REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te sark ifadesini içeren 195 kelime bulundu...

afşelil

  • Sırtlan dedikleri canavar.
  • Yaşlı, eti ve derisi sarkmış kuru kadın.

agdef

  • Uzun ve sarkık kulaklı.

agiş

  • İlişik, sarkık. (Farsça)
  • Uzatılmış. (Farsça)

ağniye / اغنيه

  • Şarkılar. (Arapça)

ahtel

  • Sarkık kulaklı.

ahves

  • Karnı sarkık kişi. (Müe: Havsâ)

akleb

  • Sarkık dudaklı.

arz-ı rum

  • (Erzurum) Rum memleketi. Şimdiki Anadolu. Anadolunun şarkındaki bir vilâyet adı.

avengan / avengân

  • Asılı, sarkık. (Farsça)
  • Çengel. (Farsça)
  • Çivi. (Farsça)

bahr-i muhit-i hindi / bahr-i muhit-i hindî

  • (Bahr-i Muhit-i Şarkî) Hindistan Yarımadasının doğusunda kalan deniz.

benna-guş / benna-gûş

  • Kulağın aşağı sarkan yumuşak kısmı ki, küpe asılan yerdir. (Farsça)

beste

  • Bağlanmış, bitiştirilmiş, bağlı. (Farsça)
  • Kapalı. Tutucu. Donmuş. (Farsça)
  • Bir nevi ipek kumaş. (Farsça)
  • Gr: "Besten" fiilinin ism-i mef'ulüdür. Kelimelerin başına veya sonuna getirilerek mürekkeb kelimeler (Birleşik kelimeler) yapılır. (Farsça)
  • Müzikte: Şarkının makam ve âhengi. (Farsça)
  • Bağlanmış, şarkı ahengi.

betil

  • Hz. İsa'nın (A.S.) anası olan Hz. Meryem'in lâkabı.
  • Salkımları sarkmış ağaç.
  • Nehirlerdeki akıntılar.
  • Ağacın gövdesinden veya ana ağaçdan ayrılıp başka kök salan fidan.

büzare

  • Üst dudakta fazlalık olarak sarkık deri olması.

çar-gah / çar-gâh

  • Dört taraf ki, bunlar; şark, garb, şimal, cenub'dur. (Farsça)
  • Dünya, küre-i arz, cihan. (Farsça)
  • Türk musikisinde bir makam adıdır. (Farsça)

dabh

  • Atların koşu esnasındaki nefeslerinin sesleridir ki, sahil denilen kişnemek değil, yemi ve sahibini gördüğü zaman yaptığı gibi hamhame denilen sesi de değil; hızlı nefes sesi olan bir harıltı ve hohlamadır. Denilmiştir ki: Dabh, bir at ve bir de köpek koşarken olur.

dest-diraz

  • El uzatan, zulmeden. (Farsça)
  • Sarkıntılık etme, el uzatma. (Farsça)

ebzer

  • Üst dudağında sarkık derisi olan.

egamm

  • Saçları yüzüne ve ensesine sarkan ve çok olan kimse.

egani

  • (Tekili: Ugniyye) Nağmeler, şarkılar, türküler, âhenkler.

ehder

  • Sarkık dudaklı.

elha

  • Malâyâni ve boş konuşan.
  • Dizlerinden biri diğerinden büyük olan deve.
  • Karnı sarkık olan. (Müennesi: Lahva)

elhan / elhân / الحان

  • Şarkılar, melodiler. (Arapça)

esale

  • Uzun yüzlü olmak. Sarkık olmak.

esvel

  • Karnı sarkık olan erkek. (Müe: Sevlâ)

ezlem

  • Boğazı altında sarkık uzun kılları olan keçi.

eznem

  • Kulakları ucunda sarkık uzun kılları olan keçi.

fars

  • (Fers) İran'lı.
  • Şark kavimleri.

fasl

  • (Fasıl) İki şey arasındaki ek yeri. Mafsal.
  • Hak söz. Hak ile bâtılın arasını fark ve temyiz ile olan hüküm ve kaza. (Buna "Faysal" da denir) Halletmek. Ayrılma. Çözme.
  • Bölüm.
  • Mevsim.
  • Aynı makamda çalınan şarkı.
  • Çocuğu memeden kesmek.
  • Birini zem

fecr

  • Tan yerinin ağarması. Şafak. Sabah vakti, güneş doğmadan evvel şarkta hâsıl olan kızıllık.
  • Bir şeyi genişçe ikiye ayırmak.
  • Günah işlemek. Fücur ve fısk işlemek. Yalan söylemek.
  • Tekzib eylemek.
  • İsyan ve muhalefet eylemek.
  • Haktan sapmak. Meyletmek.
  • <

fecr-i sadık / fecr-i sâdık

  • Sabaha karşı şark ufkunda yayılmaya başlayan beyaz bir aydınlık. Bunun mukabili birinci fecirdir ki, bir aydınlıktan sonra tekrar aydınlık gider. Bu birinci aydınlığa fecr-i kâzib denir. Sabah namazının vakti, fecr-i sâdıkta başlar.

ferek

  • Kulağın sarkık ve sülpük olması.

fürs

  • Şark kavimleri.

gadn

  • Sarkık ve sülpük olmak.

ganiye

  • Çok hoş, çok lâtif.
  • Kadın şarkıcı.
  • Zengin kadın veya kız.

gavani / gavanî

  • (Tekili: Ganiye) Zenginler.
  • Kadın şarkıcılar.

gazal

  • (Çoğulu: Gazale-Gazelân) Ceylân. Geyik, âhu. Geyik yavrusu.
  • Şarkıcı, mızıkacı.
  • Güzel göz.

gazel

  • Tek kişinin özel bir ahenkle okuduğu manzume. (Aşk ve nefis gibi hislere ait olup, anlamı dine aykırı olursa ve kadın sesi ile câiz değildir.)
  • Edb: Klâsik şark şiirlerinin en çok kullanılan ve (5-15) beyitlik şekil.
  • Sonbaharda ağaç üzerinde kuruyan yapraklar.
  • Ceylân.<

gazf

  • Kulağın sarkık olması.
  • Kırmak.
  • Geceleyin karanlık olmak.

gına / gınâ

  • Zenginlik. Yeterlik.
  • Tok gözlülük.
  • Mülâki olmak. Bir kimseye dostluğunda devamlı olmak.
  • Bıkma, usanç.
  • Şarkı söylemek. Teganni etmek.
  • Şarkı, tegannî, müzik perdelerine uygun ses; çalgı ile birlikte şarkı, müzik. Tegannî de denir.
  • Zenginlik.

güfte / گفته

  • Şarkı sözü.
  • Söz. (Farsça)
  • Şarkı sözü. (Farsça)

hacer-ül esved

  • (El-Hacer-ül Esved) Kâbe'de bulunan meşhur siyah taş. Rengi siyah olduğundan "Esved" denmektedir. (İslâm Ansiklopedisi'ne göre: Kâbe'nin şark köşesinde olup, yerden bir buçuk metre yükseklikte kapıya yakın bir yerde yerleştirilmiş, üç büyük ve bir kaç tane de küçük parçadan müteşekkil ve gümüş bir h

hadi / hadî

  • Birinci.
  • Mazluma yardım eden.
  • Deveyi şarkı söyleyerek süren.

hadil / hâdil

  • (Hadl. den) Aşağıya sarkıtılmış.
  • Gözlerinde ve ağzında çıban olan deve yavrusu.

hafif / hafîf

  • Kuş uçarken, at koşarken veya rüzgâr eserken meydana gelen hışırtı, hışlama.

hafık

  • Ufkun nihayeti. Şark veya garb tarafı.
  • Vuran, çarpan, çırpınan.

hafıkan

  • (Hâfıkeyn) Mağrib ile maşrık. Şark ile garb. Doğu ile batı.

hal-i hayat

  • Hayat hali, yaşarken.

hanende / hânende / خواننده

  • Okuyan, şarkı söyleyen. (Farsça)
  • Şarkıcı.
  • Şarkıcı. (Farsça)
  • Okuyucu. (Farsça)

hanende-gan / hânende-gân

  • (Tekili: Hânende) Hânendeler, şarkı söyleyenler, şarkıcılar. (Farsça)

hanende-gi / hânende-gî

  • Şarkıcılık, hânendelik. (Farsça)

hasal

  • Ağacın, zeminde yanlara sarkmış uçları.
  • Bir işte ortaya konulan ödül.

hatla'

  • Kulakları sarkık olan kadın. (Müz: Ahtal)

haver

  • Doğu, şark. (Farsça)

haveran

  • Doğu ile batı. Şark ile garp. (Farsça)

havsa'

  • Karnı sarkık olan kadın. (Müz: Ahves)

hazi / hazî

  • Sarkıklık.

hazv

  • Sarkık olmak.

hazva'

  • Sarkık kulaklı eşek.

hedel

  • Devenin dudağının sarkık olması.
  • Bir şeyi aşağı indirmek.

hedlak

  • Dudakları sarkık olan.

hey'et-i temsiliye

  • Temsil hey'eti.
  • Tar: Erzurum Kongresinde Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ismini alan cemiyetin nizamnamesi iktizasınca seçilen şahıslardan teşekkül etmiş olan hey'et. (6 Ağustos 1919)

hezec

  • Gök gürültüsü.
  • Güzel sesle şarkı söylemek.

hezim / hezîm

  • Sağanaklı yağmur.
  • Gök gürültüsü.
  • Koşarken kişneyen at.

hina / hîna

  • Şarkı söyleme. (Farsça)

hina-ger / hinâ-ger

  • Şarkıcı, şarkı söyleyen. (Farsça)

hısreme

  • Üst dudağın derisinin sarkık olması.

hunya / hunyâ

  • Şarkı söyleme. (Farsça)

hunyager / hunyâger / خنياگر

  • Şarkı söyleyen, şarkıcı. (Farsça)
  • Şarkıcı. (Farsça)

idla'

  • Delil gösterme.
  • Kovayı suya sarkıtmak.

igrad

  • Yüksek ve güzel sesle şarkı söyleme.

ilahi / ilâhî / الهى

  • Tanrısal. (Arapça)
  • İlahî, dinî şarkı. (Arapça)

insidal

  • Düşük olma, sarkma, pörsüme.

irfal

  • Elleri sallıyarak yürüme.
  • Eteği sarkıtma.

irha'

  • Gevşetme, aşağı salıverme ve sarkıtma. Koyverme, salıverme.
  • Dilmek, dilim dilim etmek.

iskarlat

  • İtl. Eski devirlerde Venedik mensucatından, boyası has ve kumaşı dayanıklı bir nevi çuhanın adı idi ve şarkta pek makbuldü. Yeniçeri Ocağı ileri gelen ağalarına, sekbanbaşıya ve yeniçeri kâtibine her sene bu çuhadan verilir veya bedeli para olarak tahsis olunurdu. Bu paraya da "İskarlat bedeli" deni

işrak / işrâk

  • "Şark"tan:
  • Güneşin doğması ve etrafı ışıklandırması.
  • Parlama, ışıklandırma.

kakül

  • (Kâgül) Alnın üzerine sarkıtılan kısa kesilmiş saç. (Farsça)

kaleb

  • Dudak dışarıya sarkmak.

karamil

  • Örülüp ucu sarkıtılan saç bağı.

karn

  • Zaman, devre.
  • Bir insanın ortalama ömrü olan altmış sene.
  • Yüz yıllık zaman. Asır.
  • Boynuz. Hayvanda başın boynuz yerleri, boynuz yerinden sarkan saç. (Karn, iki mânaya gelir. Birisi, zamandan bir müddete mukterin olan ümmet, bir zaman ahalisi olan hey'et-i içtimaiye ki

lah'

  • (Gövde) sülpük ve sarkık olmak.

laha

  • Boş ve faydasız sözler konuşmak.
  • Ekmeği ıslatıp yemek.
  • Gıda.
  • Aldatıp kandırmak.
  • Karnın sarkık ve sülpük olması.

latin

  • Eski Roma civarında iken sonradan genişleyen ve devlet kuran eski bir kavim ismidir.
  • Eski Roma.
  • Şarkta Katolik mezhebinden olanın ismi.

latt

  • (Çoğulu: Litât) Gerdanlık.
  • Lâzım olmak.
  • İnkâr etmek.
  • Sarkıtmak.
  • Örtmek.

lehaa

  • Zayıflıktan dolayı âzâların sülpük ve sarkık olması.

lul

  • (Luli) Utanmaz, hayasız ve namussuz kadın. (Farsça)
  • Nâzik ve zarif. (Farsça)
  • Şarkı söyleyip oynayan fahişe kadın. (Farsça)

medş

  • Elin zayıf olması. Elin eti az ve siniri sarkmış olması.

meşarık

  • Güneşin doğduğu taraflar. Şark tarafları.

meşfer

  • (Çoğulu: Meşâfir) Sarkık hayvan dudağı.

meşrık

  • Güneş doğacak cihet. Gündoğusu. Doğu. Şark ciheti.
  • Şems-âbâd, güneşi bol yer. Kış vakti ısınmak için güneşe karşı oturacak yer.
  • Tövbe kapısının adı.

meşrık-ı tulu'

  • Işığın, nurun geldiği şark ciheti.

müdla

  • Sarkıtılmış. İrsal olunmuş.

muganni / mugannî / مغنى

  • Şarkıcı. (Arapça)

muganniye / مغنيه

  • Şarkıcı kadın.
  • Bayan şarkıcı. (Arapça)

mugarrid

  • Pek güzel öten kuş.
  • Yüksek sesle nefse hoş gelen şarkılar söyliyen.

mukır / mûkır

  • Yemişinin çokluğundan dolayı dalları sarkmış olan ağaç.

münhedil

  • Sarkmış, aşağı salıverilmiş. Sarkık.

münsecir

  • Uzanıp sarkan.

münsedil

  • Salıverilmiş. Gevşetilip sarkıtılmış olan.

mürg-i tarab

  • Şarkı söyliyen. Hânende, okuyucu.
  • Güvercin.
  • Bülbül.

müşide

  • Çağıran. Yüksek sesle şarkı söyleyen.

müşrik

  • (Şark. dan) Parlak, parlayan.

müsterhi / müsterhî

  • (Reha. dan) Gevşek, sarkık, gevşemiş.

müsteşrik

  • (Şark. dan) Doğu memleketlerinin din, dil ve tarihlerini ve diğer bâzı hususları araştırıp tesbite çalışan batılı âlim. Garplı âlim. (Orientalist)
  • Doğu memleketlerini, din, dil ve târihleri başta olmak üzere her yönden araştırıp tesbite çalışan batılı ilim adamı. Garplı bilgin, oryantalist, şarkiyâtçı.

mütecaviz / mütecâviz / متجاوز

  • (Cevâz. dan) Hücum eden, tecüvüz eden. Haddi aşan, geçen.
  • Sataşan, saldıran.
  • Sarkıntılık eden.
  • Çok, fazla.
  • Aşkın. (Arapça)
  • Saldırgan, tecavüzkâr. (Arapça)
  • Sarkıntılık eden, tecavüzcü. (Arapça)

mütecavizin / mütecavizîn

  • (Tekili: Mütecaviz) Tecavüz edenler, sarkıntılık eden kimseler, saldıranlar.

mütehezzic

  • (Çoğulu: Mütehezzicin) Makamla şarkı söyliyen. Terennüm eden.

mütehezzicane / mütehezzicâne

  • Makamla şarkı söylercesine. (Farsça)

mütehezzicin / mütehezzicîn

  • (Tekili: Mütehezzic) Makamla şarkı söyliyenler.

mütenaggım

  • Nağme eden, âvâzlanan, şarkı söyleyen.

müterennim

  • (Renim. den) Terennüm eden, güzel sesle şarkı söyleyen. Güzel güzel konuşan.
  • Şarkı söyleyen.

müterennimane / müterennimâne

  • Güzel sesle şarkı söyler gibi. (Farsça)

müterennimin / müterennimîn

  • (Tekili: Müterennim) Güzel sesle yavaş yavaş şarkı söyliyenler.

mutrib / مطرب

  • (Tarab. dan) Çalgıcı, çalgı çalan. Şarkıcı, şarkı söyliyen. Hânende.
  • Çalgıcı. (Arapça)
  • Şarkıcı. (Arapça)

nağme-han / nağme-hân

  • Türkü söyleyen, şarkı söyleyen. (Farsça)

nağme-hiz

  • Nağme uyandıran. Türkü, şarkı söyleyen. (Farsça)

nağme-keş

  • Türkü söyleyen, şarkı söyleyen. (Farsça)

nağme-perdaz

  • Türkü söyleyen, şarkı söyleyen. (Farsça)

nağme-sera

  • Türkü okuyan, şarkı söyleyen. (Farsça)

nağme-zen

  • Türkü söyleyen, şarkı söyleyen. (Farsça)

nakarat

  • (Tekili: Nakra) Durmadan tekrarlanan usandırıcı şeyler.
  • Edb: Şarkının belli yerlerinde tekrarlanan bestesi değişmeyen parça.

nevdel

  • Sarkık ve sülpük olmak.

nis'

  • (Çoğulu: Ensu') Gizlemek.
  • Gitmek.
  • Sarkık olmak.
  • Kuzey rüzgârı.

nitak-ı ka'be-i ulya / nitâk-ı ka'be-i ulyâ

  • Yüce Kâbe'nin örtüsü (Burada Kâbe örtüsü nutaka benzetilmiştir. Nutak ise, hanımların vücudun ortasına gelecek şekilde taktıkları ikiye bölünmüş bir elbise veya elbisenin bir parçasıdır ve yere kadar serbestçe sarkıtılır.).

pençe

  • El ayası ile beş parmağın tamamı. (Farsça)
  • Hayvanların ön ayaklarının parmaklarıyla tırnakları. (Farsça)
  • Eskiden Şark hükümdarlarının imza yerine ellerini kırmızı boyaya sürüp, kâğıdın üstüne basmalarıyla olan şekil, tuğra. (Farsça)
  • Mc: Kuvvet. Savlet, satvet. (Farsça)

perdesera / perdeserâ

  • Şarkı söyleyen, şarkıcı. (Farsça)
  • Saz çalan, çalgıcı. (Farsça)
  • Küçük çadır. (Farsça)

perdeseray / perdeserây

  • Küçük çadır. (Farsça)
  • Şarkı söyleyen, şarkıcı, hânende. Çalgıcı, saz çalan. (Farsça)

perdeşinas / perdeşinâs

  • Şarkı söyleyen, şarkıcı. (Farsça)

ra'sa'

  • Kulakları küpe gibi uzunca sarkık olan yahut ucunu kesmekten ilişik kalıp sallanıp duran kulakları asılı olan dişi koyun.

rakkas / رقاص

  • Dans eden, sarkaç.
  • Dansçı. (Arapça)
  • Sarkaç. (Arapça)

rebih

  • Organları sülpük ve sarkık olan iri insan.

recel

  • Saçın ne sarkık ve ne de çok kıvırcık olması.
  • İstedikçe emsin diye davarı yavrusuyla beraber otlağa salmak.

renf

  • (Davar) zayıflığından kulaklarını sarkıtmak.

rüstem

  • Şark edebiyatında kuvvet ve cesaretin timsali olarak bilinen ve Zaloğlu Rüstem diye veya "Rüstem-i Sistanî" nâmiyle meşhur İran'lı bir kahramandır. (Farsça)
  • Şark edebiyatında kuvvet ve cesaret timsali olarak şöhret bulan Zaloğlu Rüstem, İran'ın efsanevî ünlü kahramanı.

rüstem-i sistani / rüstem-i sistanî

  • Şark edebiyatında kuvvet ve cesaret timsali olarak şöhret bulan Zaloğlu Rüstem.

sahib-i huruc / sâhib-i huruc

  • İsyan edip ayaklanarak idareyi ele geçirmiş olan kimse. (Farsça)
  • Büyük kahraman. (Farsça)
  • Şarktan zuhuru beklenen mehdi. (Farsça)

şakul

  • (Çekül) Geo: Bir yerin umumi hattını tâyin için kullanılan âlete denir. Bir ağır cismi ip ile yüksekten sarkıtmakla bir duvarın ne derece yatık, eğri veya doğru olduğu anlaşılması gibi.

salahaddin-i eyyubi / salahaddin-i eyyubî

  • (Doğumu: Hi: 532, Mi: 1137) Ehl-i Salib zihniyetinin İslâm dünyasına açtığı Haçlı seferlerini maddeten durduran şarkın en kahraman kumandanlarından ve sultanlarından olan bu zât hakkında bir Avrupalı tarihçi: "İslâmın en saf kahramanı" diye bahseder.Düşmanın çokluğundan bahsederek geri dönmek isteye

şarki / şarkî

  • Şark ile alâkalı. Ciheti şarka, doğuya doğru olan.

şarkiyat

  • Şark dilleri veya ilimleri hakkında inceleme yapan ilim şubesi.

şarkiyyun

  • Doğulular, şarklılar.

sebata

  • Saçın kıvırcık olmayıp sarkık olması.

sebt

  • (Çoğulu: Esbât-Sübut-Esbüt) Rahat etmek.
  • Boyun vurmak.
  • Saç sarkıtmak. Bir çeşit deve yürüyüşü.
  • Cumartesi günü.
  • Şaşırmak, hayrette kalmak.
  • Çok zeki, dâhiye.
  • Başı tıraş etmek.

şefellec

  • Burun delikleri büyük, dudakları yumru kalın ve sarkık olan adam.
  • Ferci vasi avret.

şemşelik

  • Derisi ve âzâsı sarkık ve sülpük olan kadın.
  • Seri yürüyüşlü kadın.

sene-i rumiye

  • Garp Milâdi takvimini yani Efrenci takvimini kabul etmemiş olan Şark Hristiyanları için 14 Ocak tarihinden başlayan ve eskiden 1 Mart tarihinde başlayan Rumi sene.

sera

  • "Şarkı söyleyen" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nağme-serâ : Şarkı söyleyen, nağme söyleyen. (Farsça)

serayende

  • (Çoğulu: Serâyendegân) Şarkıcı, şarkı söyliyen.

serv-i naz / serv-i nâz

  • Dalları yana sarkan selvi.

sevl

  • Karnı göbeğinden aşağıya sarkmak.

sevla'

  • (Çoğulu: Süvül) Karnı sarkık kadın. (Müz: Esvel)

siper-i saika / siper-i sâika

  • Yıldırımdan korunmak için gemilerle, minarelere ve büyük binalara konan âlet. Paratoner.Gemilerde direklerin şapkalarına konulur ve üzerlerine, bir ucu denize kadar sarkıtılmış bakır tel bağlanır. Direkleriyle teknesi ağaç olmayan gemilerde tel yoktur. Telin gördüğü nakil hizmetini geminin demir kıs

sudg

  • (Çoğulu: Esdâg) şakak.
  • şakaklardan sarkan saç.

südg

  • (Çoğulu: Esdâg) Göz ile kulak arası ve onun üzerine sarkan zülüf.

sukuf

  • (Tekili: Sakf) Tavanlar, ev örtüleri.
  • Uzun ve sarkık şeyler.
  • Semavat.

sukut

  • Düşme. Yukardan aşağıya birden iniverme.
  • Değerini kaybetme. Bozulma.
  • Devrilme.
  • Mahvolma.
  • Ahlâk bakımından alçalma.
  • Büyük bir vazifeden ayrılma.
  • Sarkma.
  • Çocuğun eksik veya ölü olarak doğması.

süleyman

  • Beni İsrail Peygamberlerindendir. Davud (A.S.) ın oğludur. Babasının vasiyyeti üzerine Beyt-ül Makdisi yedi senede inşa ettirdi. Kudüste büyük bir hükümet sarayı yaptırdı. Şark ve garb melikleri kendisine itaate geldiler. Kırk sene hem peygamberlik, hem padişahlık yaptı. Beni İsrailden Yahuda ve Bün

sürud / sürûd / سرود

  • Terennüm. Şarkı, türkü. (Farsça)
  • Şarkı, melodi. (Farsça)

şütürleb

  • Deve dudaklı. Dudağı deve dudağı gibi sarkık olan kimse. (Farsça)

taganni / tagannî / تغنى

  • (Gınâ. dan) Muhtaç olmamak.
  • Kâfi bulmak.
  • Zengin olmak.
  • Şarkı söylemek. Bir ibareyi makamla okumak.
  • Bir şâirin birisini medih veya hicvetmesi.
  • Zenginlik. (Arapça)
  • Makamına göre şarkı söyleme. (Arapça)
  • Tagannî etmek: Şarkı söylemek. (Arapça)

tağannüm

  • Şarkı vs. söylemek.

tahlil etmek / tahlîl etmek

  • Abdest alırken el ve ayak parmakları arasına sol, sakalın sarkan kısmının içine ise sağ elin yaş parmaklarını tarak gibi sokarak karıştırmak.

tango

  • Şarkılı bir dans.

taylasan / طيلسان

  • Sarığın sarkan ucu. (Arapça)

tecavüz / tecâvüz / تجاوز

  • Haddini aşma. Söz veya hareketle ileri gitme.
  • Aleyhine hareket etme.
  • Zorlama.
  • Geçme.
  • Sataşma, saldırma, sarkıntılık.
  • Haddini aşma, sınırı geçme. (Arapça)
  • Sarkıntılık etme. (Arapça)
  • Tecâvüz etmek: (Arapça)
  • Sınırı geçmek, başkasının haklarını hiçe saymak. (Arapça)
  • Irza geçmek. (Arapça)

tecavüzkar / tecavüzkâr / تجاوزكار

  • Sınırı geçen, saldırgan. (Arapça - Farsça)
  • Sarkıntılık eden. (Arapça - Farsça)

tecmir

  • Buhur etmek.
  • Taş atmak.
  • Hapsetmek.
  • Aşağı sarkıtmamak.
  • Kadının saçını toplayıp bağlaması.

tedliye

  • Sarkıtmak. Yukarıdan aşağıya bırakma.
  • Şaşırma, dehşete düşme.
  • Delil ve vesika hazırlama.
  • (Akıl) gitmek.
  • Ahmak etmek, salaklaştırmak.

teganni / tegannî

  • Şarkı söyleme, bir metni müzik eserini andırır biçimde okuma.
  • Şarkı söyleme.

teganni eden / tegannî eden

  • Şarkı söyleyen.

tehdil

  • (Budak) aşağı eğilmek.
  • (Dudak) aşağı sarkmak.

teheddül

  • Sarkma, sölpüme.

tehezzüc

  • Nağmeli ses çıkarma. Terâne-perdâzlık etme, makamla şarkı söyleme.

tehzic

  • (Çoğulu: Tehzicât) Makamla şarkı söyleme.

tenaggum

  • Şarkı söylemek.

tenevvüh

  • (Nevha. dan) Ölüye feryad ederek ağlamak.
  • Sarkıp sallanıp öteberi hareket etmek.

terane / terâne / ترانه / تَرَانَه

  • Edb: Rübâinin başka bir ismi.
  • Terennüm. Nağme, âhenk, makam.
  • Bir şiiri makam ile okuma, şarkı söyleme.
  • İran edebiyatına özgü rubai şekli. (Farsça)
  • Makam, ahenk. (Farsça)
  • Şarkı. (Farsça)
  • Şarkı söyleme, ötme.

teraneperdaz / teraneperdâz

  • Makamla şarkı söyliyen. (Farsça)

teranezen

  • Şarkı söyleyen. (Farsça)

terebbuh

  • Sarkmak, sülpük olmak.

terennüm / ترنم

  • Güzel güzel anlatma.
  • Yavaş ve güzel sesle şarkı söyleme.
  • Ötmek. Musikîleşmek.
  • Ötme, şarkı söyleme.
  • Güzel güzel anlatma, yavaş ve güzel sesle şarkı söylemek.
  • şarkı söyleme, şakıma. (Arapça)
  • Dile getirme. (Arapça)
  • Terennüm etmek: (Arapça)
  • Şarkı söylemek, şakımak. (Arapça)
  • Dile getirmek. (Arapça)

terennümat / terennümât

  • (Tekili: Terennüm) Terennümler. Güzel güzel anlatmalar.
  • Şarkı söylemeler. Ötmeler, musikîler.

terennümsaz / terennümsâz

  • Terennüm eden, şarkı söyleyen. (Farsça)

teseffül

  • Örtme.
  • Aşağı sarkma.
  • Bayağılaşma, aşağılaşma.

teznub

  • Kuyruğu tarafından olmaya başlayan hurma salkımı.
  • Tülbendin aşağı sarkan tarafı.

tuba / tûbâ

  • Kökleri yukarıda, dal ve budakları aşağıya doğru sarkan cennet ağacı.

ugniye

  • Şarkılar, ilâhiler. Teganni edilen sözler.

velvele-i gına / velvele-i gınâ

  • Şarkı bağırtısı.

zekun

  • Sivri ve sarkık enekli.

zeleme

  • Keçinin boğazı altında sarkık olan kıllar. (Müz: Ezlem. Müe: Zelmâ)

zemel

  • Bir yanı üzerine çöküp öbür yanını yukarıya kaldırarak koşmak.
  • Devenin ayağına ârız olan aksaklık.
  • Su tulumunun sarkması.

zemzeme

  • Nağme, hoş ses. Uzun uzadıya gürleyerek seslenmek. Geniz ve boğaz ile ezgili ses çıkarmak. Yavaş yavaş geniz ve boğazdan ses çıkararak türkü veya şarkı söylemek.
  • Cemaat.

zemzeme-pira / zemzeme-pirâ

  • Şarkı söyleyen, terennüm eden. (Farsça)

zenme

  • Keçinin kulağı ucunda küpe gibi sarkan kıllar.
  • Devenin kulağından kesip ilişik koydukları parça.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın