kederli ve kaygılı oluş. Üzüntülü olma.

mahzuniyetle

  • Üzgün olarak, üzüntüyle.

makadir

  • (Ka, uzun okunur) Kuvvetler. Kudretler.

makalid

  • (Ka, uzun okunur) Hazineler.
  • Kilitler. Anahtarlar.

makasıd-ı kelam / makasıd-ı kelâm

  • Sözün gayeleri, maksatları.

makatı'

  • (Tekili: Ka, uzun okunur) Kesmeler. Kesişmeler. Kesişen yerler.
  • (Kat') Sözdeki veya nazımdaki durak yerleri. Heceler.

makdud

  • Uzun boylu kişi.

makta'

  • Kesilen yer, kat'edilen yer, kesinti yeri.
  • Uzun bir cismin enliğine kesildiği yerin görünüşü.
  • Edb: Her manzumenin, hususen gazellerin ve kasidelerin ilk beytine matla', son beytine makta' denir; makta'da şâirin ismi bulunur.

mana-yı zahiri-yi mecazi / mânâ-yı zâhirî-yi mecazi

  • Sözün zahirine ait mecazî mânâsı; sözün ilk etapta anlaşılan açık mânâsının mecâzî anlamı (Hakiki anlamı değil. Çünkü hayat vermek Allah'a mahsustur.).

manay-ı iltizami / mânây-ı iltizâmî

  • Bir lafzın (sözün) asıl konulduğu mânânın lâzımı olan (ondan ayrılmayan) mânâ.

mantuk

  • Bir lâfzın nutuk hâlinde, söz sahasında üzerine delâlet ettiği şey. " Şu kitabı satın aldım", sözünde bu lâfzın mantuku, o kitabın satın alınmış olmasıdır.
  • Söz, nukut, mânâ, mefhum.

maraton

  • yun. Kırk kilometreden uzun bir yolda mukavemet için yapılan hız koşusu.

matem / mâtem

  • Ağlama. Üzüntü veya kederden ağlayıp sızlama. Kederinden yas tutma.

matem-i umumi / matem-i umumî

  • Herkesin yas tutması, genel hüzün.

matemalud / mâtemâlûd

  • Matemli, hüzne bulanmış, üzüntüye boğulmuş.

matemi / mâtemî

  • Yaslı, mâtemli, üzüntülü.

matemli

  • Yaslı, hüzünlü.

mati'

  • Uzun, tavil.
  • Her nesnenin iyisi.

maye-i masnuat / mâye-i masnuat

  • San'atla yaratılan varlıkların özünü teşkil eden mayası.

mazife

  • İzâfe olunmuş.
  • Keder, hüzün, tasa, gam.

me'ani ilmi / me'ânî ilmi

  • Sözün yerinde kullanılmasından, hâle, duruma göre uğrayacağı değişikliklerden bahseden ilim.

me'cuc / me'cûc

  • Çok eski zamanlarda, bir duvar arkasında bırakılmış, kıyâmete yakın, yeryüzüne yayılacak olan Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes'in soyundan gelecek olan kötü bir millet. Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları çok büyük, boyları kısadır.

me'zunin / me'zunîn

  • (Tekili: Me'zun) Mezunlar. İzin almış kimseler. Salâhiyetliler. İcâzet sahibleri. Diplomalılar.

me'zuniyet

  • Me'zun olma. İzinli ve salâhiyetli olma. Diplomalı olma.

me'zuniyet-i kat'iye

  • Kat'i mezuniyet, kesin izin.

meal / meâl

  • Sözün kısaca anlamı.

mebani-i kelam / mebani-i kelâm

  • Sözün esâsını teşkil eden şeyler.

mebsut

  • Açılmış. Yayılmış. Serilmiş.
  • Mufassal. Etraflıca beyan olunan. Bast olunmuş. Uzun uzadıya anlatılmış.

meç

  • Ateşli silahların icadından evvel kullanılan harp âletlerinden biri. Keskin olmayan tâlim kılıcı, uzun ve ince kılıç.

mecaz / mecâz

  • Sözün başka mânâda kullanılması.

meclis-i tehlil

  • "Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur" mânâsındaki "lâ ilâhe illallah" sözünü söyleyen meclis.

medar-ı teessüf / medâr-ı teessüf

  • Üzüntü veren, üzüntü kaynağı.

medarlar

  • Yirmi Dokuzuncu Söz'de bulunan bölümler; haşir ile ilgili deliller.

medd işareti

  • Harekenin uzun okunacağını gösteren işaretin adı.
  • Hemze ile elifin birleşmesi.

medd-i nazar

  • Uzağa bakma. Gözün görebildiği kadar göz alımı.

mede-l-basar

  • Gözün görebildiği kadar.

medid / medîd / مدید

  • Devamlı. Çok uzun süren.
  • Uzatılmış. Çekilmiş.
  • Uzun. (Arapça)
  • Çekilmiş. (Arapça)

medide / medîde / مدیده

  • Uzun. (Arapça)
  • Çekilmiş. (Arapça)

medr

  • Havuzun içini sıvamak.
  • Düzmek.

mef'ul-ü mukadder

  • Lâfız olarak metinde yer almayan, ancak sözün gelişiyle belirlenen nesne, tümleç.

mefhum-u kelam / mefhum-u kelâm

  • Sözün ifade ettiği mânâ.

mefhum-u muhalif

  • Bir sözün ters mânâsı, zıt anlam.

megad

  • Bir ot cinsidir, ağaca sarmaşır çıkar; üzüm çubuğundan ince olur ve yaprağı uzun olur.

mehdi / mehdî

  • Kıyâmete yakın geleceği, Peygamber efendimiz tarafından haber verilen ve İslâmiyet'i ve adâleti yeryüzüne hâkim kılacak olan mübârek zât.
  • Hidayete eren ve hidayete vesile olan, âhirzamanda eserleri ve talebeleriyle îmana hizmet ederek yeryüzünü nurlandıran büyük ve nuranî âlim.

mejeng

  • Keder, hüzün, tasa, gam. (Farsça)
  • Hoşa gitmeyen, beğenilmeyen, nefret edilen, iğrenilen. (Farsça)

mekbut

  • Mahzun kişi. Hüzünlü, üzüntülü kimse.

mekrubiyet

  • Kederli, hüzünlü ve tasalı olma.

mekzum

  • Kederli, hüzünlü, tasalı, üzüntülü, gamlı.

melekuti / melekûtî

  • Birşeyin aslına, içyüzüne ait.

melhufan / melhufân

  • (Tekili: Melhuf) Kederliler, tasalılar, kaygılılar, üzüntülüler.
  • Hasrette kalanlar.

meliyy

  • Uzun zaman.
  • Zengin. Varlıklı. Maldâr. Gani. Eşraf.

mell

  • Küsmek, darılmak.
  • Yorgunluk.
  • Kakma, dürtmek.
  • Mahzun olmak, kederli olmak.
  • Hamuru külün içinde pişirmek.

melul

  • Usanmış. Bıkmış. Bezmiş.
  • Mahzun.

melulane / melulâne

  • Acıklı ve mahzun bir hâlde.

memşuk

  • Yazılmış olan, meşkolunmuş.
  • Uzun boylu zayıf at.

menkub

  • (U, uzun okunur) Delinmiş. Oyulmuş.

menşe-i ahzan / menşe-i ahzân

  • Hüzünlerin kaynağı.

merci'

  • Merkez. Kaynak. Baş vurulacak yer. Müracaat edilecek yer. Dönülecek yer. Sığınılacak yer.
  • Söylenen sözün kendine fayda verdiği kimse.

merd

  • Adam. Kişi. İnsan. Erkek. Sözünün eri. (Farsça)
  • Sözünün eri.
  • Mert, sözünün eri.

merdbaz

  • Merd olmayan. Nâmerd. Sözünde durmayan. Orospu. (Farsça)

merha

  • Gözüne sürme çekmeyi âdet edinmeyen kadın.

merir

  • (Çoğulu: Merâyir) Uzun ve sağlam ip.

mersiye

  • Birisinin ölümü hakkında yazılan, üzüntüyü dile getiren manzume, ağıt.

meryem suresi / meryem sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin on dokuzuncu sûresi.

mesafe

  • Uzaklık. Uzunluk.
  • Ara.
  • Bir nevi uzaklık ölçme usulü.

meşguf

  • (Şagaf. dan) Âşık, tutkun. Sevgi ve aşk yüzünden deli olmuş.

mesih / mesîh

  • Îsâ aleyhisselâmın isimlerinden.
  • Kıyâmete yakın yeryüzünde çıkacağı bildirilen, son derece kıvırcık saçlı, gözü dışarı fırlamış kâfir bir genç olan Deccâl'e verilen isim.

mesih-üd deccal

  • Deccal'a da bu isim verilmesinin bir sırrı şudur ki: Bir gözü silik, yani kör ve ayıplı olmasındandır. Sadece bu dünyayı görüp, âhireti görecek gözünün kör olmasındandır.

meşik

  • İnce uzun nesne.
  • Giyilmiş kaftan.

meşk

  • Uzun uzun yazma, uzatma.
  • Yazı örneği. Öğretici yazı.
  • Bir şeyi uzatmak.
  • Uzun uzun yazmak.
  • Bilmeyene bir şeyi öğretmek.
  • Sür'at, hız.

meşnuf

  • Uzun başlı at.

mesrube

  • Uzun saç.
  • Saç kesecek âlet.

mesuk-u lehü'l-kelam / mesûk-u lehü'l-kelâm

  • Sözün söyleniş gayesi.

met'

  • Uzun ve yüce olmak.

metanet

  • Sağlamlık. Kavilik. Sözünden ve kararından dönmemeklik. İnsanın, fikrinde sabır, azminde kavi ve akidesinde rüsuh sahibi olması. (Mukabili zaaf'dır) (Hak, iman ve İslâmiyet uğrunda metanet göstermek, çok kıymetli bir seciyyedir.)

mevcudat-ı arziye

  • Yeryüzündeki varlıklar.

mevdune

  • (Mevzune) Altın, inci veya elmasla işlemeli şey. Murassa.

mevr

  • Başka te'sirle bir şeyin dalga gibi gidip gelmesi. Çalkanmak.
  • Suyun yeryüzüne yayılması.
  • Hayvanlardan yün almak.
  • Yol, tarik.
  • Toz, gubar.
  • Rücu etmek, döndürmek.

mevsim-i hazinane

  • Hüzünlü mevsim.

mevzunat

  • (Tekili: Mevzun ve Mevzune) Vezinli ve tartılı şeyler.

mevzuniyet

  • Düzgün, hesaplı ve düzenli.
  • Mevzun olma hâli.

meyş

  • Halt etmek, karıştırmak.
  • Koyun sütünü keçi sütüne karıştırmak.
  • Yünü kıla karıştırmak.
  • Sözün birazını söyleyip, bir kısmını söylememe.

meziyat-ı kelamiye / meziyât-ı kelâmiye

  • Sözün, kelâmın özellikleri, hususiyetleri.

mezuniyet

  • İzinlilik, mezun olma hali.

mi'raz

  • (Çoğulu: Meâriz) Zıpkın adı verilen yeleksiz uzun ok.
  • Bir sözün gizli mânâsı. Ta'riz.

miftah-ı kelam / miftâh-ı kelâm

  • Sözün anahtarı.

mihlaf

  • Vaadinde çok hilâf eden, sözünde durmayan kimse.

mihsaf

  • (Çoğulu: Mehâsıf) Biz dedikleri ince uzun demir.

mikaa

  • Kassarların üzerinde bez döğdükleri ağaç.
  • Kassarlar tokmağı.
  • Yaşlı ve uzun boylu kimse.

mikram

  • (Çoğulu: Mekârim) Kadınların başını ve yüzünü örttükleri nakışlı bez.

mikyas

  • Kıyas edecek, ölçecek âlet. Ölçü âleti. Uzunluk ölçüsü. Ölçek.

mil

  • İbre, ince ve uzun metal çubuk.
  • Bin dokuz yüz yirmi metre olan bir uzunluk ölçüsü.
  • İğne gibi ince ve uzun bir âlet.
  • Göze sürme çekecek âlet.
  • Ucu sivri çelik kalem.
  • Sivri dağ tepesi.
  • Bir çarkın, üzerinde döndüğü mihver, eksen.
  • Elektromotordan iş tezgâhına kuvvet nakleden uzun çelik çubuk.
  • Selin bıraktığı en verimli münbit topr

milhafe

  • Kadının sokağa çıkarken giydiği manto ve ferâce gibi uzun geniş örtü.

min-el-arş ile-l-ferş

  • Arştan yeryüzüne kadar.

minkaz

  • Uzunluğuna yarılmış, boylamasına bölünmüş.

minsega

  • (Çoğulu: Menâsıg) Ekmekçilerin ekmek tozunu sildikleri nesne.
  • Yufka yuvarlağı.

mıntaka

  • (Mıntıka) Muayyen bir yer. Havali. Taraf. Kısım. Kuşak. Kenar. Yeryüzünde bir kısım. Bölge.

mira'

  • (Riya. dan) Riya etme, riyakârlık yapma.
  • Başkasının sözüne itiraz edip mücâdele etme.
  • İçindekinin aksini söyleme.

mirda

  • Gemicilerin kullandıkları uzun ağaç.

mirrih

  • Uzun ok. ("Pertev oku" derler)
  • Yeleği olmayan ok.
  • Bir yıldız adı.

mirşem

  • Ekmek tozunu silecek tüy süpürge.

mirzab

  • (Çoğulu: Merâzib) Ululuk.
  • Uzun ve büyük gemi.

mis'ar

  • (Çoğulu: Mesâir) Uzun.
  • Ateş küsküsü yapılan ağaç. Ateş karıştırmağa mahsus âlet.

mişkas

  • (Çoğulu: Meşâkıs) Ensiz uzun demir.

mizlaka

  • Uzun burunlu ışık fitili makası.

mızrak

  • Ucu sivri uzun saplı harp âleti. Kargı.

mu'bile

  • (Çoğulu: Meâbil) Yassı, uzun ok temreni.

mu'cizat mecmuası / mu'cizât mecmuası

  • Peygamber Efendimizin (a.s.m.) gösterdiği mu'cizelerin anlatıldığı kitap; On Dokuzuncu Mektup ve Kur'ân'ın mu'cize olduğunu ispat eden Yirmi Beşinci Söz.

mu'cizat-ı ahmediye / mu'cizât-ı ahmediye

  • Peygamber Efendimizin (a.s.m) gösterdiği mu'cizeleri anlatan, Mektubat'ta yer alan On Dokuzuncu Mektup.

mu'cizatlar

  • Mu'cizât risaleleri; Kur'ân'ın mu'cize olduğunu ispat eden Yirmi Beşinci Söz ve Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mu'cizelerinden bahseden On Dokuzuncu Mektup.

mu'temed

  • Sözüne güvenilir kimse.
  • Müctehîd âlimlerin dînî bir mevzûdaki sözlerinden esas alınan kavl (söz), ictihad.

muammer / مُعَمَّرْ

  • Ömür süren. Çok yaşamış. Uzun ömürlü, bahtlı.
  • Uzun ömürlü.
  • Uzun ömürlü.
  • Uzun ömürlü, çok yaşayan.

muammerin / muammerîn

  • (Tekili: Muammer) (Ömr. den) Muammerler. Uzun ömürlü kimseler.

muazale

  • Bir sözün mânasını başka sözle bağlayıp kelâmı arka arkaya getirme.
  • Kafiyeyi ayrılmıyacak şekilde mâkabliyle bağlama.
  • Sözde kelimeleri tekrarla kullanma.

müberkaa

  • Yüzünde perde olan kadın.
  • Başı beyaz olan koyun.

mübteis

  • Mahzun, hüzünlü.
  • şikâyet edici, şikâyeti olan kimse.

mücessem

  • Cismi olan. Dış duygularımızla bilinip varlığından haberdar olduğumuz şey. Varlığı görünen. Cisimlenmiş olan. Bir şekli gösteren. Uzunluğu, genişliği ve kalınlığı olan cisim. Şekillenmiş.

mucib-i teessür / mûcib-i teessür

  • Üzüntüye sebep olan.
  • Üzüntü verici.

muciz

  • Kısa. Muhtasar. Özlü. Az sözün çok mânâ ifâde edeni.

mucizat-ı ahmediye / mucizât-ı ahmediye

  • Peygamber Efendimizin (a.s.m.) gösterdiği mu'cizeler On Dokuzuncu Mektup.

mücun

  • (Çoğulu: Meccân) Kim olursa olsun kayırmamak.
  • İnsanların sözünden hazer etmeyip derdi olmamak.

müdahene

  • Dalkavukluk. Menfaat beklediği bir kimseyi yüzüne karşı medhetmek. Koltuklamak. Bir kimsenin yüzüne karşı iyi görünmek. Münâfıklık.

müdahin

  • Dalkavuk. Yüze gülen. Birisini yalandan yüzüne karşı medheden. Menfaat koparmak için dostluk eden.

müddet-i medide

  • Uzun zaman, uzun müddet.

müfad

  • Sözün ifade ettiği mâna. İfade edilen.
  • Herhangi bir vesile ile kazanılmış menfaat. (Mefâd galattır)

mufassal

  • Tafsilatla, uzun uzun anlatılan, ayrıntılı.

müferrah

  • Ferahlanmış. Sıkıntıdan, üzüntüden kurtulmuş.

mugamere

  • (Ga, uzun okunur) Nefsini zorluğa ve şiddete zorlama.

mugazane

  • Gözün yanlarında olan büklüm.

mugazele

  • (Ga, uzun okunur) Aşıkane şakalaşma, lâtifeleşme.

muhaddisin / muhaddisîn

  • Hadis ilmiyle uğraşan eskiden gelmiş büyük ve kâmil zâtlar. Peygamberimizin (A.S.M.) sözünü işiterek bildirenler.

muhakkik

  • Hakikatı araştırıp bulan. İç yüzüne inceliyerek vakıf olan.
  • Hakikat âlimi. Hakikatlara hakkı ile vakıf ve ehl-i tahkik olan büyük İslâm âlimi.

muhakkikin / muhakkikîn

  • Hakikatı bulup meydana çıkaranlar.
  • İç yüzünü araştırıp bulan büyük İslâm âlimleri ve velileri. Hakikat araştıran, hak âlimleri.

muhassal

  • Netice. Husule gelen. Tahsil olunan. Hâsıl olmuş bulunan. Toplanılmış, cem'olunmuş. Hülâsa. Sözün kısası.

muhassal-i kelam / muhassal-i kelâm

  • Sözün kısası.

muhatab ittihaz etmek

  • Karşısındakilerini dinleyen.
  • Dinleyici kabul edip, sözünü dinliyor bilmek.
  • Konuşmaya lâyık görmek.

muhatab-ı mahzun

  • Hüzünlü muhatap.

muhtasar

  • Az. Kısa. Uzun olmayan.
  • Tekellüfsüz.
  • İhtisar edilmiş. Kısaltılmış.

muhtezin

  • Kederli, hüzünlü, mahzun, mükedder.

muhzin

  • (Hüzn. den) Hüzün verici. Acıklandırıcı. Kederlendirici.

muje

  • Musibet, belâ. (Farsça)
  • Keder, gam, tasa, hüzün. (Farsça)

mükabere / mükâbere

  • (Kibr. den) Kendi sözünün haksızlığını ve karşısındakinin doğruluğunu bildiği hâlde kabul etmemek ve nizâ çıkarmak, kavga etmek. Kendini büyük görmek.

mükabir / mükâbir

  • Kendini büyük gören, karşısındakini küçümsüyerek, doğru sözünü kabul etmeyen. Haksız olduğu hâlde hak iddiasında bulunan.

mukaddem-ül ayn

  • Gözün kenarı. Gözün pınarı.

mukaddeme

  • İlk söz. Başlangıç.
  • Önde gelen. Medhal. Giriş.
  • Man: İki kaziyeden ibaret olan sözün evvelki kaziyesi.

mukaddeme-i haşriye

  • Haşrin mukaddemesi; Dokuzuncu Şuâ.

mukadder

  • Tâyin olunmuş.
  • Kısmet. Kader. Miktarı tâyin ve takdir olunmuş olan.
  • Kazâ.
  • Kıymeti biçilmiş.
  • Beğenilmiş.
  • Yazılmış olan.
  • Edb: Yazılı olmayıp da sözün gelişinden anlaşılan. Lafzan zikredilmeyip, mânen murad edildiği anlaşılan. Meselâ: Kur'an-ı Ker

mukaddim

  • (Kıdem. den) Takdim eden. Sunan. Öne, ileriye geçiren. Öne koyan.
  • Cür'etli çeri kimse.
  • Gözün pınarı, ("mukdim-ül ayn" da derler.)

mukarenet

  • (A, uzun okunur) Yakınlık. Ayrılmayıp musâhebe etmek.
  • Bitişmek. Birleşmek.
  • Uygunluk.
  • Bir yere gelmek.

mukatele

  • (A, uzun okunur) Birbirini vurmak, öldürmek. Vuruşmak, kavga, döğüş.

mükedder

  • Dertli, üzüntü duyan.

mükeddir

  • (Keder. den) Keder ve hüzün veren.
  • Bulandıran.

mukle

  • (Çoğulu: Mukul) Gözün karası. Göz bebeği.
  • Göz.
  • Su taksimi için kullanılan taş.

mukmah

  • Başını kaldırıp gözünü bir yere dikip duran kişi.

mukni'

  • İkna eden. Kanaat veren. Kâfi derecede izah ve isbât eden.
  • Başını kaldırıp gözünü önüne dikip duran.

mükterib

  • (İktirâb. dan) Kederli, hüzünlü, gamlı.

mülahhis

  • Hülâsa eden. Özünü bildiren.

mülessen

  • Dil gibi uzun ve yumuşak olan ayak veya ayakkabı.

mumya

  • Uzun müddet çürümemesi için ilâçlanmış ölü. İnsan ve hayvan ölüsünün kurusu. (Farsça)
  • Çok zayıf (kimse). (Farsça)

münafaza

  • Tozunu gidermek için silkmek.

münakaza

  • İki sözün mânasının birbirine zıd olması.
  • Bir sözü evvelce söylediği kelâma zıd ve muhâlif söylemek.

münasebet-i siyak-ı kelam / münasebet-i siyâk-ı kelâm

  • Sözün gidiş münasebeti, öncesiyle ve sonrasıyla olan ilişkisi.

münib

  • Hakk'a yönelen, günahları terk ile hakka dönen. Pişman olup dönen.
  • Kâinattan yüzünü çevirip Bâki-yi Hakiki'ye yönelen.
  • Güzel yağan faydalı yağmur.
  • Bereketli ve verimli bahar.

müntakil

  • (Nakl. den) intikal eden, geçen. Bir yerden bir yere göç etmiş, taşınmış olan.
  • Miras kalmış.
  • Karine ile sözün gelişinden anlayan.

musaara

  • Büyüklük taslayarak birisinin yüzüne bakmayıp başını çevirmek.

müsakat

  • (Ka, uzun okunur) Meyvesinin bir kısmını almak şartiyle bir bağı veya ağaçları bir kimseye verme.

müsedded

  • (Sedad. dan) Uzunlamasına doğrultulmuş.
  • İstikametle amel eden kişi.

mushıye

  • Gökyüzünün bulutsuz, açık olması.

musırr

  • Direnen. Ayak direyen. Vaz geçmeyen. Sebat eden. Sözünden dönmeyen.

müsmegıll

  • Uzun, tavil.

müsnedün ileyh

  • Özne, fail. Edebiyatta sözün birinci rüknüne denir. Kendine isnad edilen. (Nahivde buna mübtedâ denir)

müştab

  • Yüzünde uzun yollar olan kılıç.

müstebtın

  • Bir şeyin ledününe, içyüzüne âşinâ olan.

müsteka

  • (Çoğulu: Mesâtık) Uzun yünlü kürk.

müstekiff

  • Bakarken gözünü muhafaza etmek için, elini kaşının üzerine koyan.
  • Dilenmek için elini uzatan.

müstemend

  • Gamlı, kederli, mahzun.
  • Şikâyet eden.

müstetbeat / müstetbeât

  • Sözün yan mânâları, söze tabi olan mânâlar.

müstetbeü't-terakip / müstetbeü't-terâkip

  • İşaret, telmih, remiz gibi asıl sözün etrafında bulunan birbirine bağlı ikinci derecedeki mânâlar; çağrışımlar.

müstetil / müstetîl

  • Uzun, tavil.

müstmend

  • (Çoğulu: Müstmendân) Kederli, hüzünlü, mahzun. Zavallı, miskin, biçâre. (Farsça)

müstmendan / müstmendân

  • (Tekili: Müstmend) Hüzünlü, kederli ve mahzun kimseler, üzgün kişiler. Zavallılar, miskinler, biçareler. (Farsça)

müstmendane / müstmendâne

  • Zavallılıkla, biçarelikle, mahzunlukla. (Farsça)

mutabık-ı makam

  • Sözün konumuna uygun.

mutatavil

  • Uzanan, uzun olan.
  • Uzatmak suretiyle yükselen.

mutavvel

  • (Tul. dan) Uzatılmış, uzun uzun.

müteabbis

  • Yüzünü ekşiten.

müteabbisane / müteabbisâne

  • Yüzünü ekşiterek. (Farsça)

müteabbisin / müteabbisîn

  • (Tekili: Müteabbis) Yüzünü ekşitenler, taabbüs edenler.

müteassif

  • Dolambaçlı ve uzun, güvenli olmayan, sapkın.

mütebessil

  • Cesaret veya kızgınlıktan dolayı yüzünü ekşiten.

müteessif

  • Üzüntülü.

müteessifen

  • Üzüntü duyarak, teessüf ederek.

müteessir / مُتَأَثِّرْ

  • Te'sir altında kalmış. Acımış yahut sevinmiş. Hissiyatına dokunmuş.
  • Üzüntülü.
  • Üzüntülü, etkilenen.

müteessirane / müteessirâne

  • Üzüntülü bir halde.
  • Üzüntü ile, üzülerek, teessürle. (Farsça)
  • Üzüntü duyarak, etkilenerek.

müteessiren

  • Üzüntülü olarak.

mütehassıs

  • Bir işin hakikatını, içyüzünü çok iyi bilen. Bir meslekte mahir olan.
  • Has ve mahsus olan.
  • İhtisas sâhibi, uzman. Bir işin hakîkatini, iç yüzünü çok iyi bilen, bir ilim dalında veya meslekte mâhir olan.

mütehassis

  • İnsan sözüne kulak verip dinleyen.
  • Hayırlı işlere dair haberlere dikkat edip araştıran.
  • Çok duygulu, duygulanmış, hisli.

mütehazzin

  • Hüzünlü, kederli. Üzülen, mahzun olan.

mütekeddir

  • (Çoğulu: Mütekeddirîn) (Keder. den) Kederli, hüzünlü. Kederlenen, tekeddür eden.
  • Bulanık.

mütekeddirane / mütekeddirâne

  • Kederli ve hüzünlü bir hâlde. (Farsça)
  • Bulanarak. (Farsça)

mütekeddirin / mütekeddirîn

  • (Tekili: Mütekeddir) Kederlenenler, kederli ve hüzünlü olan kimseler.
  • Bulanık şeyler.

mütekehhil

  • (Çoğulu: Mütekehhilîn) Gözüne sürme çeken.

mütekehhilin / mütekehhilîn

  • (Tekili: Mütekehhil) Gözüne sürme çekenler, tekehhül edenler.

mütelehhif

  • (Çoğulu: Mütelehhifîn) (Lehef. den) Hasret çeken. Özleyen. Yanıp yakılan. Hüzünlü olan.

mütemahil

  • Uzak ve uzun.

mütemelli

  • Uzun ömürlü ve rahat yaşıyan.

mütevazin

  • Tevazün eden, tartıları bir olan.

müteveccih olma

  • Yönelme, yüzünü çevirme.

mutırr

  • Uzun.

mutneb

  • Uzatılmış. Uzatılan söz. Sözdeki itnâb, yâni; uzunluk.

muvafat

  • Sözünün eri olma.

müzaraa

  • 75 - 90 cm. lik bir uzunluk ölçüsü olan zira' ile satma.

müzdelife

  • Mekke-i mükerremede Minâ ile Arafât arasında bulunan, Âdem aleyhisselâmla hazret-i Havvâ'nın yeryüzünde ilk buluştukları yer.

müzeccec

  • Sırçalanmış.
  • İnce uzun nesne.

muztabi'

  • Ridâsını sağ koltuğu altından çıkarıp sol omuzuna atan kişi.

na'na

  • (Çoğulu: Neâni-Ne'nâ') Nâne.
  • Uzun boylu adam.

na'ra

  • (Çoğulu: Na'rât) Yüksek sesle uzun uzun bağırma.
  • Tar: Eskiden yangına giderken ve dönerken kalabalık caddelerde, geçitlerde, dönemeçlerde, meydanlarda tulumbacıların içlerinden "naracı" adı verilen birinin bağırması yerinde kullanılır bir tâbirdir. Nâra atmakla yangın münasebetiyle s

na're

  • Nâra. Yüksek sesle uzun uzun bağırma. Çağırma. Haykırma.
  • Burun içinden çıkan ses.

na're-endaz / na're-endâz

  • Nâra atan. Yüksek sesle uzun uzun bağıran. (Farsça)

na'rezen

  • Nâra atan. Yüksek sesle uzun uzun bağıran. (Farsça)

na'sel

  • Erkek sırtlan.
  • Uzun sakallı bir kimsenin adı.

na'ye

  • Birisinin öldüğünü bildiren söz.
  • Bir adamın zünub ve kabahatini izhar ve işaa eden söz.

na-endiş

  • Uzun uzadıya düşünmeğe değmez. Açık, muhakkak. (Farsça)

na-merd

  • Korkak. (Farsça)
  • İnsaniyetsiz, sözünde durmayan. Alçak, insanlık hislerinden habersiz. (Farsça)

na-şad

  • Sevinçli olmayan, mahzun, tasalı, kederli. (Farsça)

na-şadi / na-şadî

  • Hüzünlü ve kederli oluş, gamlılık. (Farsça)

nafıka

  • (Çoğulu: Nevâfık- Nüfeka) Arab tavşanının (diğer adı; tarla fâresi dedikleri hayvanın) iki yuvasından gizli olanın adıdır. Bu hayvan, bunun tavanını yeryüzüne çok yakın yapar. Belirli olan kasia dedikleri yuvasında tehlike hissederse hemen nâfıkanın tavanını delerek kaçar. Münafıklar buna benzediği

nağamat-ı hazine / nağamât-ı hazîne

  • Hüzünlü nağmeler.

nahr

  • Boğazlamak. Bir hayvanın göğsü üstünden bıçak vurup boğaz damarını kesmek.
  • İki şeyin birbirine göğüs göğüse olması.
  • Boyun. Boğaz çukuru.
  • Sadır.
  • Gündüzün evveli.
  • Namazda kıyamda iken sağ eli sol elin üstüne koymak.

nahr-ün nehar

  • Gündüzün evveli.

nakş-ı simavi / nakş-ı simâvî

  • Yüzdeki nakış, her insanın yüzüne Allah tarafından konulan nakış.

namus

  • Irz, iffet, edeb, hayâ.
  • Şeriat.
  • Melâike.
  • İrade-i İlâhiyenin tecellisi.
  • Nizam.
  • Emniyet ve istikamet gibi faziletlerin muhassalası olan pek kıymetli haslet.
  • Bir kimsenin mahrem, gizli esrarı olup işleri ve hallerinin iç yüzüne vakıf ve muttali ki

nar-ı teessüf / nâr-ı teessüf

  • Bir ateş gibi insanın içini yakan üzüntü ve kırgınlık.

nass-ı kelam / nass-ı kelâm / نَصِّ كَلَامْ

  • Sözün (Kurânın) açık hükmü.

natnat

  • (Çoğulu: Netânıt) Çok konuşan uzun boylu, akılsız kimse.

nazardan düşürme

  • Birşeyin insanların gözündeki değerini düşürme.

nazarında

  • Gözünde.
  • Göre, fikrince, gözünde. (Arapça - Türkçe)

nazarından

  • Gözünden, dikkatinden.

naziat suresi / nâziât sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin yetmiş dokuzuncu sûresi.

nebve

  • Uzaklaşmak.
  • Ok hedefe varamamak.
  • Bir yerin havasının mizaca uygun olmaması.
  • Kılıncın vurulan şeye saplanmayıp geri sıçraması.
  • Pek çirkin ve kötü suretten gözün kaçması.

nefes

  • Soluk, üfürülen hava. Soluma, soluk verip alma.
  • Uzun söz.
  • Bolluk.
  • Hased etmek.
  • Edb: Bektaşi tekkelerinde okunan manzum söz.

nefy ve isbat zikri / nefy ve isbât zikri

  • "Lâ ilâhe illallah" mübârek sözünü diyerek yapılan zikr (Lâ ilâhe) yâni Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur, nefy; (illallah) yâni Allahü teâlâ vardır demek de isbât ifâdeleriyle belirtilmiştir.

nehar-ı ebyaz

  • Gündüzün beyazlığı, gündüze benzeyen beyazlık. Beyazlığın parlaklığı.
  • Beyaz gündüz, gözün gündüz aydınlığına benzeyen beyazı.

neharen

  • Gündüzün. Gündüz vakti.

nekam

  • (A, uzun okunur) Bir kimseyi kötü bir fiilinden dolayı şiddetle cezalandırmak. İntikam almak.

neks

  • Sözünden dönmek.
  • Bozmak. Çözmek.
  • Üzmek.
  • Dağıtmak.
  • Münhal ve muhtel olmak.

nemm

  • Birinin sözünü başkasına götürüp ikisinin arasını bozma. Koğuculuk.

netice-i arziye / نَت۪يجَۀِ اَرْضِيَه

  • Yeryüzüne âit netice.

netice-i kelam / netice-i kelâm

  • Sözün özü.
  • Sözün kısası.

nevf

  • (Çoğulu: Envâf) Hörgüç.
  • Uzun ve yüksek olmak.

nısf-ı arz

  • Yeryüzünün yarısı.

nısf-ün nehar

  • Öğle vakti, gündüzün ortası.
  • Meridyen.

nısfıarz

  • Yeryüzünün yarısı.

nıtnıt

  • Uzun boylu adam.

nokta

  • (Nukta) Benek.
  • Durak, mevki. Mahâl.
  • Göze ârız olan leke.
  • Durak işareti.
  • Tek karakol, tek nöbetçi.
  • Yazıdaki durak işâreti.
  • Mat: Hiçbir uzunluğu olmayan şekil.

nu'nu

  • Uzun boylu adam.

nu'nua

  • Devenin boyun eti.
  • Horozun boyun tüyü.

nühüm

  • Dokuzuncu. (Farsça)

nur-i çeşm

  • Göz nuru. Gözün iyi görür olması.
  • Mc: Saadet.

nur-u ayn

  • Gözün nuru.

nur-u ayn-ı alem / nur-u ayn-ı âlem

  • Kâinatın gözünün nuru.

oba

  • Ev biçimi, birkaç direkli, uzun bölüntülü keçeden yapılmış göçebe çadırı.
  • Çadırlardan müteşekkil küçük topluluk.
  • Göçebe ailesi. Çadır halkı.

ömr-ü hazin

  • Hazin ömür. Hüzünlü hayat.

ömr-ü tavil

  • Uzun ömür.

ordu

  • t. Bir devletin dinini, namusunu, vatan ve istiklâlini her çeşit yabancı taarruz ve tecavüzüne karşı koruyan askerî en büyük üç kuvvetten biri. Hava Ordusu, Deniz Ordusu, Kara Ordusu gibi.
  • En büyük askerî birlik.
  • Aynı iman ve düşünce sahiplerinin faaliyette olanlarının hepsi.

pa-yab

  • Kuvvet, kudret, tâkat. (Farsça)
  • Su birikintisi. (Farsça)
  • Havuzun dibi. (Farsça)
  • Kuyu basamağı. (Farsça)
  • Son, nihayet. (Farsça)

parantez

  • Yun. Cümle içinde geçen bir sözü, metin dışı tutmak için o sözün başına ve sonuna konulan işaret.

pas

  • Gecenin sekizde biri. (Farsça)
  • Gözetleme, bekleme. (Farsça)
  • Keder, hüzün, gam. (Farsça)
  • İç sıkıntısı. (Farsça)

pejman

  • Pişman, nâdim. (Farsça)
  • Kederli, hüzünlü. (Farsça)

perişan

  • Dağınık, karışık. (Farsça)
  • Bozuk, tertibsiz, düzensiz. (Farsça)
  • Kederli, hüzünlü, kaygılı. (Farsça)

pervaz

  • Kanat açmak, uçmak. Uçan, uçucu. (Farsça)
  • Nur. (Farsça)
  • Karargâh. (Farsça)
  • Saçmak. (Farsça)
  • Hücre. (Farsça)
  • Saçak. (Farsça)
  • Ayna. Dolap. (Farsça)
  • İnce, uzun tahta. (Farsça)
  • Uçan, uçucu gibi mânâlara gelerek birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

pişmanlık

  • Kişinin işlediği bir iş veya günâh sebebiyle vicdânen üzüntü duyması; tövbeye gelme; nedâmet.

ra'le

  • (Çoğulu: Riâl-Erâl-Erâil) At sürüsü.
  • Hurma ağacının uzunu.

ra'ra'

  • (C. Raâri') Kötü, alçak kimse.
  • Yaramaz gönüllü.
  • Çok uzun boylu adam.
  • Güzel itidalde olan kimse.

ra'sa'

  • Kulakları küpe gibi uzunca sarkık olan yahut ucunu kesmekten ilişik kalıp sallanıp duran kulakları asılı olan dişi koyun.

rabıta / râbıta

  • Bir velînin şeklini, sûretini hayâline getirerek onun kalbindeki feyz (bereket) ve mârifetlere (ilimlere) kavuşma yolu. Kalbini büyüklerin kalbine bağlayarak onlardan feyz alma. Her şeyi unutarak, dünyâ işlerini düşünmeyerek, sevgi ve saygı ile bir velînin mübârek yüzünü hayâlinde veya gönlünde bulu

rahat

  • Üzüntüsüz, tasasız, kedersiz bir halde olmak. İstediği her şeyi bulup telâşsız olmak. Müsterih.
  • Dinlenmek.
  • El ayası.
  • Sıkıntısız, üzüntüsüzlük.

rahmaniyyet

  • Cenab-ı Hakk'ın Rahman oluşu. (Yâni: Gözümüzle görüyoruz, birisi var ki, bize zemin yüzünü rahmetin binlerle hediyeleri ile doldurmuş, bir ziyafetgâh yapmış ve Rahmâniyetin yüz binlerle ayrı ayrı lezzetli taamları içinde dizilmiş bir sofra etmiş ve zemin içini rahimiyyet ve hakîmiyetin binlerle kıym

rahmet melekleri

  • Yeryüzünde dolaşan ve mü'minlerin ölümü ânında hâzır olan melekler. Bunlara Rûhâniyân da denir.

rakıde

  • Mertek adı verilen uzun ince ağaç.

rakis

  • Yol gösteren, kılavuz.
  • Harman yerinde harmanı döğerken öküzün dönmesi.

rakle

  • (Çoğulu: Rikal) At sürüsü.
  • Uzun hurma ağacı.

ramazan

  • Hicrî ayların dokuzuncusu ve mübarek üç ayların üçüncüsü.
  • Hicrî ayların dokuzuncusu, üç ayların sonuncusu ve farz olan orucun tutulduğu ay. Ramazan yanmak demektir, çünkü bu ayda oruç tutan ve tövbe edenlerin günahları yanar, yok olur.

ramazan-ı mübarek

  • Mübarek Ramazan ayı; hicrî ayların dokuzuncusu.

ramazaniye

  • Ramazan hediyesi olarak gelen Yirmi Dokuzuncu Mektup'ta yer alan Ramazan'a dair olan bölüm.

rasif

  • Dayanıklı, sağlam, muhkem.
  • Taş temel, rıhtım.
  • Denizin yüzüne çıkmış kayalar.

ravda-i mutahhera

  • Temiz bahçe. Medîne-i münevveredeki Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) mescidinin içinde bulunan ve Peygamber efendimizin kabr-i şerîfi ile mescidin o zamanki minberi arasında kalan 26 m. uzunluğundaki mübârek yer. Ravda-i mukaddese, Ravda-i mübâreke de denir.

reba'

  • Uzunluk.

refenn

  • Kuyruğu uzun olan at.

refil

  • Kaftanını yukarı kaldırıp sallana sallana yürüyen.
  • Ahmak kimse.
  • Kuyruğu uzun at.

refl

  • Kaftanını uzun diktirip yürürken eteklerini çekip sallamak.

rehamet

  • Sözün, sesin yavaş, ince ve tatlı olması.

rekaket

  • Kekeleme, dil tutukluğu.
  • Sözün kusurlu oluşu. Belagattan mahrum olmak.
  • Zayıf ve ince olmak, yufka olmak.
  • El ile cismin hacmi ve cüssesini anlamak için yoklamak.
  • Gevşeklik, zayıflık, dermansızlık.

remd

  • Helâk olmak.
  • Gözün çapaklanması. Göz hastalığı.

remed

  • Gözün ağrıması, göz kapağı iltihabı.

resif

  • Su yüzüne kadar gelen sıralanmış kayalar.

revnak-ı cemal

  • Yüzün güzellik ve parlaklığı.

ribe'n-nesie / ribe'n-nesîe

  • Gecikme ribâsı. Bir cinsten olan iki şeyin birini, diğeri karşılığında veresiye olarak satmak veya başka başka cinslerden olup; ağırlık, hacim veya uzunluk ölçüsüyle yâhut belirli ölçülerde olup, sayıyla alınıp satılan iki şeyi veresiye değişmek. Mik tarlar eşit olsa bile ribâ sayılır.

rikkat-amiz / rikkat-âmiz

  • Acıma veren, kalbe hüzün verecek olan, acındıran.

risale

  • Mektup.
  • Bir ilme dair yazılmış küçük kitap.
  • Haber göndermek.
  • Elçinin götürdüğü mektup, name.
  • Fık: Bir kimsenin sözünü veya emrini başka birisine tebliğ etmek.

risale-i esma / risale-i esmâ

  • Allah'ın altı isminde bulunan bazı ince mânâları anlatan risale; Otuzuncu Lem'a.

rücu'

  • Geri dönme, vazgeçme, cayma. Sözünden dönme.
  • Edb: Bir fikri daha kuvvetli anlatmak için söylenilen sözden caymış gibi görünmek.

rum suresi / rûm sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin otuzuncu sûresi.

rümis

  • Sözüne güvenilmeyen kimse. Verdiği söze itimad edilmeyen kişi.

runüma / runümâ

  • Yüzünü gösteren.

rüsuh

  • Bir ilmin derinliğine, özüne ve inceliğine vakıf olma, sağlam ve geniş bilgi sahibi olma.

ruz-efzun

  • Uzun ömürlü. (Farsça)

şa'la'

  • Uzun, tavil.

şa'şa'

  • Yıldıramak, parıldamak.
  • Uzun ve yeynicek olmak.

sa'sae

  • Köpek eniğinin gözü açılmadan gözünü depretip bakmak istemesi.

sa'sea

  • Âciz olmak.
  • Sözünde kasır olmak.

sabig / sâbig

  • (Sâbiga) Tam. Tafsilâtlı. Uzun. Bol.

sabit-kadem

  • Mizacı oynak olmayıp işine ve sözünde kararlı olan, yerinde direnen. Sözünde duran.

saderu

  • (Çoğulu: Sâderuyân) Yüzünde tüy bitmemiş genç delikanlı. (Farsça)

sadh

  • Horozun ötmesi.

sadık / sâdık

  • Velî, Allahü teâlânın sevgili kulları.
  • Doğru, yalan ve uydurma olmayan. Doğru sözlü, sözünde duran.

sadıku'l-va'di'l-emin / sâdıku'l-vâ'di'l-emîn

  • Vaad ve sözünde mutlaka duran Allah; vaadinin doğruluğundan emin olunan Allah.

sadıku'l-va'di'l-kerim / sâdıku'l-vâ'di'l-kerîm

  • Vaad ve sözünde mutlaka duran Allah; cömertlik ve ikram sahibi Allah.

saff

  • Bir sıra dizilmiş şey, bir şeyi sıra ile uzun uzadıya dizmek.
  • Câmide cemâatın sırası.

safiha

  • (Çoğulu: Safayih) Yüzün derisi.
  • Kapı tahtası.
  • Kâğıdın bir tarafı.
  • Yassı ve düz nesne.
  • Enli kılıç. (Bu mânâya C: Sıfâh)

şahbal / شاهبال

  • (Şehbal) Kuş kanadının en uzun tüyü. (Farsça)
  • Kanattaki en uzun tüy. (Farsça)

sahib-i kelam / sahib-i kelâm

  • Sözün sahibi.

sahib-i nun / sâhib-i nun

  • (Sâhib-i Zünnun) Hz. Yunus Peygamber'in (A.S.) bir nâmı.

sahur

  • Gece uyanıklığı, uykusuzluk.
  • Ayın etrafındaki hâle.
  • Yer yüzünün gölgesi.

şair

  • Şiir yazan. Sözünü vezin ve kafiye ile tertib eden.

sak'

  • Horozun ötmesi. Bir kimseye vurmak.
  • Udul etmek, geri dönmek, vazgeçmek.

sak'ab

  • Uzun, tavil.

şaka

  • Meşakkatli ve güç.
  • Musibet ânında yakasını ve yüzünü yırtan kadın.

sakb

  • (Çoğulu: Sukub) İnce, uzun.
  • Ev ortasında olan direk.
  • İçi boş olmayan kuru cisme vurmak.
  • Yakınlık.

sakif

  • Nüfuz eden, sözünü dinletip geçiren.

şakız

  • Gözü değen kişi.
  • Gözüne uyku gelmeyen.
  • Daima güneş tarafına yönelen bir nevi büyük kertenkele.

salenbac

  • Uzun ince balık.

salih aleyhisselam / sâlih aleyhisselâm

  • Semûd kavmine gönderilen peygamber. Nûh aleyhisselâmın oğullarından Sâm'ın neslindendir. Hazret-i Âdem'in on dokuzuncu kuşaktan torunudur.

samahmah

  • Uzun ve çok yoğun olan madde.

şani'

  • Adavet etmek, kin tutmak mânasına "şeneân" dan ism-i fâil olup, buğz eden, kin tutan demektir. Esas murad ise; buğz edip geçmiş olan değil, buğzunda devam ve ısrar eden demektir.

şatbe

  • (Çoğulu: Şütab-Şütub) Hurma ağacının budağı.
  • Yaş ekin yaprağı.
  • Yarmak.
  • Kesmek.
  • Uzun boylu kadın.

sathiyet-i arz ve deveran-ı şems

  • Yeryüzünün düz oluşu ve güneşin dünya etrafında dönmesi.

şatibe

  • Uzun boylu.

savt-ı hazin

  • Hüzünlü ses.

şayan-ı esef

  • Üzücü, üzüntü verici.

saye-i medid

  • Uzun gölge.

sayhed

  • Uzun.

şeanla'

  • Uzun, tavil.

şeb-i yelda / şeb-i yeldâ / شب یلدا

  • En uzun gece. (Farsça)
  • Yılın en uzun gecesi.

sebati / sebatî

  • Sebatlılık. Sözünde ve kararında durma.

şebhan

  • Uzun, tavil.

sebk-i mürekkeb

  • Edb: Hem kısa, hem uzun ifâde tarzı.

sebla / seblâ / سبلا

  • Uzun kirpikli göz. (Arapça)

sebla'

  • Uzun kirpikli göz.

secde

  • Namazda yüzünü yere koyma, yere kapanma.

şeceb

  • Hüzün ve gussalı olma.

şecen

  • (Çoğulu: Eşcân-şücun) Dal, budak, kol.
  • Hâcet, ihtiyaç.
  • Keder, hüzün.

secil

  • Uzun, tavil.

secla'

  • Emziği uzun dişi deve.

sedem

  • Hüzün, keder, tasa.
  • Nedâmet, pişmanlık.

şedh

  • Baş yarmak.
  • Kırmak.
  • Atın yüzünde beyazlığın çok olması.

sefr

  • Ev süpürmek.
  • Yüzünü açmak.
  • Yazı yazmak.
  • Islâh etmek, düzeltmek.

şehadetname / şehadetnâme / şehâdetnâme / شهادت نامه

  • Diploma, mezuniyet belgesi.
  • Diploma, mezuniyet belgesi. (Arapça - Farsça)

şehbal / şehbâl / شهبال

  • Kanattaki en uzun tüy. (Farsça)

şehl

  • Gözün siyahının maviye yakın olması.
  • Koyun gözü.

şehleb

  • Uzun boylu.

şehper / شهپر

  • Kuş kanadının en uzun tüyü. (Farsça)
  • Kuş kanadındaki en uzun tüy. (Farsça)

sehuk

  • (Çoğulu: Sühuk) Uzun.
  • Çok uzun hurma ağacı.

sehum

  • Hâlin ve durumun değişmesi. Yüzün renginin değişmesi.

sekaf

  • Uzunluk.

şekaz

  • Gitmek.
  • Uzaklık.
  • Bir adamın gözünün çok değer olması.

sekene-i arz

  • Yeryüzünde bulunan mahlûkat.

şela'la'

  • Uzun boylu kişi.

selaset / selâset

  • Sözün akıcılığı, ifadedeki ahenk, kolaylık ve akıcılık.

selcem

  • (Çoğulu: Selâcim) Uzun, tavil.
  • Uzun ok. şalgam.

selmec

  • (Çoğulu: Selâmic) İnce uzun demir.

semacet-i ibtida

  • Sözün başlangıcındaki çirkinlik.

semai / semâî

  • Gökle ilgili, gökyüzüne ait.

şemakmak

  • Uzun, tavil.
  • şâd ve neşeli kimse.

şematetkarane / şemâtetkârâne

  • Başkalarının üzüntüsüne, acısına hayasızca gülerek sevinmek.

semavi ayetler / semavî ayetler

  • Cenab-ı Hakkın varlığına ve birliğine işaret eden gökyüzündeki deliller.

şemerdel

  • Uzun boyunlu, seri davar.

semertul

  • Uzun, tavil.

semhac

  • Arkası uzun olan at ve eşek.

semhuk

  • Uzun, tavil.

semik

  • (Çoğulu: Esmika-Sümuk) Zelve. (Öküzün boynuna takılır.)

ser'

  • Üzüm çubuğu.
  • Yaş ve taze çubuk.
  • Yumuşak bedenli yiğit.
  • Uzun boylu adam.

şer'ab

  • Uzun.
  • Uzununa kesmek. Uzunlamasına yarmak.

şerar

  • "Şerir" den mastardır ve yaramazlık mânâsına gelir.
  • İnsanın yüzüne çarpan ses.

şerca'

  • Uzun tavil.
  • Taht.
  • Cenaze.

şerceb

  • Uzun, tavil.

sercem

  • Uzun.

sere

  • Başparmağın ucundan şehadet parmağının ucuna kadar germek suretiyle hâsıl olan uzunluk ölçüsü. Karıştan küçüktür ve dört sere bir arşın sayılırdı.

serh

  • Kıl taramak.
  • Halâs etmek, kurtarmak.
  • Uzun, büyük ağaç.
  • Güdülen davar ve sığır sürüsü.
  • Otlak, mera.
  • İrsal etmek.

şerit

  • Dar, uzun dokuma parçası.

şerka'

  • Kulağı uzunlamasına yarık olan koyun.

sermed

  • Dâimî, sürekli, ebedî, ezelî.
  • Uzun gece.

şernak

  • Göz kapağının ağır ve kalın olması.
  • Ekinin bir mertebe uzun olması.

şerr-i hazin / şerr-i hazîn / شَرِّ حَزِينْ

  • Hüzünlü, üzücü kötülük.
  • Hüzün veren kötülük.

sertem

  • Uzun, tavil.
  • Yumuşak sözlü kişi.
  • Hışmını ve gadabını süratle yenen kimse.

serv-endam

  • Selvi boylu. Uzun ve biçimli boylu olan kimse. (Farsça)

serv-i bülend / سرو بلند

  • Boyu servi gibi düzgün ve uzun olan sevgili.

şervat

  • Uzun, tavil.

seta'

  • Boyunun uzun olması.

şeten

  • (Çoğulu: Eştân) Sağlam bükülmüş uzun urgan.
  • Uzak olmak.
  • Sağlam yapmak.

şeter

  • Gözün kapaklarının devrik olması.
  • Bir kale adı.

şetibe

  • Uzununa kesilmiş olan sahtiyan parçası.

sevabit-i kevkebiye

  • Gökyüzünde sabit olarak görülen ve gece karanlığında insanlara yön gösteren yıldızlar.

severan

  • Tozun, dumanın kalkması.

sevhak

  • Uzun.

şevzeb

  • Uzun, tavil.

şeyzem

  • Katı ve uzun.

şezim

  • Sağlam, muhkem ve uzun.

şı'şa'

  • Uzun, yeynicek kimse.
  • Uzun boyunlu deve.

sı'sıa

  • Sığınacak yer, sığınak, melce'.
  • Her nesnenin aslı.
  • Horozun baldırında çıkan fazlalık parmak.

sibak

  • Bir şeyin üst tarafı, geçmişi.
  • Bağ, bağlantı, sözün gelişi.

sibak u siyak

  • Sözün gelişi. Sözün (öncesinin sonraya olan) uygunluğu.

sibak-ul kelam / sibak-ul kelâm

  • Sözün ilk halindeki bağlantısı, sözün evvelinde geçenden çıkan mânâ.

sıbhale

  • Azası iri ve uzun olan.

sıbtır

  • (Çoğulu: Sibetrât) Uzun, tavil.
  • Uzun boyunlu bir kuş.

şiddet-i teessür

  • Üzüntü ve ıztırabın şiddeti.

sıddik / sıddîk

  • Pek doğru, hiçbir zaman yalan söylemeyen, işinde ve sözünde doğru olan.
  • Hazret-i Ebû Bekr'in lakabı.

sıddık / صدیق

  • Sözünün eri. (Arapça)

şifa ayet-i kerimeleri / şifâ âyet-i kerîmeleri

  • Kur'ân-ı kerîmdeki altı şifâ âyeti. Tevbe sûresi on dördüncü âyetinin sonu, Yûnus sûresi elli yedinci âyetinin ortası, Nahl sûresi altmış dokuzuncu âyetinin orta kısmı, İsrâ sûresi seksen ikinci âyetinin baş tarafı, Şuarâ sûresinin sekseninci âyeti, Fussilet sûresi kırk dördüncü âyetinin ortası.

sıhhat

  • Sağlamlık. Doğruluk. Sağlık.
  • Edb: Sözün yanlış ve eksik olmamasıdır. (Sözün sağlamlığı diye tercüme edilebilen sıhhat-ı ifade: Bir ibarede zâf-ı te'lif, ta'kid, garabet, tetabu-u izafet, tekrar, tenafür, şivesizlik v.s. gibi kusurlar bulunmamakla tahakkuk eder...)

şikestedil

  • Gönlü kırık, mahzun, kederli, hüzünlü. (Farsça)

şıkşaka

  • (Çoğulu: Şekâşık) Devenin ağzında olan dağarcığı. (Ağzından çıkarıp kükretir.)
  • Zayıf, yaşlı kimse.
  • Uzun ince çubuk.
  • Ağzın çevresi.

şilak

  • Cima etmek.
  • Vurmak.
  • Kulağı uzunlamasına yarmak.

sima-yı veçhi / sima-yı veçhî

  • Yüzün görünüşü, yüz hatları.

sima-yı veçhiye

  • Yüzün görünüşü, yüz hatları.

şinas

  • Uzun, tavil.

sırr-ı mahiyet

  • Bir şeyin özündeki sır, gizem.

sırr-ı tevatür

  • Tevatür sırrı; bir sözün nesilden nesile, sözüne inanılır büyük topluluklar tarafından nakledilmesi sırrı, hikmeti.

şişe / şîşe

  • Camdan yapılmış ağzı dar uzunca kap. Lâmbaya geçirilen camdan küçük baca.
  • Çeşitli maksatlarla çakılan çıta.
  • Lâmbaya geçirilen sırça, camdan yapılmış küçük baca, camdan yapılmış dar ağızlı uzun kap.

sita'

  • Deve boynunda uzunluğuna olan alâmet.
  • Ev direği.

sittin sene / ستتين سنه

  • Altmış sene.
  • Belirlenemeyecek kadar uzun bir zaman.

siyahat

  • (Seyyehân - Siyâh - Süyuh) İbret, terehhüb ve ibadet için yer yüzünde gezip yürümek. (Dervişlerin seyahatı bundandır.)

siyak

  • Söz gelişi, bir sözün hemen öncesinde geçen sözler.
  • Sözün gelişi.
  • Tarz, üslup.

siyak u sibak / siyâk u sibak / سياق و سباق

  • Sözün gelişi. (Arapça)

siyak ve sibak-ı kelam / siyak ve sibak-ı kelâm

  • Sözün başıyla sonu; sözün akışı.

siyak ve sibaka mülayemet / siyak ve sibaka mülâyemet

  • Sözün öncesinin sonrasına, sonrasının öncesine uygunluğu.
  • Sözün evveline güzel bir netice, sonrasına iyi bir başlangıç olması.

siyak-ı kelam / siyak-ı kelâm

  • Sözün gelişi, sevkediliş.
  • Sözün gidişatı; sözün söyleniş şekli, ifade tarzı.

sofi

  • Dinin özünden habersiz, şekilci, aşırı katı kimse.

suada'

  • Sıkıntıdan dolayı uzun uzadıya solumak.
  • Ev ortası.

sual-i mukadder / suâl-i mukadder / سُؤَالِ مُقَدَّرْ

  • Sözün gelişinden anlaşılan soru.

sübat

  • Dalgınlık.
  • Uzun dinlenme.
  • İstirahat zamanı.
  • Uzun uyku şeklinde olan baygınlık. Koma.
  • Dehir, zaman.

sübe

  • On kişiden fazla olan erkek cemaatı.
  • Havuzun ortası.

sudah

  • Horozun ötmesi.

suffah

  • Enli uzun taş.

şugmum

  • Uzun, tavil.

süha

  • Büyükayı yıldız kümesindeki en küçük yıldız; eskiden gözün keskinliği bu yıldızla denenirdi.

sühan-fehm

  • Sözün, kelâmın değerini takdir eden. (Farsça)

sühan-şinas

  • Söz bilen, sözün kıymetini takdir eden. (Farsça)

şühus

  • Yüksek olmak.
  • Bir yerden bir yere gitmek.
  • Gözünü bir yere dikip hareket ettirmeden ve kapağını açıp yummadan durmak.
  • Bir hâdisenin meydana gelmesinden dolayı acı çekip kararsız olmak.

şükle

  • Gözün ağındaki kırmızılık.

sukuf

  • (Tekili: Sakf) Tavanlar, ev örtüleri.
  • Uzun ve sarkık şeyler.
  • Semavat.

sülta

  • Uzun ok.

şümhut

  • Uzun, tavil.

sunbur

  • (Çoğulu: Sanâbir) Demirden veya kalaydan olan ibriğin emziği.
  • Havuzun çevresine yapılan lüle ve oluk.

sünnet

  • Göbekle kasık arası.
  • Atın bileğinin ardındaki uzunca kıllar.

sure / sûre

  • Kur'ân-ı kerîmin en az üç âyetten meydana gelen bölümlerinden her biri. Çokluk şekli süverdir. Kur'ân-ı kerîmde 114 sûre olup, bâzı sûrelerin birkaç ismi vardır. Bekara sûresinden Berâe sûresine kadar olan yedi sûreye es-Seb'ut-tıvâl (uzun sûreler), Fâtiha'ya ve âyetleri yüzden az olan sûrelere mesâ

sürhub

  • Uzun, tavil.

şutbe

  • (Çoğulu: Şütab) Kılıcın yüzünde yapılan yol.

sütre

  • Namaz kılarken imâmın veya yalnız kılanın sol kaşı hizâsında, önüne diktiği yarım metreden uzun çubuk. Çubuğu dikmeyip, secde yerinden kıbleye doğru uzatmak veya çizgi çizmekle de olur.

şutur

  • Irak, uzak, baid.
  • Bir memesi birisinden uzun olan koyun.
  • İki emziği kurumuş olan deve.

taammuk

  • (Umk. dan) Derinleşme. Mes'elenin iç yüzüne vakıf olma.

taazum

  • Gözünde büyümek. Büyük görünmek.

tabakat-ı arz

  • Yeryüzünü oluşturan tabakalar.

tafsil / tafsîl

  • Uzun uzadıya anlatma.
  • Uzun uzadıya, etraflıca açıklama.

tafsilen

  • Uzun uzadıya, tafsilâtlı olarak.

taha'

  • Yüksek bulut.
  • Gam, hüzün, keder.

tahaddüş

  • Tırmalanma.
  • Üzüntü duyma.

tahavvüb

  • Bir nesneye acınmak ve mahzun olmak.

tahazzün

  • Kederlenmek, hüzünlenmek. Birine acımak. Mükedder olmak.

tahdik

  • (Hadeka. dan) Gözünü dikip, ayırmadan ve dikkatle bakma.

tahdis

  • (Hudus. dan) Söylemek. Anlatmak. Rivayet etmek.
  • Şükür ve teşekkür ile bildirmek. Görülen iyiliği herkese söylemek.
  • Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sözünü tekrarlamak.

tahfif

  • (Hıffet. den) Hafifletme, yükünü azaltma. Kolaylaştırma.
  • Lâyıkı vechiyle hürmet etmemek.
  • Maddî-manevî bir ızdırabı azaltmak.
  • Kelimelerin bazı harflerini terketmekle telâffuzunu kolaylaştırmak.

tahkik

  • Doğru olup olmadığını araştırmak veya doğruluğunu, yanlışlığını meydana çıkarmak. İncelemek. İçyüzünü araştırmak.
  • Bir şeyi eksiksiz ve ziyâdesiz yapmakta mübâlağa etmektir. Bir şeyin hakikatına ermek, künhüne vâkıf olmak, nihayetine erişmek demektir. Kur'an kıraat ıstılahında ise: He

tahlis

  • Kurtarmak. Halâs etmek.
  • Bir şeyin özünü, hülâsasını almak.

tahlisen

  • Hülâsa ederek. Özünü söyleyerek.

tahmic

  • Şiddetle bakmak.
  • Gözünü açıp yummak.

tahmim

  • Zina eden kimseyi ziftleyip, dövüp, yüzüne kara vurup, ters olarak eşeğe bindirip gezdirmek.

takdid

  • Eti kurutmak.
  • Uzunlamasına yırtmak veya kesmek.

takdir-i kelam / takdir-i kelâm

  • Sözün gelişi; sözde zikredilmeyen bir lafzı sözün gelişinden anlayıp belirtmek.
  • Söze değer vermek.
  • Sözün kıymeti. Sözden anlaşılan husus.

takvid

  • Çok uzun boyunlu olmak.

takziye

  • Gözün çapağı dışarı itmesi.

tale

  • (Tavl. dan) "Uzun olsun" mânâsındadır.

tali

  • Tilavet eden, okuyan.
  • İkinci derecede. Sonradan gelen.
  • Man: Birbirine bağlı iki kaziyeden ikincisi. Meselâ: "Duman çıkıyorsa ateş vardır" sözünde "Ateş vardır" sözü tâli'dir.

tamam-ı nehar

  • Gündüzün tamamı.

tamele

  • Havuzun dibinde kalan balçık ve tortu.

tamh

  • Gözünü yukarı kaldırıp bakmak.

tanbur

  • Klâsik Türk müziğinin başlıca çalgılarından biri olan, yay veya mızrapla çalınan, uzun saplı, telli tahta çalgı.

tanfese

  • (Çoğulu: Tanâfis) Uzun saçaklı halı.
  • Hurma yaprağından yapılan ve eni bir zira' miktarı olan hasır.

tarah

  • (Çoğulu: Etrâh) Tasa, keder, hüzün, melâlet.

tarassudat-ı semaviye / tarassudât-ı semâviye

  • Gökyüzünü gözetlemeler.

tas'ir

  • Kibirlenmekten dolayı karşısındakinin yüzüne bakmayıp, yüzünü çevirmek.

tasdikat

  • (Tekili: Tasdik) (Ka, uzun okunur) Tasdikler, onaylamalar, doğrulamalar.

tasi' / tâsi' / تاسع

  • Dokuzuncu.
  • Dokuzuncu. (Arapça)

tasi'an / tâsi'an / تاسعا

  • Dokuzuncusu. (Arapça)

tasian / tâsian

  • Dokuzuncu olarak.
  • Dokuzuncu olarak.
  • Dokuzuncusu.

tatavül

  • Uzun olmak.
  • Büyüklenmek, kibirlenmek.
  • Birbirine muhalefet etmek, karşı gelmek.

tatlim

  • Yüzüne eliyle vurmak.

tatvil / tatvîl

  • Sözü uzatma, uzun tutma.

tatvil-i kelam / tatvil-i kelâm

  • Uzun konuşma. Sözü uzatma.

tavil / tavîl / طویل

  • Uzun.
  • Çok süren.
  • Uzun.
  • Uzun. (Arapça)
  • Uzun süreli. (Arapça)

tavil-ül ba' / tavil-ül bâ'

  • Uzun kulaçlı. Gücü yeter.
  • Eli açık, vergili, verimli.

tavil-ün nicad

  • Kılıç bağı uzun.
  • Mc: Uzun boylu.

tavsif

  • Vasıflarını söylemek. Bir şeyin iç yüzünü, ne ve nasıl bir şey olduğunu anlatmak. Vasıflandırmak.
  • Bilgi, ilim.

tays

  • Çok adet.
  • Yer yüzünde olan toprak ve süprüntü.
  • Nesli çok olan karınca ve sinek.

tayy-ı mekan / tayy-ı mekân

  • Mekânı atlama; Allah'ın yardımıyla uzun bir mesafeyi kısa bir zamanda aşmak, kat'etmek.

tayy-ı zaman

  • Zamanı aşma; çok uzun zamanı pek kısa bir sürede görme ve yaşama.
  • Zamanı ortadan kaldırmak. Çok uzun bir zamanı pek kısa olarak görmek ve yaşamak. Meselâ: Kur'an-ı Kerimde beyan edilen "Ashab-ı Kehf" mağarada 309 sene kaldıkları halde, kendileri yarım gün veya bir gün kadar kaldıklarını söylemişlerdir.

tayy-i zeman / tayy-i zemân

  • Zamânın dürülmesi. Allahü teâlânın izniyle uzun zamanda yapılacak bir işi çok az zamanda yapma.

tayyare-i cevviye

  • Gökyüzünün, havanın uçakları.

tayyetmek

  • Atlamak; uzun mesafeleri kısa zamanda geçip gitmek.
  • Silmek. Kaldırmak.
  • Mc: Uzun zaman veya mesafeyi az zamanda geçip aşmak.

tayyibat / tayyibât

  • (Tekili: Tayyibe) Bütün güzel sözler, güzel mânalar, harika güzel cemaller.
  • Bütün kâinat yüzünde cemalleri görünen ezelî Esma-i Hüsnâ'nın cilveleri.

te'bin

  • Ölmüş bir kimsenin iyiliklerini hatırlayıp söyleme.
  • Bir kimseyi yüzüne karşı ayıplama.

teberku'

  • Yüzünü örtme, peçeleme. Yaşmaklanma.

tebessül

  • Somurtma, surat asma. Yüzünü ekşitme.

tebsir

  • İnsanın gözünü açacak şekilde tarif ve izah etmek ve kalbine basiret vermek.

tebuk gazvesi

  • Hicretin dokuzuncu senesinde vuku bulmuştur. Şam'da bulunan Rumlar tarafından o civarın halkı, müslümanlara karşı ayaklandırıldığı Peygamberimiz tarafından duyulduğunda, onlara karşı asker hazırlayarak Tebuk'e gitmiş ve oranın ileri gelenleri Peygamberimize gelerek barışa çalışmışlardır. Tebuk'te on

tecdid-i biat / tecdid-i bîat

  • Bağlılık sözünü yenileme.

tecdid-i iman / tecdîd-i îmân

  • Bilerek veya bilmeyerek küfrü gerektiren (îmânı gideren) bir sözü söylemek veya bir işi yapmak yâhut böyle bir şeyi yapmış olma ihtimâli üzerine, Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah sözünü; mânâsını bilerek ve inanarak söyleyip, îmânını yenileme, tâzeleme.

tecemcüm

  • Sözünü söylemekte güçsüz olmak. Konuşamamak.

tecessüs

  • İnsanların gizli hallerini, ayb ve kusûrunu merâk edip, iç yüzünü araştırıp öğrenmeye çalışmak.
  • Gizlice araştırmak. Gizlice bakmak.
  • İç yüzünü araştırmak.
  • İç yüzünü araştırma merakı.

tedcic

  • Gökyüzünün bulutlu olması.
  • Silâh kuşandırmak.

tedemmu'

  • (Dem.' den) Gözün yaşarması.

teellüm

  • Üzüntü, acı çekme.

teessür / تأثر

  • Kederli ve üzüntülü olarak içlenmek. Üzülmek.
  • Te'sir altında kalmak.
  • Kederlenmek.
  • Üzüntü.
  • Üzülme, üzüntü. (Arapça)
  • Etkilenme. (Arapça)

teessür-bahş

  • Hüzün veren, keder veren, tasaya düşüren. (Farsça)

teessürat / teessürât

  • Üzüntüler.
  • Üzüntüler. Teessürler.

teessürat-ı hazine / teessürât-ı hazîne

  • Hüzün dolu üzüntüler.

teessürat-ı manevi / teessürat-ı mânevî

  • Mânevî üzüntüler.

tefahhus

  • Bir şeyin, bir mes'elenin iç yüzünü dikkatle araştırma.

tefeccu'

  • Canı yanma, acıma. Kaygılı olma, dertli olma.
  • Belâ ânında hüzünlü olma.

tefrika

  • Nifak. Ayrılık. Bozuşma.
  • Bir gazete veya dergide parça parça, bir önceki yazının devamı olarak çıkan uzun yazı.
  • Fırka fırka olmak.

tehlil / tehlîl

  • "Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur" mânâsındaki "lâ ilâhe illallah" sözünü söylemek.
  • İslâmiyetin tevhid akidesini hülâsa eden, ancak bir İlâh bulunduğunu, Onun da ancak ve ancak Allah (C.C.) olduğunu ifade eden "Lâilâhe illâllâh" sözünü tekrar etmek.
  • "Lâ ilâhe illallah (Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur)" sözünü söylemek.

teklic

  • Yüzünü ekşitmek.

tekrir

  • Tekrar etme, bir daha yapma, söyleme, tekrarlama.
  • Edb: Sözün tesirini kuvvetlendirmek için bir sözü bile bile tekrar etme san'atı.
  • Tecvidde: Harf okunduğu zaman dilin sürçmesine denir. Râ harfine âid olan bir sıfattır. Buna mükerrir harfi de denir.

teleffüm

  • Yüzüne ve ağzına yaşmak bağlamak.

telehhüf

  • Mahzun olmak. Hasret ve kederle yanıp yıkılmak. Ah çekmek.

telhis

  • Birşeyi süzüp özünü alma, özetleme.

telkin / telkîn

  • Definden sonra meyyitin (vefât edenin) yüzüne karşı ayakta durarak okunan, kabir suâllerini ve cevaplarını bildiren sözler.

telmih / telmîh

  • (Çoğulu: Telmihât) Lâyıkiyle ve kâmilen keşfedip nazara arzetmek.
  • Bir şeyi açıkça söylemeyip başka bir mâna ifade için söz arasında mânalı söylemek. İmâ ile söz arasında başka bir mânayı ifade etmek.
  • Edb: İbârede bahsi geçmeyen bir kıssaya, fıkraya, ata sözüne veya meşhur bir
  • Bir şeyi açıkca söylemeyip ibarede bahsi geçmeyen bir kıssaya, bir fıkraya, bir ata sözüne veya meşhur bir şiire, bir söze işaret etmek. Kapalı söylemek.

telvihat-ı tis'a / telvihât-ı tis'a

  • Dokuz işaret; Yirmi Dokuzuncu Mektub'un Dokuzuncu Kısmında yer alan bölüm.

telvin-i hitab / telvîn-i hitâb

  • Sözün renklendirilmesi, çeşitlendirilmesi.

temdid

  • Devam ettirmek. Uzatmak. Uzatılmak. Sürdürmek.
  • Çekip uzatmak.
  • Tecvidde: Bir harfi uzun okumak, çekmek.

tenakuz / tenâkuz

  • Sözün birbirini tutmaması. Konuşmada beyan edilen söz ve fikirlerin birbirine zıt olması.
  • Man: İki şeyin birbirine nakiz olması. Bir şeyin nakizi, o şeyin ref'inden (kaldırılmasından) ibarettir.
  • Sözün birbirini tutmaması. Çelişki.

tenciz

  • Sona erdirme. Sonuçlandırma, neticelendirme.
  • Sözünü yerine getirme.

teneddi

  • Gamkin ve üzüntülü olmak.

tenemmür

  • Birisini korkutmak için gürültü yapmak, gürültülü ses çıkarmak.
  • Uzun uzun bağırmak.
  • Kaplan huylu olmak. Kaplanlaşmak.

teneşir

  • Serîr; ölünün yıkandığı masa şeklindeki dört ayaklı uzun tahta zemin.

tenezzülat-ı kelam / tenezzülât-ı kelâm

  • Sözün muhatapların seviyelerine uygun olarak ayarlanması.

tenezzülat-ı kelamiye / tenezzülât-ı kelâmiye

  • Sözün muhatapların seviyelerine göre ayarlanması.

tergib / tergîb / ترغيب

  • Rağbet ettirme, istek uyandırma. (Arapça)
  • Tergîb etmek: Rağbet ettirmek, istek uyandırmak. (Arapça)
  • Terhîb etmek: Gözünü korkutmak. (Arapça)

termos

  • yun. İçine konulan sıvının sıcaklık veya soğukluğunu uzun müddet muhafaza edebilen kap.

ternik

  • Bir nesneye bakıp durmak.
  • Gözün zayıflaması.

teselli verme / tesellî verme

  • Üzüntüyü hafifletme, acıyı dindirme, rahatlatma.

tesfi'

  • Sıcağın, insanın yüzünü yakması.

teshim

  • Yüzüne kara vurmak.

teşrik tekbirleri

  • Zilhiccenin dokuzuncu günü, yani Kurban Bayramının arefe günü, sabah namazından başlayarak, bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar olan, her farz namazın selâmından sonraki alınan tekbirler.

tetavül

  • Uzun olma, uzama.
  • Zulüm etme.
  • Birbirine muhalefet, kibir ve taazzum etme.
  • Musallat olma.
  • Mugayeret eylemek.

tetrih

  • Tasalandırmak. Hüzünlendirmek, üzmek.

tevbe suresi / tevbe sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin dokuzuncu sûresi. Berâe sûresi de denir.

tevhid / tevhîd

  • Birleme. Bir Allah'tan başka İlâh olmadığına inanma. Lâ ilahe illallah sözünü tekrarlama. Her yerde ve her şeyde Allah'tan başkasının te'sir hâkimiyeti olmadığını anlamak, bilmek ve bilerek yaşamak.
  • Edb: Allah'ın varlığına ve birliğine dair yazılan manzume.
  • Birkaç şeyi bir etme, birleştirme.
  • Birliğine inanma, bir sayma.
  • Lâ ilâhe sözünü tekrarlama.
  • Allahü teâlânın bir olduğuna inanmak, O'na kimseyi ortak etmemek. Yâni Lâ ilâhe illallah (Allahü teâlâdan başka ibâdete lâyık bir ilâh yoktur. O'nun ortağı benzeri yoktur) sözünü, mânâsına inanarak söylemek.
  • Tasavvufta kalbi Allahü teâlâdan başka şeylere bağlılıktan kurtarmak.

tevil

  • Yorumlama, yorum; sözün ilk anlamını değil de ihtimal dahilinde bulunan başka anlamlarını (mecâzî) esas alarak yorumlama.

tevrib

  • Bir nesnenin uzunluğuyla eni arası.

tevriye

  • Örtüp gizlemek.
  • Sözünü veya bir haberi izah etmeyip gizlemek.
  • Edb: Birkaç mânası olan bir kelimenin en uzak mânasını kasdetmek.

tezellül

  • Bayağılık, kendini aşağı tutmak. Tevâzûnun aşırı derecesi.

tezennür

  • Zünnar kuşanmak.

tıbbe

  • (Çoğulu: Tıbeb) Bir parça uzun bez.

tıval

  • Uzun olanlar.

tul / tûl / طول

  • Boy.
  • Uzunluk.
  • Ömür ve hayat.
  • Uzamak.
  • Zaman çokluğu.
  • Çokluk, bolluk.
  • Uzunluk, meridyen.
  • Uzunluk. (Arapça)
  • Boylam. (Arapça)

tul-i emel / tûl-i emel

  • Uzun emel, büyük, aşırı arzu ve istek.
  • Uzun emel; zevk ve safâ sürmek için çok yaşama arzusu. İbâdet yapmak için çok yaşamağı istemek tûl-i emel olmaz.

tul-u ömür

  • Ömrün uzunluğu. Uzun ömür.

tul-ü ömür / tûl-ü ömür / طُولُ عُمُرْ

  • Uzun ömür.

tūl-ü ömür / طُولُ عُمُرْ

  • Uzun ömür.

tula / tûlâ

  • Çok uzun. Pek uzun.
  • Çok uzun.

tulan

  • (Tul. den) Uzunluğuna, boyuna.

tulani / tûlânî / طولانى

  • Uzunluğuna. (Arapça)

tulen

  • Uzunlukça. Uzunluk cihetinden. Boyca.

turtur

  • Uzun boylu ince adam.

turuh

  • Uzun.

tuval

  • Uzun.

tuvmar

  • (Çoğulu: Tevâmir) Uzun dürülmüş nesne.

tuvt

  • Lüle ağzına takılan pamuk parçası.
  • Pamuk.
  • Uzun.

tuvvel

  • Ayakları uzun olan bir cins su kuşu.

ucruf

  • (Çoğulu: Acârif) Uzun ayaklı karınca.

üçüncü maksad

  • Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfında yer alan bölüm.

üf

  • Kulak kiri.
  • Tırnak arasında olan kir.
  • Hüzün ve kedere işaret eden kelime.

ufk

  • Kıyı, kenar.
  • Rüzgârın estiği cihetler.
  • Ufuk. Gökle yerin birleşmiş gibi göründüğü yer. Görüşümüzün nihayetindeki yerler.
  • Mc: Görüş ve düşünüş derecesi.

uhdud

  • (Çoğulu: Ahâdid) Çukur.
  • Uzun hat.
  • Yeryüzündeki uzun yarık ve çatlak.
  • Hendek.
  • Kamçı vurulmasından vücutta hâsıl olan yara ve iz.

ukde / عقده

  • Düğüm. (Arapça)
  • Gönül üzüntüsü. (Arapça)
  • Sorun. (Arapça)

ulviyet-i mahiyet / ulviyet-i mâhiyet / عُلْوِيَتِ مَاهِيَتْ

  • Birşeyin özünün yüceliği.

ümluc

  • Yaprak.
  • Selvi yaprağına benzer uzun, karışık bir ot.

urş

  • Boğazın iki tarafında olan iki uzun etin birisi.

uşara

  • Uzunluğu on zira' miktarı olan.

üslub-perestlik / üslûb-perestlik

  • Sözün mânâ ve maksada uygunluğuna değil de ifade tarzının güzelliğine önem verme.

usnun

  • (Çoğulu: Asânin) Sakal ucu.
  • Her nesnenin evveli.
  • Devenin çenesi altında olan uzun kıllar.

utbul

  • (Çoğulu: Atâbil) Uzun boylu güzel kadın.

vadi / vâdî

  • İki dağ arasındaki uzun çukur. Dere. Bir nehrin aktığı yer. Nehir yatağı.
  • Yol, tarz, usül.
  • Saha.
  • Bir nehrin yatağı.
  • İki dağ arasındaki uzun çukur.
  • Yol, tarz, metod, dere.
  • İki dağ arası uzun çukur.

vafi / vâfi

  • (Vefâ. dan) Tam, elverişli, kâfi, yeter.
  • Sözünün eri.
  • Va'dini mutlak yerine getiren Cenab-ı Hak.

vahdet

  • Birlik. Yalnızlık. Teklik. (Kesretin zıddıdır.)
  • Edb: İfade esnasında mevzuun haricine çıkılmaması, maksad ne ise yalnız ondan bahsedilmesi, sözün dallandırılıp budaklandırılmaması.
  • Tas: Allah'a yakınlık. Gönlünü, kalbini tamamen Allah ile meşgul etme hali.

vahid-i i'tibari / vâhid-i i'tibarî

  • Hakikatta olmayıp varlığı farazî olarak kabul edilen bir şey. Varlığına itibar edilen şey. (Ağırlık için kilo, uzunluk için metre bir vâhid-i itibarîdir.)

vahid-i kıyasi / vâhid-i kıyasî

  • Bir şeyin miktarını ve sair hususiyetlerini ölçmek için kendi cinsinden değişmez olarak tayin edilen parça veya miktar. Meselâ: Uzunluğun "vâhid-i kıyasîsi" metredir. Hava tazyiklerinin ve sıcaklıklarınınki de derecedir.

vaizin / vaizîn

  • (Vâizûn) Vâizler. Halka nasihat verenler.

vakahet

  • (Vakhe) İbadet, taat.
  • Bir adamın sözünü dinleyip itaat ve imtisal etmek, ona uymak.
  • Bir şeyi bırakıp feragat etmek.
  • Büyük papaz olmak.

valakadd / vâlâkadd

  • Boyu yüksek, uzun boylu. (Farsça)

valih / vâlih

  • Keder ve hüzünle aklı gitmiş, şaşırmış, hayrette kalmış.

vallahi / vallâhî

  • Allahü teâlâya yemin ederim mânâsına, bir sözün, niyyetin, bir işi yapmak veya yapmamak arzûsunun kuvvetli olduğunu gösteren, söylendiği şeye aykırı hareket edildiğinde, yemin keffâreti lâzım gelen sözlerden birisi.

vasıta-ı nakl-i hüzün ve elem ve gam

  • Üzüntü, acı ve sıkıntıya sebep olan.

vasiyle / vasîyle

  • Cahiliye döneminde bir koyun dişi doğurursa yavru sahibinin, erkek doğurursa ilâhlarının olurdu. Koyun dişi ve erkek yavru doğurduğu takdirde dişi yüzünden erkek yavru da kurban edilmezdi. Buna vasîyle denirdi.

vatvata

  • Geceleyin gözün görmemesi.

vav-ı haliye / vâv-ı hâliye

  • Cümlede öznenin, tümlecin veya her ikisinin durumunu bildiren sözün başında bulunan "vav" harfi.

vaveyla

  • Çığlık, yaygara, feryat.
  • Eyvah, yazık gibi üzüntü ifadeleri.

vaziyet-i arziye ve semaviye

  • Dünyaya ve gökyüzüne ait durum, hâl.

vaziyet-i elimane / vaziyet-i elîmâne

  • Acı ve üzüntülü bir vaziyet.

vaziyet-i semaviye / vaziyet-i semâviye

  • Gökyüzünün değişik hâl ve vaziyetlere girmesi.

vecazet

  • Sözün veciz oluşu. Kelâmın kısa oluşu.

veda-yı hazinane / vedâ-yı hazinâne

  • Hüzünlü vedâ.

vefa / vefâ / وفا

  • Ahdinde, sözünde durma.
  • Sevgi ve dostlukta sebat ve devam.
  • Ödeme.
  • Yetişme.
  • Dince ve akılca lâzım gelen şeyi yerine getirip uhdesinden çıkma.
  • Sözünde durma, kendini seveni unutmama, ilgiyi kesmeme.
  • Sözünde durmak.
  • Sözünde durma. (Arapça)
  • Dostluğu sürdürme. (Arapça)
  • Vefâ etmek: Sözünde durmak, vefa göstermek. (Arapça)

vefa-i ahid / vefâ-i ahid

  • Sözünü yerine getirme, sözünde durma konusu.

vefadar / vefâdâr

  • Vefalı, sözünde ve dostluğunda devamlı olan.
  • Vefâlı, sözünde ve dostluğunda devamlı olan.

vefakar / vefakâr

  • Vefalı, sözünde ve dostluğunda devamlı olan.

vefaperver

  • Sözünde duran. Vefâlı. (Farsça)

vekte

  • (Çoğulu: Vikat) Gözün karasına ak düşmek.
  • Nokta.
  • Eser.

velayet / velâyet

  • Veli olan kimsenin hali. Velilik, dervişlik.
  • Dostluk.
  • Sadakat.
  • Başkasına sözünü geçirmek. Bir şeye kudret cihetiyle bizzat mutasarrıf olmak.
  • Veli olan kimsenin hali, dervişlik, dostluk, sadakat, başkasına sözünü geçirmek.

veleh

  • Hayret, şaşkınlık.
  • Fazla hüzünden akıl gidip tembel olmak.

velhasıl / velhâsıl / والحاصل

  • Sözün kısası, özü, kısacası.
  • Sözün kısası.
  • Kısaca, sözün kısası. (Arapça)

velval

  • Üzüntü ile ağlama. Ağlayıp inleme.

verak

  • Bitkilerle yer yüzünün yeşil olması.

verel

  • (Çoğulu: Vürelân - Evrâl) Kelere benzer bir canavardır. Kuyruğu keler kuyruğundan uzun olur.

vesika

  • Bir hâlin, bir hadisenin veya bir sözün doğruluğunu gösteren, inandırıcı şey. Belge, sened.

veyl

  • Vay hâline, yazık, felâket, hüzün ve hüsran.
  • Cehennem'de bir çukur ismi veya Cehennem'in bir kapısına bu isim verilmiştir.
  • Vaid, tehdid makamında kullanılan azab kelimesidir.
  • Vay haline, yazık, hüzün ve hüsran. Cehennemde bir çukurun adı.

vicahen / vicâhen / وجاها

  • Yüzüne karşı. Yüz yüze gelerek.
  • Yüzleşerek, yüzüne karşı. (Arapça)

vilayet / vilâyet

  • İl.
  • Velilik, ermişlik.
  • Veli olan kimsenin hali.
  • Başkasına sözünü geçirme.

vird-i ekber

  • En büyük vird, dua; Yirmi Dokuzuncu Lem'a.

virdü'l-ekber

  • En büyük vird, dua; Yirmi Dokuzuncu Lem'a ve Âyetü'l-Kübrâ'nın Arapçası.

virdü'l-ekber-i nuriye

  • Nur'un büyük virdi, duası; Yirmi Dokuzuncu Lem'a.

vücud-u müteşabihat ve müşkilat / vücud-u müteşâbihat ve müşkilât

  • Sözün hangi mânâya geldiği kapalı ve zor anlaşılır ifadelerin varlığı.

vukuat-ı zemin

  • Yeryüzündeki olaylar.

yad-i hazin / yâd-i hazin

  • Hüzünlü hâtıra.

yavuz sultan selim

  • (Hi: 875-926) Osmanlı Padişahlarından dokuzuncusudur. Sultan Süleyman Han'ın babası, 2. Bayezid Han'ın oğludur.Azim ve sebat örneği olan ve memleket mes'elelerinde en küçük kusurları bile afvedemiyen Yavuz Selim, Çaldıran seferine çıkmıştı. Uzun müddet seferde olan askerleri bir gün padişahın çadırı

ye'cuc ve me'cuc / ye'cûc ve me'cûc

  • Kur'ân-ı kerîmde adı geçen ve kıyâmete yakın, yeryüzüne yayılacak olan zararlı ve bozguncu iki kötü kavim.

yed-i tula / yed-i tulâ / yed-i tûlâ

  • En uzun el.
  • Geniş nüfuz.
  • Tam, çok geniş ilim ve ihtisas.
  • Büyük kudret.
  • Uzun el.

yelda / yeldâ / یلدا

  • Uzun. (Farsça)
  • Uzun. (Farsça)

yemhur

  • Uzun boylu adam.
  • İt sineği.

yevm-i şek

  • Şüpheli gün. Havanın bulutlu olup, Ramazan ayı hilâlinin görülmemesi sebebiyle Şâbân ayının otuzuncu günü mü, yoksa Ramazân-ı şerîfin ilk günü mü olduğu bilinmeyen, Şâbân'ın yirmi dokuzundan sonra gelen gün.
  • Şaban ayının otuzuncu günü; ramazan olması zannedilip ancak görülmedikçe oruç tutulması münasip olmayan gün.

yevm-i şevk

  • Şaban-ı Şerifin otuzuncu günü. Ramazan olması zannedilip ancak hilâl görülmedikçe oruç tutulması münasib olmayan gün.

zahih

  • Ateş közünün parlaması.

zahir / zâhir

  • "Bütün varlıkların dış yüzünü yaratan ve dışına da hükmeden" mânâsında ilâhî isim.

zahir-perest / zâhir-perest

  • Bir şeyin iç yüzüne, hakikatına kıymet vermeyip görünüşüne kıymet veren. Dış yüzüne ehemmiyet veren. İç yüzüne aldırış etmeyip, hakikatını bilemeyen. (Farsça)

zahiriyyun / zâhiriyyun

  • Görünüşe göre hükmedenler. İç yüzünü, hakikatını iyi bilmeyenler. Ehl-i zâhir olanlar.
  • İlm-i Kelâm'da: Nassların zâhir mânalarına göre hüküm çıkaran ve te'vil ve tevcihten geri duranlar ve tarafdarları.

zahriye / ظهریه

  • Kağıdın arka yüzündeki yazı. (Arapça)

zakna'

  • Uzun.
  • Kaba, yoğun.
  • Eğri.

zanbur

  • (Bak: Zünbur)

zati imkan / zâtî imkân

  • Birşeyin özünde mümkün olması.

zayil

  • Uzun etekli gömlek.
  • Uzun kuyruklu at. (Müe: Zâyile)

zebandıraz / zebândıraz / زبان دراز

  • Dili uzun. (Farsça)

zebzeb

  • Uzun gemi.

zecec

  • Kaşın uzun ve ince olması.

zefirr

  • Uzun boylu yiğit.
  • Kuvvetli deve.

zelahlah

  • (Çoğulu: Zelahlahât) Büyük çanak.
  • Aceleci ve uzun boylu adam.
  • Derin olmayan ırmak.

zelazil

  • (Tekili: Zilzil) Uzun etekler.

zelul

  • Yumuşak huylu. Sert başlı olmayan. İtaatlı ve râm olan.
  • Hecin devesi.
  • İnsanların emrindeki yeryüzünün hâli.

zeman-ı medide

  • Pek uzun zaman.

zemzeme

  • Nağme, hoş ses. Uzun uzadıya gürleyerek seslenmek. Geniz ve boğaz ile ezgili ses çıkarmak. Yavaş yavaş geniz ve boğazdan ses çıkararak türkü veya şarkı söylemek.
  • Cemaat.

zenabir

  • (Tekili: Zünbur) Eşek arıları.

zerafe

  • (Çoğulu: Zürâfât) Deveye benzer, boynu uzun ve art ayakları kısa bir hayvan. Zürafa.

zeyyal

  • Kuyruklu.
  • Uzun etekli.

zıllullah

  • Cenab-ı Hakk'ın namına yeryüzünde tasarrufta bulunan insan, halife. İlâhî kanunu tatbike çalışan halife ve pâdişahın nâmı.

zıra'

  • Arşın, el kol uzunluğu, yaklaşık bir metrelik uzunluk ölçüsü.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın