REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te sisi ifadesini içeren 151 kelime bulundu...

ahben

  • Çok su içmekten karnın şişip zahmetli olması.

akademi heyeti muvacehesinde

  • Aydın, âlim ve bilginlerden oluşan ilmî kurul önünde, karşısında.

alih / âlih

  • Deve kuşunun dişisi.
  • Hafif mizaçlı.

amim-ül ihsan / amîm-ül ihsan

  • Bağışı, bahşişi, ihsanı bol ve umumi olan.

amme / âmme

  • Tülbent sargı.
  • Su içinde üstüne binip yüzülen şişirilmiş tulum.
  • Umumi. Herkese ait.

araste

  • Bezenmiş süslenmiş. (Farsça)
  • Çarşının bir esnafa mahsus kısmı. (Farsça)
  • Vaktiyle ordu çarşısı, ordugâhta kurulan seyyar çarşı. (Farsça)

arif-i münevver / ârif-i münevver

  • Nurlanmış ve mesleğinin mütehassısı olmuş ve aklı ile beraber kalbi de nurlanmış âlim. Arif-i Billâh.

arz-ı tazimat / arz-ı tâzimât

  • Karşısındakine büyük bir hürmetle takınılan tavır ve hareket.

asb

  • Bağlamak.
  • Sağlam olarak dürmek.
  • İmâme, sarık.
  • Yemen'de yapılır bir nevi kumaş.
  • Firavun atı adı verilen bir deniz canavarının dişisi.
  • Kurumak.
  • Kızarmak.
  • Sarmaşık.
  • Sargı, bağ.
  • Mendil.

ashame

  • Peygamberimizin zamanında Müslümanlığı kabul eden Habeş Necaşisinin ismi.

aşı

  • Birşeyden alınıp diğer birşeye aktarılan madde.
  • Çeşitli tehlikeli hastalıkların önünü almak için aşılanan madde.
  • Yabani veya cinsi âdi bir ağaca, cinsine yakın diğer iyi bir ağaçtan vurulan kalem veya yaprak aşısı.

aysum

  • Filin dişisi.
  • Sırtlan.
  • Büyük deve.
  • Süsen çiçeği.

bab-ı cibril / bâb-ı cibrîl

  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Medîne-i münevverede yaptırdığı mescidinin doğu tarafındaki kıbleye yakın olan kapısı. Bu kapıya, hazret-i Osman'ın evinin karşısında bulunması sebebiyle Bâb-ı Osmân; Resûlullah efendimiz hazret-i Osm an'ın evini ziyâret etmek üzere bu kapıdan girip

babzen

  • Ağaçtan veya demirden yapılmış olan kebap şişi. (Farsça)

balahani / bâlâhânî

  • Bir şeyi aşırı derecede yüksek gösterme, abartma, şişirme. (Farsça)

bezzazistan

  • Esnaf çarşısı. Bedestan. (Farsça)

bid'atüzzaman

  • Zamanın bid'ası; zamanın yenilikçi acayip kişisi.

blöf

  • ing. Karşısındakini yanıltmak veya yıldırmak için aslı olmayan şeyleri gerçekmiş gibi göstermek.

büh

  • Baykuşa benzer bir kuştur, ondan küçüktür. Dişisine büvâhâ derler; ahmak, akılsız kimseyi ona benzetirler.
  • Puhu.

cahşe

  • Eşek sıpasının dişisi.
  • Çobanın eline dolayıp eğerdiği ip.

cale

  • Nehrin bir kenarından diğer kenarına geçebilmek için ağaçtan, sazdan veya şişirilmiş tulumlardan yapılan sal. (Farsça)

çarşı-yı alem / çarşı-yı âlem

  • Dünya çarşısı.

çarşı-yı ticaret

  • Ticaret çarşısı.

celaleddin-i harzemşah

  • (Vefâtı M.: 1231) Mengü berdi (Allah verdi) ismi de verilir. Harzemşah soyunun 7nci ve son hükümdarıdır. Tarihte cesaret ve irfanı ile tanınmıştır. O zamanın deccalı olan Cengiz'in kahır ve şiddeti karşısında İrân ve Turân korku ve zillete düştüğünde Celâleddin, Cengiz'in ordularını müteaddit defala

celu

  • Şakacı, lâtifeci kimse. (Farsça)
  • Kebap şişi. (Farsça)

cuhaf

  • Zarar ve ziyân edici, zarar verici nesne, muzır.
  • Çok yemekten şişip ishal olmak.
  • Ölmek, mevt.

daire-i kehkeşan / dâire-i kehkeşan

  • Samanyolu galaksisinin dairesi.

dı'liye

  • Deve kuşunun dişisi.

esis

  • Titremek.
  • Küp veya desti saksısı ki, içinde reyhan ekerler.

fatinü'l-asır

  • Yaşadığı asrın en keskin zekâya ve anlayışına sahip kişisi.

ferhud

  • Dağ keçisinin dişisi.

ferid-i asru'z-zaman / ferîd-i asru'z-zamân

  • Asrın ve zamanın biricik, benzersiz insanı, doğrudan Kur'ân'a dayanan büyük kişisi.

ferid-i devran / ferîd-i devrân

  • Bütün dönemlerin en seçkin kişisi.

garibüzzaman

  • Zamanın garibi; zamanın şaşırtıcı, hayret verici kişisi.

gerdena

  • Kuş veya kuzu çevirmesi. (Farsça)
  • Yürümeye yeni başlayan çocukları, yürümeye alıştırmak için yapılmış bir cins araba. (Farsça)
  • Kebap şişi. (Farsça)
  • Fırıldak, topaç. (Farsça)

geylani / geylanî

  • Seyyid Abdulkadir-i Geylanî, Gavs-ül A'zam, Gavs, Kutub gibi mecâzi nâm ile bilinen bu zât (Hi: 470-561) yılları arasında yaşamış ve Kadirî Tarikatının müessisidir. Müteaddid müridlerinden bir çoğu sonradan veli olarak meşhurdurlar. Derslerinin te'siriyle birçok Hristiyan ve Museviler Müslüman olmuş

habt

  • Yanlış hareket.
  • Maktulün kanının heder olması.
  • Bozma, ibtâl etme, muteberliğini kaybettirme.
  • Bir bahis veya münazarada karşısındakinin hatasını isbat ile onu ilzam edip susturma.

hadr

  • Evmek, acele etmek.
  • Vücutta bir organın şişip yumrulaşması.
  • Men etmek, engel olmak.
  • Saçak bükmek.

hakba'

  • Yaban eşeğinin dişisi.

hams

  • Açlık.
  • Yaradaki şişin inmesi.

hamza

  • Abdulmuttalib'in oğlu olup, Resulüllah'ın (A.S.M.) amcasıdır. Önceleri, İslâm dinine karşı olanlarla beraberdi. Ebucehil'in İslâm düşmanlığını çok ileri götürmesi karşısında, imana girip Ebucehil ve din düşmanlarına karşı çıktı ve İslâm'a büyük hizmetleri oldu. Uhud Gazası'nda 57 yaşında iken şehid

hararet-i garize / hararet-i garîze

  • Normal vücut ateşi, ısısı.

hararet-i gariziye

  • Fıtrî vücut ısısı.

hayize

  • Aybaşısı olan kadın.

hayz

  • (Çoğulu: Hiyaz) Kadınlara mahsus aybaşı. Kadının âdet hâli. Böyle bir kadına hayize denir. (Kadını döl yatağı denen rahminden, bir hastalık veya çocuk doğurma sebebi olmaksızın, muayyen müddetlerde kan gelmesine o kadının "aybaşısı" denir. Buna ve kan geldiği müddete de hayız müddeti denir. İslâmiye

hazakat

  • İhtisas. Meharet peyda etmek. Üstad olmak. Bir san'atta, hususan tıbda gereği gibi öğrenip mâhir ve mütehassısı olmak.

hazb

  • Hayvanın memesi şişip emziğinin deliklerinin dar olması.
  • Ucuz olmak.

hazret-i kahhar / hazret-i kahhâr

  • Her şeyi hükmüne itaat ettirebilen bir hâkimiyet sahibi, düşmanlarını kahrederek zelil ve perişan eden ve kudretinin karşısında her şeyi âciz bırakan Allah.

herd

  • Deve kuşunun dişisi.
  • Yarmak.
  • Kat'etmek, kesmek.

hıdemm

  • Bahşişi çok olan kimse.

hikmet-i hakiki / hikmet-i hakikî

  • Felsefenin karşısında Kur'ân'ın koyduğu gerçek hikmet.

hipotenüs

  • Mat: Bir dik üçgende dik açının karşısında bulunan kenar. (Diğer kenarların her birerlerinden büyük, toplamlarından küçüktür.) (Fransızca)

hiza

  • Bir şeyin karşısı, mukabili. Bir doğru çizginin devamı ile hâsıl olan cihet, düzlük, sıra.
  • Devenin ve atın ayakları altında yere bastığı yerler.
  • Nalin.
  • Taraf.

hukukçu

  • Hukuk mütehassısı. Hukuku meslek edinen kimse. Avukat, müdde-i umumi "savcı" ve hâkim.

huzur-u irfanınıza baş koydum

  • "Üstün ilim ve zekâdan hâsıl olan olgun şahsiyetinizin önüne baş koydum" anlamında karşısındakine karşı bir saygı ve hürmet bildiren ifade.

huzur-u mehabetinde

  • Büyüklük ve ihtişamın karşısında.

idiyye / îdiyye / عيدیه

  • Bayramlık, bayram bahşişi. (Arapça)

ihdaf

  • Gelip çatmak. Karşısına dikilip durmak. Hedef olmak.

ihtikan

  • Kan toplanması. Bir uzva kan birikmesi sebebi ile oranın şişip kabarması.
  • Şırınga kullanma.

ilhab

  • Tutuşturma, alevlendirme.
  • İltihaplandırma, şişirip kızartma.

ilzam eden

  • Delil getirerek karşısındakini susturan.

iman-ı hakiki / îmân-ı hakîkî

  • Kalbe yerleşen, şüphe ve tereddüd karşısında hiç sarsılmayan îmân.

inhitat

  • Aşağılanma, aşağı inme.
  • İhtiyarlama, yaşlıyığa yüz tutma.
  • Kuvvetten düşme.
  • Bir şişin inmesi.
  • Düşme, inme.

intişar

  • Dağılmak. Yayılmak. Üremek.
  • Tıb: Yorgunluktan damar şişip kabarmak. Umumileşmek.

istikbalinde

  • Karşısında.

itilafçılar / itilâfçılar

  • Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devletinin karşısında yer alan düşman ülkeler.

kabakulak

  • Tıb: Daha ziyade tükrük bezlerini şişiren bulaşıcı ve ateşli bir hastalık.

kamt

  • Kuş, dişisine cima etmek.
  • Doğan çocuğu beze sarmak.

kasaba

  • (Çoğulu: Kasabât) Akciğerdeki nefes borularından herbiri. Bronş.
  • Küçük şehir. Çarşısı olan büyük köy.
  • Ahalisi beş-on bin raddelerinde olan mâmure.

kaşbe

  • Hasis kişi.
  • Maymunun dişisi.

kehkeş

  • Samanyolu galaksisi.

kibr / كبر

  • Büyüklük taslama, şişinme. (Arapça)

kışde

  • Yağın tortusu.
  • Maymunun dişisi.

kitab-ı ilzam ve iskat / kitab-ı ilzam ve iskât

  • Karşısındakini delillerle mağlup edip susturan kitap.

kumri / kumrî

  • (Çoğulu: Kamâri) Kumru. Dişisine "kumriye", erkeğine "sakhar" derler.

mahv ve sekir

  • Allah'ın varlığı karşısında kendini ve herşeyi yok sayma ve Onun karşısında mânevî sarhoşluk hâlinde olma.

maruz / mâruz

  • Uğrama, tesirinde ve karşısında olma.

maruz olma / mâruz olma

  • Uğrama, tesirinde ve karşısında olma.

mı'ta

  • (Çoğulu: Mıât-Mıâtâ) Bahşişi ve hediyesi çok olan kişi.

minnet

  • İyilik karşısında kendini borçlu hissetmek.

minnet etmek

  • İyilik karşısında kendini borçlu hissetmek.

minnetdar

  • Şükran duyan, iyilik karşısında kendini borçlu hisseden.

minnetsiz

  • İyilik karşısında kendini borçlu hissetmeme.

muaheze

  • Azarlama. Çıkışma. Darılma. Alay eder tarzda karşısındakini küçümseme. Tenkid.

mücadele / mücâdele

  • Karşısındakinin câhilliğini veya haksızlığını ortaya koymak ve kendisinin akıl, fazîlet ve şeref bakımından üstün olduğunu isbât etmek için iki kişinin bir şey üzerinde tartışması.

mücazefe / mücâzefe

  • Söz ile karşısındakinin hakkını örtmek, aldatmak.
  • Fık: Tartıp ölçmeden göz kararı ile yapılan tahmini satış. Götürü almak. Toptan satmak.
  • Söz ile karşısındakinin hakkını örtme, aldatma.
  • Söz ile karşısındakinin hakkını örtme, aldatma.

mugalata / mugâlata

  • (Galat. dan) Karşısındakini yanıltmak için söz söylemek. Doğruya benzer yanlış sözler. Safsata. Hatalı ve yanlış söz. Demagoji.
  • Man: Vehimlerden terekküb eden kıyastır.
  • Hatâlı ve yanlış söz, karşısındakini yanıltmak için söz söylemek veya bu sûretle söylenen söz.

muhaddir

  • Şişiren, kabartan.

muhaddis

  • Hadis ilminin bir çok usul ve füruunu bilen zât. Peygamber Efendimizin (A.S.M.) hâl ve sözlerini bize nakleden ve hadis ilminin mütehassısı.

muhatab ittihaz etmek

  • Karşısındakilerini dinleyen.
  • Dinleyici kabul edip, sözünü dinliyor bilmek.
  • Konuşmaya lâyık görmek.

muhazi / muhazî

  • (Hiza. dan) Birbirinin karşısında ve bir hizada bulunan. Paralel.

mukabele-i bilmisil

  • Karşılaştığı aynı muameleyi sahibine iade etmek, o kimseye aynı muameleyi yapmak. Mukabil hareketi karşısındakine icra etmek.

mükabere / mükâbere

  • (Kibr. den) Kendi sözünün haksızlığını ve karşısındakinin doğruluğunu bildiği hâlde kabul etmemek ve nizâ çıkarmak, kavga etmek. Kendini büyük görmek.
  • Münakaşada ağız kalabalığı ile karşısındakini yenmeye çalışma, yanlışta direnme, büyüklenme.

mukabildir

  • Karşı karşıyadır, karşısındadır.

mükabir / mükâbir

  • Kendini büyük gören, karşısındakini küçümsüyerek, doğru sözünü kabul etmeyen. Haksız olduğu hâlde hak iddiasında bulunan.

müsmegıdd

  • Şişirici, şişiren.

mütekabil

  • Karşılıklı, bir diğerinin karşısında.

mütekebbir / متكبر

  • Kendini beğenmiş, şişinen, büyüklenen. (Arapça)

mütenazır

  • (Nazar. dan) Tenazür eden, birbirinin karşısında bulunan. Simetrik olan.

müteverrim

  • (Çoğulu: Müteverrimin) (Verem. den) Kabarık, şiş. Şişiren.
  • Verem olmuş, veremli. Verem illetine giriftar olan.

müvacehe

  • Mânen yüz yüze bulunma, karşısında olma.

muvacehesinde

  • Karşısında, önünde, çerçevesinde.

müzzemmil

  • Tezmil eden, sarınan. Elbise içine sarınan.
  • Bazıları, "Yükü yüklenen" şeklinde mânalandırmışlardır.
  • Mc: Gizlemek. Zayıf davranmak, işe pek kıymet vermemek.
  • Büyük bir hâdise karşısında başını içeri çekmek, kaçınmak, rahata meyletmek.
  • Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) Ce

nabız-aşna / nabız-âşnâ

  • Nabızdan anlayan. Mizaç bilen. Karşısındakinin zayıf taraflarını bilen. (Farsça)

nar-ı hayat / nâr-ı hayat / نَارِ حَيَاتْ

  • Hayat ateşi (vücûd ısısı).

natakte

  • Söyledin. (mânasına karşısındakine hitabdır)

nefha

  • Koku. Rüzgârın hafif esişi. Azıcık koku.

nergis-dan / nergis-dân

  • Nergis saksısı. (Farsça)

nevruz

  • Yeni gün. İlkbahar. Baharın ilk günü sayılan ve güneşin Hamel (Kuzu) burcuna girdiği 22 Marta rastlayan gün. Bu tarihte gece ve gündüz müsâvi olur. İranlıların yılbaşısıdır. (Farsça)

nokta-i istinad

  • Dayanma ve güvenme noktası. Kâinatta cereyan eden ve insana dehşet verip âciz bırakan hâdiseler karşısında insanın çok kuvvetli bir yere dayanmaya ve güvenmeye olan fıtri ihtiyacı.

pot kırmak

  • Farkında olmıyarak karşısındakine dokunacak söz söylemek.

rehl

  • Sülpük olmak. Kendini salıvermek.
  • Acı çekmek, muztarib olmak.
  • Çok uyumaktan yüzü şişip uyuşuk olmak.

sadakte

  • "Doğru söyledin, sâdıksın" mânasına karşısındakine söylenilen söz.

şahid / şâhid

  • Şâhidlik eden, görüp bilen. Birinin başkasında hakkının bulunduğunu isbat için şehâdet (şâhidlik) ederim demek sûretiyle hâkimin huzûrunda ve hasmın karşısında haber veren.

sakre

  • Güneşin çok olan tesiri.
  • Çakır kuşunun dişisi.

samite-i meyyite

  • Ses çıkarmayan ölü.
  • Hareketsiz.
  • Haksızlıklar karşısında gayrete gelmeyen, ölü gibi sükût eden.

şarlatan

  • Yalancı. Yüksekten atarak karşısındakini aldatan. Hayasız. (Fransızca)

seaf

  • Devenin ağzında olan bir hastalıktır ve burnunun ve gözlerinin kılları dökülür. O devenin erkeğine esaf, dişisine nâfâ denir.
  • Tırnağın çevresinin kopup ayrılması.

şehadet / şehâdet

  • Birinin başkasında hakkı bulunduğunu bildirmek için, hâkim karşısında ve iki hasmın yanında, şehâdet ederim diyerek haber vermek.
  • Şehîdlik, şehîd olmak.

şevk ve cezbe

  • İlâhî hakikat ve tecellîler karşısında duyulan sevinç ve coşku.

sih

  • Demir şiş. (Farsça)
  • Kebap şişi. (Farsça)

su'ban

  • (Çoğulu: Saâbin) Büyük yılan. Ejderha.
  • Koz: Semanın kuzey yarım küresinde bulunan Tinnîn Burcu'nun çevirdiği büyük kavisin ortasında ve küçük ayı dörtgeninin tam karşısında bulunan en parlak yıldız. (Alpha Draco)

sübhanallah

  • Cenab-ı Hakk'ın mahlukatı ve eserleri karşısında duyulan hayret ve taaccübü ifade etmek için söylenir. Cenab-ı Hakkın zâtında, sıfâtında ve ef'alinde bütün kusurlardan münezzehiyetini ifade eder.

süham

  • Yabanda biten ot.
  • Yaz ısısı.
  • Sıcak yel.
  • Tegayyür, değişme.
  • Ziyan, zarar.

sürmüle

  • Tilkinin dişisi.
  • Sırtlanın dişisi.
  • Bir erkek ismi.

şusy

  • Ölünün şişip el ve ayağının sertleşmesi.

tabakat-ı hükumet / tabakat-ı hükûmet

  • Yönetim katmanları, hiyerarşisi.

tango / طانْغُو

  • Züppe kadın giysisi.

tas'ir

  • Kibirlenmekten dolayı karşısındakinin yüzüne bakmayıp, yüzünü çevirmek.

tavme

  • Tosbağanın dişisi.

tedessür

  • Elbise giyme. Elbiseye bürünme.
  • Erkek hayvanın dişisine binmesi.
  • Kişinin sıçrayıp atına binmesi.

tefahhur / تفخر

  • Şişinme, övünme. (Arapça)

tekabül

  • Birbirine karşılık olma, bir ayna gibi karşısında olma.

tenasi

  • Birbirinin nâsıyesine yapışmak.
  • Birbiri karşısına düşmek.

tenezzül

  • (Çoğulu: Tenezzülât) İnme, düşme. Aşağılama.
  • Gönül alçaklığı. Karşısındakinin seviyesine göre tevâzu ile konuşmak.
  • Yavaş yavaş inmek. Mekânını yukarıdan aşağıya nakletmek.

tenfih

  • (Çoğulu: Tenfihât) (Nefh. den) Üfleyip şişirme.
  • Çok üfleme.

tennure / tennûre / تنوره

  • Mevlevî dervişlerinin sema giysisi. (Arapça)

terdid

  • Geri çevirmek, geriletmek.
  • Edb: Karşısındakini merakta bırakacak ve neticeyi sezdirmeyecek şekilde söz etmek.
  • İki ihtimâlle fikir anlatmak. Muhatabın beklemediği bir surette sözü bitirerek söze kuvvet vermek.

tesis-i ahkam-ı risalet / tesis-i ahkâm-ı risalet

  • Peygamberlik makâmının hükümlerinin tesisi, uygulamaya konulması.

tesis-i islamiyet / tesis-i islâmiyet

  • İslamiyetin tesisi, kuruluşu.

teslim

  • Bir emâneti verme.
  • Kabul etme.
  • Doğru ve haklı bulma.
  • Selâmetle dua etme.
  • Karşısındakinin hükmü altına girme.
  • Kendini Allah'ın takdirine terketme, emri altına girme.
  • Belâ ve âfetten korunur olma.
  • Bir şeyi, yeni sâhibine verme.
  • Da

tevrim

  • Gazaba getirme, öfkelendirme.
  • Verem etme, verem edilme.
  • Bedenin azâsını şişirip kabartmak.

ulemaü's-su / ulemâü's-sû

  • Kötü âlimler; geçici menfaatlar veya baskılar karşısında hakikatları gizleyen ve gerçekleri çarpıtan âlimler.

ürviyye

  • (Çoğulu: Ervâ-Erâvi) Dağ keçisinin dişisi.

vahdetü'ş-şühud

  • İlâhi tecellilerin karşısında Allah'tan başka bir şeyin görülmemesi ve Allah'tan başka herşeyin unutkanlık perdesiyle örtülmesi.

vahid-i kıyasi / vâhid-i kıyasî

  • Bir şeyin miktarını ve sair hususiyetlerini ölçmek için kendi cinsinden değişmez olarak tayin edilen parça veya miktar. Meselâ: Uzunluğun "vâhid-i kıyasîsi" metredir. Hava tazyiklerinin ve sıcaklıklarınınki de derecedir.

vakt-i tefrih

  • Tıb: Çiçek hastalığı aşısının yapılmasından te'sirini gösterinceye kadar geçen zaman.

vech

  • (Vecih) Yüz, çehre, surat.
  • Tarz, üslub.
  • Her şeyin karşısına gelen ve karşısında olan. Satıh. Ön. Alın. Cephe.
  • Tarih.
  • Suret.
  • Sebeb.
  • Bir şeyin nefsi ve zatı.
  • Semt. Cihet.
  • Münasebet.

vesen

  • Put. Müşriklerin taptıkları suret. Karşısında ibadet edilen heykel.

zemzem

  • Kâbe-i muazzamanın Hacer-ül-esved köşesi karşısındaki kuyudan çıkan mübârek su.

zemzem kuyusu

  • Kâbe-i muazzamanın Hacer-i esved köşesi karşısında bulunan, mübârek suyun çıktığı kuyu.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın