REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te rûk ifadesini içeren 333 kelime bulundu...

mesbuk / mesbûk

  • Cemâatle namaz kılınırken imâma birinci rek'atte yetişemeyen yâni ilk rek'atin rükûundan sonra imâma uyan kimse.

ab / âb / آب

  • Su. (Farsça)
  • Deniz. (Farsça)
  • Irmak (Farsça)
  • Tükürük (Farsça)
  • Özsuyu (Farsça)
  • Ter (Farsça)
  • Döl suyu (Farsça)
  • Sidik (Farsça)
  • Parlaklık (Farsça)
  • Yüzsuyu. (Farsça)
  • Letafet, hava. (Farsça)

acb

  • Kuyruk sokumu. "Us'us" denilen küçük kemik. Her şeyin kuyruk dibi ve nihâyeti. Fâtiha-i hilkat olan küçük kemik.Acb-üz zeneb diye Hadis-i Şerifte ismi geçen ve insanın kuyruk sokumundaki en küçük kemik.
  • Kuyruk sokumundaki küçük kemik.

acbü'z-zeneb

  • Kuyruk sokumundan bulunan ve insanın tekrar yaratılışında çekirdek görevini görecek olan hücre; bir tür genetik şifre.

acm

  • (Çoğulu: Ucum) Beş yaşına girmemiş deve.
  • Kuyruk dibi.
  • Isırmak.

acür

  • Kuyruk.

adab u erkan / âdâb u erkân

  • Edebler, kaideler ve rükünler. Ahlâk ve terbiye kaideleri.

ağlal / ağlâl / اغلال

  • Boyunduruklar. (Arapça)
  • Zincirler. (Arapça)

agzel

  • (Çoğulu: Uzelân-Uzul) Eğri kuyruklu at.
  • Silahsız kimse.
  • Yağmursuz bulut.

ahmed-i faruki / ahmed-i fârukî

  • (Hi. 971-1034) (İmam-ı Rabbanî) Hz. Ömer (R.A.) ahfadından olduğundan Fârukî denilmiştir. Kendisi demiştir ki: "Hakaik-i imaniyeden bir mes'elenin inkişafını, binler ezvak ve mevâcid ve kerâmata tercih ederim." Hem demiş ki: "Bütün tarikatların nokta-i müntehası hakaik-i imâniyenin vuzuh ve inkişâfı

ahmediyye

  • Evliyânın gözbebeği İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Bu yola Müceddidiyye-i Ahmediyye de denir.
  • Hindistan'da Gulam Ahmed Kâdiyânî tarafından kurulan sapık bir yol.

ahter-i dünbale-dar / ahter-i dünbâle-dar

  • Kuyruklu yıldız.

ahter-i dünbaledar / ahter-i dünbâledâr / اختر دنباله دار

  • Kuyruklu yıldız.

alelamya / alelamyâ / على العميا

  • Körükörüne.
  • Körükörüne. (Arapça)

alüvyon

  • Nehirlerin sürükleyerek taşıdığı toprak.

amediye / âmediye

  • Gümrük vergisi. (Farsça)

amel-i kalil / amel-i kalîl

  • Namaz kılarken bir rükünde bir uzuvla yapılan ve namazdan sayılmayan bir veya iki hareket.

amel-i kesir / amel-i kesîr

  • Namaz kılarken, bir rükünde namazdan sayılmayan ve bir uzuvla ardı ardına yapılan üç veya iki elin bir hareketi.

ameysel

  • Arslan.
  • Şişman, büyük deve.
  • Kaftanını yere sürüyerek gezen tembel kimse.
  • Uzun kuyruklu geyik.
  • Enli nesne.
  • Kerim, şerif nesne.

anarşizm

  • Anarşiyi istiyen tahribci bir nazariye. Anarşistlik. İnsanın insan tarafından idaresi esasına dayanan her türlü devlet, hukuk düzenlerinin adaletsiz, haksız ve zulüm olduğunu iddia eden ve devletsiz, kanunsuz, her insanın kendi başına buyruk yaşıyacağı bir düzensizlik istiyenlerin görüşü.

as

  • Sansar cinsinden siyah kuyruklu, beyaz tüylü kakum denilen bir hayvan, çok kıymetli olan postu için avlanır.

asabiyet-i kavmiye

  • Kavminin ve milletinin örf, âdet ve değerlerine körükörüne bağlılık, ırkçılık.

aşir / âşir

  • İslâm devletlerinde, şehir dışında durarak; müslüman tüccârdan o anda yanında bulunan ticâret malının zekâtını, müslüman olmayanlardan ise, gümrük denilen vergiyi toplayan me'mur.

askat

  • (Uydurukça kelimedir.)

ataraksiya

  • yun. Tesirlere (etkilere) karşılık göstermeme, durgunluk hâli.
  • (Fels.) Ruhun sükunete ulaşması, arzu ve ihtiraslardan uzak kalma. Eski çağ felsefesi, hayatın gayesi, saadet olarak duygusuzluk halini gösteriyordu. İnsan arzuları sonsuz, düşmanları sonsuzdur, (mikroptan kuyruklu yıldız

ayn harfi

  • Kur'ân-ı kerîmde Ömer-ül-Fârûk'un radıyallahü anh namaz kıldırırken, ayakta okumayı bitirip, rükû'a eğildiği yeri gösteren işâret. Ayn harfi hep âyet-i kerîmelerin sonunda bulunmaktadır.

azm-i acz

  • Tıb: Sağrı kemiği. Kuyruk sokumu kemiği.

azm-i us'us

  • Tıb: Kuyruk kemiği.

bac / bâc / باج

  • Vergi. (Farsça)
  • Kudretli hükümdarın zayıf olan hükümdardan aldığı vergi. (Farsça)
  • Eskiden halktan alınan öşür veya haraç ve gümrük vergisi. (Farsça)
  • Renk. (Farsça)
  • Çeşit. (Farsça)
  • Haraç. (Farsça)
  • Vergi. (Farsça)
  • Gümrük vergisi. (Farsça)

bahs

  • Noksanlık. Azlık. Nâkıs. Az.
  • Akarsu ile sulanmayıp yağmur suyu ile mahsül alınabilen tarla.
  • Zulüm. İşkence.
  • Uzaklık.
  • Gümrük almak.
  • Göz çıkarmak.

baj

  • Haraç. Gümrük parası. (Farsça)

baj-ban / baj-bân

  • Haraççı, gümrükçü. (Farsça)

batıl / bâtıl

  • Boş, yalan, çürük.

battal

  • İşsiz, çürük, kullanılmaz.
  • Boş. Hükümsüz.
  • İşsiz.
  • Metrûk. Kullanılmaz. olan.
  • Bâtıl. Mensuh ve mefsuh.
  • Faydasız.
  • Pek büyük. Hantal.

bayiiyye / bâyiiyye

  • Eskiden pazar kurulan yerlere gönderilen mevad ve eşyadan gümrük ihtisab vergisinin haricinde alınan ikinci vergi.

berk

  • (Çoğulu: Bürük) Göğüs, sadr.
  • Çok çöken deve.

beytutet / beytûtet

  • (Beyt. den) Gece kalma, geceleme.
  • Ayırmak, teferruk.
  • Gece baskın yapmak.

butlan / butlân

  • Batıllık, temelsizlik, çürüklük.

butul

  • Çürüklük, boşluk, beyhudelik.

buzak

  • Tükrük. (Ağızda "buzak", ağızdan çıksa "rıyk" denir.)

büzak

  • Salye, tükrük.

caka

  • (Argo) Gösteriş, çalım. Caka, mal mülk, giyim, kuşam, yahut hareket davranış yoluyla olabilir. İslâm'da gösterişin her şekli haram ve günahtır. Bugün bazı kimseler ve aileler gösteriş belâsı yüzünden maddî sıkıntılara düşmekte, israfa sürüklenmektedir. İşledikleri günahın cezasını bu dünyada da çeki

car / câr

  • Çeken, sürükleyen.
  • Komşu.
  • Medet eden, yardımcı.
  • Müşteri.

carr

  • Çeken, çekici. Sürükleyici.
  • Harf-ı cer.

ceriha

  • Yara. Çürüklük.

cezl

  • Kalın odun. Tomruk.
  • Sağlam. Metin.
  • Güzel ve muhkem fikir.
  • Rekik olmayıp doğru ve dürüst olan söz veya kelime.
  • Kâmil, dirayet sahibi, akıllı ve olgun adam.

cizl

  • (Çoğulu: Cüzul-Eczâl) Büyük odun ağacının kökü, tomruk.

cüff

  • İçi boş olan şey. Kof.
  • Dimağa işlemiş olan baş yarığı.
  • Hurma çiçeğinin kabuğu.
  • Cemaat, topluluk.
  • Yarısı kesilip kova olmuş olan çürük ve eski kırba.

çug

  • Su arkı. (Farsça)
  • Boyunduruk. (Farsça)

cünban / cünbân

  • "kımıldanan, kımıldatan, sallanan, oynayan, oynatan, hareket eden" mânâlarına gelir ve sıfatlar yapar. Dünbâle-cünbân : Kuyruk sallayan. (Farsça)

cüşre

  • Öksürük.
  • Göğüs sertliği.

daiye / dâiye

  • İnsanı bir şeye candan bağlamağa sürükleyen iç duygusu.
  • Mücib ve sebep.
  • Bâis olan husus, vakit ve zamanın bir hâleti.
  • Arzu, hırs.
  • Dava.
  • Bahane.

dakis

  • Bir kimsenin aksırdığında ağzından saçılan tükrük.

dem

  • Nefes. Soluk. (Farsça)
  • Ağız. (Farsça)
  • Nazar. (Farsça)
  • An, vakit, saat. (Farsça)
  • Koku. (Farsça)
  • Kibir, gurur. (Farsça)
  • Âli, yüksek. (Farsça)
  • Körük. (Farsça)

dereka

  • (Çoğulu: Deruk) Sığır derisinden yapılan kalkan.

dü-şah

  • Çatal ağaç. (Farsça)
  • Tomruk. (Farsça)
  • Eskiden suçlunun boynuna takılan çatal ağaç. (Farsça)

düm / دم

  • Kuyruk. (Farsça)
  • Kuyruk. (Farsça)

düm-çe

  • Kısa kuyruk, kuyrukçuk. (Farsça)

düman

  • Yemişin çürüklü olması.
  • Ekine su düşüp, kesilmek.

dümbal / dümbâl / دنبال

  • Kuyruk. (Farsça)
  • Peş, art. (Farsça)

dünb

  • Kuyruk. (Farsça)

dünbal / dünbâl / دنبال

  • Kuyruk. (Farsça)
  • Kuyruk. (Farsça)
  • Peş, art. (Farsça)

ebu eyyub-il ensari / ebu eyyub-il ensarî

  • Sahabe-yi Kiramdan olup Halid bin Zeyd-i Hazrecî diye de anılır. Hicretten sonra Peygamberimize (A.S.M.) ilk mihmandârlığı yapmış idi. Hicretin 50. yılında pir-i fâni olduğu halde teberrüken Kostantiniyye'nin fethine azimet eden İslâm ordusu ile harbe iştirak etmiş, İstanbul surları dışında şehid ol

eczal

  • (Tekili: Cizl) Ağaç kökleri, tomrukları.

efin

  • Çürük ceviz.
  • Zayıf fikirli ahmak kimse.

efsun

  • Sihir, büyü, üfürük. Sihirbazların tuzağı. Hile ile yapılan kötü işler. (Efsun İslâmiyetçe men'edilmiş ve büyük günâhlardan sayılmıştır.) (Farsça)

ekanim / ekânim

  • (Tekili: Uknum) Asıllar, rükünler, zatlar.
  • Asıllar, rükünler.

ekzeb / اكذب

  • Kuyruklu yalan. (Arapça)

emir / امر

  • Buyruk, emir. (Arapça)

emir, emr

  • Buyruk.

emr / امر

  • Emir, buyruk.
  • Buyruk; emredenin, emrolunandan bir işin yapılmasını istemesi veya bu sûretle yapılması istenen şey.
  • İş.
  • Emir, buyruk. (Arapça)
  • İş. (Arapça)

emr-i istihbabi / emr-i istihbâbî

  • Sevimli bir şeyin yapılmasını emreden buyruk.

emval-i zahire / emval-i zâhire

  • Sâime denilen hayvanlar ile bir kısım arazi mahsulâtı ve madenleri ile yer altındaki hazineler ve gümrüklere uğrayan ticaret mallarıyla, nakitler.

erde

  • Çürük nesne.

erkah

  • (Tekili: Rükh) Rükhler, sığınılacak yerler, sığınaklar, siperler.

erkan / erkân

  • (Tekili: Rükn) Rükünler. Esaslar. Temeller. İleri gelen kimseler.
  • Bir şeyin bir parçasını veya bütününü meydana getiren şeyler, esaslar. Rüknün çoğuludur.
  • Rükunlar, esaslar, direkler, üniteler, bölümler.
  • Esaslar, rükünler.

erkan-ı imaniye / erkân-ı îmâniye

  • İmanın rükünleri, şartları.

erkan-ı islamiye / erkân-ı islâmiye

  • İslâmiyetin esasları, temelleri, rükünleri. (Şehâdet getirmek, Namaz kılmak, Oruç tutmak, Zekât vermek ve Hacca gitmek.)

erkan-ı salat / erkân-ı salât

  • Namazın rükünleri.

erkan-ı seb'a / erkân-ı seb'a

  • Yedi rükün.

ermam

  • (Tekili: Rimme) Çürük kemikler.

esas

  • Temel. Kök. Rükün. şart. Hakikat ve mahiyetler.

esas-ı faside

  • Bozuk esas, çürük temel.

esasat-ı faside / esâsât-ı fâside

  • Bozuk esaslar, çürük temeller.

evamir / evâmir / اوامر

  • Emirler, buyruklar. (Arapça)

evc / اوج

  • Doruk, yüce.
  • Doruk, zirve. (Arapça)

evrak

  • (Çoğulu: Vuruk) Sivri ve uzun dişli.
  • Yüzü renkli güvercin.
  • Siyahı beyazına galip olan at ve deve. (Müe: Vürka)

eznab

  • (Tekili: Zenb) Suçlar, günahlar.
  • Kuyruklar.

ezyal / ezyâl / اذیال

  • Kuyruklar.
  • Ekler, zeyiller. (Arapça)
  • Kuyruklar. (Arapça)

falak

  • Tomruk.
  • Falaka.
  • Sabah aydınlığı.

faraklit

  • İncilde mezkur olan Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ismidir. El-Faraklit, El-Baraklit de hamdeden, hak ile bâtılı birbirinden ayıran, fâruk, hakperest mânalarına gelir.

farz

  • Bir kimseyi bir vazifeye tayin etmek veya maaş bağlamak. Bir kimsenin kendi nefsine âid iken başkasına hibe ettiği muayyen bir şey. (Bunun zıddı "karz"dır.)
  • Takdir veya beyan eylemek.
  • Bir şeyi delmek, gedik açmak.
  • Bir dâvaya mevzu ve rükün kılınan husus.
  • Addet

faside

  • Çürük, bozuk.

fayton

  • Tek körüklü, dört tekerlekli, atlı binek arabası.

felak

  • Tan zamanı, subh, fecir.
  • İki tepe arasındaki düzlük.
  • Bütün mahlukat.
  • Suçlunun ayağına vurulan tomruk, falaka.
  • Cehennem.

fenek

  • Kursak.
  • Körük yapılan şey.

feramin / feramîn

  • (Tekili: Fermân) Buyruklar, fermanlar.

ferman / fermân / فرمان / فَرْمَانْ

  • Emir, buyruk, padişah tarafından verilen yazılı emir.
  • Buyruk, emir.
  • Buyruk. (Farsça)
  • Buyruk.
  • Buyruk.

ferman-ı ahkem

  • Sağlam esaslar içeren buyruk.

ferman-ı ali / ferman-ı âli / fermân-ı âlî / فَرْمَانِ عَال۪ي

  • Yüce ferman, buyruk.
  • Yüce buyruk.

ferman-ı azam / fermân-ı âzam

  • En büyük buyruk olan Kur'ân-ı Kerim.

ferman-ı esasi / fermân-ı esasî

  • Asıl, temel ferman, buyruk.

ferman-ı ezeli / fermân-ı ezelî

  • Ezelî buyruk, hükmü belli bir zamanla kayıtlı olmayan ferman.

ferman-ı haşr

  • Haşirle ilgili ferman, buyruk.

ferman-ı kat'i / ferman-ı kat'î

  • Kesin ferman, buyruk.

ferman-ı kudsi / ferman-ı kudsî

  • Kutsal bir makamdan gelen buyruk.

ferman-ı mübin / fermân-ı mübîn

  • Hayrı ve şerri, iyiyi ve kötüyü açıklayan ve bildiren emir, buyruk.

ferman-ı nebevi / fermân-ı nebevî

  • Peygamber Efendimize (a.s.m.) ait emir ve buyruk.

ferman-ı rabbani / fermân-ı rabbânî

  • Bütün varlıkları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutan Allah'ın emir ve buyruklarının yazılı olduğu Hizbü'l-Ekber.

ferman-ı şahane / ferman-ı şâhâne

  • Şâhâne ferman, buyruk.

ferman-ı zişan / ferman-ı zîşân

  • Şan ve şeref sahibi buyruk.

fermanferma / fermânfermâ / فرمان فرما

  • Padişah. (Farsça)
  • Komutan. (Farsça)
  • Buyrukçu, buyruk veren. (Farsça)

fermayiş / fermâyiş / فرمایش

  • Buyruk. (Farsça)

fermude

  • Buyruk. Emir. Kumanda. (Farsça)

ficacen sübüla / ficacen sübülâ

  • Turuk-u vâsia, geniş yollar.

gudde-i luabiye / gudde-i luâbiye

  • Tükrük bezi.

gusa'

  • Sel köpüklerine karışmış çürük ağaç yaprakları tortusu, köpüğü.

hamme

  • (Çoğulu: Humm) Kaplıcanın sıcak suyu.
  • Kuyruk yağının kıkırdağı.
  • Kızdırmak mânasına mastar da olur.

han

  • Okuyan, okuyucu, çağıran manasına gelir. Meselâ: Duâ-hân : (Niyaz ve tazarrukârane bir tezellül ile) duâ okuyan. (Farsça)

hatt

  • Sınır. Çizgi. Hudud.
  • Yazı. El yazısı.
  • Nâme. Mektup.
  • Gençlerde yeni çıkan bıyık veya sakal.
  • Çizgi gibi uzanan belirsiz hafif yol.
  • Deniz yalısı.
  • Gemilerin hareketteki istikameti.
  • Parmağın onikide biri olan bir ölçü.
  • Ferman, buyruk

hayu

  • Salya, tükrük. (Farsça)

heybet

  • Hürmetle beraber koruk hissini veren hal. Sakınıp korkulacak hal. Azamet.

hikmet-i muzahrefe

  • Görünüşte güzel ve süslü, gerçekte içi boş ve çürük felsefe.

hirek

  • Karaman koyunundan daha küçük yapıda, yassı ve geniş kuyruklu bir koyun cinsi.

hırrik

  • (Çoğulu: Ehrak - Hurrak - Huruk) Cömerd, kerim. Zarif.

hışaş

  • Başı küçük adam.
  • Küçük başlı yılan.
  • Devenin burnuna geçirdikleri burunduruk.
  • Kuşlardan, dimağı olmayan.
  • Çuval.
  • Cânip, taraf.
  • Sinir.

hısrem

  • Koruk.
  • Bahil kimse.

hodrey / خودرای

  • Başınabuyruk. (Farsça - Arapça)

hokka / حقه

  • Mürekkep kabı. (Arapça)
  • Tükürük kabı. (Arapça)

hüka' / hükâ'

  • Öksürük.

hülb

  • Kıl fırça, kıl kalem.
  • Kalın kıl kuyruk, yele kılı.

hutbe

  • Cuma ve bayram namazlarında minberden okunan Allah'ın emir ve buyrukları.

ifsad / ifsâd / افساد

  • Bozma. (Arapça)
  • Bozgunculuk yapma. (Arapça)
  • İfsâd etmek: Bozmak, fesada sürüklemek. (Arapça)

ihbar-ı faruki / ihbar-ı fârukî

  • Hicri ikinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbânî Ahmed el-Fârukî es-Sirhindî'nin (k.s.) bildirdiği, haber verdiği kişi.

ima / îmâ

  • İşâret etme. Bir özür sebebiyle başını yere koyamayan kimsenin rükû' için biraz, secde için rükû'dan daha çok eğilmesi.

imam-ı rabbani / imam-ı rabbanî / imam-ı rabbânî

  • (Bak: Ahmed-i Farukî)
  • Ahmed-i Farûkî.

incirar

  • Bir sonuca sürüklenme, sonuçlanma.

indifai / indifaî

  • Püskürme ile alâkalı.
  • Püskürük.

iradat

  • (Tekili: İrade) İstemeler, buyruklar, iradeler, emirler, fermanlar.

irade / irâde / اراده

  • İstek. (Arapça)
  • Buyruk. (Arapça)

irkab / irkâb

  • (Rükûb. dan) Bindirme.
  • Binilecek hayvan verme.
  • Araba veya gemi gibi bir vasıtaya bindirme.

istikbal-i erkan / istikbal-i erkân

  • Rükünlere yönelmek, şartları yerine getirmek.

istiklaliyet / istiklâliyet

  • İstiklâl üzere bulunma. Hür ve müstakil olma. Başlı başına buyruk olma.

istimare

  • ing. Gümrük'e ticarî mallara değer takdiri.
  • Baha biçme.

istitba'

  • Tâbi olmayı istemek. Peşinden sürüklemek.

itmam-ı rüku / itmam-ı rükû

  • Namazda rükûyu tamamlama, tam olarak yapma.

ivedi

  • Aceleci, savruk. Çabuk.

iznab

  • Günah işleme. Günahkâr olma.
  • Kuyruk takma.

kabakulak

  • Tıb: Daha ziyade tükrük bezlerini şişiren bulaşıcı ve ateşli bir hastalık.

kaıf

  • Yeri kazıp götüren, toprağı sürükleyen yağmur.

katar

  • Birbiri arkasına dizilmiş hayvan sürüsü.
  • Bir lokomotifin sürüklediği vagonların tamamı. Tren.

kavadim

  • (Tekili: Kadime) Kuyruklar.
  • Kuşların kanatlarının ön tüyleri.

kavaid-i imaniye / kavâid-i imanîye

  • İmanın kaideleri, rükûn ve şartları.

kaveme

  • (Kavme) Namazda, rükudan kıyama kalkıp, bir kere "Sübhâne Rabbiyel Azim" diyecek kadar durmak.

kavme

  • Namaz kılarken rükûdan kalkıp uzuvlar hareketten kesildikten sonra en az bir kerre sübhânallah diyecek kadar ayakta durmak.

kehb

  • Koruk.

keşan ber keşan

  • Çeke çeke, zorla sürükleye sürükleye götürerek.

keşan keşan

  • Sürükleye sürükleye, zorla çekerek götürerek. (Farsça)

kıfve

  • Kuyruk.
  • Fuhuş sözle iftira etmek.

kimam

  • (Tekili: Kimm) Tomurcuklar.
  • Hayvan ağızlığı. Boyunduruk.

kuffe

  • (Çoğulu: Kıfâf) Pamuk sepeti.
  • İçine kumaş konan nesne.
  • Yüksek yer.
  • Kurumuş.
  • Çürük ağaç.

kulel / قلل

  • Kuleler. (Arapça)
  • Doruklar. (Arapça)

kulle / قله

  • (Çoğulu: Kulel) Doruk, dağ tepesi, zirve.
  • Kule.
  • Bazı harp gemilerinin güvertelerinde bulunan ve makine ile hareket eden ağır top.
  • Kule. (Arapça)
  • Doruk. (Arapça)

kun / kûn

  • Kuyruk sokumu bölgesi. Arka, mak'ad, kıç.

künde

  • Suçlu bir kimsenin ayaklarına geçirilen tomruk. (Farsça)
  • Kalın ve yüksek ağaç. (Farsça)

kunut duası / kunût duâsı

  • İtâat etme, ibâdet. Hanefî mezhebinde, vitir namazının üçüncü rek'atinde zamm-ı sûre okunduktan sonra; Şafiî mezhebinde, sabah namazının farzının ikinci rek'atinde rükûdan kalktıktan sonra ve Ramazân-ı şerîf ayının yarısından sonra vitir namazının üç üncü rek'atinde rükûdan kalktıktan sonra okunan d

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

lando

  • Üstü önden ve arkadan açılıp kapanır, körüklü, geniş araba nevilerinden biridir. Halk arasında "Landon" şeklinde telâffuz edilen bu araba, fayton ve kupalara nazaran daha ağır ve gösterişli idi. (Fransızca)

lekm

  • Yumrukla vurmak.

litlit

  • Kokar çürük diş.
  • Yaşlı kadın.

lüab

  • (Liâb) Salya. Tükrük. Hazmolmamış, ağızdan geri gelen gıda.

lüab-alud / lüab-âlud / lüab-âlûd

  • Salya, tükrük karışık.
  • Tükrükle karışık.

lüabi / lüabî

  • Tükrük ve salya ile alâkalı.
  • Salya gibi yapışkan.

mağlata ve safsataya düşürme

  • Yanlış ve saçmalığa sürükleme.

magrukin / magrukîn

  • (Tekili: Mağruk) Suda Boğulanlar.

masliye

  • Tarhana çorbası.
  • Koruk aşı.

mecrur / mecrûr

  • Sürüklenmiş.
  • Gr: Başında harf-i cer bulunan kelime. İzafet halinde son kelime. Cerr'li okunan kelime. (i, ı diye okunan kelime, yani esreli)
  • çekilmiş, sürüklenmiş, sonu kesre olan isim.
  • Çekilen, sürüklenen; gr. başına geldiği câr harfiyle önündeki fiilin mânâsı kendine bağlanan ve daima esreli okunan kelime.

mehcur

  • (Hicr. den) Uzaklaşmış, uzakta kalmış, ayrı düşmüş. Bırakılmış, metruk, unutulmuş, gayr-i müstâmel.
  • Saçma sapan, hezeyan. Amel edilmeyen. Kullanılmaz olmuş. Ayrılmış.

mehcuriyet

  • Uzaklık, ayrılık.
  • Bırakılıp unutulma, metrukiyet.

mektubat-ı rabbani / mektûbât-ı rabbânî

  • Büyük âlim ve velî İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî hazretlerinin îmân, îtikâd ve tasavvuf bilgilerini öğreten mektublarından meydana gelen pek kıymetli kitab.

menafih

  • (Tekili: Minfâh) Körükler.

menasik-ül hac

  • Hacı olmak için Mekke-i Mükerreme'ye gidenlerin Kâbe'yi ziyaret etme, Arafat'ta vakfeye durma, kurban kesme, ihram giyme, muayyen bir yerden bir yere kadar yürüme gibi yapılan ibadet rükünleri.

merg

  • Tükrük.
  • Salya.

merkub

  • (Rükub. dan) Üzerine binilmiş, bindirilmiş.
  • Üzerine binilen hayvan veya nakil vasıtası.

merve

  • Mekke-i Mükerreme'de bir tepenin adı olup hacılar, Merve ile Safâ arasında yedi def'a gidip gelirler. Bu, haccın rükünlerindendir. Bu gidip gelmeye "sa'y" denir.

metruk

  • Terkedilmiş, bırakılmış, kullanılmaktan vazgeçilmiş, metruk hadis; amel edilmeyecek derecede zayıf.

metrukat

  • (Tekili: Metruk) Bırakılan şeyler, metruklar, miraslar.

metrukiyet / metrûkiyet

  • Metrûkiyete uğramak: Terkedilmek, metruk bırakılmak.

minfah

  • (Çoğulu: Menâfih) Körük.

mubassır

  • Gözetici, bekleyici, bakıcı.
  • Eskiden gümrüklerde muhafaza memuru ve mektebte talebenin inzibatına bakan memur.

mücac

  • Ağızdan atılan tükrük.

müceddid-i elf-i sani / müceddid-i elf-i sâni

  • "İkinci bin senesinin müceddidi" demek olan bu tabir, İmam-ı Rabbani Ahmed-i Farukî Hazretlerinin nâmıdır.

muhallefat

  • (Tekili: Muhallefe) Ölen bir kimsenin bıraktığı şeyler. Metrukât.

mülga

  • İlga edilmiş. Kaldırılmış. Metruk ve lağvedilmiş şey. Terkedilmiş.

müncer / مُنْجَرْ

  • Nihâyet bulmak.
  • Bir tarafa çekilmek.
  • Sürüklenme.
  • Sona eren, neticelenen.
  • Sürüklenen, sonuçlanan.
  • Bir tarafa doğru çekilip sürüklenen, sona eren.

müncer olan

  • Götürme, sürükleyip dayanma.

murakka'

  • (Ruk'a. dan) Yamalı, yamanmış.

mürekkeb

  • (Rükub. dan) Terkib edilmiş, bir kaç maddeden yapılmış.
  • Yazı yazmaya mahsus boya terkibi.
  • Karışmış, muhtelit.
  • Bitecek yer, münbit.
  • Asıl, esas.

mürekkib

  • (Rükub. dan) Terkib eden. Bir birleşiği meydana getiren.

mürevvic-üş-şeria / mürevvic-üş-şerîa

  • İnsanları dînin emirlerine uymaya teşvîk eden mânâsında Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî hazretlerinin üçüncü oğlu Muhammed Ubeydullah Serhendî'nin lakabı.

mürtekıb

  • (Rükub. dan) Bekleyen, gözleyen, uman.
  • Göz hapsine alan.

mürtekib

  • (Rukub. dan) İrtikab eden, kötü iş yapan.
  • Rüşvet alan ve yiyen.

muska

  • Şifâ âyet ve duâlarının yazılı olduğu, dürülüp bağlanmış rukye.

müsnedün ileyh

  • Özne, fail. Edebiyatta sözün birinci rüknüne denir. Kendine isnad edilen. (Nahivde buna mübtedâ denir)

muşt

  • Avuç. Yumruk. (Farsça)

müşt

  • Yumruk. (Farsça)
  • Avuç. (Farsça)

muşt / مشت

  • Yumruk. (Farsça)
  • Avuç. (Farsça)

müşt / مشت

  • Yumruk. (Farsça)
  • Avuç. (Farsça)

muşta

  • Yumruk. Kunduracıların deriyi inceltmek için kullandıkları mâdeni top.

müşte

  • Yumruk, muşta. (Farsça)
  • Birine vurmak için ele veya parmaklara geçirilen demirden yapılmış âlet. (Farsça)
  • Kunduracıların deriyi vurarak inceltmekte kullandıkları maden tokmak. (Farsça)

muştzen

  • Yumruk vuran. Boksör, yumrukçu. (Farsça)

müştzen

  • Yumruk vuran, boksör. (Farsça)

mutaassıbane

  • (Asab. dan) Mutaassıbca. Mutaassıba yakışır şekilde. Körükörüne.

mütearrık

  • Terleyen, taarruk eden.

müteassıbane

  • Taassup gösterircesine, körükörüne.

müteberrik

  • (Bereket. den) Mübarek sayılan, teberrük eden, uğurlu.

müteharrık

  • Yırtılan, taharruk eden.

mütelakim

  • Birbirine yumruk atan, telâküm eden.

müterakib

  • (Rükub. dan) Kiremit gibi birbiri üstüne binmiş olan.

müterakkıb

  • (Rükub. dan) Gözleyen, bekleyen.

müterekkib

  • (Rükub. dan) Birleşmiş, terekküb etmiş.

müzal

  • Ek, ilâve, zeyl.
  • Etek, kuyruk.
  • Hor ve hakir.

nagl

  • Çürük sahtiyan.

nahnaha

  • Hırıltı ile soluma.
  • Öksürük.

namaz

  • İslâmın beş şartından birisidir. (Farsça)
  • Duâ. (Farsça)
  • Zikir. (Farsça)
  • Kur'an. (Farsça)
  • Kunut. (Farsça)
  • Rüku. (Farsça)
  • Salât. (Farsça)
  • Şükür. (Farsça)
  • Tesbih. (Farsça)
  • Secde. (Farsça)
  • Hamd. (Farsça)

neffas

  • Sihir yapan, üfüren, üfürükçü.

nefh

  • Üflemek, şişmek, üfürük.
  • Kaba kuşluk vaktine varmak.

nefha

  • Esme, esinti, üfürük.
  • Üfürmek. Üfürük.
  • Şişmek.
  • Kabarık olan.

nefs-i natıka / nefs-i nâtıka

  • İnsanı hep kötülük ve aşağılık işler yapmaya sürükleyen nefs. Nefs-i emmâre.

nefşele

  • Yürüken toprağı ayağıyla tozutmak.

nefsiemmare / nefsiemmâre

  • İnsanı kötülüğe sürükleyen nefis.

nevadir haberler / nevâdir haberler

  • Hanefî mezhebi imâmlarından İmâm-ı Muhammed'in (El-Keysâniyyât), (El-Hârûniyyât), (El-Cürcâniyyât), (Er-Rukıyyât) adındaki kitablarıyla bildirilen din bilgileri, haberler.

nühame

  • Tükrük.

nümruka

  • (Bak: NÜMRUK)

paderhava

  • (Pâ-der-hava) Ayağı havada. (Farsça)
  • Mc: Temelsiz, çürük. (Farsça)

pay-der-hava

  • Ayağı havada. (Farsça)
  • Mc: Temelsiz, çürük. (Farsça)

puside

  • Çürümüş, paslanıp çürümüş, çürük. (Farsça)

rabbena lekel hamd / rabbenâ lekel hamd

  • "Ey Rabbimiz sana hamd olsun" mânâsına namazda rükûdan doğrulunca okunması sünnet olan söz.

raki'

  • Rüku' eden. Huzur-u İlâhîde eğilen.

rakian

  • Rüku' ederek, huzur-u İlâhîde eğilerek. Rüku' etmek suretiyle.

rakiane

  • Rüku' eder gibi. Eğilerek. (Farsça)

rakşa'

  • (Çoğulu: Rukaşâ) Alaca yılan.
  • Süslü kadın.

re's ve zeneb

  • Baş ve kuyruk.

refiz

  • (Rafz. dan) Atılmış, bırakılmış, terkedilmiş. Metruk.

rek'at

  • (Rik'ât) Huzur-u İlâhîde beli eğip yüzü üzeri kapanmak.
  • Bir kıyam, bir rüku' ve iki secdeden ibaret olan namazın bir rüknü.
  • Namazın bölümlerinden her biri; bir namazda kıyâm, rükû ve iki secdenin toplamı.

rekat / rekât

  • Namazda bir kıyam, bir rüku' ve iki secdeden oluşan bölüm.

rekve

  • (Çoğulu: Rukâ-Rekavât) İbrik.

remim

  • Kemiğin çürümesi. Çürük. (Farsça)

resm-i gümrük

  • Gümrük vergisi.

rikab

  • (Tekili: Rakabe) Boyunduruk altında olanlar. Kullar, köleler.
  • Boyun, ense kökü.

rud-averd

  • Nehir sularının akarlarken etraftan sürükleyip getirdikleri ağaç, dal gibi şeyler. (Farsça)

ruk'a

  • (Çoğulu: Rıka'-Ruka') Kısa mektub.
  • Üzerine yazı yazılan kâğıt veya deri parçası.
  • Dilekçe.
  • Yama.

rükbe

  • (Çoğulu: Rükeb-Rükebât) Diz. Dizkapağı.

rükeb

  • (Tekili: Rükbe) Dizler, dizkapakları.

rükn

  • Rükün, direk, sütun.

rükn-ü mühim

  • Mühim bir rükün, esas, önemli şart.

rükün

  • (Bak: Rükn)

rukye

  • (Çoğulu: Rukâ) Duâ, efsun.
  • Afsun, büyücü ve üfürükçülerin okuduğu şeyler, nefes, üfürük, okuyup üfleme.

rüsum

  • Resimler, şekiller. Âdetler. Vergiler, gümrükler, gümrük vergisi.
  • Merasim, usûl.

rüsumat / rüsûmat / رسومات

  • (Tekili: Rüsüm) Gümrük idâresi.
  • Gümrük idaresi. (Arapça)

sa'vat

  • (Tekili: Sa've) Kuyruk sallıyan kuşlar.

sa've

  • (Çoğulu: Sa'vât) Kuyruk sallıyan kuş.

şaha

  • Boyunduruk. (Farsça)

sahih

  • Fık: Rükünleri ve şartları tamam olan herhangi bir ibâdet ve muâmele.
  • Hâlis, kusursuz, şüphesiz.
  • Edb: Gerek söz bakımından ve gerek mânâca noksanları bulunmayan ifade.
  • Gr: Kelimenin kök harfleri (Huruf-u asliye) : 1- Hemzeden; 2- İki aynı harf yanyana geldiği zaman, y

şahik / şâhik

  • Yüksek, doruk.

şahika / şâhika / شاهقه / شَاهِقَه

  • Yüksek, doruk, zirve.
  • Doruk. (Arapça)
  • Zirve, doruk.

saik

  • Dürten, sevkeden, sürükleyen, götüren.
  • Sebep.

saika

  • Sürükleyen, sevkeden, götüren hal, sebep.

şap

  • (Şep) Kim: Antiseptik bir cisim olup alüminyum ve potasyum sulfatından mürekkep, tadı buruk ve suda tuz gibi erir bir cisim.
  • Hayvanların ağız ve ayaklarında görülen ateşli, salgın bir hastalık ismi.

seb'a-i meşhure

  • Altı iman rüknü ile beraber İslâmiyetin esası olan ibadet hakikati.

sebtel

  • Çürük yumurta.

secde

  • Allah'ın (C.C.) huzurunda yere kapanış. İbadet ve Allah'a (C.C.) memnuniyetini ve itaatini bildirmek veya şükretmek için yere kapanarak alın, burun ucu, eller, dizler ve ayak uçları yere gelecek şekilde yapılan en büyük tazim ifade eden hareket. Namazın bir rüknü.

şehreka

  • (Çoğulu: Şühruk-Şührûk-Şührîk) Çıkrık.

şehvet-i medeniye

  • Modern çağın, insanları içine sürüklediği şehvet tuzağı.

semavi fermanlar / semavî fermanlar

  • Vahiyle gelen emir ve buyruklar.

semi'allahü limen hamideh

  • "Allahü teâlâ, hamd ve senâ eden kimsenin hamd, şükür ve senâsını (övgüsünü) işitir" mânâsına rükûdan kalkarken (doğrulurken) söylenen söz (tesbih).

sener

  • (Çoğulu: Senânir) Kedi.
  • Ulu kişi.
  • Boğaz kemiği.
  • Kuyruk sokumu.

seramac

  • Boyunduruk. (Farsça)

sermedi ferman / sermedî ferman

  • Sürekli, dâimi buyruk.

şerze

  • Kuduruk, kudurmuş. (Farsça)

şevahık / şevâhık

  • Doruklar.

sevm

  • Satılık bir şeye kıymet takdir etme, paha biçme.
  • Su-i kasd. Zulüm ve minnete giriftar etmek. Derde sokmak.
  • Dağlamak.
  • Başına buyruk olup istediği yere gitmek.
  • Kuş havada dolaşmak.
  • Satışa arzetmek.
  • Satın almak istemek.
  • Fâide yetiştirmek.<

sifar

  • Deveye burunduruk yapılan demir.
  • Sefer. Islâh, düzeltme.
  • Misafirlik.

şirak

  • (Çoğulu: Şürük) Nalbant kayışı.

sual

  • Öksürük.

süal

  • Öksürük.

sübhane rabbiyel-azim / sübhâne rabbiyel-azîm

  • "Büyük olan Rabbimi tesbih ve tenzih ederim" mânâsına rükû'da söylenen tesbih.

sürfe / سرفه

  • Öksürük. (Farsça)
  • Öksürük. (Farsça)

sütun

  • Direk, amud, rükün. Silindir biçiminde destek. (Farsça)
  • Gazete veya kitap sahifelerinde yukarıdan aşağıya olan bölünmüş kısımlardan herbiri. Kolon. (Farsça)

ta'dil-i erkan / ta'dil-i erkân / ta'dîl-i erkân

  • Fık: Namazın bütün rükünleri, esaslarını usulüne uygunca yerine getirerek ve namazın tertib ve düzeninin hakkını vererek kılmak. Meselâ : "Secdeyi sükunetle yerine getirmek ve iki secde arasında "Sübhânallah" diyecek kadar doğrularak oturmak. Kıyamda ve rüku'dan sonraki kıyamda sükunet üzere olmak v
  • Namazda rükûda, secdelerde, kavmede (rükûdan kalktıktan sonra ayakta durmada) ve celsede (iki secde arasında oturmada) her âzâ hareketsiz olduktan sonra bir miktar durmak.

taassub

  • Aşırı derecede, körükörüne bağlılık.

taassub-u dini / taassub-u dinî

  • Dine şiddetle bağlılık, körükörüne bağlılık.

tabiiyyet / tâbiiyyet / تابعيت

  • Uyruk. (Arapça)

tadil-i erkan / tâdil-i erkân

  • Namazı şartlarına uygun şekilde kılma ve rüku ve secde gibi temel esasların arasında biraz bekleme.

taharrük

  • (Bak: Teharrük)

teb'a

  • Uyruk, bir idarecinin yönettiği halk.

tebaa / تبعه

  • Uyruk, uyanlar.
  • Uyruk, teba. (Arapça)

tebaiyyet / تبعيت

  • Uyrukluk. (Arapça)

tebe'a / تبعه

  • Tebalar, uyruklar. (Arapça)

tecbiye

  • Rüku eder gibi eğilip durmak.

tedbic

  • Rükuda başı çok eğme.

tedbih

  • Rükuda başını çok aşağı eğmek.

tefsik

  • (Fısk. dan) Fısk ve fücura sürükleme. Birisine fâsık, kabahatli, günahkâr demek.
  • Günaha sürükleme.

tekbir-i zevaid / tekbîr-i zevâid

  • Bayram namazlarında birinci rek'atte Sübhâneke'den sonra üç, ikinci rek'atte zamm-ı sûreyi okuyup rükûa gitmeden önce de üç kerre olmak üzere alınan altı vâcib tekbir. Zevâid tekbiri.

telaküm

  • Yumruklaşma. Boks.

tenahnuh

  • Öksürerek boğazını açmak, öksürmek. Öhö öhö demek.
  • Fık: Zaruret olmasa bu öksürük namazı bozar.

tenkih-ül menat

  • Menatın, yani illetin ayıklanması. Usul-ü Fıkhın kıyas bahsine ait bir ıstılahtır. Kıyasın dört rüknünden biri olan illetin, diğer benzeri hususiyetlerden ayıklanmasıdır. Şöyle ki: Şâri (Allah C.C.) bir hükmü bir sebebe bina eder. Fakat o illetle beraber hükme te'siri olmayan birçok özellikler de bu

tercüman-ı evamir / tercüman-ı evâmir

  • Emir ve buyrukların tercümanı.

terekkün

  • (Rükn. den) Rükünleşme, erkân sırasına geçme, erkândan olma.
  • Mânen kuvvet bulma.

teverruk

  • (Çoğulu: Teverrukat) (Varak. dan) Yapraklanma.

teyemmün

  • Uğur sayma. Bir şeyle teberrük eylemek. Bir şeyi mesut ve uğurlu saymak.
  • Ölüyü kabirde sağ yanına yatırmak.
  • "Ben Yemenliyim" demek.

tezahür

  • Meydana çıkma, belirme, görünme. Gösteriş.
  • Birbirini korumak, birbirine arka olmak.
  • Arkalaşmak; yâni birbirine yardım etmek.
  • Avretine zıhar etmek, yani zevcesinin arkasını validesinin arkasına teşbih ederek "zuhruki kezuhri ümmî" demek.

tezennüb

  • Kuyruk sallandırmak.

teznib

  • Bir şeye ilâve, ek, zeyl takma, yazmak. Zeyl ve ilâve. Kuyruk takmak.

tufu / tufû / تفو

  • Tükrük (Farsça)
  • Tüh! (Farsça)

tumaninet / tumânînet

  • Namaz kılarken rükû' ve secdelerde ve kavmede (rükû'dan kalktıktan sonra ayakta durmakta) ve celsede (iki secde arasında oturmada) bütün âzânın (uzuvların) hareketsiz kalması. Sübhânallah diyecek kadar bir miktar durması ise, ta'dîl-i erkândır.

ufunet

  • Çıban veya yaranın çürüyüp fena kokması.
  • İltihab.
  • Her hangi bir maddenin çürümesinden hasıl olan pis koku, çürük kokusu.
  • Sıkıntı veren manevî ağırlık.

ukad-ı hayatiye

  • Can alıcı noktalar, hayat düğümleri. Bir şeyi meydana getiren aslî rükünler.

ukve

  • Kuyruk dibi.

ulü'l-emr

  • Emir sahipleri, buyruk sahipleri, kadılar, idareciler, yöneticiler.

umur-u batıla / umur-u bâtıla

  • Bâtıl şeyler, çürük fikirler.

urvet-ül-vüska / urvet-ül-vüskâ

  • Tutunulacak en sağlam kulp.
  • İslâmiyet veya Kur'ân-ı kerîm.
  • Dinde güvenilir, kendisine uyulacak büyük âlim mânâsına, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin üçüncü oğlu olan Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî'nin lakabı.

us'us

  • Kuyruk sokumu.

üskun

  • Koruk halinde hurma salkımı.

uzeyza'

  • Kuyruk kemiği.

vahdaniyet fermanı / vahdâniyet fermanı

  • Allah'ın bir ve benzersiz olduğunu ve ortağının bulunmadığını ilân eden buyruk.

varik

  • (Çoğulu: Vürük) Süs için palanın önüne geçirip astıkları saçaklı kıvrımlı esvap.
  • Nakışlı kumaştan yapılmış saçaklı palan ve eyer örtüsü.

vesvas

  • Müvesvis. Vesveseye sürükleyen şeytan. Nefsin zihinde ilka eylediği dağdağa ve fitne. Avcının ve köpeklerin gizli sesi.
  • Şüphe ve vesveseye sürükleyen.

yug

  • Boyunduruk. (Farsça)

yuğ / yûğ / یوغ

  • Boyunduruk. (Farsça)

zayil

  • Uzun etekli gömlek.
  • Uzun kuyruklu at. (Müe: Zâyile)

zeneb / ذنب

  • Kuyruk.
  • Kuyruk.
  • Kuyruk. (Arapça)

zeyyal

  • Kuyruklu.
  • Uzun etekli.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın