REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te yÂl ifadesini içeren 1217 kelime bulundu...

a'zel

  • Yalnız veya silâhsız bulunan.

ab-yari / ab-yarî

  • (Asıl mânâsı sulama ise de, lisanımızda yalnız mecazi mânâsiyle bazı eski nesir yazarları tarafından kullanılmıştır). Yardım, itimat. (Farsça)

abdiyyet

  • Kulluk makamı. Evliyâlığın en yüksek makâmı, derecesi. İyilikleri Allahü teâlâdan bilip kendinden bilmemek.

abdullah ibn-i ömer

  • Bi'setten bir yıl önce doğdu. Hicri yetmişüç tarihinde Haccâc-ı Zalim'in emri ile şehid edildi (R.A.) Sahabe-i Kirâmın ileri gelenlerinden ve Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâmın çok bağlılarından ve dâima onun ahlâkını yaşamağa çalışanlardandı. Hz. Ömer Radıyallahü Anh'ın oğlu idi. Hilâfet ve Val

abt

  • Yalan, Şübhe uyandırıcı hareket.

adalet-i ictimaiyye / adâlet-i ictimâiyye

  • Sosyal adâlet; Herkesin; çalışması, bilgi ve kâbiliyeti, gördüğü iş nisbetinde ve derecesinde hakkını alması; hiç kimsenin ezilip sömürülmemesi.

adat-ı cariye / âdât-ı cariye

  • Kullanılan âdetler, yaşayan sosyal kurallar.

adem-i merkeziyet-i siyasiye

  • Siyasî olarak yerinden yönetim; bir ülke sınırları dahilinde bulunan eyâlet ve bölgelerin tek merkezden değil, yerel yönetimler tarafından idare edilmesi.

adgas / adgâs

  • (Tekili: Dags) Desteler, demetler.
  • Karışık rüyalar.
  • Karışık söylentiler.

adgasu ahlam / adgâsu ahlâm

  • Karışık rüyâlar. Tâbire değmeyen rüyâlar.

adihe

  • Bühtan, yalan.

adye

  • Koğuculuk, dedikoduculuk.
  • Yalan söylemek.
  • Sövmek.

afi / afî

  • Silen, silinmiş. Affeden, bağışlayan.
  • Affedilmiş, bağışlanmış.
  • Yalvaran.
  • Uzun saçlı.
  • Tencere altında artaya kalan.

afik

  • Yalancı, iftiracı.

ahadi / ahadî

  • Tek, yalnız. Birlere âid, birlere mensub.

ahfeş

  • Küçük gözlü, zayıf bakışlı.
  • Yalnız gece gören kimse.
  • Üç büyük Arab âliminin lâkabı.
  • Bulutlu günde görüp bulutsuz günde görmeyen.

ahilik

  • Asırlar önce Anadolu'da gelişen bir halk ocağı. Sosyal bir kuruluş olan ahilik iş alanında adam yetiştirmek, çalışma sevgisini aşılamak, istihsali çoğaltmak gibi gayeleri vardı. Günlük hayatta ise teavün, yoksulları koruma gibi insani duyguları; ayrıca müzik, silah kullanma, binicilik kabiliyetlerin

ahin

  • (Çoğulu: Uhun) Boyalı yün.

ahir / âhir

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Mahlûkâtın (varlıkların) yok olmasından sonra, bâkî olan (varlığı devâm eden) yalnız kendisi kalan, hiç yok olmayan.

ahiret alimi / âhiret âlimi

  • Dünyâlığa, mala, mevkiye kıymet vermeyen, ilim ile dünyâlık elde etmeye çalışmayan, âhireti dünyâya tercih eden, ilmiyle amel eden, işi sözüne uyan, ibâdet ve tâate teşvik eden, ilmi âhiretine faydalı olan tevâzu sâhibi âlim.

ahlam / ahlâm / احلام

  • Rüyâlar.
  • "Hulm"ün çoğulu, karışık rüyalar.
  • Karmakarışık rüyalar. (Arapça)
  • Düşazmalar. (Arapça)

ahnas

  • (Tekili: Hıns) Yeminden dönmeler. Yalan yeminler.

ahu

  • Saç ve sakalı ak olup şayan-ı hürmet ve tâzim olan. Ahubaba, yalnız bu tabirde kullanılır.

ahval-i içtimaiye / ahvâl-i içtimaiye

  • İçtimaî haller; sosyal davranışlar.

akliyyun

  • (Rasyonalistler) Herşeyin hakikatını akıl ile bulma iddiasında olan, hadiseleri yalnız akıl ile araştırıp hakikat ve hikmetlerini tam bulamayıp, aklına güvenip dine tâbi olmayan filozoflar ve onların yolunda kalarak dalâlete gidenler. Bunlar iki kola ayrılır. Uluhiyeti ve vahyi inkâr eden birinci kı

akrebe

  • Dişi akrep.
  • Çevik ve zeki cariye.
  • Ayakkabı bağcığı.
  • Kazan, tencere gibi eşyaları ateş üzerine asmağa yarayan "S" şeklindeki kanca.

aksa-yı emel / aksâ-yı emel

  • Mefkûre, ideal, gaye-i hayal.

aktab / aktâb

  • Kutublar, büyük evliyalar.

alem-i eşbah / âlem-i eşbâh

  • "Şebah"tan:
  • Cisimler âlemi, varlıklar âlemi.
  • Hayaller âlemi."Şibh ve şebih"den: Misaller âlemi.

alem-i harici / âlem-i hâricî / عَالَمِ خَارِجِي

  • Yalnızca Allah'ın ilminde kalmayıp hâriçte de yaratılmış âlem.

alem-i hayal / âlem-i hayal

  • Hayal âlemi, dünyası.

alkol / mey

  • Mayalanmış içkilerin damıtılmasıyla elde edilen sıvı madde. (Fransızca)

allame / allâme

  • İslâmiyetin yirmi ana ilmi ve bunların kolları olan seksen ilminde mütehassıs ve evliyâlık derecelerinde yükselmiş, ayrıca lâzım olduğu kadar zamanın fen ve edebiyat ilimlerinde de yetişmiş zât. Âlim kelimesinin mübâlağalı ismi fâilidir.

alman

  • Almanyalı, Cermen.

amil / âmil

  • Yapan. İşleyen.
  • Sebep.
  • Vergi tahsiline memur kimse.
  • Mütevelli.
  • Vâli.
  • Gr: İraba te'sir eden yüz şeyden altmışı. (Yalnız ismi mecrur yapanlar yirmi adettir).

amut / amût

  • Yalçın kayalarda ve yüksek yerlerde yapılmış olan kuş yuvası. (Farsça)

anka / ankâ

  • Hayâlî bir kuş.

antropoloji

  • yun. İnsan dediğimiz varlığı inceleyen ilim. İnsan biyolojik özellikleri açısından incelendiğinde biyolojik antropoloji, cemiyet halinde yaşıyan bir varlık olması açısından incelendiğinde sosyal antropoloji veya kültür antropolojisi, insanın mahiyeti, diğer varlıklardan farkı, hayatının mânası, düny

arcele

  • Sürü, hayvan topluluğu.
  • Yayalar cemaati.
  • At sürüsü.

arkub

  • Ökçe siniri.
  • Yalan ve kötü söz.

arz-ı münacat

  • Yalvarıp yakarma, kurtuluş isteme.

arziye

  • Dünyalıların kendisine ait.

arzlı

  • Dünyalı.

arzlılar

  • Dünyalılar.

arzu-şikesten

  • Arzunun olamaması, yerine gelmemesi. Hayâl kırıklığı, inkisar-ı hayâl. (Farsça)

asbag

  • (Tekili: Sıbg) Boyalar.

ashab-ı dünya

  • Yalnızca dünyaya çalışan, dünyalık kimseler.

aşiret / aşîret

  • Dil ve kültürü büyük ölçüde aynı türden olan, birçok boydan oluşan, yapısındaki aileler arasında sosyal, ekonomi, din, kan veya evlilik bağları bulunan göçebe veya yerleşik nitelikteki topluluk; oymak.

aşk-ı ihlas / aşk-ı ihlâs

  • Büyük bir samimiyet, çalışma, iş ve davranışlarda yalnızca Allah'ın rızasını gözetme gayret ve aşkı.

asus / asûs

  • Yalnız yürüyüp, otlayan deve.
  • Yanından insanlar uzaklaşmayınca kendini sağdırmayan deve.
  • Av arayan kimse.

avalim / avâlim / عوالم

  • Âlemler, dünyalar.
  • Âlemler, dünyalar.
  • Âlemler, dünyalar. (Arapça)

avalim-i gayb / avâlim-i gayb

  • Gayb âlemleri; görünmeyen dünyalar, âlemler.

avalim-i gaybiye / avâlim-i gaybiye

  • Gayb alemleri, görünmeyen dünyalar.

avalim-i maneviye-i islamiye / avâlim-i mâneviye-i islâmiye

  • İslâmiyetin mânevî âlemleri, mânevî dünyaları.

avalimü'l-ervah / avâlimü'l-ervâh

  • Ruhların âlemleri, ruhların dünyaları.

avaz ü niyaz / âvâz ü niyaz

  • Yüksek sesle dua, yalvarış.

avunmak

  • t. Oyalanmak, kendi kendini eğlendirmek.
  • İnek vs. nin gebe kalması.

ayal

  • (Bak: Iyal)

aylem

  • (Çoğulu: Ayâlim) Yumuşak nesne.
  • Suyu çok olan kuyu.

ayn harfi

  • Kur'ân-ı kerîmde Ömer-ül-Fârûk'un radıyallahü anh namaz kıldırırken, ayakta okumayı bitirip, rükû'a eğildiği yeri gösteren işâret. Ayn harfi hep âyet-i kerîmelerin sonunda bulunmaktadır.

ayyil

  • (Çoğulu: İyâl) Nafakası lâzım olan kişi.

azde

  • Boyalı, boyanmış. (Farsça)
  • Ucu sivri olan bir âletle delinmiş. (Farsça)

azerm-cu / azerm-cû

  • Hayâlı, utangaç. Terbiyeli, nâzik. (Farsça)

azihe

  • Yalan, iftira.

azviyat

  • (Tekili: Azv) Yalanlar, iftiralar.

bahane

  • Vesile. Sebeb. (Farsça)
  • Yalandan özür. (Farsça)
  • Kusur. Noksan. (Farsça)
  • Garaz. (Farsça)

bahir / bâhir

  • Yalancı. Ahmak, serseri adam.
  • Kırmızı kan.
  • Yalancı, ahmak.
  • Ekin sulayıcı, sulayan.
  • Belli, açık.
  • Işıklı, parlak, güzel.

basbasa

  • Dalkavukların nefret edilecek hâlleri, tabasbusları, yaltaklanması.
  • Köpeğin, kuyruğunu sallayarak sokulması.

batıl / bâtıl

  • Hakikatsız, hurafe. Hak ve doğru olmayan, yalan. Şartlarını yapmamakla kabul olmayan ibadet ve muâmele. Meselâ: Bir özür bulunmaksızın taharetsiz kılınan namaz gibi.
  • Hakikat dışı, hurafe; hak ve doğru olmayan, yalan. (hakk'ın zıddı).
  • Boş, yalan, çürük.

batın / bâtın

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). His (duyu) organları ile hissedilemiyen, hayâl gücü ile hayâl edilemiyen, akıl ile anlaşılamayan.
  • Kalb ve rûh, iç âlem, gönül.

bayezid-i bistami / bayezid-i bistamî

  • (Hi: 188-261) Ehl-i Sünnet ve Cemâatın büyük âlimlerinden ve büyük evliyadandır. İran'ın Bistam şehrinde doğmuştur. Künyesi, Ebu Yezid Tayfur bin İsa El-Bistamî'dir. Cafer-i Sâdık Radıyallahü Anhu'dan kırk sene sonra dünyaya gelmiş ve ondan üveysî olarak feyz almıştır. Mücerret bir hayat geçirmiştir

becel

  • Şaşma, tuhafına gitme.
  • Yalan, iftira.

beht

  • Yalan söylemek.
  • Ansızın bir şeyi almak.
  • Tenbellik galebe etmek.
  • Şaşkınlık. Hayranlık.

behtere

  • Yalan söyleme.

behut

  • (Çoğulu: Bühüt) İşitenleri şaşkına uğratan iftira, yalan.

bel'am

  • Terbiyesiz, açgözlü, obur.
  • Hz. Musa (A.S.) hakkında, yalan ve fena söyleyerek Beni-İsrail'i kandıran Bel'am bin Baura adında birinin adı.

belka'

  • Tenha çöl. Harap ve boş yer.
  • Yazı.
  • Yalan yere yemin etmek.
  • Su, süt gibi boğaz ıslatan şeyler.
  • Bir hurma cinsi.

belus / belûs

  • Tevazu, mahviyet. Hileci. Hile, yalan, dolan. (Farsça)

benat-üs sadr / benât-üs sadr

  • Endişe.
  • Hayal.
  • Kederler.

berahin-i latife-i akliye / berâhin-i lâtife-i akliye

  • Akla dayalı ince, güzel deliller.

besatet / besâtet

  • Basitlik, sadelik, yalınlık.

besit

  • (Çoğulu: Besâit) Döşenmiş nesne, yer yüzü.
  • Yalnız tek.
  • Geniş yer.

beşk

  • Yalan söylemek.
  • İşleri yaramaz olmak.
  • Deve, sür'atle gitmek.
  • Elbise dikmek.

beşşak

  • Yalancı, kezzab.

betin

  • Yalnız midesini düşünen kimse.

bevk

  • Fenalık, düşmanlık, keder ve belâ meydana getirme.
  • Musibet, felâket.
  • İzinsiz ve habersiz olarak bir yere aniden çıkagelme.
  • Çalıp çırpma.
  • Yalan söz.
  • Boşboğaz (adam).
  • Şiddetli yağmur.

bevval-i çeh-i zemzem / bevvâl-i çeh-i zemzem

  • Zemzem kuyusuna işeyen.
  • Mc: Yalnız şöhret kazanmak ve adı anılmak için uygunsuz iş yapan.

beylerbeyi

  • Tar: Sancak beylerinin başı. Osmanlı eyalet umumi valisi.

beynelevliya

  • Evliyalar arasında.

bi-direng / bî-direng

  • Durmıyan, oyalanmayan, eğlenmeyen, çabuk. (Farsça)

bihar

  • (Tekili: Bahr) Denizler. Deryalar.
  • Mc: İlmi çok olan âlimler.

bilhayal

  • Hayal ederek.

bıtn

  • Zengin.
  • Bodur.
  • Obur.
  • Şaşkın.
  • Yalnız kendi nefsini düşünen.

bizatihi / bizâtihi

  • Kendi kendine, aslında, kendiliğinden, esasında, kendisi, yalnızca zâtından, aslından.

bolşevik / بُولْشَوِيكْ

  • Çoğunluktan yana anlamına gelen Rusça kelime, 1903 yılında düzenlenen Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin İkinci Kongresi'nde Vladimir Lenin ve Julius Martov arasında yeni kurulmakta olan partinin üyelik tanımı üzerine başlayan görüş ayrılığı sonucu yaşanan ayrışmadaki taraflardan Lenin yanlısı grup.

bolşeviklik

  • Bolşevik, çoğunluktan yana anlamına gelen Rusça kelime, 1903 yılında düzenlenen Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin İkinci Kongresi'nde Vladimir Lenin ve Julius Martov arasında yeni kurulmakta olan partinin üyelik tanımı üzerine başlayan görüş ayrılığı sonucu yaşanan ayrışmadaki taraflardan Lenin yanlısı grup. Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça çoğunluk anlamına gelen Bolşevik olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılacaktır.

    Kongreden sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği'ni kuracaklardır.


Bolşevizm

  • Rusça'da çoğunluk anlamına gelir.

    Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi (RSDIP) içindeki ayrılıkta Lenin ile aynı görüşü savunanlar kongre çoğunluğu sağlamışlar ve bu tarihten sonra Leninist görüşleri savunmanın diğer adı Bolşevizim olmuştur. Bu kelimenin Rusça'daki zıddı; Menşevik.

    Bu kongrede azınlıkta kalan grup ise Menşevikler olarak adlandırılmıştır. Marksist literatürde menşevik bir hakaret olarak kullanılır.

buhar

  • Suyun buğu haline gelmiş şekli.
  • Seyyal, lâtif cisim.

büht

  • İftira, isnad edilen yalan.
  • Bir seyyarenin bir günlük hareketi.

bühtan

  • İftira. Birisine yalandan bir şey isnad etme. Birisini suçlu gösterme.
  • Dalgınlık.
  • Medhûş ve mütehayyir olma.
  • Yalan, iftira, birine işlemediği suçu yükleme.

bühüt

  • (Tekili: Behût) İşitenleri hayrete düşürecek kadar olan iftira ve yalanlar.

bülkut

  • (Çoğulu: Belâki) Bir hurma cinsi.
  • Ot ve su olmayan harap ve boş yer.
  • Yalan yere yemin etmek.

büraka

  • Bütün gün yüzünü süsleyen kadın.
  • Yemek sırasında bir kimseye kızıp, yemeği kimseye vermeyip yalnız yiyen kadın.

burc

  • Güneşle dünya arasındaki hayâlî dilimlerin her biri.

bürehne

  • Açık, yalın çıplak. (Farsça)

burhan-ı akli / burhan-ı aklî

  • Akla dayalı delil.

burhani / burhânî

  • Delillere dayalı ispat yöntemini kullanan.

burjuvazi

  • Burjuvaların meydana getirdiği içtimaî (sosyal) sınıf. Avrupa'da burjuvazi, ticaret ve sanayi ile zenginleşti. Soylular sınıfı ile mücadele ederek Fransız İhtilali ile iktidara geldi. İhtilalde işçilerin, köylülerin, fakir halk tabakalarının desteğini sağladı. Onlara eşitlik, hürriyet, adalet vaad e (Fransızca)

butlan / butlân / بطلان

  • Boşluk, anlamsızlık. (Arapça)
  • Yalan. (Arapça)

cablus

  • Dalkavukluk, yaltaklanma. (Farsça)
  • Dalkavukluk eden, yaltaklanan. (Farsça)

cablusi / cablusî

  • Dalkavukluk, yaltaklanıcılık. (Farsça)

çağlar

  • Kayalara veya setlere çarparak, yerden köpürerek düşen su. Şelâle, çağlayan.

çalbus

  • Dalkavuk, yaltakçı. (Farsça)

çaplus

  • Dalkavuk, yaltakçı. (Farsça)

ce'r

  • Tazarru etmek, yalvarmak.
  • Çağırmak.

cedel

  • Konuşmada kavga etme. Niza. Hakkı bulmak için olmayıp, galib görünmek için çekişme. (Diyalektik)
  • Man: Meşhur veya müsellem mukaddemelerden terekküb eden kıyastır.

cedeli / cedelî / جدلى

  • Tartışmaya dayalı, münakaşa üstüne oturmuş. (Arapça)

celcelitiye / celcelîtiye

  • Hazreti Ali radıyallahu anhın önemli bir eseri.

cem-ül cem

  • Gr: Bir defa cemi'olan kelimenin tekrar bir defa daha cemi olması. (Evliya; Evliyalar gibi.)
  • Tas: Vahdet-i vücuda dalmak. Bekabillah, Cenab-ı Hak'ta fâni olmak.

cemal-i mücerred / cemâl-i mücerred

  • Cismânî olmayan, yalın, soyut güzellik.

cemiyet-i mütehayyile

  • Hayalî cemiyet.

çerbzeban / çerbzebân / چرب زبان

  • Yaltakçı. (Farsça)
  • Ağzı laf yapan. (Farsça)

cerh

  • Yara.
  • Baş ve yüzden başka uzuvlardan birisini yaralamak.
  • Bir kimseye söğmek. Taan etmek. Sözle gönül incitmek.
  • Birisinin fikrini çürütüp kabul etmemek.
  • Şahid, yalancı ve fâsık olduğundan dolayı mahkemede hâkimin şâhidin şehâdetini reddetmesi.
  • Kesb u kâ

cerhetmek

  • Yaralamak. Herhangi bir meseleyi hak ve hakikatle çürütmek. Yanlış veya yalanını bulup hurafe ve bâtıl olduğunu isbât edip herhangi bir kimsenin veya cereyanın fikrini kabul etmemek.

ceride

  • Yalnız, tenhâ. (Farsça)

cevher

  • Bir şeyin özü, esası.
  • Kıymetli taş.
  • Çelik üzerindeki nakış.
  • Edb: Noktalı harf.
  • Yalnız noktalı harflerin ebcedîsi hesab edilerek yazılan manzum tarih.
  • Harflerin noktası.
  • Fls: Varlığı kendinden olan, var olmak için kendi dışında başka birşeye muh

cevher-i cihanbaha / cevher-i cihanbahâ

  • Dünyalar kadar kıymetli cevher.

ceyl

  • (Çoğulu: Ecyâl) İnsan topluluğu, zümre, kavim.
  • Nesil, batın, kuşak.
  • Yengeç.

cihanbaha / cihanbahâ

  • Dünyalar kıymetinde.

cihandeğer

  • Dünyalara değer.

çilehane / çilehâne

  • Çile yeri; yalnız başına kalınan ve çile içinde ibadet edilen yer; hapishane.

çilehane-i uzlet / çilehâne-i uzlet

  • Yalnız başına ve çile içinde ibadet edilen yer.
  • Çile çekilen yer. Yalnız başına ve çile içinde ibadet yapılan yer.

cinas-ı muharref

  • Edb: Yalnız harflerde beraberlik, harekelerde ayrılık bulunan cinâs. (merd, mürd gibi.)

cürf

  • Dere kenarında selin dibini yalayıp oymuş olduğu bıçık üzerinde kalan toprak veya çamur çıkıntısıdır ki, her an için yıkılıp çökmeğe hazır bir vaziyette bulunur.
  • Estiyan adı verilen bir ot.

dahilek

  • Yalvarırım, sana sığınırım, sana güvenirim (meâlinde.)

dalkavuk

  • Eline maddî menfaatler, para vesaire geçirmek için yaltakçılık ve soytarılık edip kendi vakar ve haysiyetini muhafaza etmeyen adam. (Türkçe)

dall-i bi-l ibare / dâll-i bi-l ibare

  • (Dâllibilibâre) Fık: Bir ifade veya sözden muayyen bir mânanın ve hükmün anlaşılması. Meselâ: "Zekât, müslümanların fakirlerine verilir, hiçbir zengine verilmez" ibaresi zekâtın yalnız müslüman fakirlere verileceğine delâlet-i mutabıkıyye ile delâletidir. Zengin olan belli şahıslara da verilemeyeceğ

davet makamı / dâvet makâmı

  • Vilâyet (evliyâlık) makâmının üstünde, peygamberlere mahsus bir makâm.

deccal / deccâl / دَجَّالْ

  • Kıyamet kopmadan önce gelen, İslâmı kaldırmaya çalışan, dinlere savaş açan yalancı ve aldatıcı kimse.
  • Kıyâmete yakın çıkacak, yalancı, dini tahrîb edecek şahıs.

deccaliyet / deccâliyet

  • Yalancılık, sahtekârlık, aldatıcılık.

decl

  • Örtmek.
  • Devenin katranlanması.
  • Karıştırmak, yalan söylemek. Hakkı bâtıl; bâtılı hak diye göstermek. Anarşi çıkarmak.
  • Bâtılı hak gösteren.
  • Mübâlâgalı fâili; Deccaldır.

dehri / dehrî / دهری

  • Dünyanın sonsuzluğuna inanıp ahireti inkâr eden kimse Materyalist.
  • Materyalist. (Arapça)

dehriyye / دهریه

  • Materyalistlik. (Arapça)

delail-i mantıkıye ve müsbete / delâil-i mantıkıye ve müsbete

  • Mantığa ve ispata dayalı deliller.

delil-i inayet

  • Allah'ın inâyetinin tecellisinden gelen ve kâinatta görülen hikmet ve maslahatlara uygun en mükemmel nizam ve tam esaslı san'at; ve kâinattaki eşyaların menfaat ve faydalarını bildiren âyetler, bu inâyet delilini gösteriyorlar.

ders-i içtimai ve islami / ders-i içtimaî ve islâmî

  • Sosyal hayat ve İslâm dini hakkında verilen ders.

desatir-i içtimaiye / desâtir-i içtimaiye

  • Sosyal prensipler.

desen

  • Eşyanın, rengini göstermeden, yalnız şeklinin bir satıh üzerine çizilmişi. (Fransızca)
  • Bir kumaşı süsleyen şekiller. (Fransızca)

dı've

  • Nesep dâvâsı etmek.
  • Yalan dâvâ etmek.

dıkrar

  • (Çoğulu: Dekârir) Koğucu, dedikoducu.
  • Belâ. Zahmet.
  • Yalan söz.
  • Fuhşiyât.

dıl'-i kazib / dıl'-i kâzib

  • Tıb: Göğüs kemiğine dayalı beş adet küçük kaburga kemiği.

disar

  • (Çoğulu: Düsür) Üste giyilen kaftan, elbise.
  • Yatak çarşafı.
  • Arapçada elbise demek olduğu hâlde Osmanlıcada yalnız Farsça kaidesi ile yapılan sıfat terkiblerinde ziyadelik, çokluk, bolluk mânasında kullanılmıştır.

dua / duâ

  • Allah'a (C.C.) karşı rağbet, niyaz, yalvarış, tazarru.
  • Salât, namaz.
  • Cenab-ı Hak'tan hayır ve rahmet dilemek. Allah'ın rızâsını, hidayet ve istikamete muvaffakiyyeti dilemek, yalvarmak.
  • Peygamber'e (A.S.M.) salavat getirmek.
  • Birisini çağırmak.
  • Birisini
  • Allah'a yalvarma.
  • İsteme, yalvarma. Bir kimsenin kendisi veya başkası hakkında bir dileğine bir arzusuna kavuşması için Allahü teâlâya yalvarması.
  • Allaha yalvarma, yakarış, isteme, dileme.

dua-yı ihlasiye / dua-yı ihlâsiye

  • Büyük bir samimiyet, iş ve ibadette yalnız Allah rızasını gözeterek yapılan dua.

duat

  • (Tekili: Dâî) Duâ edenler. Allah'a yalvaranlar.
  • Dâvet edenler.

dühur / dühûr / دهور

  • Devirler, zamanlar. Dünyalar.
  • Devirler. (Arapça)
  • Dünyalar. (Arapça)

dünyadar / dünyadâr / dünyâdâr

  • Dünyalı.
  • Dünyalı.

dünyevi / dünyevî

  • Dünya ile ilgili, dünyalı.

dürug

  • Yalan, Doğru olmayan söz. (Farsça)

düruğ / dürûğ / دروغ

  • Yalan. (Farsça)

dürug-zen

  • Yalancı. (Farsça)

düruğzen / dürûğzen / دروغ زن

  • Yalancı. (Farsça)

düstur-u hayat-ı içtimai / düstur-u hayat-ı içtimaî

  • Sosyal hayatın prensibi.

düstur-u ilmi / düstur-u ilmî

  • İlme dayalı kural.

ebhar / ebhâr

  • (Tekili: Bahr) Bahirler, deryalar, denizler.

ebu-t-turab

  • Hz. Alinin (R.A.) bir lâkabı. (Bu isim Hz. Ali Radiyallahu anh, toprak üzerine oturduğu veya yattığından dolayı tevâzuuna işareten Peygamber Efendimiz (A.S.M.) tarafından verilmiştir.)

ebvab-ı müzehheb / ebvâb-ı müzehheb

  • Yaldızlı kapılar.

edgas u ahlam / edgâs u ahlâm

  • Karışık rüyalar.

ef'al-i ihtiyariye ve içtimaiye / ef'âl-i ihtiyariye ve içtimaiye

  • Kişisel ve sosyal işler.

efahis

  • (Tekili: Ufhus) Taşların aralarında veya kayalıkta bulunan kuş yuvaları.

efaik

  • (Tekili: Efike) Yalanlar, dolanlar, düzme sözler. İftiralar.

efayik

  • (Tekili: Efike) Uydurma, düzme, asılsız, yalan sözler. İftiralar.

effak

  • (İfk. den) Çok iftira eden, çok yalan isnad eden kişi.

efike

  • (Çoğulu: Efâik) Yalan, dolan, iftira.

efk

  • (Ufuk) Yalan söyleme.
  • Kaçmak. Bir işten sapmak.

eflak / eflâk

  • (Tekili: Felek) Felekler, gökler. Dünyalar, âlemler. Asumanlar.

efruhte

  • Şu'lelenmiş, parlamış, ziyalanmış, nurlanmış, ışıklanmış, aydınlanmış. (Farsça)
  • Yanmış, tutuşmuş. (Farsça)

efruz

  • (Efruhten: Tutuşturmak, ziyalandırmak mastarının emir kökü) Şule. Aydınlatıcı. Parıltı. (Farsça)

efsane

  • Masal. Uydurulmuş yalan hikâye.

efvek

  • Yalancı, yalan söyleyen.

ehadis-i meşhure / ehâdis-i meşhure

  • Meşhur hadis-i şerifler, ilk asırda âhâdî hadis iken (yani bir Sahabî tarafından rivayet edilmişken), ikinci asırda meşhur olan ve yalanda birleşmeleri mümkün olmayan topluluk tarafından rivâyet edilen hadisler.

ehass-ül havas / ehass-ül havâs

  • En hâlisin hâlisi. Şuhudi imân sahibleri olan evliyalar. Cenab-ı Hakk'a yakınlık kazananların en hâlisi olan enbiyâ ve evliya. Efdallerin efdali, sâlihlerin sâlihi.

ehl

  • (Ehil) Yabancı olmayan, alışık olduğumuz.
  • Dost, sahip, mensup. Evlâd, iyal. Kavm, müteallikat. Usta, muktedir ve becerikli anlamıyla ehil ve ehliyet İslâmiyette önemli bir husustur. Dinimiz, bize işleri ehline vermemizi emreder. Cemiyette işler, mevkiler, makamlar, görevler, ehline v

ehl-i arz

  • Yer ehli, dünyalılar.

ehl-i hayal

  • Hayalciler, hayalperestler.

ehl-i ihtisas

  • İhtisas sahibi olan kimseler. Bu kişiler yalnız kendi meslekleriyle uğraşırlar, çeşitli meslek ve meselelerle fikirlerini dağıtmazlar.

ehl-i medeniyet

  • Dünyaya yalnız dünya için ve maddî zevk ve menfaatleri için bakanlar.

ehl-i şuhud

  • Kâinatta tevhid delillerini aynen seyreden, İlâhi ve gizli sırlarını Hakkın izni ile gören şuhud ehli. Veli. (Farsça)
  • Görecek derecede kat'i kanaat sâhibi olan enbiyâ ve evliyalar. (Farsça)

ehl-i uzlet / اَهْلِ عُزْلَتْ

  • Yalnız yaşayanlar.
  • Yalnızlığa çekilenler.

ehl-i zikir ve münacat / ehl-i zikir ve münâcât

  • Sürekli olarak Allah'ı zikredip ananlar ve Allah'a yalvarıp zikredenler.

ekahi

  • (Tekili: Ukhuvan) Papatyalar, papatya çiçekleri.

ekavil-i kazibe / ekavil-i kâzibe

  • Uydurma ve yalan sözler.

ekazib

  • Yalanlar, kizbler, yalan ve uydurma sözler, asılsız kelâmlar.

ekran

  • Üzerine bir cismin hayalinin aksettirildiği saydam olmayan düz satıh.

ekvan / ekvân / اكوان

  • Dünyalar. (Arapça)
  • Varlıklar. (Arapça)

ekvator

  • Dünyayı ikiye ayıran hayâlî çizgi.

ekzeb / اكذب

  • Büyük iftira, büyük yalan, uydurma.
  • Kuyruklu yalan. (Arapça)

ekzef

  • (Kazf. den) Çok iftira eden. Başkası hakkında çok aleyhde yalan söyleyen.

elhamdü lillahi teala / elhamdü lillâhi teâlâ

  • Hamd ve şükür yalnızca yüce olan Allah'a mahsustur.

elmaz

  • Yalnız üst dudağı beyaz olup, burnu bile ak olmayan at.

elvah-ı misali / elvâh-ı misâli

  • Misâlî levhalar, mânevî kopyalama tabloları.

emel-i vehmi / emel-i vehmî

  • Temelsiz ümit, kuruntuya dayalı beklenti.

emhar

  • (Tekili: Mehr) Mehrler, nikâh bedelleri. Zevceynin ayrılmaları halinde kadına verilecek olan ve nikâhta kararlaştırılan para ve sair eşyalar.
  • (Mühür) Taylar, at yavruları.

emraz-ı içtimaiye / emrâz-ı içtimaiye

  • Sosyal hastalıklar.

Emzik / Bibs / Kidful

  • About Page template By Adobe Dreamweaver CC
    sample

    Bibs Kauçuk Emzik


    Söz konusu emzik olunca, BIBS Colour gerçek bir klasik. Yaklaşık 40 yıldır Danimarka'da tasarlanıp üretilen BIBS Colour emzikler, %100 doğal kauçuk ucuyla, hava akışı sağlayan delikleri ve cilt tahrişini önlemek için geliştirilen hafif eğimli yapısı ile gerçek bir efsane! BIBS Colour, yuvarlak ve yumuşak kauçuk uç kısmı ile anne memesine en yakın forma sahip olduğundan, çocuklar tarafından kolay kabul ediliyor. Anne memesini taklit ederek, emiş sırasında hava akışı sağlıyor. Ultra hafif ve sağlam yapısı ile bebeğinizi yormuyor. BPA, PVC ve phthalates gibi zararlı maddeler içermiyor ve dünyaca geçerli EN 1400 standardına göre üretiliyor. Hiçbir emzik markasında göremeyeceğiniz kadar fazla renk çeşitine sahip olan BIBS Colour, klasikleşen zamansız tasarımı ve elegant duruşu ile tasarım ve işlevselliği birleştiriyor. BIBS Colour, bir emzikten beklenen tüm detaylara sahip olmasının yanısıra; bir emzikten beklenmeyen güzellikte tasarımı ile, tüm dünyada hem anneleri hem çocukları kendine hayran bırakıyor…

    https://www.kidnkind.com/bibs

sample

Kidful Bitkisel Boyalı Emzik Askısı


KIDFUL Emzik Askıları, çocuk ürünlerinde kullanıma uygun olan, en kaliteli %100 gerçek deriler kullanılarak EN 12586 standartlarına göre üretilir. KIDFUL'un organik serisinde kullanılan boyalar tamamen bitkiseldir ve kimyasal madde içermez. KIDFUL'un özel olarak üretilen metal klipsi kurşun ve krom içermez. Metal klipsin kıyafetlere zarar vermemesi için, klips içerisinde plastik aparatı bulunur. KIDFUL emzik askısını, güçlü lastik ve güçlü bağlantı yapısı ile, uzun seneler yıpranma sorunu yaşamadan kullanabilirsiniz...
https://www.kidnkind.com/kidful


Kidnkind Emzik Anne Bebek ve Tekstil Ürünleri Ticaret Limited Şirketi


Web sitesi :www.kidnkind.com

Telefon : 0(216) 606 21 06

(www.kidnkind.com)

endayiş

  • Yaldızlama, sıvama. (Farsça)

endayişger

  • Yaldızcı, sıvacı. (Farsça)

enfüs

  • Nefisler, ruhlar; kişinin kendi iç âlemleri, kalp ve ruh dünyaları.

enisan

  • Boş ve mânasız yalan söz. (Farsça)

enişe

  • Hafiye, gizli polis. (Farsça)
  • Casus. Gizli haberler öğrenerek veya sırları çözerek düşmanlara haber veren kimse. (Farsça)
  • Dalkavuk, yaltakçı. (Farsça)

enva-ı murassaat / envâ-ı murassaat

  • Türlü türlü yaldızlar, süsleme ve işlemeler.

eracif

  • Uydurma, yalan sözler.

eracif ve ekazib / eracif ve ekâzib

  • Yalan ve uydurma sözler.

eradin / eradîn

  • (Tekili: Arz) Yerler. Arzlar, dünyalar.

ercaf

  • (Çoğulu: Eracif) Yalan haber.

errac

  • Fesatçı, müzevir, yalancı adam, sahtekâr.

esasat

  • Temel malzemeler, mobilya, dekorasyon, döşeme gibi ev eşyaları.

eşbah

  • (Tekili: Şebâh) Şahıslar, cisimler, vücudlar.
  • Büyük kapılar.
  • Uzaktan görünen karaltılar, hayâller.
  • Renk, levn.

eşdak

  • Doğru konuşan. Yalan söylemeyen. Sâdık.
  • Büyük ağızlı.

eser-i tasannu ve tekellüf

  • Yapmacık ve gösterişe dayalı eser veya sonuç.

esim

  • (İsm. den) Günahkâr, günah işlemiş, kabahatlı, cürümlü, suçlu, yalancı kişi.

esir

  • Bütün kâinatta bulunan ve her tarafı kaplamış olan lâtif madde. Elektrik, ışık ve hararetin yayılmasına vasıtalık eden madde. Görülmeyen ve varlığı bütün ehl-i ilimce kabul edilen lâtif, rakik, elâstikiyeti hâiz seyyal madde.

esma-i mübheme

  • Tek başına bir mâna ifade etmeyen isimler. Arabcada: (Ellezine) gibi kelimeler esma-i mübhemeden olduğundan onu tayin ve temyiz eden yalnız sılasıdır. Demek bütün kıymet sılasına aittir.

esma-i müpheme / esmâ-i müpheme

  • Gr. ism-i mevsuller; mânâsı kapalı isimler; yalnız başına müstakil bir mânâ taşımayan ancak kendinden sonra gelen cümle ile (sıla cümlesi) birlikte bir mânâ içeren isimler.

eşşükrü lillahi teala / eşşükrü lillâhi teâlâ

  • Şükür, teşekkür ve minnet yalnızca yüce olan Allah'a aittir.

esum

  • Çok yalancı, iftiracı, kabahatli ve günahkâr olan adam.

evham / evhâm

  • Vehimler ve hayaller. Kuruntular ve gerçek dışı şeyler.

evliya sultanı / evliya sultânı

  • Evliyaların sultanı, reisi.

evliya-i arifin / evliya-i ârifîn

  • Allah'ı hakkıyla bilen evliyâlar.

evliya-yı meşhure

  • Meşhur evliyalar, Allah dostları.

evsam

  • (Tekili: Vasm) Arlar, hayâlar, utanmalar.

evşen

  • Yaltakçı, dalkavuk.

evvah

  • Kusurunu bilerek, ah, vâh ederek yalvarmak.
  • Çok âh edip duâ eden.
  • Merhametli. Sağlam imanlı. Yakin ilim sahibi. Dinde çok âlim olan. Hz. İbrahim Aleyhisselâmın bir vasfı.

eyalat / eyâlât / ایالات

  • (Tekili: Eyâlet) Valilerin idareleri altında olan memleketler, vilâyetler.
  • Eyaletler. (Arapça)
  • Memleketler, topraklar. (Arapça)

eyalet

  • (Çoğulu: Eyâlât) Vilâyet. Bir vâlinin idaresinde olan memleket, şehir.

fakat / فقط

  • ("Fa" ile "kat" dan müteşekkil) Hemen, yalnız, ancak, yeter, bes, gerçi, her ne kadar, lâkin, ammâ.
  • Ancak, yalnız. (Arapça)

fakir

  • Aslî (temel) ihtiyâçlarından başka nisâb miktârı (dînen zengin sayılacak kadar) malı olmayan.
  • Tasavvufta fakir: Derviş. Her zaman her işte yalnız Allahü teâlâya muhtaç olduğunu bilen, bütün ihtiyaçlarını hep Allahü teâlâya arz eden.

fantaziye / fantâziye

  • yun. Yalandan gösteriş, boş debdebe. Zâhirî süs ve zinet. Lüzumlu ihtiyaçtan olmayan ve zevk için kullanılan pahalı eşya.
  • Aşırı süs ve lüks, yalandan gösteriş.
  • Yalandan gösteriş, boş debdebe.

fantezi

  • Hayâl ürünü, aşırı süs.
  • yun. Çeşitli ve süslü. Müsrifane süs isteğinden doğan hayal hareketi ile yapılmış süslü eşya veya süslenmek. Ağırbaşlı olmayan.

faraza / فرضا

  • (Esası: Farzâ) Meselâ, öyle sayalım ki, farzedelim ki, ola ki, tutalım ki.
  • Öyle sayalım ki.

farazi / farazî

  • Hayalî, varsayılan.

farisan

  • (Tekili: Fâris) Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş devrelerinde eyâletlerde hudutlardaki muhafız askerler.

farz-ı ayn

  • Herkesin yapmaya mecbur olduğu farz. Namaz kılmak, yalan söylememek, imân etmek, oruç tutmak gibi.

farz-ı muhal olarak

  • Olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünerek… varsayalım ki….

faşist

  • Irka dayalı baskı rejimine taraftar olan kimse.

fatımat-üz zehra

  • Hz. Resul-i Ekremin (A.S.M.), Hz. Hatice'den doğma kızı. Hicretten 18 yıl önce doğmuş, Hz. Ali ile evlenmiş ve Hz. Hasan ve Hüseyin'in vâlideleri olmuştur. Peygamberimizden (A.S.M.) 6 ay sonra dâr-ı bekaya göçmüştür. (Radıyallahü anha)

fatir / fatîr

  • Tâze şey.
  • Mayalanmış hamur.

fecr

  • Tan yerinin ağarması. Şafak. Sabah vakti, güneş doğmadan evvel şarkta hâsıl olan kızıllık.
  • Bir şeyi genişçe ikiye ayırmak.
  • Günah işlemek. Fücur ve fısk işlemek. Yalan söylemek.
  • Tekzib eylemek.
  • İsyan ve muhalefet eylemek.
  • Haktan sapmak. Meyletmek.
  • <

fecr-i kazip / fecr-i kâzip

  • Yalancı fecir, tan yeri ağarmadan önce kısa bir müddet beliren geçici aydınlık.

fecrikazib / fecrikâzib

  • Yalancı fecir.

fehs

  • Diliyle elini yalamak.

felsefe

  • Madde, hayat, yaratılış, kâinât, ruh, ölüm, ölüm sonrası gibi konularda insan gücünün akla dayanarak ortaya koyduğu düşünce ve görüşlerin tamâmı. Beğendiği düşüncelerini hakîkat olarak anlatmak, yaldızlı, heyecan verici laflarla inandırmaya çalışmak. Tecrübeye, hesâba dayanmayan şahsî düşünceler.

fena fillah / fenâ fillah

  • Kalbin yalnız Allahü teâlâyı sevmesi, O'nun beğendiği şeylerde fâni olmak yâni O'nun sevdiklerini sevmek O'nun sevdiklerini kendi için sevgili bilmek.

fena hayal

  • Kötü hayal.

fena-i etemm / fenâ-i etemm

  • Tam fenâ. Evliyâlık makamlarının sonu, velînin ben diyecek yer bulamamasıdır.

fend

  • Mekir, hile, desise, yalan, dolan. (Farsça)

fened

  • Yalan söz.
  • İhtiyarlıktan dolayı aklın zayıflaması.

fenler

  • Tecrübeye dayalı bilimler.

fennin iliştiği

  • Bazı materyalist bilginlerin maddî ilimleri kullanarak Kur'ân'daki bazı âyetlerin gerçek dışı olduğunu ileri sürmeleri.

ferdaniyet

  • Yalnızlık, teklik. Ferdlik. Yektâlık.

ferid

  • Benzeri pek nâdir bulunan. Benzeri bulunmayan, yektâ.
  • Doğrudan doğruya Kur'andan ders alıp ders veren ve kuvve-i kudsiye sahibi olan Evliyaullah. Yalnız ve münferid.
  • Zamanında eşine rastlanmıyan. Akran ve emsali yok.
  • Dizilmiş inci.
  • Bir tane, nefis ve müntehab

feryadüfizar / feryâdüfîzar

  • Yüksek sesle yardım isteme ve yalvarma.

fetişizm

  • Bazı eşyaları putlaştırıp aşırı düşkünlük gösterme.

feylak

  • Büyük adam.
  • Çok asker. Kolordu.
  • (Çoğulu: Feyâlik) İpek böceği ve kozası.

feylesof

  • Beğendiği düşüncelerini hakîkat olarak anlatıp, yaldızlı, heyecanlı sözlerle inandırmaya çalışan kimse. Felsefeci.

fezz

  • Yalnız şey. Bir kimsenin yalnız kendi başına olması.
  • Udûl.
  • Geri dönmek.
  • Buzağı.
  • Hafif.

fikr-i marifet / fikr-i mârifet

  • İlim fikri, bilgiye dayalı düşünce.

fil

  • (Çoğulu: Efyal-Füyul) Daha ziyade Hindistan ve Asya gibi yerlerde bulunan iri vücudlu, hortumlu bir hayvan.

firuz abadi / firuz abadî

  • (Mecdüddin Muhammed) (Hi: 729 - 817) İran'ın Şiraz Eyâletinde Firuzâbad isimli beldenin Kâzrun kasabasında doğmuştur. Büyük âlimlerdendir. Yedi yaşında Kur'anı hıfzetmişlerdi. Çok seyahat etmiştir. Bursa'ya geldiğinde Yıldırım Bayezid Han tarafından kendisine fevkalâde ikrâm olundu. En meşhur eseri

firye

  • Yalan, kizb.

fürade

  • Yalnızlık.

füsuk

  • (Fısk. dan) Yalancılık. Doğruluk ve itatten ayrılmak. Sıdk u taatten huruc.

galat-gu / galat-gû

  • Yalan yanlış söyleyen. (Farsça)

galat-nüvis

  • Yalan yanlış yazan, yanlış tesbit eden. (Farsça)

galc

  • Azgınlık.
  • Su içtikten sonra dil ile yalanmak.
  • Atın yelmeyip bir tarzda yürümesi.

gamus yemini / gamûs yemîni

  • Geçmişteki bir hâdise için, bile bile yalan söyleyerek, yemîn etmek.

ganaim-i bahriye

  • Harbte ele geçirilen düşman gemileriyle, bunlara ait her türlü levâzım ve eşyâlar.

garib

  • Yalnız, kimsesiz, zavallı.

garibem

  • Yalnızım, gurbetteyim.

gavsiyet

  • Evliyaların başı olma, velilik mertebelerinde yüksek bir makamda olma; en büyük yardım etme makamı.
  • Büyük evliyalık.

gayb alemi / gayb âlemi

  • Görünmeyen, fakat varlığı kesin olan ve mahiyeti Allah tarafından bilinen başka dünyalar.

gaye-i hayal

  • Hayalin amacı, hedefi.
  • Hayalde tasavvur edilen ve ona varılması istenen gaye ve maksat. İdeal.

girit madalyası

  • Tar: Biri Sultan Aziz diğeri Sultan II.Abdülhamid devrinde olmak üzere ihdas olunan madalyalar. Her ikisinin de altun ve gümüş olmak üzere iki türlüsü vardı. Girit işinde hizmeti görünen devlet ricaline altun, ikinci derecedeki memurlarla halka, gümüş olanı verilirdi.

grev

  • İşçilerin isteklerini işverene kabul ettirmek için, işlerini hep birlikte bırakmaları.İslâmiyette işçi hakları çok ciddi korunmakla beraber, grev ve benzeri hareketlere başvurulması istenmez. Çünki grev, millî gelire zarar verdiği gibi, sosyal grupları doğurmakla boğuşmalarına ve dolayısıyla da mill (Fransızca)

gul

  • İnsanın gördüğünü sandığı korkunç hayâlet.

gulyabani / gulyabânî / gûlyabânî

  • İnsanın gördüğünü sandığı korkunç hayalet, hayâlî varlık.
  • Masallarda sözü edilen hayâlî varlık, umacı, dev.

gurbet-i mutlaka

  • Mutlak gariplik, yabancılık, yalnızlık.

gürz

  • Silâhın icadından evvel kullanılan bir harp âleti. Gürz, yekpare veya yalnız baş tarafı demir ve bakırdan, sapı ise ağaç ve demirden olan bir nevi topuzdur. Gürzün Türkçesi "bozdoğan" dır. Bozdoğan bir cins yırtıcı kuştur. Gürz, bozdoğanın kafasına benzediği için bu adla anılmıştır. Gürzün baş kısmı

hab-ı harguş / hâb-ı harguş

  • Tavşan uykusu. Şüpheli ve hafif uyku.
  • Yalan, hile.

hab-ı hayal / hâb-ı hayâl

  • Hayal uykusu; hayal hâlindeyken görülen rüya.

haber-i kazib / haber-i kâzib

  • Yalan haber.

haber-i meşhur

  • Bidayette râvisi mahdut iken sonraki devirlerde, yalan üzere ittifakları muhal olan bir cemaat tarafından nakledilegelen makbul hadistir. (Ist. Fık.K.)

haber-i mütevatir / haber-i mütevâtir

  • Yalan üzerinde ittifâk etmeleri (birleşmeleri) mümkün olmayan bir cemâat (topluluk) tarafından nakledilen, bildirilen haber, hadîs-i şerîf.

hacc-ı ifrad / hacc-ı ifrâd

  • Umreye niyet etmeksizin yalnız başına yapılan farz, vâcib veya nâfile hacdır ki, ihrama girerken yalnız hacca niyet edilmiş olur. Bunu yapana "müfrid" denir.
  • İhrâma girerken, yalnız hacca niyet edilerek yapılan hac. Bu haccı yapana müfrid hacı denilir.

hacel

  • (Hacl) Utanma, sıkılma, hayâlılık.

hacerat

  • (Tekili: Hacer) Taşlar, kayalar.

hadai'

  • (Tekili: Hadîa) Hileler, dalavereler, aldatmalar, yalanlar.

hadb

  • Vurmak, darb etmek.
  • Deriyi etiyle ayırmak.
  • Isırmak.
  • Yalan söylemek.
  • Uzunluk.

hadd-i tevatür

  • Tevatür derecesinde; yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan topluluklar tarafından aktarılan en doğru haber seviyesi.

hades-i asgar

  • Fık: Taharet-i suğra ile, yani yalnız abdest ile giden taharetsizlik hali. Bevletmek, kan gelmek sebebi ile hasıl olan hades gibi.

hadib / hadîb

  • Kınalı, kına yapılmış.
  • Boyalı, boyanmış.

hadis-i garib / hadîs-i garîb

  • Yalnız bir kişinin bildirdiği sahîh hadîs. Yahut, aradaki râvîlerden (nakledenlerden) birine, bir hadîs âliminin muhâlefet ettiği hadîs.

hadis-i muallak / hadîs-i muallak

  • Senedinin yalnız ibtidasından bir veya birkaç ravisi hazf edilmiş olan hadistir. Meselâ: Bir zat kendi şeyhini ve şeyhinin şeyhini zikr etmeksizin onların fevkindeki râvilerden itibaren senedi zikr etse ta'likte bulunmuş olur. (Ist. Fık.K.)

hafa'

  • Yalın ayak yürümek.

hafi / hâfî / حافى

  • Yalın ayak yürüyen veya koşan.
  • Çok ikram eden insan. İnsanı güler yüzle karşılayan.
  • Yalınayak koşan. (Arapça)

hafif ikrah / hafîf ikrâh

  • Şiddetli olmayan zorlama. Canın veya uzvun telefine yol açmayan, yalnız acı ve eleme sebeb olacak derecedeki dövme ve hapsetme gibi şeylerle yapılan zorlama.

hafiyen

  • İkram ederek.
  • Yalınayak olarak.

hakikat-i içtimaiye

  • Sosyal hayatla ilgili gerçek.

hakperestlik

  • Yalnız Allah'a kulluk etmek.

halet-i hayaliye / hâlet-i hayaliye

  • Hayalî hâl.

halet-i içtimaiye / hâlet-i içtimaiye

  • Sosyal durum.

halevat

  • (Tekili: Halâ) Halvetler, boşluklar.
  • Yalnız bulunulacak yerler.

halis / hâlis

  • Hilesiz. Katıksız. Saf. Duru. Saffetli.
  • Pek beyaz.
  • Evvelce karışık iken kusuru zâil olan.
  • Her ameli, yalnız Allah rızası için işleyen. (Müennesi: Hâlise'dir)

halüsinasyon

  • Gerçekte olmayan bir şeyi varmış gibi görme, olmayan bir şeyi varmış zannetme ve işitme, hayal etme.

halvet / خَلْوَتْ

  • Yalnızlık, tek başına kalma.
  • Yalnızlık, yalnız olarak kalma.
  • Yabancı bir kadınla yabancı bir erkeğin bir odada, kapalı bir yerde yalnız kalmaları.
  • Tasavvuf yolunda olgunlaşmak ve ilerlemek için belli bir müddet tenhâda kalma hali yalnız kalmak.
  • Yalnız kalma, tenhaya çekilme.
  • Tenha yer, ibadet için tenha hücre.
  • Yalnızlık. Tek başına kalmak. Tenhaya çekilme.
  • Gizlilik.
  • Tenha yerde yalnız kalmak.
  • Yalnız kalma.

halvet ve inziva

  • Yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmama.

halvet-i mergube

  • Çok istenen, rağbet edilen yalnızlık hali.

halvethane / halvethâne / خَلْوَتْخَانَه

  • Yalnızca ibadet etmek ve çile doldurmak için kapanılan yer.
  • Çilehâne. Tasavvuf yolunda olgunlaşmak ve ilerlemek için belli bir müddet kendi hâlinde yalnız kalınan ve ibâdetle vakit geçirilen yer.
  • Yalnız kalınan yer.
  • Yalnız kalınan yer.

halvetnişin

  • Yalnız başına bir yere çekilip ibadetle meşgul olanlar.

haly

  • (Çoğulu: Huliy) Altından ve gümüşten olan süs eşyâları.

han u man

  • (Hanmân) Ev. Bark. Ocak. Ehil ve iyal.

hann

  • Yalvarmak.
  • İnlemek.
  • Esirgemek.

harac-ı muvazzaf

  • Tar: Arazi üzerine her dönüm başına senevi maktuan muayyen bir miktar meblağ olarak alınacak bir vergidir. Buna "harac-ı vazife" adı da verilir. Bu vergi, zimmete taalluk eder ve araziden yalnız bilfi'l intifa edilmekle değil, intifaa temekkün ile de tahakkuk eder. Binaenaleyh, böyle bir araziyi sah

harik-zede / harîk-zede

  • (Çoğulu: Harikzedegân) Yangından zarar görmüş kişi. Evi ve eşyaları yanmış kimse. (Farsça)

harısa

  • İnsanın başında veya yüzünde kan çıkmaksızın yalnız deri yırtılmış olarak peyda olan yara.

harras

  • Yalancı.

hars

  • Tahmin etmek.
  • Yalan söylemek.
  • Acıkmak.

haşi'

  • Huşu içinde olan, alçak gönüllülük eden.
  • Kusurlarını düşünerek, ürpererek Cenâb-ı Hakka niyâz edip yalvaran.

hasr

  • Bir şeyin içine alma. Yalnız bir şeye mahsus kılma.
  • Bir çember içine almak. Askerle etrafını kuşatmak.
  • Sıkıştırma. Kısaltma.
  • Okurken tutulup kalmak.
  • Vakfetmek.
  • Zaman ayırmak.
  • Yalnız biri için ayırma.

hasr-ı hayat

  • Hayatını sadece bir şeye vermek, bütün çalışmalarını yalnız bir şeye yöneltmek.

hasr-ı kelami / hasr-ı kelâmî

  • Konuşmanın yalnız belli şeyler üzerinde yoğunlaştırılması.

hasr-ı nazar

  • Sadece bir şeye bakıp dikkat etmek.
  • Yalnız bir mevzu veya meslek üzerinde çalışıp onda mütehassıs ve muvaffak olmaya çalışmak.

hasse-i hayal

  • Hayal duygusu.

hasseten

  • Hususi olarak, özellikle. Yalnız, ayrıca.

haşv-i müfsid

  • Edb: İbarede yalnız kalabalık etmekle kalmayıp mânâyı da anlaşılmaz hale getiren söz.

hatice-i kübra / hatîce-i kübra

  • Peygamberimizin (A.S.M.) ilk zevcesi ve mü'minlerin annesi. Yirmidört sene bütün varlığıyla ve mülküyle Peygamber Efendimize hizmet etmiş ve Ona ilk olarak iman etmiştir. (Radıyallahu Anha)

hatm-ı hacegan / hatm-ı hâcegân

  • Nakşibendiyye yolunda fâidesi, feyz ve bereketi çok olan bir vazîfe. Bu yolun veya ona bağlı kolun büyüğünün koyduğu evrâdın (Belli zikr ve duâların okunmasının) toplu veya yalnız olarak yerine getirilmesi.

hatt

  • Sınır. Çizgi. Hudud.
  • Yazı. El yazısı.
  • Nâme. Mektup.
  • Gençlerde yeni çıkan bıyık veya sakal.
  • Çizgi gibi uzanan belirsiz hafif yol.
  • Deniz yalısı.
  • Gemilerin hareketteki istikameti.
  • Parmağın onikide biri olan bir ölçü.
  • Ferman, buyruk

hatt-ı mevhum

  • Hayalî çizgi.

hava-i gıll ü gış / havâ-i gıll ü gış

  • Hile, yalan ve dolanın hâkim olduğu ortam, hava.

havass-ı (hamse-i) batına / havass-ı (hamse-i) bâtına

  • Kalbe bağlı beş duyğu: Hiss-i müşterek (hayâl kuvveti), müdrike (akıl), vehim (vâhime), hâfıza, mutasarrıfa (meydana getirici hayal kuvveti).

havass-ı aşere

  • On hasse, on duyu; görme, işitme, dokunma, koklama, tatma, hayal, akıl, vehim, hafıza ve tasarruf etme duyuları.

havass-ı hamse-i batına / havass-ı hamse-i bâtına

  • Kalbe bağlı beş duygu; hayal, akıl, vehim, hafıza, mutasarrıfa.

havayic-i asliyye / havâyic-i asliyye

  • İhtiyaç eşyâları. Temel ihtiyâçlar. Bir kimsenin yiyecek giyecek ve ev gibi ihtiyaç duyduğu lüzumlu maddeler ve evde kullanılan eşyâ ve âletler, hizmetçiler, binecek vâsıtası, meslek kitapları (din kitapları) ve ödeyeceği borçları.

havva

  • Hz. Adem'in (A.S.) muhterem zevcesi, eşi.
  • Rengi esmere mâil kadın.
  • Yalancı, kezzab.

havya

  • Madenlerle yapılan kaynak işlerinde, lehimin eritilmesinde kullanılan âlet. Lehimi eritebilmesi için sıcak olarak kullanılması gereken bu havyaların çoğu elektrikle ısıtılır.

havz-ı hayal

  • Hayal havuzu.

hayadid

  • (Tekili: Haydud) Haydutlar, eşkiyalar.

hayal / hayâl / خيال

  • (Çoğulu: Hayâlât) Zihnen tasarlanan şey. Hakikatı bilinmeyip akılla tasarlanan veya gölgeli görünen şey.
  • Asıl olmayan ve akıldan geçen fikir.
  • Hayal, düş. (Arapça)

hayal-alud / hayal-âlud / hayal-âlûd

  • Hayalle karışık.
  • Hayalle karışmış.

hayal-i beşer

  • İnsan hayali.

hayal-i hail / hayal-i hâil

  • Korku ve dehşet veren hayal.

hayal-i muhal

  • İmkânsız hayal.

hayal-i şan

  • Hayalî olarak büyütülen şan ve şöhret.

hayal-i sefid

  • Beyaz hayal. (Farsça)

hayal-perest

  • Hayalî şeylerle çok uğraşan. Çok hayal kuran. Dalgın. Olmayacak şeylerle avunan. (Farsça)

hayal-perestlik

  • Kelâmda hakikatı rencide edecek şekilde lüzumsuz hayallere yer vermek.
  • Sözde, hakikati rencide edecek şekilde lüzumsuz hayallere yer vermek.

hayal-perver

  • Hayale düşkün. (Farsça)

hayalalud / hayâlâlûd

  • Hayâlle karışık.

hayalat / hayalât / hayâlât / خيالات / خَيَالَاتْ

  • (Tekili: Hayal) Hayaller, hülyalar.
  • Hayaller.
  • Hayâller.
  • Hayaller, düşler. (Arapça)
  • Hayâller.

hayalat-ı aliyye / hayalât-ı âliyye

  • Yüksek ve âli hayaller.

hayalat-ı muhitiye / hayalât-ı muhîtiye

  • İçinde yaşanılan zaman, mekân ve çevreye ait hayaller.

hayalat-ı rakika / hayâlât-ı rakika

  • İnce, derin hayâller.

hayalen / hayâlen / خيالا

  • Hayal aracılığıyla.
  • Hayal olarak. Zihinde tasarlayıp canlandırarak.
  • Hayâl olarak.
  • Hayali olarak. (Arapça)

hayalet / hayâlet / خيالت

  • Göze görünen hayal, karaltı.
  • Hayalet. (Arapça)

hayali / hayalî / hayâlî / خيالى

  • Hayale âit. Hayale mensub ve müteallik.
  • Hayal, yahut halk dili ile "Karagöz" oynatanlar.
  • Hayale dayalı.
  • Hayâl ürünü olan.
  • Hayalî, hayal ürünü. (Arapça)
  • Karagöz oynatan. (Arapça)

hayaliyyun / hayâliyyûn

  • (Tekili: Hayalî) Romantik şâirler, hayalî yazarlar.
  • Hayâl edilen şeyleri gerçek kabul edenler.

hayaliyyun mezhebi / hayâliyyun mezhebi

  • Aslı olmayan ve hayalde tasavvur edilen şeyleri, gerçek olduğunu vehm edenlerin mesleği.
  • Hayalcilerin mezhebi; romantizim.

hayalperest / hayâlperest / خيال پرست

  • Hayalci olan; gerçekçi olmayan.
  • Hayâl peşinde koşan.
  • Hayalci. (Arapça - Farsça)

hayalşiken

  • Hayali dağıtan, bozan.

hayat-ı içtimai / hayat-ı içtimaî

  • Sosyal hayat.

hayat-ı içtimaiye ve şahsiye

  • Sosyal ve kişisel hayat.

hayat-ı içtimaiye ve siyasiye

  • Sosyal ve siyasi hayat.

hayat-ı içtimaiye-i beşeriye

  • İnsanların sosyal hayatı.

hayat-ı içtimaiye-i insan

  • İnsanların sosyal hayatı.

hayat-ı içtimaiye-i islamiye / hayat-ı içtimaiye-i islâmiye

  • İslâmiyetin sosyal hayatı.

hayat-ı içtimaiye-i siyasiye-i beşeriye

  • İnsanlığın sosyal ve siyasî hayatı.

hayat-ı içtimaiye-i ümmet

  • Ümmetin (Müslümanların) sosyal hayatı.

hayat-ı içtimaye

  • Sosyal hayat.

hayat-ı şahsiye ve nev'iye ve içtimaiye

  • Şahsî, türe ait ve sosyal hayat.

hayta

  • Serseri, serkeş kimse.
  • Ask: Osmanlılarda görevli bir sınıf askere verilen ad. Hayta birlikleri, üstün savaş kabiliyeti olan askerlerden kurulur, lüzumunda düşman topraklarına akın yapmak için de kullanılırdı. Sonraları düzenleri bozulduğunda eşkiyalığa başladılar; bundan dolayı "hayt

hazine-i hümayun

  • Hazine-i Hümayun'da bulunan savaş eşyasından bir kısmının manevî değeri büyüktü. Diğer kısmının ise maddî değeri fazla idi. (Savaşlarda ele geçirilen kıymetli ganimet, padişahlardan kalmış olan değerli eşyalar gibi.)

hazinetü'l-hayal

  • Hayal hazinesi.

hedef-i amal / hedef-i âmâl

  • Gaye-i hayâl. Ulaşmak istenilen hedef.

helali / helalî

  • Bürüncük ve pamuk karışımından yapılan bir cins yeli bez.
  • Yaldızlı bakırdan vaya tahtadan mahfazası olan eski sistem saat.
  • Helâl ile alâkalı olan.

henberit / henberît

  • Sırf yalan.

hevesat-ı sihirbaz / hevesât-ı sihirbaz

  • Yalancı ve aldatıcı istek ve arzular.

hevl

  • Korku. Korku verici.
  • Ürkmek. Dehşet. Yılgınlık. İhtilâl-ı dimağ (beyindeki bozukluk) sebebi ile bâzı hayâli suretler tevehhüm ederek ondan korkmak.

hey'et-i ictimaiyye

  • Toplantı heyeti, sosyal durum.

heyet-i içtimaiye

  • Sosyal yapı.

heyet-i içtimaiye-i islamiye / heyet-i içtimaiye-i islâmiye

  • Müslümanların sosyal hayatı, konumu, yapısı.

heyet-i ilmiye ve içtimaiye

  • İlim ve sosyal bilim kurulu.

heyula / heyûla

  • Zihinde tasarlanan korkunç hayal.
  • Gösteriş ve iriliği olduğu halde hiçbir te'siri ve değeri olmayan şey.
  • Eski felsefede: Eşyanın aslı ve gerçek olan kısmı. Madde.
  • Korkutucu hayâl, felsefede eşyanın aslı kabul edilen şey.

hezl

  • Ciddi olmayan söz. Saçma, uydurma, yalan konuşmak.
  • Edb: Meşhur bir manzumeye lâtife tarzından nazım yapmak. Bu tarzda yapılan nazım.

hıfy

  • Yalın ayak yürümek.

hikmet-i ilahiyye / hikmet-i ilâhiyye

  • Allah'ın hikmeti, yalnız O'nun bileceği iş.

hikmet-i imaniye

  • İmana dayalı hikmet ilmi.

hilaf

  • Karşı, zıt.
  • Yalan.

hile

  • Sed. Hâil.
  • Çare.
  • Maslahat ve hayırlı işlerde tedbirli ve tecrübeli olmak.
  • Aldatacak tarz ve tedbir. Fend. Mekir. Dabara.
  • Zeval ve intikal.
  • Sahtekârlık, yalancılık, düzenbazlık.

hilebaz

  • Hileci, yalancı, düzenbaz, oyuncu. (Farsça)

hillevf

  • Kocamış, ihtiyarlamış.
  • Yalancı, hilekâr.

himmet

  • Kast, irâde, kuvvetli istek, arzu. Allahü teâlânın velî kullarından bir zâtın, kalbinde yalnız bir işin yapılmasını bulundurup, başka bir şeyi kalbine getirmemesi ve Allahü teâlâdan o işin olmasını dileyerek, bu şekilde mânevî yardımda bulunması. Evliyânın himmeti, yaktı beni kül eyledi Sofi

hirabe

  • Şehir dışındaki yerlerde yapılan eşkiyalıklara katılma. Dağlarda yapılan haydutluklarda bulunma.

hırman

  • Yalan, kizb.

hısa'

  • Hayvanın hayalarını çıkarma, eneme, burma.
  • İnsanı hadım etme.

hitr

  • Faydasız ve mânâsız söz, boş lâf, yalan.

hizlan

  • (Hezlan) Yalnız başına kalıp zelil olmak, yardımcısız kalmak.
  • Muhafaza ve rahmet-i İlâhiyeden mahrumiyet.

hod-endişane / hod-endişâne

  • Yalnız kendini düşünerek.

hodendiş

  • Yalnız kendini düşünen, kendisi için endişe eden.

hokkabaz

  • Elçabukluğu ile birtakım şaşırtıcı oyunlar göstermeyi kendine meslek edinmiş kişi.
  • Mc: Başkalarını aldatarak yalan ve hile ile iş çeviren kimse.

hotoz

  • Eski zamanda kadınların başlarına giydikleri süslü serpuş.
  • Hayvan, kuş ve tavuk tepesi.
  • Yapıların ve eşyaların üzerine konulan tepelik.

hufve

  • Yalın ayak olmak.

hükm-ü hayal

  • Hayalin hükmü.

hukukullah

  • Fık: İbadetler ve İlâhî cezalar, ukubetlerle alâkalı haklar.
  • Hukukullah umuma taalluk edip, yalnız bir şahsa âid olmayan ahkâm demektir. Bunlar hukuk-u umumiyeden ibarettir. Cenab-ı Hakk'a izafesi, tazim ve ehemmiyetine işaret içindir.

hulefa-i raşidin / hulefâ-i râşidîn

  • Her bakımdan olgun ve Resûlullah Efendimize uyan yüksek halîfeler mânâsına, Resûl-i ekremden (sallallahü aleyhi ve sellem) sonra sırasıyla halîfe olan hazret-i Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Ali (radıyallahü anhüm) için kullanılan tâbir.

hulliyyat

  • (Tekili: Hulliyy) Pırlanta, altun, gümüş gibi süs eşyaları.

hulul / hulûl

  • İlâhî sıfatların mahlûklar ile bütünleştiği onlara nüfuz ettiği esasına dayalı bâtıl bir görüş.

hulum / hulûm

  • Rüyalar, hülyalar.
  • Düş azması.

hulus / hulûs

  • Dünyâ menfaatlerini düşünmeden bütün iş ve ibâdetlerin yalnız Allah için olması, niyet temizliği.

hulusname

  • Yalnız muhabbet, alâka ve bağlılığı göstermek üzere sunulan mektub. (Farsça)

hulya / hulyâ

  • Kuruntu. Hayal. Vehim. Olmıyan bir şeyi düşünerek yaşamak. Akıldan geçen ve matmah-ı nazar olan husus. (Farsça)
  • Hülya, kuruntu, hayâl.

hülya / hülyâ

  • Hayal.
  • Hayâl, kuruntu.

hulya / hulyâ / خوليا

  • Hülya, hayal. (Yunanca > Arapça)

hülya / خُولْيَا

  • Hayal.

hunut

  • Mumyalama.
  • Bir ölünün uzun zaman çürüyüp kokmaması için kullanılan eczalar.

hurafe

  • Uydurma, bâtıl inanış. Masal. Efsane. Yalan hikâye.

huran

  • Dimeşk eyaletine bağlı çok geniş bir bölgenin adı.

hürriyet

  • Hürlük, serbestlik.
  • Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyup, herkesin hakkını gözetmek.
  • Maddî ve mânevî her türlü şeyin sevgisinden gönlünü kurtararak yalnız Allahü teâlâya kul olmak.

husa

  • (Tekili: Husye) Erkeklik bezleri, hayalar.

hüseyin

  • Küçük güzel.
  • (Hi: 6-61) Hazret-i Ali Radıyallahü Anhu'nun oğlu, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sevgili torunudur. Peygamberimiz (A.S.M.) "Hüseyin benden, ben Hüseyindenim. Allah Hüseyini seveni sever." buyurmuştur. Kerbelâda şehid oldu (R.A.)

hüsn-ü ta'lil

  • Edb: Herhangi bir hâdisenin hakiki sebebini saklayarak, güzel ve hayalî bir sebep göstermeye hüsn-ü ta'lil denir. Bu gösterilen sebep hakiki olmamalı, fakat güzel olmalıdır.Bağ-ı âlemde yüzün menendi bir gül isteyüp.Cüst ü cu idüp gezer gülzarı bülbül şah şah. (Fatih Sultan Mehmed)Bülbülün, gül bahç

hüsran / خسران

  • Zarar. (Arapça)
  • Hayal kırıklığı. (Arapça)

husyetan

  • Hayalar, çift haya. Erkeklik bezlerinin her ikisi. (Farsça)

hüve'l-ahir / hüve'l-âhir

  • O Âhirdir; her şeyin sonunu ezelî ilmiyle belirleyen ve sonu gelen varlıkların neslini tohum ve çekirdeklerle tanzim eden ve her şeyden sonra yalnız Kendisi bâkî kalan Allah'tır.

hüve-l ahsen

  • Sadece ve yalnız en güzel O'dur.

hüve-l hasen

  • Sadece, yalnız o güzeldir.

i'tikaf / i'tikâf

  • Bir şeye devam etmek.
  • Ist: Bir yere çekilip yalnız ibadetle meşguliyet. Hususan Ramazanın son on gününde, mescidlerde ve buna benzer yerlerde kalıp, ibadet, ilm-i iman ve Kur'an, evrad ve ezkâr gibi ibadetlerle meşgul olmak. Böyle bir kimseye "Mu'tekif" denir.

i'tiraziye

  • İtiraza, kabul etmediğine dair yazı.
  • Edb: Cümlenin esasından olmayıp yalnız bir husus hakkında söylenen ibare.

iale

  • Çoluk çocuğun nafakasını te'min etme. Evlâd u iyâlin maişetini tedarik etme.
  • İyali çoğalmak, çoluk çocuğu artmak.

ibaret-inass / ibâret-inass

  • Mânâya delâleti bakımından lafzın dört kısmından biri. Nassın (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin) yalnız ibâresinden anlaşılan mânâya delâlet etmesi.

ibramat

  • (Tekili: İbram) Yalvarmalar, ısrar etmeler, rica etmeler, zorlamalar.

ibtişak

  • Haysiyet ve nâmusa dokunma.
  • Yalan söyleme.

iç ezan

  • Cuma günleri hatib minberde iken müezzin tarafından mahfilde okunan ezan. Diğer namazlarda yalnız minarede ezan okunurken, cuma günleri öğle vaktinde hem minarede, hem de caminin içinde müezzin mahfilinde ezan okunur. İkinci ezan caminin içinde okunduğu için buna "iç ezan" denilir. (Türkçe)

icmal-i şehri / icmal-i şehrî

  • Aylık gelir ve giderleri, yahut yalnız giderleri toplu ve kısaltılmış olarak gösteren cetveller.

icmal-i senevi / icmal-i senevî

  • Senelik gelir ve giderleri yahut yalnız giderleri toplu ve kısaltmış olarak gösteren cetveller.

ictiba / ictibâ

  • Seçmek, seçilmek. Evliyâlıkta, vâsıtanın, aracının şart olmadığı cezbe (çekilme) ile ilerleme.

ictiba yolu / ictibâ yolu

  • Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için peygamberlerin aleyhimüsselâm ve seçilmiş evliyâların yolu. Mürid değil, murâdlar ve mahbûblar yolu. Sevilenleri, çabuk ilerletme yolu.

içtimaat-ı beşeriye / içtimâat-ı beşeriye

  • İnsan toplulukları ve sosyal yapıları.

içtimaat-ı insaniye / içtimaât-ı insaniye

  • İnsanlığın sosyal hayatları.

ictimai / ictimaî

  • Topluluğa ait, birlikte yaşayanlara dair. Cemiyet hayatına ait ve müteallik. Sosyal.

içtimai / içtimaî

  • Sosyal, toplumsal.

ictimai / ictimâî / اجتماعى

  • Toplumsal, sosyal, toplumbilimsel. (Arapça)

içtimai cereyan / içtimaî cereyan

  • Sosyal aktivite, akım, hareket.

içtimai hayat / içtimaî hayat

  • Sosyal hayat.

içtimai heyet / içtimaî heyet

  • Sosyal yapı.

içtimai sistem / içtimâi sistem

  • Sosyal sistem, toplumsal düzen.

ictimaileşme / ictimâileşme

  • Sosyalleşme, sosyalizasyon. (Arapça - Türkçe)

ictimaileşmek / ictimâîleşmek

  • Sosyalleşmek.

içtimaiyat / içtimâiyat

  • Sosyal hayat, sosyal yapı.

içtimaiyat-ı beşeriye / içtimaiyât-ı beşeriye

  • İnsanlığın sosyal hayatı.

içtimaiyat-ı insaniye / içtimaiyât-ı insaniye

  • İnsanlığın sosyal hayatları.

idd

  • Büyük, acib şey.
  • Belâ, dâhiye.
  • Yalan.

ideal

  • Fikre ve düşünceye ait. Tasavvuri, hayali. (Fransızca)
  • Mefkûre. Emel. Gaye. Hayalde tasavvur edilen kemal. Fevkalâde, mükemmel kimse veya şey. (Fransızca)

iftial

  • Bir şeyi iş edinmek. Kendiliğinden yapmak.
  • Arabçada beş harfli fiilin birinci babı.
  • Yalan düzmek, iftira etmek.

iftira / iftirâ

  • Birinin üzerine suç atmak. Bühtan. İfk. Yalan yere birisini suçlu göstermek.
  • Yalan yere birisini suçlama, suç atma.
  • Yapmadığı hâlde kötü bir işi birisine yükleme, yalan yere birisine suç isnat etme gösterme. Birine suç atma, bühtân.

iğdiş

  • Burulmuş, enenmiş hayvan. Erkeklik bezleri (hayaları) çıkarılmış at. Melez. (Farsça)

ihlaf / ihlâf

  • Sözden dönme, yalan söyleme.

ihlas / ihlâs

  • (Hulus. dan) Kalbini safi etmek. İçten, samimi, riyasız sevgi. İçten gelen sevgi ile doğruluk ve bağlılık.
  • Sırf Allah emretmiş olduğu için ibadet etmek. Yapılan ibadet ve işlerde hiçbir karşılık ve menfaati, hakiki ve esas gaye etmeyerek yalnız ve yalnız Allah rızasını esas maksat ve
  • Hâlis, temiz etmek, niyyeti düzeltmek, temizlemek, dünyâ menfaatini düşünmeden bütün işlerini, ibâdetlerini yalnız Allah için yapmak.

ıhn

  • Boyalı sof kumaş.
  • Renkli yün.

ihsa'

  • Yalnız bir ilim ve san'at dalıyla meşgul olup, o hususda ihtisas yapıp terakki etme. Husyelerini çıkarma, iğdiş etme, eneme, erkekliğini giderme.

ıhtilak

  • Yalan olmak.
  • Muhtaç olmak.

ihtilak

  • Huy ve tabiat edinme.
  • Yalan uydurma.

ihtilaken

  • İhtilak suretiyle, yalan uydurarak.

ihtilakıyyat

  • Yalanlar, aslı olmayan sözler. Uydurma sözler.

ihtilat etme / ihtilât etme

  • İnsanlarla diyalog kurma.

ihtimar

  • (Hamr. dan) Mayalanma, ekşiyip mayalanma.

ihtisas

  • (Husus. dan) Kendine mahsus kılmak. Bir kimsenin dünyevi veya uhrevi, Kur'âni, İslâmi, imâni bir mesleğe, fen veya san'ata hasr-ı mesâi etmesi; yalnız onunla meşgul olması.
  • Gr: Mütekellim veya muhatab zamiri olan mübtedanın haberinin hükmünü bir isme âit (mahsus) kılma. Bu isim zamir

ihtiyalat

  • (Tekili: İhtiyal) Düzenler, hileler, aldatmalar, oyunlar.

ıhve-i müteferrikin / ıhve-i müteferrikîn

  • Ana baba bir veya yalnız ana bir yahut da yalnız baba bir erkek kardeşler. (Müennesi: "Ahavat-ı müteferrikat'tır)

ıknat

  • Allah'a dua etme. Aczini ve fakrını anlayarak Allah'a yalvarma.
  • Namazda kıyamı uzatma.
  • İnkisar etmek.

ikrah-ı gayr-i mülci / ikrah-ı gayr-i mülcî

  • Huk: Eskiden döğme ve hapis gibi yalnız keder ve elemi icab ettiren şeylerle vuku bulan ikrah.

ila ahiri hayalatihim / ilâ âhiri hayalâtihim

  • "Sonuna kadar bütün bunlar onların hayalleridir" mânâsında Arapça bir ibare.

iltida'

  • Yalvarma.

iltiyah

  • Mayalanmak.
  • Karışmak.

iman-ı merdud / îmân-ı merdûd

  • Münâfıkların (dilleri ile inandıklarını söyleyip kalben inanmayanların) yalnız dil ile söyledikleri îmân.

imkan-ı vehmi / imkân-ı vehmî

  • Hayâlî olarak mümkün olma.

imtiyaz madalyası

  • 2. Abdülhamid'in 11/10/1885 tarihli emriyle devlet ve memleket yararına hizmet edenlere, vazifeyle gönderildikleri yerde başarı gösterenlere verilmek üzere çıkarılan madalya. Altun ve gümüşten olmak üzere iki çeşit olan bu madalyaların ön yüzünde II. Abdülhamid'in "Elgazi" tuğrası, bunun altında sal

imza-yi padişahi / imza-yi padişahî

  • Padişahın imzası. Osmanlı Padişahları tarafından vaktiyle hükümdarlara yazılan name-i hümayunların kenarlarına altun yaldızla imza konurdu. Bunlara imza-yı padişahî denilirdi.

infirad

  • Tek başına kalma. Yalnızlık hâli.

inhicaf

  • Yalvarıp yakarma.

inhisar

  • Hasr olunma.
  • Tecavüz etmeme.
  • Bir iş veya malın idâresinin bir kişiye, bir ele bırakılması. Bir elden idâre. Bir şeye mahsus olup, başka şeye şümulü olmama. Yalnız bir şeye veya bir şahsa hasrolunma.

inhisar etme

  • Yalnız birşeye ait kılma.

inkisar-ı hayal / inkisâr-ı hayâl / اِنْكِسَارِ خَيَالْ

  • Hayal kırıklığı.
  • Hayal kırıklığı.

insaf / insâf

  • Merhamete dayalı adalet.

insibag

  • Boyalanma. Maddi veya mânevi rengi ile renklenme. Boya tutma.
  • Temizlenme.

intisar / intisâr

  • Hakkını alandan, yalnız hakkını geri almak, fazlasını almamak.

inziva / inzivâ / اِنْزِوَا

  • Bir köşeye çekilmek. Haramlardan ve günâhlardan korunmak, nefsini terbiye etmek ve sâdece Allahü teâlâyı anmak ve âhireti düşünmek için bir yerde yalnız kalma.
  • Yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmama.
  • Yalnızlığa çekilme.

inzivagah / inzivagâh

  • İnziva yeri, yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşanan yer.

irade

  • İstek, arzu. Dilemek. Emir. Ferman.
  • Bir şeyi yapmak veya yapmamak için olan iktidar, güç. (İrade, ihtiyardan daha geniştir, umumidir. İhtiyar, taraflardan birini diğerine tafdil ile beraber tercihtir. İrade; yalnız tercihtir. Mütekellimler bazan iradeyi ihtiyar mânasında kullanmışlar

ırz

  • Namus. Temizlik. Cinsî haysiyet.
  • Ehil ve ıyal. İnsanın korumağa mükellef olduğu nefsi, hasebi, şerefi ve mahremleri, zemmedilecek veya medhedilebilecek durumları.

işaat-ı kazibane / işaat-ı kâzibane

  • Kötü niyetlerle yalan haberler yayma.

isale

  • Akıtmak, dökmek.
  • Seyyal kılmak. Cereyan ettirmek.

isbatiyecilik

  • Bu felsefe nazariyesine göre, isbat yolu ile yakîn, şüphesiz bilginin elde edilebilmesi, tecrübelerle müşahadelerle ve vakıalara istinaden mümkün olacağı iddia edilir. İsbat şeklini ve sahasını daraltıp sadece maddiyata münhasır kılan bu anlayış yalnız maddiyata ait mes'eleler için doğrudur.

işgal

  • Zabtetme, istilâ etme.
  • Birisini işten alıkoyma, başka şeyle meşgul etme, oyalama, uğraştırıp kendi işine mâni olma.
  • Oyalama, alma.

işkampaviya

  • İtl. Harp gemilerinden asker naklinde kullanılan en büyük filika. İşkampaviya'lar sandal büyüklüğünde, yalnız ondan daha geniş ve yüksekti. Karaya asker sevkiyatında, gemiye erzak ve levâzım alınmasında kullanıldığı gibi eskiden donanmaya su alınacağı zaman su ile doldurulur, diğer bir filika yedeği

islamiyet

  • İslâmlık.
  • İslâm oluş. Teslimiyet, inkıyad, bağlılık, hakka tarafgirlik ve iltizamdır. (İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez; gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan yalnız kendine gece yapar. Münazarat)

ism-i hass / ism-i hâss

  • Gr: Yalnız bir kimse, bir hayvan veya bir şeye hâs olan isim. Hz. Muhammed (A.S.M.), Medine-i Münevvere gibi.

ismat

  • Susturma, sükut ettirme.
  • Men'etmek.
  • Tecvidde : Harfi söylerken lisana ağır geldiğinden, kendilerinden yalnız aslı rübâî olanlar ile, hümasi olanların terkibi men' edilmişti. İsmât sıfatının harfleri; izlâk sıfatının harfleri olan on altı harf ile harf-i meddin maadası olan on

ismi ahir / ismi âhir

  • Allah'ın her şeyin sonunu ezelî ilmiyle belirleyen ve her şeyden sonra yalnız Kendisi bâkî olduğunu ifade eden ismi.

isnad-ı efike

  • Yalan isnad etme. İftira atma.

ispanyol

  • İspanyalı.

iştial / iştiâl / اشتعال

  • Alevlenme, yalazlanma, parlama, tutuşma. (Arapça)

istianat

  • (Tekili: İstiane) İstianeler, yalvarmalar.

istiare-i mekniye

  • (Kapalı istiare) Teşbihin temel unsurlarından yalnız benzetilenle yapılan istiare. Meselâ: Merhum Mehmed Akif'in:Şu karşımızda mahşer kudursa, çıldırsa,Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa,Değil mi ortada bir sine çarpıyor, yılmaz.Cihan yıkılsa, emin ol bu cephe sarsılmaz...beyitlerinde düşman k

istiare-i musarraha

  • (Açık istiare) Teşbihin iki temel unsurundan yalnız kendisine benzetilen ile yapılan istiare.Meselâ: Büyük âlimlere; ayaklı kütüphane veya yaşlı kimselere hayatının son baharında denilmesi gibi.

istibdad

  • Başlı başına olmak. Keyfî idare sistemi.
  • Zulüm ve tahakküm. İdaresi altındakilerin istemediği şeyleri yalnız kendi keyfine göre zorla ve zulümle yaptırmaya çalışmak. Kanun ve nizamlara bağlı olmayarak, çok defa da kanun namına kanunsuzluk yaparak, keyfi hükmünü icra ettirmek. Kimseyi

istid'a / istid'â / استدعا

  • Dilekçe. (Arapça)
  • Yalvararak isteme. (Arapça)

istifrad

  • Ayırma, tek tek yapma.
  • Yalnız tek başına.

istigase / istigâse

  • Şefâat dileme, yardım isteme; Allahü teâlâdan bir isteğin, dileğin yerine gelmesi için, Peygamberleri ve evliyâyı, sevdiği kullarını vesîle ederek (araya koyarak) isteme, yalvarma, duâ etme.

istiğfar

  • (Gufran. dan) Afv dilemek. Cenab-ı Hak'tan kusurlarının affedilmesini, günahlarının bağışlanmasını dilemek. Tevbe etmek. Yalvarmak. " Estağfirullâh" demek.

iştiha-i kazib / iştiha-i kâzib

  • Yalancı istek, arzu; gerçekte istenmeyen, arzu edimeyen.

iştiha-yı kazibe / iştihâ-yı kâzibe

  • Yalancı iştah.

iştiha-yı kazip / iştiha-yı kâzip

  • Yalancı iştah.

istiname

  • Uyur gibi görünme. Yalandan uyuma.

iştirakiyye

  • Komünistlerin bir nazariyesi olan sosyalistlik.

iştirakiyyun

  • Komünist sosyalistler.

istirca

  • (Recâ. dan) Yalvarma, dileme, rica etme.

istirham / istirhâm / استرحام

  • Merhamet istemek. Yalvarmak.
  • İzin istemek. Rica etmek.
  • Rica etme, yalvararak isteme. (Arapça)
  • İstirhâm etmek: Rica etmek, yalvararak istemek. (Arapça)

istirhamat

  • (Tekili: İstirhâm) İstirhâm etmeler, yalvarmalar, ricâ etmeler.

istirhamkar / istirhamkâr / استرحامكار

  • Yalvarırcasına. (Arapça - Farsça)

istiska / istiskâ

  • Kıtlık, kuraklık vaktinde, sahrâya çıkıp, yağmur yağdırması için Allahü teâlâya yalvarmak, duâ etmek. Yağmur duâsı.

istizae

  • (Ziya. dan) Işıklanma, aydınlanma, ziyalanma, nurlanma.

itikad-ı küfriye

  • Küfür itikadı, inkâra dayalı inanç biçimi.

iyal

  • (Bak: Iyâl)

iz'an-ı yakin / iz'ân-ı yakîn

  • Kesin delile dayalı olan sağlam inanç.

ızahet

  • (Çoğulu: Izât) Dikenli büyük ağaç.
  • Yalan, sihir, bühtan.

ızat

  • Yalan. Sihir. Bühtan.
  • Dikenli büyük ağaç.

izhaf

  • Yalan söyleme.
  • Hıyanet etme, verdiği sözünü tutmama.
  • Hayrette bırakma, şaşırtma.

izhar

  • Açığa vurma. Meydana çıkarma.
  • Göstermek. Zâhir ve âşikâre ettirmek.
  • Yalandan gösteriş.
  • Tecvidde, iki harfin arasını birbirinden ayırıp açarak ihfâsız, idgamsız olarak okumaya denir. Bu sıfatın harfleri Huruf-ı halk denilen harflerdir.

izhar-ı tecellüd

  • İnad edip kafa tutma, yalandan cesaretlilik gösterme.

kabli / kablî

  • İlke ve önceliğe âit. Hiçbir tecrübeye dayanmadan. Yalnız akıl ile.

kadı

  • Tanzimat'a kadar her türlü davaya, Tanzimat ile Medeni Kanun arasındaki dönemde ise yalnız evlenme, boşanma, nafaka, miras davalarına bakan mahkemelerin başkanları.

kadid / kadîd

  • Kurutulmuş et.
  • Pek zayıf, kuru ve çelimsiz insan.
  • Etleri dökülmüş olup yalnız kemikten ibaret olan gövde. İskelet.

kaf

  • Hayâlî bir dağ.

kalb-i hayal

  • Hayâlin, gerçekte carî olan şeyleri tersine çevirmesi.

kalbzen

  • Kalpazan. Sahte para basan. (Farsça)
  • Yalancı. (Farsça)

kalla'

  • Beylere koğuculuk yapan yalancı.
  • Halk içinde tanınmak için kendine bir alâmet yapan kimse.

kalp

  • t. Hileli. Sahte. Taklit.
  • Yalandan cesaret satan korkak adam.
  • Yalancı. Kendisine güvenilmez olan.

kanun-u tabiiye

  • Tabiî kanun; kâinatta ve sosyal hayatta doğal olarak yürürlükte olan kanun.

karh

  • Yaralama.
  • Hasta olmak.
  • Bedende çıkan yara.
  • Su olmayan yerde kuyu kazmak.
  • Yanlış ve yalanla hakkı değiştirmek ve battal etmek.

karv

  • Ağaç kadeh.
  • Köpek yalağı.
  • Hurma ağacının kökü.
  • Uzun havuz.
  • Hayanın derisi inip büyümek.
  • Kast.
  • Etraflıca araştırmak, tetebbu.
  • Bir kimsenin mesleğine girmek, onun yoluna süluk etmek.

kas'a-lis

  • Dalkavuk. Çanak yalayıcı.

kase-lis / kâse-lis

  • (Kâselis) Çanak yalayıcı. Çok yiyen, obur. Hırslı. (Farsça)
  • Dalkavukluk. Alçak huylu kimse. (Farsça)
  • Dilenci. (Farsça)

kase-lisan / kâse-lisan

  • (Tekili: Kâselis) Dalkavuklar, çanak yalayıcılar.

kaselis / kâselis / kâselîs / كاسه ليس

  • Çanak yalayıcı, dalkavuk.
  • Çanak yalayıcı.
  • Çanak yalayıcı. (Farsça)

kasr-ı hayal

  • Hayal sarayı.

kastar / kâstar

  • Yalancı, hilekâr. (Farsça)

kasti hüküm / kastî hüküm

  • Bir şeyin bizzat kendisi hakkında "bu doğrudur veya yalandır" şeklinde verilen hüküm; bilerek, birinci derecede karar konusu.

kasus

  • Yalnız otlayan deve.

katiüttariklik

  • Yol kesicilik, eşkıyalık.

katt

  • Kuru yonca.
  • Koğuculuk etmek, yalan söylemek, dedikodu yapmak.
  • Zeytin yağını fesliğen ile kokutmak.

kavanin-i içtimaiye / kavânin-i içtimaiye

  • Sosyal kanunlar.

kavanin-i umumiye-i içtimaiye / kavânin-i umumiye-i içtimaiye

  • Genel sosyal kanunlar, prensipler.

kavmi / kavmî / قومى

  • Kavme dayalı. (Arapça)

kayl

  • (Çoğulu: Akyâl) Ulu şerif kimse.
  • Öğle vakti şarap içmek.

kazib / kâzib / كاذب

  • Yalancı. Yalan söyleyen.
  • Yalancı.
  • Yalancı. (Arapça)

kazip / kâzip

  • Yalan.

kaziye-i mahsusa

  • Man: Mevzuu yalnız bir fertten ibaret olup da hüküm onun üzerine olan kaziyyedir. Buna Kaziye-i şahsiyye dahi denir. "İstanbul en büyük şehirlerin birincisidir" gibi.

kaziye-i muhayyele

  • Man: Kizb olduğu mâlum iken nefsin ya münbasit ya münkabız olduğu kaziyye. Hayali olan hüküm.

kazz

  • Okun yeleğini kesmek.
  • Yalnız, tek, ferd.

kefir

  • İnek ve deve sütlerinin mayalanmasından elde edilen tadı keskin alkollü bir içki.

kelce

  • Kile, mikyâl.

kemalat-ı nübüvvet / kemâlât-ı nübüvvet

  • Peygamberliğe âit üstünlükler olup, evliyâlığın çok yüksek makamlarından biri.

kemalat-ı vilayet / kemâlât-ı vilâyet

  • Evliyâlığa âit üstünlükler, olgunluklar.

kenbur

  • (Kenbure) Yalan, hile. (Farsça)

keniz

  • Esir kadın. Hayalık, câriye. (Farsça)

kenud

  • Çok küfran-ı nimet eden kimse. Çok levm ve küfreden cahud.
  • Birşey yetiştirilemiyen verimsiz arazi.
  • Kocasının hukukuna ve iyiliklerine küfran eden nankör kadın.
  • Yemeğini misafirden sakınarak yalnızca yiyen cimri.
  • Kölesini, uşağını çok döven kimse.

keramatü'l-evliyai hakkun / kerâmâtü'l-evliyâi hakkun

  • Evliyaların kerametleri doğru ve gerçektir.

kerempe

  • Yun. Denize doğru uzanan kayalık çıkıntı.
  • Dağın en yüksek yeri, tepesi.
  • Geminin baş tarafı.

kerkeç

  • Eskiden muhasara olunan kaleleri tazyik etmek ve top ve tüfekle dövmek için dışarısına yapılan kule ve tabyalar.

kerrubiyyun

  • (Mukarrebûn) Sadece ibadetle meşgul olan melekler. Allah'a en yakın olan melekler. Büyük melekler. Kerubiyyun yalnız hamele-i arştır diyenler olduğu gibi, Kerrubiyyun diyenler de olmuştur. Aslı Kerubiyun'dur.

keşfi / keşfî / كَشْف۪ي

  • Perdeli hakîkati görmeye dayalı.

kezeb

  • (Tekili: Kezub) Yalancılar.

kezub

  • Çok yalancı, aldatıcı. Daima yalan söyleyen.

kezzab / kezzâb / كذاب

  • Yalancı. Çok yalan söyleyen.
  • Çok yalancı, çok yalan söyleyen.
  • Yalancı.
  • Çok yalancı. (Arapça)

kezzab-ı bi-hicab / kezzab-ı bî-hicab

  • Utanmaz ve hayâ etmez yalancı.

kifaf-ı nefs

  • (Aslı: kefaf-ı nefs) Yalnız kendisi için yetecek kadar.
  • Ölmeyecek kadar olan rızık, gıda.

kil-u-kal / kîl-u-kâl

  • Dedi-kodu. Gîbet.Geçirme ömrünü mü'min, sakın ki, kîl-ü-kâl üzre! Sözün mânâsını anla, ne yürürsün hayâl üzre.

kilece

  • (Çoğulu: Kilecât-Keyalic) Arpa.
  • Kile, mikyal.

kiris

  • Yaltaklanma. (Farsça)
  • Aldatma, kandırma, hile yapma. (Farsça)

kıskanç

  • Allahü teâlânın başkasına ihsân ettiği nîmetin ondan alınmasını, onun elinden çıkmasını ve yalnız kendinde olmasını isteyen kimse.

kıyas-ı temsili / kıyâs-ı temsîlî / قِيَاسِ تَمْثِيلِي

  • Misal getirmeye dayalı kıyas.

kizb / كذب / كِذْبْ

  • Yalan. Yalan söyleme. (Sıdkın zıddı)
  • Yalan.
  • Yalan.
  • Yalan.
  • Yalan. (Arapça)
  • Yalan.

kompleks

  • Bir anda kavranamıyacak şekilde çeşitli sebeblerden, unsurlardan meydana gelmiş. (Fransızca)
  • Basit olmayan. Mürekkep. (Fransızca)
  • İnsanların davranışlarına, ruh hâllerine yön veren birbirine bağlı şuuraltı hayallerinin bütünü. (Fransızca)

konsolit

  • (Konsolide) Ana sermayenin ödeme tarihi belli olmayan ve yalnız faizi ödenen devlet tahvili. (Fransızca)

kuddus / kuddûs

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Azamet ve celâline, büyüklüğüne lâyık olmayan, noksanlık ve eksiklik getiren şeylerden, his organlarının anladığı, hayâl gücünün hayâl ettiği, hâtıra gelen ve düşünülebilen her türlü vasıftan ve özellikten münezzeh, pâk ve temiz olan.

küfr-ü inadi / küfr-ü inadî

  • İnada dayalı küfür.

küfr-ü mağrurane / küfr-ü mağrûrâne / كُفْرِ مَغْرُورَانَه

  • Gurura dayalı inkâr.

küfuf

  • (Tekili: Keff) Avuçlar, el ayaları.

kulüp / قُلُوبْ

  • Yalnız üye olanların girebildikleri belli gayelerle toplanılan yer.

kur'an-ı kerim / kur'ân-ı kerîm

  • Allahü teâlânın Cebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla Muhammed aleyhisselâma yirmi üç senede Arabça olarak indirdiği, bize kadar ilk nâzil olduğu şekilde tevâtürle, yalan söylemeleri mümkün olmayan üstün vasıflı insanların bildirmeleri ile gelen ve mushaf larda yazılı olup, okunması ile ibâdet edilen, hi

kurb-i velayet / kurb-i velâyet

  • Velâyet, evliyâlık yoluna âit yakınlık. Allahü teâlâdan gelen feyz ve bereketlere, arada vâsıta bulunmak sûretiyle kavuşma.

kürdistan

  • Kürdlerin oturdukları bölge.
  • İran'ın Ardelân eyaletinin eski adı.

kürsüf

  • Evlenmemiş (bâkire) kızların yalnız hayz zamânında, evli veya dul kadınların ise her zaman, edep yerine koydukları ve koku sürdükleri bez veya saf nebâtî pamuk.

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

kutbiyet

  • Büyük evliyalık.

kutbiyyet

  • Kutubluk denilen yüksek evliyâlık mertebesi.

kutta-i tarik

  • Yol kesenler, eşkiyalar, haydutlar.

kuvve-i hayal

  • Hayal gücü.

kuvve-i hayaliye

  • Hayal duyusu.

kuvve-i muhayyile / قوهء مخيله

  • Hayal gücü.

kuvve-i mütehayyile

  • Hissolunan şeyin gıyabında resim ve tasvir kuvveti. Hayâl kuvveti.

kuvve-i vahime / kuvve-i vâhime

  • Vehim ve hayâl duygusu. Kuruntu hâssesi.

küzebzib

  • Çok yalancı.

la'k

  • Yalamak.

labe / lâbe / لابه

  • Yalvarma, yaltaklanma, dalkavukluk etme. Acz gösterme. (Farsça)
  • Bu yolda söylenen söz. (Farsça)
  • Yalvarma. (Farsça)

lahi / lahî

  • Oyuncu.
  • Boşuna ve mânasız eğlenen. Oyalayan.

lahs

  • Yalamak.

lat'

  • Yalamak.
  • Ayağıyla bir kimsenin belinden aşağısına vurmak.

lauk

  • Yalanmış nesne.
  • Az, kalil.

lecn

  • Yalamak.
  • Deve için yem yapmak.

lecz

  • Köpeğin kab kacak yalaması.

leds

  • Yalamak.
  • Davarın ayağına nal vurmak.
  • Yırtık dikmek.

lehs

  • Yalamak.

lems

  • Yalamak.

lesb

  • Vurmak.
  • Yalamak.
  • Yapışmak. Cem'etmek, toplamak.

lesd

  • Yalamak. Emmek.

less

  • Yemek.
  • Yalamak.

levg

  • Ağızda bir cismi çiğneyip sonra dışarı tükürmek.
  • Yalamak.

leyal

  • (Tekili: Leyâli-Leyâil) (Leyl) Geceler.

liberal

  • Ferdî hürriyet lehinde, hürriyete elverişli. Ferdî teşebbüs ve hürriyet haklarını korumak için en iyi vasıta, devletin salâhiyyetlerini mümkün olduğu kadar tahdid etmek fikri. Rusya'daki dinsiz sosyalistliğin zıddı. (Fransızca)

lieclillah

  • Yalnız Allah için.

lika

  • Kavuşmak. Rast gelip buluşmak. Görüşmek. Yalnız görüşmek.
  • Yüz, sima, çehre.

lis

  • Yalayıcı, yalayan. Birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Kâse-lis : Çanak yalayıcı. Dalkavuk. (Farsça)

lisan-ı tazarru / lisân-ı tazarru

  • Yalvarma ve yakarış dili.

lu'betbaz / lu'betbâz

  • Hayâl oyunu veya kukla oynatan. Oyuncu. (Farsça)

lü'lü'

  • İnci.
  • Parlak. Ziyalı. Kıymetli.

luka incili / luka incîli

  • Meşhûr dört İncîl'den biri. Antakyalı papas Luka tarafından yazıldığı için bu ad verilmiştir. Şimdi elde bulunan İncîllerin en yanlış olanıdır.

ma'nevi tevatür / ma'nevî tevâtür / مَعْنَو۪ي تَوَاتُرْ

  • Yalan üzerine birleşmesi imkânsız olan bir topluluğun aynı hâdiseyi farklı tarzlarda haber vermesi.

ma'şer

  • Cemâat, müttehid cemâat. Birinin ehil veya iyâli. İns ve cin cemaatı.
  • Bölük, topluluk.

ma-i mutlak / mâ-i mutlak

  • Yaratıldıkları hâl üzere olan yâni ismi yanında başka kelime söylenmeyen, yalnız su denilen sular.

maddeperest

  • Maddeci, materyalist.

maddi / maddî / مادی

  • Madde ile ilgili. (Arapça)
  • Materyalist. (Arapça)

maddi felsefe / maddî felsefe

  • Aklı esas alıp herşeyi maddî ölçülere göre değerlendiren düşünce sistemi; materyalist felsefe.

maddiyun

  • Materyalistler, herşeyi madde ile açıklamaya çalışanlar.

maddiyun fikri

  • Maddecilik, materyalizm.

maddiyunluk

  • Materyalizm; herşeyi madde ile açıklamaya çalışma.

maddiyunun dinsizliği

  • Materyalistlerin dinsizliği; herşeyi madde ile açıklamaya çalışanların dinsizliği.

maddiyye / مادیه

  • Madde ile ilgili. (Arapça)
  • Matetaryalist. (Arapça)

maddiyyun

  • Maddenin ezelî ve ebedî olduğuna inananlar, materyalistler.
  • Maddeciler, materyalistler.

maddiyyunluk

  • Maddecilik, materyalizm, herşeyi madde ile açıklamaya çalışma gayreti.
  • Maddecilik, materyalizm, maddeden başka her şeyi inkâr eden dinsiz felsefeciler.

maden-i hayat-ı içtimaiye / mâden-i hayat-ı içtimaiye

  • Sosyal hayatın madeni, kaynağı.

mahayil

  • Alâmet, işaret.
  • (Tekili: Mahile) Hayâl eserleri.

mahs

  • Hayaları çıkarılmış. İğdiş edilmiş.

mahsus

  • Ayrılmış, tâyin edilmiş.
  • Herkese âit olmayıp bazılara âit olmuş olan. Yalnız birine âid olan. Hususileşmiş. Müstakil.
  • Bile bile, istiyerek.
  • Yalandan, şakadan, lâtife olarak.

mahz-ı emir

  • Sadece ve yalnız emir.

mahza

  • Ancak. Yalnız. Tek.
  • Sâde. Hâlis. Katıksız. Tam.

mahzan

  • Ancak. Yalnız. Sadece. Tek.

mahzen

  • Yalnız, ancak, tek.

mail / maîl

  • Ehil, iyal, çoluk çocuk.

makam-ı içtimai / makam-ı içtimaî

  • Sosyal statü, mevki.

makam-ı niyaz

  • Dua etme, yalvarıp yakarma makamı.

mal-i hulya

  • Vesvese, kara sevdâ, kuruntu, boş hayaller. (Farsça)

malihülya / mâlihülyâ

  • Boş hayâller, kara sevda.

manevi tevatür / mânevî tevatür

  • Yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun bir hadis-i şerifi mânâ yönünden aktarması veya aktarılırken susmak suretiyle doğruluğunu tasdik etmesi.

maneviyat / معنویات

  • Manaya dayalı şeyler. (Arapça)
  • Moral değerler. (Arapça)

manzara-i hayal

  • Hayal manzarası, insanın kafasında tasarlayıp canlandırdığı manzara.

maraz-ı hayali / maraz-ı hayalî

  • Hayalî hastalık.

maraz-ı içtimai / maraz-ı içtimaî

  • Sosyal hastalık.

masbug

  • (Çoğulu: Mesâbig) Boyalı, boyanmış. Mülevven.

maslahat-ı hayat-ı içtimaiye

  • Sosyal hayata faydalı şey.

maslahat-ı vasia-i içtimaiye / maslahat-ı vâsia-i içtimaiye

  • Geniş toplumsal yarar, geniş sosyal fayda.

maslak

  • Su yolu üzerinde bulunan su haznesi.
  • Dâima akan su borusu.
  • Büyük yalak.

matbaa-i hayal

  • Hayal matbaası.

math

  • El ile vurmak.
  • Yalamak.
  • Birbiri ardınca sulamak.

maye

  • Damızlık.
  • Esas. Temel.
  • Bir şeyin mayalanması ve ekşimesi (tahammürü) için konulan madde.
  • Para, mal. İktidar. Güç.
  • İlim.
  • Dişi deve.

mayedar / mâyedar / مایه دار

  • Mayalı. (Farsça)
  • Paralı. (Farsça)
  • Mal sahibi. (Farsça)
  • Güçlü. (Farsça)

mazanne-i hayr

  • Kendisinden yalnız iyilik umulan kimse.

mazarrat-ı mevhume

  • Gerçekte var olmayan, hayalî zararlar.

mazi-i nakli / mazi-i naklî

  • Yalnız işitilen bir şeyi anlatan fiil sigası. "Nuri gelmiş" gibi.

meclis-i halvet / مَجْلِسِ خَلْوَتْ

  • Yalnızlık meclisi.

mecmu-u kavanin-i itibariye / mecmu-u kavânin-i itibariye

  • Varsayıma dayalı kanunlar bütünü.

medar-ı sıdk ve kizb

  • Doğruluk ve yalana zemin oluşturacak şey.

medine-i fazıla-i hayaliye / medîne-i fâzıla-i hayaliye

  • Hayalî fazilet şehri; Eflâtun'un felsefesinde hayal ettiği fazilet şehri.

medine-i fazilet-i eflatuniye / medine-i fazilet-i eflâtuniye

  • Eflâtun'un faziletli şehri; Eflâtun'un felsefesinde tarif ettiği, ancak hayalde mümkün olabilen fazilet şehri.

mekayil / mekâyil

  • (Tekili: Mikyâl) Ölçekler, tahıl ölçekleri, kileler.

mekur

  • Hileci, yalancı, dolandırıcı.

mekzebe

  • Yalan söz, doğru olmayan kelâm. Palavra.

mekzube

  • Palavra, yalan söz.

mel'ub

  • Salyalı ağız.

melazz

  • (Tekili: Melzuz) Yalancı, kezzab. Leziz nesneler, lezzetli şeyler.

melekut alemi / melekût âlemi

  • Gözle görülmeyen âlem, ruh ve mânâ âlemi. Buna yalnız Melekût da denir.

mellah

  • Dalkavukluk eden, yaltaklanan. Tez tez yürüyen, hızlı yürüyen.

mels

  • Yalan vâde, yalan söz.
  • Güzellik, hüsün.

melsun

  • (Çoğulu: Melâsin) Yalancı, kezzâb.

menafi-i eşya / menâfi-i eşya

  • Eşyaların, varlıkların faydaları.

menba-ı hayat-ı içtimaiye

  • Toplumsal ve sosyal hayatın kaynağı.

meratib-i velayet / merâtib-i velâyet

  • Evliyalık, velîlik mertebeleri, dereceleri.

merdud-üş şehadet / merdud-üş şehâdet

  • Şahitlikleri kabul edilmiyenler.
  • Fâsık, yani devamlı günah işleyenler, yalan söyleyenler, müslümanları aldatan kimseler merdud-üş şehâdettir.

merdum-girizane / merdum-girîzâne

  • İnsanlardan sıkılarak, kalabalıktan hoşlanmayıp yalnızlık isteyerek.

merdümgiriz

  • İnsanlardan sıkılan, yalnızlığı seven.
  • İnsanlardan sıkılan, kalabalıktan hoşlanmayıp yalnızlık isteyen.

merdümgirizane

  • Kalabalıktan sıkılıp yalnızlık isteyerek.

merdümgirizlik

  • İnsanlardan sıkılganlık, kalabalıktan hoşlanmayıp yalnızlık isteme hâli.

meşhur hadis

  • İlk asırda âhâdî (bir Sahabî tarafından rivayet edilmiş) iken, ikinci asırda meşhur olan ve yalanda birleşmeleri mümkün olmayan topluluk tarafından rivâyet edilen hadis.

meslek-i küfri / meslek-i küfrî

  • Allah'ı inkâr etmeye dayalı yol, metod.

meşşaiyyun

  • Meşşâiler. Derslerini gezerek veren, peygamberlere uymayarak yalnız akıl ve fikir ile hakikatı bulmaya çalışan ehl-i dalâlet. Dinsizlik yolunu açanlar, sadece akla itimad eden ve vahye tâbi olmayan imânsızlar.

mevcud-u harici / mevcud-u haricî

  • Varsayıma dayalı olmayıp dışta maddi varlığı bulunan şey.

mevhum / mevhûm / موهوم

  • Vehmolunmuş, aslı esâsı yokken zihinde kurulmuş olan, kuruntuya dayanan. Hayâlî.
  • Vehmedilmiş, asılsız, kuruntuya dayalı. (Arapça)

mevhume

  • Vehim, kuruntu ve hayâl nev'inden bir şey.

mevki-i içtimai / mevki-i içtimaî

  • Sosyal mevki, makam.

mevleviyyet

  • Mevlevilik. Mevlevi tarikından olmak.
  • Mollalık.
  • Müderrislikten sonra gelen ilmiye sınıfından oluş.
  • Eyâlet kadılığı; yani, bir eyâletin bütün hukuki ve kazai işlerine bilfiil bakan kadı. "Mevâli" de denir.

mevsuk / mevsûk / مَوْثُوقْ

  • Güvenilir, belgeye dayalı.

mevzu ehadis / mevzu ehâdis

  • Uydurma hadisler; yalan olduğu halde Peygamber Efendimize (a.s.m.) dayandırılan uydurma söz.

mevzuat

  • (Uydurma hadisler) Yalan olduğu halde Hz Peygambere dayandırılan uydurma sözler.

meyn

  • (Çoğulu: Müyun) Yalan. Yalan söyleme.

meyyan

  • Yalancı.

mezza'

  • (Çoğulu: Mezâyi) Koğucu.
  • Yalan.
  • Sırrını gizlemeyen kişi.

mi'vel

  • (Çoğulu: Meâvil) Büyük taşları ve kayaları parçalamaya yarıyan sivri kazma.

mi'yar / mi'yâr

  • Ölçü âleti.
  • Kendisinde yalnız bir vâcibin (farzın) edâ edildiği, başka bir vâcibin edâ edilemediği vakit.

mimsah

  • Yalancı.

minhac-ı hadsi-i ilhami / minhâc-ı hadsî-i ilhamî

  • İlhâmın hadsî, sezgiye dayalı metodu.

mitin

  • Taşları kayaları paçalamada kullanılan büyük çekiç. (Farsça)

mu'cizat

  • Mu'cizeler. Allah tarafından verilip, yalnız peygamberlerin gösterebilecekleri büyük harika işler.

mu'cize-i mütevatire

  • Yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan mu'cize.

muabbir

  • (İbâret. den) Rüyâ tabir eden. Görülen rüyalardan mânâ çıkaran.

muabbirin / muabbirîn

  • (Tekili: Muabbir) Görülen rüyalardan mânâ çıkaranlar. Rüya tabir eden kimseler.

muahede-i ticari / muahede-i ticarî

  • Yalnız ticâret işleriyle alâkalı olmak üzere devletler arasında yapılan andlaşma.

muavvık

  • Ta'vik eden. Geriye bırakan. Oyalanan.

mübahe

  • Yalan söylemek.

mubikat-ı seb'a

  • İnsanı felâkete götüren yedi kebâir, yedi büyük günah: Katil, zinâ, şarab içmek, ukuk-ı vâlideyn (yâni; sılâ-yı rahmi terk), kumar oynamak, yalan şâhidliği, dine zarar verecek bid'alara tarafdarlık.

mübtehil

  • Yalvaran. Dua ederek dileyen.

mücerred

  • (Çoğulu: Mücerredât) Yalnız, tek.
  • Hâlis, saf, katışıksız, karışık olmayan. Tek başına.
  • Çıplak, soyulmuş.
  • Tek başına yaşayan, evlenmemiş, bekâr.
  • Edb: Kur'ân yazısında noktasız harflerle yazılı mensur veya manzume. Bu şekil yazıya mahzuf veya mühmel de denir.

mücevher

  • Cevher ile süslenmiş. Elmaslı. Çok kıymetli.
  • Mc: Kıymetli fikir veya söz.
  • Edb: Yalnız noktalı olan harfleri, ebced hesabına göre sayıldığı zaman, tarih çıkan beyt veya mısra.

müdaheneci / müdâheneci

  • Dalkavuk, yaltakçı.

müdahin

  • Dalkavuk. Yüze gülen. Birisini yalandan yüzüne karşı medheden. Menfaat koparmak için dostluk eden.

müdelles hadis / müdelles hadîs

  • Resûlullah efendimizin hadîs-i şerîflerini toplama işinde, baştan yalnız birinci râvisi (rivâyet edeni, nakledeni) bildirilmeyen hadîs.

müfred

  • (Müfret) Tek, yalnız. Müteaddid olmayıp yalnız birden ibaret olan.
  • Basit, mürekkeb olmayan.
  • Gr: Yalnız bir şey veya şahsa işaret eden veya bire mahsus olan kelime. Cemi veya tesniye olmayan.
  • Edb: Başı ve sonu olmayan tek ve kafiyesiz beyit.
  • Tek, yalnız, basit, tekil.
  • Tek, yalnız.

müfrid

  • (Ferd. den) Tek başına, yalnız bırakan.

müfrid hacı

  • İhrâma girerken ömreye niyet etmeyip yalnız hac yapmağa niyet eden kimse.

muhalli / muhallî

  • Süslendiren, yaldızlayan.

muhammer / مخمر

  • (Hamr. dan) Mayalanmmış, ekşiyip kabarmış.
  • Yoğurulmuş.
  • Mayalı. (Arapça)

muhammir

  • (Hamr. dan) Tahmir eden. Mayalayan. Ekşitip kabartan. Yoğuran.

muhannet

  • Mumyalanmış, tahnit edilmiş.

muhannit

  • Mumyalayan, tahnit eden.

muhavere-i temsiliye

  • Diyalog tarzında kıyaslamalı benzetme.

muhayyel / مخيل

  • Tahayyül edilmiş. Hayâl olarak düşünülmüş. Zihinde tasarlanmış.
  • Hayâl edilmiş.
  • Hayal edilen. (Arapça)

muhayyelat

  • (Tekili: Muhayyele) Hayâl edilmiş olan şeyler. Muhayyel olan şeyler.

muhayyil

  • Tahayyül eden. Hayal kuran. Zihinde olmayacak şeyleri düşünen.

muhayyile / مخيله

  • Kuvve-i hayâliye. Hayâl kurma merkezi. Zihinde bulunan hayal kuvveti.
  • Hayal gücü, hayal duygusu.
  • Hayâl kuvveti.
  • Hayal gücü. (Arapça)

muhit-i içtimai / muhit-i içtimaî

  • Sosyal çevre.

muhtelik

  • Yalancı. Yalan uyduran.

muhtemer

  • Mayalandıran. Ekşiyip kabartan.

muhtemir

  • (Hamr. dan) Mayalanan. Mayalanarak ekşiyip kabaran.
  • Örtü ile örtünen. Yaşmaklanan.

muil / muîl

  • Evlâd ü iyâli, yâni çoluk çocuğu çok olan kimse.

mükabir / mükâbir

  • Büyüklük taslayarak doğruyu kabul etmeyen; göz göre göre yalanlayan.

mukallidin-i maddiyyun / mukallidîn-i maddiyyun

  • Materyalistlerin taklitçileri, taklitçi materyalistler, maddeciler.

mukarreb

  • Yakınlaştırılmış.
  • Cennette dereceleri en yüksek olan.
  • Tasavvufta, nefslerinin sevgisinden kurtulmuş, kalbinde Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmayan, yalnız Allahü teâlâyı isteyen.

mükazebe / mükâzebe

  • (Kizb. den) Karşılıklı olarak yalan söyleme.

mükezzib

  • Tekzib eden. Yalanlayan, yalan çıkaran.
  • Tekzib eden, yalanlayan.
  • Yalanlayan.

müleffak

  • (Telfik. den) Düzme, uydurma, yalandan, sahte.
  • Yaldızlama.

mülevven

  • Renk renk olan. Boyalı, renkli. Çeşit çeşit boyalı.

mümerred

  • Yüksek, mürtefi.
  • Duvarları yalçın kaya gibi olan düz bina.

mümevveh

  • Vehmî, hayâlî.

mümevvehat / mümevvehât

  • Hayâli, görünüşe göre haklı olanlar.

mün'akide yemini / mün'akide yemîni

  • İleride yapacağım veya yapmıyacağım diyerek yalan yere yemîn.

münacat / münâcat / münâcât

  • Allah'a yalvarmak. Duâ. Allah'tan necat için dua.
  • Yalvarmak için yazılan duâ veya manzume.
  • Sürurlaşmak, neşelenmek.
  • Dua etme, yalvarma.
  • Divan edebiyatında Allah'a dua için yazılan manzume çeşidi.
  • Dua, kurtuluş için Allaha yalvarma.
  • Allahü teâlâya duâ etmek, yalvarmak.

münacat-ı maneviye / münâcât-ı mâneviye

  • Mânevî dua, yalvarış.

münacat-ı meşhure / münacât-ı meşhûre

  • Allah'a yalvarıp yakarılan ve herkes tarafından bilinen dua.

münacat-ı rahman

  • Rahman'a yalvarmak. Cenab-ı Hakk'a dua ve niyazda bulunmak.

münafık

  • İki yüzlü, araya nifak sokan. Fitnekâr.
  • Ahdini bozan, yalan söyleyen, hıyanet eden.
  • Görünüşte müslüman olup hakikatte kâfir ve düşman olan.

münasebet-i hayaliye

  • Hayalî münasebet, bağlantı.

münasebet-i intisabi / münasebet-i intisabî

  • Bağlanmaya dayalı ilişki.

münazara-i faraziye

  • Varsayıma dayalı tartışma.

münferid

  • (Münferit) Tek başına, tek, yalnız, kendi başına.
  • Hapishânede tek kişilik hücre.
  • Yalnız olan, tek, ayrı, kendi başına.
  • Tek, yalnız.

münferiden

  • Tek tek, yalnız olarak, ayrı ayrı, birer birer.

münferit

  • Tek, yalnız, tek başına.

münhasır

  • (Hasr. dan) Belli bir sınır içinde olup harice tecavüz etmeyen, inhisar eden, her yanı çevrili.
  • Yalnız bir kimseye veya bir şeye mahsus olan.
  • Yalnız birinin olan, özel olarak ayrılan.

münhasıran

  • Hususi olarak, sadece, yalnız olarak, özellikle.
  • Yalnız birine özgü olmak üzere, özel olarak.

münhemir

  • Akıcı, seyyal.
  • Dökülen. Yıkılıp viran olmuş.

müntebiz

  • Safın arkasında yalnız duran kişi.

münzevi / münzevî / مُنْزَو۪ي

  • Yalnız başına çekilip kimse ile görüşmeyen, çekilip tek başına bir tarafta duran.
  • Yalnızlık içinde ibadet eden.
  • Yalnız yaşayan.
  • Yalnızlığa çekilen.

münzeviyane

  • Yalnız yaşayarak.

murassaat / murassaât

  • Yaldızlar, süsler, işlemeler.

mürcif

  • Fitneci, yalancı.
  • (Recefe. den) Fitne ve fesad için iftiralar ve yalan haberler neşrederek ortalığı karıştıran. Yalancı.
  • Mutlak bir şey ile meşgul olan.
  • Yer sarsıntısı. Zelzele.

mürşid-i kamil / mürşîd-i kâmil

  • Tasavvufta kemâle gelmiş, olgunlaşmış, evliyâlık mertebelerinin sonuna ulaşmış, kâbiliyeti olanları bu yolda yetiştiren rehber zât.

musabbag

  • Boyalı, boyanmış.

musavvire

  • Tasvir edilmiş. Suretlenmiş. Şekli çizilmiş.
  • Kuvve-i hayâliye.

musaykal

  • Cilâlı. Parlak. Yaldızlı. Perdahlı.

müsellim

  • (Selm. den) Teslim eden, veren.
  • Tar: Eyalet valileriyle sancak mutasarrıflarının uhdelerinde bulunan yerlerin idaresine memuR edilen kimseler. Vali ve mutasarrıflardan uhdesine tevcih olunan iki yerden mühim olanında kendisi oturur, diğerini gönderdiği adam idare ederdi. Yine bunlar

müseyleme

  • (Adı: Müseylemet-ül-kezzâb olan) Yalancı Müseyleme, Arabistan'da Asr-ı Saadette Yemame'li bir yalancı, peygamberlik iddia ederek maskara olmuş, Hicri onbirinci yılda öldürülmüştür.

müseylime

  • Peygamberlik dâvâ eden yalancının adı.

müstakillen

  • (Kıllet. den) Yalnız, ancak.
  • Başlı başına olarak, kendi başına, bağımsız olarak.

müstenid

  • Dayalı, dayanmış.

müsterca

  • (Reca. dan) Rica edilmiş, yalvarılmış.
  • Umulmuş, ümid edilmiş.

müsterham

  • İstirham olunmuş, niyaz olunmuş, yalvarılmış bulunan.

müsterhim

  • (Rahm. dan) İstirham eden, niyaz eden, yalvaran. Merhamet dileyen.

müsterhimane / müsterhimâne

  • İstirham edene, yalvarana, merhamet dileyene yakışır şekilde, yakışır halde. (Farsça)
  • Yalvararak, merhamet dileyerek.

müsteşfi'

  • Bağışlanmasını dileyen, affını isteyen. Şefaat için yalvaran.

mutalla

  • (Tılâ. dan) Yaldızlanmış, yaldızlı.

mutasavver

  • Hayal edilen.

mutasavvere

  • Hayalen, tasavvur ederek.

mutatabbib

  • (Tıbb. dan) Yalandan hekim. Doktorluk taslıyan.

mutazarrı'

  • Tazarru eden. Alçak gönüllülük eden.
  • Bir şeye gizlice varıp yaklaşan.
  • Can ve gönülden tezellül ile yalvaran.
  • Noksan ve kusurlarını bilerek kibirden, büyüklenmekten çekinip tevazu eden.

mutazarrıane / mutazarrıâne

  • Kendi kusurlarını bilerek, ihtiyacını anlayarak, tevazu ile niyaz ederek, yalvararak. (Farsça)

mutazarriin / mutazarriîn

  • (Tekili: Mutazarrı') Yalvaranlar, tazarru' edenler, yalvarıp yakaranlar.

müte'al / müte'âl

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Düşünülebilen, akla gelen, hayâl edilebilen her şeyden başka bunlardan pâk, temiz ve yüce olan.

müteavvik

  • Geciken, eğlenen, oyalanan.

mütebahhirin

  • Deryalar gibi geniş ilim sahibi âlimler.

mütebasbıs / متبصبص

  • (Basbasa. dan) Yaltaklanan, tabasbus eden.
  • Yaltaklanan.
  • Yaltakçı, yardakçı. (Arapça)

mütebasbısane / mütebasbısâne

  • Yaltaklanarak, tabasbus ederek. (Farsça)

mütebasbısin / mütebasbısîn

  • (Tekili: Mütebasbıs) Yaltaklananlar, tabasbus edenler.

müteferrid

  • (Çoğulu: Müteferridîn) (Ferd. den) Tek ve yalnız olan. Eşi benzeri olmıyan.
  • Kendi başına idare olan.

müteferridane / müteferridâne

  • Tek ve yalnız olarak. Teferrüd ederek. (Farsça)

müteferridin / müteferridîn

  • (Tekili: Müteferrid) Tek ve yalnız olanlar. Eşi, benzeri ve emsâli bulunmıyanlar.
  • Kendi başına idare olanlar.

mütehammir

  • Tahammür eden, ekşiyen. Mayalanan.
  • Ekşiyen, mayalanan.

mütehatir

  • Birbirini yalanlayan, tekzib eden.

mütehayyel

  • Hayâl edilen.
  • Hayal edilen şey.
  • Hayal edilen şey.

mütehayyelat / mütehayyelât

  • (Tekili: Mütehayyel) Hayal edilen şeyler.
  • Hayal edilen şeyler.

mütehayyil

  • Hayâl kuran.
  • (Hayal. den) Kuvve-i hayaliyeden geçiren, hayal kuran. Bir şeyi görüp gözetici, idrak edici olan.

mütehayyilane / mütehayyilâne

  • Hayal ve düşünceye dalarak, hayâl kurarak. (Farsça)

mütehayyile

  • Beyinde hayal kurma merkezi.
  • Hayal gücü.

mütekavvil

  • (Çoğulu: Mütekavvilîn) (Kavl. den) Yalan uydurup söyleyen.

mütekavvilin / mütekavvilîn

  • (Tekili: Mütekavvil) (Kavl. den) Mecbur olmadığı halde kendiliğinden yalan söyleyenler.

mütekellim-i vahde

  • Konuşan kimsenin yalnız kendine ait fiili gösteren kelimelerin sigasıdır. Baktım, görüyorum, gezmişim, oturacağım gibi.

mütemahhil

  • Hayal eden.

mütemarız / mütemârız

  • Kendini hasta gösteren, yalandan hasta olan.

mütemarızane / mütemârızâne

  • Yalandan hastalanarak. (Farsça)

mütemarızin / mütemârızîn

  • (Tekili: Mütemârız) Hasta gibi görünenler, yalandan hasta olanlar.

mütemellık

  • (Melık. dan) Alçakçasına yalvaran, yaltaklanan.

mütemellıkane

  • Yaltaklanarak. Alçakcasına yalvararak. (Farsça)

mütemevvin

  • İyâline çok nafaka veren. Ailesine, çoluk çocuğuna iyi bakan.

mütenavim

  • (Çoğulu: Mütenavimîn) (Nevm. den) Uyur gibi görünen. Yalandan uyuyan.

mütenavimin / mütenavimîn

  • (Tekili: Mütenavim) Uyur gibi görünenler. Yalandan uyuyanlar.

mütercim-i hayali / mütercim-i hayâlî

  • Hayalî tercüman.

müterecci

  • Yalvaran, ümid edip isteyen, rica eden.

mütesakıl

  • Üşenip ağırlaşan.
  • Muhârebeye girmeye teşvik edilmiş iken oyalanıp kalan.

mütevatir / mütevâtir

  • Yalan üzere anlaşmaları mümkün olmayan cemaatler tarafından rivayet olunan haber.
  • Çok kimselerin naklettikleri haber. Yaygın haber. Herkesin veya alâkadarların işitip doğruluğunu kabul ettikleri kat'i, şüphesiz, sağlam haber. Yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir cemaatın bir hâdise hakkında verdikleri haber.
  • Yalanda birleşmeleri mümkün olmayan toplulukların birbirinden aktardığı haber veya hadis.
  • Yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluğun bir olay hakkında verdikleri kesin haber.

mütevatir hadis / mütevatir hadîs

  • Yalanda birleşmeleri mümkün olmayan toplulukların birbirinden ve ilk topluluğun da Peygamber Efendimizden (a.s.m.) aktardığı hadîs.

mütevatir-i bilmana / mütevâtir-i bilmâna

  • Mânevî tevatür; yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun bir haberi, olayı veya hadis-i şerifi mânâ yönünden aktarması veya aktarılırken susmak sûretiyle doğruluğunu tasdik etmesi.

mütevekkilane / mütevekkilâne

  • Tevekkül ederek, yalnızca Allah'a dayanıp güvenerek.

mutezirane / mutezirâne

  • Özür dileyerek. Kusurunu kabul edip yalvarırcasına. (Farsça)

mutlak

  • Salıverilmiş. Itlak olunmuş. Serbest.
  • Kat'i. Şüphesiz.
  • Aslâ bir şarta bağlı olmayan. Yalnız, tek.

mutlak vilayet / mutlak vilâyet

  • Evliyâlık.

muvahhiş / مُوَحِّشْ

  • Korkutan, ruha yalnızlık hissi veren.

müyun

  • Yalanlar, uydurmalar. Yalan söylemeler.

muzahraf

  • Sahte yaldızlı, yalancı süslü olan.

müzahraf / مُزَخْرَفْ

  • Sahte yaldızla süslü pislik.

müzahref

  • Boya. Yaldız gibi, sahte yalancı. Yaldız.
  • Süprüntü, pislik, çöp.

müzahrefat / müzahrefât

  • Gayr-i hâlis. Yaldızlı.
  • Dünyanın daima değişen ve zail olan ziynetleri.
  • Süprüntüler, pislikler.

müzehheb / مذهب / مُذَهَّبْ

  • Altından yapılmış; altın suyu ile süslenmiş, yaldızlanmış.
  • Yaldızlanmış, yaldızlı, altın sürülmüş.
  • Yaldızlı.
  • Altın yaldızlı. (Arapça)
  • Altınla yaldızlanmış.

müzehhebe

  • Yaldızlanmış, parlatılmış.

müzehhep

  • Yaldızlanmış, altın suyuna batırılmış.

müzehhib

  • Yaldızcı.
  • Yaldızcı. Yaldız yapan, tezhibci.

müzevvir

  • Yalancı, dolandırıcı, arabozucu.
  • Yalancı, arabozucu.

na-mutasavver

  • Hatır ve hayale gelmez. (Farsça)

nakıs

  • Noksan, eksik. Tamam olmayan. Gr: Yalnız son harfi harf-i illet olan kelime gibi.
  • Mat: Eksi. Negatif.

nakiş

  • Parça parça ve dağınık olan eşyaların bir yerde veya bir çuval içinde toplanması.
  • Benzer, misil.

nakli / naklî

  • Nakle dayanan, kitap ve sünnete dayalı olan.
  • Taşıma ile ilgili.

nakli delil / naklî delil

  • Şer'î hükümler için naklî delil esastır. Yalnız akıl ile din namına hüküm getirilmez ve böyle bir hükmün dinle alâkası olmaz. Dinî meselelerde aklın ve ilmin vazifesi; dinî hükümlerdeki hikmetleri ve hakkaniyet delillerini görüp izhar etmektir. Kur'anın bazı âyetlerinde yapılan akla havaleler ve Kur

nassiye

  • (yun: Dogmatizm) Fls: Bir görüşün doğruluğuna peşin olarak inanan ve bu inanışlarını tenkide tabi tutmayanların düşünüş tarzı. Son heceleri .. izm ile biten görüşler, taraftarlarınca peşin olarak kabul edildiklerinden birer dogmatik görüş örneğidir. Meselâ; komünizm, materyalizm, darvinizim, birer d

naz

  • Bir şeyi beğenmeyiş, şımarıklık. (Farsça)
  • Beğendirmek maksadiyle kendini ağır satmak. (Farsça)
  • Celb-i muhabbet için edilen nezâket, letâfet ve zarafet. (Farsça)
  • Yalvarma, rica. (Farsça)

naz-niyaz

  • Dua, yalvarış.

nazar-ı hayal

  • Bir meseleye hayalen bakmak.

nazari / nazarî

  • Nazara ve düşünceye ait. Yalnız görüş ve düşünce hâlinde bulunan ve tatbik edilmemiş hâlde olan bilgi.

nazariye

  • Yalnız görüş ve düşünce halinde olup uygulanmamış bilgi.

neciyya

  • (Münâcât. dan) Gizli yalvararak, gizli söyleyerek.

neec

  • Yel esmek, rüzgâr esmek.
  • Yalvarmak, tazarru etmek.

nefs-ül-emr

  • Hayâl, düşünce olmayan, zihnin hâricinde kendisi var olan, hakîkat.

nefsi nefsi / nefsî nefsî

  • "Benim nefsim", "nefsim nefsim" mânâsına yalnız kendini düşünmeyi ve kendisiyle olan alâkayı ifâde eden bir tâbir.

nemçe

  • Tar: Osmanlılar tarafından Avusturya ve Avusturyalı mânasında kullanılan bir tâbir idi.

neşriyat-ı kazibe / neşriyât-ı kâzibe

  • Yalandan, uydurma sözler.

nevadir / nevâdir / نوادر

  • Nadir olan değerli eşyalar. (Arapça)

nigahdaşt / nigâhdâşt

  • Kalbde yalnız Allahü teâlâyı anıp, O'ndan başka her şeyi unutma hâlinin devâmını muhâfaza.

nikabe

  • Kâhyalık.
  • Ululuk.

niran

  • (Tekili: Nur ve Nâr) Nurlar, ziyalar. Ateşler, nârlar.

niyaz / niyâz / نياز / نِيَازْ

  • Yalvarma, yakarma. Dua. (Farsça)
  • Rağbet ve istek. (Farsça)
  • Hâcet, ihtiyaç. (Farsça)
  • Yalvarma, yakarma, dua.
  • Rağbet ve istek.
  • Hacet, ihtiyaç, gereksinme.
  • Yalvarma, yakarma, dua.
  • Yalvarma, yakarma, dilekte bulunma, isteme.
  • Yalvarma, yakarış.
  • Yalvarma. (Farsça)
  • Dua. (Farsça)
  • Niyâz etmek: (Farsça)
  • Yalvarmak. (Farsça)
  • Rica etmek. (Farsça)
  • Yalvarma.

niyaz etmek

  • Dua etmek, yalvarıp yakarmak.

niyaz-ı ruh

  • Ruhun yalvarıp yakarması.

niyazdar / niyâzdâr

  • Dua eden, yalvarıp yakaran.
  • Yalvaran.

niyazkar / niyazkâr

  • Yalvarıp yakaran. Dua eden. İhtiyacı olan. (Farsça)

niyazkarane / niyazkârâne

  • Yalvararak, niyaz ederek.
  • Muhtaç olarak, muhtaçlıkla.

niyazmend

  • (Çoğulu: Niyazmendân) İhtiyacı olan, muhtaç. (Farsça)
  • Yalvaran, yakaran, niyaz eden. (Farsça)

niyet-i halisane / niyet-i hâlisâne

  • Samimi niyet; her türlü iş ve hareketlerinde yalnızca Allah rızasını gözetme niyeti.

nizam-ı içtimai / nizam-ı içtimaî

  • Toplumsal, sosyal düzen.

nümayiş / nümâyiş

  • Gösteriş, görünüş, miting.
  • Yalandan gösteriş, göz boyama.

nur-u tarikat

  • Tasavvufa dayalı, mânevî derecelere ulaşmayı esas alan yol ve yöntemlerin aydınlığı, güzelliği.

nüzul / nüzûl

  • İnmek. Tasavvuf yolunda ilerleyerek, sebebler âlemini görmeyip yalnız sebeblerin sâhibini yâni Allahü teâlâyı bilme hâline ulaşan bir velînin insanları irşâd ve terbiye için, tekrar sebebler âlemine inmesi.

ömer hayyam

  • Çadırcı Ömer mânâsında olan bu kelime, İran'ın meşhur hayâlperest ve içkiden çok bahseden bir şâirinin adıdır.

özr sahibi / özr sâhibi

  • Bir namaz vakti içinde yâni namaz vaktinin başından sonuna kadar, abdest alıp yalnız farzı kılacak kadar bir zaman, abdestli kalamayan yâni idrâr ve başka akıntılar gibi abdesti bozan şeylerden biri kendisinde devamlı mevcûd olup durduramayan kimse. İstihâzalı olan.

pa-bürehne / pâ-bürehne

  • Yalın ayak. (Farsça)

pabirehne / pâbirehne / پابرهنه

  • Yalınayak. (Farsça)

palavra

  • (İspanyolca) Mübalâğalı söz, yalan söylenen söz.

paşa

  • Sivillerle askerlerin ileri gelenlerinin bir kısmına verilen resmi ünvandı. Osmanlıların ilk devirlerinde bu ünvan, hânedân mensublarıyla yalnız bir kısım idare adamlarına verilirken sonradan askeriden "mir-i liva" ve daha yüksek rütbede olanlarla; mülkiyeden vezir, beylerbeyi, mir-i miran ve mir-ül

pelvas

  • Yaltaklanma. (Farsça)

perestaran / perestarân

  • (Tekili: Perestar) Kullar, köleler. (Farsça)
  • Hizmetçiler. (Farsça)
  • Dalkavuklar, yaltakçılık yapanlar. (Farsça)
  • Tapanlar, tapıcılar. (Farsça)

pozitivizm

  • Fls: Hakikatın yalnız tecrübe ve müşahede ile vakıalara istinaden tam olarak bilineceği iddiasında olan felsefe sistemi. (Fransızca)

pür-hayal / pür-hayâl

  • Hayal ile dolu. (Farsça)

pür-niyaz

  • Yalvararak, niyaz ederek.

rabıta / râbıta

  • Bir velînin şeklini, sûretini hayâline getirerek onun kalbindeki feyz (bereket) ve mârifetlere (ilimlere) kavuşma yolu. Kalbini büyüklerin kalbine bağlayarak onlardan feyz alma. Her şeyi unutarak, dünyâ işlerini düşünmeyerek, sevgi ve saygı ile bir velînin mübârek yüzünü hayâlinde veya gönlünde bulu

rabıta-i şeyh

  • Tarikat-ı Nakşiyede, müridin hayalen şeyhinin huzurunda kendini tasavvur etmesine denir.

raci

  • Rica eden, eden, uman, yalvaran. Niyaz eden. Ümitli.

raciyane / râciyâne

  • Rica ederek, yalvararak. (Farsça)
  • Yalvararak.

radıyallahü anh

  • Daha çok Eshâb-ı kirâmdan birinin ismi anıldığı veya yazıldığı zaman söylenen ve yazılan "Allahü teâlâ ondan râzı olsun" mânâsına duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki kişi için Radıyallahü anhümâ, ikiden fazlası için Radıyallahü anhüm denir.

radıyallahü teala anha / radıyallahü teâlâ anhâ

  • Hanım sahâbîlerden birinin ismi anılınca veya yazılınca söylenen "Allahü teâlâ ondan râzı olsun" mânâsına duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki hanım sahâbî için (Radıyallahü teâlâ anhümâ" ve ikiden çok için "Radıyallahü anhünne" denir.

rahib / râhib

  • Hiç evlenmeyen, bekâr ve yalnız yaşayan, yalnız ibâdetle meşgûl olan ve kilisede vazîfeli olan hıristiyan din adamı.

rahibe / râhibe

  • Kadın râhib. Hiç evlenmeyen, yalnız ve bekâr olarak yaşayan, kilisede ibâdetle meşgûl olan görevli kadın.

rahim / rahîm

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Âhirette yalnız müslümanlara acıyan.
  • Günahkâr müslümanlara âhirette çok acıyıcı mânâsına Resûlullah efendimizin sıfatlarından.

rahla' / rahlâ'

  • Arkası beyaz, diğer yerleri siyah olan dişi koyun.
  • Yalnız arkası kara olan deve.

rahzeni / rahzenî

  • Haydutluk, eşkiyâlık. Yol kesicilik. (Farsça)

rakrak

  • Şuleli ve ziyâlı, parlak, nurlu.

rasif

  • Dayanıklı, sağlam, muhkem.
  • Taş temel, rıhtım.
  • Denizin yüzüne çıkmış kayalar.

rasyonalizm

  • Fls: Akliyecilik. Her şeyin yalnız akıl ile bilinebileceğini iddia eden bir felsefi görüş. (Fransızca)

reca

  • Emel, ümit, yalvarmak.
  • Cânib, taraf.
  • İstek, arzu, dilek.

recai

  • Ricacı. Ricayla ilgili. Dua ve yalvarmağa, ümide dair.

recefe

  • Zelzele.
  • Ortalığı sarsacak kışkırtmalar yapmağa ircaf denir. Yalan, yanlış haberlerle umumî efkârı şaşırtıcı neşriyatlara ise Eracif denmektedir.

rengin

  • Renkli, boyalı. Parlak. Hoş. Süslü. Mülevven. Lâtif. (Farsça)

resd

  • Eşyaları birbiri üstüne yığmak.

resif

  • Su yüzüne kadar gelen sıralanmış kayalar.

resul-i sadık

  • Her haliyle doğru olan, sözleri ve hareketlerinde en küçük yalan olmayan Allah'ın elçisi Hz. Muhammed (a.s.m.).

reum

  • Yavrusunu seven deve.
  • Yanından geçen kimsenin elbisesini yalayan koyun.

rica

  • Yalvarmak, niyaz eylemek.
  • Canib. Taraf.

ricakar / ricakâr / رجاكار

  • Ricası, yalvarırcasına. (Arapça - Farsça)

riyakar / riyakâr

  • Riya eden. Adam kandırmak için yalan söyleyen. Sahte iş yapan. İki yüzlü.

roman

  • Hayalî veya hakiki, kitap halinde yazılmış büyük hikâye.
  • Eski Roma devletinin diline de Roman denirdi.

roman-vari / roman-vâri

  • Roman gibi hayalî olabilen. Hakikatla alâkası olmayan veya az olan. (Farsça)

ruhaniyyet

  • Yalnız ruhtan ibaret olan şeyin hali. Ölmüş bir kimsenin devam etmekte olan ruhi kuvveti.
  • Ruhanilik.

rumi / rûmî

  • Eskiden Osmanlılarda kullanılan güneş esasına dayalı takvim.

şa'şaa

  • Parlaklık, parlama.
  • Gösteriş, dış süs, yaldız.

sabbag

  • Boyayan, boyacı.
  • Deri altındaki boyalı madde.

sade / sâde / ساده

  • Basit, karışık olmayan, katıksız. (Farsça)
  • Saf, gösterişsiz, lüzumsuz bulunmayan. (Farsça)
  • Tek katlı. (Farsça)
  • Ancak, yalnız. (Farsça)
  • Süssüz. (Farsça)
  • Derin düşünemiyen, saf adam. (Farsça)
  • Yalın, süssüz, katkısız.
  • Basit. (Farsça)
  • Yalın. (Farsça)
  • Süssüz. (Farsça)
  • Sadece. (Farsça)

sadık / sâdık

  • Velî, Allahü teâlânın sevgili kulları.
  • Doğru, yalan ve uydurma olmayan. Doğru sözlü, sözünde duran.

safsata

  • Hezeyan, yalan, uydurma. Zâhirde doğru, hakikatte yanlış ve yalan olan kıyas.
  • Yalan yanlış, uydurma.
  • Yalan, uydurma, görünüşte doğru gerçekte yalan ve yanlış olan kıyas.

safsata-i nefis

  • Nefsin safsatası, nefsin yalan ve uydurmaları.

safsatacı

  • Yalan ve uydurma şey konuşan kimse.

safsatiyat / safsatiyât

  • Safsatalar, yalan ve yanlış şeytâni sözler.
  • Safsatalar; yalan ve uydurma şeyler.

şah-ı merdan

  • "Mertlerin şahı" meâlinde Hazret-i Ali Radiyallahü anh'ın bir nâmı.

şahid-zor

  • Yalancı şâhit. (Farsça)

sahih hadis / sahîh hadîs

  • Âdil yâni yalancılıktan uzak, büyük günah işlemeyen ve hadîs ilmini bilen kimselerden işitilen, Resûlullah efendimize kadar, rivâyet edenlerden hiçbiri noksan olmayan ve mütevâtir yâni birçok Sahâbînin Resûl-i ekremden ve başka birçok kimselerin onla rdan naklettikleri hadîsler ve meşhûr, yâni ilk z

sahil

  • Deniz, göl veya akarsu kenarı. Kıyı, yalı.

sahilhane / sâhilhane / ساحل خانه

  • Yalı evi. (Farsça)
  • Yalı. (Arapça - Farsça)

sahilsaray

  • Deniz kenarındaki kâşâne, büyük yalı.

şahşah

  • Sözü doğru olan, yalan söylemeyen.
  • Gayretli, bahadır kimse.

şahsen

  • Şahıs olarak, ferd olarak. Şahısça, kendi.
  • Yalnız uzaktan görerek.

sahte

  • Düzme, yapmacık, yalandan, taklit. (Farsça)
  • Kalp, karışık. (Farsça)

sahtegi / sahtegî

  • Sahtelik, yalan, düzme. (Farsça)

san'at-ı hayaliye

  • Hayal san'atı.

sanbur

  • Yalnız olan hurma ağacı.
  • Oğlu, kızı, kavmi ve kabilesi olmayan kişi.

sancak beyi

  • Eyalet teşkilâtıyla timar usulünün cari olduğu zamanlarda beş on kazalık yerin mutasarrıfı ile sipahisinin kumandanına verilen addır. Osmanlıların ilk zamanlarında beylere yahut hükümdar evlâtlarına has olarak verilen mıntıkalara "Sancak" denilir, bu sancaklara tasarruf edenlere de "Sancak Beyi" adı

sanvan

  • (Sunvân) (Çoğulu: Esvane) Kaftan.
  • Giyecek eşyaların muhafaza edildiği dolap veya sandık.

sarih tevatür

  • Yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun bir hadîs-i şerifi, bizzat aynen aktarması.

şarlatan

  • Yalancı, aldatıcı kimse.
  • Yalancı. Yüksekten atarak karşısındakini aldatan. Hayasız. (Fransızca)
  • Yalancı, aldatan, yüksekten atan.

şarlatanlık

  • Yalancılık, aldatıcılık.

şatir

  • Irak, uzak, baid.
  • Garip, yalnız, kimsesiz.

saykalkar / saykalkâr / صيقلدار

  • Yaldızcı. (Arapça - Farsça)

saykalzen

  • Yaldızcı. (Farsça)

sebeb-i haybet

  • Hayal kırıklığı sebebi.

secde

  • Namazın içindeki farzlarından; namazda alnı, burnu, el ayalarını, dizleri ve ayak parmaklarını yere koyma.

sedc

  • Yalan.

sedid

  • Doğru. Yanlış ve yalan olmayan.
  • Müstakil.
  • Muhkem. Metin.

şefa'at-ı kübra / şefâ'at-ı kübrâ

  • Kıyâmette, o günün dayanılmaz dehşeti ve şiddetli sıkıntıları sebebiyle, insanların mürâcaatları üzerine Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), onların muhâkeme ve hesâblarının bir an evvel görülmesi için Allahü teâlâya yalvarması ve bu dileğinin kabûl olması. O gün herkes kendi başını

seham

  • Sıcak günlerde havada iplik iplik olduğu hayâl edilen nesneler.
  • Sıcak esen rüzgâr.

şekavet / şekâvet

  • Her çeşit kötülük içinde olmak. Belâ ve zillete düşmek. Sıkıntıda kalmak.
  • Haydutluk, eşkiyalık.
  • Eşkiyâlık, kötü yolda olma.

sekene-i arz

  • Dünyalılar.

sekine

  • Sükûn ve itmi'nan, temkin. Nefisteki telâşın kesilmesi ile hâsıl olan kalb huzuru ve sükûneti.
  • Telâş ve hafifliğin zıddıdır.
  • Kalb rahatlığı, kalb kuvveti veren çok mühim bir duânın ismi. (Bu, Sekine isimli duâ, Hazret-i Ali Radıyallâhü Anh gibi evliyânın bildiği ve içerisinde

sekinet

  • Sükûn ve itmi'nan, temkin. Nefisteki telâşın kesilmesi ile hâsıl olan kalb huzuru ve sükûneti.
  • Telâş ve hafifliğin zıddıdır.
  • Kalb rahatlığı, kalb kuvveti veren çok mühim bir duânın ismi. (Bu, Sekine isimli duâ, Hazret-i Ali Radıyallâhü Anh gibi evliyânın bildiği ve içerisinde

selale

  • Çanak içinde yalanan nesne.

selim akıl / selîm akıl

  • Yanılmayan, pişman olacak bir işi yapmayan ve peygamberlere, âlim ve evliyâlara mahsus, ileriyi gören akıl.

semi' / semî'

  • İşitilecek şeyleri ne kadar gizli olsa da işiten, hamd ve senâda bulunanların, hamdini işitip mükâfat veren, kullarının duâlarını işiten ve icâbet eden, münâfık ve yalancıların kalbden söyledikleri sözleri işiten mânâsında Allahü teâlânın Esma-i hüsn âsından (güzel isimlerinden).

senedi / senedî

  • Sağlam kaynaklara dayalı.

şerab / şerâb

  • Alkollü içkilerden. Pişmemiş üzüm suyunun havasız fıçılarda durmasıyla gaz habbeleri (kabarcıkları) ve köpük çıkararak kokuşup mayalanması netîcesinde meydana gelen ve içilince sarhoş eden içki. Hamr.

servakt

  • Kimse bulunmayan boş oda veya daire. (Farsça)
  • Yalnız görüşülecek yer. (Farsça)

şeş-ebrar

  • Altı aded hayır sahibi ki, bunlar: Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin'dir (Radıyallahu anhüm).

şetat

  • Hadden aşırı olmak.
  • Hakdan uzak.
  • Zulüm, cevr, yalan, kizb, saçma.

sevahil

  • (Tekili: Sahil) Sahiller, yalılar. Deniz veya ırmak kenarları.

sevk-i kudreti / sevk-i kudretî

  • Güç ve kudrete dayalı yönlendirme.

seyahat-i hayaliye

  • Hayalî yolculuk.

seyahat-i hayaliye-i fikriye

  • Hayalde ve düşüncede yapılan yolculuk.

seyahat-ı maneviye-i hayali / seyahat-ı mâneviye-i hayâlî

  • Hayâlen ve mânen yapılan seyâhat.

seyyalat / seyyalât / seyyâlât

  • (Tekili: Seyyale) Akıcı olanlar, yerinde durmayıp gidenler, akanlar. Seyyal maddeler.
  • Seyyaleler; maddî olmayan ince ve akıcı lâtif maddeler.

seyyale

  • (Bak: SEYYAL)

şı'ra

  • Yaldırık adı verilen büyük, nurlu yıldız.

şibh-i münharif

  • Geo: Yamuk. Yalnız iki kenarı paralel olan dörtgen.

sıbteyn-i mükerremeyn

  • Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın iki mübârek torunu; hazret-i Hasan ve hazret-i Hüseyn (radıyallahü teâlâ anhümâ).

sıddik / sıddîk

  • Pek doğru, hiçbir zaman yalan söylemeyen, işinde ve sözünde doğru olan.
  • Hazret-i Ebû Bekr'in lakabı.

sıddikiyet / sıddîkiyet

  • Sadâkat ve doğrulukta en ileri oluş. Çok sâdık olma hâli. Velilik mertebesinin nihâyeti. Peygamberlik mertebesinin bidâyeti olan makam.
  • Aşere-i Mübeşşere'nin birincisi ve ilk halife olan Hz. Ebubekir'in (R.A.) nâmı ve sıfatıdır.
  • Çok doğru olup, hiç yalan söylememek.

sıfat-ı zatiyye / sıfat-ı zâtiyye

  • Allahü teâlânın zâtında (kendisinde) bulunup diğer varlıklarda bulunmayan, yalnız Allahü teâlâya mahsûs sıfatları. Bu sıfatların sonradan yaratılan varlıklarla hiçbir sûrette bağlantıları yoktur. Bu sıfatlara sıfat-ı Vücûdiyye ve sıfat-ı Ulûhiyyet de denir.

şıkk

  • (Şikk) İslâmiyetin zuhurundan biraz önce yaşamış iki kâhinin adıdır. Bunlardan eskisi Arablarda ilk kâhindir. Acaib bir mahluk olup, alnının ortasında yalnız bir gözü (veya alnını ikiye ayıran bir alev) vardı. El Yaşkarî adındaki ikinci Şıkk, Satih ile birlikte devrinin en meşhur kâhiniydi. Satih'te

simendud

  • (Sim-endud) Gümüş kaplı. Gümüş yaldızlı. (Farsça)

şimrac

  • (Çoğulu: Şemâric) Seyrek seyrek dikmek.
  • Yalan karışık söz.

şir-i yezdan

  • Hazret-i Ali Radiyallahu Anh'ın bir ismi. Allah'ın Aslanı.

sırat köprüsü / sırât köprüsü

  • Cennet'e geçilmek üzere, Cehennem üzerine kurulmuş, mâhiyeti kesin bilinmeyen köprü. Buna, yalnız sırât da denir.

sırf / صرف

  • Sadece, yalnızca.
  • Sâfi ve hâlis şey. Karışık olmayan.
  • Yalnız.
  • Sadece, yalnız. (Arapça)

şirket ve kesret

  • Ortaklık ve çokluğa dayalı sistem; bir çok unsurun kurduğu ortaklık, şirket; yani bir işe birçok elin karışması.

sıyal

  • (Sıyâlet) Saldırma, hamle etme, üzerine atılma.

şöhret-i kazibe / şöhret-i kâzibe

  • Yalancı şöhret.
  • Geçici şöhret. Yalancı dünyalık, fâni şöhret. Aldatıcı nâm.

sokrat

  • Eski bir Yunan Feylesofu. (M.Ö. 470-400) Vahdaniyete ve ruhun bakiliğine inanmış ve bu fikrini yaymağa çalışmış. "Dünyada yalnız bir şey öğrenebildim, o da hiç bir şey bilmediğimdir." sözü meşhurdur. Devrinin inanışına zıd fikirlerinden dolayı mahkemece kendisine idam kararı verilmiş, baldıran otunu

sosyalist

  • Sosyalizm taraftarı.
  • Sosyalizm taraftarı olan. (Fransızca)
  • Sosyalizme inanan, toplumcu.

süfyan / süfyân / سُفْيَانْ

  • Müslümanlar içinde çıkacak yalancı dinsiz şahıs.

suhur

  • (Tekili: Sahr) Kayalar, büyük taşlar.

sükul

  • Evlâdı ölüp yalnız kalan kadın.

sükun / sükûn

  • Durgunluk. Sâkin olmak. Hareketsizlik.
  • Dinmek, kesilmek.
  • Gr: Bir harfin (a,e,i,o) okunmayıp yalnız ses vermesi, harfin harekesiz olarak kendi sesi ile okunması.

sümmeha

  • Yalan ve bâtıl nesne.
  • Yer ile gök arası.
  • Her tarafa dağılıp gitmek.

şürefa

  • (Tekili: Şerif) Şerifler. Hazret-i Hüseyin Radıyallahü Anh vasıtasiyle Peygamberimiz (A.S.M.) soyundan gelenler.
  • Şerefliler. Allah (C.C.) yolunda sabır ve sebat ile devam eden temiz insanlar.

sus

  • Yemeği yalnız başına yiyen kötü insan.

sütre

  • Namaz kılarken imâmın veya yalnız kılanın sol kaşı hizâsında, önüne diktiği yarım metreden uzun çubuk. Çubuğu dikmeyip, secde yerinden kıbleye doğru uzatmak veya çizgi çizmekle de olur.

şuubat-ı heyet-i içtimaiye / şuubât-ı heyet-i içtimâiye

  • Sosyal yapının dalları, toplumsal yapıyı oluşturan kesimler.

şuur-u imani / şuur-u imanî

  • İmanî şuûr, imana dayalı bilinç.

suver-i hayaliye

  • Hayale ait biçimler, şekiller, hayalî ifadeler.

şüzuz

  • (Şâzz. dan) Kaide ve kanun dışı kalmak. Yalnız kalmak.
  • Karşı olmak, muhalif olmak.

ta'vik / ta'vîk / تعویق

  • Askıya alma, geciktirme, erteleme, oyalama. (Arapça)
  • Ta'vîk edilmek: Geciktirilmek, ertelenmek, askıya alınmak. (Arapça)
  • Ta'vîk etmek: Geciktirmek, ertelemek, askıya almak. (Arapça)

taavvuk / تعوق

  • (Avk. dan) Oyalanmak. Gecikmek.
  • Gecikme, oyalanma. (Arapça)

tabaka-i süfla / tabaka-i süflâ

  • Alt tabaka; fakir ve sosyal statüsü düşük tabaka.

tabaka-yı ulya / tabaka-yı ulyâ

  • Yüksek tabaka; zengin, aydın ve sosyal statüsü yüksek tabaka; zenginler, yöneticiler ve saire.

tabakat-ı insaniye

  • İnsanların sosyal sınıfları, dereceleri.

tabasbus / تبصبص / تَبَصْبُصْ

  • Yaltaklanmak. Kendini küçülterek riyakârlıkla kendini beğendirmeğe çalışmak.
  • Yaltaklanma, kendini küçülterek başkasına beğendirmeye çalışma.
  • Yaltaklanma, kendini küçülterek beğendirmeye çalışma.
  • Yaltaklanma.
  • Yaltaklanma, alçakça yalvarma.
  • Yardakçılık, yaltaklanma. (Arapça)
  • Tabasbus etmek: Yaltaklanmak. (Arapça)
  • Yaltaklanma.

tabasbusat / tabasbusât

  • (Tekili: Tabasbus) Tabasbuslar, alçakça yalvarmalar, yaltaklanmalar.
  • Yaltaklanmalar.

tabiat bataklığı

  • Materyalist düşünce; tabiat için, "insan faaliyetlerinin dışında kendi kendini sürekli olarak yeniden yaratan ve değiştiren güç" düşüncesi.

tabiat dalaleti / tabiat dalâleti

  • Materyalist düşünce; tabiat için, "insan faaliyetlerinin dışında kendi kendini sürekli olarak yeniden yaratan ve değiştiren güç" düşüncesi.

tabiat fikri

  • Materyalist düşünce; tabiat için söylenen, "insan faaliyetlerinin dışında kendi kendini sürekli olarak yeniden yaratan ve değiştiren güç" düşüncesi.

tabiat-ı hayal

  • Hayâlin tabiatı, yapısı.

tabii felsefe / tabiî felsefe

  • Tabiatçı, materyalist felsefe; herşeyin tabiatın tesiriyle olduğunu savunan felsefî görüş.

tabiiyun

  • Tabiatı yaratıcı olarak kabul edenler, materyalistler.

tabiiyyunluk

  • Tabiatçılık, materyalistlik.

tağrir / tağrîr

  • Yalan söyleyerek aldatma.

tahalli

  • (Halâ. dan) Boşalmak. Boş kalmak. Tenhaya çekilmek. Yalnız kalmak.

tahammur

  • Tahammur etmek: Mayalanmak.

tahammür / تخمر

  • Mayalanmak. Ekşimek.
  • Sarhoşluk verecek hâle gelmek.
  • Mayalaşma. (Arapça)

tahammürat / tahammürât

  • (Tekili: Tahammür) Ekşimeler, mayalanmalar.

tahammuz

  • Ekşimek. Mayalanmak. Oksitlenmek.

tahayyül / تخيل / تَخَيُّلْ

  • (Çoğulu: Tahayyülât) Hayale getirmek. Hayalde canlandırmak. Fikir kurmak.
  • Hayal etme.
  • Hayâl etme.
  • Hayal etme. (Arapça)
  • Tahayyül etmek: Hayal etmek. (Arapça)
  • Hayal etme.

tahayyül eden

  • Hayal eden.

tahayyül etme

  • Hayal etme.

tahayyül etmek

  • Hayal etmek.

tahayyül-ü küfri / tahayyül-ü küfrî

  • Küfür ve inkârla ilgili meseleleri hayal etme.

tahayyül-ü küfür

  • Küfrü hayal etme.

tahayyül-ü şetim / تَخَيُّلُ شَتِمْ

  • Çirkin sözü ve kötü düşünceyi hayal etme.
  • Sövmeyi hayal etme.

tahayyül-ü şetm

  • Çirkin ve kötü şeyleri hayal etme.

tahayyülat / tahayyülât / تخيلات

  • (Tekili: Tahayyül) Tahayyüller, hayale dalmalar, hayalde canlandırmalar.
  • Hayal etmeler, hayale dalışlar. (Arapça)

tahayyüli / tahayyülî / تخيلى

  • Hayalî. (Arapça)

tahayyüli halat / tahayyülî halât

  • Hayal etmekle ilgili hâller.

tahkiki / tahkîkî / تَحْق۪يق۪ي

  • Etraflıca araştırmaya dayalı.

tahmir / tahmîr / تخمير

  • (Hamr. dan) Mayalandırma.
  • Yoğurma, yoğurtma.
  • Mayalandırma. (Arapça)
  • Yoğurma. (Arapça)

tahnit

  • Mumyalamak. Ölüyü bozulmadan muhafaza etmek için ilâçlamak.

tahyil

  • (Çoğulu: Tahyilât) (Hayal. den) Akla getirme. Fikre getirme, zihinde canlandırma.

takavvül

  • Haber vermek.
  • Yalan söylemek.

taklid / taklîd

  • İnanılacak şeylerde düşünmeden, anlamadan, yalnız başkasından işiterek, görerek inanma, îmân etme.
  • Amelde yâni yapılacak işlerde delîlini araştırmadan bir müctehidin ictihâdlarına (mezhebine) uyma, bağlanma.
  • Kendi mezhebine göre yapmasında harâc (meşakkat) veya zarûret buluna

taklidi / taklidî

  • Taklide dayalı.

taklidi iman / taklîdî îmân

  • İnanılacak şeylerde düşünmeden anlamadan, yalnız başkasından işiterek inanma, îmân etme.

takvil

  • (Çoğulu: Takvilât) İftira. Yalan söyleşmek.
  • Haber vermek.

talim-i iman-ı tahkiki / tâlîm-i imân-ı tahkikî

  • Delillere dayalı bir şekilde iman dersi verme.

talim-i infiradi

  • Tek eğitimciye dayalı eğitim sistemi.

tarikat / tarîkat

  • Tasavvufa dayalı, mânevî derecelere ulaşmayı esas alan yol ve yöntemler.

tarziye

  • Pişmanlık duyduğunu anlatarak özür dilemek.
  • Râzı etmek.
  • "Radıyallahü-anh" diyerek duâ etmek.

tasavvur

  • Düşünme, hayal etme.

tasavvur etme

  • Düşünme, hayal etme.

tasavvur etmek

  • Düşünmek, hayal etmek.

tasavvur-u küfür

  • Küfrü düşünme, hayal etme.

tasavvur-u vahiy / تَصَوُّرُ وَحِي

  • Vahyi hayal etme.

tasavvuran

  • Düşenerek, hayal kurarak.

tasavvurat-ı insaniye / tasavvurât-ı insaniye

  • İnsanın düşünceleri, hayalleri.

tasavvurca

  • Düşünme, hayal etme bakımından.

tasavvuren

  • Hayal ederek, düşünerek.

tavassut

  • Araya girme, aracılık etme; bir peygamberi veya bir evliyâyı vâsıta kılarak, araya koyarak, bir isteğin yerine gelmesi için Allahü teâlâya yalvarma.

tayf

  • Hayâl. Uykuda veya karanlıkta gözde tecessüm eden şekiller.
  • Gül.
  • Kavs-ı kuzah. Gökkuşağı.
  • Hayâlî görüntü.

taylasan

  • (Çoğulu: Tayâlis-Tayâlise) Başa ve boyna sarılan şal.
  • Başa sarılan sarığın omuzlar üzerine salıverilen ucu.

tazarru / tazarrû

  • Yalvarmak, yakarış.

tazarru' / تضرع / تَضَرُّعْ

  • Kendini alçaltarak, aşağı görerek, Allahü teâlâya yalvarma.
  • Tövbe etmek.
  • Bir şeye gizlice yaklaşmak.
  • Kendi kusurlarını bilip kibirden vaz geçip tevâzu ile yalvarmak.
  • Bir şeye gizlice yakarma.
  • Kendi kusurlarını bilip kibirden vazgeçip tevazu ile yalvarmak, ağlayıp, sızlamak.
  • Yalvarıp yakarma. (Arapça)
  • Yalvarma.

tazarru'at / tazarru'ât / تضرعات

  • Yalvarıp yakarmalar. (Arapça)

tazarruat / tazarrûât

  • Yalvarmalar.

tazarrukarane / tazarrukârâne

  • Yalvarıp yakararak.

te'ati / te'âtî

  • Yalnız bir taraftan veya her iki taraftan teslim etmekle yapılan alış-veriş.

te'fik

  • (Çoğulu: Te'fikât) Yalan söyleme.
  • Yalan ve iftirâ etme.

te'ye

  • Eğlenmek, durmak, oyalanmak.

teami

  • Görmez gibi görünme. Yalandan görmezliğe gelme.

tebaki

  • (Bükâ. dan) Ağlar görünme. Yalandan ağlama.

tebasbus

  • Bir menfaate kavuşmak veya bir zarardan korunmak için tevâzu göstermek, yaltaklanmak.

tebdil-i hayat-ı içtimaiye

  • Sosyal hayatın değişmesi.

tecessüm-i hayal / tecessüm-i hayâl

  • Hayâl görme.

tecrid / tecrîd

  • Yalnız bırakma, soyutlama.
  • Açıkta bırakmak.
  • Yalnız başına bırakmak. Tek başına hapsetmek.
  • Dünya alâkalarını kalpten çıkarıp Allah'a (C.C.) yönelmek.
  • Edb: Bir şairin kendini mücerred bir şahıs, yâni ayrı bir adam farzederek ona hitabetmesi.
  • Soyma, soyulma.
  • Soyutlama, yalnız bırakma.

tecrid-i mutlak

  • Tam bir yalnızlık, her şeyden soyutlanma.

tecridat / tecrîdât

  • Yalnız başına bırakmalar.

tecridhane

  • Eskiden dervişlerin dünya işlerinden ellerini çekip yalnız başlarına yaşadıkları oda, yalnızlık odası.

tecrit

  • Yalnız başına bırakma, soyutlama.

tecrithane

  • Yalnız bırakılan yer, hücre evi.

tedai-yi hayalat / tedâi-yi hayalât

  • Hayallerin çağrışımı.

tedai-yi hayali / tedâi-yi hayalî

  • Hayalî çağrışım, hayale geliş.

teellüh

  • Kulluk ve ibadet etmek.
  • Tazarru' etmek, yalvarmak.

teessür

  • İşten alıkoyma. Oyalandırma.

teferrüd / تفرد

  • (Ferd. den) Tek ve yalnız kalma. Herkesten ayrılma.
  • Eşsiz, emsâlsiz ve benzersiz olma.
  • Kendi başına olma.
  • Yalnızlık. (Arapça)
  • Benzersizlik. (Arapça)

tefnid

  • Tekzib etmek, yalanlamak.
  • Zayıflatmak.
  • Aciz etmek.
  • Korkutmak.

tegallüb

  • Galip olma, zorbalık, kuvvete dayalı baskı.

tehdin

  • Çocuğu güzel sözlerle susturup avutma. Yalandan yüze gülüp medhetme.
  • Teskin etmek.

tekavvül

  • Kendisinde olmayanı söylemeğe çalışma. Yalan söyleme.

tekavvülat

  • (Tekili: Tekavvül) Yalan sözler.

tekazüb / tekâzüb

  • (Kizb. den) Birbirini aldatma. Birbirine yalan söyleme.

tekzib / tekzîb / تكذيب / تكذیب

  • Yalanlamak. Bir işe inanmayıp inkâr etmek. Yalan olduğunu söylemek.
  • Yalanlama.
  • Yalanlama.
  • Yalan isnad etme, yalancı çıkarma, yalan olduğunu belirtme.
  • Yalanlama.
  • Yalanlama. (Arapça)
  • Tekzîb edilmek: Yalanlanmak. (Arapça)
  • Tekzîb etmek: Yalanlamak. (Arapça)

tekzip

  • Yalanlama.

tekzip etme

  • Yalanlama.

tekzip etmek

  • Yalanlamak.

telkini / telkînî / تلقينى

  • Telkine dayalı. (Arapça)

temaruz

  • Yalandan hastalanmak. Kendini hasta gibi göstermek.

temayün

  • Yalan olmak.

temelluk / تملق / تَمَلُّقْ

  • Yaltaklanma.
  • Yaltaklanmak.
  • Tevâzu ve yumuşaklık göstermek.
  • Dalkavukluk.
  • Yaltaklanma. (Arapça)
  • Yaltaklanma.

temellukkarane / temellukkârâne

  • Dalkavukluk göstererek, yaltaklanarak.
  • Yaltaklanırcasına.

temellükkarane / temellükkârâne

  • Dalkavukluk göstererek, yaltaklanarak.

tenavüm

  • Yalandan uyur gibi görünme.

tenha / tenhâ / تنها

  • Boş yer. Kimsesiz yer. (Farsça)
  • Yalnız, tek. (Farsça)
  • Tek başına, yalnız. (Farsça)
  • Boş yer, yssız yer. (Farsça)

tenhanişin

  • Tek başına oturan. Yalnız oturan. (Farsça)

tenharev

  • Yalnız giden. (Farsça)

tenhayi / tenhayî

  • Yalnızlık, ıssızlık, tenhalık. (Farsça)

tenvih

  • Sulandırma.
  • Yaldızlama.
  • Haksız bir şeyi yapmacık şeylerle süsleyip haklı gösterme.
  • Başka bir madeni, altın veya gümüş suyuna daldırma.
  • Bir kimsenin nâmını, şânını yükseltme.

terecci

  • (Recâ. dan) Rica etme, yalvarma.
  • Ümidetme, umma.

terk-i dünya / terk-i dünyâ

  • Dünyâyı terk etmek.
  • Mübah (dinde izin verilen) şeylerin hepsini terk edip, yalnız, yaşamak için ve dînini korumak için zarûrî, lâzım olan mübahları kullanmak, yâni mübahların zarûret miktârından fazlasını terk etmek. Böyle terk-i dünyâ çok kıymetli ve faydalı ise de çok güçtür.
  • Haram

terkend

  • Yalan, hile, kizb. (Farsça)

tesakul

  • Ağırdan alma, oyalanma, tembellik etme.

tesebbüt

  • Eğlenmek, oyalanmak. Geç gelmek.

teşeffü'

  • Bir isteğin, dileğin yerine gelmesi için, peygamberleri veya evliyâyı vesîle ederek (araya koyarak), onların hatırı için diyerek Allahü teâlâya yalvarma, duâ etme, isteme.

tevafuk-u cifri ve ebcedi / tevafuk-u cifrî ve ebcedî

  • Cifir ve ebced hesabına dayalı uyum.

tevahhuş / تَوَحُّشْ

  • Korku ve yalnızlık duyma.

tevatür / tevâtür / تَوَاتُرْ

  • Kuvvetli haber.
  • Müteaddid şeyler birbiri ardınca zâhir olmak.
  • Bir hususun söylenmesi hemen herkesin ağzında olup, gezmek. Şâyia.
  • Fık: İçinde yalan ihtimali olmayan ve bir cemâate dayanan kuvvetli haber, ferdî olmayıp cemaate ait olan sağlam haber.
  • Yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından bir hadis-i şerifin aktarılması.
  • Yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan, her asırda güvenilen kimselerin hepsinin bir şeyi, bir haberi bildirmeleri.
  • Yalan söylemez kimselerin ittifakla verdikleri kuvvetli haber.
  • Yalan üzerine birleşmesi imkânsız olan bir topluluğun aynı hâdiseyi haber vermesi.

teveccüh

  • Yönelme.
  • Peygamberleri aleyhimüsselâm veya evliyâyı vesîle (vâsıta) yaparak, onların hâtırı için istenilen bir şeye kavuşturması için Allahü teâlâya yalvarmak. Buna, istigâse, tevessül ve teşeffü' de denir.
  • Tasavvuf yolunda ilerleme, yükselme sebeblerinden en önemli olanı. Bir velîni

tevhid-i hakiki / tevhîd-i hakîkî / تَوْحِيدِ حَقِيقِي

  • Delil ve isbata dayalı hakiki ma'nadaAllahı birleme.

tevhid-i uluhiyet ve mabudiyet / tevhid-i ulûhiyet ve mâbudiyet

  • İlâhlığın ve kendisine ibadet edilecek olan varlığın birlenmesi ve yalnız bir olan Allah'ın kabul edilmesi.

teza'um

  • Yalan olmak.

tezhib / tezhîb / تذهيب

  • (Zeheb. den) (Çoğulu: Tezhibât) Yaldızlama işi, yaldızlama sanatı.
  • Süsleme.
  • Altın sürme.
  • Dişlere altın dolgu yapma, çürümüş dişleri altınla doldurma.
  • Yaldızlama, süsleme.
  • Yaldızlama, süsleme.
  • Süsleme. (Arapça)
  • Yaldızlama. (Arapça)
  • Altın sürme. (Arapça)

tezvir

  • Söze yalan karıştırma. Yalan söze ziynet verme.
  • Şahidin şehadetini iptal etme.
  • Kendini ziyaret edene ikram etme.
  • Yalan ve iftira karıştırarak sözü süsleme, sahtekârlık.
  • Söze yalan karıştırma.

tezvirat / tezvirât

  • Süslü yalan söylemeler, sahtekârlıklar.
  • Söze yalan karıştırmalar.

tıla / tılâ / طلاع

  • Yaldız. (Arapça)

tıla'

  • Sürülecek şey. Sürülecek merhem, yağ veya ilâç.
  • Madeni parlatmakta kullanılan sıvı yaldız.
  • Cilâ verecek boya.
  • Diş sarılığı.
  • Üzüm suyundan kaynatmak sebebiyle üçte birinden azı giden şarap.

tılsım-ı kainat / tılsım-ı kâinat

  • Kâinatın tılsımı, kâinattaki anlaşılması zor olup herkesin yalnız kendi akliyle bilemeyeceği gizli ve ince hakikatlar.

tımres

  • (Tımrus) Yalancı, kezzab.
  • Leim, alçak kimse.

tıynetsiz

  • Kötü mayalı, karaktersiz. (Arapça - Türkçe)

Troçkizm / Troçkist

  • Troçkizm, Marksizm'in Troçki'nin bakış açısıyla yorumlanmasıdır. Aynı zamanda 1917 Ekim Devrimi'nden sonra ortaya çıkmış bir ayrımı ifade eder. Sovyetler Birliği'nde "sol muhalefet" olarak örgütlenmiş, Troçki'nin kurduğu 4. Enternasyonal'le başlayarak günümüze kadar gelmiştir. Troçkizm'in en önemli unsurları; özgürlüğü ortadan kaldıracak bir sistem olarak görülen "tek ülkede sosyalizmi" fikrinin reddi, dünya devrimi fikri, enternasyonalin gerekliliği, sürekli devrim ve Doğu Bloku ülkelerinin gerçek sosyalizm olmadığı fikirleridir.

    Kaynak: Wikipedia: https://tr.wikipedia.org/wiki/Troçkizm


tufeyli / tufeylî

  • (Davetsiz ziyafete giden Tufeyl adında birisinin ismindendir) Sahte.
  • Dalkavuk. Çanak yalayıcı.
  • Başkasının sırtından geçinen. Asalak. Parazit. Fazladan.

tuyuf

  • (Tekili: Tayf) Korkudan dolayı karanlıkta görünen hayâller.
  • Uykuda iken görünen hayâller.

üfhus

  • (Çoğulu: Efâhis) Kayalarda olan kuş yuvası.

üfuk

  • (Efk) Yalan söylemek.
  • Kaçmak.
  • Bir işten sapmak.

ükzube

  • Yalan. Uydurma, söz.

ulema / ulemâ

  • Âlimler, ilim sâhibleri; zamânın fen ve edebiyât bilgilerinde yetişmiş, Kur'ân-ı kerîmin ve binlerce hadîs-i şerîfin mânâsını ezberden bilen, İslâm'ın yirmi ana ilim ve kolları olan seksen ilimde mütehassıs (uzman), tasavvufun (evliyâlığın) en yüksek derecesine ulaşmış, yetişmiş ve yetiştirebilen, i

uluf

  • (Tekili: Elf) Binler, bin sayıları.
  • Ülfet ve ünsiyete ziyade meyyal ve alışkan olan.

ulum-u beşeriye / ulûm-u beşeriye

  • İnsanla ilgili ilimler, sosyal ilimler.

ulum-u müsbete ve fenniye / ulûm-u müsbete ve fenniye

  • Müsbet bilimler ve fenler; ispata dayalı pozitif ilimler ve fenler.

ulum-u nazariye

  • Yalnız görüş halinde kalmış, tatbikata konulmamış ilimler, teoriler.

ümmi

  • Anasından doğduğu gibi kalmış ve tahsil görmemiş, mekteb ve medresede okumamış kimse. Yazı yazmak bilmeyen. (Ümmi ile câhil arasında fark vardır. Ümmi yalnız okuyup yazmak bilmiyendir. Câhil ise, okuyup yazmak bilse de, bir şey bilmiyen kimsedir, her ümmi câhil değildir.)
  • Anaya mensu

ürcufe / ürcûfe / ارجوفه

  • (Çoğulu: Erâcif) Yalan. Uydurma söz.
  • Yalan dolan, uydurma söz, martaval. (Arapça)

usr

  • Tavşancıl kuşu.
  • Yalan söz.

uzlet / عُزْلَتْ

  • Yalnızlık. İnsanlardan ayrılarak bir tarafa çekilip yalnız kalmak.
  • Yalnız başına yaşama, insanlardan ayrılarak bir köşeye çekilme.
  • Yalnızlığa çekilmek.
  • Yalnızlık.
  • Yalnızlık, bir tarafa çekilip kendi kendine tenha kalma.
  • Yalnızlığa çekilme.

uzlet-i makbule

  • Makbul olan yalnızlık.

uzletgah / uzletgâh

  • Oturulan tenhâ yer. Yalnızlık köşesi. (Farsça)

uzletgüzin

  • Tenhada yaşayan, yalnızlık köşesine çekilen. (Farsça)

uzlethane / uzlethâne

  • Yalnız kalınan yer.

uzletnişin

  • Tenha bir köşeye çekilip yalnız yaşayan. (Farsça)

uzlufe

  • Kayalık. Yalçın kaya.

üzlufe

  • (Çoğulu: Ezâlif) Sarp kayalı yer.

vahdet

  • Birlik. Yalnızlık. Teklik. (Kesretin zıddıdır.)
  • Edb: İfade esnasında mevzuun haricine çıkılmaması, maksad ne ise yalnız ondan bahsedilmesi, sözün dallandırılıp budaklandırılmaması.
  • Tas: Allah'a yakınlık. Gönlünü, kalbini tamamen Allah ile meşgul etme hali.
  • Birlik, bir ve tek olma.
  • Yalnızlık, kendi kendine kalış.

vahdet-gah / vahdet-gâh

  • Yalnız kalınacak yer. (Farsça)

vahdet-güzin

  • Yalnızlığa çekilen. (Farsça)

vahdet-i içtimaiye

  • Sosyal birlik.

vahdet-i vücud / vahdet-i vücûd

  • Sâlikin (tasavvuf yolunda bulunan kimsenin) muhabbetle zikir yapması esnâsında, Allahü teâlâdan başka her şeyi unutup, yalnız O'nu bilmesi hâli.

vahdet-ül vücud

  • (Vahdet-üş şuhud) Her yerde ve herşeyde kalbini yalnız Allah ile meşgul etme hali ve yaşayışıdır.

vahdetü'l-mevcud

  • "Yaratıcı, kâinatı oluşturan varlıkların toplamıdır. Allah da kâinat da birdir. Tek olan ilâh kâinatın bütünüdür" şeklinde kâinat hesabına Allah'ı inkâr eden materyalist felsefî düşünce sistemi.

vahid / vahîd / vâhid

  • Yalnız, tek.
  • Hz. Peygamber'in de (A.S.M.) bir ismidir. Benzeri bulunmayan, hiçbir mahlukla müsavi olmayan ve tek olan (meâlindedir).
  • Yalnız, tek.

vahşet / وَحْشَتْ

  • Ürküntü, yalnızlık.

vahşet-i mutlaka

  • Tam bir yalnızlık ve ürküntü hali.

vahşetzar

  • Ürküntü ve yalnızlık veren yer.

vakıa-i hayaliye

  • Hayâli olay.

vakıa-i kalbiye-i hayaliye

  • Kalb ile bağlantılı hayalî vak'a, olay.

vaşi

  • (Çoğulu: Vüşât) Gammaz, koğucu, yalancı.

vatan-ı asli / vatan-ı aslî

  • Bir insanın doğup büyüdüğü veya içinde barınmak kasdedip, başka yere gitmek istemediği yerdir. Yalnız en az 15 gün kalmak istediği yer de kendisi için vatan-ı ikamettir.
  • Cennet.

vazife-i içtimaiye

  • Sosyal görev.

vehim ü hayal

  • Vehim ve hayal; olmayan bir şeyi varmış gibi gösterme ve hayal etme.

vehmi / vehmî / وهمى

  • Kuruntuya dayalı, evham üstüne kurulmuş. (Arapça)

vel'

  • Yalan.
  • Haps.

velayet-i meczubane / velâyet-i meczubâne

  • İlâhî aşkta kendinden geçmiş şekildeki evliyalık.

velg

  • Köpeğin kap içinden su içmesi veya bir şey yeyip yalaması.

velk

  • Yalan yakıştırmak.
  • Sür'at etmek, hız yapmak.

velvele-i naz ü niyaz / velvele-i nâz ü niyaz

  • Allah'a yalvarıp yakarmanın heyecanlı, coşkun sesi.

vetr

  • Tek, yalnız. Bir.
  • Arefe günü.

vilayet / vilâyet

  • Evliyâlık, velîlik makâmı, Allahü teâlâya yakın olma, gafletten uzak bulunma.

vilayet yolu / vilâyet yolu

  • Bir vâsıtanın yâni yetişmiş bir velînin yol göstermesi lâzım olan, insanı Allahü teâlâya kavuşturan evliyâlık yolu.

vilayet-i amme / vilâyet-i âmme

  • İslâmiyet'in yalnız sûretine uyanların kavuştuğu evliyâlık makâmı.

vilayet-i kübra / vilâyet-i kübrâ

  • Vehimden ve hayâlden kurtulma makâmı. Bu vilâyete, Vilâyet-i enbiyâ da denir.

vilayet-i muhammediyye / vilâyet-i muhammediyye

  • Peygamber efendimizin kendine mahsûs vilâyetle birlikte bütün peygamberlerin vilâyetlerini (evliyâlık derecelerini) kendisinde toplamış olması. Vilâyet-i Mustafaviyye de denilir.

vilayet-i sugra / vilâyet-i sugra

  • Vehimden ve hayâlden kurtulamadan ilerlenen evliyâlık yolu. Buna Vilâyet-i evliyâ da denir.

voyvoda

  • Reis, subaşı, ağa gibi çeşitli mânalara gelen bir tabirdir.Voyvodalık Osmanlılarda Milâdi onyedinci asırda başlamıştır. Eyalet valileri ve sancak mutasarrıfları uhdelerine tevcih olunan eyalet ve sancakların mülhak kazalarına halkın isteğiyle yerlilerin ileri gelenlerinden birini voyvoda tayin ederl

vücud-u misali / vücud-u misâlî

  • Yansımaya dayalı varlık.

vüs'at-i hayal

  • Hayalin genişliği.

yar-ı gar / yâr-ı gar

  • Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın en sâdık sahabesi Hazret-i Ebubekir Radıyallahü Anh'ın ünvanı. Hicret esnasında en tehlikeli bir zamanda mağaraya girdiklerinde Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'a sadakatla hizmet ettiğinden bu nam ile anılır.

yave / yâve

  • Hezeyan. Yalan. Yaygara. Saçma sapan söz. (Farsça)
  • Sahipsiz hayvan. (Farsça)

yeke

  • Yalnız, bir, tek. (Farsça)

yekser

  • Baştan başa. (Farsça)
  • Ansızın. (Farsça)
  • Yalnız başına. (Farsça)

yeksüvare

  • (Çoğulu: Yeksüvârân) Yalnız başına ata binen.
  • Mc: Arkadaşı olmayan kimse.

yekta

  • Tek, yalnız, eşsiz.
  • Bir kat.

yektene

  • Tenha, yalnız başına. (Farsça)

yelma'

  • Yalancı.
  • Serap.

yemin-i gamus / yemîn-i gamûs / yemîn-i gâmûs

  • Yalan yere bile bile yapılan yemin.
  • Günâha ve Cehennem'e sokan yemin. Geçmişteki bir şey için, bile bile yalan söyleyerek, yemin etmek.

yetim

  • Babası ölmüş olan çocuk.
  • Tek, eşsiz, yalnız. (Çocuk baliğ olduktan sonra yetimlik ondan kalkar. Anası ölene ise daha çok öksüz denir.)
  • Babası ölmüş olan çocuk; tek, yalnız.

yezid bin ebi süfyan

  • Ebu Süfyan'ın oğlu. Hz. Muaviye'nin büyük kardeşi idi. Ashab-ı kiramdan ve çok sâlih bir zât olup, Mekke-i Mükerreme'nin fethinde müslüman oldu. Hazret-i Ebu Bekir-is Sıddık Radıyallâhü anh'ın Şam'a gönderdiği orduda bir birliğin kumandanı idi. Hz. Ömer zamanında Filistin valisi olmuştu. Taundan vef

yütm

  • (Bu kelime esasen infirad mânasına gelir) Bir çocuğun pederi vefat etmekle pedersiz kalması ki: Bu, yalnız insanlara mahsustur. Hayvanatta ise vâlidesiz kalmaya denir. Yetim de denir.

zabıta / zâbıta

  • Yurt içinde emniyet ve intizamı korumakla vazifeli devlet kuvveti, polis.
  • Fık: Bütün hususlara şâmil olmayıp yalnız bir hususa ve onun teferruatına şamil olan hususi kaideye denir. Kanun ve âdet, zabt ve idareye vesile olan bağ.

zahir-i hadis / zâhir-i hadîs

  • Hadîsin yalnızca görünen, açık mânâsı.

zanni / zannî

  • Kesin olmayan, zanna dayalı.

zebane / zebâne / زبانه

  • Yalaz. (Farsça)
  • Dilimsi. (Farsça)

zeharif

  • (Tekili: Zuhruf) Yalancı süsler, yaldızlar, gösterişler.
  • Sahte süsler.

zehib

  • Altın sürülmüş, yaldızlı.

zehv

  • Bâtıl.
  • Yalan.
  • Fahirlenmek, gururlanmak, tekebbürlenmek.
  • Güzel manzara.
  • Taze ot.
  • Otun çiçeği.
  • Titremek.
  • Yürümek.
  • Yel esmek.
  • Alacalanmış hurma koruğu.

zelzele-i içtimai ve beşeri / zelzele-i içtimaî ve beşerî

  • İnsanın sosyal hayattaki sarsıntıları.

zemin-i mecazi / zemin-i mecâzî

  • Mecazî olan yer, zemin; hayâlî yer.

zer-ver

  • Altın yaldızlı olan. (Farsça)

zerab

  • Beyaz şarap. (Farsça)
  • Yaldız mürekkep. (Farsça)

zerefşan / zerefşân / زرافشان

  • Altın saçılmış, altın yaldızlı. (Farsça)

zerendud

  • (Ze-endud) Altın yaldızlı. (Farsça)

zerk-alud / zerk-âlûd

  • Riyalı, riya karışık. (Farsça)

zernigar / zernigâr

  • Altın ile işlenmiş. Yaldızlı. (Farsça)

zevk-i mecazi / zevk-i mecazî

  • Gerçek olmayan, yalan ve aldatıcı zevk.

zevki / zevkî

  • Zevke dayalı, yaşayıp zevk etmekle ilgili.

zevr

  • Yalan, kizb.
  • Bâtıl mâbud.
  • Ziyaret etmek.
  • Göğüs üstü.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın