REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te tutm ifadesini içeren 299 kelime bulundu...

acin

  • Yoğurma, hamur tutma.

adak

  • Nezr, Allahü teâlânın rızâsının elde edilmesi veya bir isteğin yerine gelmesi veya bir belâ ve musîbetin giderilmesi maksadıyla Allahü teâlâ için oruç tutmak, kurban kesmek gibi başlıbaşına ibâdet olan veyâ benzeyen bir şeyi kendisine vâcib kabûl etm e.

adalet / adâlet

  • Her işte hakkı gözetme ve orta yolu tutma. Haklıya hakkını verme. Haksızlıktan sakınma. Zulmün zıddı, kânun önünde eşitlik.

adn

  • Vatan tutmak ve mukim olmak.
  • Cennette bir makam adı.

afakgir

  • Ufukları tutmuş, âleme yayılmış, şâyi, çok meşhur.

ahu-yi leng giriften

  • Topal ceylan tutmak.
  • Mc: İnsafsızlık etmek. Acizlere sataşmak.

ahz

  • Alma.
  • Tutma.
  • Kabul etme.
  • İşkence etme.
  • Alma, tutma, kabzetme,
  • Kabul etme.
  • Tessellüm.
  • Sorgulama.
  • Alma, tutma.

aleyhdarlık

  • Aleyhtarlık, zıt olan rakip tarafı tutma.

arm

  • (Arem) İnatçılık, muannitlik.
  • Kafa tutma.

arra'

  • Sıtma tutmak, titremek.

ayinedar

  • Ayna tutan. (Farsça)
  • Eskiden, bir büyük adamın giyinirken aynasını tutmakla vazifeli hizmetçi. (Farsça)
  • Berber. (Farsça)

baliğ / bâliğ / بالغ

  • Erişkin. (Arapça)
  • Tutan, varan. (Arapça)
  • Bâliğ olmak: (Arapça)
  • Erişkin olmak. (Arapça)
  • Tutmak, ulaşmak, varmak (Arapça)

bedpeyman

  • Verdiği sözde durmayan. Sözünün eri olmayan. Sözünü tutmayan. (Farsça)

berm

  • Hıfzetme, hatırda tutma, ezberleme. (Farsça)

bi-garez / bî-garez

  • Garezsiz. (Farsça)
  • Taraf tutmıyan, tarafsız. (Farsça)

bi-taraf / bî-taraf

  • Tarafsız. Hiç bir tarafı tutmayan.

bila teşbih / bilâ teşbih

  • Benzetme olmaksızın; Allah'ı yaratılmışlara benzemekten uzak tutmak için kullanılır.

bitarafane / bîtarafâne / بى طرفانه

  • Tarafsızca, yan tutmadan. (Farsça - Arapça)

büluğ

  • Erginlik. Olgunluk. Çocukluk devresini tamamlayıp ergenliğe geçiş. Ergenliğe ulaşan genç, namaz kılmak ve oruç tutmak gibi farzlarla mükellef (yükümlü) olur.
  • Yaklaşıp çatma.

büru'

  • Fazilet, ilim ve iyilikte benzerlerine olan üstünlük.
  • (Hasta) iyiliğe yüz tutma.

çekimser

  • Taraf tutmayan. (Türkçe)

cilve-i kayyumiyet / cilve-i kayyûmiyet

  • Allah'ın her şeyi kendi varlığıyla ayakta tutmasının cilvesi.

çımacı

  • Vapurda ve iskelede çımayı atıp tutmak vazifesiyle görevli tayfa.

dabs

  • (Çoğulu: Ezbâs) El ile tutmak.

dagn

  • Meyletmek, yönelmek.
  • Kin tutmak.

dalaletpişe / dalaletpîşe

  • Sapkınlık yolunu tutmuş.

daşten

  • Tutmak, elde etmek, mâlik olmak, zimmetine geçirmek. (Farsça)
  • Zabtetmek, gasbetmek, almak. (Farsça)
  • Görüp gözetlemek. (Farsça)
  • Eskimek, yıpranmak, harab olmak, köhneleşmek. (Farsça)

davvi / davvî

  • Yurt tutmak.

de'l

  • Aldatmak.
  • Ahdi bozmak, sözü tutmamak.

derd-dest

  • Elde. Elde etmek, yakalamak, tutmak. Ahz.
  • Yapılmakta ve rüyet edilmekte olan.

derhatır / derhâtır / در خاطر

  • Hatırlama. (Farsça - Arapça)
  • Hatırda tutma. (Farsça - Arapça)
  • Derhâtır ettirmek: Hatırlatmak, akla getirmek. (Farsça - Arapça)
  • Derhâtır eylemek: Hatırlamak. (Farsça - Arapça)

diriğ buyurma / dirîğ buyurma

  • Men etme, uzak tutma.

edm

  • Üns tutmak.
  • İttifak etmek, birleşmek.
  • Islâh etmek.

elli dört farz

  • İslâm âlimlerinin, müslümanların hâtırlarında tutmalarını kolaylaştırmak için, öncelikle bilmeleri îcâbeden pek çok farzdan, Allahü teâlânın emirlerinden derledikleri elli dört tânesi.

entimem

  • yun. Man: Mantıkta kısaltılmış kıyas şekli. Öncül veya had denilen ve bilinen kaziyelerden biri söylenmeden sonuca varmak. Örnek: (Orucu bozdu, o halde 61 gün keffareten oruç tutması gerekir.) Burada hadlerden biri (Orucu bozan, 61 gün keffareten oruç tutar), kaziyesi biliniyor kabul edilerek söylen

ergen

  • (Bâliğ) Çocukluk çağından gençlik çağına geçmiş olan, aklı ermeğe başlamış, bâliğ.Erginlik çağına gelen müslüman genç, namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek gibi Allah'ın farz kıldığı emirlerini yerine getirmeğe mükellef (yükümlü) olur. Küçük yaştan itibaren derece derece gerekli dini bilgiyi öğre

erkan-ı islamiye / erkân-ı islâmiye

  • İslâmiyetin esasları, temelleri, rükünleri. (Şehâdet getirmek, Namaz kılmak, Oruç tutmak, Zekât vermek ve Hacca gitmek.)

ezber

  • Zihinde tutma.

falic

  • Felce uğramış.
  • Vücudun bir kısmını veya her tarafını tutmaz hale koyan hastalık.
  • İsabeti çok olan ok.

farz / فرض

  • Tanrı emri. (Arapça)
  • Borç, ödev. (Arapça)
  • Zorunlu. (Arapça)
  • Farz edilmek: Sayılmak, tutulmak, tasavvur edilmek. (Arapça)
  • Farz etmek: Saymak, tutmak, tasavvur etmek. (Arapça)
  • Farz olunmak: (Arapça)
  • Ta (Arapça)

farz-ı ayn

  • Herkesin yapmaya mecbur olduğu farz. Namaz kılmak, yalan söylememek, imân etmek, oruç tutmak gibi.

farzetme

  • Sayma, tutma.

feel

  • (Çoğulu: Fuul) Fal tutmak.

felekmeşreb

  • Mc: Sözünde durmaz, verdiği sözü tutmaz.
  • Kimine yâr olur, kimine olmaz.

gabb

  • Sıtmanın gün aşırı tutması.

gavl

  • (Çoğulu: Gavâyil) Helâk etmek.
  • Kin tutmak.
  • Çok miktar toprak.
  • Feyizden uzaklık.

gaz

  • Isırma, dişle tutma. (Farsça)
  • Diş. (Farsça)

gımar

  • (Tekili: Gamr) Gaflet. Cehalet. Şiddetler. Çok su. Büyük denizler.
  • (Gımr) Çok susuzluk.
  • Kin tutma.

gir / gîr

  • (Giriften) "Tutmak, yakalamak" mastarının emir köküdür. Türkçedeki: yapan, tutan, tutucu, dağılan, yayılan gibi mânalara gelir. Kelimenin sonuna eklenir. (Farsça)

girift

  • Yakalama, tutma. (Farsça)
  • Dolaşık. Birbiri içine girik. Girintili çıkıntılı, karışık. (Farsça)
  • Motifleri birbirine girik ve içiçe geçme olan tezyinat tarzı. Buna aynı zamanda arabesk de denilir. (Farsça)
  • Türk musikisinin nefesli sazlarından olup, bugün unutulmak üzeredir. Ney'e benzer. Girift ç (Farsça)

habs / حبس

  • Hapis, alıkoyma, bir yere kapatıp dışarı çıkarmama. Salıvermeme.
  • Zaptetme, tutma.
  • Hapis. (Arapça)
  • Tutma. (Arapça)

habs-i bevl

  • İdrarını tutma.

hafıza / hâfıza

  • Hıfz etme (ezberleme) ve hatırda tutma kuvveti. His organları ile duyulmayan fakat duyulanlardan çıkarılan mânâları saklayan mânevî duygu merkezlerinden biri.

hakd

  • Kin tutmak. Adâvetini gizlemek.

hakikatperestlik

  • Hakikate taraftarlık, gerçeğin ve doğrunun tarafını tutmak.

haseke

  • (Çoğulu: Husek) Kin tutmak, adavet etmek.
  • Demir dikeni denilen üç köşeli diken.
  • Demirden yapılan üç köşeli "bıtırak" denilen harp âletleri.

haviyye

  • Çocuk doğuran kadına loğusa yemeği yedirmek.
  • Namaz kılan kimsenin, secde halinde iken, karnını uyluğundan yukarı tutması.

hazf

  • Aradan çıkarma, kaldırma, giderme, silme, gizli tutma.

helyostat

  • Yansıyan güneş ışınlarını, belli bir doğrultuya yöneltmeğe ve bu doğrultuda tutmaya yarayan bir ayna ile bir ayar sisteminden meydana gelen tertibat.

hemşime

  • Kuru odun. Kurumağa yüz tutmuş ağaç. Ağaçları kurumuş yer.

hıfz

  • Saklama. Koruma. Siyanet. Muhafaza.
  • Ezber etmek. Hatırda tutmak. Kur'an'ı ezberde tutmak.

hıkd

  • Kin tutma, öç almak için fırsat bekleme.

hilaf-giri / hilaf-girî

  • Muhalif taraftan olma, karşı tarafı tutma. Hilafgirlik. (Farsça)

hilafet / hilâfet

  • Birinin yerini tutma.
  • Peygamberin vekilliği, halifelik.

hınak

  • (Tekili: Hanak) Kızmalar, darılmalar, kin tutmalar, haset etmeler.

hişne

  • Kin tutmak.
  • Çirkin ve pis kokmak.

hodri meydan

  • "Kendine güvenen meydana çıksın!" mânâsında meydan okuma, kafa tutma.

hüdam

  • Deniz tutması.

hulf

  • Verdiği sözü tutmama, yemininde durmama.

hunzuvane

  • Kin tutmak.
  • Büyüklenmek, kibirlenmek.

i'la-yı kelimetullah / i'lâ-yı kelimetullah

  • Allah'ın adını yüce tutmak.

i'tisam

  • Günahlardan sakınmak.
  • Pâk olmak.
  • Bir şeye yapışarak sıkı tutmak ve korunmak.

ibtaş

  • Şiddetle tutma, kavrama.

ıdbab

  • Yaş olmak, ıslanmak.
  • Kin tutmak.

idhan

  • (Duhân. dan) Tütme. Yanarak dumanı çıkma.

ifade

  • Anlatmak. Söylemek.
  • Fayda vermek, fayda tutmak.

iftar / iftâr

  • Oruçlunun, akşam namazı vakti girdikten, yâni güneşin battığı iyice anlaşıldıktan sonra, yiyerek veya içerek orucunu açması.
  • Oruç tutmama, yime.

iftial

  • Fal tutma, fala bakma.

iftinan

  • Türlü türlü ve birbirini tutmayan düzensiz söz söyleme.
  • Fitneye düşmek.
  • Âşık olmak.

iftiyal

  • Fal tutma.

igna'

  • Ganileştirmek. Zengin etmek.
  • Kifâyet edip bir şeyin yerini tutmak.

ihan

  • (Vehn. den) Bir kimseyi zayıf, kuvvetsiz tutma. Güçsüzlendirme.
  • Hor görme, tahkir etme.

ihbal

  • Gebe koyma, hâmile yapma.
  • Çiçekler dökülüp meyve tutma.

ihcac

  • Hac vazifesi için bedel vermek veya nâib tutmak. Nâib tutana "Âmir, menub veya mahcucun anh" da denir.

ihlas / ihlâs / اِخْلَاصْ

  • Allah rızâsını esas tutma, samîmiyet.

ihlas-ı tam / ihlâs-ı tâm / اِخْلَاصِ تَامْ

  • Tam olarak Allah rızâsını esas tutma, samîmî olma.

ihtidar

  • Örtülenme, perdelenme, perde tutma.

ihtisar / ihtisâr / اِخْتِصَارْ

  • Kısa tutma.

ıhtitat

  • Sakal bitmek. Yer tutmak.
  • Hatla işaret koymak.

ıkmah

  • Enaniyet ve azametle kafa tutma.

ikmah

  • Buğdayı un yapma. Buğday yetiştirme.
  • Kafa tutmak, kibir ve azametle karşı gelmek.

iktira'

  • (Kirâ. dan) Kiralama, kira ile tutma.

iktiyas

  • Benzerini bulma.
  • Ölçme, kıyas tutma.

iltimas

  • Tavsiye. Rica. İstirham.
  • Kayırmak, tutmak, haksız olarak yardımda bulunmak.
  • Yapılmasını isteme.

iltimasat

  • (Tekili: İltimas) İltimaslar, tavsiyeler, ricalar.
  • Kayırmalar, tutmalar.

iltizam / iltizâm / التزام

  • Kendine lâzım kılma. İcrasına cehdettiği şeyi kendi üzerine vâcib kılma. Mülâzemet etme. Gerekli bulma.
  • Tarafgirlik etme, birinin tarafını tutma.
  • Onyedinci y.y. dan itibâren devlete gelir getiren kaynaklar, yavaş yavaş belirli bedel karşılığında şahıslara verilmeğe başlandı.
  • Kendisi için gerekli sayma.
  • Bilerek, isteyerek taraf tutma.
  • Kayırma, taraf tutma, gerekli bulma.
  • Gerekli görme. (Arapça)
  • Taraf tutma. (Arapça)

iltizamperverane / iltizamperverâne

  • Taraf tutmayı severcesine.

imsak / imsâk

  • Kendini tutmak. Bir şeyden el çekme.
  • Oruca başlama zamanı.
  • Hapsetmek.
  • Şer'an müftirat denen şeylerden (orucu bozan şeylerden) nefsi hakikaten veya hükmen men' etmek.
  • Yemez içmez adamın hâli. Cimrilik, hasislik, pintilik.
  • Oruca başlama zamanı.
  • Kendini tutmak, bir şeyden el çekmek.

imsas

  • Değdirmek. Elle tutmak. Meshetmek.

inangir

  • Dizgin yakalama. Dizgin tutma. (Farsça)

incaz

  • (Çoğulu: İncâzât) Yerine getirme. Verilen sözü tutma.

incaz-i va'd

  • Va'dini yerine getirme. Verdiği sözünü tutma.

inhitat

  • Aşağılanma, aşağı inme.
  • İhtiyarlama, yaşlıyığa yüz tutma.
  • Kuvvetten düşme.
  • Bir şişin inmesi.
  • Düşme, inme.

insıbağ

  • (Sıbg. dan) Boya tutma, boyanma.
  • Temizlenme.

insibag

  • Boyalanma. Maddi veya mânevi rengi ile renklenme. Boya tutma.
  • Temizlenme.

insilak

  • (Silk. den) Yola girme, süluk etme, yol tutma.

intisah

  • Verilen öğütü dinleme, edilen nasihatı tutma.

irfak

  • Fayda vermek, işe yaramak. Kolaylık ve mülâyemetle tutmak.

irhaf

  • Hamuru gevşek ve sulu tutma.

ırıp

  • Balık tutmak için atılan büyük ağ.

irsah

  • Yerinde tutma, durdurma. Bir şeyi sağlamlaştırma.

işfaf

  • Üstün tutma.

isti'zam

  • Büyük tutmak ve büyük tanımak.
  • Gururlanmak. Kibirlenmek.

istihza'

  • (İstihdâ') Alçak gönüllülük göstermek, kendisini aşağı tutmak.

istimsak

  • (İmsak. dan) Nefsine hâkim olma, kendini tutma.

istimsal

  • Misal edinmek. Örnek tutmak.

istişhad

  • Şahit gösterme, şahit tutma, delil olarak gösterme.

istişhad etme

  • Şahit gösterme, şahit tutma, delil getirme.

itidal / itidâl

  • Her konuda orta yolu tutma, aşırıya kaçmama.

izdicar

  • Nasihatı dinleyip kabul etme. Söylenen sözü dinleyip tutma.

izhaf

  • Yalan söyleme.
  • Hıyanet etme, verdiği sözünü tutmama.
  • Hayrette bırakma, şaşırtma.

izhar-ı tecellüd

  • İnad edip kafa tutma, yalandan cesaretlilik gösterme.

jeng-beste

  • Paslı, kirli, küflü, pas tutmuş. (Farsça)

kabiliyet-i telkiha / kabiliyet-i telkîha

  • Aşılanabilir olma, aşı tutmaya elverişli ve kabiliyetli olma.

kabz / قبض

  • Tutma, alma, tutukluk.
  • El ile tutma, avuç içine alma, kavrama.
  • Bir malı teslim alma.
  • Peklik, kabız.
  • Tutmak. Ele almak. Kavramak. Almak.
  • Tahsil etmek. Teslim almak.
  • Amelde zorluk çekmek.
  • Kuşun süratle uçması.
  • Mülk.
  • Tutma, kavrama. (Arapça)

kabza-i tasarruf / قَبْضَۀِ تَصَرُّفْ

  • İdaresinde tutma.

kagşar

  • Yıkılmak üzere. Yıkılıp harabolmaya yüz tutmuş.

kayyumiyet / kayyûmiyet

  • Allah'ın daimî mevcudiyeti ve herşeyi her an ayakta tutması.
  • Allah'ın bütün herşeyi ayakta tutması, varlığını devam ettirmesi.

kaza orucu / kazâ orucu

  • Oruç tutmamayı mubâh kılan (dînde bildirilen) bir özür sebebiyle vaktinde tutulamayan veya tutarken bir özür sebebiyle yâhut kast (bilerek) olmadan bozulup, Ramazân bayramının birinci, Kurban bayramının birinci, ikinci ve üçüncü günleri dışındaki zam anlarda gününe gün tutması gereken Ramazân-ı şerî

keffaret-i katl

  • Bir müslümanı veya bir zımmiyi amden değil de bir hata neticesi olarak öldüren bir müslümana lâzım gelen keffârettir ki; muktedir ise, bir mü'min köle âzad etmekten; buna muktedir değilse, iki ay muttasıl oruç tutmaktan ibârettir.

keffaret-i savm

  • Ramazan-ı Şerifte özürü bulunmaksızın muayyen şartlar dâhilinde orucunu bozan bir mükellefin, müslim veya gayr-i müslim bir köle veya câriye azâd etmesinden; buna muktedir değilse, iki ay muttasıl oruç tutmasından; buna da muktedir değilse, altmış fakire yemek yedirmesinden ibârettir.

keminsaz

  • Pusu tutmuş olan. Tuzak kurmuş olan. (Farsça)

ketm

  • Saklamak. Gizlemek. Sır tutmak. Söylememek.
  • Gizleme, sır tutma, söylememe.

kibir

  • (Kibr) Kendisini büyük gösteriş. Büyüklük. Kendisini, başkalarından üstün olmadığı hâlde üstün görme ve tutma hastalığı.
  • Şeref ve şan.
  • Bir şeyin muazzamı. Büyük.

küfrü iltizam etme

  • Küfre sarılma, küfür tarafını tutma.

künun

  • Birşeyi gizleme, saklı tutma.

lakişe / lâkişe

  • Tutmaç aşı.

lems

  • Dokunmak, el ile tutmak, ellemek, yapışmak.
  • Beş duygudan biri, dokunma duygusu.

lüsuk

  • Yapışma, bitişik olma. Yapışıp tutma.
  • Ulaşma, vâsıl olma, erişme.

lut'e

  • Tutmaç aşı.

mahız

  • (Çoğulu: Muhaz) Ağrısı tutmuş hâmile kadın.

mail-i inhidam / mâil-i inhidâm

  • Yıkılmağa yüz tutmuş.

makàsıd-ı rububiyet

  • Allah'ın bütün varlık âlemini terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutmasındaki maksat ve gayeler.

mal-i mütekavvim

  • Huk: İki mânada kullanılır: Birisi, intifâı mübah olan şeydir. Diğeri, mâl-i mührez demektir. Meselâ, denizde iken balık gayr-i mütekavvim olup, tutmak ile ihraz olundukta, mâl-i mütekavvim olur. İntifâı mübah olmayan mal veya elde edilmemiş olan mal gayr-ı mütekavvimdir. Şirâ ile intifa' mübah oldu

mash

  • Tutmak.
  • Çekmek.

matem / mâtem / ماتم

  • Ağlama. Üzüntü veya kederden ağlayıp sızlama. Kederinden yas tutma.
  • Ölünün arkasından ağlama; yas tutma.
  • Yas. (Arapça)
  • Mâtem tutmak: Yas tutmak. (Arapça)

matem-i umumi / matem-i umumî

  • Herkesin yas tutması, genel hüzün.

mecl

  • Elin kabarması.
  • Balta gibi bir nesne tutmaktan veya çalışmaktan dolayı elin kabarıp nasırlanması.

mefaka

  • Ansızın tutmak.

mehaz

  • Su akacak yer, su mecrası.
  • Gebe kadının ağrısının tutması.
  • Gebe deve.

melis / melîs

  • Bir şeyi şiddetle tutmak.

menab

  • Birinin yerini tutmak, nâib olmak. Birisine vekil olmak. Vekillik yeri.

mesen

  • Kişinin bevlini tutmaya âciz olması. Bir kimsenin, idrarını tutamaması.

mesken / مسكن

  • Konut. (Arapça)
  • Mesken etmek: Yurt tutmak. (Arapça)
  • Mesken ittihaz etmek: Yurt tutmak, mesken edinmek. (Arapça)

mesna

  • Bevlini tutmaya kadir olmayan kadın. (Müz: Emsen)

meyh

  • şefâat etmek.
  • Vermek.
  • Avuçta su tutmak.
  • Sallanarak yürümek.

meyz

  • Ayırmak, birşeyi denklerinden üstün tutmak.
  • Bir yerden bir yere geçmek.

muaveme

  • (Ağaç) bir sene meyve verip, bir sene vermeme.
  • Bir seneliğine tutma.

mübayenet / mübâyenet

  • Zıddıyet. Ayrılık. Tutmazlık. Başkalık.
  • Ayrılık, uymazlık, tutmazlık.

müdahhan

  • (Duhan. dan) Dumanlı, tütmüş.

mufadale

  • Bir şeyi diğerine üstün tutma.

mugafaza

  • Ansızdan tutmak.

mühlet

  • Vakit. Bir işi bir zaman için geri bırakmak.
  • Rıfk ve teenni ile meydan vererek tutmak.

mükarat / mükârat

  • Kiraya verme. Kira ile tutma.

mükteri / mükterî

  • Kira ile tutmuş olan. İktirâ eden.

mülamese

  • (Lems. den) Birbirine dokunma, değme, el ile tutma, temas etme.
  • Yapışmak.

münakız

  • Birbirini tutmayan, zıt olan, nakzeden.
  • Başka kelâmın mânasına muhalif olan.
  • Zıt, çelişkili, birbirini tutmayan.

münselik

  • (Silk. den) Bir yola girip orada giden. Bir tarikata girmiş. Bir meslek tutmuş.

müravega

  • Taleb etmek, istemek.
  • Güreşmek, güreş tutmak.

müsahele

  • İşi sıkı tutmayıp gevşeklik göstermek. Kolaylaştırarak, kıymet vermiyerek tutmak.

müşahere

  • (Şehr. den) Aylıkla tutma. Aylıkla kiralama.

müsahil

  • Müsâhele eden. İşi sıkı tutmayıp gevşeklik gösteren.

müsanat

  • Bir kimseyi bir yıllığına ücretle tutmak.

müsanehe

  • Yıl başında verilecek ücret.
  • Bir kimseyi bir yıllığına ücretle tutmak.

müsavaa

  • Saatle verilecek ücret.
  • Saatle ücrete tutmak.

musayefe

  • (Sayf. den) Bir yaz tutulmak üzere pazarlık etme. Ücretle tutma.

müşrif

  • Etrafı gören, etrafa bakan.
  • Yüce yer, yüksek yer.
  • Yükselen, çıkan.
  • Bir hal almağa yüz tutmuş olan.

müşrif-ül harab / müşrif-ül harâb

  • Harab olmağa ve yıkılmağa yüz tutmuş.

müstesna etme

  • Dışında tutma.

mutavattın / متوطن

  • Yurt tutmuş. (Arapça)

mütehalif

  • Birbirine muhalif olan. Birbirine uymayan. Birbirini tutmayan.

mütevattın / متوطن

  • Bir yeri vatan edinmiş, tavattun etmiş, yurt tutmuş.
  • Yerleşik, yurt tutmuş. (Arapça)

müvalefe

  • Birbiriyle üns tutmak, dostluk kurmak.

müvanese

  • Üns tutmak, dostluk kurmak.

muvazene etme

  • Dengeye getirme, bir başka şeyle aynı seviyede tutma.

müyaveme

  • (Yevm. den) Günlüğüne tutma. Gündelik üzere pazarlık etme.

nagr

  • Gadap etmek, hiddetlenmek, kızmak.
  • Kin tutmak.
  • Çömlek kaynamak.

nasihat-napezir / nasihat-nâpezir

  • Nasihat dinlemez, öğüt tutmaz. (Farsça)

nassiye

  • (yun: Dogmatizm) Fls: Bir görüşün doğruluğuna peşin olarak inanan ve bu inanışlarını tenkide tabi tutmayanların düşünüş tarzı. Son heceleri .. izm ile biten görüşler, taraftarlarınca peşin olarak kabul edildiklerinden birer dogmatik görüş örneğidir. Meselâ; komünizm, materyalizm, darvinizim, birer d

nehş

  • Yılan sokmak.
  • Almak, kabzetmek.
  • Ön dişiyle bir nesneyi ısırır gibi tutmak.
  • Et almak.

nekahet

  • Hastalıktan yeni kalkıp henüz iyileşmiş, iyiliğe yüz tutmuş olmak hâli. Hastalıkla sıhhat arasındaki hâl.
  • Fehmetmek, anlamak, bilmek.
  • Seri intikal etmek. Çok çabuk anlayış.

nezaret

  • Gözetim altında tutma.

niha

  • Yas tutmak.

oruç kazası / oruç kazâsı

  • Oruç tutmamayı mubah kılan (dinde bildirilen) bir özür sebebiyle vaktinde tutulamayan veya kasd (bilerek) olmadan orucunu bozan bir kimsenin, Ramazân bayramının birinci, Kurban bayramının ilk üç günü hâricindeki zamanlarda gününe gün oruç tutması.

parantez

  • Yun. Cümle içinde geçen bir sözü, metin dışı tutmak için o sözün başına ve sonuna konulan işaret.

rasad

  • Gözleme, gözetme, gözlem.
  • Pusu tutma.

recm / رجم

  • Taşlamak, taşa tutmak, taş ile insan öldürmek.
  • Atılan taş.
  • Kabre taştan nişan dikmek.
  • Şeytan üzerine atılan nücum.
  • Tardetmek, kovmak, sövmek. Terketmek.
  • Zan ve kıyas etmek.
  • Taşa tutma, taşlama, birine atılan taş.
  • Taşa tutma, taşlama.
  • Taşlama, taşa tutma. (Arapça)
  • Recm edilmek: Taşlanarak öldürülmek. (Arapça)

rehaset

  • Tazelik, yumuşaklık, incelik.
  • Ucuzluk.
  • Bir işi gevşek tutma.

rib'

  • Sıtmanın bir gün tutup iki gün tutmaması ve dördüncü gün yine tutması.

rikabdar / rikâbdar

  • Padişahların atla bir yere gidişleri sırasında özengiyi tutmak suretiyle ata binip inmelerine yardım eden kişi.

rişe-gir

  • Kökleşmiş, kök tutmuş. (Farsça)

rububiyet-i sübhaniye / rububiyet-i sübhâniye

  • Her türlü kusur ve noksandan yüce olan Allah'ın bütün varlık âlemini terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutması.

rücum

  • (Tekili: Recm) Taşa tutmalar, taşlamalar.

sabır / صبر

  • Dayanma, kendini tutma. (Arapça)

safbeste

  • Saf bağlamış, saf tutmuş.

sahur / sahûr

  • Güneşin batmasından imsak vaktine kadar olan zamânın son altıda biri, seher vakti; oruç tutmak için yemeğe kalkılan vakit.

sakk

  • Kin tutmak.

salef

  • Kibirlilik. Tekebbürlük hali.
  • Kin tutmak, buğz etmek.
  • Zevci indinde zevcenin kadri olmamak.
  • Misafir için olan yemeğin yetmemesi.

şani'

  • Adavet etmek, kin tutmak mânasına "şeneân" dan ism-i fâil olup, buğz eden, kin tutan demektir. Esas murad ise; buğz edip geçmiş olan değil, buğzunda devam ve ısrar eden demektir.

savm-ı dehr

  • Aralıksız, bir sene mütemadiyen nehyedilen bayram günlerinde dahi iftar edilmeksizin oruç tutmağa denir. Bu nevi oruç bayram günleri tutulmazsa câizdir.

savm-ı visal / savm-ı visâl / صَوْمِ وِصَالْ

  • İki gün iftar etmeden oruç tutmak. (Bu, zaruret olmadan mekruhtur)
  • Üstüste iftar etmeden oruç tutma.

şecaat-i maddiye

  • Maddî kahramanlık, yiğitlik (Maddî bakımdan ilerlerken ifrat ve tefritten uzak olan orta ve doğru hâli ayakta tutma).

seferi / seferî

  • Seferde olma hali. Harbe ait, muharebe ile alâkalı.
  • Namazı kısaltmak veya oruç tutmak gibi sefere ait bir hâlde bulunmak. Fık: Ortalama 90 km. lik bir mesafeyi veya daha fazlasını giden seferi (müsafir) sayılır. Zıddı mukimdir.

şelel

  • Bir eli tutmaz olmak.
  • Bir nesneyi seyrek dikmek.
  • Ovmakla gitmeyen leke.

şenc

  • Hıçkırık tutmak.

şikke

  • (Çoğulu: Şikek) Balta cinsinden olan silâhların sapı.
  • Girecek deliğe sıkışıp tutmak için sokulan çivi.

siret

  • Bir kimsenin içi, hâli, hareketi, ahlâkı.
  • İnsanın tutmuş olduğu mânevi yol.
  • Bir kimsenin iç hâli, hareketi, ahlâkı.
  • İnsanın tutmuş olduğu manevî yol.

sırr-ı ihlas / sırr-ı ihlâs / سِرِّ اِخْلَاصْ

  • Allah rızâsını esas tutma, samîmiyet sırrı.

sırr-ı kayyumiyet / sırr-ı kayyûmiyet

  • Allah'ın her zaman ve her yerde olması ve bütün varlıkları ayakta tutmasında gizli olan sır.

siyaha

  • Suyun akması.
  • Oruç tutmak.

sıyam / sıyâm

  • Oruç tutmak. Fecrin ağarmasından (imsaktan) güneş batıncaya kadar, yemeyi, içmeyi ve cimâ'ı terk etmek.

süluk-u akli / sülûk-u aklî

  • Aklın bir yol tutması.

sümud

  • Taganni eylemek.
  • Eğlenmek.
  • Kibirlenip somurtmak.
  • Kafa tutmak.
  • Sersem olmak.

ta'yiş

  • Diri tutmak.

ta'zim / ta'zîm

  • Hürmet ve saygı gösterme, üstün tutma.

ta'ziz / ta'zîz / تعزیز

  • Aziz tutma, değer verme. (Arapça)

taabbüs

  • Sayıklama.
  • Havadaki bir şeyi tutmağa çalışır gibi ellerini sallıyarak hareket ettirme.

tadahhum

  • Ağızla tutmak.

tafdil / tafdîl / تَفْض۪يلْ

  • Üstün tutma.
  • Üstün tutma.
  • Üstün tutma.

tafdil etmek

  • Üstün tutmak.

tafra / طفره

  • Yukarıya sıçrama atlama.
  • Yukarıdan atıp tutma.
  • İlmiye sınıfında rütbe ve derece alma.
  • Sıçrama, atlama, yukarıdan atıp tutma.
  • Atıp tutma. (Arapça)

tafrafuruşluk / tafrafurûşluk

  • Atıp tutma. (Arapça - Farsça - Türkçe)

tahacc

  • Husumet etmek, düşmanlık yapmak, kin tutmak.

tahakkud

  • Kin tutma, kin gütme.

tahakküm / تحكم

  • Tahakküm etmek: Hükmetmek, hükmü altında tutmak.
  • Hükmetme, hükmü altında tutma. (Arapça)

tahammüd

  • Ateşin sönmeğe yüz tutması.

tahaşşün

  • Kin tutmak.
  • Kokup yemek.

tahayyüz / تَحَيُّزْ

  • (Hayz. den) Yer tutmak, yer almak.
  • Ehemmiyet kazanmak.
  • Fiz: Herhangi bir cismin boşlukta yer alması.
  • Yer tutma, yer alma.
  • Yer tutma.
  • Yer tutma, hacim sâhibi olma.

tahkir etmek / tahkîr etmek

  • Hor görmek, kötülemek, aşağılamak, birine veya bir şeye söz ve hareketle hakâret etmek, saygı ve hürmet gösterilmesi, üstün tutulması lâzım olan şeyleri aşağı tutmak, saygısızlık etmek.

tahlil

  • Müşkül meseleyi halletmek.
  • Bir şeyi kolaylıkla tutmak.
  • Eritmek.
  • Bir şeyi helâl kılmak.
  • Yemine kefaret etmek.
  • Man: Terkibin zıddıdır. Bir kıyas neticesinin mantık şekillerinin hangisinden olduğunu bilmek için delilin tahlili, araştırılması.
  • Fiz:

tahliye

  • Serbest bırakılma.
  • (تحليه) Tezyin; güzel özelliklerle donatmak, süslemek.
  • (تخليه) Tenzih; noksanlardan uzak tutma.

takas

  • Vereceğini alacağına karşılık tutmak suretiyle ödeşmek, sayışmak, değişmek.

takdim

  • (Kıdem. den) Arzetmek. Sunmak.
  • Küçük bir kimseyi yaş, amel, mevki ve takva itibariyle büyük bir kimse ile tanıştırmak.
  • Öne geçirmek, bir şeyi başka bir şeyden önde tutmak.
  • Bir büyüğün önüne geçip bir şey vermek.

takdisat

  • Allah'ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutmalar.

takvim

  • Düzeltme. Doğrultma. Kıvamına koyma. Eğriyi doğru tutma.
  • Ta'dil etme.
  • Bir şeye kıymet tâyin eylemek.
  • Her gün güneşin doğuşu, batışı, ay ahkâmı ve süresi kaydedilmiş olan defter.
  • Günlük olaylardan bahseden gazete.

tarafgir / tarafgîr / طرفگير

  • Yan tutan, yandaş. (Arapça)
  • Tarafgîrlik etmek: Yan tutmak, taraf tutmak. (Arapça)

tarafgirlik / tarafgîrlik / طَرَفْگ۪يرْلِكْ

  • Taraf tutma.

tatvil / tatvîl

  • Sözü uzatma, uzun tutma.

tavattun / توطن

  • Yerleşme, yurt tutma. (Arapça)
  • Tavattun etmek: Yerleşmek, yurt tutmak. (Arapça)

tavtid

  • Bir nesneyi yerinde tutmak.
  • Muhkem etmek, sağlamlaştırmak.

teadud

  • (Adud. dan) Kol kola girme.
  • Birbirini tutma. Karşılıklı yardımda bulunma. Birbirine yardım etme.

tebevvü'

  • Makam tutmak.

tebrie

  • Kusur ve noksandan uzak tutma.

tebrie etmek

  • Beraat etmek, kusur ve noksanlıktan uzak tutmak.

tecrid

  • Soyma, soyutlama.
  • Bir tarafta tutma, ayırma.

tedbir-i rububiyet

  • Her şeyi idare ve terbiye eden Allah'ın kâinat ve varlıklar üzerindeki hikmetli faaliyeti, emri altında tutması, idaresi.

tefaül

  • Fal tutmak.

tekbir / tekbîr

  • Allahü teâlâyı yüceltmek, noksan sıfatlardan, şirkten (ortağı bulunmaktan), yarattıklarına benzemekten tenzîh etmek, uzak tutmak.
  • "Allahü teâlâ büyüktür. Kullarının ibâdetlerine muhtâç değildir. İbâdetlerin O'na faydası yoktur" mânâsına "Allahü ekber" sözü.
  • Ramazan ve Kurban

tekeffüf

  • (Keff. den) El uzatarak dilencilik etme. Avuç açma. Dilenme.
  • Avuçla tutmak.

teklif etme

  • Yükleme, sorumlu tutma.

temekkün

  • Mekânlanmak. Yerleşmek. Yer tutmak.
  • Vakar ve temkin sahibi olmak.
  • Sultan yanında rütbe sahibi olmak.
  • Mekân tutma, yer kaplama.

temerküz

  • Merkez tutma, merkezleşme. Bir merkezde toplanma.
  • Yığılma. Birikme.

temessük

  • Tutunma. Sarılma. Sıkıca tutma.
  • Hüccet ve delil izhar etme.
  • Borç senedi.

tenakuz / tenâkuz

  • Sözün birbirini tutmaması. Konuşmada beyan edilen söz ve fikirlerin birbirine zıt olması.
  • Man: İki şeyin birbirine nakiz olması. Bir şeyin nakizi, o şeyin ref'inden (kaldırılmasından) ibarettir.
  • Sözün birbirini tutmaması. Çelişki.

tenasüb

  • Uygunluk, uyma, tutma. Yakınlaşma.
  • Anlamca birbirine uygun kelimeleri bir arada söze güzellik vermek amacı ile kullanmak.
  • Uygunluk, uyma, tutma. Yakınlaşma.
  • Nisbet, kıyas.
  • İki adet birbirine nisbet edilerek yapılan hesap usulü.
  • Edb: Mânaca birbirine uygun kelimeleri bir arada söze güzellik vermek maksadı ile zikretmek.

tenavüş

  • Aşağı tutmak.
  • Sonraya bırakmak, tehir etmek.
  • Alıp yemek.

teneccüc

  • Çok olmak.
  • Zayıflamak, süst olmak.
  • Aşağı gelmek.
  • Geniş yer tutmak.

teneffül

  • Nâfile namaz kılma veya oruç tutma.

tenzih / tenzîh / تنزیه / تَنْز۪يهْ

  • Eksik ve çirkinliklerden arınmış tutma.
  • Allahü teâlâyı, şânına lâyık olmayan şeylerden, her türlü eksik ve noksanlıklardan uzak tutmak.
  • Arındırma, uzak tutma, kusur kondurmama. (Arapça)
  • Tenzîh etmek: Uzak tutmak, kusur kondurmamak. (Arapça)
  • Kusurdan uzak tutma.

tenzih etmek

  • Eksik ve çirkinliklerden arınmış tutmak.

tenzih-i hakiki / tenzih-i hakikî

  • Cenâb-ı Hakkı, her çeşit kusur ve noksan sıfatlardan uzak tutmak.

tercih

  • Üstün tutmak. Bir şeyi diğerinden fazla beğenmek, fazla itibar etmek.
  • Üstün tutma, seçme.

tercih bila müreccih / tercih bilâ müreccih

  • Hiç bir üstünlük sebebi yok iken birbirine eşit iki şeyden birisini diğerine üstün tutmak.

tercihat / tercihât

  • Tercihler, üstün tutmalar.
  • (Tekili: Tercih) Üstün tutmalar, tercihler.

tercihun bila müreccih / tercîhun bilâ müreccih

  • Tercih sebebi olmadığı hâlde bir şeyi diğerine tercîh etmek yâni üstün tutmak.

tereffu'

  • Kendini yüce tutma, yücelme.

teşaüm

  • Şom tutmak.

tesbih

  • Allahü teâlâyı, O'na yakışmayan her şeyden ve mahlûkların (yaratılmışların) alâmetlerinden ve yok olmaktan tenzîh ve takdîs etmek, yâni uzak tutmak mânâsına "Sübhânallah" sözü ve benzerleri.
  • Namaz kılmak.
  • Namazdan sonra, Sübhânallah, Elhamdülillah ve Allahü ekber cümleleri sö

teshir

  • Emir altında tutma.

teşmis

  • (Şems. den) Güneşe tutma, güneşe serme.
  • Güneşe tutup hasta etme.

teşvit

  • Tüyü ve kılı gitsin diye ateşe tutmak.

tevessül

  • Allah'ın dergâhına yaklaştıracak amel işlemek.
  • Sarılmak.
  • Baş vurmak.
  • İnanmak.
  • Sebeb tutmak.
  • Hırsızlık.

tevezzü'

  • Yer tutma.
  • Dağılma. Bölünme, taksim olunma.

tevkif

  • Alıkoyma, tutma. Hapis olarak bekletme. Vakfetme.
  • Arafatta mevkaf olan yerde durdurmak.
  • Bir kimsenin koluna bilezik takmak.

teyamün

  • Her nesneyi sağından tutmak ve sağından başlamak.

teyasür

  • Bir nesneyi solundan tutmak.

tezellül

  • Zillete katlanmak. Aşağılanmak. Alçalmak. Hor ve hakir olmak. Kendini alçak tutmak.
  • Bayağılık, kendini aşağı tutmak. Tevâzûnun aşırı derecesi.

uhne

  • (Çoğulu: Ühan) Kin tutmak.

vekalet / vekâlet

  • Birinin yerini tutma.

virane

  • Harabe. Yıkılmağa yüz tutmuş eski yapı. (Farsça)

yad / yâd

  • Anma. Hatırda tutma. Zikretme. (Farsça)
  • Hediye. (Farsça)
  • Hâtıra. (Farsça)
  • Hatır, gönül. (Farsça)
  • Uyanıklık. (Farsça)
  • Anma, hatırda tutma, zikretme.
  • Hediye.
  • Hatıra.
  • Hatır gönül.

yahbeste

  • Buz tutmuş, donmuş, buz bağlamış.

yed-i tasarruf

  • Tasarruf eli; yönetimi ve hakimiyeti altında tutma.

zabt / ضبط

  • Zabt etmek. İdâresi altına almak.
  • Sıkıca tutmak. Kendine mal etmek.
  • Kavramak.
  • Kaydetmek. Hülâsasını yazmak.
  • Bağlamak.
  • Alma, tutma, bağlama.
  • Sıkı tutma.
  • İdaresi altına alma, kendine mal etme.
  • Silah zoru ile bir yeri alma.
  • Anlama, kavrama.
  • Kaydetme, özetini yazma.
  • Tutma. (Arapça)
  • Ele geçirme. (Arapça)
  • Kavrama. (Arapça)
  • Zabt edilmek: Ele geçirilmek. (Arapça)
  • Zabt etmek: Ele geçirmek. (Arapça)

zabturabt

  • Tutma ve bağlama, disiplin.

zahl

  • Öç. İntikam almak.
  • Düşmanlık, adâvet etmek, kin tutmak.

zapt

  • Tutma, alma, yazma.

zaptetmek

  • Tutmak.

zevy

  • (Zevey) Döndürmek. Cem etmek, dürülmek. Tutmak.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın