REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te unde ifadesini içeren 625 kelime bulundu...

mescid-i kuba / mescid-i kubâ

  • Resûlullah efendimizin Mekke'den Medîne'ye hicret ederken Kubâ köyünde yaptıkları mescid.

a'razi / a'razî

  • Bir şeye zorunluluk sonucu bağlı olmayan, onun özünde bulunmayan şey, ilinek; hareket ve koku gibi.

ab'ab

  • Taze civanlık.
  • İbrişim halı.
  • Dağ tekesi.
  • Yumuşak yünden yapılan kisve.

ab-süvar

  • Su üstünde yüzen. (Farsça)
  • Sudaki kabarcık. (Farsça)

aba / abâ

  • Yünden yapılmış kaba kumaş.
  • Ekseriyetle yünden yapılmış, bol giyimli bir libas, elbise.
  • Bazı dervişlerin ve ilmiye mensuplarının giydikleri yünden yapılmış bir giysi.

aciyy

  • (Çoğulu: Acâyâ) Anası öldüğünden, başka kimsenin sütüyle beslenen çocuk.
  • Anası sütünü vermeyip yemeği öğrettiği çocuk.

adalet / adâlet

  • Her işte hakkı gözetme ve orta yolu tutma. Haklıya hakkını verme. Haksızlıktan sakınma. Zulmün zıddı, kânun önünde eşitlik.

adalet-i mahz

  • Tam ve mükemmel adalet; "ferdin hukuku asla fedâ edilemez" görüşündeki adalet.

adalet-i mahza / adâlet-i mahzâ

  • Tam adâlet; "ferdin hukuku hiçbirşey için fedâ edilemez" görüşünde olan adalet anlayışı.

adem / âdem

  • Kur'ân-ı kerîmde ismi geçen peygamberlerden. Yeryüzünde yaratılan ilk insan ve ilk peygamber, bütün insanların babası.

afir

  • Güneşte kum üstünde kurutulan et.

ahali nazarında

  • Halkın gözünde.

ahde vefa / ahde vefâ

  • Sözünde durma, sözünü yerine getirme.

ahdi bozmak

  • Sözünde durmamak.

ahfa / ahfâ

  • Çok gizli, âlem-i emrin (madde ve ölçü olmayan ve arşın üstündeki âlemin) beşinci ve son latîfesi (makamı, mertebesi).

ahfeş

  • Küçük gözlü, zayıf bakışlı.
  • Yalnız gece gören kimse.
  • Üç büyük Arab âliminin lâkabı.
  • Bulutlu günde görüp bulutsuz günde görmeyen.

ahidşiken / عهدشكن

  • Sözünden dönen, antlaşmayı bozan. (Arapça - Farsça)

akademi heyeti muvacehesinde

  • Aydın, âlim ve bilginlerden oluşan ilmî kurul önünde, karşısında.

akanyıldız

  • Daha ziyade yaz geceleri gökyüzünde hızla geçip giden ışıklı iz, şahap.

aks-i kaziye

  • (Mantıkta) Doğru farzedilen bir hükmün, konusu ile yükleminin (mahmulünün) ters çevrilmesi ile zaruri bir sonucun elde edilmesidir. Çeşitli şekilleri vardır. Meselâ : "Her insan canlıdır." sözünde konu olan insan ile, yüklem olan canlı sözü yer değiştirilerek (aksedilerek) şu hüküm elde edilir: "Baz

aktab-ı al-i beyt-i muhammediye / aktâb-ı âl-i beyt-i muhammediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) neslinden gelen ve bulunduğu yerde veya memleketteki evliyanın başı hükmünde olan büyük veliler.

akve

  • Evin önündeki açıklık, meydanlık. Avlu.

al-i aba / âl-i abâ

  • Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendisiyle beraber kızı Hz. Fatıma, damadı Hz. Ali ve torunları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in üzerini mübarek abâsıyla örttüğünden bu isimle anılmaktadırlar.

ala ruusi'l-eşhad / alâ ruûsi'l-eşhad

  • Şahitlerin gözü önünde.

ala-mele'in nas / alâ-mele'in nas

  • Herkesin önünde. Halkın huzurunda.

ala-ruus-ileşhad / alâ-ruus-ileşhad

  • Aleme karşı. Herkesin gözü önünde. Halkın önünde.

alani / alânî

  • Açıkta, meydanda, herkesin gözü önünde.

alaniyeten / alâniyeten

  • Herkesin önünde, açıkça, alânen.

alem-i emr / âlem-i emr

  • Arşın üstünde olup, madde olmayan, ölçülemeyen ve herkesin anlayamayacağı âlem. Buna, âlem-i melekût ve âlem-i ervâh (rûhlar âlemi) ve mekânsızlık âlemi de denir.

alem-i islam camii / âlem-i islâm camii

  • Büyük bir cami hükmünde olan İslâm âlemi.

alem-i islam mescid-i kebiri / âlem-i islâm mescid-i kebiri

  • Büyük mescit hükmünde olan İslâm dünyası.

alem-i islamın cami-i kebiri / âlem-i islâmın cami-i kebiri

  • Büyük bir cami hükmünde olan İslâm dünyası.

alem-i melekut / âlem-i melekût

  • Madde, his, akıl, ölçü âleminin üstündeki âlem.

aleniyye

  • Açık, aleni, göz önünde.

aleniyyet

  • Göz önünde olma.

aleyhdar

  • Onun tersi yönünde, karşı.

allak

  • Sözünde durmaz.
  • Hilekâr, kendisine güvenilmesi doğru olmayan.

amel-i kalil / amel-i kalîl

  • Namaz kılarken bir rükünde bir uzuvla yapılan ve namazdan sayılmayan bir veya iki hareket.

amel-i kesir / amel-i kesîr

  • Namaz kılarken, bir rükünde namazdan sayılmayan ve bir uzuvla ardı ardına yapılan üç veya iki elin bir hareketi.

amudi / amudî

  • Yukarıdan aşağıya dikey olarak. Direk gibi yukarıdan aşağıya düz ve şakulünde olarak.

anasır-ı arziye / anâsır-ı arziye / عَنَاصِرِ اَرْضِيَّه

  • Yeryüzündeki unsurlar.

anun / anûn

  • İsyankâr, kavgacı.
  • Davarların önünde yürüyen davar.

apulet

  • Askerlerin, sınıf ve rütbelerine göre sırma, ipek veya yünden omuzlarına taktıkları saçak. (Fransızca)

arakiyye

  • Yünden yapılan bir cins külâhtır ki, bilhassa dervişler kullanırlar.

araz

  • Bir şeye zorunluluk sonucu bağlı olmayan, onun özünde bulunmayan şey (ilinek.

arazi-i uşriyye / arâzi-i uşriyye

  • Mahsûlünden (ürününden) uşur denilen zekatın alındığı topraklar. Müslüman devletlerde harb ile alınıp gâzîlere (askerlere) taksim edilen veya isteyerek İslâm'ı kabûl edenlerin ellerinde bırakılan yâhut devlet reisinin (başkanının) izni ile müslümanlar tarafından işlenip faydalanılır hâle getirilen m

arş

  • Allahü teâlânın yarattığı en büyük varlık. Yedi kat göklerin ve kürsînin üstünde olup, halk (madde) âleminin sonu, emr (maddesizlik) âleminin başlangıcı. Arşullah, Arş-ı mecîd ve Arş-ı a'lâ da denir.

arz-ı belde

  • Ast: Herhangi bir bölgenin üstünden geçen arz dairesi.

arzın halifesi

  • Yeryüzünde Allah'ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan.

asab-ı veçhiye / âsâb-ı veçhiye

  • İnsanın yüzünde bulunan sinirler.

asalak

  • Başka hayvan veya bitkilerin üstünde yaşayan ve onlara zarar veren hayvan veya bitki. Parazit.
  • Mc: Başkalarının sırtından geçinen kimse.

asel

  • Bal. Şehd.
  • Tatmak.
  • Su akarken yüzünde hâsıl olan kabarcık.
  • Cennette bir su.

asif

  • (Çoğulu: Usefâ) Para ile tutulan işçi, yevmiyeci, gündelikçi.

aşir

  • Onda bir. On kısma taksim edilen bir şeyin herbir parçası.
  • Kur'an-ı Kerimin on cüz'ünden herbiri veya on âyetlik bir parçası.
  • Dost, yardımcı, yardak.
  • Koca.
  • Kabile.
  • Kötülükte yardımcılık eden.
  • Sahip.
  • Toz.

asla ve mutlaka zarar iras etmez / asla ve mutlaka zarar îras etmez

  • Bir meselenin temelinde ve özünde olan unsurlara kesinlikle ve hiçbir şekilde zarar vermez.

asla'

  • Başının tepesinde ve önünde kıl olmayan.
  • Küçük başlı.

aşure

  • (Aşurâ) Arabi aylardan olan Muharrem ayının onuncu günü. Aynı günde çeşitli hububat ve kuruyemişler katılarak yapılan tatlı.

avret

  • Eksik. Gedik. Gizlenmesi lâzım gelen şey. Dinen örtülmesi vâcib olan âzâ, ud yeri. Utanılacak ve hayâ edilecek şey. Erkeklerde göbek ile diz kapağı arasındaki kısım.
  • Kadın. Zevce. Nikâhlı.
  • Gece uykuya yatacağı vakit ve seherden evvel uykudan kalkılacak saate de şeriat örfünde

azrail

  • Ölüm meleği. Dört büyük melekten biridir, ölenlerin ruhlarını almak görevi vardır. Diğer bir ismi de "melek-ül mevt: Ölüm meleği"dir. Yeryüzünde hayatın var olması, insanın yaratılışı tesadüfle açıklanamıyacağı gibi, ölüm de tesadüfle açıklanamaz. Hayatı yaratan ölümü de yaratmıştır. Hayat gibi ölüm

ba'del yevm

  • (Ba'de-l yevm) Bugünden sonra.

babil / bâbil

  • Asurlular devrinde Irak'ta kurulan şehirlerden biri. Bağdat'ın aşağı tarafında bulunan ve büyücülüğünden dolayı, eski edebiyatımızda "Çeh-i Bâbil" olarak yer alan ve birçok dillerin meydana gelmesi bakımından da adı geçen "Bâbil Kulesi"nin bulunduğu ilkçağdan kalma bir şehir.

babur

  • (Zahirüddin Muhammed) Hindistan'da büyük Müslüman Türk devletinin kurucusu ve Timur'un beşinci göbekten torunudur. Fergana Emiri olan babası Ömer Şeyh'in ölümünden sonra tahta geçmiştir. (1494)

badelmemat / bâdelmemât

  • Ölümünden sonra.

bahas

  • Deve tırnağı.
  • Ayak eti.
  • Parmak diplerinin ayak tarafındaki etleri.
  • Gözün üstünde veya altında beliren yumruca et.

bariz / bâriz

  • Açık, göz önünde, besbelli.

basiret

  • Hakikatı kalbiyle hissedip anlama. Kalbde eşyanın hakikatlarını bilen kuvve-i kudsiyye. Ferâset. İm'ân-ı dikkat.
  • İbret alınacak hidâyet sebepleri. Beyyine. Hüccet.
  • Bir evin iki tarafının arası.
  • Yer üstündeki kan.

basur / bâsûr

  • (Çoğulu: Bevâsir) Tıb: Mayasıl. Kalın bağırsakta ve makadın etrafındaki siyah kan damarlarının şişmesi ve bazen iltihablanması sebebiyle, makadın içinde ve dışında meydana gelen memeler yüzünden makaddan kan ve cerahat gelmesi hastalığı.

batınen / bâtınen / باطنا

  • İçinden olarak. Dâhilen, içyüzünde.
  • İşin iç yüzünde. (Arapça)

bed-ahd

  • Ahdinde, sözünde durmayan, vefasız. (Farsça)

bedahd / بدعهد

  • Sözünde durmayan. (Farsça - Arapça)

berkende

  • Koparılmış, sökülmüş, kökünden çıkarılıp atılmış. (Farsça)

berr

  • (Çoğulu: Ebrâr) Va'dinde sâdık. Sözünde duran. Muhsin. Keremkâr.
  • Nimetleri herkese, umuma ihsan eden.
  • Gerçeklik, sıdk.
  • Susuz, kuru yerler.
  • Toprak. Yeryüzü, yer.

bertarum

  • Kubbe üzerinde. Dam üstünde. (Farsça)

bevah

  • Aşikâr, meydanda, belli. Herkesin gözleri önünde.

beyhaki / beyhakî

  • (Hi: 384-458) Büyük hadis ve fıkıh âlimlerinden olup asıl adı Ebubekir Ahmed bin Hüseyn'dir. İmam-ı Şâfii mezhebinde sözü sened yerine geçen büyük bir hadis âlimidir. Kendisi gibi daha birçok faziletli âlimler yetiştiren Beyhak bölgesinin Hüsrevcurd köyündendir. "Kitab-ün Nusus-uş-Şafiî" ile "Kitab-

beyhuşt

  • Kökünden çıkarılmış, dibinden koparılmış olan şey. (Farsça)

bih-ken

  • Kökünden çıkaran, kök söken. (Farsça)

bilicma

  • Üstünde birleşmekle, topluca.

biyocoğrafya

  • yun. Nebat ve hayvanların yer yüzünde dağılışını ve sebebelerini tetkik eden ilim kolu. Hayatî Coğrafya. Biyojeografi.

bizle

  • Gündelik elbise.

boşanmak

  • Eşi ile olan nikâh bağını bozmak. Eşinden ayrılmak. (Medeni kanun, boşama yetkisini mahkemeye bırakmıştır. İslâm dini evlenmeyi Allah'ın emirleri dahilinde karşılıklı rızaya bağlı hür bir sözleşme olarak gördüğünden kadınla erkek boşanma yetkisinin kimde olacağını da kararlaştırabilirler. İsterlerse (Türkçe)

boylam

  • Yer yüzünde bir yerin başlangıç dairesine olan uzaklığının açı cinsinden değeri. (Türkçe)

bugra

  • Turna kuşu veya turna kuşu sürüsünün önünde uçan turna horozu. (Farsça)

bukalemun

  • Bulunduğu yerin rengine giren, fare büyüklüğünde, böcek yiyen bir hayvan. (Farsça)
  • Mc: Sık sık fikir ve kanaat veya meslek değiştiren. (Farsça)

burak / burâk

  • İman ehlini Sırat köprüsünden geçirecek olan binek, âhiret bineği.

burak-ı meşveret-i şer'iye

  • Şer'î meşveret bineği; şeriatın her türlü meselenin çözümünde esas aldığı istişare ve danışma kurulu.

cadı

  • Avrupa'da putperestlik çağından beri gelen bir inanca göre, şeytanın gücünü kullanarak büyü yolu ile insanlara kötülük eden, felâketler getiren kadın. Bu bâtıl inanç yüzünden birçok yaşlı masum kadın, cadı diye Hristiyanların kurduğu Engizisyon mahkemeleri kararıyla yakılmıştır.

cahcaha

  • Gönlünde olan sırrını gizlemek.
  • Çağırmak.
  • Su sesi.

cahi / cahî

  • (Cahiye) Aşikar, aleni, açık, meydanda ve herkesin gözleri önünde olan.

cail / câil

  • "Ceale" kökünden yaratıcı, yapıcı.

caka

  • (Argo) Gösteriş, çalım. Caka, mal mülk, giyim, kuşam, yahut hareket davranış yoluyla olabilir. İslâm'da gösterişin her şekli haram ve günahtır. Bugün bazı kimseler ve aileler gösteriş belâsı yüzünden maddî sıkıntılara düşmekte, israfa sürüklenmektedir. İşledikleri günahın cezasını bu dünyada da çeki

çal

  • Alnında ve ayaklarının üstünde beyazlık bulunan hareketli at.

cami' / câmi'

  • Toplayan.
  • Müslümanların ibâdet etmek için toplandıkları yer, mâbed.
  • Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden. Çeşitli hakîkatleri ve enfüs (iç) ve âfâktaki (dıştaki) zıt işleri birleştirici, kıyâmet gününde yeryüzünde olan cinleri, insanları ve mahlûkâtı bir araya getirici insanların dağı

canibinde / cânibinde

  • Yönünde, tarafında.

car / câr

  • Kadınların, elbisenin üstünde örtündükleri çarşaf.

caymak

  • Vazgeçmek. Sözünden dönmek. (Türkçe)

cebae

  • Üstünde birşey düzeltilen ağaç.

cebb

  • Bir kimsenin zekerini ve hayasını kesip hadım etmek.
  • Devenin hörgücünü kesmek.
  • Kökünden kesmek.

celaleddin-i harzemşah

  • (Vefâtı M.: 1231) Mengü berdi (Allah verdi) ismi de verilir. Harzemşah soyunun 7nci ve son hükümdarıdır. Tarihte cesaret ve irfanı ile tanınmıştır. O zamanın deccalı olan Cengiz'in kahır ve şiddeti karşısında İrân ve Turân korku ve zillete düştüğünde Celâleddin, Cengiz'in ordularını müteaddit defala

cemal-i zati / cemâl-i zâtî

  • Zâtî güzellik; kendinde ve özünde bulunan güzellik.

ceşir

  • Büyük çuval.
  • Ev önünde davar yürüyecek yer.

ceza'

  • Hüzünle ağlayıp sızlanmak. Sabırsızlık yüzünden telâş ve teessür göstermek.

cihanşümul / cihânşümûl

  • Dünya ölçüsünde.

cihetinde

  • Yönünde.

cinni, insi şeytanlar / cinnî, insî şeytanlar

  • Cin ve insan türünden olan şeytanlar.

ciran

  • (Çoğulu: Cürün) Devenin boynunun önünde boğazlanacak yerinden boğazı çukuruna kadar olan yer.

civanmerd

  • Sözünde sağlam. İyilik sever. Kahraman.

ciz'

  • Ağaç kütüğü. Ağaç kökü. Kuru direk. Hurma ağacının kökü. Hurma ağacı.
  • Çatı örtüsünde kullanılan ağaçlar.

cüdd

  • Cem'etmek, toplamak.
  • Yol üstünde olan kuyu.

cülbe

  • Yara iyi olduğunda üstünde olan ince deri.

cumuat

  • (Tekili: Cum'a) Perşembe gününden sonra gelen günler. Cum'alar.

cüsu

  • Diz üstünde çökmek.

cüz'iyyat

  • Cüz'î olan şeyler. Ufak tefek şeyler. Mânası düşünüldüğünde zihinde ortaklık kabul etmeyen şeyler. Mânası başka şeylere şâmil olmayanlar.

dabure

  • Yer yüzünde gezen hayvanât.

dagısa

  • (Çoğulu: Devâgıs) Diz üstünde hareket eden yuvarlakça kemik.
  • Sâfi su.

dağvari

  • Dağ gibi, dağ cesametinde. Dağ büyüklüğünde. Dağa benzer surette. (Farsça)

daib / dâib

  • Âdet ve usulünde devam eden.

daibeyn / dâibeyn

  • Âdet ve usulünde devam eden iki şey.

Dalyarak / dalyarak

  • budalalığı yüzünden her zaman densizlik yapan (kimse). Bön, salak, budala.
  • Dalyarak kelimesi Türkçe'de "sallamak" anlamına gelir.
  • Türkiye Türkçesinde dal-1 "sallamak" fiilinden türetilmiştir.
  • Dalyarak kelimesi tarihte bilinen ilk kez dallamak "sallamak, eliyle tartmak" TDK, Tarama Sözlüğü (1600 yılından önce) eserinde yer almıştır.
  • Dalyarak kelimesi Türkçe'de "Budalalığı yüzünden her zaman densizlik, küstahlık eden (kimse)." anlamına gelir.

dav'

  • Kaymağı alınmış sığır sütünden yapılmış ekşi yoğurt ve ayran.

davet makamı / dâvet makâmı

  • Vilâyet (evliyâlık) makâmının üstünde, peygamberlere mahsus bir makâm.

dehri / dehrî

  • Zaman yönünden, çağları içine alan.

demak

  • Tipi (Kış gününde rüzgârın karı her tarafa savurmasıdır.)

derpiş / derpîş / درپيش

  • Önde olan, göz önünde bulunan. (Farsça)
  • Göz önünde, en önde.
  • Göz önünde. (Farsça)
  • Derpîş edilmek: Göz önünde bulundurulmak. (Farsça)
  • Derpîş etmek: Göz önünde bulundurmak. (Farsça)

deşne-i subh

  • Tan yeri. (Bu tabir, tan yerinin ilkönce hançer şeklinde göründüğünden kinaye olarak denmiştir.)

di

  • Dün, dünkü gün, bugünden bir evvelki gün. (Farsça)

dikkat-i nazara alınsa

  • İnceden inceye düşünülse, göz önünde bulundurup bakılsa.

doz

  • Kim: Bir maddenin bir karışıma girmesi gereken muayyen miktarı.
  • Tıb: Bir hastaya bir defada veya bir günde verilecek ilâç miktarı.
  • Ölçü, miktar.

düello

  • İtl. Hakareti tamir için iki kişi arasında hususan Avrupa'da ve şâhitler önünde yapılan silâhlı çarpışma.
  • Hakareti tâmir maksadıyla iki kişi arasında ve şâhitler önünde yapılan silâhlı çarpışma.
  • Şahitler önünde iki kişinin silahlı çarpışması.

ebhas

  • Gözlerinin üstünde veya altında bir miktar yumruca et parçası olan kişi.

ebih

  • Yüzünden örtüyü kaldırmayan tesettürlü kadın.

ebter

  • Kuyruğu kesik hayvan.
  • Sonunda oğlu ve kızı kalmayan insan.
  • Ölümünden sonra adı hatırlanıp anılacak hayrı ve ihsanı kalmayan kişi.
  • Eksik, tamamlanmamış.

ebva'

  • Medine-i Münevvere'ye bağlı olup, Mekke-i Mükerreme yolunda bir köyün adıdır. Medine'ye yirmiüç mil uzaklıktadır. Köyün üstünde dik ve kuru bir dağın adı da Ebvâ'dır. Bu köy iki şey ile meşhurdur. Biri: Peygamberimizin annesi Hz. Amine'nin kabri orada bulunmaktadır. İkincisi ise: Hicretin birinci se

ecir

  • Ücretle çalışan, nefsini kiraya veren. Gündelikçi.

ehl-i kıble

  • Kâbeyi kıble edinenler, müslümanım diyenler. İş ve sözünde açıkça küfür görülmeyen dalâlet (sapık) fırkalarında olanlar.

ehl-i suffa

  • Medîne-i münevverede, akrabâları ve evleri bulunmayan, Peygamber efendimizin mescidinin suffa denilen ve üzeri hurma dallarıyla örtülü bölümünde kalan eshâb-ı kirâm.

ehlullah

  • Allah adamları, Allahü teâlânın emirlerine uyup, O'nun sevgisini ve ism-i şerîfini gönlünden hiç çıkarmayan evliyâ zâtlar.

elett

  • Dişi kökünden çıkıp düşmüş olan kişi.

elyasa

  • Benî İsrail Peygamberlerindendir. Benî İsrail ise; günden güne Kitabullah'ı dinlemez olmuştu. Cenab-ı Hak Asuriye Devleti'ni onlara musallat eyledi. Sonra Yunus (A.S.) Asuriye içinde Ninova şehrinde Peygamber oldu.

embel

  • Kılıcı ve silahı olmayan.
  • Eyer üstünde doğru oturamayan.
  • Boynu eğri olan.

emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker / emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker

  • Dinin iyi gördüğü şeyleri emretmek ve kötü gördüğünden sakındırmak.

enlem

  • (Arz dairesi) t. Yer yüzünde herhangi bir noktanın ekvatora olan uzaklığının açı cinsinden değeri. Dünyanın büyüklüğü X. yy. başlarında Sincar sahrasında ve Kûfe civarında bir meridyenin uzunluğunu ölçmek suretiyle bulan Musa Oğulları nâmıyla tanınan Muhammed, Ahmed ve Hasan isimlerindeki üç kardeş

enzar-ı mahlukat önünde / enzâr-ı mahlûkat önünde

  • Bütün varlıkların gözleri önünde.

ercen

  • Dübüründe zahmeti olan deve.

ermun

  • Gündelikçiye verilen peşin ücret. (Farsça)

esahh

  • En sahîh, en sıhhatli, en doğru olan. Bir mes'elenin hükmü hakkında müctehid âlimlerin kavillerinden (sözlerinden, ictihadlarından) en doğru olanı. "Esahh" sözü, "sahîh, doğru" sözünden daha kuvvetlidir.

eshab-ı fil / eshâb-ı fîl

  • Peygamber efendimizin doğmasına yaklaşık iki ay kala Kâbe'yi yıkmak için Mekke yakınlarına kadar gelen, fakat Allahü teâlânın gönderdiği Ebâbîl kuşlarının üzerlerine bıraktıkları mercimek büyüklüğündeki taşlarla perişân olan Ebrehe ve içinde bir çok fillerin de bulunduğu ordu.

eshab-ı suffa / eshâb-ı suffa

  • Suffe ehli. Peygamber efendimizin Mekke'den hicretinden sonra, Medîne-i münevverede yaptırdığı câminin (Mescid-i Nebevî'nin) örtülü bölümünde ilim ve ibâdetle meşgul olan fakir ve kimsesiz müslümanlar.

eşhuru'l-hac

  • Hac ayları. Şevval, Zilkade ve Zilhicce'nin ilk on gününden ibaret olan cem'an 70 gün İslâm'dan önce de Araplar bu günlerde Kâbe'yi ziyaret ederlerdi.

esleb

  • İnsanın vücudunda veya yüzünde bulunan ben, nokta.
  • Süprüntü, moloz.

eşyem

  • Yüzünde ve vücudunda çok beni olan adam.

eyyam-ı şer'iye / eyyâm-ı şer'iye

  • Kur'ân'daki ölçülere uyan günler; gökyüzünde her cismin kendi etrafında dönmesiyle gün, bağlı olduğu sistem etrafında dönmesiyle de yine ona ait sene oluşur. Meselâ Sirius yıldızının bir günü ise bin senedir.

eyyam-ı teşrik / eyyâm-ı teşrik

  • Kurban bayramının birinci gününden sonraki diğer üç güne verilen isimdir. Zilhiccenin 11, 12 ve 13 üncü günleridir. Birinci gününe "yevm-i nahr" (kurban günü) denir.
  • Kurban Bayramı'nın ilk gününden sonraki üç gün.

eyyamü't-teşrik / eyyâmü't-teşrik

  • Kurban Bayramı'nın ilk gününden sonraki üç gün.

fahiş fiyat / fâhiş fiyat

  • Piyasa fiyatının üstündeki fiyat.

faik / fâik

  • Üstün, üstünde. Diğerinden daha değerli ve üstün. Her şeyin güzide ve a'lâsı. Âli.
  • Başın boyun ile bitiştiği yer.

faiz

  • (Fevz. den) Dilediğine eren. Başaran. Korktuğundan kurtulan. Üstün gelen. Necat bulan.
  • Kapının üstündeki eşik.

fakakı'

  • Su üstünde olan kabarcıklar.

fakfon

  • Kim: Çinko, nikel ve bakırdan yapılan gümüş görünüşünde bir halita.

far

  • Otomobil, kamyon gibi nakil vasıtalarının önündeki kuvvetli lâmbalar. (Fransızca)

fart-ı zeka / fart-ı zekâ

  • Âdetin üstünde, çok ileri zeki olmak. Emsâli bulunmayan zekâvette oluş.

fasid kan / fâsid kan

  • Üç günden yâni yetmiş iki saatten -beş dakika bile az olsa- gelen kan, yeni başlayan (baliğa, ergen) olan için on günden çok sürüp, onuncu günden sonra gelen kan, yeni olmayanlarda (kadınlarda) âdetten çok olup on günü de aştığında âdetten sonraki gü nlerde gelen kan, hâmile ve âyise (ihtiyar) kadın

feddan

  • (Çoğulu: Fedâdin) Bir çift öküz.
  • Bir günde bir çift öküzle sürülebilen arazi.
  • Daha çok mısırda yer ölçülerinde kullanılan bir kelime.

felekmeşreb

  • Mc: Sözünde durmaz, verdiği sözü tutmaz.
  • Kimine yâr olur, kimine olmaz.

fell

  • (Çoğulu: Fülül - Eflâl) Gedik, rahne.
  • Yaralamak.
  • Cenkte askeri bozmak. Harbdeki askerin bozulması.
  • Kılınç yüzündeki açılan gedik.
  • Susuz kır yer.
  • Güruh, cemaat.
  • Muvakkat delilik.

feltut

  • Küçüklüğünden dolayı iki tarafı gelip birleşmiyen elbise.

feraşe

  • Pervane denilen kelebek.
  • Kilit damağı.
  • Su gittikten sonra yer üstünde kalıp kuruyan balçık.
  • Az su.
  • Hafif kimse.

ferd-i ferid / ferd-i ferîd / فَرْدِ فَر۪يدْ

  • En büyük velilerin üstünde Ferdiyet makamına mazhar en büyük veli.

ferda

  • Yarın. Bugünden sonraki gün. (Farsça)
  • Arabçada: Bir olarak. Tek olarak. (Farsça)

ferraşin ovası / ferrâşîn ovası

  • Hakkari sınırları dahilinde bulunan ve rakımı 2.000 m'nin üstünde olan bir ova.

fesh

  • Bozmak. Hükümsüz bırakmak. Kaldırmak.
  • Zayıf olmak.
  • Bilmemek. Cehil.
  • Re'y ve tedbiri ifsad eylemek.
  • Zaif-ül akıl. Zaif-ül beden.
  • Tembellik yüzünden gayesine erişemeyen.
  • Unutmak.
  • Tıb: Beden âzalarının mafsallarını yerinden çıkarıp ayırmak

feth-i mübin

  • Açık ve parlak zafer. Hakkı, bâtılın tahakkümünden kurtaran veya birbirine zıd olan hak ile batılın karışıklığını ayırarak hakkı galip kılan feth ve zafer Bu zafer, harp ile olabileceği gibi harpsiz de olur. (Hakikatın ve ilmin galebesi gibi.)Fetih suresinin birinci âyetinde geçen "Feth-i mübin"in i

fevka'l-küll

  • Hepsinin, herşeyin üstünde.

fevka'l-me'mul

  • Ümid edilenin üstünde.

fevkalade / fevkalâde

  • Âdetin üstünde, duyulmadık, görülmedik, olağanüstü.
  • Âdetin fevkinde. Ayrıca, hususi surette. Bilinenlerin üstünde. Müstesna ve yüksek bir surette.

fevkalbeşer

  • (Fevk-al beşer) İnsan gücünün üstünde, insanüstü.

fevkalhad

  • Sınırın üstünde.

fevkalküll

  • (Fevk-al kül) Hepsinin fevkinde. Bütününün üstünde.
  • Her şeyin üstünde.

fevkalme'mul

  • Umulmadık bir şekilde, beklenenin üstünde.

fevkalmemul

  • Umulanın, beklenilenin üstünde.

fevkalmêmul

  • Umulanın üstünde.

fevkattahammül

  • (Fevk-at tahammül) Tahammülün üstünde, tahammül edilmez, dayanılmaz, dayanılması imkânsız.

fevkınde

  • Üstünde.

fevkinde

  • Üstünde.

fidye

  • Bir şeyin yerine geçmek üzere verilen bedel.
  • Çok yaşlı ve hasta olan kimsenin tutamadığı oruç, ölüm hastalığına yakalananın kılamadığı namaz, vefât etmiş kimsenin namaz ve oruç borçları için ve hacda, ihramlının hastalık özründen dolayı ihramın bâzı yasaklarını işlemesine karşılık vermesi ge

fıkra

  • Yazıda bir bahis.
  • Parağraf.
  • Kanun maddelerinden her bir kısım.
  • Kısa haber.
  • Küçük hikâye.
  • Omurga kemiklerinin her biri.
  • Bend.
  • Kıssa.
  • Gazetelerde gündelik hâdiselerin kısaca yazılmış şekli.

firaş-ı sahih

  • Fık: Nikâh ve mülk-i yemine müstenid bulunan istifraş. Mülk-i yemin, bir kimsenin temellükünde bulunan cariye demektir. Binaenaleyh bu iki şarta dayanan istifraştan, meydana gelecek çocuk, varis addolunur. Ancak, cariyeyi istifraşta husule gelen çocuğun kendisinden olduğunu müstefrişin söylemesi lâz

firaset

  • Zihin uyanıklığı. Bir şeyi çabukça anlayış kabiliyeti. Bir kimsenin ahlâk ve istidadını yüzünden anlamak. Firasetin bir nev'i, sebebini anlamadan ve ilham eseri olarak vücuda gelen seziştir. Diğer nev'i ise kesbîdir. Muhtelif huy ve tabiatları bilmek neticesinde hâsıl olur.
  • Yiğitlik.

fisal

  • (Tekili: Fasıl) Ayrılmış olanlar.
  • Yavrunun sütten kesilmesi.
  • Kısa duvar.
  • İnsanların lehinde veya aleyhinde söz söyleyerek para toplıyan.
  • Ana sütünden kesilmiş hayvan yavrusu (Füslan, fislan şeklinde de olur.)

fukka'

  • Ekseriya şerbet içilen kap.
  • Yağmur suyunun üstünde olan kabarcık ve köpük.

fürzum

  • Yuvarlak ağaçtan yapılıp, üstünde bir şey yontmağa mahsus dülgerler örsü.

fütl

  • (Tekili: Eftel) Kolları göğsünden uzak olan kimseler.

gafil

  • Dikkatsiz, iyi düşünmeyen, uyanık olmayan. Haberi olmayan, ihtiyatsız, başına geleceği önceden düşünmeyen. Allah'ı unutan. Kendi gayr-ı meşru zevkine dalan. (Günde bir taşı binâ-yı ömrümün düştü yere,Can yatar gafil, binası oldu viran bîhaber. (Niyazi-i Mısrî)

gaib

  • Göz önünde bulunmayan, hazırda olmayan. Kaybolmuş olan. Görünmeyen âlem.
  • Gr: Üçüncü şahıs, hazırda olmayan kimse.

gaybubet / gaybûbet / غَيْبُوبَتْ

  • Göz önünde olmayış, yokluk.
  • Göz önünde olmama, kaybolma.

gayr-ı ademi / gayr-ı âdemî

  • İnsan türünden olmayan.

gıbb

  • Nihayet, son, netice.
  • İki günde bir. Gün aşırı.
  • -den, -dan, sonra mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır.

gıyab / gıyâb

  • Görünmemek. Göz önünde olmamak.
  • Hazırda bulunmamak.
  • Bilinmeyen şeyler.
  • Arka. Arkasından.
  • Göz önünde bulunmama.

gonce-i ab / gonce-i âb

  • Yağmur yağarken suyun yüzünde meydana gelen kabarcık.

gülhane hatt-ı hümayunu

  • Tar: Gülhanede okunan hatt-ı hümayun münasebetiyle meydana gelmiş bir tabirdir. Osmanlı İmparatorluğu'nun bir zamanlar dünyayı titreten kuvvet ve kudreti, çeşitli sebep ve te'sirlerle büyük bir zaafa uğramış ve en nihâyet devlet, bir vilâyet hükmünde olan Mısır'ın idaresini ele geçiren Mehmed Ali Pa

gün be-gün

  • Günden güne.

günaşırı

  • İki günde bir. Bir gün olup ertesi gün olmayarak ve böylece sürüp giderek. (Türkçe)

gureba-i yemin

  • İbrahim paşa, Galata ve Edirne saraylarından çıkanlarla, harpte fevkalâde yararlık gösteren yabancılar ve yeni Müslüman olmuşlardan teşkil olunan iki süvari bölüğünden birinin ismidir. Bu iki bölüğe birden "Gureba-i Yemin ve Yesar Bölükleri" denildiği gibi "Garip ve Yiğitler Bölükleri" veya "Aşağı B

hac

  • İslâm'ın beşinci şartı. Gerekli şartları kendinde bulunduran (bülûğa ermiş yâni ergen, hür, zengin, aklı başında) her müslümanın ömründe bir defâ ihramlı (dikişsiz) bir elbise ile Mekke'ye gidip Kâbe'yi ziyâret etmesi ve Arafât denilen yerde bir mikt âr durması ve bâzı vazîfeleri yerine getirmesi.

hacace

  • (Çoğulu: Hıcc) Su üstünde olan yağmur kabarcığı.

hacc-ı asgar

  • Ömre. Hac zamânı olan beş günden (Arefe günü ile dört bayram günlerinden) başka senenin her günü ihrâm (dikişsiz elbise) ile Mekke'ye gelip, Kâbe'yi tavâf (etrâfında yedi kere dolaşmak), sa'y yapmak (Safâ ve Merve tepeleri arasında gidip gelmek) ve traş olmak.

hafta

  • Yedi günden ibaret müddet. Yedi günlük müddet. (Farsça)

hakim-i müdakkik / hakîm-i müdakkik

  • Konuları gaye, fayda ve san'at yönünden dikkatli bir şekilde araştıran hikmetli kişi.

halaat / halâat

  • Yüzsüzlük, utanmazlık, hayâsızlık.
  • Kötülüğünden dolayı ailesi ve cemaatı kendisinden ayrılan kimse.

halife / halîfe

  • Yeryüzünde Allah'ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan.
  • Birinin yerine geçen.
  • Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vekîlî ve yeryüzündeki bütün müslümanların reîsi (başı).
  • Bir tasavvuf büyüğünün yetiştirip, hayâtında veya vefâtından sonra insanları terbiye etmek ve talebe yetiştirmekle vazîfelendirdiği talebesi.

hamhama

  • Atın yulaf ve su gördüğünde çıkardığı ses.

hanzal

  • Zakkum. Zakkum ağacı. Ebu Cehil karpuzu denilen portakal büyüklüğünde mevyesi çok acı bir nebat. Karga kabağı diye de adlandırılır.

harika / hârika

  • İmkânların üstünde olan şey, hayret uyandıran, hayranlık vren. Büyük ve görülmedik eser. Görülmedik derecede kıymetli.
  • Normalin üstünde olup hayret uyandıran şey.

harısa

  • İnsanın başında veya yüzünde kan çıkmaksızın yalnız deri yırtılmış olarak peyda olan yara.

hasm-ı ca'li / hasm-ı ca'lî

  • Huk: Hakikatta hasım olmadığı halde, hasım imiş gibi hâkim önünde husumeti kabul eden kimse.

hass

  • Zannetmek.
  • Silkmek.
  • Davarı kaşağılamak.
  • Közün üstünde birşey pişirmek.
  • Katletmek, öldürmek.

hatır-ı şeytani / hatır-ı şeytanî

  • Tas: Nefsin zevklerine muhabbet yüzünden, ma'siyet ve günahlara düşmek.

hatıra-i hakikat

  • Hakikate ulaşma yönünde yaşanmış bir hatıra.

hatr

  • Ahdini bozmak, sözünde durmamak.

hayat / hayât

  • Diri olmak, dirilik.
  • Allahü teâlâ hakkında bilmemiz vâcib olan sıfât-ı subûtiyye'den biri. Allahü teâlânın diri olması.
  • Bir insanın doğumundan ölümüne kadar geçen zaman.
  • Bir insanın ölümünden sonra başlayan ebedî (sonsuz) hayat.

hayat-ı ruz-i merre / hayât-ı rûz-i merre / حيات روز مره

  • Gündelik yaşam.

hayz

  • Sıhhatli bir kızın veya âdet zamânı son dakikasından îtibâren tam temizlik (hiç kan gelmeden en az on beş gün) geçmiş olan kadının önünden çıkan ve Hanefî mezhebine göre en az üç gün (ilk görülmesinden îtibâren yetmiş iki saat), en çok on gün devâm eden kan.

hazal

  • Selem ağacının kökünden çıkan bir nesne ki, suda ıslatıp yerler.

hazır / hâzır

  • Huzurda olan, göz önünde olan. Amade ve müheyya olan. Gaib olmayan.
  • Müstaid olan.
  • Her yerde hazır bulunan Allah.
  • Meydanda, göz önünde olan.

hazirin / hazirîn

  • (Tekili: Hâzır) Meydanda, gözönünde olanlar, huzurda bulunanlar.

hazırun / hazırûn / hâzırûn

  • Meydanda olanlar, gözönünde olanlar. Mevcut ve hazır olanlar.
  • Meydanda, gözönünde olanlar.
  • Hazır olanlar.

hazuf

  • Sür'atle yürüdüğünden ayağı altından taşlar atılan eşek.

hek'a

  • Menazil-i Kamer'den bir yıldız.
  • Atın göğsü üstündeki dâire.

helva sohbetleri

  • Eskiden kış mevsiminin başlıca eğlencelerinden biriydi. Bu eğlenceler, her sınıf halk arasında rağbetteydi. Devlet erkânı, vükelâ, zengin konak sahibleri ve orta halli halk kendi imkânları ölçüsünde helva sohbetleri düzenler, eş ve ahbabına ziyafetler verirdi. Vükelânın düzenlediği sohbetler tantana

herkül burcu

  • Gökyüzünün kuzey yönünde Herkül ismi verilen bir yıldız kümesi.

hetm

  • Ön dişleri kökünden kırmak.

hicare

  • (Çoğulu: Hıcer) Su üstünde olan kabarcık.
  • Taş.

hikmetçe

  • Hikmet yönünden; belli bir amaç ve hedefe yönelik olarak.

hilafet-i arziye / hilâfet-i arziye

  • Yeryüzü halifeliği; yeryüzünde Allah'ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde, insana verilen görev.

hilafet-i ru-yi zemin / hilâfet-i rû-yi zemin

  • Yeryüzünde Allah'ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde insana verilen görev.

hilkatçe

  • Yaratılış yönünden.

hıls

  • (Çoğulu: Ahlâs) Yünden veya kıldan yapılan ve palas denilen döşek.
  • Büyük ve kuvvetli olan dişi deve.

hıns-ı yemin

  • Yemini bozma, sözünde durmama.

hiss-i zahir / hiss-i zâhir

  • Zâhirde ve varlığın dış yüzünde olanları kavrayan hisler, duyular; görme, işitme, tatma duyuları gibi (Varlığın mânâ boyutu ile ilgili sezgi ve ihtisaslara vesile olan aklî, rûhî, kalbî, vicdanî hislere hiss-i bâtın denir.).

hıyanet / hıyânet

  • Hâinlik. Vefasızlık. İtimadı kötüye kullanmak. Sözünde durmayıp oyun etmek.
  • Hâinlik. Birine kendini emîn tanıttıktan sonra, o emniyeti bozacak iş yapmak; vefâsızlık, îtimâdı kötüye kullanmak, sözünde durmamak.

hükm / حكم

  • Hüküm, emir, kesin karar. (Arapça)
  • Hükmünde: Yerinde, gibi. (Arapça)
  • Hükmünü almak: Yerine geçmek, gibi olmak. (Arapça)

hükmen

  • Hüküm yoluyla, hükmünde ve değerinde olarak.

hulf

  • Sözünden dönme.

hulfetmek

  • Sözünde durmamak.

hulfü'l-va'd

  • Sözünden dönme.

hulfül-vaad

  • Sözünden dönme.

hulfülvaad

  • Sözünden dönme.

hünsa / hünsâ / خنثى

  • Erkek ve dişi organları üstünde bulunduran. (Arapça)
  • Nötr. (Arapça)

huruf-u mevcudat

  • Büyük bir kitap olan kâinatın harfleri hükmündeki varlıklar.

husum

  • (Tekili: Hasim) Uğursuzluk.
  • İdman. Birbiri ardınca devam üzere olmak.
  • Bir şeyi kökünden kesip dağlayanlar.
  • Fırtına.

hutta

  • Darp, vurmak.
  • Zor iş.
  • Başın önünde olan saç örgüsü.

hüzn

  • Üzüntü, keder. Sevincin zıddı. Bu, halk arasında kastedilen dünyevî hüzünden başkadır. Tasavvuf yolunda bulunanlara âit bir hâl.

huzur / حُضُورْ

  • Hürmete lâyık zâtın önünde hazır bulunma.

huzur-u mehakim / huzur-u mehâkim

  • Mahkemelerin önünde durma.

huzzar / huzzâr

  • (Tekili: Hâzır) Hazır olanlar, hazır bulunanlar, huzurda ve gözönünde olanlar.

i'tikaf / i'tikâf

  • İbâdet niyetiyle câmide bir müddet bulunmak. Îtikâf, nezr (adak) olursa vâcib, Ramazan ayının son on gününde sünnet, bunların dışında herhangi bir zamanda namaz kılmayı beklemek, göz-kulak günâh işlemesin niyetiyle mescidde bulunmak ise müstehâbdır (sevâbdır). Îtikâfa girene mü'tekif denir.
  • Bir şeye devam etmek.
  • Ist: Bir yere çekilip yalnız ibadetle meşguliyet. Hususan Ramazanın son on gününde, mescidlerde ve buna benzer yerlerde kalıp, ibadet, ilm-i iman ve Kur'an, evrad ve ezkâr gibi ibadetlerle meşgul olmak. Böyle bir kimseye "Mu'tekif" denir.

iab

  • Kökünden koparmak.

icaz-ı muhill

  • Sözün istenilen mânayı ifadeye kifayet etmemesi yüzünden mânanın bozulması halidir.

icma' / icmâ'

  • Edille-i şer'iyyenin (din bilgilerinin elde edildiği delîllerin, kaynakların) üçüncüsü. Bir asırda yaşayan müctehid denilen derin âlimlerin bir mes'elenin hükmünde birleşmeleri, ictihadlarının birbirine uygun olması.
  • Beş vakit namazın farz oluşu, zinânın haram oluşu gibi ictihâd lâzı

ictisas

  • Ağacı kökünden çekip koparmak.

ifraz / ifrâz

  • Bütünden parça ayırma. Bölme.

iftihar madalyası

  • Padişaha sadakat gösterenlere, tarım ve san'atın ilerlemesine çalışanlara, yangın ve sâri hastalık anında devlet ve millete büyük hizmetleri dokunanlara verilmek üzere II. Abdülhamid'in irade-i seniyesiyle altın ve gümüşten olmak üzere çıkarılan madalya. (1886 ve 1887) Madalyanın ön yüzünde yukarı k

igtirab

  • (Gurbet. den) Gurbete gitme.
  • (Güneş, Ay vb. seyyareler) batma.
  • Göz önünden kaybolma.

iki eli yakasında olmak

  • Mecaz yoluyla âhiret gününde birinden hakkını aramak.

ilm-i bedi'

  • İlm-i beyânın üç bölümünden üçüncü bölümüdür ki, bediiyat da denir. Muktezâ-yı hâle uygun bir kelâmın lâfız ve mânâ bakımından daha da güzelleştirilmesinin kaidelerinden bahseder. Bu kaidelere Edebî San'atlar da denir.Her şeyin güzellik cihetlerinden bilhassa Arabi terkiblerden bahseder, kelâmın güz

ilmen

  • İlim yönünden.

imtiyaz madalyası

  • 2. Abdülhamid'in 11/10/1885 tarihli emriyle devlet ve memleket yararına hizmet edenlere, vazifeyle gönderildikleri yerde başarı gösterenlere verilmek üzere çıkarılan madalya. Altun ve gümüşten olmak üzere iki çeşit olan bu madalyaların ön yüzünde II. Abdülhamid'in "Elgazi" tuğrası, bunun altında sal

infial mertebesi

  • Bir fiil veya tesir gücünden etkilenme derecesi.

inkar-ı semavat / inkâr-ı semâvât

  • Gökyüzündeki tabakaları kabul etmeme.

inkıla'

  • (Kal'. den) (Ağaç) kökünden koparılma.

inkılab ale-l a'kıb / inkılâb ale-l a'kıb

  • Ökçeler üzerine dönmek demektir ki, asker yürüyüşünde olduğu gibi, tam sağdan veya soldan geri dönmektir. İki ökçeyi birden yerinde çevirmek suretiyle inkılâb ale-l a'kıb, ayakları çaprazlaştırdığından yürümeyi imkânsız bırakır. Kur'an'da bu tâbir ya harbde firardan kinaye veya dinde irtidaddan meca

işkampaviya

  • İtl. Harp gemilerinden asker naklinde kullanılan en büyük filika. İşkampaviya'lar sandal büyüklüğünde, yalnız ondan daha geniş ve yüksekti. Karaya asker sevkiyatında, gemiye erzak ve levâzım alınmasında kullanıldığı gibi eskiden donanmaya su alınacağı zaman su ile doldurulur, diğer bir filika yedeği

ıskat-ı salat / ıskat-ı salât

  • Ölmüş bir kimsenin kılmadığı namazlar yüzünden hâsıl olan günahını giderir ümidi ile verilen sadaka.

işrakiyun / işrâkiyun

  • Bilginin kaynağının mânevi aydınlanma, sezgi ve ilham olduğu görüşünde olan İslâm felsefecileri.

istisal / istisâl / istîsal

  • (Asl. dan) Kökten koparıp çıkarmak.
  • Tıb: Bedenden kesilmesi veya koparılması istenen bir parçayı, uru kökünden koparmak.
  • Kökünden sökmek.
  • Kökünden söküp atmak, kökünü kazımak.

ita'at / itâ'at

  • Söz dinleme, boyun eğme, emre göre hareket etme. Sözünden çıkmama.

ittifaki / ittifâkî

  • Birleşmeye dair, üstünde birleşilen.

izar

  • Yanak. İnsanın yüzündeki yanak kısmı.

kabbe / kâbbe

  • Hüzünden ve gamdan dolayı, hali kötü ve kalbi kırık olmak.

kabe-i muazzama / kâbe-i muazzama

  • Yeryüzünde yapılan ilk mâbed. Müslümanların kıblesi. Arabistan'ın Mekke-i mükerreme şehrindeki Mescid-i Harâm'ın ortasında bulunan taştan yapılmış dört köşeli binâ. Beytullah, Beyt-ül-haram, Bekke, Beyt-ül-atîk, Hâtime, Basse, Kadîs, Nâzır, Karye-i Kadîme adları ile de anılmıştır.

kabilesinden

  • Bir konunun sınırları içinde yer alması yönünden; türünden.

kabilinden

  • Benzerinden, türünden.

kabtari / kabtarî

  • Yünden dokunan bir elbise.

kahbe

  • Namussuz kadın. Fâhişe.
  • Mc: Hilekâr, kalleş ve sözünde durmaz adam.

kaid

  • (A, uzun okunur) Süren. Sevkeden.
  • Koyunların önünden giden ve "Küsem" denilen koyun.
  • Yedeğine alıp çeken. Çavuş. Serasker, kumandan.
  • Sıradağ.
  • Geniş ark.

kal'

  • Birşeyi kökünden koparıp atma.
  • Bir şeyi kökünden çekip koparmak.
  • Kendisinden iyi kalay çıkan maden.
  • Azletmek. Bir tarafa ayırmak.

kali'

  • (Kal. dan) Kökten söküp atan. Kökünden çıkaran.

kase / kâse

  • Tas veya çanak. Kâse gibi olan çukurluk. (Farsça)
  • Başı kaplayan ve başın üstündeki kemik. (Farsça)

kaside-i bürde

  • Hazret-i Peygamber (A.S.M.) önünde meşhur Arab Şâiri Ka'b bin Züheyr'in okuduğu kasidenin adı olup, bu kasideyi Peygamber Aleyhissalâtü vesselâm beğenmiş, mükâfat ve iltifat eseri olarak da kendi hırkasını ona giydirdiğinden bu isimle meşhur olmuştur.

kayıd

  • (Çoğulu: Kıvâd-Kâde-Kavâyid) Çekici, çeken.
  • Çavuş.
  • Koyunların önünde yürüyen "kösem" dedikleri koyun.

kazaz

  • Ufak taş.
  • Döşek üstünde olan toprak.
  • Toz toprak bulaşmaz nesne.

kaziye-i ma'dule

  • Man: Selb, ya mevzuundan ya mahmülünden ikisinden cüz' olan, yâni kendinde hem isbat ve hem de nefiy kaziyyelerdir. "Nefs-i nâtıka gayr-i mürekkebdir" gibi.

kaziye-i salibe / kaziye-i sâlibe

  • Man: Mevzuun mahmulünden selbiyle hükmolunan, yâni; bir şeye nefi ile hükmeyleyen kaziyye'dir. "Kamerin ziyası kendinden değildir" gibi.

kazze

  • (Çoğulu: Kuzâ) Su üstündeki çörçöp.
  • Göze düşen çöp.
  • Gözün çapağı.

kebe

  • Çobanların ve köylülerin giydikleri yünden bir nevi aba.

keda

  • Mekke-i Mükerreme üstünde, Mekâbir yakınında bir yolun adı.

kelamın kuyudat ve keyfiyatı / kelâmın kuyudat ve keyfiyatı

  • Kelâmın küllünü meydana getiren harf, kelime gibi parçalarıyla, bunların sarf ve nahiv yönünden hususiyetleri. Meselâ: Müzekkerlik - müenneslik, mârifelik - nekrelik, mübtedâ - haber, sıfat - mevsuf gibi.

kelb

  • (Çoğulu: Ekâlib-Eklüb-Kilâb) Köpek, it.
  • Meşhur bir yıldız.
  • İki adım arasına koyarak dikilen kayış.
  • Yolcuların, yük üstünde azıklarını astıkları demir çengel.
  • Şiddet.
  • Hırs.

kelfa

  • Yüzünde çiğitli olan kadın. (Müz: Eklef)

kerbele

  • Ayaklarda olan gevşeklik. Yürüdüğünde balçık içinde yürür gibi yürümek.
  • Buğday ve arpa gibi hububatın kalburlanması.

kerim / kerîm

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kudreti (gücü) var iken affeden, vâd ettiğini yapan, vermesi ve ihsânı (lütfu) bol olan, ümîd edilenin üstünde olan, ne kadar verdiğini ve kime verdiğini hesâb etmeyen, kendisine sığınanı ko ruyan ve isteyeni zenginleştiren.
  • Mu

kesis

  • Hurma şarabı.
  • Darı bozası.
  • Arapların taş üstünde kurutup ve dövüp azık edip yedikleri et.

keyfiyyet

  • Bir şeyin mâhiyeti, esâsı, içyüzü, nasıl olduğu. "Allah Arş üstündedir" buyurur Rabbimiz Lâkin keyfiyyetini, anlayamaz aklımız.

keyul

  • Muharebe gününde dizilen safların son safı.

kılıbık

  • Karısının sözünden çıkmayan erkek. Karısının baskısı altında olan adam.

kinai nevinden / kinâî nevinden

  • Kinâye türünden; bir sözü gerçek mânâsına da gelebilecek şekilde, başka bir mânâda kullanma san'atı türünden.

kisa

  • Halı, seccâde. Yünden yapılan elbise.

kisr

  • Üstünde eti çok olmayan kemik.
  • Çadır eteği.

kışri / kışrî

  • Kışra, kabuğa dair. Dış yüce ait ve müteallik. Yüzünden. Derinden ve esastan olmayan. Künhü ve esası olmayan.

kıstas

  • Mizan, ölçü. Büyük terazi. Kıyamet günündeki büyük terazi.
  • Mânevi değer ve kıymet ölçüsü.
  • En doğru tartan.
  • Taksit. Taksit ile ödenen şey.

kisve-i şerife / kisve-i şerîfe

  • Resûlullah efendimizin medfûn bulundukları hücre-i seâdet üstündeki kubbe üzerine serilen örtü.

kitab-ı kebirin hurufatı

  • Büyük bir kitap olan kâinatın harfleri hükmündeki varlıklar.

kıyamet-i mükerrere-i nev'iye / kıyâmet-i mükerrere-i nev'iye

  • Her bir varlık türünde sürekli olarak tekrarlanan ve kıyameti andıran var olma ve yok olma hadiseleri.

kizir

  • Köy muhtarının yamağı hükmünde olan adam. Köy kâhyası.

kubus

  • Sür'atle yürüdüğünden yere tırnağının ucundan başka yeri değmeyen at.

kunzua

  • (Çoğulu: Kanâzı') Çakıl taşı.
  • Tıraş edilmiş başın üstünde bırakılan bir tutam saç.

kur'an-ı mecid / kur'ân-ı mecîd

  • Her şeyin üstünde şeref sahibi olan ve takdis ve senâlara lâyık olan Kur'ân.

kurban

  • Allahü teâlâya yakınlık. Mükîm (yolcu olmayan), âkıl (akıllı), bâliğ (ergen, evlenecek çağa gelmiş), hür ve dînen zengin sayılan, müslüman erkek ve kadın tarafından, Allah rızâsı için kurban niyetiyle kurban bayramının ilk üç gününde (Zilhicce ayının on, on bir ve on ikinci günlerinin her hangi biri

küreyvat-ı hamra

  • Kırmızı kan kürecikleri. Kana kırmızı rengini veren, çekirdeksiz, yuvarlak, küçük hücrecikler olup kanın her mm.küpünde beş milyon kadar bulunurlar, beden hücrelerine erzak dağıtırlar ve bir kanun-u İlâhî ile hücrelere erzak yetiştirirler. (Tüccar ve erzak memurları gibi)

kus / kûs

  • Kös. Eskiden muharebelerde deve veya araba üstünde taşınarak çalınan büyük davul. (Farsça)

kusare

  • Hususi hücre.
  • Gemilerde güvertelerin en üstündeki yarım güverte.

kusas

  • Saçın önünde ve ardında nihayeti.

kuvve-i an-il-merkeziye

  • Merkezkaç kuvvet. Cisimlerin kendi mihveri üzerine hareketi zamanında merkezinde hâsıl olan kuvvete denilir. Merkezde dönen bir tekerleğin etrafında yapışık veyahut üstünde taşıdığı cisimlerin etrafa yayılıp dağılmasıyla bu kuvvetin mevcudiyyeti anlaşılır.

kuyud ve hey'at / kuyud ve hey'ât

  • Bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi parçalarıyla bunların sarf ve nahiv (dilbilgisi) yönünden özellikleri; meselâ, erkeklik-dişilik, belirlilik-belirsizlik, isim-sıfat gibi.

kuyudat / kuyûdât

  • Kayıtlar; bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi parçalarıyla bunların sarf ve nahiv (dilbilgisi) yönünden özellikleri; meselâ, erkeklik-dişilik, belirlilik-belirsizlik, isim-sıfat gibi.

kuyudat-ı kelam / kuyûdât-ı kelâm

  • Sözün kayıtları; bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi parçalarıyla bunların sarf ve nahiv (dilbilgisi) yönünden özellikleri; meselâ, erkeklik-dişilik, belirlilik-belirsizlik, isim-sıfat gibi.

la / lâ

  • Arabçada kelimenin başında nefy edatı'dır. Cevap yerine veya yersiz inkârda kullanılır. "Yoktur, değildir" gibi. Mâzi fiilinin evvelinde bulunan Lâ, duâiye olur. Lâ zâle sıhhatehu: "Sıhhati zâil olmasın" sözündeki gibi.
  • Harf-i atıf da olur. Ve mâba'dını makabline nefyen rabt eder ve

la mutasarrife fi'l-hakikati illa hu / lâ mutasarrife fi'l-hakikati illâ hû

  • Mülkünde istediği gibi tasarruf eden O'ndan başka ilâh yoktur.

lasg

  • Kemik üstündeki derinin zayıflıktan kuruması.

lebbe

  • Göğsün gerdanlık takılan yeri.
  • Devenin ve sığırın, göğsünden boğazladıkları yeri.
  • Evlâdını ve erkeğini seven kadın.

lebed

  • Yünden yapılan keçe.
  • Bir yerde mukim olmak.
  • Bir şeye yapışmak.

lefif-i makrun

  • Kökündeki "elif" veya "ya" nın yan yana olduğu kelime.

levazım / levâzım

  • Gerekli şeyler; bir bütünden ayrılmayan, bir işte beraber bulunması gereken şeyler.

li

  • Gr: Lâm harfinin esre ile okunuşu. Bir kelimenin başına geldiğinde, "için, dolayı, ötürü, yüzünden, sebebinden" gibi mânâlara gelir. Kendinden sonraki isimleri cerreder. Yerine göre muhtelif isimler alır. Lâm-üt-tahsis ve temellük gibi.

lisan-ı gayb

  • Gaybın haberlerini bildiren dil. Ahiret ahvalini veya bizce bilinmeyen gayb hükmündeki haberleri söyleyen. "Kur'an-ı Kerim"

liva-i hamd / livâ-i hamd

  • Hamd (şükür) sancağı. Kıyâmet gününde, canlılar dirilip, Arasat meydanında toplanınca, Allahü teâlâ tarafından Peygamber efendimize ihsân edilecek olan ve altında bütün inananların toplanacağı sancak-ı şerîf.

lombar

  • ing. Harp gemisinin topun ağzı önündeki deliği.

lühne

  • Misafire seferden geldiğinde verilen hediye ve armağan.
  • Savaş gününde başa giyilen tolga. Az şey.
  • Kahvaltı.

mafevk / mâfevk

  • Üstün, üstünde olan.

mah-ı sipihr / mâh-ı sipihr / ماه سپهر

  • Ay, gökyüzündeki ay.

mahcur / mahcûr

  • Çocukluk, sefîhlik, delilik, kölelik, bunaklık vs. gibi çeşitli sebebler yüzünden malını tasarruf hakkından, kullanmaktan men edilen kimse.

mahlukat-ı arziye / mahlûkat-ı arziye

  • Yeryüzündeki yaratıklar, varlıklar.

mahmil

  • Deve üstündeki sepet, bir söze yüklenen mânâ.

mahmudiye

  • Sultan 2. Mahmud adına yapılan ve kalyon büyüklüğünde olan eski bir harp gemisi.
  • Sultan 1. Mahmud zamanında basılan 23 ayar altın.
  • Sultan 2. Mahmud zamanında basılan ve yirmibeş gümüş kuruş değerinde olan ince altın sikke.

mahmul

  • Bir hüküm ve önermede konuyu niteleyen, yani kendisiyle hükmedilen söz, yüklem; Meselâ; 'Mehmed âlimdir' hükmünde 'âlim' mahmuldür.

mahşer

  • Haşr olunacak, toplanılacak yer. Kıyâmet gününde bütün mahlûkâtın (bütün canlıların) yeniden dirildikten sonra hesap için toplanacakları yer. Arasat Meydanı, Mevkıf.

main

  • Saf, akar su.
  • Göz önünde akan su.
  • Cennet şerbeti.
  • Zâhir, görünen.
  • Göz değmiş, nazar değmiş.

makamen

  • Makam yönünden.

makine-i insaniye

  • Bir makine hükmünde olan insanın beden ve cihazları.

maklu'

  • Sökülmüş, kökünden çıkarılmış, kal' olunmuş.

makluan

  • Sökülerek, kökünden çıkarılmış olarak.

maksad-ı külli / maksad-ı küllî

  • Bütünündeki maksat.

mana-yı ismi / mânâ-yı ismî

  • İsme dair mânâ. Bir şeyin sadece kendisini bilip tanımak. Bir şey başka şeyleri tanıttığı, bildirdiği veya sevdirdiği için olan mânâya da mânâ-yı harfî denir. Bir ağacı gölgesinden, zahirî görünüşünden, bize verdiği meyvesinden dolayı alâka gösterir ve seversek mânâ-yı ismî ile seviyoruz demektir. A

manevi tevatür / mânevî tevatür

  • Yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun bir hadis-i şerifi mânâ yönünden aktarması veya aktarılırken susmak suretiyle doğruluğunu tasdik etmesi.

mantuk

  • Bir lâfzın nutuk hâlinde, söz sahasında üzerine delâlet ettiği şey. " Şu kitabı satın aldım", sözünde bu lâfzın mantuku, o kitabın satın alınmış olmasıdır.
  • Söz, nukut, mânâ, mefhum.

maşaallah / mâşâallah

  • Beğenilen şeyler görüldüğünde söylenilen; "Bu, Allahü teâlânın dilediği ve ihsân ettiği şeydir" mânâsına mübârek bir söz.

masyef

  • (Çoğulu: Mesâyıf) Yaz gününde oturulacak yer.
  • Su yolunun eğri büğrü yeri.

maturidi / maturidî

  • Mâturidi Mezhebi ve bu mezhebden olan. Semerkand şehrinin Mâturid köyünden olan Ebu Mansur-u Mâturidi'yi (Hicri: 280-332) itikadda imam olarak kabul edenler. Amelde Hanefi Mezhebinden olanlar, itikadda Maturidi mezhebindendir. Çünkü bu Zât, Ehl-i Sünnet itikadına muhalif görüşleri, eserleri ile redd

maz'

  • Gön yağlamak.
  • Ağaç kabuğunu soymayıp üstünde bırakmak.

mecrur / mecrûr

  • Çekilen, sürüklenen; gr. başına geldiği câr harfiyle önündeki fiilin mânâsı kendine bağlanan ve daima esreli okunan kelime.

mefrak

  • (Çoğulu: Mefârik) Başın tepesi. Tepe kısmı. Başın üstünde, saçların ikiye bölündüğü yer.

mehmuz

  • Gr: Hemzeli kelime. Harfin kökünde hemze varsa o kelimeye denir.

mehmuz-ul ayn

  • Kelime kökündeki ikinci harf "hemze" olursa, o kelimeye denir. Birinci harfi "hemze" olursa ona: Mehmuz-ul fâ; üçüncü harf hemzeli olur ise ona da: Mehmuz-ül lâm denir.

mel'em

  • Ölçüsünde cimrilik yapan.

menzil / منزل

  • Konak. (Arapça)
  • Ev. (Arapça)
  • Bir günde gidilebilen yol. (Arapça)
  • Menzil alınmak: Yol alınmak. (Arapça)
  • Menzil almak: Yol almak. (Arapça)

meranet

  • Yumuşaklık.
  • Bir mâdenin çekiç vasıtası ile dövüldüğünde yayılması vasfı.

merasim

  • (Tekili: Mersem) Resmi merasimler. Âdet hükmündeki gösterişler. Resmi muameleler.
  • Şiveler. Âdetler.

merdbaz

  • Merd olmayan. Nâmerd. Sözünde durmayan. Orospu. (Farsça)

merhale

  • Menzil, konak. İki konak arası. Bir kimsenin bir günde yürüdüğü yol.

merkaş

  • Bir şeyin üstünde siyah ve beyaz noktalar olması.

merteba'

  • Dağ üstünde olan yüksek yer.

mesed

  • Hurma lifi.
  • Liften yapılan ip.
  • Deve kılından ve yününden yapılan urgan.
  • Yemen diyarında biten bir ağacın adı.
  • Bağ.

meşguf

  • (Şagaf. dan) Âşık, tutkun. Sevgi ve aşk yüzünden deli olmuş.

meşgul

  • İşli, iş üstünde olan.

mesha'

  • İnişi ve yokuşu olmayan düz yer. Düzlük.
  • Ufak taşlı, otsuz düz yer.
  • Yürüdüğünde iki uyluğu birbirine sürüşen zayıf kadın.
  • Uylukları ince ve zayıf olan kadın.

mesih / mesîh

  • Îsâ aleyhisselâmın isimlerinden.
  • Kıyâmete yakın yeryüzünde çıkacağı bildirilen, son derece kıvırcık saçlı, gözü dışarı fırlamış kâfir bir genç olan Deccâl'e verilen isim.

mesnuniyet cihetiyle / mesnûniyet cihetiyle

  • Yaş yönünden; yaşın küçük olması bakımından.

metanet

  • Sağlamlık. Kavilik. Sözünden ve kararından dönmemeklik. İnsanın, fikrinde sabır, azminde kavi ve akidesinde rüsuh sahibi olması. (Mukabili zaaf'dır) (Hak, iman ve İslâmiyet uğrunda metanet göstermek, çok kıymetli bir seciyyedir.)

mevat arazi / mevât arâzi

  • Ölü arâzi. Bir kimsenin mülkünde bulunmayan, mer'a, baltalık ve harman yeri olarak kimseye verilmemiş olan ve gür sesli bir kimsenin köy ve kasaba evlerinin son bulduğu yerden bağırıp sesi duyulmayacak derecede köy ve kasabadan uzak yâni tahmînen yarım saatlik uzaklıkta olan dağlık, taşlık, kıraç, o

mevcudat-ı arziye

  • Yeryüzündeki varlıklar.

mezil

  • Daralıp gönlündeki sırrı ifşâ eden, sıkıntıdan içindeki sırrı açıklayan.
  • Ayağı uyuşmuş.
  • Malını ve sırrını herkese gösterip açıklayan.
  • Küçük cüsseli, zayıf, hafif kimse.

mifzal

  • Gündelik iş elbisesi.

mihlaf

  • Vaadinde çok hilâf eden, sözünde durmayan kimse.

mihrab

  • Camide imamın namaz kılarken cemaatin önünde durduğu yer.
  • Şiddetli harbeden cengâver. Bahadır.
  • Evin şerefli yüksek yeri, çardak.
  • Meclisin sadrı ve ekrem mevzii.
  • Mc: Harb âleti.
  • Orman.
  • Melikin hususi makamı.
  • Mc: Şeytan ve hevâ ile muhare

mıntaka

  • (Mıntıka) Muayyen bir yer. Havali. Taraf. Kısım. Kuşak. Kenar. Yeryüzünde bir kısım. Bölge.

mirilu

  • Uzayan harblerde ve askerin kifayetsizliği zamanlarında aylıkla toplanan askerler. Bunlar talimsiz, intizamsız oldukları için "Nefer-i âm: Bütün halkın cenge sürülmesi" hükmünde kalıyor, bir istifade te'min olunamıyordu. Yeniçeri Ocağı'nın ilgasıyla muntazam askerî teşkilât yapılınca bu türl

mirt

  • (Çoğulu: Mürât) Yünden veya haz denilen kumaştan elbise.
  • Kadınların, esvapları üstüne giydikleri elbise.

misvak / misvâk

  • Bir karış büyüklüğünde kesilmiş, dişleri temizlemek için kullanılan ve Erak denilen ağaçtan veya zeytin dalından yapılan ağaç fırça.

mıtrede

  • Yünden veya haz denilen kumaştan yapılan elbise.

mizmar / mizmâr

  • Her türlü çalgı âleti, ney türünden, biri kamış, diğeri ağaçtan olmak üzere iki parçadan meydana gelmiş olan âlet, düdük, kaval, fülüt.
  • Güzel ses.

mu'cize-i maneviye-i kur'aniye / mu'cize-i mâneviye-i kur'âniye

  • Kur'ânın mânevî mu'cizesi, mânâ ve içerik yönünden mu'cize olma.

müberkaa

  • Yüzünde perde olan kadın.
  • Başı beyaz olan koyun.

mücun

  • (Çoğulu: Meccân) Kim olursa olsun kayırmamak.
  • İnsanların sözünden hazer etmeyip derdi olmamak.

müde'as

  • Kırda Arabların ekmek pişirdikleri tennur.
  • Sıcak kül döküp üstünde et pişirilen yer.

müdruz

  • Kapı üstünde veya sokak başında duran kimse.

muhazat / muhâzât

  • Kadının aynı imâma uymuş olan erkeğin önünde veya hizâsında bulunması.

muhit-i enfüsi / muhit-i enfüsî

  • Kapsamlı olan kendi dünyası; kâinattaki bütün mükemmelliklerin ve olgun hâsiyetlerin kapsamlı bir nümunesi hükmünde olan kendi zâtı ve iç dünyası.

mukaddemat-ı isna aşer / mukaddemat-ı isnâ aşer

  • Muhakemat isimli eserin ilk bölümünde yer alan ve on iki mukaddemenin bulunduğu "Birinci Makale" bölümü.

mukim / mukîm

  • İkamet eden. Ayakta duran.
  • Okuyan.
  • Bir memlekette devamlı duran.
  • Fık: Vatanında veya vatanı sayılan bir yerde onbeş günden fazla kalan kimse. (18 saatlik uzağa gidene "Misâfir" denir.)
  • Esmâ-i İlâhiyyeden olup "Her şeyi ayakta tutan, devam ettiren ve kayyumiyet

muktela'

  • (Kal'. den) Kökünden koparılmış. Kökünden koparan.

mukteli'

  • (Kal'. den) Kökünden koparan.

münakade

  • Bir şeyin iyisini kötüsünden seçip ayırmak.

münderis

  • Münderis olmak: İzi kalmamak.

münharif

  • (Harf. den) İnhiraf eden, yoldan çıkmış. Eğilmiş, çarpık. Usulünden çıkmış, sağlam olmayan.
  • Tecviddeki mânâsı için "İnhirâf"a bakınız.
  • Geo: Dört kenarlı, fakat hiçbir kenarı birbirine müsâvi ve müvâzi (eşit ve paralel) olmayan şekil. Sadece iki kenarı birbirine müvâzi (parale

münkali'

  • (Kal'. dan) Kökünden sökülen.

müsafir / müsâfir

  • Yolcu. Senenin kısa günlerinde, insan veya deve yürüyüşü ile üç günde gidilecek yere gitmeyi niyet ederek, bulunduğu yerin kenar evlerinin dışına çıkan kimse.

müsavat-ı hukuk

  • Hukuk önündeki eşitlik.

müşavir

  • İstişare olunacak kimse, kendisine danışılan kişi.
  • İdare işlerinde yakın yardımcı memur.
  • Kovanlık üstünde yapılan örtünün direkleri.

musırr

  • Direnen. Ayak direyen. Vaz geçmeyen. Sebat eden. Sözünden dönmeyen.

müşt

  • (Çoğulu: Emşât) Taramak.
  • Ayak üstündeki ufak kemikler. (Ayak tarağı derler.)

müştab

  • Yüzünde uzun yollar olan kılıç.

müste'sal

  • (İstisal. dan) Kökünden koparılmış.
  • Ele geçirilmiş.

müste'sil

  • (İstisal. dan) Kökünden koparan.
  • Ele geçiren.

mutasallıf

  • Dalkavuk, şarlatan; seviyesinin üstünde fazilet ve zerafet iddiasında bulunan.

mütemetti' hac

  • Hac aylarında ömre yapmak için ihrâma girip, ömre için tavâf ve sa'y yapıp, traş olup ihrâmdan çıkıp sonra memleketine gitmeyerek, o sene terviye gününde veya daha önce, ihrâma girerek müfrid hacı gibi hac yapma.

mütesavvıf

  • Gafletten uzak yâni her an Hakk'ı zikreden, kalbini mânevî kirlerden temizleyen ve Allahü teâlâdan başka her şeyi gönlünden çıkaran, rûhunu cenâb-ı Hakk'ın zikri ile (anmakla) süsleyen tasavvuf ehli, velî, mürşid, ahlâk-ı hasene sâhibi. Çoğulu mütesa vvifûn, mütesavvifîn ve mütesavvife'dir.

mütevatir-i bilmana / mütevâtir-i bilmâna

  • Mânevî tevatür; yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun bir haberi, olayı veya hadis-i şerifi mânâ yönünden aktarması veya aktarılırken susmak sûretiyle doğruluğunu tasdik etmesi.

mutlak adalet / mutlak adâlet

  • Bir şeyi yerli yerine koymak. Kendi mülkünde olanı kullanmak.

müttefekunaleyh

  • Üstünde birleşilen mesele.

muvacehe-i seadet / muvâcehe-i seâdet

  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek kabrinin bulunduğu Hücre-i Seâdetin (odanın) kıble tarafında ziyâret sırasında önünde durulan duvar.

muvacehesinde

  • Karşısında, önünde, çerçevesinde.

müyaveme

  • (Yevm. den) Günlüğüne tutma. Gündelik üzere pazarlık etme.

muzaaf fiil

  • Gr: Fiilin kökündeki iki harfin aynısı beraber olan fiil. Medde - Şedde gibi. Başka tâbirle: Fiilin orta harfi ile son harfi (harf-i lâm'ı) aynı harfin tekerrüründen ibaret olan kelime.

müzdelife

  • Mekke-i mükerremede Minâ ile Arafât arasında bulunan, Âdem aleyhisselâmla hazret-i Havvâ'nın yeryüzünde ilk buluştukları yer.

na-merd

  • Korkak. (Farsça)
  • İnsaniyetsiz, sözünde durmayan. Alçak, insanlık hislerinden habersiz. (Farsça)

nahif

  • Sümkürdüğünde genizden gelen ses.

nahil

  • Hurma ağaçları, hurmalık.
  • Hurma ağacı.
  • Balmumundan yapılan ağaç, yapraklı dal ve yemiş taklidi işlere denir ki, sathı altın ve gümüş yapraklarla süslenerek, eskiden gelin giderken önünde alayla götürülür ve gelin odalarına süs olarak konurdu.

nahiran

  • Atın göğsünde olan iki damar.

nahis

  • Vuran, vurucu.
  • Devenin kuyruğunda veya göğsünde olan uyuz.

nahr

  • Boğazlamak. Bir hayvanın göğsü üstünden bıçak vurup boğaz damarını kesmek.
  • İki şeyin birbirine göğüs göğüse olması.
  • Boyun. Boğaz çukuru.
  • Sadır.
  • Gündüzün evveli.
  • Namazda kıyamda iken sağ eli sol elin üstüne koymak.
  • Kurbanlık deveyi göğsü üstünden (evdâcını yâni iki büyük damarını) kesmek.

nakıd

  • Bir şeyin iyisini kötüsünden veya bozuğundan ayıran.
  • Tenkidci, ayarcı. Paranın kalbını anlayan.
  • Dinar, dirhem.

nasnaa

  • Depretmek.
  • Devenin, kalkarken dizi üstünde çok eğlenmesi.

nassi / nassî

  • Nass'a ait. Her türlü şübhe ve tereddüdün ve tenkidin üstünde tutulacak şekilde olan kesinlik, kat'ilik, açıklık. Bedahet.
  • Âyet ve hadisle doğruluğu sâbit olan.

nazar-ı dikkate alınma

  • Göz önünde bulundurulma.

nazar-ı dikkate almak

  • Dikkate almak, göz önünde bulundurmak.

nazar-ı ehemmiyete almak

  • Önem vererek gündeme almak.

nazar-ı müşahede

  • Göz önünde, göze görünecek şekilde.

nazardan düşürme

  • Birşeyin insanların gözündeki değerini düşürme.

nazarında

  • Gözünde.
  • Göre, fikrince, gözünde. (Arapça - Türkçe)

nazarından

  • Gözünden, dikkatinden.

nazmşiken

  • Düzensiz; nazım yönünden uyumsuz, tertibi bozuk.

necaset / necâset

  • Aslı îtibâriyle veya sonradan meydana gelen bir sebeble pis olan şeyler. Namaza mâni olup olmama yönünden; hafif necâset ve kaba necâset, görülüp görülmeme yönünden; mer'î (görülen) ve gayr-i mer'î (görülmeyen) ve akıcı olup olmama yönünden; mâî (akı cı) ve câmid (katı) olmak üzere kısımlara ayrılır

nefh-i sur

  • İsrafil Aleyhisselâm'ın Kıyamet gününde "Sur' denilen boruyu üflemesi.
  • Kıyamet kopması.

negatif

  • Mat: Sıfırdan küçük, önünde eksi işareti bulunan sayı. Menfi. (Fransızca)
  • Gerçekteki karanlık ve aydınlık kısımları tersine gösteren fotoğraf camı veya filmi. ( Bak: Menfi) (Fransızca)

nehz

  • Süngü demirini inceltmek.
  • Kemik üstündeki eti soyup gidermek.
  • Çok et.

nek'a

  • Kalkan dikeni üstündeki kızıl kap.
  • Her kırmızı olan şey.

neks

  • Sözünden dönmek.
  • Bozmak. Çözmek.
  • Üzmek.
  • Dağıtmak.
  • Münhal ve muhtel olmak.

neseb

  • Soy, şecere. Çocuğu ana ve babaya bağlayan kan bağı. Ekseriya baba yönünden olan yakınlık için kullanılır. Babalar ve yukarıya doğru büyük babalar ile oğullar ve aşağıya doğru oğullar arasındaki alâkaya amûdî yakınlık; erkek kardeşler ile bunların oğ ulları ve amca oğulları arasındaki alâkaya ufkî y

nesebi / nesebî

  • Soy yönünden, neseble ilgili olarak.

neşr

  • Neşretmek, yaymak, bir haberi fâşetmek, herkese duyurmak, şâyi kılmak.
  • Başıboş cemaat.
  • Bulutlu günde yel esmek.
  • İzhar etmek.
  • Katetmek.
  • Mecnun veya hastaya duâ yazmak veya okumak.

nesuc

  • Üstünde yük doğru durmayan deve.

nev'inde

  • Türünde.

nev'inden

  • Türünden.

nevinden

  • Türünden.

nevres

  • Su kuşlarından mavi renkli bir kuştur; başının yarısı siyah yarısı beyaz olur; güvercin büyüklüğündedir. Su üstüne yakın uçar ve balık gördüğü gibi kapar.

nişangah / nişangâh

  • Hedef yeri. Nişan tahtası. (Farsça)
  • Silâh namlusunun üstünde bulunan, nişan almağa yarayan kısım. (Farsça)

niyazi-i mısri / niyazi-i mısrî

  • (Mi: 1618 - 1694) Malatya'nın Soğanlı köyünde doğdu. Şâir ve tasavvufçu olup Halvetî tarikatının Niyaziye veya Mısriye şubesini kurmuştur. Mısır'da Câmi-ül-Ezher'de tahsil gördü. 1646'da İstanbul'a döndü ve Sokollu Mehmed Paşa Medresesinde irşada başladı. Eserlerinden bazıları şunlardır: Risale-i Ha

nüffaha

  • (Çoğulu: Nefehâ) Suyun üstünde olan kabarcığı.

nugre

  • (Çoğulu: Nugur-Nugrân) Serçe kuşu büyüklüğünde olup kırmızı olan bir kuşun adı.

nühaz

  • Deve öksürüğü.
  • Devenin göğsünde olan bir hastalık.

nühza

  • Devenin göğsünde olan bir hastalık.

örfi / örfî / عُرْف۪ي

  • Söz hükmündeki kelimeler.

öşür

  • Tek yıllık ürün veren buğday gibi mallardan alınan onda bir ölçüsünde zekât.

paskalya

  • Hıristiyanların inanışlarına göre, Îsâ aleyhisselâmın haça gerildikten sonra dirilerek göğe yükselmesi ile ilgili olarak her yıl Mart ayının on dördüncü gününden sonra gelen ilk Pazar günü yaptıkları şenlik, âyin.

perde-i izzet

  • İzzet ve büyüklüğün önündeki perde.

perde-i izzet ve azamet

  • İzzet ve büyüklüğün önündeki perde.

perde-i tasarrufat / perde-i tasarrufât

  • Varlıklar üzerindeki işlemlerin önündeki perde.

peşmin

  • (Peşmine) Yünden yapılmış. Yapağıdan yapılma. (Farsça)
  • Sâde ve süssüz elbise. (Farsça)

piç

  • Büklüm, kıvrım, dolaşık. (Farsça)
  • Nesebi gayr-ı sahih olan, gayr-ı meşru münâsebetten doğan çocuk. (Farsça)
  • Aslına benzemiyen. (Farsça)
  • Ağacın kökünden biten sürgün. Aşılanmamış ağaç. (Farsça)
  • Sarmaşık. (Farsça)
  • Vida. (Farsça)

piş-i nazara getirmek

  • Göz önünde bulundurmak.

rabıta / râbıta

  • Bir velînin şeklini, sûretini hayâline getirerek onun kalbindeki feyz (bereket) ve mârifetlere (ilimlere) kavuşma yolu. Kalbini büyüklerin kalbine bağlayarak onlardan feyz alma. Her şeyi unutarak, dünyâ işlerini düşünmeyerek, sevgi ve saygı ile bir velînin mübârek yüzünü hayâlinde veya gönlünde bulu

rahmet melekleri

  • Yeryüzünde dolaşan ve mü'minlerin ölümü ânında hâzır olan melekler. Bunlara Rûhâniyân da denir.

reml

  • Hac ibâdeti yerine getirilirken, tavâfın (Kâbe'nin etrâfında dönmenin) ilk üçünde, erkeklerin kısa adımlarla, omuzları silkerek, çalımlı yürümeleri.

remy-i cimar / remy-i cimâr

  • Hac ibâdeti esnâsında Kurban bayramının birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü günlerinde Minâ'da bulunan ve Cemre adı verilen taş yığınlarına nohut büyüklüğündeki taşları atmak. Buna şeytan taşlama da denilmektedir.

renc-ber

  • (Renc; sıkıntı, zahmet. Ber; çeken) Tarla ve bahçede yahut başka işlerde kazmak veya taş, toprak taşımak gibi işlerde çalıştırılan gündelikçi. Amele, ırgat. (Farsça)
  • Çiftçi. (Farsça)

revak

  • (Rivak) Ev önündeki saçak.
  • Kemer. Kubbe. Çardak. Önü açık, üstü örtülü yer.

riva'

  • (Çoğulu: Erviye) Deve üstünde yük bağlanılan ip.

rubu'

  • (Tekili: Rub') Dörtte birler.
  • Metrenin kabulünden evvel ipekli, yünlü, basma ve emsali kumaş, bez ve sairenin ölçülmesinde kullanılan çarşı arşınının kesirlerinden birinin adıdır.

rücu'

  • Geri dönme, vazgeçme, cayma. Sözünden dönme.
  • Edb: Bir fikri daha kuvvetli anlatmak için söylenilen sözden caymış gibi görünmek.

ruzane

  • Gündelik. Yevmiye. (Farsça)

ruzberuz

  • Günden güne. (Farsça)

ruzine

  • Gündelikçi. (Farsça)

ruzname / rûznâme / رُوزْنَامَه

  • Takvîm, gündem.

sa'sea

  • Âciz olmak.
  • Sözünde kasır olmak.

saat-i hardal-misal

  • Tohum küçüklüğünde olan saat.

saat-i icabe

  • Duaların kabul olduğu ve insanlarca gizli ve gaybî olan, Cuma gününde bir vakit.

saba / sabâ / صبا

  • Meltem, gündoğusunden esen yel. (Arapça)
  • Sabâ makamı. (Arapça)

sabit-kadem

  • Mizacı oynak olmayıp işine ve sözünde kararlı olan, yerinde direnen. Sözünde duran.

saderu

  • (Çoğulu: Sâderuyân) Yüzünde tüy bitmemiş genç delikanlı. (Farsça)

sadık / sâdık

  • Velî, Allahü teâlânın sevgili kulları.
  • Doğru, yalan ve uydurma olmayan. Doğru sözlü, sözünde duran.

sadıku'l-va'di'l-emin / sâdıku'l-vâ'di'l-emîn

  • Vaad ve sözünde mutlaka duran Allah; vaadinin doğruluğundan emin olunan Allah.

sadıku'l-va'di'l-kerim / sâdıku'l-vâ'di'l-kerîm

  • Vaad ve sözünde mutlaka duran Allah; cömertlik ve ikram sahibi Allah.

safin

  • (Çoğulu: Sâfinât) Cins at.
  • Üç ayağı üstünde durup dördüncü ayağının tırnağını yerde dikip duran at.

sahih kan / sahîh kan

  • Sekiz yaşını bitirip, dokuz yaşına bastıktan birkaç gün veya ay, yâhut seneler sonra, sıhhatli bir kızın veya âdet zamânı son dakikasından îtibâren tam temizlik (on beş gün) geçmiş olan kadının önünden çıkan ve Hanefî mezhebine göre, en az üç gün (ye tmiş iki saat) devâm eden kan; hayız ve aybaşı ka

şahsiyet-i zahiri / şahsiyet-i zahirî

  • Görünürdeki, dışa yansıyan yönündeki şahsiyet, kişilik.

salik-i meczub / sâlik-i meczûb

  • Tasavvufta cezbesi yâni hak yola çekilmesi sülûkünden sonra olan sâlik.

san'aten

  • San'at yönünden.

sanem

  • Kâfirlerin, önünde ibadet ettikleri heykel, put.
  • Mc: Çok güzel olan.
  • Putperestlerin İlâhı.
  • Kâfirlerin önünde ibadet ettikleri heykel, put, put severlerin ilâhı, çok güzel kadın.

saray-ı kabe-i ulya / sarây-ı kâbe-i ulyâ

  • Bir saray hükmünde olan şu kâinatta her şeyin Rabbine yöneldiği yüce Kâbe.

sarm

  • (Surm) Bağ kesmek. Meyve toplamak. Bir şeyi kökünden ayırmak.

şeair-i ahmediye / şeâir-i ahmediye

  • Peygamber Efendimizin (a.s.m.) sembol hükmündeki sünnetleri, prensipleri.

sebati / sebatî

  • Sebatlılık. Sözünde ve kararında durma.

şecere-i tuba-i islamiyet / şecere-i tûbâ-i islâmiyet

  • Bir tûbâ ağacı hükmünde olan İslâmiyet.

secfan

  • Ev önünde olan perdenin iki kanadı.

seciyeten

  • Huy ve karakter yönünden.

şedh

  • Baş yarmak.
  • Kırmak.
  • Atın yüzünde beyazlığın çok olması.

sefer

  • Senenin kısa günlerinde, insan veya deve yürüşü ile üç günde gidilecek yere gitmeyi niyet ederek, bulunduğu yerin kenar evlerinden dışarı çıkmak.
  • Harbe gitme, savaş.

seferi / seferî

  • Seferde olan, misâfir, yolcu. Bulunduğu şehirden veya köyden gideceği yolun iki veya bir kenârındaki evlerin dışına çıkarken, senenin kısa günlerinde, insan veya deve yürüyüşü ile, son evden îtibâren üç günde gidilecek yere (Hanefî mezhebinde 104 kil ometre) gitmeye niyyet eden kimse.

seferilik / seferîlik

  • Senenin kısa günlerinde insan veya deve yürüyüşü ile üç günde gidilecek yere gitmeye niyet ederek bulunduğu yerin kenar evlerinin dışına çıkmak.

şeff

  • Yünden yapılan çok ince elbise.

şefi-i ruz-i ceza / şefî-i rûz-i cezâ

  • Herkesin yaptığı tüm amellerin karşılığını alacağı mahşer gününde, mü'minlere şefaat edecek olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

sefne

  • (Çoğulu: Sifen-Sifnât) Devenin çöktüğünde yere değen yerleri.

şefnin

  • Irak diyarında ve karga büyüklüğünde olan bir kuş.

şehbender

  • Ticaret nezaretinin teşekkülünden evvel ticaret işlerine bakmak ve tüccarlar arasındaki ihtilâfları halletmekle vazifelendirilen memurun ünvanı idi.

sehil

  • Bükülmemiş iplik.
  • Bir kat bükülmüş iplik.
  • İpliği bir kat olan bez.
  • Eşeğin göğsünden gelen hırıltı.

sehve

  • Ev önünde yapılan sofa.
  • Gevşek yürüyüşlü deve.

sekban

  • Köpek besleyicisi. (Farsça)
  • Padişahın köpeklerini av yerine götüren seyman. (Farsça)
  • Vaktiyle Yeniçeri Ordusunda bir asker sınıfının ismi. (Farsça)
  • Köy düğününde silâhlı ve oyun yapan gençler kafilesi. (Türkçede seğmen denir.) (Farsça)

sekene-i arz

  • Yeryüzünde bulunan mahlûkat.

şekir

  • Ağacın çevresinde kökünden biten fidanlar.
  • Fercte olan kıllar.

şekl-i hazır / şekl-i hâzır

  • Göz önünde bulunan şekil.

semavi ayetler / semavî ayetler

  • Cenab-ı Hakkın varlığına ve birliğine işaret eden gökyüzündeki deliller.

semire

  • Kaymağı çalkalayıp bir yere toplamadan evvel üstünde görünen yağ parçaları.

şemşem

  • Ağaç üstünde kalan azıcık hurma.

şerekrak

  • Yeşil kanatlı, siyah burunlu, güvercin büyüklüğünde kırmızı bir kuş.

serem

  • Dişin, ağızda kökünden kırılması.

serer

  • (Çoğulu: Esirre) Ayın son gecesi.
  • Ebenin doğan çocuğun göbeğinden kestiği parça.
  • Mantar üstünde olan kabuk, balçık, toprak (Bu mânâya Çoğulu: Esrâr ve C: Esârir).

serfiraz / serfirâz

  • Başlar üstünde.

sertak

  • Evin üstünde bulunan etrafı açık oda veya daire. (Farsça)

sevabit-i kevkebiye

  • Gökyüzünde sabit olarak görülen ve gece karanlığında insanlara yön gösteren yıldızlar.

seyr ü süluk / seyr ü sülûk

  • İlâhî hakikatlere ulaşmak için bir rehberin öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk.

seyr ü süluk-i kalbi / seyr ü sülûk-i kalbî

  • Kalp yoluyla mânevî makamlarda İlâhî hakikatlara ulaşmak için bir rehberin öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk.

seyr-i süluk

  • Hak ve hakikate ermek için bir rehber öncülüğünde ve denetiminde mânevî makamlarda yapılan seyir ve seyahat.

sıdar

  • Küçük gömlek.
  • Başa örttükleri bez, baş örtüsü.
  • Devenin göğsünde olan nişan ve alâmet.

sıddik / sıddîk

  • Pek doğru, hiçbir zaman yalan söylemeyen, işinde ve sözünde doğru olan.
  • Hazret-i Ebû Bekr'in lakabı.

şifrevari

  • Şifre gibi, şifre türünden.

sığar-ı nefs

  • Nefsin küçüklüğü; kendi küçüklüğünden duyulan rahatsızlık.

sıhve

  • (Çoğulu: Sahevât) Dağ üstünde yapılan burc.

şıkk

  • İkiye bölünmüş bir şeyin bir parçası.
  • Bir işin iki yönünden her biri.

sinaye

  • Yünden ve kıldan yapılan ip.

sinimmar

  • Ay, kamer.
  • Gece uyumayan erkek.
  • Harami.
  • Tar: Rum milletinden bir üstâdın adıdır. Numan bin Münzir için Hira'da bir köşk yapmıştı. Bunun bir eşini daha kimseye yapmasın diye Numan bin Münzir o köşkün üstünden attırıp öldürdü. (Ahter-i Kebir'den)

sır

  • Gizli, gizlenilen şey.
  • Âlem-i emrin (maddesiz, zamansız ve ölçüye girmeyen âlemin) beş mertebesinden biri. Tasavvuf yolculuğunda rûhun üstündeki derece.

sırat

  • Âhirette cennete gitmek için üstünden geçilen köprü.

sırr-ı al-i aba / sırr-ı âl-i abâ

  • Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendisiyle beraber kızı Hz. Fatıma, damadı Hz. Ali ve torunları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in üzerini mübarek abâsıyla örttüğünden bu isimle anılmalarının sırrı.

sırr-ı mahiyet

  • Bir şeyin özündeki sır, gizem.

siyahat

  • (Seyyehân - Siyâh - Süyuh) İbret, terehhüb ve ibadet için yer yüzünde gezip yürümek. (Dervişlerin seyahatı bundandır.)

sofi

  • Dinin özünden habersiz, şekilci, aşırı katı kimse.

sofra

  • Üstünde yemek yenilen yaygı.

sohbet

  • Berâberlik. İnsanın derece bakımından kendinin üstünde veya altında yahut akranı ile bir araya gelip, Allahü teâlânın ve Peygamber efendimizin beğendiği, hoşnud olduğu şeyleri konuşması.

suf

  • (Çoğulu: Evsâf) Yün dokuma. Yünden yapılmış dokuma.
  • Yün, yapağı, ibrişim.

sühl

  • Eşeğin göğsünden çıkan hırıltı.

sülasi mezidün fih / sülasî mezidün fih

  • Gr: Zaid harf almış ve kökünde üç aslî harf bulunan kelime.

sulbi / sulbî

  • Birinin sulbünden gelme. Kendi evlâdı. Kendi oğlu.

sur / sûr

  • Kıyamet gününde Hz. İsrafil'in (a.s.) üfleyeceği emir borusu.

sure / sûre

  • Kur'an-ı Kerim'in 114 bölümünden her biri.
  • Derece.
  • Duracak yer. Menzilet.
  • Şeref ve şan.
  • Güzel inşa edilmiş bina. Sur.
  • Refi'.
  • Alâmet, nişan.
  • Kur'ân-ı Kerim'in 114 bölümünden her biri.

şürta

  • (Çoğulu: Şurat-Şuratâ) Malı mülkü ile tanınan meşhur bir kimse.
  • Askerin önünde yürüyüp düşman ile evvel cenk eden taife. Öncü kuvvet.

şutbe

  • (Çoğulu: Şütab) Kılıcın yüzünde yapılan yol.

süveyda-yı kalb / süveydâ-yı kalb / سُوَيْدَايِ قَلْبْ

  • Kalbin gözbebeği hükmündeki siyah nokta.

taallün

  • Aleni, âşikâr, meydanda olma. Herkesin gözü önünde gibi bilinme.

taazum

  • Gözünde büyümek. Büyük görünmek.

tadmir

  • Atı semirince yulaf verip beslemek. (Kırk günde olur.)
  • İnce belli yapmak.

taglis

  • Fık: Kurban bayramının ilk gününde Müzdelife'de bulunanlar için o günün Sabah Namazını fecri müteakib daha ortalık karanlık iken kılmak. (Bu çok efdaldir)
  • Bir işi üzerine almak.
  • Sabah karanlığında sefer etmek.

tahammül-ü beşer fevkinde

  • İnsanın tahammül gücünün üstünde.

tahrif / tahrîf / تحریف

  • Üstünde kalem oynatarak bozma, asıl anlamını bozma. (Arapça)

tahrifat / tahrîfat / تحریفات

  • Anlamından uzaklaştıracak şekilde üstünde kalem oynatmalar. (Arapça)

tahtie / tahtîe

  • Hatâya düşürme; "Benim yolum doğrudur, hatâ ihtimali var. Başkalarının yolu hatâdır, doğru olma ihtimali var." görüşünde olmak.

takli'

  • (Kal'. den) Yarmak.
  • Mübalâğa ile koparmak. Kökünden söküp koparmak.

tali

  • Tilavet eden, okuyan.
  • İkinci derecede. Sonradan gelen.
  • Man: Birbirine bağlı iki kaziyeden ikincisi. Meselâ: "Duman çıkıyorsa ateş vardır" sözünde "Ateş vardır" sözü tâli'dir.

talia

  • Casus.
  • Nişancı. Asker önünden giden tabur.
  • Rehber, kılavuz; kafilenin önünde giden.

tarak

  • Bulutların bir yere toplanması.
  • Aynı cinsten olan şeylerden bazısı bazısının üstünde olması.

tasvir etme

  • Birşeyi sözle veya yazıyla anlatma, göz önünde canlandırma.

tasviri / tasvîri

  • Tasarlanması, göz önünde canlandırılması, betimlenmesi.

tatar

  • (Tetar) (Arapçada: Teter) Bu isim, asıl itibariyle Moğol milletlerinden bir kavmin adıdır. Bu kavmin efrâdı, Cengiz Han askerlerinin pişdarları hükmünde olduğundan eski zamanlarda Moğollar mânasında kullanılmıştır.Arap ve Fars tarihlerinde de yukardaki mânada kullanılmıştır. Sonra bu isim bü

taviyyet

  • İnsanın gönlünde gizli olan istek veya niyet.

tays

  • Çok adet.
  • Yer yüzünde olan toprak ve süprüntü.
  • Nesli çok olan karınca ve sinek.

tayyibat / tayyibât

  • (Tekili: Tayyibe) Bütün güzel sözler, güzel mânalar, harika güzel cemaller.
  • Bütün kâinat yüzünde cemalleri görünen ezelî Esma-i Hüsnâ'nın cilveleri.

tebaa

  • Bir devletin hükmünde bulunan (Türkiye Devletinin tebaası gibi).

tebea

  • Bir devletin hükmünde bulunan (Türkiye Devletinin tebaası gibi).

tefekkühat-ı ilmiye

  • Meyve ziyafetleri hükmünde olan ilmin detayları, ayrıntıları.

teke

  • Keçilerin erkeği. Sürü önünden giden kösemen. (Farsça)
  • Bir cilt defter. (Farsça)
  • Tezek. (Farsça)

temsili / temsilî

  • Temsile dair ve müteallik. Bir şeyi göz önünde canlandıran.

tenkih-ül menat

  • Menatın, yani illetin ayıklanması. Usul-ü Fıkhın kıyas bahsine ait bir ıstılahtır. Kıyasın dört rüknünden biri olan illetin, diğer benzeri hususiyetlerden ayıklanmasıdır. Şöyle ki: Şâri (Allah C.C.) bir hükmü bir sebebe bina eder. Fakat o illetle beraber hükme te'siri olmayan birçok özellikler de bu

terviha

  • (Çoğulu: Teravih) Teravih namazının her dört rekatı.
  • Teravih namazının her dördünden sonra oturmak.

tetbin

  • Fikrinde ve görüşünde dikkat etmek.

tevatür-ü bilmana / tevatür-ü bilmânâ

  • Mânâ yönünden tevatür derecesinde olan.

tevellüh

  • (Çoğulu: Tevellühât) (Veleh. den) Şaşakalma. Şaşırıp sersemleşme.
  • Hayran etme.
  • Kadını çocuğunden ayırma.

tezallüm

  • Birisinin zulmünden şikâyet etme.

tezyinat-ı lafziyye / tezyinât-ı lafziyye

  • (Muhassınat-ı lafziyye de denir. İlm-i Bediin iki bölümünden ikinci bölümüdür. ) Kelâmın lafzında olan ve göze hitab eden edebî san'atlar. Cinas, seci' gibi.

tiltile

  • Sabırsız olmak.
  • İşi güç olmak.
  • Hurma çöpünden yapılan bardak.

tuff

  • Tırnak arasında olan kir.
  • Parmakların üstünde olan kir.

uhde

  • Bir işi üzerine alma. Söz verme.
  • Ahidnâme. Bir kimsenin üstünde olan iş veya şey.
  • Mes'uliyet hududu.
  • Ric'at ve taalluk dâiresi.
  • Becerme, yapma.
  • Mes'uliyet, sorumluluk.

uhdud

  • (Çoğulu: Ahâdid) Çukur.
  • Uzun hat.
  • Yeryüzündeki uzun yarık ve çatlak.
  • Hendek.
  • Kamçı vurulmasından vücutta hâsıl olan yara ve iz.

ulat

  • Demir örs.
  • Üstünde keş kurutulan taş.

umre

  • Hac zamânı olan beş günden yâni Arefe ve Kurban bayramının dört gününden başka, senenin her günü ihrâma girip Kâbe'yi tavâf etmek, Safâ ile Merve arasında sa'y yapmak ve saç kazımak veya kesmek.

ur

  • Önünde hendek olan istihkâm. Yüksek ve müstahkem yer, toprak tabya. Burç.

vaif

  • Davar yürüdüğünde karnından işitilen ses.

valibe

  • Evvelki ekinin kökünden biten ekin.

varis / vâris

  • Cenab-ı Hakk'ın bir ismi.
  • Mirasçı. Kendisine miras düşen. Mirasa konan. Vefat eden birisinin maddî veya manevî mal ve mülkünde kullanmaya, tasarrufa salâhiyetli olan.

vasiyle / vasîyle

  • Cahiliye döneminde bir koyun dişi doğurursa yavru sahibinin, erkek doğurursa ilâhlarının olurdu. Koyun dişi ve erkek yavru doğurduğu takdirde dişi yüzünden erkek yavru da kurban edilmezdi. Buna vasîyle denirdi.

vatan-ı sükna / vatan-ı süknâ

  • Bir misafirin içinde 15 günden az oturmak istediği yerdir. Bu kimse de fıkıhta misafir sayılır.
  • Hanefî mezhebinde on beş günden az kalmak için niyet edilen yâhut yarın çıkarım diyerek senelerce oturulan yer.

vati

  • Yumuşak ve kolay olan şey. (Kuş tüyünden yapılmış yastık gibi)

vazifeten

  • Vazife yönünden.

vecibe / vecîbe

  • Borç hükmünde olan vazife.
  • Kanun ve ahlâkın icabı, yerine getirilmesi lâzım gelen şey.
  • Çok gerekli ve şart olan şey. Borç hükmünde olan görev, yapılması mecburi iş.
  • Borç hükmünde vazife.

vefa / vefâ / وفا

  • Ahdinde, sözünde durma.
  • Sevgi ve dostlukta sebat ve devam.
  • Ödeme.
  • Yetişme.
  • Dince ve akılca lâzım gelen şeyi yerine getirip uhdesinden çıkma.
  • Sözünde durma, kendini seveni unutmama, ilgiyi kesmeme.
  • Sözünde durmak.
  • Sözünde durma. (Arapça)
  • Dostluğu sürdürme. (Arapça)
  • Vefâ etmek: Sözünde durmak, vefa göstermek. (Arapça)

vefa-i ahid / vefâ-i ahid

  • Sözünü yerine getirme, sözünde durma konusu.

vefadar / vefâdâr

  • Vefalı, sözünde ve dostluğunda devamlı olan.
  • Vefâlı, sözünde ve dostluğunda devamlı olan.

vefakar / vefakâr

  • Vefalı, sözünde ve dostluğunda devamlı olan.

vefaperver

  • Sözünde duran. Vefâlı. (Farsça)

veleh

  • Hayret, şaşkınlık.
  • Fazla hüzünden akıl gidip tembel olmak.

vukuat-ı zemin

  • Yeryüzündeki olaylar.

yevmen fe yevmen

  • Günden güne, gittikçe.

yevmen feyevmen

  • Gün be gün; günden güne.

yevmenfeyevmen / یوما فيوما

  • Günden güne. (Arapça)

yevmi / yevmî / یومى

  • Günlük, gündelik. (Arapça)

yevmiye

  • Gündelik. Bir günlük çalışmanın neticesi alınan ücret.
  • Günlük hadiseleri günü gününe kaydetmeğe yarıyan defter, gazete.

yevmiyye / یومى

  • Gündelik ücret. (Arapça)

zahiri mezheb / zâhirî mezheb

  • Huk: Hanefî imamlarından İmam-ı Muhammed'in (El-Mebsut, El-Câmi-üs Sagir, El-Câmi-ül Kebir, Ez-Ziyâdât, Es-Siyer-üs Sagir, Es-Siyer-ül Kebir) nâmları ile mâruf olan altı kitabında münderiç bulunan mes'elelere denir. Buna "Zâhir-ür rivâyât mesâili" denir. İmam bu eserlerde kendi fıkhî görüşlerini değ

zahriye / ظهریه

  • Kağıdın arka yüzündeki yazı. (Arapça)

zati imkan / zâtî imkân

  • Birşeyin özünde mümkün olması.

zegab

  • Kuş yavrusunun üstünde olan sarıca tüyler.

zela'

  • Ayağın altında ve üstünde; elin ise arkasında olan yarık.

zemahşeri / zemahşerî

  • (Hi: 467-538) Türkistan'da Harzem'in Zemahşer köyünde doğdu. Hanefî fukahasındandır. Fevkalâde iktidar ve faziletine rağmen bir zamanlar itikadça Mu'tezile'den olmuştu. Meşhur bir ilm-i belâgat âlimidir.

zemheri

  • Karakış dönümünden (12 Aralıktan) 31 Ocağa kadar olan şiddetli soğuk devresi.

zemil

  • Tez, hızlı, seri.
  • Deve yürüyüşünden bir çeşit.

zere'

  • Başın önünde vâki olan beyazlık.

zıllullah

  • Cenab-ı Hakk'ın namına yeryüzünde tasarrufta bulunan insan, halife. İlâhî kanunu tatbike çalışan halife ve pâdişahın nâmı.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın