REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te sili ifadesini içeren 664 kelime bulundu...

a'vaz

  • Karşılıklar. Bedeller.

abisten

  • Gizli, gizleme. (Farsça)
  • Gebe. (Farsça)
  • Dişilik. (Farsça)

acür

  • Yoğunluk, semizlik, besililik.
  • Yoğun.
  • Her nesnenin hacmi ve cüssesi olmak.

adet-i ilahiyye / âdet-i ilâhiyye

  • Sünnet-i ilâhî; Allahü teâlânın kânûnu. Allahü teâlânın bir şeyi yaratmak için arada bulundurduğu sebebler. Bu sebebler tecrübe ile anlaşılır.

afi / afî

  • Silen, silinmiş. Affeden, bağışlayan.
  • Affedilmiş, bağışlanmış.
  • Yalvaran.
  • Uzun saçlı.
  • Tencere altında artaya kalan.

afv

  • Bağışlama. Allahü teâlânın, ihsânı ile, âsî ve günâhkâr kullarının kusur ve günâhlarını bağışlaması.
  • Bir kimsenin, düşmanından veya suçludan intikâm almaya, karşılığını yapmaya gücü yettiği halde bir şey yapmaması, intikâm almaması.

afv-i anilkat'

  • Huk: Azalarından biri kesilen bir şahsın, buna karşılık hak kazandığı diyet veya kısas davalarından vaz geçmesi.

ağleb-i ihtimal / ağleb-i ihtimâl / اغلب احتمال

  • Büyük bir ihtimalle, büyük bir olasılıkla.

aiz

  • Karşılık olarak veren.
  • Karşılık olarak verilmiş olan.

akika / akîka

  • Çocuk nîmetine karşılık, Allahü teâlâya şükr niyeti ile kesilen hayvan.

akkam / akkâm

  • Deve kiralayıcısı, deve ile ücret karşılığında eşya taşıyan adam.
  • Hacca Surre-i Hümayun ile birlikte giden hademe.
  • Çadır mehteri.

alaka / عَلَقَه

  • Ana rahmi duvarına tutunmuş asılı bir hücre topluluğu, insan yaratılışının ilk safhası.

alem-i islamın şahs-ı manevisi / âlem-i islâmın şahs-ı mânevîsi

  • Bütün İslâm âleminden meydana gelen mânevî şahıs; tüzel kişilik.

alikadir / âlikadir

  • Kadri yüce, yüksek kişilik sahibi.

amil / âmil

  • Yapan. İşleyen.
  • Sebep.
  • Vergi tahsiline memur kimse.
  • Mütevelli.
  • Vâli.
  • Gr: İraba te'sir eden yüz şeyden altmışı. (Yalnız ismi mecrur yapanlar yirmi adettir).
  • İş yapan.
  • İslâmiyet'in emirlerini yapıp, yasaklarından sakınan.
  • Herhangi bir bölgenin zekât, harac, öşr ve ganîmetlerinin tahsîli (toplanması) için, halîfe, sultan, melik veya emir tarafından vazîfelendirilen ve yerine göre dînin emirlerini öğreten me'mur.

an

  • Arabçada harf-i cerrdir. Ekseri ismin, kelimenin başına getirilir. Türkçe karşılığı "den, dan" diyebiliriz. Bedel için olur. Meselâ: Ona bedel ben geldim, cümlesinde olduğu gibi. Tâlil için olur. Bu'd yerinde kullanılır. Zarfiyyet için, mücâveze için ve harf-i cerr olan "min" mânasına, "bâ" mânasına

anese

  • Ünsiyet etmek. Karşılıklı görüşmek, arkadaş olmak, yakınlık göstermek. (Vahşetin zıddı)

ara-i mütekabile / ârâ-i mütekâbile

  • Karşılıklı görüşler.

arak

  • Ter, rutubet.
  • Dağdaki yol.
  • Çukur.
  • Deve izleri.
  • Sıra sıra olan şey.
  • Zenbil.
  • Menfaat, sevab, karşılık.
  • Süt.

arazi-i haraciyye / arâzi-i harâciyye

  • Harac vergisine tâbi olan topraklar. Müslüman olmayanlardan sulh ile alınıp harac vergisi karşılığında mülkiyeti eski sâhiplerine bırakılan veya harbde zorla alınıp müslüman olmayan sâhiplerinin elinde bırakılan, yâhut zımmînin (müslüman olmayan vata ndaşın) müslüman hükümdârın izni ile işlediği ölü

arazi-i muhtekere / arâzi-i muhtekere

  • Kiracısı tarafından üzerine bina yapılmak veya ağaç dikilmek üzere senelik bir ücret karşılığında kiraya verilen arazi. (Kiracı, kira bedelini her sene arâzi sahibine vererek o arâziyi devamlı sûrette elinde bulundurur.)

areometre

  • yun. Sıvıların yoğunluk derecesini ölçmeye yarayan âlet. Arşimet'in keşfettiği kanuna istinad edilerek yapılan bu alet, içi boş cam bir silindir ile bunun üst kısmındaki dereceli bir çubuktan ibarettir.

ariye

  • (Ariyet) Geri verilmek üzere alınan, iğreti. Bir kimsenin geri almak üzere, karşılıksız olarak başkasının faydalanmasına terk ettiği mal. Kullanılmak üzere alınan emanet mal.

asliyyet

  • Asl'ın hususiyeti ve hâli. Hususilik, mümtaziyet, seçkinlik.
  • Başka şeyler karışmamış olan bir şeyin ilk hali.

ataraksiya

  • yun. Tesirlere (etkilere) karşılık göstermeme, durgunluk hâli.
  • (Fels.) Ruhun sükunete ulaşması, arzu ve ihtiraslardan uzak kalma. Eski çağ felsefesi, hayatın gayesi, saadet olarak duygusuzluk halini gösteriyordu. İnsan arzuları sonsuz, düşmanları sonsuzdur, (mikroptan kuyruklu yıldız

ateşperestlik

  • Mecûsîlik, ateşe tapma.

atıfet / âtıfet

  • Koruma, sevgi, Acıma. Şefkat. Esirgeme.
  • Hüsn-ü zan. Karşılıksız sevgi.
  • Karşılıksız sevgi, acıyıp esirgeme.

atil

  • Para karşılığı tutulan yardımcı, asistan.

atuf / atûf

  • Karşılıksız seven ve acıyıp esirgeyen Allah.

avengan / avengân

  • Asılı, sarkık. (Farsça)
  • Çengel. (Farsça)
  • Çivi. (Farsça)

avihte

  • Asılmış şey, asılı nesne. (Farsça)

aviz

  • Asılan, asılı bulunan. (Farsça)

avize / âvîze / آویزه

  • Asılı. (Farsça)

ayiz

  • Mukabil olarak veren. Karşılık olarak verilmiş.

azab

  • Dünyada işlenen suç ve kabahate karşılık olarak âhirette çekilecek ceza.
  • Eziyet. Büyük sıkıntı. Şiddetli elem.

bagilik

  • Serkeşlik, âsilik.

bahandat

  • Gövdeli, besili kadın.

bahte

  • Semiz, besili koyun.
  • Burulmuş üç yaşında koç.

bakalorya

  • Lise tahsilinden sonra imtihan neticesi kazanılan olgunluk. Olgunluk imtihanı ve diploması. (Fransızca)

banka

  • İtl. Faizle para alıp veren, kredi, iskonto, kambiyo işlerini gören ticari kuruluş.Faiz dinimizde günahtır. Bankalar dar gelirlilerin paralarını faiz karşılığı toplar, zenginlere daha yüksek faizle verir. Bunlar dar gelirlilerin tasarruf ettikleri paralarla bir iş yeri açar, bir mal üretir ve bu mal

barbarlık

  • Medeniyetsizlik, vahşilik.

baskı

  • t. Basıp sıkacak, tazyik edecek şey. Sıkı tazyik.
  • Basan, ağırlık veren şey.
  • Kalıp, damga.
  • Bir eserin yeni basılışlarının her seferi.
  • Bir basmanın bir def'ada basılan miktarının tamamı. Meselâ: Bu lügatın baskısı 25.000 dir.

batıniyye / bâtıniyye

  • Mecûsîlikteki ve çeşitli bâtıl dinlerdeki inanışları İslâm dînindenmiş gibi göstermeye çalışan İranlı Meymûn bin Deysân el-Kaddah tarafından kurulan bozuk yol.

batman

  • Eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi.

becayiş

  • Karşılıklı yer değiştirme, değiş-tokuş.

becayiş-i mekani / becâyiş-i mekânî

  • Karşılıklı yer değiştirme.

becbac

  • Semiz, besili.
  • Zayıf kimse.

bedanet

  • Yağlı, besili olma. Semizlik.

bedava

  • Parasız, meccanen, karşılıksız. (Farsça)
  • Mc: Çok ucuz. (Meselâ: Bunu bu fiata bedava almışsın, cümlesinde olduğu gibi.) (Farsça)

bedel

  • (Çoğulu: Bedelât) Elde ve ayakta olan zahmet ve ağrı.
  • Karşılık. Bir şeyin yerine verilen ve yerini tutan şey. İvaz.
  • Başkasının adına hacca giden.
  • Gr: Söz esnâsında bir şeyi sıfatı veya vasfı ile beraber söylersek ve fakat kasdımız o şeyin vasfı veya sıfatı değil de zâ
  • Karşılık.
  • Karşılık.

bedel-i ferag

  • Huk: Arazi-i emiriye ve icareteynli vakıf gayr-i menkullerinin tasarruf haklarının devredilmesi karşılığı alınan bedeldir.

bedel-i rakabe

  • Huk: Kölenin sahibi tarafından azad edilmesi için, şahsı yerine geçen kıymeti veya nefsi karşılığında vermeyi kabullendiği ıtk veya kitabet akçesi.

bedelen

  • Bedel ve karşılık olarak.
  • Mukabilinde, karşılığında, yerine.

bedeleyn

  • İvazlı akidlerde iki tarafın yüklendikleri karşılık.

bedihiyyet

  • Açıklık. Kolayca anlaşılır ve görülür olmak.

bedil

  • Bir şeyin mukabili, karşılığı.
  • Tutuşulan bir bahiste yenilen veya aldananın vereceği şey.
  • (Çoğulu: Ebdâl) Sâlih kişi.

bektaşi / bektâşî

  • Bektâşîlik tarikatından olan kimse.

ben

  • (Bak: Ene) t. Psk: Şuurlu kişiliğimiz. Başlangıçta çocuğun benliği şuurlu değildir. Kendisini başkasından ayıramaz. Fakat canlı olarak ihtiyaç ve istekleri vardır. Benin bu şuursuz haline "alt ben" denir. Kendisi ile başkası arasındaki farkı anlamaya, münasebetler kurmaya, düşünmeğe başlayınca şuurl

ber-vech-i maktu'

  • Muayyen bir bedel karşılığı olarak.

berr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). İhsân eden, iyilik eden, yâni her iyilik kendisinden olan, îmân edip, iyi ameller yapmayı nasîb edip, bunlara karşılık âhirette sevâb ve dünyâda sıhhat, kuvvet, mal, makam, evlâd ve yardımcı lar veren.
  • Îtikâdı doğru, amelleri i

beşyun / beşyûn

  • Semiz, besili, yağlı. (Farsça)

bidanet

  • Semizlik, besililik, yoğunluk.

bila bedel / bilâ bedel

  • Bedelsiz, karşılıksız.

bilanço

  • ing. Ticarî bir müessesenin muayyen bir devre sonunda alacak verecek durumunu göstermek üzere meydana getirdiği cetvel.
  • Mc: Herhangi bir işte belirli bir müddet sonundaki iyi ve kötü neticelerin karşılıklı durumu.

bilmukabele / بالمقابله

  • Karşılık olarak.
  • Karşılıklı. Karşılık olarak. Mukabil olarak.
  • Karşılık vermekle.
  • Karşılığında, aynen, mukabele ederek, mukâbil olarak. (Arapça)

bir miktar-ı mukabil

  • Az bir karşılık.

bıranda

  • Alm. Savaş gemilerinde, askerlerin yattığı asılı yatak.

biyoelektrik

  • Canlı varlıkların vücutlarında yaratılmış olan elektrik. (Bu elektriğin varlığı, hususi âletlerle anlaşılır)

biyokimya

  • Canlıların kimya ile ilgili yapılarını, tepkilerini, belirtilerini inceleyen bilim dalıdır. 19. Asırda başlatılan bu çalışmalarla proteinler, vitaminler, hormonlar anlaşılır duruma gelindi.

bobin

  • Tel veya iplik sarılmaya mahsus silindir şeklinde makara. (Fransızca)

boşanmak

  • Eşi ile olan nikâh bağını bozmak. Eşinden ayrılmak. (Medeni kanun, boşama yetkisini mahkemeye bırakmıştır. İslâm dini evlenmeyi Allah'ın emirleri dahilinde karşılıklı rızaya bağlı hür bir sözleşme olarak gördüğünden kadınla erkek boşanma yetkisinin kimde olacağını da kararlaştırabilirler. İsterlerse (Türkçe)

bügeyg

  • Koyun.
  • Besili erkek geyik.
  • Semiz keçi.
  • Bir yerin adı.

burak

  • Peygamber efendimizin göklere çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü gece (mîrac gecesinde) üzerine bindiği ve kendisini Mekke'den Kudüs-ü şerîfe kadar götüren (taşıyan) Cennet hayvanı. Burak, dünyâ hayvanlarından değildir. Erkekliği ve dişiliği yoktur. Çok hızlı giderdi.

ç

  • Osmanlı alfabesinin yedinci harfi olup, ebced hesabında "cim" harfi gibi üç sayısının karşılıdır.

caize

  • (Cevaz. dan) (Çoğulu: Cevaiz) Azık, yol yiyeceği.
  • Hediye, armağan, bahşiş.
  • Edb: Eskiden takdim olunan medhiyeli bir şiire veya bir san'at eserine karşılık olarak verilen para, hediye ve bahşişler.

camekıyye / câmekıyye

  • Hizmet karşılığı olarak alınacak ücretin veya maaşın çeki, bonosu.

ceffe-l kalem

  • Düşünmeksizin, birden, hemen.
  • Kalemin yazısı kurumuş, silinmez.
  • Kat'i olan şey.

çerb

  • Besili, semiz, yağlı. (Farsça)
  • Muvafık, münasib, uygun. (Farsça)
  • Temayüz, imtiyaz. Diğerlerinden fazla ve üstün olma. (Farsça)

çerb-pehlu

  • Besili, semiz, gövdeli, yağlı. (Farsça)

cevab / cevâb / جواب

  • Sorulan şeye söz veya yazıyla verilen karşılık.
  • Kabul etmemek. Reddetmek.
  • (Tekili: Câbiye) Havuzlar.
  • Cevap, soruya verilen karşılık.
  • Yanıt. (Arapça)
  • Karşılık. (Arapça)

cevab-ı kat'i / cevab-ı kat'î

  • Kesin cevap, karşılık.

cevab-ı na-savab / cevab-ı nâ-savab

  • Doğru olmayan karşılık. Yanlış cevab.

cevab-ı savap / cevâb-ı savap

  • Doğru cevap, karşılık.

cevabat

  • (Tekili: Cevâb) Cevablar. Sorulan sorulara verilen karşılıklar. Mukabil sözler.

cevaben

  • Karşılık ve cevap olarak.

cevabi / cevabî

  • Karşılık, cevap.
  • (Tekili: Câbi) Tahsildarlar, câbiler.

ceyş-ül azim / ceyş-ül azîm

  • Büyük ordu. Binikiyüz kişilik askeri kuvvet.

ceza / cezâ / جزاء / جَزَا

  • Karşılık, mukabil, ivaz. Cürüm veya günâh işleyenlere verilen azab.
  • Gr: Şart cümlelerinde ikinci kısım.
  • İyi veya kötü karşılık.
  • Şart cümlesinde cevap, karşılık olarak gelen kısım.
  • Suça karşılık verilen acı.
  • Karşılık. (Arapça)
  • Ceza. (Arapça)
  • Karşılık.

ceza-yı amel / cezâ-yı amel / جَزَايِ عَمَلْ

  • Yapılan işin karşılığı.
  • Amelin karşılığı.

cezaü'ş-şart

  • Şart cümlesinin karşılığı ve cevabı olarak gelen kısım, meselâ, "gelirsen görüşürüz" cümlesinde "görüşürüz" cezaü'ş-şarttır.

cibayet

  • Vergilerin, devlet gelirlerinin tahsili.
  • Büyük vakıfların ayrı vazifeliler tarafından idare edilen kısımları.

cim

  • ( harfinin arapça adı olup ebced hesabında üç sayısının karşılığıdır.

cins-i ceza / cins-i cezâ / جنْسِ جَزَا

  • Cezanın (Karşılığın) cinsi.

cismani / cismanî

  • (Cismaniye) Bedene mensub, vücutla alâkalı.
  • Mânevi ve ruhani karşılığı. Maddi ve cisimli olmak.

cizye

  • Vergi. Haraç. Müslümanların fethettikleri yerlerde, müslüman olmayanlardan alınan ve devlet teminatı altında bulunmanın karşılığı olan vergi.
  • Devlet teminatı karşılığında fethedilen yerlerde Müslüman olmayanlardan alınan vergi.
  • İslâm devletinde zımmî denilen gayr-i müslim vatandaştan, can ve mal güvenliklerinin korunmasına karşılık seneden seneye alınan vergi. Buna harâc-ur-ruûs (baş vergisi) de denir.

cu'l

  • Ücret, mukabil, karşılık.
  • Ayak kirası.
  • Padişahın etbâından aldığı mal.

cud / cûd

  • Cömertlik. Karşılık beklemeden yapılan cömertlik.

cüff

  • İçi boş olan şey. Kof.
  • Dimağa işlemiş olan baş yarığı.
  • Hurma çiçeğinin kabuğu.
  • Cemaat, topluluk.
  • Yarısı kesilip kova olmuş olan çürük ve eski kırba.

cumhuriyet

  • Devlet reisi, millet veya Millet Meclisleri tarafından seçilen hükümet şekli. Demokraside temsili hükûmet şekli. Halkın hür olarak seçtiği temsilciler (Millet vekilleri ve senatörler) aracılığı ile egemenliğini, (hâkimiyetini) kullanmasına dayanan hükûmet şekli. Cumhuriyetin birbirinden farklı üç ta

cürcani / cürcanî

  • (Abdülkahir) Hicri beşinci asrın ikinci yarısında yaşamış büyük âlimlerden ve Arapçanın dâhi mütehassıslarındandır. Dindarlığı ve takvası da çok ileri olduğu nakledilir... Asıl adı: Abdülkahir-el Cürcanî olan bu Zâtın ilk tahsilini memleketi Cürcan'da yaptığı biliniyor. Adı ve künyesi şu şekilde olu

cüz'iyet / جُزْئِيَتْ

  • Hususîlik.

cüzam

  • (Cüzzam) Hansel basilinin (mikrobunun) sebep olduğu bulaşıcı bir deri hastalığı.

dagfasa

  • Semizlik, şişmanlık, besililik, etlilik.
  • Bol geniş nesne.

dar-ı ceza / dâr-ı ceza

  • İyi veya kötü işlerin karşılığının verildiği ceza ve mükafat yeri.

dar-ül-ceza / dâr-ül-cezâ

  • Dünyâda iken yapılan işlerin karşılığının görüldüğü yer. Âhiret, öbür dünyâ.

dar-ul-ukba / dâr-ul-ukbâ

  • Dünyâda iken yapılan işlerin karşılığının görüleceği yer. Âhiret.

delil-i vazıh / delil-i vâzıh

  • Açık delil, anlaşılır delil.

deyn-i kavi / deyn-i kavî

  • Ödünç verilen zekât malı ve zekât malının satışı karşılığı alınacak olan semen (bedel).

deyn-i mütevassıt

  • Ticâret malı olmayan zekât hayvanları ile köle, ev, yiyecek, içecek gibi ihtiyâç maddelerinin satışları karşılığı ve binâların kirâ alacakları.

dil-aviz

  • Câzib, çekici, gönle asılan. Gönlü asılı tutan, dilber. (Farsça)

dirhem

  • Eskiden kullanılan ve yaklaşık 3 gramlık ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi.

divan-ı deavi nezareti / divan-ı deâvî nezareti

  • Çavuşbaşılığın kaldırıldığı 1836 (Hi: 1252) tarihinde bunun yerine kurulan daire. Fakat 1870 (Hi: 1287) tarihinde Adliye Nezareti'nin teşekkülü üzerine kaldırılmıştır.

ecir

  • Ücret, karşılık.
  • Karşılık, ücret.
  • İyi bir amelin karşılığı olarak verilen manevî mükâfat.

ecr

  • (Çoğulu: Ücur) Bir iş, bir hizmet mukabilinde verilen şey.
  • Ahirete aid mükâfat, hayır ceza.
  • Ücret, mukabil, karşılık. Sevab.
  • Tıb: Kırılan bir uzvun sarılması.
  • Sevap, karşılık.
  • İyilik, mükâfât, ücret, karşılık. Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği işleri yapanlara verdiği sevâb.
  • Yapılan bir iş karşılığında verilen ücret.
  • Ücret, karşılık.

ecr u mesubat / ecr u mesubât

  • Karşılık ve mükâfat. İyi amele karşılık Allah tarafından ahirette verilen sevap.

ecr u savab / ecr u savâb

  • Yapılan bir şeyin karşılığı olarak verilen ücret ve sevab.

ecr-i naim / ecr-i naîm

  • Bolluğun, bereketin karşılığı, ücreti.

el-alaü lillahi şehidetün / el-âlâü lillâhi şehîdetün

  • "Allah'ın verdiği nimetler" Allah için şâhiddir ("şehîdetün" kelimesi dişilik kipidir).

elhasıl

  • Hasılı, sözün özü, kelâmın lübbü, neticesi, kısası, kısacası. Hülasa-i kelâm, netice-i kelâm, filcümle.

elips

  • Odaklar adı verilen sabit iki noktasından uzaklıkları toplamı sabit olan noktaların gösterdiği kapalı eğridir. Eğri ve kapalı bir geometrik şekildir. Karşılıklı iki tarafından genişlemiş bir çemberi andırır. (Fransızca)

elule

  • Semiz, besili koyun.

emniyet-i mütekabile

  • Karşılıklı güven.

erid

  • Besili, semiz.

esfel-i safilin / esfel-i sâfilîn

  • En aşağı yer. Zaiflik, yaşlılık, boy bos, akıl ve anlayışın gidip çocuk gibi olmak, amel ve iş yapmaktan kesilip, sevâb kazanacak bir şey yapamaz hâle gelmek, erzel-i ömür. Cehennem'in aşağısı.

esham-ı umumiye

  • Tanzimat devrinde devletin, halka borç karşılığı olarak verdiği hisse bedelleri.

fahri / fahrî

  • Karşılıksız olarak. Parasız olarak.
  • İftiharla. Övünerek.
  • Karşılıksız, parasız, gönüllü olarak bir şeyi yapma.
  • Karşılıksız, parasız.

fahriyyen

  • Gönülden isteyerek. Karşılıksız olarak.

faiz / fâiz

  • Ödünç vermekte, rehnde (ipotek yâni ödenecek mal karşılığı olarak, bir malı, alacaklıda veya başka âdil bir kimsede emânet bırakmada) ve alış-verişte, alıcıdan veya vericiden birinin ötekine karşılıksız vermesi şart edilen fazla mal, para veya menfaa t. Ribâ.

fasl-ı hitab / fasl-ı hitâb

  • Kolay, açık ve anlaşılır söz söyleme.

fazli / fazlî

  • Karşılıksız verilen.

ferbih

  • Etli, besili, semiz. (Farsça)

fi sebilillah / fî sebilillah

  • Allah yolunda, karşılık beklemeksizin.

fidye

  • Bir şeyin yerine geçmek üzere verilen bedel.
  • Çok yaşlı ve hasta olan kimsenin tutamadığı oruç, ölüm hastalığına yakalananın kılamadığı namaz, vefât etmiş kimsenin namaz ve oruç borçları için ve hacda, ihramlının hastalık özründen dolayı ihramın bâzı yasaklarını işlemesine karşılık vermesi ge
  • Can kurtarma karşılığı verilen akçe vesaire.

fidye-i necat

  • Bir kimsenin esirlikten veya başına gelen bir belâdan kurtulmak için, kendisi veya kendi namına başkası tarafından mecburen verilen para vesaire hakkında kullanılan bir tabirdir. Tabirin karşılığı, can kurtarma akçası demektir.

fikak

  • Halas, kurtulma.
  • Bir şeyin karşılığında verilen şey.

fisebilillah / fîsebîlillâh

  • Allah yolunda. Bir işin karşılıksız, sâdece Allahü teâlânın rızâsı için yapıldığını ifâde eden bir tâbir.

fürfur

  • Semiz, besili koç.
  • Bir kuşun adı.

galle-i vakf

  • Vakfın faide ve mahsulü. Bununla vakfın tabiî ve hukukî semereleri anlaşılır. Vakıf paraların ticareti ve vakıf akarların kirası, vakıf bahçelerin sebze ve meyveleri bu kabildendir.

gamız / gâmız / غامض

  • Çapraşık, güç anlaşılır. (Arapça)

gayz

  • Bir şeyin pahası eksilmek. Hilkati noksan olma. Kıymetten düşük şey.
  • Suyun eksilip azalması, yere çekilmesi.

gin

  • Türkçedeki "li, lu, lı" eklerinin karşılığıdır. (Farsça)

gülle

  • Top mermisi. (Vaktiyle demirden veya taştan yuvarlak olarak yapılırdı. Şimdi çelikten, silindir biçiminde ve ucu sivri olarak yapılmaktadır.)
  • Eskiden demirden, yuvarlak bir biçimde yapılırken, günümüzde çelikten silindir biçiminde, bir ucu sivri olarak yapılan top mermisi.

gurre

  • Düşürülen bir cenine (ana rahmindeki çocuğa) karşılık verilmesi gereken mâlî tazmînât.

habs-i münferid

  • Tek başına olan hapis. Hapishanede bir kişilik hücre.
  • Ehl-i dalâlet için olan ölüm ve kabir.

hacegan / hâcegân

  • (Tekili: Hâce) Hocalar. (Farsça)
  • Eskiden yüzbaşı rütbesi karşılığında sivil rütbe. (Farsça)
  • Bâb-ı Âli kalemleri efendilerinden hususi bir rütbe taşıyan adam. (Farsça)

hakikat

  • (Çoğulu: Hakaik) Bir şeyin aslı ve esâsı. Mahiyeti. Gerçek. Doğru. Sahih. Künh. Sâbit ve vâki.
  • Kadirbilirlik. Sadâkat, doğruluk. Kâinat ve tabiat ve uluhiyet hakkında bütün teşbih ve mecazlardan âri ve zâhir olan gerçek.
  • "Mecâz" karşılığı, esas olarak kullanılan kelime.
  • <

halif

  • Karşılıklı olarak yapılan bir antlaşmanın şartlarını yerine getirmeye yemin eden, and içen, müttefik.

halik / hâlik

  • Helâk olan, yıkılan, bozulan, silinen.

hamız / hâmız

  • Sirke gibi ekşi olan. Ekşiliği fazla olan, asit.

hamıziyyet / hâmıziyyet

  • Ekşilik, kekrelik.

hammal

  • (Haml. den) Bir ücret karşılığında eliyle veya sırtıyla yük taşıyan adam.
  • Mc: Kaba, görgüsüz, terbiyesiz.

hamz / حمض

  • Ekşilik. Kekrelik.
  • Ekşilik. (Arapça)

hasbeten lillah / hasbeten lillâh

  • Allah rızası için. Allah yoluna. Karşılık istemeksizin.
  • Allah rızası için, Allah yolunda, karşılık istemeksizin.

hasbi / hasbî / حَسْب۪ي

  • Karşılıksız; sırf Allah rızası için.
  • Karşılıksız. Allah rızası için.
  • Karşılık beklemeyen.
  • Karşılıksız.

hasıl / hâsıl / حاصل

  • Ortaya çıkan, var olan. (Arapça)
  • Hâsılı: Kısacası, sonuç olarak. (Arapça)
  • Hasıl etmek: Meydana getirmek, ortaya çıkarmak. (Arapça)
  • Hâsıl olmak: Ortaya çıkmak, var olmak. (Arapça)

hass / hâss

  • Tek başına bir mânâ karşılığında konmuş lafız (söz).
  • Geliri yüz bin akçeden fazla olan dirlikler. General toprağı.

havel

  • Eğrilik.
  • Şaşılık. Bir şeyin yerinden ayrılması.

hayt-i esved

  • Siyah iplik, fecir zamanı yavaş yavaş silinen gecenin karanlığı.

hazine-mande / hazine-mânde

  • Şahıs üzerinden kaydı silinerek devlet hazinesine kalan mal veya para. (Farsça)

hecr-i cemil

  • Kalben ve fikren onlardan uzak durup fiillerinde onlara uymamakla beraber, kötülüklerine karşılık vermeğe kalkışmayıp müsamaha, idare ve güzel ahlâk ile hüsn-i muhalefet etmek.

hibe

  • Bağışlamak. Parasız ve karşılıksız vermek. Bağışlanan şey.
  • Hal ve şân.
  • Bağış. Bir malı karşılıksız olarak başkasına verme. Hibe edilen mala hediye denir.

hınas

  • (Tekili: Hünsâ) Kendisinde hem erkeklik ve hem de dişilik özelliği taşıyanlar.

hissiyet

  • Duygululuk, hissîlik.

hıyata

  • Terzilik, dikiş dikme işi.
  • Tıb: Ameliyat esnasında kesilip yarılan yerin tekrar kaynaması için dikilmesi.
  • Ameliyatta dikiş için kullanılan bağırsak ve benzeri şeylerden yapılan iplik.

hüdafet

  • Semizlik, besililik, etlilik.

hudud-u şer'iyye

  • Şer'i hadler. Muayyen suçlara karşılık tatbik edilen şer'i cezâlar.

hukuk

  • (Tekili: Hakk) Haklar.
  • İnsanın cemiyet hayatında riâyet etmesi lâzım gelen kaideler, esaslar, yâni; şer'i ve adli hükümler. Haklıyı haksızdan ayıran kaideler.
  • Şeriat kitablarında yazılı olan haklar, kanunlar ve kaideler.
  • Üniversitenin hukuk tahsili yaptıran kısmı.

hul

  • (Tekili: Hâyil) Bela. Zahmet.
  • Mukabele etmek, karşılık vermek.

hul'

  • Zevceyi mal karşılığında boşamak.

hulvan

  • Bir kimsenin hizmeti karşılığında, ücretinin haricinde verilen şey.
  • Kızın mihrinden, kişinin kendisi için aldığı miktar.
  • Vermek, bahşetmek.
  • Bir belde ismi.

humuza

  • Ekşilik.

humuzet / humûzet / حموضت

  • Ekşilik. Kekrelik.
  • Ekşilik. (Arapça)

humuziyet

  • Ekşilik. Kekrelik.

hunsa

  • Hem erkek, hem de dişi olan.
  • Erkeklik ve dişilik alâmetlerini birlikte taşıyan bitki.

hünsa

  • Kendisinde hem erkeklik hem dişilik alâmeti bulunan kimse.
  • Aynı çiçekte erkeklik ve dişiliğin bulunması.

hünsaiyyet

  • Aynı kimsede ve aynı zamanda hem erkeklik hem dişilik.

hürmet-i mütekabile

  • Karşılıklı saygı göstermek.

huruf-u şartiye

  • Şart edatları; Türkçe'de "eğer, şayet, …se, …sa" kelimelerinin karşılığı olarak kullanılan Arapça edatlar, in, lev gibi.

hususiyet

  • Ahbaplık, tanışıklık, yakınlık.
  • Hususilik.

hüviyet

  • Şahsiyet, kişilik.

huzub

  • Semiz olmak, besili olmak.

huzuka

  • Ekşilik.

i'dadiye

  • Hazırlığa ait. Hazırlığa mahsus.
  • Orta tahsili veren okullar. Vaktiyle rüşdiyeden sonra gidilip yüksek mekteblere girebilmek için lâzım gelen bilgileri öğreten okul. Sultaniyelerden aşağı olan mekteb.

iade

  • Geri vermek. Eski haline getirme.
  • Mukabilini yapma. Karşılığını yapma.
  • Avdet ettirmek.
  • Edb: Bir mısraın veya beytin son kelimesini, kendisinden sonra gelen mısra veya beytin ilk kelimesi olarak kullanma sanatı.

iade-i ziyaret / iâde-i ziyâret

  • İâde-i ziyâret etmek: Ziyarete karşılık vermek.

iare

  • Emaneten vermek. Bir malın kullanılmasından karşılık istemiyerek meccanen başkasına vermek.

iaza

  • (İvaz. dan) Bedel ve karşılık vermek. Bedel vermek.

ibtida-i dahil / ibtida-i dâhil

  • Tar: Medreselerden orta tahsili verenler.

icare / icâre

  • Kira. Gelir, irâd. Ücret.
  • Fık: Belli bir menfaati belli bir karşılık ile satmak.
  • Belli bir menfaati belli bir bedel karşılığında satmak, kirâlamak.

ıcre

  • Başına tülbent sarmak.
  • Besili ve semiz olmak.

iddianame

  • Müddei umuminin (savcının), iddialarını topladığı ve soruşturma sonunda mahkemede okuduğu yazı. (Ceza işlerinde hazırlık tahkikatının neticesi, davasının açılması için kâfi olduğu anlaşılırsa savcı bu dâvayı, ya ilk tahkikatın açılması hakkında sorgu hakimine bir talepname veya doğrudan doğruya mahk

ıfdac

  • (Çoğulu: Ufâzic) Semiz, besili hayvan.
  • Yumuşak nesne.

ifsam

  • Hastanın ateşinin düşmesi.
  • Kesilip bitme, tükenme.
  • Yağmurdan sonra hava açılma.

ihbat

  • Mahveylemek. Battal ve geçmez hale koymak.
  • Kuyunun suyu çoğalmak veya bitmek.
  • İşin karşılığını vermek.
  • Amelin sevabını giderip, hiçe indirmek.

ihlas

  • (Hulus. dan) Kalbini safi etmek. İçten, samimi, riyasız sevgi. İçten gelen sevgi ile doğruluk ve bağlılık.
  • Sırf Allah emretmiş olduğu için ibadet etmek. Yapılan ibadet ve işlerde hiçbir karşılık ve menfaati, hakiki ve esas gaye etmeyerek yalnız ve yalnız Allah rızasını esas maksat ve

ihlas-ı tam / ihlâs-ı tâm

  • Tam ihlâs, yaptığı her işinde Allah'ın emrini ve rızasını gözetme, dünyevî veya uhrevî hiçbir karşılık beklememe.

ihtica'

  • Karşılıklı olarak birbirini hicvetme.

ihtimal / ihtimâl / احتمال

  • Olasılık.
  • Olasılık. (Arapça)
  • Yüklenme. (Arapça)
  • Belki. (Arapça)
  • İhtimal vermek: Sanmak, tahmin etmek. (Arapça)

ihtimalat / ihtimâlât / احتمالات

  • Olasılıklar. (Arapça)

ihtiyat hazinesi

  • Tar: Savaş ve diğer fevkalâde masraflara karşılık olmak üzere sarayda biriktirilen paralar. Gelirleri havass-ı hümayun hâsılatı, ganimetlerin beşte biri ve başka hükümdarlardan gelen hediyelerdi. Buna "iç hazine" veya "enderun hazinesi" de denilirdi.

ihzariye

  • Aleyhine açılan dâva münasebetiyle getirilen şahıslardan, gönderilen mübaşir veya muhzirin masrafı karşılığı olarak tahsil edilen para. İhzariyeye mübaşir ve muhzirin at ve araba masrafından başka yemek, içmek gibi şahsî masrafları da ilâve edilirdi.
  • Birinin mahkemeye çağrılması için

ikramiye

  • Hürmet ve mükâfat için verilen para veya hediye.
  • Memurlara maaş haricinde ve her sene belli bir zamanda verilen para.
  • Yapılan iyilik karşılığı olarak verilen hediye veya para.
  • Satıcı tarafından pazarlığın hâricinde olarak müşteriye yahut arada vasıta olana verilen şey

iksam

  • Çok miktarda mal alıp biriktirme.
  • Kökünü kırma. Hepsini silip süpürme.

iltizam

  • Kendine lâzım kılma. İcrasına cehdettiği şeyi kendi üzerine vâcib kılma. Mülâzemet etme. Gerekli bulma.
  • Tarafgirlik etme, birinin tarafını tutma.
  • Onyedinci y.y. dan itibâren devlete gelir getiren kaynaklar, yavaş yavaş belirli bedel karşılığında şahıslara verilmeğe başlandı.

imameyn

  • İki İmam.
  • Fık: Ekseriyetle Hanefî kitaplarında "İmameyn" dendiği zaman "İmam-ı Ebu Yusuf ile İmam-ı Muhammed" anlaşılır. Bazan da İmam-ı A'zam ile İmam-ı Şâfiî Hz.lerine söylenir.

imkanat / imkânât

  • İmkânlar, ihtimaller, olasılıklar.

inbihar

  • Yorgunluktan dolayı nefes kesilip soluk soluğa kalma.

indiras

  • Bozulma; silinme, zâil olma.
  • Bozulma, silinme.

inhidad

  • (Hadde. den) Keskinleşme, incelme, sivri olma.
  • Basılıp ezilme, haddeden geçme.

inhizal

  • Beli kırılmış gibi ağır yürüme.
  • Soruya karşılık verme.

inhizam

  • Basılıp ezilme.
  • Bozulma. Askerin bozulup dağılması.

inni / innî

  • Şüphesizlik ve kat'iyyet ifade eden "inne" ile mütekellim zamirinin birleşmesidir. Türkçede karşılığını "muhakkak ben" diye söyleyebiliriz.

insıram

  • Kesilme, kesilip ayrılma.

intiyat

  • Kendi reyi ile davranma, kendi istek ve iradesi ile hareket etme.
  • Asılı kalma.

irsiyyet / ارثيت

  • Kalıtımsallık, irsîlik. (Arapça)

isabet

  • Ecir, mükâfât, karşılık vermek.
  • Doldurmak.

isam

  • (İsm. den) Ceza. Bir kabahat veya suçun gerektirdiği netice, karşılık.

istiare-i temsiliye

  • Temsilî istiare; istiarenin, teşbih unsurlarından "benzetilen" ögesi ile yapılan, benzeyenin teferruatlı olarak tasvir edildiği istiare çeşididir. Temsilî istiarede anlatılan kavram bütün manzumeye veya yazıya işlenmiştir.

istiaza

  • Karşılık olarak, ivaz olarak bir şey istemek.

iştibak

  • (Şebeke. den) Örülmek. Örgülenmek.
  • Karşılıklı birbirine geçmek.
  • Perişanlık.
  • Zâhir olmak.
  • Koz: Güneş battıktan sonra gökte kum taneleri gibi görünen karışık yıldızlar.

istihlak / istihlâk

  • Boş yere harcamak.
  • Yeyip bitirmek.
  • Müstahsilin yaptığı istihsali alıp kullanmak.

istimlak

  • İcraî karar alma salâhiyetini hâiz bir amme hükmî şahıs (Vilâyet, Belediye v.s.) tarafından bir malın, halkın faydası için karşılığı verilip alınarak umumun istifadesine arzedilmesi.
  • Mülk satın almak.
  • Mülk sahibi olmak.

istinas

  • Alışmak. Ünsiyetli olmak. Vahşiliğin gitmesi. Ürkekliğin kalkması.

istinsah

  • (Nesh. den) Sahifeyi çoğaltmak, nüshasını yazmak. Kopya etmek.
  • Silinmesini ve iptalini istemek.

ittihab

  • (Hibe. den) Karşılıksız olarak verilen bir bağışı kabul etme.

ıvaz

  • Karşılık, bedel.

ivaz / عوض

  • Karşılık olarak verilen şey. Bedel.
  • Karşılık, bedel.
  • Karşılık olarak verilen şey, bedel.
  • Karşılık.
  • Karşılık, bedel. (Arapça)

ivazan / عوضا

  • Karşılık olarak, mukabilinde, karşılığında.
  • Karşılığında, karşılık olarak. (Arapça)

ivazsız

  • Karşılıksız, bedelsiz.

izah

  • Açıklamak. Bir şeyi anlaşılır hâlde söylemek veya yazmak.

jengari / jengarî

  • Bakır yeşili. Bakır pası renginde olan boya. (Farsça)

kabr-i vahşet

  • Vahşet kabri; yabanilik, vahşilik mezarı.

kaddese

  • Takdis etti, takdis eder, takdis etsin, mutlu olsun (gibi mânada en mübarek bir şeyin kudsiliğini, kusur ve noksanlıktan uzaklığını, müberra olduğunu bildirir fiil.)

kademiyye

  • Ayak bastı parası.
  • Eskiden hükûmete ait bir davetiye veya emri tebliğ etmek için gönderilen memura, masrafları karşılığı olarak verilen ücret.

kadi iyaz / kadî iyaz

  • Lâkabı: Ebu-l Fadl bin Musa el Yahsabî'dir. Muhaddislerin meşhurlarından ve edebiyatçılardan olup, 476 hicrî tarihinde Site kasabasında doğmuş, sonra Endülüse geçerek Kurtuba'da ve diğer ilim merkezlerinde ilim tahsili yapmıştır. Daha sonra Site kasabasında uzun bir zaman durmuş, bir ara Garnata şeh

kadr

  • Bir alış-verişte karşılıklı olarak değiştirilen iki maldan herbirinin ölçek veya ağırlıkla ölçülen mal olmaları.

kalemiyye

  • Eskiden kalemlerde yazı karşılığı olarak alınan para.

kalemkeş

  • Yazan, yazıcı, yazar, müellif. (Farsça)
  • Çizen. (Farsça)
  • Yazıda silinti yapan. (Farsça)

kanun-u mübareze

  • Karşılıklı mücadele, çatışma kanunu.

kar / kâr

  • (Kelimeye bir ek olup, isimleri sıfat yapar) Eden, edici, yapan mânâlarına gelir ve li, lı, cı, ci gibi eklerin de karşılığıdır. İtaat-kâr, hilekâr, isyan-kâr, hamur-kâr, kanaatkâr...gibi. (Farsça)

kasatura

  • Süngü gibi tüfeğin namlusu ucuna takılan veya bel kayışına asılı olarak taşınan bir çeşit bıçak.

kebn

  • Kova ağzını iki kat edip dikmek.
  • Udul etmek, dönmek, vazgeçmek.
  • Besili ve semiz olmak.
  • Kaybetmek.

kefaret-i yemin vermek

  • Yerine getirilemeyen yeminin karşılığını ödemek.

kefaret-keffaret

  • İşlenen bir günaha, bir yeminin bozulmasına karşılık verilen sadaka.

keffaret / keffâret

  • İşlenen bir hata veya günahın bağışlanmasına vesile olması için verilen sadaka veya tutulan oruç, karşılık.

kell

  • (Çoğulu: Külul) Ağırlık.
  • Yorgunluk.
  • Ufak taneli yağmur.
  • Yetim.
  • Semizlik, besililik.
  • Cibinlik dedikleri ince örtü.

keramet-i ilmiye

  • İktisab suretiyle olmayıp, vehbi yani Cenab-ı Hakk'ın atiyyesi olarak geniş bir ilme mazhariyyetten hâsıl olan ilmi keramet.
  • İlim tahsili ile çok büyük ilim sâhibi olan bir allâmeden çok daha yüksek vâsi' ve hârikulâde bir ilme mazhar bulunan, hem ilmî dehâsı ve fart-ı zekâsı tecrübe

ketibe

  • Asker bölüğü. Ordudan ayrılmış toplu alay. Düşmana çapul eden birkaçyüz kişilik süvari kolu.

keyfer

  • Karşılık, mukabil. (Farsça)
  • Mükâfat veya ceza. (Farsça)

kira / kirâ

  • Bir malın, menfaatine yâni kullanılmasına karşılık olarak verilen ücret. Bir evin, bir iş yerinin veya herhangi bir mülkün, taşıt veya binek hayvanının, sâhibi tarafından faydalanılmak ve kullanılmak üzere belli bir ücret karşılığında bir müddet için başkasına verilmesi.

kira'

  • Kirâ. Bir eşya veya yerin, geçici bir zaman kullanılmak üzere para ile bir kimseye verilmesi.
  • Böyle bir şey karşılığı alınan para.

kitabet / kitâbet

  • Kâtiblik, yazıcılık, yazı yazma ilmi.
  • Güzel yazı ve güzel ifâde için lâzım olan yazı yazma usûl ve kâideleri.
  • Kölenin belirli bir ücreti ödemek veya bildirilen şartları yerine getirmek karşılığında âzâd edileceğine (serbest bırakılacağına) dâir sâhibi ile yaptığı akid, sözleşme.

kıtal

  • Muharebe. Kavga. Öldüresiye yapılan karşılıklı harp.

kızılhaç

  • Hristiyan ülkelerde Kızılay karşılığı olan yardım teşkilâtı.

komiser

  • Emniyet teşkilâtının meslek dereceleri içinde yer alan ve en az lise tahsilini yapmış, polis enstitüsünün orta ve yüksek kısmını tamamlamış üniformalı veya sivil memur. (Fransızca)

kuds

  • Mübareklik. Kudsilik. Nezafet. Pâk olmak. Noksanlardan uzak olmak.

kudsiyet

  • Kudsilik, mukaddeslik, azizlik.
  • Temizlik, paklık.

kulleteyn

  • Eni boyu ve derinliği altmışar santimetre veya çapı 48, derinliği 96 santimetre olan bir küp veya silindir şeklindeki havuz veya 500 rıtl yâni 220 kg su.

külliye

  • (Külliyet) Bütünlük, umumilik, genellik.
  • Bolluk, çokluk, ziyadelik.
  • Tar: Osmanlı İmparatorluğu zamanında Arap vilâyetlerinde bazı medreselere, üniversite karşılığı verilen ad.

kumar

  • Para vs. karşılığında oynanılan oyun. Meşru bir ihtiyacın karşılanması için bir çalışma sonucu olmadan piyango ve şans oyunları gibi haram yollarla kazanç elde etmektir. Dinimizde böyle oyunların her türlüsü haramdır.
  • Para veya başka bir menfaat karşılığı oynanan oyun; birkaç kimsenin aralarında para veya mal toplayarak piyango çekip, isâbet etmeyenlerin isâbet edenlere mal veya para vermek için sözleşme veya para ile kazanmak için tahminde bulunma, toto. Karşılık lı para veya mal koyarak bahse tutuşma.

kur'an-ı vazıhü'l-beyan / kur'ân-ı vâzıhü'l-beyân

  • İfade, üslûp ve açıklamaları açık, anlaşılır olan Kur'ân.

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

kuvve-i an-il-merkeziye

  • Merkezkaç kuvvet. Cisimlerin kendi mihveri üzerine hareketi zamanında merkezinde hâsıl olan kuvvete denilir. Merkezde dönen bir tekerleğin etrafında yapışık veyahut üstünde taşıdığı cisimlerin etrafa yayılıp dağılmasıyla bu kuvvetin mevcudiyyeti anlaşılır.

kuyud ve hey'at / kuyud ve hey'ât

  • Bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi parçalarıyla bunların sarf ve nahiv (dilbilgisi) yönünden özellikleri; meselâ, erkeklik-dişilik, belirlilik-belirsizlik, isim-sıfat gibi.

kuyudat / kuyûdât

  • Kayıtlar; bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi parçalarıyla bunların sarf ve nahiv (dilbilgisi) yönünden özellikleri; meselâ, erkeklik-dişilik, belirlilik-belirsizlik, isim-sıfat gibi.

kuyudat-ı kelam / kuyûdât-ı kelâm

  • Sözün kayıtları; bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi parçalarıyla bunların sarf ve nahiv (dilbilgisi) yönünden özellikleri; meselâ, erkeklik-dişilik, belirlilik-belirsizlik, isim-sıfat gibi.

lala

  • Osmanlı İmparatorluğu zamanında sadrazamlar hakkında "Atabek" karşılığı olarak kullanılan bir tâbir olduğu gibi, şehzâdelerin mürebbilerine de bu ad verilirdi. (Farsça)
  • Saraya alınan acemilerin terbiyesine memur edilenler. (Farsça)
  • Eskiden büyük memurlarla zenginler de çocuklarının terbiyesine (Farsça)

ledg

  • (Teldag) Yılan veya akrep sokması.
  • Mc: Sözle birini incitmek.
  • Ekşilik.

lefef

  • Pelteklik, kekemelik.
  • Yorgunluk.
  • Besililik, semizlik.

lehs

  • Nefesi kesilip dili dışarı çıkarma.

levhimahv

  • Varlıkların yazılıp silindiği levha.

lian / liân

  • Lânetleşmek, erkeğin zevcesini (hanımını) zinâ etmekle suçlaması veya bu çocuk benden değildir demesi hâlinde dört şâhid getiremezse, zevcenin isteği üzerine eşlerin hâkim huzûruna çağrılarak usûlüne uygun (âyet-i kerîmedeki bildirildiği şekilde) kar şılıklı yemîn etmeleri ve lânetleşmeleri. Buna mu

lisans

  • Herhangi bir mevzuda verilen izin. Müsaade belgesi. (Fransızca)
  • Üniversite tahsili tamamlanınca alınan diploma. (Fransızca)
  • Bir sporcunun resmi yarışmalara katılabilmesi için spor federasyonu tarafından kendisine verilen kayıt fişi veya kimlik kartı. (Fransızca)
  • İthal veya ihracı serbest bırakılmayarak (Fransızca)

ma'kusiyet

  • Terslik, zıdlık, aksilik.

ma'siyet

  • İsyan, günah, âsilik.

maasi / maasî

  • Âsilikler, isyanlar, günahlar.

maçin

  • Çin'e tâbi, Doğu Türkistan tarafındaki çöllerde ve Târim nehrinin güneybatısındaki dağlarda oturan Türk milletinden bir kavimdir ve simaca Moğol ile Aryâ cinslerinden mürekkeb oldukları anlaşılıyor. İçlerinde sarı saçlı ve mavi gözlü adamlar dahi bulunuyorsa da lisan bakımından Doğu Türkistan'ın aha

magmur

  • Şöhretsiz. Adı sanı silinmiş olan.
  • Harap. Yıkık.

mağmure / mağmûre

  • Adı sanı silinmiş, yerinde yeller esen, harap olmuş.
  • Adı sanı silinmiş, yerinde yeller esen.

mahdud

  • Tesviye edilmiş. Silinmiş, düzgün.
  • Meyvesi çok olup da dalları eğilmiş.

mahiyet-i şahsiye

  • Şahsî mahiyet ve asıl kişilik.

mahv

  • Benlik bakımından silinme.

mahviyet

  • Silinme hâli.

mahzud

  • (Mahdud) Silinmiş, tesviye edilmiş.
  • Düzgün.
  • Meyvesinin çokluğundan dalları basıp bükülmüş.

mahzuf

  • Silinmiş.
  • Yerinden düşürülmüş. Kaldırılmış. Hazfolunmuş.
  • Edb: Noktasız harflerle yazılmış olan.
  • Silinmiş; var olup da söylenmemiş lafız.
  • Silinmiş, kaldırılmış, gizli tutulmuş.

mana-yı muallaka / mânâ-yı muallaka

  • Asılı, takılı mânâ.

manevi şahsiyet / mânevî şahsiyet

  • Belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişi, topluluk, tüzel kişilik.

masl

  • Tarhana.
  • Yoğurt ve süt içinde bulunan yeşilimsi su.

matbu / matbû / مطبوع

  • Basılı. (Arapça)
  • Hoşa giden, hoş. (Arapça)

matbu'

  • Tab' olunmuş. basılmış, kitap veya gazete haline gelmiş. Basılıp matbaadan çıkmış olan.

matbuat / matbûat / مطبوعات

  • Basın. (Arapça)
  • Basılı şeyler. (Arapça)

mayu'kal

  • Anlaşılır.

me'cur

  • Karşılık almaya, mükâfata hak kazanmış kimse.
  • Kiraya verilen.

mebşuş

  • (Çoğulu: Mebâşiş) Silinmiş. İzi eseri kalmamış.

meccan

  • Parasız, karşılıksız, ücretsiz, bedâva, meccânen.

meclis-i a'yan / meclis-i a'yân

  • Osmanlı İmparatorluğu zamanında hükümet tarafından seçilmiş olan meclis. (Bunun karşılığı, zamanımızda, senato meclisidir.)

mecmu-u vahşet ve cinayet

  • Vahşiliklerin ve cinayetlerin bütünü.

mecusi

  • Çok eskiden yaşamış, kulağı küçük olan birisinin adıdır. Ateşperestlik âyinine sebeb olduğundan "Ateşperestlere" bu isim verilmiştir.
  • Eski İran dini olan Mecusilikten olan kimse.

mecusiyet

  • Mecusilik.

medar-ı müfaharet

  • Karşılıklı övünç vesilesi, gurur sebebi.

mekr-i ilahi / mekr-i ilâhî

  • Allahü teâlânın mekr (hîle) yapanların mekrini kendilerine çevirmesi, kötülüklerini, kurdukları tuzaklarını bozması, mekrlerine karşılık onları cezâlandırması.

menfaat

  • Fayda. Kâr. Gelir. İhtiyaç karşılığı olan şey.

menut

  • Asılı, muallâk.
  • Bağlı. Mütevakkıf. Merbut. Vâbeste.
  • Bir milletten olmayıp sonradan o millete dahil olmuş olan.

merdane

  • Erkekçesine. Merdcesine. Er'e yakışır surette. (Farsça)
  • Matbaada baskı, baskı makinelerinde ve ofset makinelerinde ise plâteye değerek mürekkeb vermek; ve toprağı bastırmak gibi çeşitli işlerde kullanılan silindir. (Farsça)
  • Yufka açmağa yarıyan oklava. (Farsça)
  • Erkek ayakkabısı. (Farsça)

merhamet-i mütekabile

  • Karşılıklı merhamet besleme.

mesele

  • Sorulup karşılığı istenen problem.
  • Önemli iş.

mesih-üd deccal

  • Deccal'a da bu isim verilmesinin bir sırrı şudur ki: Bir gözü silik, yani kör ve ayıplı olmasındandır. Sadece bu dünyayı görüp, âhireti görecek gözünün kör olmasındandır.

mevahib / mevâhib

  • Hibe olunan şeyler. Karşılıksız verilenler.
  • Karşılıksız verilenler, ihsanlar.

mevhub

  • (Çoğulu: Mevâhib) (Vehb. den) İhsan edilmiş, verilmiş, hibe olunmuş, bağışlanmış.
  • Fık: Karşılıksız olarak birine verilmiş.

mevhube

  • Verilmiş. İhsan edilmiş. Karşılıksız olarak birisine verilmiş mal.
  • Karşılıksız olarak verilen; hibe edilen.

mezbuhane / mezbuhâne

  • Boğazlanır gibi. Boynundan kesilircesine. (Farsça)
  • Çırpınarak, son ümid ve son kuvvetle. (Farsça)

miktar-ı mukabil

  • Karşılığının bir miktarı, en ufak karşılık.

miktar-ı mukabili

  • Karşılığı olan miktarı.

mim

  • Kur'ân-ı Kerim alfabesindeki yirmidördüncü harf olup, ebced hesabında kırk sayısının karşılığıdır.
  • Tarih yazarken bazan Muharrem ayına bir işaret olabilir.
  • Bir kitap veya ibarenin sonuna veya altına temme (bitti) yerine ve "mâlum oldu, görüldü" makamında konulan bir harftir.<

mimsiz medeniyet

  • Vahşilik, denîlik. Alçaklık.
  • Medeni kelimesinin, Kur'ân alfabesine göre "mim" harfini kaldırırsak, denî kelimesi kalır. Buna binaen, "mimsiz medeniyyet" de denî, alçak ve zâlim yerinde kullanılmıştır.

mir'at-ı vacibü'l-vücud ve'l-mennan / mir'ât-ı vâcibü'l-vücud ve'l-mennân

  • Varlığı zorunlu olup var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan ve yarattıklarına herşeyi karşılıksız veren Allah'ın isim ve sıfatlarını yansıtan ayna.

miskal

  • Yirmidört kıratlık bir ağırlık ölçüsü. (Ondört kırat bir şer'î dirhem karşılığıdır).

misvak

  • Kullanılması pek çok faydalı olan ve Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ehemmiyetle tavsiye ettiği, diş fırçası vazifesini de gören, hoş kokulu ve meyvesiz bir ağacın dallarından kesilip kullanılan parça.

mu'aşeret / mu'âşeret

  • İnsanların birbirleriyle görüşmelerinde ve işlerinde karşılıklı uymaları gereken usûller, kurallar.

muadat

  • Karşılıklı düşmanlık, karşılıklı husumet.

muadele

  • Müsâvilik, eşitlik. İki şey arasında mikdarca, vasıfca beraberlik.
  • Karşılıklı anlayış.
  • Adâlet.
  • Mc: Anlaşılmaz iş. Muammâ.

muadelet / muâdelet

  • Müsâvilik, denklik. Karşılıklı uygunluk. Eşitlik.
  • Eşitlik, denklik, karşılıklı denge ve uygunluk.

muahede / muâhede

  • Karşılıklı yeminleşme, anlaşma. Devletler arasında andlaşma.
  • Karşılıklı and içme, antlaşma.

muahid / muâhid

  • Belli şartlar çerçevesinde antlaşma yapan.
  • Karşılıklı anlaşma sonucu olarak İslâm devletine cizye ödeyen ve buna karşılık koruma altına alınan Müslüman olmayan kimse.

muallak / معلق / مُعَلَّقْ

  • Asılı, havada. (Arapça)
  • Boşlukta asılı duran.

muallakat / muallâkat

  • Asılı, takılı olan şeyler (mânâlar).
  • Câhiliye döneminde meşhur Arap şâirlerinin Kâbe'nin duvarına asılan meşhur şiirleri.

muallakiyet / معلقيت

  • Havada kalma, asılı kalma, hükümsüz olma. (Arapça)

müanese

  • Dostane görmek, görüşmek. Karşılıklı ünsiyet etmek.

muaraza

  • Bir şeyden yan verip sapmak.
  • Biri ile yarışmak.
  • Birbirine karşı gelmek. Sözle karşılıklı mücadele. Söz mücadelesi.

muarefe / muârefe

  • Karşılıklı görüşme ve tanışma.
  • Gr: Nekre olmayan kelime. Muayyen ve harf-i târifli olmak.
  • Karşılıklı görüşme, tanışma.

muaşaka

  • Sevişme. Ziyadesiyle arz-ı muhabbet etme. Birbirini sevme. Karşılıklı aşk ve muhabbet.

muatat

  • Birbirine atâ etmek, karşılıklı hediyeleşmek.
  • Vermek.

mübahasat

  • (Tekili: Mübâhese) Mübâheseler. Bir şeye dâir iki veya daha fazla kimsenin kendi aralarında yaptıkları konuşmalar.
  • Bahse girişmeler. İddiâlı ve karşılıklı konuşmalar.

mübahase / mübâhase / مُبَاحَثَه

  • Karşılıklı konuşma, fikir belirtme, sohbet.
  • Karşılıklı konuşma.

mübahese

  • Karşılıklı konuşma, bahse giriş.

mübatana

  • Bir mevzu üzerinde karşılıklı çekişme.

mücameat

  • Karşılıklı iyi ilişkiler kurmak.
  • Cinsî münasebette bulunmak.

mücamelet

  • Karşılıklı olarak iyi muamelede bulunma. Güzel ve hoş geçinme.

mücaraha

  • (Cerh. den) Karşılıklı birbirini yaralama.

mücavebet

  • (Cevab. dan) Birbirine cevap verme, cevaplaşma, mektuplaşma. Karşılıklı cevap verme.

mücazat / مجازات

  • Ceza. Suçlara karşı verilen karşılık.
  • Karşılık.
  • Karşılık.
  • Bir suça verilen ceza.
  • Cezalandırma. (Arapça)
  • Karşılık verme. (Arapça)

mücazebe

  • Karşılıklı birbirini çekme ve cezbetme.

müdaabe

  • (Müdâabet) Karşılıklı takılma, lâtife yapma, şakalaşma.

müdavele-i efkar / müdavele-i efkâr

  • Birbirinin fikirlerinden istifade ile karşılıklı konuşmak ve fikir alış-verişi yapmak. (Müdavele-i efkârdan bârika-i hakikat çıkar. N.Kemal)

müdavele-i hissiyat

  • Duyguların karşılıklı alışverişi.

müddei-yi umumi / müddei-yi umumî

  • Milletin umum haklarını korumak üzere muhakemede hazır bulunan vazifeli, hukuk tahsilini bitirmiş hükümet memuru. Adliye bakanlığına bağlı, icra kuvvetini birlik halinde temsil eylemek üzere teşekkül eden, adlî idare makamında bulunan şahıs. Savcı.

müfadat-ı üsera / müfadat-ı üserâ

  • Eskiden muhârib iki kavmin karşılıklı olarak esirlerini değişmeleri.

müfahare

  • Karşılıklı övünme.

müfaharet

  • (Fahr. den) Karşılıklı övünme.

müfareze

  • Bir şeyden kesilip ayrılma.

müfsid

  • İfsad eden, fenalaştıran. Bozan.
  • Başlanmış ibadeti bozan.
  • Nifak koyan, fesad ilka eden. (Hiç bir müfsid, ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut, bâtılı hak görür. Evet kimse demez "ayranım ekşidir." Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz tic

müftehirane / müftehirâne

  • İftihar ederek, karşılık beklemeden. (Farsça)
  • Elbette. Memnuniyetle. (Farsça)

mugazebe

  • Karşılıklı olarak birbirini kızdırıp gazaba getirme.

muhabere

  • Haberleşme. Karşılıklı birbirine haber verme.

muhacat

  • (Hecv. den) Birbirini hicvetme. Karşılıklı olarak birbirlerini yerme.

muhacet

  • (Hecv. den) Karşılıklı olarak birbirini hicvetme, yerme.

muhadat

  • Hediyeleşmek. Karşılıklı olarak hediyeler vermek.

muhalaa / muhâlaa

  • Kadının mal karşılığı kocasına kendini boşattırması.

muharebe

  • (Çoğulu: Muharebât) Harbetmek. Karşılıklı cenk. Cidal.

muhasamet

  • Karşılıklı düşmanlık besleme.

muhaverat / muhaverât

  • (Tekili: Muhavere) Konuşmalar. Muhâvereler. Karşılıklı görüşüp konuşmalar.
  • Karşılıklı konuşmalar.

muhavere / muhâvere / مُحَاوَرَه

  • Karşılıklı konuşma.
  • Karşılıklı konuşma.

muhavere-i latife / muhâvere-i lâtife

  • Karşılıklı olarak yapılan güzel ve nükteli bir sohbet.

muhazah

  • Mukabele olmak, karşılık olmak.

müjde-gan / müjde-gân

  • Müjdeye karşılık verilen bahşiş veya hediye. (Farsça)

mukabele / مقابله

  • Karşılık, karşılamak.
  • Mücadele.
  • Karşılaştırmak. Karşılıklı yapılan iş, karşılıklı yapılan okuma.
  • Camide Kur'ân-ı Kerimi okuyup halka dinletmek.
  • Yüz yüze olmak.
  • Düşmanın şerrinden kurtulmak ve onun şiddetini kaldırmak için onu yıldıracak tedbirde bulunm
  • Karşılık.
  • Karşılık verme.
  • Karşılık verme.

mukabele eden

  • Karşılık veren.

mukabele etmek / mukâbele etmek

  • Karşılık vermek.

mukabele ve muvazene

  • Terazinin iki kefesi gibi karşılıklı tartılma.

mukabele-i bilmisil

  • Misilleme yaparak karşılık verme.

mukabele-i bilmisl

  • Benzeriyle, aynıyla karşılıkta bulunma.

mukabele-i maneviye / mukabele-i mâneviye

  • Mânevi karşılık.

mukabele-i rahmani / mukabele-i rahmânî

  • Rahmân olan Allah'ın Zâtına has ve yaraşır şekilde karşılık vermesi.

mukabelesiz

  • Karşılık vermeksizin.

mukabeleten

  • Karşılık olarak.
  • Karşılık vererek.

mukabil

  • Karşılık.
  • Karşılık olan. Karşı taraf. İvaz, bedel, karşılığı.

mukàbil

  • Karşılık.

mukabil / mukâbil / مقابل

  • Karşılık.
  • Karşılığında. (Arapça)
  • Karşılık. (Arapça)

mukabilinde

  • Karşılığında.

mukàbilinde

  • Karşılığında.

mukabilsiz

  • Karşılıksız.

mükafat / mükâfat / mükâfât

  • (Kifâyet. den) Bir hizmet veya muvaffakiyete ve iyiliğe karşı verilen karşılık.
  • Berâberlik.
  • Takdirnâme.
  • İyi karşılık.

mükafat-ı maneviye / mükâfat-ı mâneviye

  • Mânevî mükâfat, karşılık.

mükafaten / mükâfaten

  • Mükâfat ve karşılık olarak.

mükafele / mükâfele

  • Karşılıklı olarak birbirine kefil olma.

mükafil / mükâfil

  • Karşılıklı kefillerden herbiri.

mükaleme / mükâleme / مُكَالَمَه

  • Karşılıklı konuşma.
  • Karşılıklı konuşma. Anlaşma. Müzakere. Muhavere. Söyleşme.
  • Karşılıklı konuşma.

mükaleme-i kudsiye / mükâleme-i kudsiye

  • Karşılıklı kutsal konuşma.

mukaraa

  • (Kur'a. dan) Ad çekişme. Karşılıklı kur'a çekme.
  • Kılınç kullanarak döğüşmek. Cenkte, muharebede kahramanların birbiriyle vuruşmaları.
  • Bir şeyin taksiminde atışmak.

mukataa

  • (Kat'. dan) Kesişmek.
  • Ülfeti terk eylemek.
  • Birbirinden kesmek ve kesişmek.
  • Muayyen bir kira karşılığında arazinin kesime verilmesi.
  • Ekilen toprak için verilen muayyen vergi.

mukavele

  • Kavilleşmek. Karşılıklı anlaşmak. Sözleşmek.
  • Anlaşmada imzalanan ve karar altına alınanların yazıldığı kâğıt.

mukayada satışı / mukâyada satışı

  • Altın ve gümüşten başka, ayn (belli) olan bir malı yine ayn olan mal karşılığında satmak.

mükayele / mükâyele

  • (Mükâyelet) Bir kimsenin davranışına aynıyla karşılık verme.
  • Ölçülmek.

mükazebe / mükâzebe

  • (Kizb. den) Karşılıklı olarak yalan söyleme.

mülaane / mülâane

  • Karşılıklı beddua etme, ilenme, lânet etme.
  • Zevcesini (eşini) zinâ ile suçlayan erkeğin dört şâhit getirememesi hâlinde, zevcenin isteği üzerine eşlerin hâkim huzûruna çıkarak usûlüne uygun (âyet-i kerîmelerde bildirilen ifâdelerle) karşılıklı yemin etmeleri ve lânetleşmeleri.

mülakat / mülâkat

  • Karşılıklı görüşme.

mülatafe / mülâtafe

  • Lâtifede bulunma, espiri yapmak, edep sınırlarını aşmadan şaka ile takılma, karşılıklı şakalaşma.

mülatefe / mülâtefe

  • Karşılıklı lâtifede bulunma, espiri yapma.

mülazım

  • Bir kimseye bağlı gibi olan.
  • Maaşsız acemilik hizmeti.
  • İlmiyyede: Medrese tahsilini bitirip icazet alan. Stajyer.
  • Eskiden askerlikte yüzbaşıdan aşağı rütbelerin derecesi, ünvanı.

mültezim

  • Bir şeyi kendi üzerine lâzım eden; iltizam eden, üzerine alan, deruhte eden. Devlet hazinesine maktu, muayyen vergi verip bir kısım memleketlerin aşar gibi varidatının tahsilini üzerine alan.

mümalata / mümâlata

  • Bir şâir bir mısra, başka bir şâir de diğer bir mısra söylemek üzere karşılıklı şiir söylemek.
  • Karşılıklı şiir söyleme.

mümanea / mümânea

  • Karşılıklı menetme, ruhsat vermeyip önleme.
  • Karşılıklı engelleme.

mumatala

  • Sohbet eder gibi karşılıklı konuşma.

mümteni-üt tahsil

  • Tahsili, elde edilmesi mümkün olmayan.

münaferat

  • Nefret etmeler, karşılıklı soğuk davranmalar.

münaferet / münâferet

  • Birbirinden kaçıp nefret etmek, karşılıklı huzursuzluk.
  • Adâvet, hased ve şeref cihetinde hakeme müracaat eylemek.
  • Birbiri ile müfahere eylemek.
  • Karşılıklı nefret.

münakale

  • Karşılıklı iletişim, etkileşim, alış-veriş.

münakare

  • Talep edişmek, karşılıklı istemek.

münakaşa

  • Mücadele. Münazaa. Karşılıklı sözle çekişmek. Bir mes'eleyi sormayı çok ileri götürerek çekişmek.

münakere

  • Kavga ve niza etmek.
  • Karşılıklı inkâr.

münaşede

  • (Neşide. den) Karşılıklı neşide söyleme.

münazara / münâzara

  • Karşılıklı konuşmak. İlmî ve kaideye uygun olarak yapılan münakaşa. Mübahese.
  • Doğruyu ortaya çıkarmak maksâdı ile karşılıklı olarak yapılan ilmî konuşma. Bir mes'eleyi belli kâideler dâhilinde karşılıklı inceleme, bir mes'ele hakkında yapılan karşılıklı konuşma.
  • Karşılıklı fikir alışverişi, ilmi tartışma.

münferid

  • (Münferit) Tek başına, tek, yalnız, kendi başına.
  • Hapishânede tek kişilik hücre.

murafaa

  • Karşılıklı hak iddia ederek konuşmak.
  • Bir dâvâ için birisini hâkim huzuruna celb ettirmek. Yüzleşerek muhakeme olunmak.

mürtecil

  • Hemen, düşünmeden şiir söyliyen veya karşılık veren. Hazırcevap.

mürudet

  • Son derece dikbaşlık gösterme. Çok fazla âsilik yapma.

müşaare

  • (Şiir. den) Karşılıklı olarak birbirine şiir söylemek. Şiir yarışı.

musab

  • Sevab kazanmış olan. Ameline karşılık ecir kazanmış olan.

müsab

  • Sevab kazanan, ettiği iyiliğin Allah'tan karşılığını gören.

müsabaka

  • Karşılıklı yarışma. Hangisinin ileride olduğunu anlamak için yapılan tecrübe, imtihan. Bir şeyde derece anlama için iki veya daha çok şahıslar arasında bazı şartlarla yapılan tecrübe.

musaberet

  • Karşılıklı sabır. Sabırlılık. Katlanmak.

müşacere

  • Sözle karşılıklı çekişme. Kavga, niza.
  • Birbirine ağaçla vurma.

musadakat

  • (Sıdk. dan) Karşılıklı dostluk.

müsadere etmek

  • Suç karşılığı olarak, malın tamamına ya da bir bölümüne el konulması.

müşafehe

  • Yakından karşılıklı konuşmak, karşı karşıya konuşmak.

musahabe / musâhabe

  • Karşılıklı sohbet etme, konuşma.

musahabet

  • Karşılıklı sohbet.

musalaha

  • Karşılıklı anlaşmak. Barışmak. Sulh akd etmek.

musalahat

  • (Tekili: Musâlaha) (Sulh. dan) Karşılıklı anlaşmalar. Barışlar.

müsalemet / müsâlemet

  • Karşılıklı barış içinde olma.

müşareket

  • Birbirine ortak olmak, ortaklık. Beraber olup bir iş yapmak.
  • Gr: İkili tarafın da isteğini bildiren fiil.
  • Karşılıklı anlaşma, birbirini anlama.

müsemmen

  • Edb: Sekizer mısralı bentlerden müteşekkil nazım.
  • Sekiz renkli. Sekiz parçadan meydana gelen.
  • Fık: Paha biçilmiş ve takdir edilen kıymet karşılığında satılmış olan şey.

müşkil-üt tahsil

  • Elde edilmesi, tahsili zor olan. Kolay tahsil edilemeyen.

müstefad

  • (Feyd. den) Anlaşılıp istihrac olunan.
  • Kazanılmış olan, istifade edilmiş.
  • Mâna, mefhum.

mutabaat

  • Karşılıklı anlaşma. Uyma tâbi olma. Bir şeye uyup muvafakat etme.

mütareke / متاركه / mütâreke / مُتَارَكَه

  • Bir mes'eleyi hal için bir şeyi terketmek.
  • Karşılıklı olarak anlaşmak, kuvvet ve silâhı bırakmak.
  • Bırakışma, karşılıklı silah bırakma. (Arapça)
  • Karşılıklı ateşkes.

mütarik

  • Karşılıklı olarak terkeden, bırakan. Mütâreke eden.

müteallik

  • Asılı, bağlı.
  • Taalluk eden, ilgili, ilişiği olan.

mütecavib

  • Karşılıklı cevap veren.

mütedahik

  • (Mütedahike) Karşılıklı gülüşen, tedahük eden.

mütedarib

  • (Darb. dan) Birbirine vuran karşılıklı vuruşan.

mütehasım

  • (Çoğulu: Mütehasımîn) (Husumet. den) Karşılıklı düşmanlık eden ve birbirine hasım olan.
  • Karşılıklı olarak dâvâ edenlerden herbiri.
  • Karşılıklı düşmanlık eden; karşılıklı olarak dâvâ eden.

mütehasımin / mütehasımîn

  • (Tekili: Mütehasım) Çekişenler, birbirlerine düşmanlık ve husumet edenler. Hasım olanlar. Karşılıklı dâva edenler.

mütekabil / mütekâbil / متقابل

  • Karşılıklı, bir diğerinin karşısında.
  • Karşılıklı.
  • Karşılıklı.
  • Karşılıklı. (Arapça)

mütekabile / mütekâbile / متقابله

  • Karşılıklı olan.
  • Karşılıklı davranış veya vaziyet.
  • Karşılıklı. (Arapça)

mütekabilen / mütekâbilen / متقابلا

  • Karşılıklı olarak, karşı karşıya.
  • Karşılıklı olarak. (Arapça)

mütekabiliyet

  • Karşılıklı vaziyet, karşılıklı durum.

mütekatı'

  • Karşılıklı kesişen, birbirini kesen.

mütekatil

  • (Katl. den) Karşılıklı olarak birbirine öldüren, katleden.

müterazi

  • (Rıza. dan) Karşılıklı olarak birbirlerinden hoşnut ve razı olan.

müteşatim

  • (Müteşâtime) Karşılıklı olarak birbirine söven.

muvafakat

  • Uygunluk. Uymak. Anlaşmak. Karşılıklı anlaşma. Râzı olma. Müsâade.

muvalat

  • Dostluk, karşılıklı sevgi. Yardım, koruma.
  • Dostluk, karşılıklı sevgi, koruma, yardım.

müvalat / müvâlât

  • Abdest alırken her uzvu ara vermeden birbiri ardınca yıkamak.
  • Dostluk, karşılıklı sevgi.Tebrik ile terdif ederim arz-ı hulûsu, Kalbimdeki sıdk u müvâlât senindir.

müvaseka

  • Ahdedişmek, karşılıklı yeminleşmek.

müvazat

  • Mukabele olmak, karşılıklı olmak.

muvazzah

  • Açıklanmış. İzahı yapılmış. Açık, anlaşılır şekilde.

müvellid-ül humuza

  • Ekşilik, oksitlenme meydana getiren. Oksijen.

müzahemet / müzâhemet

  • Karşılıklı olarak sıkıntı ve zahmet verme.

müzakerat

  • (Tekili: Müzâkere) Müzâkereler. Bir fikir hakkında karşılıklı görüşmeler. Bir arada muhtelif fikirleri beyan etmek.
  • Bir mesele hakkında karşılıklı görüş alışverişleri.

müzakere / müzâkere

  • Karşılıklı fikir alışverişi, görüşme.
  • Bir konuyu anlamak için karşılıklı konuşma, ders çalışma.

müzd

  • Ücret, karşılık, kira. (Farsça)
  • Mükâfat. (Farsça)

müzeyyelen

  • Kâğıdın altına, ek karşılığı yazılarak.

nakizeyn

  • Karşılıklı iki zıt şey.

nakus

  • Kiliselerde asılı bir vaziyette durup belirli vakitlerde çalınan çan. Kilisenin büyük çanı.

namık kemal

  • (Mi: 1840 - 1888) Tekirdağ'lı olup İslâm mücahidlerindendir. Yeni Osmanlılık hareketine vatan mefhumunu sokmuş, "Firâki, hapsi, nefyi kadr-i nâmusumla gördüm hep" diye haklı olduğunu dâima müdâfaa etmiştir. Ehl-i kemâl bir zat olduğu, davasının istikameti ve samimiyetinden anlaşılır.Hayatının sonlar

nefti / neftî / نفتى

  • Petrol yeşili. (Farsça)

nekf

  • Göz yaşını yanağından parmağıyla silip gidermek.
  • Kuyudan su çekmek.
  • Arlanmak.

nergisi / nergisî

  • Nergis biçiminde kesilip yapılan bir çeşit hamur işi. (Farsça)

neyt

  • Cenaze.
  • Ölüm.
  • Duâda tazarru etmek.
  • Tıb: Kalbin asılı olduğu damar.
  • Derinliği adam boyu miktarı olan kuyu.

neyy

  • Pişmemiş çiğ et vs.
  • Devenin semiz olması.
  • Semiz ve besili deve.

niva

  • Düşmanlık.
  • Besili, semiz deve.

nokta-i telaki / nokta-i telâki

  • Karşılaşma noktası. Uygun ve karşılıklı nokta. Buluşma noktası, yeri.
  • Münâsebet. Uygunluk.

nuhl

  • Karşılıksız hediye ve hibe.

okka

  • 1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü.

pala

  • Yedek at. (Farsça)
  • Asılmış, asılı. (Farsça)
  • Süzgeç. (Farsça)

pasuh

  • Karşılık, cevap. (Farsça)

pasuhgüzar

  • Cevap veren, karşılık veren. (Farsça)

pervar

  • Besili, beslenmiş. (Farsça)

peşkeş

  • (Pişkeş) Başkasının malını birine bağışlamak. Verilmemesi lâzım olan şeyi başkasına vermek. Karşılıksız vermek. (Farsça)

ra'la'

  • (Çoğulu: Rual) Akılsız kadın.
  • Kulağının ucu kesilip ilişik duran dişi koyun.

ra'sa'

  • Kulakları küpe gibi uzunca sarkık olan yahut ucunu kesmekten ilişik kalıp sallanıp duran kulakları asılı olan dişi koyun.

rebil

  • (Çoğulu: Rubul) Yoğun, semiz, besili.
  • Yer kuruyunca biten bir ot.
  • Uyluğun iç yanı.

rebile

  • Semizlik, besililik.

redd

  • Geri döndürmek, kabul etmemek, çevirmek, def etmek.
  • Bir şeyin karşılığını icra etmek.
  • Sözü selâset ve talâkatla eda edemeyip harfleri geri çevirerek konuşmağa sebep olan dilin tutukluğuna denir.
  • Cerhetmek.
  • Kötü ve fena şey.

redd-i kelam / redd-i kelâm

  • Söze itiraz etme, karşılık verme.

reddiye

  • Bir mes'ele hakkında zıt karşılık. Cevap. Beğenilmeyen bir şeye cevap vermek.

rehn

  • Bir sebebden dolayı bir şeyi habsetmek, alıkoymak; ödenecek mal karşılığında bir malı, alacaklıda veya başka emin bir kimse elinde emânet bırakmak. İpotek etmek.

remz

  • İşaret. İşaretle anlatmak.
  • Güç anlaşılır.
  • Gizli ve kapalı söyleme.

revah

  • Öğleden akşama kadar olan vakit.
  • Bir şeyin tahsilinden dolayı gelen sürur ve şâdlık, neş'e.

riba / ribâ

  • Tartısı ve ölçüsü belli olan bir malı aynı cinsten daha fazla olan bir mal ile, bir karşılığı olmaksızın, peşin olarak veya veresiye değiştirmektir.
  • Faiz.
  • Muamelede meşru miktardan tecavüz.
  • Bir şeyin artması, çoğalması.
  • Verilen borç para veya mal karşılığında
  • Fâiz; ödünç vermekte, rehnde (ipotekte) ve alış-verişte, alıcıdan veya vericiden (satıcıdan) birinin ötekine karşılık olarak vermesi şart edilen fazla mal.

riba'l-fadl / ribâ'l-fadl

  • Ölçü veya tartıyla alınıp satılan şeyleri, kendi cinsleriyle peşin olarak, karşılığı olmayan bir fazlalıkla değişmek.

riba-i fazl

  • Tartılan veya ölçülen bir cins eşyanın kendi cinsi karşılığında fazlasıyla satılması. Meselâ: Bir kilo buğdayı aynı cins bir kilo yüz gramla değiştirmek gibi.

ribe'n-nesie / ribe'n-nesîe

  • Gecikme ribâsı. Bir cinsten olan iki şeyin birini, diğeri karşılığında veresiye olarak satmak veya başka başka cinslerden olup; ağırlık, hacim veya uzunluk ölçüsüyle yâhut belirli ölçülerde olup, sayıyla alınıp satılan iki şeyi veresiye değişmek. Mik tarlar eşit olsa bile ribâ sayılır.

ric'i talak / ric'î talâk

  • Geri dönülebilen talâk (boşanma). Zevceye yaklaştıktan sonra sarîh (açık) veya işâretle, üç adedine veya bir ivâza (bedele, karşılığa) bağlı olmaksızın ve beynûnete yâni ayrılığa delâlet eden (gösteren) bir sıfatla sıfatlanmamış ve bir şeye teşbîh ed ilmemiş (benzetilmemiş), gerek sarîh (açık) lafız

ruhud

  • Etli, besili, şişman, semiz. (Müe: Ruhude)

rukbi / rukbî

  • İki kişinin karşılıklı olarak, öldükten sonra sâhib olmaları şartıyla birinin malını diğerine bağışlaması yâni sen ölürsen evin benim olsun, ben ölürsem evim senin olsun şeklindeki hibe.

ruz-i ceza / rûz-i cezâ

  • İnsanların diriltilip, hesâba çekilerek amellerinin karşılığının verileceği gün; mahşer günü, kıyâmet günü.

ruz-u ceza / rûz-u cezâ / رُوزِ جَزَا

  • Amellerin karşılıklarının verildiği gün.

sa'di / sa'dî

  • (M. 1193-1291) Şiraz'da doğmuş büyük bir İran şâiridir. Gülistan ve Divan'ında bol bol temsilî hikâyeler kullanmıştır.
  • Saadete, uğura mensub.

sabiiler / sâbiîler

  • Aya ve yıldızlara tapan kimseler. El-Cezîre (Cizre) ve Harran civârında yaşayan bu kimseler, yahûdîlik, hıristiyanlık ve mecûsîlik gibi çeşitli dinlerden bâzı inanışları alarak bir din meydana getirmişlerdir.

sadaka

  • Allahü teâlânın rızâsına niyet ederek ve karşılık beklemeden muhtâc olanlara, fakirlere, hibe edilen mal, para ve her türlü iyilikte, ihsânda bulunma.
  • Zekât.
  • Ganîmet.

safra

  • Sarı.
  • Karaciğere bağlı öd kesesi içindeki yeşilimsi sarı ve acı su ki, yağların hazmına hizmet eder.

safsafe

  • Ekşi aş.
  • Ekşili nesne.

şahim

  • Semiz, yağlı, şişman, besili.

şahs-ı ma'nevi / şahs-ı ma'nevî / شَخْصِ مَعْنَو۪ي

  • Bir topluluğun ifade ettiği manevî kişilik.

şahs-ı manevi / şahs-ı mânevî

  • Mânevî şahıs, tüzel kişilik; belli bir ideal ve gaye etrafında bir araya gelen topluluğun oluşturduğu mânevî şahsiyet ve ortak kimlik.

şahs-ı manevi-i dalalet / şahs-ı mânevî-i dalâlet

  • İnkârcılığı yaymaya çalışan kişilerden oluşan manevî kişilik.

şahs-ı manevi-i hükumet / şahs-ı mânevî-i hükûmet

  • Hükûmetin mânevî şahsiyeti, tüzel kişiliği.

şahsımanevi / şahsımânevî

  • İnsanların bir araya gelip oluşturdukları mânevî kişilik.

şahsiyat

  • Kişilikler.

şahsiyet / شخصيت

  • Kişilik.
  • Kişilik.
  • Kişilik. (Arapça)

şahsiyet-i ademiyet / şahsiyet-i âdemiyet / شَخْصِيَتِ آدَمِيَتْ

  • İnsanoğlunun şahsiyeti, kişiliği.
  • İnsanlığın şahsiyeti ve kişiliği.

şahsiyet-i alelade / şahsiyet-i alelâde

  • Sıradan şahsiyet, kişilik.

şahsiyet-i beşeriyet

  • İnsanlık şahsiyeti, beşeri kişiliği.

şahsiyet-i manevi / şahsiyet-i mânevî

  • Tüzel kişilik; belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik.

şahsiyet-i maneviye / şahsiyet-i mâneviye

  • Belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik; Sahabe mânâsını oluşturan ortak kimlik, ortak mânâ.

şahsiyet-i muhammediye

  • Hz. Muhemmed'in (a.s.m.) kişiliği.

şahsiyet-i zahiri / şahsiyet-i zahirî

  • Görünürdeki, dışa yansıyan yönündeki şahsiyet, kişilik.

samin

  • Semiz, yağlı, besili.

sarf satışı

  • Nakd hâlindeki veya işlenmiş altını ve gümüşü birbirleri karşılığında satmaktır.

şart edatı

  • Arapça'da, Türkçe'deki "eğer, şayet, …se, …sa" kelimelerinin karşılığı olarak kullanılan, kendi başına bir mânâsı olmadığı halde isim ve fiillerle birlikte mânâ kazanan edatlar, in, lev, emma gibi.

se

  • Kur'an alfabesinin dördüncü harfidir. Ebced hesabında 500 sayısının karşılığıdır.

sebilullah

  • Allah (C.C.) yolu. Karşılıksız. Allah rızası.

sedane

  • Etlilik, semizlik, besililik.

sedin

  • Semiz, besili, etli ve cüsseli kimse.

şefakat

  • Şefkat, acıyarak şefkatle sevmek. Karşılık istemeden merhamet edip acımak, sevmek.

şefi-i ruz-i ceza / şefî-i rûz-i cezâ

  • Herkesin yaptığı tüm amellerin karşılığını alacağı mahşer gününde, mü'minlere şefaat edecek olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

şefkat

  • İçten ve karşılıksız merhamet.
  • Başkasının kederiyle alâkalanmak, acıyarak sevmek. Yardıma, sevgiye muhtaç olanlara karşılıksız olarak merhamet ve sevgiyle yardıma koşmak. Karşılıksız, sâfi, ivazsız sevgi beslemek.
  • Acıyarak karşılıksız sevme.

şehamet

  • Yağlılık, semizlik, besililik.

sehhah

  • (Mübalağa ile) Semiz ve besili nesne.

şekt

  • Bedel etmek, karşılık vermek.

selaset-i lisan / selâset-i lisan

  • Dildeki açık, anlaşılır ve akıcı ifade şekli.

selh-hane

  • Hayvan kesilip yüzülen yer. Mezbâha. (Bu kelime galat olarak, "salhâne" şeklinde kullanılır.) (Farsça)

selhane / selhâne

  • Eti yenen büyük ve küçük baş hayvanların kesilip yüzüldüğü yer, mezbaha.

semanet

  • Semizlik, yağlılık, besililik.

semen

  • Mebî'ye yâni satın alınan şeye karşılık verilen mal veya para.

semen-i müsemma / semen-i müsemmâ

  • Bâyi' (satıcı) ile müşterinin karşılıklı rızâ ile mebî (mal) için hakîkî kıymetine uygun olsun veya olmasın, tâyin ettikleri yâni uyuştukları bedel.

semiz

  • Eti, yağı bol. Besili. (Türkçe)
  • Besili, iri, büyük.
  • Besili.

sened

  • Kuvvetli olabilecek söz.
  • Tapu.
  • Üzerine dayanılacak ve itimad edilecek şey. Mutemed. Melce'.
  • İki kişi veya çok kimseler arasındaki anlaşmayı tesbit eden ve karşılıklı imzalanan kâğıt, vesika.

şerha

  • Dilim. Kesilip dilimlenmiş şey. parça.

serhed

  • Hörgüç yağı.
  • Semiz, yağlı, besili.

sermest-i vahşet

  • Vahşilik. İslâmiyet ve insaniyet dışı zevkle kendinden geçme hali.

sevab / sevâb

  • Hayır. Hayırlı iş. Allah (C.C.) tarafından mükâfatlandırılacak doğruluk ve iyilik karşılığı. Allah'ın (C.C.) rızasını kazanmağa mahsus iyi amel.
  • Hayır, hayırlı iş, Allah tarafından mükâfatlandırılacak doğruluk ve iyilik karşılığı.
  • İyilik ve ibâdet yapana âhirette Allahü teâlâ tarafından verilecek mükâfât, iyi karşılık. Ecir.

sevab-ı a'mal / sevab-ı a'mâl

  • Amellerin sevabı, karşılığı.

şeyyir

  • (Çoğulu: Şiyâr) Semiz ve besili hayvan.

siga-i hitap

  • Karşılıklı konuşma kipi.

sıle

  • Bir şâire, yazdığı medhiye karşılığı olarak verilen para.

siman

  • (Tekili: Semin) Semizler, besililer, yağlılar.

simen

  • Semizlik, yağlılık, besililik.

simn

  • (Simâne) : Semizlik, yağlılık, besililik, şişmanlık.

sistem

  • Bir bütün meydana getirecek şekilde, karşılıklı olarak birbirine bağlı unsurların hepsi. (Fransızca)
  • İlimde bir bütün meydana getirecek esasların hepsi. (Fransızca)
  • Bir nizâm dâiresinde çalışan takım. (Fransızca)
  • Proğramlı çalışmak. (Fransızca)
  • Manzume. (Fransızca)

sosyal adalet / sosyal adâlet

  • Herkesin, bilgi ve kâbiliyeti ve gördüğü iş nisbetinde çalıştığının karşılığını alması, başkaları tarafından sömürülmemesi.

sühuh

  • Dökülmek.
  • Semiz ve besili olmak.

suki / sukî

  • Çarşı ve pazarla alâkalı.
  • Çarşılı, pazarlı.

şükm

  • Ücret, ivaz. Cezâ. Karşılık. Amelin ücreti.

süreyya

  • Ülker (Pervin) yıldızı. Yedi (veya altı) yıldızlardır ki; ikişer ikişer karşılıklı dururlar ve Ayın geçtiği yerlere yakın görünürler. Gerdanlığa benzemesinden Felekiyâtta "Ikd-ı Süreyya" tabir edilir.

sürü

  • Tar: Devşirme suretiyle alınan Hristiyan çocuklarının yüzer, yüzellişer, ikiyüzer veya daha fazla kişilik kafileler halinde sevkedilmeleri. Sürü adı verilen bu kafileler, sürücülerle muhafızların nezareti altında hükümet merkezine sevkedilirlerdi.

sütun

  • Direk, amud, rükün. Silindir biçiminde destek. (Farsça)
  • Gazete veya kitap sahifelerinde yukarıdan aşağıya olan bölünmüş kısımlardan herbiri. Kolon. (Farsça)

sutur-u kainat-ı dehr / sutur-u kâinat-ı dehr

  • Kâinatın her biri asırlara karşılık gelen satırları, kâinat zamanlarının satırları.

suver-i misaliye

  • Temsilî ifadeler, misalî şekiller, suretler.

şuzuzat-ı kanuniye / şuzûzât-ı kanuniye

  • Kanun dışılıklar.

ta'viz

  • Bedel, bir şey vermek. Karşılık, bedel göstermek.
  • Değiştirmek.

ta'vizat / ta'vizât

  • (Tekili: Ta'viz) Karşılık olarak verilen şeyler. Ödünç verilen para.

ta'vizen

  • Karşılık olarak, karşılık alınmak suretiyle. Gelecekte gelirinden kesilmek şartıyla.

taarrüf

  • Karşılıklı anlaşma, tanışma.
  • Bir şeyi herkesin bilmesi.
  • Kendini hünerleriyle tanıttırma.

taarüf

  • Karşılıklı tanışma, birbirini tanıma.

taavvuz

  • (İvaz. dan) Bedel almak. Bir şeye karşılık almak.
  • Bir şey karşılığı olarak alınmak.

tabldot

  • Lokanta, okul ve otellerde belli bir miktar para karşılığında verilen belirli çeşitlerden ibaret bir öğün yemek. (Fransızca)

tadabbüb

  • Besililik. Semizlik.

tahabbüb

  • Karşılıklı sevgi gösterme.

tahacüz

  • Men'edişmek, karşılıklı engel olmak.

takas

  • Vereceğini alacağına karşılık tutmak suretiyle ödeşmek, sayışmak, değişmek.
  • Karşılıklı değişme.

talak-ı ric'i / talâk-ı ric'î

  • Geri dönülebilen talâk. Zevceye yaklaştıktan sonra, sarîh (açık) veya işâretle, üç adedine veya bir ivaza (bedele, karşılığa) bağlı olmaksızın ve beynûnete yâni ayrılığa delâlet eden (gösteren) bir sıfatla sıfatlanmamış ve bir şeye teşbîh edilmemiş (benzetilmemiş), gerek sarîh (açık), gerekse talâk-

tallase

  • Kendisiyle levha silinen paçavra.

tanh

  • Semiz olmak, besili ve şişman olmak.
  • Yemeğin hazmolmaması, sindirilmemesi.

tarafeyn

  • İki taraf, davada, karşılıklı iki hasım, her iki taraf.
  • İki taraf. İki nihayet.
  • Dâvada karşılıklı iki hasım. Her iki taraf.

tararet

  • Semizlik, besililik, şişmanlık.

tarz-ı mükaleme / tarz-ı mükâleme

  • Karşılıklı konuşma tarzı.

tasavül

  • Karşılıklı hamle etmek.

taviz / tâviz

  • Karşılık, bedel.

tavtiş

  • Karşılıklı olarak reddetmek.

tazminat / tazminât

  • Maddî veya mânevî zarara karşılık ödetilen maddî bedel, mal.
  • Zarara karşılık verilen para.

teadud

  • (Adud. dan) Kol kola girme.
  • Birbirini tutma. Karşılıklı yardımda bulunma. Birbirine yardım etme.

teakub / teâkub / تعاقب

  • Birbirini izleme. (Arapça)
  • Teâkub etmek: Birbirini izlemek. (Arapça)
  • Teâkud etmek: Karşılıklı akitleşmek. (Arapça)

tearuz / teâruz / تعارض

  • Karşılıklı zıtlık, çelişme. (Arapça)
  • Teâruz etmek: Çelişmek. (Arapça)

teati

  • Karşılıklı alıp vermek.
  • Bir şeye el uzatıp almak. Hakkı olmayan şeye el uzatmak.
  • Fık: Pazarlıksız ve konuşmadan fiilen vâki olan mal alış verişi.

teatufat / teatufât

  • (Tekili: Teâtuf) Karşılıklı sevgiler.

teayyün

  • Alış-verişte söz kesilirken tâyin (belli) edilen malın, belli olarak kalması.

tebadül

  • Birbirinin yerine geçmek. Karşılıklı değişmek. Trampa.

tebahi

  • Övünme, tefahur.
  • Muharebe edişmek, karşılıklı dövüşmek.

teberru

  • Bağış, bir malın veya paranın karşılıksız olarak verilmesi.

teberru etmek

  • Bağışlamak, karşılıksız olarak vermek.

teberru'

  • Bir kimsenin, mecbur ve mükellef (yükümlü) olmadan, herhangi bir şeyi kendi rızâsı ile karşılıksız olarak birisine onun mülkü olacak şekilde vermesi.
  • Bağış. Bir malın karşılıksız olarak verilmesi. Mecburiyet olmadığı hâlde birisine bir malı vermek. Hayırlı işlerde yardım ve ihsanda bulunmak.

tebettül

  • Halkdan ayrılmak.
  • Mâsivadan kesilip ihlâs ile Hakka yönelmek ve ubudiyet etmek.
  • Evlenmekten vaz geçip zâhidlik etmek.

tecavüb

  • Cevaplaşma. Karşılıklı cevap verme.

tecazüb / tecâzüb

  • Karşılıklı çekicilik.

tecrid koğuşu

  • Tek kişilik hücre.

tecrid-i münferit

  • Tek kişilik hücre hapsi.

tecridhane / tecrîdhâne

  • Tek kişilik yer.

tedahük

  • Karşılıklı gülüşme.

tedavür

  • Sıra ile yapmak, bir şeyi karşılıklı yapmak.

tefaküh

  • (Fâkihe. den) Birbirlerine karşılıklı yemiş atma.
  • Mc: Şakalaşma.

tegabün

  • (Gabn. dan) Karşılıklı aldatma. Aldanma veya aldanmanın zuhuru.

tegayüz

  • (Çoğulu: Tegayüzât) Karşılıklı olarak kızışıp öfkelenme.

tehabbüb / tehâbbüb

  • Karşılıklı sevme.

tehatub

  • (Hatb. dan) Hitablaşma. Karşılıklı birbirine hitab etme.

tekabül

  • Karşılıklı olma. Bir şeyin karşılığı olma. Yüzleşme. Karşılık olma. Karşılama.
  • Tezat.
  • Birbirine karşılık olma, bir ayna gibi karşısında olma.
  • Karşılıklı olma.
  • Karşılıklı olma, bir şeyin karşılığı olma, yüzleşme, karşılık olma, karşılama.

tekabül edecek

  • Karşılığı olacak, yerini tutacak.

tekaüd

  • Oturma. Fârig olma.
  • Karşılıklı oturma.
  • Emeklilik.

telaun

  • Birbirine karşılıklı lânet okuma.

telazum / telâzum

  • Karşılıklı gerektirme, birbirini gerekli kılma.

temasül / temâsül

  • Birbirinin aynısı olma, karşılıklı benzeyiş.

tenafür / tenâfür

  • Karşılıklı nefret.

tenasur

  • Yardımlaşma. Karşılıklı yardım etme.
  • Haberler birbirini tasdik eylemek.

tenedduh

  • Koyunun otlamaktan semiz ve besili olması.

terahün

  • Karşılıklı olarak rehin vermek.

terakus

  • Karşılıklı olarak oynaşıp raksetme.

terami

  • Oklaşmak, karşılıklı olarak ok atışmak.

teşahhus vermek

  • Şahsiyet, kişilik vermek.

tesakutan

  • Ardı ardına düşerek. Karşılıklı düşürmek suretiyle.

tesanüd

  • Karşılıklı yardımlaşma. Birbirine istinad etme.

teşhis / teşhîs / تشخيص

  • Ayırt etme. (Arapça)
  • Kişilik kazandırma. (Arapça)
  • Tanı. (Arapça)
  • Teşhîs edilmek: (Arapça)
  • Ayırt edilmek. (Arapça)
  • Tanı konulmak. (Arapça)
  • Teşhîs etmek: (Arapça)
  • Ayırt etmek. (Arapça)
  • Tanı koymak. (Arapça)

teşrih

  • Bir kitap veya ibareyi anlaşılır şekilde açıklamak, tafsilât vermek. İnceden inceye didikleyip araştırmak.
  • Tıb: Bir cesedi kesip parçalara ayırarak incelemek.

tesvib

  • Sevab vermek demektir. Sevab da ceza gibi, hayır veya şer herhangi bir şeyin karşılığıdır. Sevab, hayırda meşhur olmuştur. Lisanımızda da ceza, şerde kullanılmıştır.

tevazün

  • Denklik. Müvâzene hâsıl olmak. Aynı tartıda olmak. Karşılıklı iki taraf da vezinde müsâvi olmak. Denkleşmek.

tezad

  • İki şeyin birbirine zıt olması. Aksilik. Terslik.
  • Edb: Mânaca birbirine zıt olan kelimeleri bir arada toplamak.
  • İki şeyin birbirine zıt olması, aksilik, terslik.
  • Anlamca zıt olan kelimeleri bir arada toplamak.

timsal-i şahsiyet

  • Şahsiyetin heykeli; kişiliğin yansıması, görüntüsü.

tırk

  • Kuvvet.
  • Besililik, semizlik.

turra-i sermediye

  • Ebediyen silinmeyecek ilâhî turra, damga.

türşi / türşî / ترشى

  • Ekşilik.
  • Turşu.
  • Ekşilik. (Farsça)
  • Turşu. (Farsça)

ubuset

  • Yüz ekşiliği. Çehre çatıklığı. Somurtkanlık.

ücret / اجرت

  • İşin karşılığı.
  • Bir iş, hizmet, bir şeyden faydalanma veya satılan bir şey karşılığında verilen para veya mal, karşılık.
  • Hizmet karşılığı verilen şey.
  • Hizmet karşılığında verilen para. (Arapça)

uhuvvetkarane / uhuvvetkârane

  • Kardeşçesine, kardeş gibi olarak. Birlik, beraberlik ve karşılıklı sevgi ile. (Farsça)

uluvv-ü cenab / uluvv-ü cenâb

  • Yüksek makam ve kişilik sahibi.

ulüvv-ü cenap

  • Yüce kişilik.

umale

  • Bir işçinin, işi karşılığında aldığı ücret.

ünuset / ünûset / انوثت

  • Dişilik. Müennes oluş.
  • Dişilik.
  • Dişilik.
  • Dişilik. (Arapça)

üstüvane / üstüvâne / استوانه

  • Geo: Silindir. Direk şeklindeki sütun. İçi boş direk şekli.
  • Silindir. (Arapça)

üveysi / üveysî

  • Üstâdı, hocası olsun olmasın, hayatta veya vefât etmiş bir büyüğün rûhâniyetinden istifâde ederek, terbiye görerek yetişen, olgunlaşan kimse. Bu şekilde yetişme yoluna üveysîlik denir.

vacib / vâcib

  • Kur'ân-ı kerîmde açık olmayarak bildirilmiş veya bir sahâbînin açıkça bildirmesi ile anlaşılmış olan emirler. Şâfiîlere göre vâcib denince farz anlaşılır.

vahibü'l-a'mal ve'l-amal / vâhibü'l-a'mâl ve'l-âmâl

  • Amellerin ve emellerin karşılığını veren Allah.

vahşet

  • (Vahş - Vahiş) Yabanilik.
  • Issızlık, tenhalık.
  • Vehim, ürküntü. Korku. Vahşilik.
  • Tenha, ıssız, korkunç yer.
  • Elbise ve silâhını çıkarıp atmak.
  • Aç kimse.

vakfetmek

  • Fık: Bir malı veya bir şeyi bir işe bağlayıp o yolda devamlı kılmak.
  • Bir şeyi karşılıksız olarak Allah yoluna vermek.

vasılun / vâsılûn

  • (Vâsılîn) Hakka, hakikata, marifete ermiş kimseler. Hakka erenler. Yetişenler.

vav

  • Kur'an alfabesinde sondan üçüncü harftir. Ebced hesabında 6 sayısının karşılığıdır.

vaziyet-i muhtemel

  • Muhtemel durum, olasılık hesabı.

vehhab / vehhâb

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden), mahlûkâtına (yarattıklarına) ihsân hazînelerinden karşılıksız veren Allahü teâlâ.

vesayet

  • (Visâyet) Vasilik.
  • Vasiyet.
  • Tembih, emir. Tavsiye.

vicahi / vicahî

  • (Vicahiyye) Yüzyüze olan, karşılıklı olan.

vücud-u müteşabihat ve müşkilat / vücud-u müteşâbihat ve müşkilât

  • Sözün hangi mânâya geldiği kapalı ve zor anlaşılır ifadelerin varlığı.

vuzuh

  • Açıklık. Açık ve anlaşılır şekilde olmak. Netlik.
  • Aydınlık.
  • Edb: İfadede açıklık.

yuda / yûda

  • Hz. İsâ'yı (a.s.) 30 tane gümüş madeni karşılığında ele veren kişidir.

zabıt

  • Mahkeme, meclis gibi yerlerde söylenenlerin olduğu gibi yazılmışı.
  • Alâkalılarca yazılarak karşılıklı imzalanan, karşılıklı anlaşmayı bildiren yazı.
  • Yazı varakası.
  • Birçok kimselerce imzalanan rapor.

zat-ı ahmedi / zât-ı ahmedî

  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'in zâtı, kişiliği.

zat-ı hakimane / zât-ı hâkimâne

  • Her şeyde bir gaye ve maksadı düşünerek hikmetle davranan şahsiyet, kişilik.

zebercedi / zebercedî / زبرجدی

  • Fıstık yeşili. (Arapça)

zebzebe

  • Muallâkta kalma.
  • Mütereddit.
  • Titreme.
  • Asılı bir şeyi havada oynatmak.

zerdüşt

  • Mecûsîliğin kurucusu.

zeval / zevâl

  • Sona erme, silinme.

zeyf

  • (Çoğulu: Ziyâf - Züyuf - Ezyâf) Kalp ve silik para veya akçe.

zıhar

  • İki şey arasında münasebet ve mutabakat meydana getirmek. İki şeyi birbirine mutabık eylemek. Arka arkaya, mukabil kılmak.
  • Karşılıklı yardımlaşmak.
  • Fık: Bir kocanın, karısını müebbeden mahremi olan birisinin bakması câiz olmayan bir yerine teşbih etmesi.Meselâ, bir adam karıs

zıman

  • Zarar ve ziyana karşılık verilen bedel.

zırar

  • Karşılıklı zarar vermek.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın