LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te tiba ifadesini içeren 278 kelime bulundu...

ab

  • Su. (Farsça)
  • Mc : Yağmur. (Farsça)
  • Letâfet, güzellik. (Farsça)
  • İtibar. (Farsça)
  • Irz, nâmus. (Farsça)
  • Vakar. (Farsça)
  • Cilâ. (Farsça)
  • Keskinlik. (Farsça)

ad

  • İsim, nam, şöhret, şan, itibar, haysiyet.

add

  • Hesablamak. Saymak. Sayılmak. İtibar etmek.

addetmek

  • Saymak. İtibar etmek. İttihaz etmek.

akçe

  • Osmanlı Devletinin ilk zamanlarından îtibâren bastırılan ve kullanılan gümüş para birimi. İlk sikkesi gümüşten yapıldığı için ak (beyaz, parlak) para mânâsına akçe denildi.

akd

  • Anlaşma. Sözleşme.
  • Düğümleme. Düğümlenme. Bağ bağlama. Bağlanma.
  • Huk: Nikâh, hibe, vasiyet, bey' u şirâ gibi şer'î bir muameleyi iki tarafın iltizam ve taahhüd etmeleridir, icab ile kabulün irtibatından ibarettir. Böyle bir muameleye mün'akid denir. Bunun böyle vücuda gelmesi

al-i beyt / âl-i beyt

  • Hz. Peygamberin (A.S.M.) sülâle-i tahiresinden yetişenler ve sünnet-i seniyyesinin menbaı ve muhafızı ve bihakkın sünnete ittibâ ve onu idâme ettirenler. Al-i Resul, Al-i Nebi, Al-i Muhammed ve Ehl-i Beyt gibi tâbirlerle de söylenir.

alaka / alâka

  • İlişik, rabıta, merbutiyet.
  • Gönül bağlama, sevgi, münasebet, taalluk, irtibat, mâlikiyet. Tasarruf. Müdâhale hakkı. Hisse.
  • Edb: Bir kelimenin hakiki mânâsından mecâzi mânâsına nakledilmesinin sebebidir. (Temiz ahlâklı, güzel huylu kimselere melek denildiği gibi.)

amortisör

  • Otomobillerde veya diğer makinelerde sarsıntı, gürültü gibi şeyleri hafifletmeğe yarayan tertibat. (Fransızca)

asabiyy-ül-mizac

  • Yaradılışça sinirli olan kimse. Yaradılışı itibâriyle asabi, hırçın, öfkeli olan.

asagir

  • (Tekili: Asgar) Şeref ve itibar bakımından küçük olanlar. Çok küçük şeyler.

asagir ü ekabir / asagir ü ekâbir

  • İtibar ve mevkice küçükler ve büyükler. (Farsça)

asem

  • Kesbetmek. Kazanmak. çalışmak.
  • Dirsekten itibaren elin kuruyup çolak ve eğri olması.
  • Ayağın topuktan kuruyup eğilmesi ve aksak olması.

aşk

  • (Işk) Çok ziyâde sevgi. Şiddetli muhabbet. Sevdâ. Candan sevme.
  • İttibâ'. Alâka.

atf

  • Bağlama, bağlaç; kendinden öncekiyle sonraki kelime veya cümle grubu arasındaki irtibatı kuran edat.

ayet / âyet

  • Eser.
  • Kimsenin inkâr edemiyeceği açık delil. Nişân. Alâmet. İşaret.
  • Menzil, mekân.
  • Kur'ân-ı Kerim'deki her bir cümle. Mânen uyanmağa, intibâha sebeb olan hâdise. (Kur'ân-ı Kerim'de 6666 âyet vardır.)

azamet-i heykel

  • Boy ve yapı itibariyle çok büyük olma.

bahariyye

  • Edb: Birini övmek için yazılan ve bahar tasviriyle başlayan kaside.
  • Tar : Yeniçeri ağasından itibaren padişah tarafından Yeniçeri kâtibiyle ocak ağalarına verilen baharlık.

batın / bâtın

  • İç, dâhilî. Gizli. İçyüz. Sır, esrar. Künh ve zâtı itibarı ile gizli. (Zıddı: Zâhir'dir)

batıniyye / bâtıniyye

  • Kurânın apaçık mânâlarına itibar etmeyip gizli mânalar bulduklarına inanan sapık bir anlayış.

becil

  • Büyük, itibarlı, muhterem, hatırı sayılan kimse.
  • Şişman.

berk-i basar

  • Gözün şimşek çakması.
  • Birdenbire tepesinde çakan şimşekten mâruz olduğu dehşet ve şiddet hâlinden mecaz olarak, ansızın başına gelen mühlik hâdisenin şiddetli âlâm ve ıztırabıyla dehşet ve hayret içinde duyulan keskin intibahı ifade eder.

binnetice

  • Netice itibariyle.

cah / câh

  • (Câhe) Makam, mansıb. Kadr, itibar. (Farsça)
  • İtibar, makam, mevki.

cah-ı masiva / câh-ı mâsiva

  • İtibar, makam, mevki gibi Allah'tan başka, dünya ile alâkalı şeyler ve onların oluşturduğu tehlike çukuru.

cemiyet-i hayatiye

  • Hayatın kapsamlılığı; insanın hayatının herşeyle alâkalı ve irtibatlı oluşu.

cenab-ı rabb-i izzet

  • İtibar ve yücelik sahibi olan Allah.

cihet-i münasebet

  • İrtibat yönü.

cihet-i müşabehet

  • Benzeme yönü, benzeyiş itibariyle.

cihet-i nazm

  • Tertip ve diziliş yönü, alâkası, irtibatı.

cismen

  • Cisim itibariyle, cisim olarak. Vücutça, bedence.

derece-i irtibat

  • İrtibat, bağlanma seviyesi.

derece-i münasebet ve alaka / derece-i münasebet ve alâka

  • İlgi ve irtibat derecesi.

divançe

  • Kafiye itibariyle harf sırası tertibiyle yapılan küçük şiir mecmuası. (Farsça)

duha vakti / duhâ vakti

  • Kuşluk vakti. Oruç zamânının yâni imsak ile iftar vakti arasındaki müddetin dörtte birinin tamam olmasından îtibâren başlayan vakit.

eali

  • (Tekili: A'lâ) İtibarı ve şerefi yüksek zâtlar. İyiler. Günahtan sakınan temiz ve sâlih amel sâhibi kimseler.

ebu katade haris bin rib'iy

  • Ensardan ve Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın süvarilerindendir. 170 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir. Uhud Gazvesinden itibaren bütün muharebelere iştirak etmiş bir kahraman olup 74 tarihinde 80 yaşında iken Medine'ye avdetinde vefat etmiştir. (R.A.)

ebu-d derda

  • Uveymir adı ile de meşhurdur. Ashab-ı kirâmın âlim ve hakîmlerindendi. Peygamberimiz: "Uveymir, Ümmetimin hakimlerindendir" buyurmuştur. Uhud'dan itibaren bütün muharebelerde bulunmuştur. 179 hadis rivâyet etmiştir. Hikmetli sözlerinden birisi şudur: "Âlim olmayınca insan müttaki olamaz, bir âlim âm

ecel-i fıtri / ecel-i fıtrî

  • Her mahlukun yaradılışı itibariyle Cenab-ı Allah (C.C.) tarafından tayin olunan vasati ömrü.
  • Biyolojik ömür.

ecille

  • (Tekili: Celil) Fazilet, ilim ve rütbe itibariyle daha yüksek olanlar. Büyükler.

egzost

  • ing. İçten yanmalı motorlarda yanmış akaryakıt gazı. Bu gazın boşaltılması tertibatı.

ehl-i haysiyet

  • Haysiyet, itibar ve şeref sahipleri.

ehl-i ırz

  • Yüz aklığı ve şan, itibar sahibi olan, namuslu kimse. Şerefli ve temiz olan. Namuslu, iffetli ve ismetli. Irz ehli.

ehl-i izzet

  • İtibar ve şeref sahibi kimseler.

emasil

  • (Tekili: Emsel) Benzerler, eşler, akranlar, müsaviler.
  • İtibarlı kimseler.

embriyoloji

  • yun. Biy: Canlıların başlangıçtan itibaren gelişmesini inceliyen biyoloji ilminin bir bölümü. İkiye ayrılır: 1- Ontogonez: Yumurtadan yavruların meydana gelişini inceler. 2 - Flogenez: Canlıların ilk yaratılışı ile bugünkü şekli arasında meydana gelen değişmeleri inceler. Dünyada başlangıçtan bugüne

emr-i vehmi / emr-i vehmî

  • Maddi bir varlığı olmayan, ancak itibar edilen, varsayılan olgu; meridyen çizgileri ve maddedeki çekim kanunu gibi.

enes ibn-i malik

  • Ensardan ve Ashâb-ı Kiram'ın fakihlerindendir. Hicretin ibtidasından itibaren on sene Resul-i Ekrem Efendimizin (A.S.M.) hizmetinde bulunmakla şeref kazanmıştır.Resul-i Ekrem'den (A.S.M.) 2630 Hadis-i Şerif rivâyet etmiştir. 100 yaşına kadar yaşamış, hicri 92 veya 94 senelerinde Basra'da ebedî hayat

ercmendi / ercmendî

  • Haysiyetli, şerefli, itibarlı, muhterem. (Farsça)

ergen

  • (Bâliğ) Çocukluk çağından gençlik çağına geçmiş olan, aklı ermeğe başlamış, bâliğ.Erginlik çağına gelen müslüman genç, namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek gibi Allah'ın farz kıldığı emirlerini yerine getirmeğe mükellef (yükümlü) olur. Küçük yaştan itibaren derece derece gerekli dini bilgiyi öğre

ervend

  • Tecrübe, deneme, sınama. (Farsça)
  • şeref, şan, şöhret, nam ve itibar, haysiyet. (Farsça)

erz

  • Kıymet, baha, değer. Kadir ve itibar. (Farsça)

erziş / ارزش

  • Değer, kıymet, itibar. (Farsça)

esil

  • Şerefli, şanlı, namlı, haysiyetli, itibarlı ve otoriter kişi.

etnoloji

  • yun. Kavimleri, ayrı dil ve ırktan toplumların hayat ve özelliklerini inceleyen ilim. Önce hristiyan misyonerleri dinlerini yaymak için kavimlerin özelliklerini öğrenme ihtiyacını duymuşlar ve onların zayıf damarlarından faydalanmayı düşünmüşlerdir. 19.yy.dan itibaren ilmî gaye ile araştırmalar yapı

fahim

  • (Fahm. dan) İtibâr ve nüfuz sâhibi olan, büyük zât.

fahimane / fahimâne

  • İtibar ve nüfuz sahibi kimseye yakışır şekilde, fahim olana yakışacak surette. (Farsça)

farziye

  • (Çoğulu: Farziyyât) Bazılarına göre kabul edilir sayılan. Mevhum ve itibarî olan. Aslı isbat edilmemiş hüküm.

fazilet

  • Değer. Meziyet, iyilik, ilim ve iman, irfan itibarı ile olan yüksek derece. Dinî ve ahlâkî vazifelere riayet derecesi. Fazl ve hüner cihetiyle olan yüksek derece. Bir şeyin başka şeylerden cemal ve kemal ve fayda cihetiyle üstünlüğü, müreccah olmasına sebep olan keyfiyet.

fi-maba'd

  • Bundan böyle, bundan sonra, bundan itibaren, bir daha.

fihal

  • (Tekili: Fahl) İtibarlı, seçkin ve üstün kimseler.

fiham

  • (Tekili: Fahîm ve fahm) İtibar ve nüfuz sahibi kişiler, ulu kimseler.

fıkıh

  • (Fıkh) Derin ve ince anlayış. Bir şeyi, hakkı ile, künhü ile bilmek. İnsanlar arasındaki ilişkilerle ilgili olarak dinî hükümleri ayrıntılı delilleriyle bilmek. Müslümanlar, müslüman olmaları itibariyle Allah'ın emirlerine tâbidirler, uyarlar. Fıkıh ilmi, hangi şartlarda Allah'ın hangi emrin

fıtraten

  • Yaratılış itibariyle.

galat-ı tahakkümi / galat-ı tahakkümî

  • Bir kelimenin gerek lâfzı ve gerekse mânası itibariyle herkesin kullandığı gibi kullanılmaması.Bu, başlıca üş şeyden olur:1- Nazımda vezne uydurmak için bir kelimenin telâffuzunu değiştirmek, hecesini uzatmak ve kısaltmak yahut harfini gizlemek.2- Çeşitli mânâları olan bir kelimeyi meşhur olmayan bi

gatarif

  • (Tekili: Gıtrîf) Başkanlar, başlar, reisler, önderler.
  • Soylu ve asaletli kimseler, itibarlı ve seçkin kişiler.

gayr-ı muteber

  • Geçersiz, itibar edilmeyen.

gılman-ı enderun

  • Tar: Topkapı Sarayı (Yenisaray) iç oğlanları hakkında kullanılan bir tabirdir. Bunlar derece ve hizmet itibariyle başka başka odalara ayrılmışlardı.

gılman-ı hassa

  • Tar: Padişahların hususi köleleri. Bunlara ilk zamanlarda "İç oğlanları", daha sonları da "İç ağaları" da denilirdi. Bunlar, "Enderun-u Hümayun" denilen ve sarayın Babussaade'den içeride bulunan kısmında hizmet ederler; derece ve hizmet itibariyle başka başka odalarda otururlardı. Bu odalar; Büyük v

giran-kadr

  • Kadr u itibar sahibi. Hürmet edilen kimse. (Farsça)

gıtrif

  • (Çoğulu: Gatârif) Başkan, reis.
  • Asil ve itibarlı kimse. Soylu kişi.

hacegan yolu / hâcegân yolu

  • Daha çok nübüvvet kemâlâtına (olgunluklarına, üstünlüklerine) kavuşturan Hazret-i Ebû Bekir'den gelen yolun, Yusuf-ı Hemedânî hazretlerinden îtibâren aldığı isim. Bu yol sonradan Nakşibendiyye adını almıştır.

hadis-i bi-l ma'na / hadîs-i bi-l ma'na

  • Kelâm itibarı ile değil de mânaca doğru olan hadis.

hadis-i bilmana / hadîs-i bilmânâ

  • Mânâ itibariyle doğru olan hadîs.

hadis-i muallak / hadîs-i muallak

  • Senedinin yalnız ibtidasından bir veya birkaç ravisi hazf edilmiş olan hadistir. Meselâ: Bir zat kendi şeyhini ve şeyhinin şeyhini zikr etmeksizin onların fevkindeki râvilerden itibaren senedi zikr etse ta'likte bulunmuş olur. (Ist. Fık.K.)

hadis-i şeyheyn / hadîs-i şeyheyn

  • En çok itibar edilen ve büyük hadîs âlimlerinden İmam-ı Buharî ve İmam-ı Müslim'den rivayet edilen hadis.

hakaik-i hakikiye / hakâik-i hakikiye

  • Göreceli olmayan, asıl mahiyeti ve zatı itibariyle hakikat, gerçek olan şeyler.

hakaret

  • Küçüklük. İtibarsızlık. Hor ve hakir görmek. Küçümseme. Küçük görme. Tâzimsizlik.

hakir

  • Küçük. Ehemmiyetsiz. Kıymetsiz. İtibarsız. Kudretsiz.
  • İtibarsız, değersiz, önemsiz.

hane-i avarız

  • Avarız ve bedel-i nüzul ve buna benzer vergiler ve tekâlifin toplanmasında tutulan ölçü. Buradaki hanenin, lügat mânası olan evle münasebeti yoktur. Kasabalar, köyler nüfuslarına ve emlâk ve arazilerinin miktar ve hâsılatlarına göre hane itibar edilir ve mahallî masraflarla sair vergiler ona göre ta

harem

  • Girilmesi serbest olmayan yer.
  • İhrama girilen yerden itibaren Kâbe'ye doğru olan kısım.

harf-i atıf

  • Atıf harfi, bağlaç; (Ar. gr.) bir mânâ bütünlüğünü korumak için, kelime veya cümle grubu arasındaki irtibatı sağlayan harf, "vav" gibi.

hasib / hasîb

  • Muhterem, itibarlı, değerli ve soyu temiz kimse. şahsi meziyet sâhibi insan.
  • Muhâsebeci.

haşrin cismaniyeti

  • İnsanların öldükten sonra tekrar diriltilip Allah‘ın huzurunda toplanmasının hem beden, hem de ruh itibariyle olması.

hatt-ı bala / hatt-ı bâlâ

  • Tepelerin en yüksek noktalarından geçtiği itibar edilen çizgi. Zirvelerden geçen hat. (Farsça)

hays

  • Saygı, hürmet, itibar.
  • Alâka, ilgi. Cihet, itibar.

haysiyet / hâysiyet / حَيْثِيَتْ

  • İtibar. Şeref. Değer. Kıymet. Derece. Câh. Mesned. Mertebe.
  • İtibar, şeref, kıymet.
  • Şeref, i'tibâr.

haysiyet-i askeriye

  • Askerî şeref, onur ve itibar.

haysiyyet

  • Şeref, îtibâr.
  • Şeref, onur, itibar, değer.

haysiyyet-i ebediyye

  • Edebî itibar.

haysü

  • İtibariyle, bakımından.
  • Hangi yerde? Hangi?

hayt-ı vasıl

  • Birleştirici bağ, irtibat bağı.

hayy-ı mürtebit / حَيِّ مُرْتَبِتْ

  • İrtibatlı diri.

hayz

  • Sıhhatli bir kızın veya âdet zamânı son dakikasından îtibâren tam temizlik (hiç kan gelmeden en az on beş gün) geçmiş olan kadının önünden çıkan ve Hanefî mezhebine göre en az üç gün (ilk görülmesinden îtibâren yetmiş iki saat), en çok on gün devâm eden kan.

helyostat

  • Yansıyan güneş ışınlarını, belli bir doğrultuya yöneltmeğe ve bu doğrultuda tutmaya yarayan bir ayna ile bir ayar sisteminden meydana gelen tertibat.

hendese-i mülkiye mektebi

  • Osmanlı İmparatorluğu devrinde mühendis yetiştirmek gayesiyle açılan mekteb. XIX. yy. sonlarına kadar memlekette belediye ve mimarî işlerde vazife alacak mühendis bulunmuyordu. Nafia Nezareti bu ihtiyacı nazar-ı itibara alarak bir mühendis mektebi kurulmasının lüzumlu olduğunu ileri sürünce, padişah

hey'et-i a'yan / hey'et-i a'yân

  • Senato.
  • Mertebesi yüksek ve itibar edilenlerin heyeti.

hissen

  • His itibariyle, duygulanarak, hislenerek.

hükmi / hükmî

  • Hükme dair. Hükme âit ve müteallik. Bir karara dayanan, itibâri olan.

hükmi temizlik / hükmî temizlik

  • Kadının âdet bitiminden îtibâren on beş gün içinde kan gördüğü halde temiz kabûl edilmesi. Bu on beş gün içinde kan görülen bu kan fâsid kan yâni istihâza kanıdır.

huruf-u atıf

  • Atıf harfleri, bağlaçlar; (Ar. gr.) mânâ bütünlüğünü korumak için, kelime veya cümle grubu arasındaki irtibatı sağlayan harfler; "vav, bel, fe" gibi.

hüsn-ü münasebet

  • İrtibatın güzelliği.

i'tibar

  • (İtibâr) Ehemmiyet vermek. Hürmet, riâyet ve hatır saymak. Kulak asmak. İbret alıp uyanık olmak. Birisini veya sözünü makbul farzetmek.
  • Taaccüb etmek.
  • Şeref, haysiyet.
  • Bir şeyin gerçek değil, kararlaştırılan değeri.
  • Ticarette söz veya imzaya olan itimad.
  • <

i'tibar-ı suret

  • Surete itibar etme, görünüşe değer verme.

i'tibarat

  • (Tekili: İ'tibar) İ'tibarlar, şeref ve haysiyetler.
  • Var sayılan şeyler, faraziyeler.

i'tibari / i'tibarî

  • (İtibarî) Hakiki kıymeti olmayıp kıymeti var kabul edilme. Farazî ve izafî olan. Varlığı, başka şeylere nisbet edilmesi halinde bilinen.

iade-i itibar / iâde-i itibâr

  • Ticarette iflâstan kurtulma.
  • Kaybedilen itibarı tekrar kazanma. Şerefini kurtarma.
  • İâde-i itibâr edilmek: İtibarı geri verilmek.

ibah

  • İtibar etmek, ehemmiyet vermek. Hürmet etmek.

ibreten

  • İbret olmak üzere, intibah ve ibret vesilesi olmak için.

ibtitar

  • Tâbi olma, uyma, ittiba etme.

icare-i münecceze

  • Bir şeyi akd-i icare ânından itibaren kiraya vermektir. Akd zamanında kiranın başlangıcı söylenmezse kira, bir icare-yi müneccezeye haml olunur.

icare-i müzafe

  • Bir şeyi gelecek muayyen bir vakitten itibaren kiraya vermektir. Meselâ: Bir hâneyi gelecek falan ayın birinden itibaren bir sene müddetle şu kadar bin liraya kiraya vermek, bir icare-i müzafedir.

iddet-i eşhür

  • Ay hesabıyla iddet beklemek. Boşanma tarihinden itibaren hür ise üç ay, cariye ise birbuçuk ay bekler.

idtıba / idtıbâ

  • (Bak. İZTİBÂ)

ihanet

  • (Hevn. den) Alçak ve hakir addedip itibar etmemek, kıymet vermemek.
  • Hainlik. Haksızlık. Kötülük.

ihtisat

  • İtibar gösterme, rağbet etme.

iktibas / iktibâs / اقتباس

  • Alıntı. (Arapça)
  • İktibâs edilmek: Alınmak. (Arapça)
  • İktibâs etmek: Alıntı yapmak, ödünç almak. (Arapça)

iktibasat

  • (Tekili: İktibas) İktibaslar, aktarmalar.

iktibasen

  • İktibas suretiyle. Faydalanma yoluyla alarak. Parça alarak.

iktida

  • Uymak, tâbi olmak. Birinin hareketini örnek alarak ona benzemeye çalışmak. İttiba etmek.

iltizam

  • Kendine lâzım kılma. İcrasına cehdettiği şeyi kendi üzerine vâcib kılma. Mülâzemet etme. Gerekli bulma.
  • Tarafgirlik etme, birinin tarafını tutma.
  • Onyedinci y.y. dan itibâren devlete gelir getiren kaynaklar, yavaş yavaş belirli bedel karşılığında şahıslara verilmeğe başlandı.

intıbaat

  • (Tekili: İntiba') Edinilen intibalar.

intibak

  • (Bak: İntıbak)

intıbakat

  • (Tekili: İntıbak) Uygun ve münasib gelmeler. Mutabık gelmeler.

ishan

  • Aslında kalınlık demek olan sihan ve sehânetten kalınlaştırmak demektir. Siklet de sehanetin lâzımı olmak itibariyle: "Falan kimseyi, hastalığı veya yarası ağırlaştırdı, yerinden kımıldatmaz etti." mânâsına "İshanehül maraz evilcerh" denilir. Harbde düşmanın esaslı kuvvetlerini iyiden iyiye vurarak,

işrak vakti / işrâk vakti

  • Güneşin ufuk hattından beş derece (bir mızrak boyu) yükselmesinden, yâni güneşin çıplak gözle bakılamıyacak kadar parlamasından îtibâren başlayan zaman, bayram namazı vakti.

istibaha

  • (Bak: İSTİBAHAT)

istiğna-yı zati / istiğnâ-yı zâtî / اِسْتِغْنَايِ ذَاتِي

  • (Allah'ın) Zatı itibarıyla hiçbir şeye ihtiyaç duymaması.

itibar / itibâr / اعتبار

  • Saygınlık. (Arapça)
  • İtibar etmek: Değerlendirmek, dikkate almak. (Arapça)

itibardan hakikate

  • İtibari, varsayım olmaktan gerçek olmaya.

ittiba / ittibâ / اتباع

  • Uyma, izleme. (Arapça)
  • İttibâ etmek: Uymak, izlemek. (Arapça)

ittibaen

  • Tâbi olarak, ittiba ederek, uyarak.

izzet ve haysiyet

  • Yücelik ve itibar sahibi olma.

izzetli

  • Şeref ve itibar sahibi.

izzetlu / izzetlû

  • Şeref ve itibar sahibi.
  • Eskiden belirli bir mevki ve rütbe sahiblerine verilen ünvan.

ka'be-i ismet

  • Masumluk Kâbesi (Efendimiz (a.s.m.) masumiyeti itibariyle Kâbe'ye benzetilmiştir.).

kadr

  • İtibar. Değer, kıymet. Haysiyet. Derece miktarı. Miktar. Meblağ. Takat. Takdir, rızkı taksim eylemek. Gına.
  • Değer, itibar, onur, haysiyet, meziyet.
  • Rütbe, derece.

kafv

  • Bir kimsenin ardına düşüp ittibâ etmek, ona tâbi olup uyma.

kaideten / kâideten / قاعدة

  • Kural olarak, esas itibarıyla. (Arapça)

kamuflaj

  • Gizlenme, örtme. Aldatma gayesiyle yapılan tertibat. Daha ziyade harp zamanlarında araçlar ile insanların, bulundukları mekâna göre kılığa girmeleri. (Fransızca)

kat'-ı nazar

  • Bakmamak. İtibar etmemek.
  • Alâkayı kesmek.

kavl-i kadim / kavl-i kadîm

  • İmâm-ı Şâfiî'nin Bağdâd'daki ilk ictihâdlarına (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden çıkardığı hükümlere) verilen ad. Bunlara onun mezheb-i kadîmi de denir. İmâm-ı Şâfiî, kavl-i kâdimini el-Hucce adlı eserinde topladı. Mısır'a yerleşince, muhîtin (y örenin) örf ve âdetlerini de nazar-ı îtibâra (dik

kavmiyeten

  • Bir kavme mensup olma itibariyle, ırk olarak.

kaziye-i şartiyye

  • Man: İki cümleden ibâret, fakat bunlardan birinde olan hüküm diğerinde gösterilen şarta mütevakkıf olan, yâni; aralarında mülâzemet ve irtibat bulunan kaziyedir.

kemiyeten

  • Sayıca, nicelik itibariyle.

kemkadr

  • İtibar ve kıymeti düşük. Adi, bayağı. (Farsça)

kemter

  • Aciz. Fakir. İtibarsız. (Farsça)
  • Başka şeylere göre daha az olan. Pek aşağı. (Farsça)
  • Noksan, eksik. (Farsça)
  • İtibarsız, eksik anlamında, tevazu ifadesi olarak "ben" yerine kullanılan bir söz.

kepaze

  • İtibarsız, âdi, mübtezel, kıymetsiz kimse. Haysiyetsiz, şerefsiz, rezil. Hürmet ve saygıya müstahak olmıyan.
  • Tâlim için kullanılır yay.

kes'

  • El veya ayak ile bir nesnenin arkasına vurmak.
  • İttibâ etmek, tâbi olmak.
  • Yemen'de bir kabile adı.

kesretli

  • Çokça rastlanan, sayı itibariyle çok olan.

kıyas-ı fukaha

  • Hakkında açıkça âyet ve hadis bulunmayan mes'elelere dâir; ilim ve irfanda allâme ve mütebahhir, ilmi ile amelde ve Sünnet-i Seniyyeye ittiba ve imtisalde, ibadet ve taatta, takva ve verada, züht, azimet ve riyazetle, terakki ve taâli eden müctehid fukaha tarafından kıyas ile verilen hüküm.

kıymet

  • Değer, tutar, bedel, itibar, onur.
  • Değer, îtibâr, üstünlük.

küs'

  • Tâbi olmak, ittiba etmek, uymak.

kutreni / kutrenî

  • Kutur itibariyle, çap olarak.

lafzan

  • Lafız itibariyle. Söz olarak. Söyleyerek. Yazılı olmıyarak.

laki / lakî

  • (Lâkıy) İtibarsız ve değersiz, zelil kimse.
  • Önemsiz ve kıymetsiz şey.

laş

  • Hakir ve aşağılık kimse. Adi, zelil, itibarsız ve alçak kişi. (Farsça)
  • Çapul, yağma. (Farsça)

ligayrihi haram / ligayrihî haram

  • Aslında helâl olup, başkasının hakkı olduğu için veya neticeleri itibarı ile haram olan şey. Meselâ cuma namazı esnasında ticaret yapmak gibi.

ma'lat

  • (Çoğulu: Maâli) Derin ve yüksek fikir.
  • Ululuk, şeref, itibar.

ma'nevi bağ / ma'nevî bağ

  • Herhangi bir şekilde, iki şey arasında zihinde kurulan irtibat, ilgi. Buna mânevî râbıta da denir.
  • Büyüklere hürmet, küçüklere şefkat, dînine bağlılık gibi mânevî değerler.

maarız

  • (Tekili: Muarraz) Bir sözü söyleyip başka bir şey murad etme ve cem' olmak, toplamak itibariyle ma'razlar, ta'rizler, adem-i tasrihler, sarahatsizlikler.

mahbub-u lizatihi / mahbub-u lizâtihî

  • Zâtı itibariyle sevilen, bizzat sevilen.

mahra

  • Değerli ve itibarlı insan.
  • Uygun, münâsib ve elverişli şey.

mahruz

  • Kepâze, rezil, rüsvay, aşağılık, âdi. İtibarsız.

mahuza

  • Temiz. İtibarlı, şerefli, asil.
  • Saf, hâlis, katıksız.

makam-ı nüfuz / makam-ı nüfûz / مَقَامِ نُفُوذْ

  • Sözü geçme, i'tibar makamı.

maraz-ı mevt

  • Ölüm hastalığı, insanı iş görmekten men eden ve başladığı târihten îtibâren en az bir yıl içinde ölüme götüren hastalık.

maslahat-ı mürsele

  • Şeriat tarafından ne itibar ve ne de ibtâl ve ilgâ edildiği mâlum olmayan bir mes'elenin maslahat üzere fakihler tarafından hükümlendirilmesi.

me'sur

  • Ecdaddan rivayet edilen.
  • Meşhur.
  • İtibarlı. Beğenilmiş olan.
  • Rivayet yolu ile öğretilmiş meşhur ve mühim haberler.
  • Bir kılınç ismi.

mebni

  • Yapılmış. Kurulmuş.
  • Bir şeye dayanan. Nazar ve itibâr ve isnad olunarak.
  • ... den dolayı... e binâen.
  • Gr: Son harfi harekesi değişmeyen kelime. Tasrife tâbi olmayan (fiil çekimine uğramıyan) kelime.

mecd

  • Büyüklük. Azamet.
  • şeref, itibar.

medeni-i bittab

  • Yaratılış îtibariyle medenî olan.

mekarim-i ahlak / mekârim-i ahlâk

  • Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ahlâkına ve onun sünnet-i seniyesine ittiba ve imtisâl edenlerin ahlâkı.

melaike-i mukarrebin / melâike-i mukarrebîn

  • Makam itibariyle Allah'a yakın olan melekler.

mer'iyy-ül hatır / mer'iyy-ül hâtır

  • İtibarlı. Sözü geçer.

merbut / merbût

  • Bağlı, irtibatlı.

mertebe-i haysiyet

  • Saygınlık, itibar ve şeref derecesi.

mesag

  • Açlık.
  • Geçmesi kolay olan.
  • İtibar, değer.
  • İzin. Müsaade. Ruhsat, cevaz.

miladi / miladî

  • Milada ait. Milada dayanan. Ekser Avrupalıların takvim başlangıcı yaptıkları Milad yılına ait.
  • İsa'nın (A.S.) doğumundan itibaren başlayan takvim ki, miladî tarih denir.

milliyeten

  • Milliyet itibariyle, millî olarak.

mu'teber / مُعْتَبَرْ

  • İtibâr gören. Beğenilen.
  • İnanılır. Güvenilir. Hatırı sayılır. Hükmü geçen.
  • İ'tibar edilen, kıymet verilen.

mu'teberan

  • (Tekili: Mu'teber) Şerefli, haysiyetli ve itibarlı kimseler.
  • Bir yerin, bir mesleğin veya bir sınıfın ileri gelenleri. Hükmü geçip, inanılır olanlar.

mu'teberat

  • (Tekili: Mu'teber) İtibarlı, hükmü geçer şeyler.

muaviye

  • (Mi: 603 - 682) Sahabe-i Kiramdan olup Şam'da yirmi seneden ziyade valilik yaptı, sonra hilâfetini ilân etti. Yirmi sene de halifelik yaptı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâmın kayın biraderi ve vahiy kâtibi idi. Beni Ümeyye sülalesinden olan bu zattan itibaren İslâm Devletine, Emevi Devleti denm

mübayenet-i mahiyet / مُبَايَنَتِ مَاهِيَتْ

  • İçyüzü itibariyle zıtlık, birbirine benzememe.

müennes

  • Dişi. Müzekkerin mukabili.
  • Gr: Hakiki, itibarî veya söylenişi cihetiyle "dişi" olan kelime.Müennes-i hakikî : Müzekker kelimenin sonuna bir "e-a" ilâve ederek yapılan kelime. Meselâ: (Kâtib: ): Erkek yazıcı. (Kâtibe: ): Kadın yazıcı.Sonu "e" ile biten kelimeler ekseriyetle müennestir
  • Dişi.
  • Hakiki itibarıyla ve söyleniş itibarıyla dişi olan kelime.

mufaddel

  • Faziletlendirilmiş, diğerlerinden ayrıca fazilet itibarıyla temayüz etmiş, yükselmiş.

mufahham

  • Büyüklük kazanmış, kerem sahibi, itibarlı, azim, büyük.

muhit-i zamani ve mekani / muhît-i zamânî ve mekânî

  • Zaman ve mekân itibariyle oluşan şartlar, ortam, çevre.

muktebes

  • İktibas olunmuş olan. Bir yerden alınan, bir kitab ve sâir yerden istifade ederek alınan.
  • İktibas edilmiş, alıntı yapılmış, aktarılmış.

muktebesat

  • (Tekili: Muktebes) (Kabs. dan) Muktebes olan şeyler. İktibas edilmiş ve faydalanmak üzere alınmış olan şeyler.

muktebis

  • (Çoğulu: Muktebisîn) (Kabs. dan) İktibas eden. Faydalanmak üzere aktaran. Birinin bilgisinden faydalanan.

muktebisin / muktebisîn

  • (Tekili: Muktebis) (Kabs. dan) Aktaranlar, iktibas edenler. Faydalanmak için alanlar.

mukteza-i hilkat

  • Yaradılışın gerektirdiği şey. Yaradılış itibariyle olan hal ve netice.

mülebbes

  • (Lebs. den) İltibaslı, karışık.
  • Giyilmiş.

mültebis

  • İltibas etmiş, birini öteki zannetmiş, karıştırmış olan.
  • Karışık, şüpheli ve benzer olan.

mümteni-un bizzat

  • (Mümteniatün bizzât) Varlığı, vücudu hiç bir şekilde mümkün olmayan. Zâtı itibariyle imkânsız olan.

münevver

  • (Nur. dan) Mc: Kur'anî ve imanî eser okumakla ve ibadet ve taatla nurlanmış. Nurlandırılmış, ışıklı.
  • Uyanık. İntibaha gelmiş. Akıllı âlim. İmanî ve İslâmî tahsil ve terbiye görmüş.
  • Parlatılmış.

muntabık

  • İntibak eden. Birbirine uyan. Uygun.

müntebih

  • Uyanık, intibah eden. Agâh ve habir olan. Gafletten ayrılmış olan.

murad / murâd

  • İstenilen; arzû edilen şey.
  • Tasavvuf yolunda bulunanlardan çalışmadan Allahü teâlânın yardım ve dilemesi ile yüksek makâmlara kavuşanlar. İctibâ (çekilenler, istenenler) yolunun sâlikleri, yolcuları.

mürevvic

  • (Revâc. dan) Tervic eden, geçiren, itibâr veren, yürüten. Tervicine sebep olan, itibâr eden.

murtabıt

  • İrtibatlı, bağlı.

murtabit

  • Bağlı. İrtibatlı. Birbirine bitişik. Ekli.

mürtebit

  • İrtibatlı, bağlantılı.

müşebbih

  • Benzeten, iltibas eden.

müştebih

  • Şüphelenen, şüpheci, iştibah eden.

müstebık

  • (Sebak. dan) Yarışa çıkan, istibak eden.

muteber / معتبر

  • Geçerli, itibar edilen.
  • İtibarlı. (Arapça)
  • Geçerli. (Arapça)

mütehassıl olan

  • Hâsıl olan, meydana gelen, sonuç itibariyle ortaya çıkan.

mütehayyiz

  • Tahayyüz eden, yer tutan.
  • İtibarlı, mühim.

mütemacid

  • İtibar, şeref ve haysiyetiyle iftihar edip övünen.

müteneffiz

  • Nüfuz sahibi, sözü geçer olan. İtibarı cari bulunan.

müttebi

  • İttiba eden, tabi olan, uyan.

müttebi'

  • İttiba eden. Uyan, tâbi olan. Muktedi.

muvasala

  • İletişim, irtibat.

muvasala hattı

  • İki şey arasındaki bağ, ilişki, irtibat.

muvazza'

  • İtibarsız kimse.

nazar

  • Göz atmak. Mülahaza, düşünmek, bakmak, imrenerek bakmak, düşünce. Yan bakış, kötü bakış. Bir türlü kabul etmek.
  • Gözdeğmesi.
  • İltifat.
  • İtibar.

nebahet

  • (Nebahat) şeref, şan, onur, itibar.
  • şan, şeref ve itibar sâhibi.

necaset / necâset

  • Aslı îtibâriyle veya sonradan meydana gelen bir sebeble pis olan şeyler. Namaza mâni olup olmama yönünden; hafif necâset ve kaba necâset, görülüp görülmeme yönünden; mer'î (görülen) ve gayr-i mer'î (görülmeyen) ve akıcı olup olmama yönünden; mâî (akı cı) ve câmid (katı) olmak üzere kısımlara ayrılır

nedime

  • Kadın nedim.
  • Zengin veya şerefli, itibarlı bir kadının arkadaşı.

neseben

  • Soy itibariyle.

nisbet

  • Soy bakımından bağlılık, mensub olma.
  • Tasavvufta velî bir zâtla mânevî irtibat, feyz alma, huzûr.

nur-u muteber

  • Geçerli, itibar edilen nur.

payedar / payedâr

  • Rütbeli, pâyeli, itibarlı. (Farsça)

payedari / payedârî

  • İtibarlılık, rütbelilik, pâyedarlık. (Farsça)

perde-i izzet / پَرْدَۀِ عِزَّتْ

  • İ'tibâr ve şeref perdesi.

perde-i izzet ve azamet / پَرْدَۀِ عِزَّتْ و عَظَمَتْ

  • İ'tibâr, şeref ve büyüklük perdesi.

rabıta / râbıta

  • Bağ, ilgi, irtibat.

racih

  • Üstün olan. Kıymetli, faziletli ve itibarı fazla olan.
  • Fık: Beyyinatta, bürhan ve delilin tercihinde delili üstün, beyyinesi evlâ ve makbul olan taraf.

refi'-üd derecat / refi'-üd derecât

  • Derece ve itibarı yüksek olan.

revabıt-ı kevniye / revâbıt-ı kevnîye

  • Kâinatla irtibatlı meseleler, kâinatla ilgili bağlar.

revac

  • Sürüm, geçerlik, itibarda olma, herkesçe aranılma.

rezil / rezîl

  • Alçak, îtibârsız.

rüsvayi / rüsvayî

  • Rezillik, itibarsızlık, haysiyetsizlik. (Farsça)

sabikun / sâbikûn

  • Asıl îtibâriyle peygamberler aleyhimüsselâm, onlara tâbi olmak bakımından Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn, peygamberlere vâris olmak bakımından müctehidler, müfessirler (tefsir âlimleri), muhaddisler (hadîs âlimleri) ve tasavvuf büyükleri.

sahife-i itibar-i alem / sahife-i itibar-i âlem

  • Âlemin itibar sayfası; dünyanın şeref, kıymet, değer sayfası.

sahih kan / sahîh kan

  • Sekiz yaşını bitirip, dokuz yaşına bastıktan birkaç gün veya ay, yâhut seneler sonra, sıhhatli bir kızın veya âdet zamânı son dakikasından îtibâren tam temizlik (on beş gün) geçmiş olan kadının önünden çıkan ve Hanefî mezhebine göre, en az üç gün (ye tmiş iki saat) devâm eden kan; hayız ve aybaşı ka

şan / şân

  • Hâl, durum.
  • İzzet, îtibâr, şeref.

sarf-ı nazar

  • Bir şeyden vazgeçme, cayma.
  • Nazar-ı itibare almama.

sebeb-i izzet ve kemal

  • Değer, itibar ve olgunluk sebebi.

sebükmaye / sebükmâye

  • İtibarsız, değersiz, kıymetsiz. (Farsça)

seciyeten

  • Karakter itibariyle.

seferi / seferî

  • Seferde olan, misâfir, yolcu. Bulunduğu şehirden veya köyden gideceği yolun iki veya bir kenârındaki evlerin dışına çıkarken, senenin kısa günlerinde, insan veya deve yürüyüşü ile, son evden îtibâren üç günde gidilecek yere (Hanefî mezhebinde 104 kil ometre) gitmeye niyyet eden kimse.

sene-i maliye / sene-i mâliye

  • 1 Mart'tan itibaren başlaması Mâliyece kabul edilen yıl.

şeref-pezir

  • Şeref ve itibar bulan. (Farsça)

şiddet-i ittisal

  • Güçlü bağ, irtibat.

sinnen

  • Yaş itibarıyla.

sireten / sîreten

  • İç yapısı, ahlâk ve sıfat itibarıyla.

sünnet

  • Kanun, yol, âdet.
  • Siret-i hasene.
  • Ist: Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sözü, emri, hal ve takriri. Müslümanların ittibâında ve dinlemesinde maddî ve manevî pek çok fazilet bulunan, tatbikinde mühim sevablar, terkinde mühim zararlar bulunan İslâmî emirler. Sünnet'e Farz-ı

sünnet-i hasene

  • İlk asırda (Resûlullah efendimiz ve O'nun arkadaşları olan Eshâb-ı kirâm zamânında) asılları îtibâriyle bulunan, sonraları daha da geliştirilen, minâre, mektep yapmak ve kitâb yazmak gibi, İslâm'ın izin verdiği, hattâ emrettiği güzel ve faydalı işler.

sureta / suretâ

  • Biçim, görünüş itibariyle.

sureten

  • Görünüş itibarıyle.
  • Suret itibariyle, suret olarak, görünüşte. Sanki.

taayyün

  • Meydana çıkmak, âşikâr olmak, belli başlı ve itibarlı görünen insanlardan olmak.

tab'an

  • Yaratılıştan. Doğuştan. Huy ve tabiat itibariyle.

tac-ı ser

  • Baş tacı.
  • Mc: Çok sevilip itibar edilen şey veya kimse. Muhterem, aziz.

takdim

  • (Kıdem. den) Arzetmek. Sunmak.
  • Küçük bir kimseyi yaş, amel, mevki ve takva itibariyle büyük bir kimse ile tanıştırmak.
  • Öne geçirmek, bir şeyi başka bir şeyden önde tutmak.
  • Bir büyüğün önüne geçip bir şey vermek.

takdiri / takdirî

  • Kaderden olan. Takdir-i İlâhîye ait ve müteallik olan.
  • İtibarî.
  • Farazî.
  • Gr: Yazılı olmayıp var bilinen mâna veya kelime.

tatar

  • (Tetar) (Arapçada: Teter) Bu isim, asıl itibariyle Moğol milletlerinden bir kavmin adıdır. Bu kavmin efrâdı, Cengiz Han askerlerinin pişdarları hükmünde olduğundan eski zamanlarda Moğollar mânasında kullanılmıştır.Arap ve Fars tarihlerinde de yukardaki mânada kullanılmıştır. Sonra bu isim bü

terbiyeten

  • Eğitim, yetişme itibariyle.

tercih

  • Üstün tutmak. Bir şeyi diğerinden fazla beğenmek, fazla itibar etmek.

terfi-i makam

  • Makam itibariyle terfi etme, yükselme.

tersi'

  • Oymacılık.
  • Mücevherler takarak süslemek.
  • Edb: Bir beyti teşkil eden mısralar ile bir fıkrayı terkib eden cümlelerdeki lâfızları vezin ve kafiye itibari ile birbirine uygun olarak tertib etmektir. Külfetli ve gayr-ı tabii bir usuldür. Meselâ: Merhum Namık Kemâlin:Ecza-i beşer

tertib

  • (Çoğulu: Tertibât) Tanzim etme. Dizme, sıralama, düzene koymak.
  • Tedarik edip hazır ve müheyya kılmak.
  • Bir şeyi bir yere sabit ve pâyidar kılmak.
  • Mertebelere göre davranmak.
  • Hile ile aldatma.

terzil

  • Rezil etme. İtibarını kırma.

tıbaa

  • (Bak: TIBAAT)

umur-u itibariye / umur-u itibâriye

  • İtibârî işler; öyle sayılan işler.

usuli / usulî

  • Asıllara, köklere ait; bir kimsenin soy ağacı itibariyle anne baba tarafından geriye doğru silsilesi, ataları, dedeleri.

vahid-i i'tibari / vâhid-i i'tibarî

  • Hakikatta olmayıp varlığı farazî olarak kabul edilen bir şey. Varlığına itibar edilen şey. (Ağırlık için kilo, uzunluk için metre bir vâhid-i itibarîdir.)

vasıta-i irtibat

  • İrtibat, bağlanma aracı, vesilesi.

vaz'an

  • Vaz' ile, vaziyeti, durumu itibariyle, yerleştirmek suretiyle.
  • Asıl lügat mânası cihetinden.

vecahet

  • Güzellik, güzel yüzlülük, gösterişlilik.
  • Haysiyet, şeref, onur, itibar.

vücuh şirketi / vücûh şirketi

  • Sermâyesiz olup, halk arasında emniyet ve îtibârları ile veresiye alıp-satmak üzere kurulan şirket.

vücuh-u irtibat

  • İrtibat, ilişki yönleri.

zahiren

  • Dış görünüş itibariyle. Görünüşte.

zari

  • Ağlayıp sızlama. (Farsça)
  • Hakirlik ve itibarsızlık. (Farsça)

zat-ı ekrem / zât-ı ekrem

  • Çok şeref ve itibar sahibi bir zât olan Hz.Muhammed.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın