REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te pîş ifadesini içeren 675 kelime bulundu...

ma-icari / mâ-icârî

  • Akar su. Devamlı akmakta olan ve üzerinde herhangi bir pisliğin durması mümkün olmayan çay, dere, ırmak, nehir veya yer altından çıkarılan artezyen suları. Bir saman çöpünü götüren su, akar su sayılır.

ab-kur

  • Lâğım çukuru. Pisliğin aktığı yol ve delik. (Farsça)

abak

  • İcab etmek. Lâzım olmak.
  • Yapışmak.

abakiye

  • Lâzım olmak.
  • Yapışmak.
  • Zahmet.

abkame

  • Anadolunun bazı doğu illerinde ve Bağdat'da yapılan, turşu veya salataya benzer bir çeşit yiyecek maddesi. (Farsça)
  • Ekşi hamurdan pişirilerek sirkeye konulan ve turşu olarak kullanılan bir gıda maddesi. (Farsça)

acin

  • Rengi ve tadı değişmiş pis su.

ağda

  • Bir kapta karıştırılıp pişirilerek koyulaşmış ve lüzucet kazanmış her nevi şeker vesaire.

ah

  • Maddi veya mânevi bir acı hissolundukta kullanılır.
  • Nedamet, pişmanlık ve teessüf beyan eder.
  • Birine acındığına, keder ve esef edildiğine delalet eder. Meselâ : Ah! Evladım! gibi.

ahbas

  • (Tekili: Habs) Su bentleri, havuzlar.
  • Hapisler, zindanlar.
  • Gayr-ı meşru vakıf yerler.

ahbes

  • Pek çok pis, daha murdar. En habis, berbad.

akıs / âkıs

  • Pis kokulu.

akis

  • (Aks) Bir şeyin zıddı, simetriği, tersi.
  • Hareketli bir cismin hareketinin tersine dönmesi.
  • Bir şeyin evvelinin âhirine, âhirinin evveline dönmesi.
  • Çarpışma, çarpıp geri dönme.
  • Mantıkta: Bir düşünme ve akıl yürütme şekli; bir iddianın konusunu yüklem, yüklemini

akl-ı sakim / akl-ı sakîm

  • Kısa görüşlü akıl. Düşündükleri şeylerde ve yaptıkları işlerde yanılan ve çok kere pişmanlığa sebeb olan akıl.

alak

  • Kan. Kızıl veya koyu ve uyuşuk kan.
  • Yapışkan veya ilişken nesne.
  • Hayvanat.
  • Bir işe mülâzemet eylemek.
  • Husumet-i lâzime veya muhabbet-i lâzime. Aşk ve muhabbet eylemek. Bir işe başlayıp o işe devamlı olmak.
  • Bir şeye ilişip tutulmak.
  • Yapışkan, ba

alaka

  • "Alak"dan yapışkan sıvı, embriyo.

aleka

  • (Çoğulu: Alekat) Yapışkan balçık, çamur.
  • Kan pıhtısı.
  • Uyuşmuş kan.
  • Sülük.

alem-i ruhani / âlem-i ruhanî

  • Maddî yapısı olmayan ve gözle görülemeyen ruh âlemi.

anatomi

  • Canlıların yapısını ve bu yapıyı meydana getiren uzuvları inceleyen ilim dalı. Tıbtaki önemi çok büyüktür.

ane / âne

  • Bir aşiretin bütünlüğü veya işleri veya şerefi.
  • Dişi ve yabani eşek.
  • Yabani eşek sürüsü.
  • Cedi (keçi) burcundan bir kısım yıldızlar.
  • Kasık kılı.
  • Apış arası, kasık.

ari / ârî

  • Pâk, pislikten uzak.
  • Hür.

arız / ârız

  • Sonradan olan şey. Bir şeyin zâtına ve hakikatına ait ve lâzım olmayıp başka bir varlıktan bazan vâki ve kaim olan. Takılan. Yapışan.
  • Bir şeyi arz ve takdim edici olan.
  • Kalın ve geniş bulut.
  • Ön dişlerin haricindeki onaltı dişin herbiri.
  • İnsanın yanağı.
  • Gelip çatan, bulaşan, yapışan.

arman

  • Hasret, özleyiş, özleme. (Farsça)
  • Nedâmet, pişman olma. (Farsça)
  • Eseflenme, teessüf. (Farsça)
  • Sıkıntı, rahatsızlık, zahmet. (Farsça)

armani / armanî

  • Müteessif, kederli, üzüntülü. Pişman, nâdim. (Farsça)

  • Muharrem ayında pişirilen aşure. (Farsça)
  • Yemek, taam. (Farsça)

aşevi

  • Yoksullara parasız olarak yemek yedirilen veya dağıtılan yer, aşhane.
  • Para ile yemek yenilen yer, lokanta.
  • Düğün gibi toplantılarda, yemekleri hazırlamak için iğreti mutfak olarak kullanılan yer.
  • Bazı tekkelerde yemek pişirilen yer.

asib / âsib

  • Musibet, belâ, âfet, felâket. (Farsça)
  • Çarpışma. (Farsça)

asin / âsin

  • Pis kokulu. Bozulup kokan su.

aşiret / aşîret

  • Dil ve kültürü büyük ölçüde aynı türden olan, birçok boydan oluşan, yapısındaki aileler arasında sosyal, ekonomi, din, kan veya evlilik bağları bulunan göçebe veya yerleşik nitelikteki topluluk; oymak.

aşure / âşure

  • Bir çok meyve ve hububat karıştırılarak pişirilen tatlı; derleme, karışık.

atba'

  • En pis.

avrupa medeniyet-i habise kısmı

  • Avrupa medeniyetinin çirkin, pis kısmı.

bab-ı alem / bâb-ı âlem

  • Âlemin kapısı. Herkesin girip çıktığı yer.
  • Âlemin kapısı.

bab-ı bekà / bâb-ı bekà

  • Sonsuzluk kapısı.

bab-ı cibril / bâb-ı cibrîl

  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Medîne-i münevverede yaptırdığı mescidinin doğu tarafındaki kıbleye yakın olan kapısı. Bu kapıya, hazret-i Osman'ın evinin karşısında bulunması sebebiyle Bâb-ı Osmân; Resûlullah efendimiz hazret-i Osm an'ın evini ziyâret etmek üzere bu kapıdan girip

bab-ı feyz

  • Bereket kapısı.

bab-ı fitne

  • Fitne kapısı.

bab-ı hükümet / bâb-ı hükümet

  • Hükümet dairesi, hükümet kapısı.

bab-ı hümayun / bâb-ı hümayun

  • Topkapı Sarayı'nın ilk kapısı.

bab-ı rahmet / bâb-ı rahmet

  • İlâhî şefkat ve merhamet kapısı.

bab-ı saadet / bâb-ı saadet

  • Saadet kapısı.
  • Sultanın sarayı.
  • İstanbul şehri.

bab-ı seraskeri / bâb-ı seraskerî / بَابِ سَرْعَسْكَر۪ي

  • Serasker kapısı. Eski Milli Müdafaa Vekâleti. Milli Savunma Bakanlığı. Şimdiki İstanbul Üniversitesi'nin kapısı.
  • Savunma Bakanlığı kapısı.

bab-ı şerif / bâb-ı şerîf

  • Konya'da bulunan Mevlana türbesinin kapısı.

bab-ür-rahme / bâb-ür-rahme

  • Rahmet kapısı. Medîne-i münevverede Peygamber efendimizin yaptırdığı mescidin batı duvarındaki iki kapıdan biri. Bâb-ül-Âtike ve Bâb-üs-Sûk diye de bilinir.

bab-üs-selam / bâb-üs-selâm

  • Mekke-i mükerremede bulunan Mescid-i Haram'ın doğu tarafına açılan kapı. Bâb-ı Şeybe de denir.
  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Medîne-i münevverede yaptırdığı Mescid-i Nebî'nin batı duvarında kıbleye yakın olan kapısı. Bâb-ı Mervân diye de bilinen bu kapı, Mescid-i

bab-üt-tevessül / bâb-üt-tevessül

  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Medîne-i münevverede yaptırdığı mescidin kuzeye açılan kapısı. Bu kapı Osmanlı sultanlarından Abdülmecîd Han tarafından yeniden yaptırıldığından Bâb-ı Mecîdî diye de bilinir.

banyol

  • Bu kelime; zindan, hapishâne mânâlarında kullanılırdı. Buraya katiller, hırsızlar ve beylik esirlerin satışa yaramıyanları konurdu.

baz-geşt

  • Geri dönme. (Farsça)
  • Pişmanlık, pişman olma, nedamet. (Farsça)
  • Gerileme. Çöküş. (Farsça)

bed-bu

  • Fena kokulu, pis kokan. (Farsça)

bed-zeban

  • Kötü söz söyliyen, hicveden. Ağzı pis, ağzı bozuk. (Farsça)
  • Kötü dil. (Farsça)

behet

  • Sütlaç. Süt lapası. (Farsça)
  • Pirinç unu ile pişirilen ve Me'muniye adı verilen helva. (Farsça)

belsek

  • Elbise değdiğinde yapışıp ayrılmayan bir ot.

berbad / berbâd / برباد

  • Harap, pis, fena, kirli.
  • Mahvolmuş. (Farsça)
  • Kötü, pis, berbat. (Farsça)

berdis

  • Habis kişi, pis kimse.

bericen

  • İçerisinde ekmek pişirilen ocak veya fırın. (Farsça)

bervar

  • Sayfiye. (Farsça)
  • Havadar köşk, mesken. (Farsça)
  • Evin küçük, arka kapısı. (Farsça)

betik

  • Kat'etmek, kesmek.
  • Yapışıp bir şeyi çekmek.

betk

  • Kesmek, kat'etmek.
  • Yapışıp bir şeyi çekmek.

bevvab-ı mi'de

  • Mide kapısı.

biyoloji

  • yun. Canlı varlıkları inceliyen ilim. Hayvanları inceleyen bölümüne zooloji; bitkileri inceleyen bölümüne botanik denir. Biyoloji, incelediği konulara göre çeşitli isimler alır. Canlının dış yapısını inceleyen: Morfoloji; dokuları inceleyen; histoloji canlıların büyüyüp gelişmelerini: embriyoloji; h

buharat-ı müzahrefe

  • Pis, zararlı buharlar, gazlar.

buhtec

  • Pişmiş.

bünyan / bünyân

  • Yapı, bina, bir şeyin yapısı.

bünye

  • Yapı; insanın maddi ve mânevî yapısı.
  • Bir şeyin vücut yapısı. Vücut, beden. Fıtrat.
  • Şekil, tarz, sûret.

bünye-i kur'aniye / bünye-i kur'âniye

  • Kur'ân'ın yapısı.

bürhun

  • Duvar. Kemer. (Farsça)
  • Çember, daire. (Farsça)
  • Hâne, ev ve kale kapısı. (Farsça)
  • Mâni, engel, çit. Avlu. (Farsça)

ca'cere

  • (Çoğulu: Ceâcir) Hamurdan çeşitli şekiller yapıp, pekmez içinde pişirip yerler.

ca'mus

  • (Çoğulu: Ceâmis) Pis, necis.

ca'r

  • Yırtıcı kuşların pisliği.

ca's

  • Pis, necis.

caselik

  • Katolik. Başpiskopos, başpapaz, büyük papaz, patrik.

cediyye

  • (Çoğulu: Cedâyâ) Gövdeye yapışan kan.

celle

  • Deve ve koyun tersi.
  • Az olarak insan pisliğinden kinâye olur.

cenabet / cenâbet / جنابت

  • Pis. Gusletmesi lâzım gelen kimse.
  • Uzaklık.
  • Pis, murdar. (Arapça)
  • Cünüplük hali. (Arapça)

ceneb

  • Susuzluktan böğrü ciğere yapışmak.

ceres

  • Çan.
  • Zindan, hapis yeri.
  • Hayvanın boynuna asılan çıngırak.

çeres

  • Zindan, hapishane. (Farsça)
  • Zulüm, işkence. (Farsça)
  • Mer'a, otlak. (Farsça)
  • Üzüm teknesi. (Farsça)

cesed-i misali / cesed-i misalî

  • Maddi yapısı olmayan vücut, misalî beden.

cess

  • Araştırma, tahkik etme, soruşturma.
  • El ile yoklama.
  • Yapışmak.

cezalet

  • Rekâketsiz ifade.
  • Güzellik.
  • Müdebbirlik, akıllılık.
  • Azim, büyük.
  • Edb: Kelimeler, ince veya sert söylenişlerine göre; elfâz-ı cezle veya elfâz-ı rakika diye ikiye ayrılır. Elfâz-ı cezle: Söylenişte tatlılığı bulunan veya heybet, ululuk, çarpışma, korkutma, yıld

çilehane / çilehâne

  • Çile yeri; yalnız başına kalınan ve çile içinde ibadet edilen yer; hapishane.

çirk

  • Kir, pas, pislik, murdarlık, necaset.
  • Yarada olan irin ve kan.

çirk-ab / çirk-âb

  • Pis su. (Farsça)

çirkab / çirkâb / چرک آب

  • Çirkin su, pis su, çirkef, bataklık.
  • Pis su. (Farsça)

çirkaf / çirkâf

  • Çirkef. Pis su. Pis. (Farsça)
  • Terbiyesiz. Edebsiz. (Farsça)

çirkef

  • Pis su.

cirm-i şems

  • Güneşin temel yapısı.

cu'mus

  • Pis, necis.

cübcübiyye

  • İşkembe yemeği. (Onu pişirip satana işkembeci mânâsına "cübcübî" derler.)

cümle kapısı

  • Sarayın büyük kapısı.
  • Dış kapı.

dabb

  • (Çoğulu: Dıbâb-Edubb) Keler, kertenkele.
  • Yaraya merhem sürmek.
  • Akmak.
  • Süt sağmak.
  • Yere yapışmak.
  • Dudakta olan bir hastalık (çatlayıp kan akar).
  • Hurma çiçeği.

dabi'

  • Yere yapışan, yere yapışıcı.

dabuka

  • Pis. Necis.

dabv

  • Pişirmek.
  • Tağyir etmek, değiştirmek.

daf'

  • Necis, pis.

dahb

  • Bir şeyi ateşte kızdırıp pişirmek.

damen-gir

  • Eteğe yapışan, etek tutan. (Farsça)
  • Dâvacı, hasım, şikâyetçi. (Farsça)

damime

  • (Çoğulu: Damâyim) Sonradan yapıştırılmış şey.

damm

  • Yapıştırmak.
  • Düşürmek.

dar-ı mücazat ve zindan / dâr-ı mücazat ve zindan

  • Ceza ve hapis yeri.

daraban

  • Vurma, vuruş. Çarpış, çarpıntı, çarpma.

defer

  • Koltuk kokusu gibi olan pis koku.
  • Yemeğe kurt düşmesi.

delail-i enfüsiye

  • Kişinin kendi nefsinde olan deliller. Yani vücudun gerek maddi ve gerek (vicdan ve hisler gibi) mânevi yapısında olan ve imana ait hükümleri isbat eden delillerdir.

denes

  • (Çoğulu: Ednâs) Kir, pas, pislik, murdarlık, necaset.

der-bar

  • Ev kapısı. (Farsça)

der-saadet

  • Saadet kapısı. İstanbul'un eski ismi. (Farsça)

derbar-ı saadet-karar

  • İstanbul. (Osmanlılar devrinde İstanbul hilâfet merkezi olduğu için saadet kapısı diye tavsif edilirdi.)

dergah / dergâh / دَرْگَاهْ

  • Makam, kapı girişi, eşik. Tasavvuf mektebi. Tasavvufta yetişmiş ve yetiştirebilen evliyâ zâtlar tarafından, talebelere, tasavvuf, İslâm ahlâkı ve diğer dînî ilimlerin ve zamânın fen ilimlerinin okutulduğu yer.
  • Cenâb-ı Hakk'ın rahmet kapısı.
  • (Der-geh) Cenab-ı Hakk'a ibadet edilen yer. (Farsça)
  • Büyük bir huzura girilecek kapı. Kapı. Padişahların kapısı. (Farsça)
  • Şeyhlerin tekkesi. (Farsça)
  • Mürâcaat kapısı.

dergah-ı adalet / dergâh-ı adalet

  • Adalet kapısı.

dergah-ı ali / dergâh-ı âlî

  • Padişah kapısı. Yüksek dergâh.

dergah-ı ilahi / dergâh-ı ilâhî / dergâh-ı ilahî / دَرْكَاهِ اِلَهِي

  • Cenâb-ı Allah'ın rahmet kapısı.
  • Allah'a müracaat kapısı.

dergah-ı ilahiye / dergâh-ı ilâhîye / دَرْگَاهِ اِلٰهِيَه

  • Allah'a müracaat kapısı.

dergah-ı izzet / dergâh-ı izzet

  • İzzet sahibi Allah'ın yüce kapısı.

dergah-ı rahmet / dergâh-ı rahmet / دَرْكَاهِ رَحْمَتْ

  • Allah'ın rahmet kapısı.
  • Rahmete mürâcaat kapısı.

derpiş / derpîş / درپيش

  • Göz önünde. (Farsça)
  • Derpîş edilmek: Göz önünde bulundurulmak. (Farsça)
  • Derpîş etmek: Göz önünde bulundurmak. (Farsça)

dersaadet

  • Saadet kapısı; İstanbul.

dershane-i yusufiye

  • Yusuf'un (a.s.) dershanesi; Hz. Yusuf'un kaldığı ve medreseye çevirdiği zindana benzetilerek hapishaneye verilen isim.

dervaze / dervâze / دروازه

  • Kapı. Şehir. Şehir kapısı, kale kapısı. (Farsça)
  • Ana kapı. (Farsça)
  • Kale kapısı. (Farsça)
  • Şehir kapısı. (Farsça)

despot

  • yun. Rum piskoposu.
  • Eskiden Bizanslı ve Balkanlı derebeyi.

dubu'

  • Yapışmak.

dudhar

  • Kelebek. (Farsça)
  • Aşçı, yemek pişiren kimse. (Farsça)
  • Külhancı. (Farsça)

düello / دُوئَلْلُو

  • İtl. Hakareti tamir için iki kişi arasında hususan Avrupa'da ve şâhitler önünde yapılan silâhlı çarpışma.
  • Hakareti tâmir maksadıyla iki kişi arasında ve şâhitler önünde yapılan silâhlı çarpışma.
  • Şahitler önünde iki kişinin silahlı çarpışması.
  • Şâhidler huzurunda iki kişinin silahlı çarpışması.

ebedi haps-i münferid / ebedî haps-i münferid

  • Tek başına sonsuz bir hapis, sonsuz Cehennem hapsi.

ebedi haps-i münferit / ebedî haps-i münferit

  • Sonsuza kadar tek başına kalınacak olan hapis, hücre hapsi; Cehennem.

ednas

  • (Tekili: Denes) Pislikler, necisler, kirler.
  • En aşağılar, âdi ve bayağı kişiler.

ekele

  • (Tekili: Âkil) Çok yiyenler, oburlar, pisboğazlar.

ekul / ekûl / اكول

  • (Ekl. den) Çok fazla yiyen, obur, pisboğaz.
  • Pisboğaz. (Arapça)

eledd

  • Sert çarpışan kimse. Metin.
  • Hakkı kabul etmeyen, inatçı adam.

elhaf

  • Kirli, pis.

Emzik / Bibs / Kidful

  • About Page template By Adobe Dreamweaver CC
    sample

    Bibs Kauçuk Emzik


    Söz konusu emzik olunca, BIBS Colour gerçek bir klasik. Yaklaşık 40 yıldır Danimarka'da tasarlanıp üretilen BIBS Colour emzikler, %100 doğal kauçuk ucuyla, hava akışı sağlayan delikleri ve cilt tahrişini önlemek için geliştirilen hafif eğimli yapısı ile gerçek bir efsane! BIBS Colour, yuvarlak ve yumuşak kauçuk uç kısmı ile anne memesine en yakın forma sahip olduğundan, çocuklar tarafından kolay kabul ediliyor. Anne memesini taklit ederek, emiş sırasında hava akışı sağlıyor. Ultra hafif ve sağlam yapısı ile bebeğinizi yormuyor. BPA, PVC ve phthalates gibi zararlı maddeler içermiyor ve dünyaca geçerli EN 1400 standardına göre üretiliyor. Hiçbir emzik markasında göremeyeceğiniz kadar fazla renk çeşitine sahip olan BIBS Colour, klasikleşen zamansız tasarımı ve elegant duruşu ile tasarım ve işlevselliği birleştiriyor. BIBS Colour, bir emzikten beklenen tüm detaylara sahip olmasının yanısıra; bir emzikten beklenmeyen güzellikte tasarımı ile, tüm dünyada hem anneleri hem çocukları kendine hayran bırakıyor…

    https://www.kidnkind.com/bibs

sample

Kidful Bitkisel Boyalı Emzik Askısı


KIDFUL Emzik Askıları, çocuk ürünlerinde kullanıma uygun olan, en kaliteli %100 gerçek deriler kullanılarak EN 12586 standartlarına göre üretilir. KIDFUL'un organik serisinde kullanılan boyalar tamamen bitkiseldir ve kimyasal madde içermez. KIDFUL'un özel olarak üretilen metal klipsi kurşun ve krom içermez. Metal klipsin kıyafetlere zarar vermemesi için, klips içerisinde plastik aparatı bulunur. KIDFUL emzik askısını, güçlü lastik ve güçlü bağlantı yapısı ile, uzun seneler yıpranma sorunu yaşamadan kullanabilirsiniz...
https://www.kidnkind.com/kidful


Kidnkind Emzik Anne Bebek ve Tekstil Ürünleri Ticaret Limited Şirketi


Web sitesi :www.kidnkind.com

Telefon : 0(216) 606 21 06

(www.kidnkind.com)

enaniyet-i beşeriye fihristesi

  • İnsanın benliğinin mahiyeti, yapısı, içeriği,.

encas

  • (Tekili: Necis) Pisler. Necis şeyler.

ences

  • Daha pis ve çirkin olan.

erman

  • Arzu, istek, taleb. (Farsça)
  • Pişmanlık, pişman olmak, nedamet. (Farsça)

erman-har / erman-hâr

  • Pişman olan, nedamet eden. (Farsça)

ervah-ı habise / ervâh-ı habîse / اَرْوَاحِ خَب۪يثَه

  • Kötü, pis ruhlar.

esakıf

  • (Tekili: Üskuf) Piskoposlar, başpapazlar, metropolitler.

esef

  • Hüzün, gam, nedamet, pişmanlık. Daralmak. Elden çıkan bir şey için hâsıl olan üzüntü.

esna-i tesadüm

  • Ask: Çarpışma anı, müsademe zamanı, vuruşma esnası.

etene

  • Hayvanlarda ana ile cenin arasındaki kan alış-verişini temin eden organ.
  • Bitkilerde yumurtacıkların yumurtalığa yapışık bulundukları doku.

evgenc

  • Nedâmet, pişmanlık, pişman olma hâli. (Farsça)

evsah

  • (Tekili: Vesah) Pislikler, murdarlıklar, kirler.

fağfur

  • Yarı şeffaf Çin porseleni. Çok kıymetli porselenden yapılan yemek kabı. Çin yapısı.
  • Eskiden Çin İmparatoruna verilen isim.

fazalat

  • Necasetler, kazuratlar, murdarlıklar, pislikler.

fazla

  • Çok ziyâde, artık, artan.
  • İleri.
  • Gereksiz, lüzumsuz.
  • (Çoğulu: Fazalât) Kazurat, pislik.

fe'd

  • Kebap yapmak.
  • Kül içinde ekmek pişirmek.

fekn

  • Nâdim olmak, pişmanlık duymak.

fenn-i menafiu'l-aza / fenn-i menâfiu'l-âzâ

  • Organların yararlarını inceleyen fen, anatomi; canlıların yapısını ve bu yapıyı oluşturan organları inceleyen bilim dalı.

fenn-i teşrih

  • tıb: Bir cesedin, canlı vücudunun iç yapısını öğrenme bilgisi. (Anatomi)

fers

  • Dağıtmak. Saçmak.
  • Ciğer parçalamak.
  • Hurma çekirdeğinin kabuğunu soymak.
  • Atın pisliği. Fışkı.

feşc

  • Ayağını ayırıp apışmak.

feth-i bab-ı rahmet eden

  • İlâhî şefkat ve merhamet kapısını açan.

fetva emini

  • Şeyhülislâm kapısındaki Fetvahane'nin başında bulunan zata verilen ünvandır. Şeyhülislâma sorulan şer'i meselelerin fetvalarını hazırlamak, istida ile vukubulan suallere cevap vermek ve şer'iyye mahkemelerinden verilen ilâmları tetkik etmek vazifeleriyle mükellefti. Maiyyetinde Fetvaemini muavini, İ

fışkı

  • Pislik. Çör çöp. Fazladan olan. Hayvan gübresi.
  • Pislik, hayvan gübresi.

gait

  • Necaset, neces, insan pisliği.
  • Çukur yer. Düz ve geniş yer.
  • İnsan pisliği, necaset,
  • Çukur yer, düz ve geniş yer.
  • Pislik.

ganbot

  • Yapısı küçük olmakla beraber, nisbeten ağır toplarla mücehhez harp gemisi.

gardiyan

  • Hapistekileri bekleyen görevli.

gaslak

  • Pişmemiş ve tuzlanmamış olan şey.

gend

  • Pis koku, fenâ koku. (Farsça)

guh

  • Pislik, necâset. (Farsça)

gülhane

  • İstanbulda Sarayburnu'ndan Topkapı Sarayı'nın duvarlarına ve bir taraftan Çizme Kapısı hizasına kadar devam eden saha. Bunun deniz tarafında, şimdiki hat boyunun batısında vaktiyle sıra ile gül bahçeleri bulunduğundan bu isim verilmiştir.

günahpişe

  • (Çoğulu: Günahpişegân) Günah işlemeyi âdet haline getiren.

güveç

  • Yemek pişirmeye mahsus toprak kap.

habais / habâis

  • (Tekili: Habise) Kötülükler. Murdar ve pis şeyler.
  • Kötü, alçak, pis şeyler, haramlar. Habîsin çoğulu.
  • Pislikler, kötülükler.

habaset / habâset

  • (Hubs) Murdarlık, pislik, kötülük.
  • Pislik, pislik, kötülük.

habes

  • (Tekili: Habis) Kötüler. Alçaklar. Pisler.
  • Necaset denilen ve maddeten pis şeyler (Necis veya necaset-i hakikiye de denir.)

habis / habîs / خبيث / خَب۪يثْ

  • Hapseden. Tutan. Hapishâneye atan.
  • Pis, kötü.
  • (Hubs. dan) Fesadcı. Hilekâr. Alçak tabiatlı. Kötü. Pis.
  • Kötü, pis.
  • Kötü, alçak, pis, âdî, bayağı.
  • Haram.
  • Kötü, alçak, pis.
  • Kötü, pis. (Arapça)
  • Kötü, pis.

habisat / habîsat / habîsât

  • Pis ve çirkin şeyler.
  • Pisler, kötüler.

habs / حبس

  • Murdar, pis. Çirkin.
  • Ayıp, günah.
  • Hapis, alıkoyma, bir yere kapatıp dışarı çıkarmama. Salıvermeme.
  • Zaptetme, tutma.
  • Hapis. (Arapça)
  • Tutma. (Arapça)

habs-i münferid

  • Tek başına olan hapis. Hapishanede bir kişilik hücre.
  • Ehl-i dalâlet için olan ölüm ve kabir.

habshane / habshâne / حبس خانه

  • Hapishane, tutukevi. (Arapça - Farsça)

habz

  • Ekmek pişirmek.
  • Ekmek vermek.
  • Sözü birbiri ardınca söyleyip yürümek.
  • Devenin ayağını yere vurması.

hades

  • Yeni olmak. Eskiden olmayıp sonradan görülmek.
  • Taze. Yiğit. Genç.
  • Fık: Abdest almayı icabettiren hal. Bazı ibadetlerin yapılmasına mâni olan ve necaset-i hükmiye sayılan hal.
  • Pislik.
  • Yeni olma, sonradan olma.
  • Abdesti tazelemeyi gerektiren şey, manevî pislik.

hadesat

  • (Tekili: Hades) Hadesler. Pislikler.

hadime / hadîme

  • Su içinde eriyince pişmiş olan buğday.

hafif necaset / hafif necâset

  • Eti yenen dört ayaklı hayvanların bevli (idrarı) ve eti yenmeyen kuşların pisliği.

haid

  • Pişman, nedamet eden, tövbekâr, nâdim.

hala'

  • Koparmak.
  • Pişmiş et.

ham

  • Olmamış, pişmemiş, çiğ. (Farsça)
  • Nâfile, beyhude, boşuboşuna. (Farsça)
  • İşlenmemiş, üzerinde çalışılmamış. (Farsça)
  • Acemi kimse, tecrübesiz. Terbiye görmemiş kişi. (Farsça)

hanfes

  • (Çoğulu: Hanâfis) Yellengen böceği.
  • Pislik yuvarlayan böcek.

haps

  • Hapis.

haps-i ebedi / haps-i ebedî

  • Sonsuz bir hapis, Cehennem.

haps-i münferid

  • Tek başına olan hapis; hücre hapsi.

haps-i münferit

  • Tek başına hapis, hücre hapsi.

harb

  • İki veya daha çok devletin birbirleriyle siyasi alâkaları keserek silahlı kuvvetlerle çarpışmaları, vuruşmaları.

hark ve iltiyam

  • Yarmak ve yapıştırmak. Yırtılmak ve iyileşmek.

hasf

  • Ayakkabı dikmek.
  • Birbirine yapıştırmak.
  • Tasmalı nâlin.
  • Ağacın yaprağının dökülmesi.

hashase

  • Ateş üzerinde eti pişirip kebap yapmak.
  • Bir şeyi döndürmek.

hass

  • Zannetmek.
  • Silkmek.
  • Davarı kaşağılamak.
  • Közün üstünde birşey pişirmek.
  • Katletmek, öldürmek.

hatife / hatîfe

  • Unu süt ile yoğurup pişirerek yapılan yemek.

hatt-ı istiva / hatt-ı istivâ

  • Dünyanın kuzey ve güney kutuplarına aynı uzaklıkta olduğu ve dünyayı iki müsavi parçaya böldüğü farzedilen dâire çizgisi. (Farsça)
  • Ekvator. (Farsça)
  • Mevlevi semahânesinde, şeyhin oturduğu post ile meydan kapısı ortasında farzolunan çizgi. (Farsça)

hazef

  • Çamurdan yapılmış olup ateşte pişirilen şeyler. Çanak, çömlek.

hazire / hazîre

  • Eti ufak ufak doğrayıp, çok su ile çömlek içinde pişirip erimeye yakın olduğu anda üzerine un koyup karıştırarak yapılan yemek. (İçinde et olmayınca "aside" derler.)

hazırlöp

  • Kabuğu içinde suda pişip katılaşmış yumurta.
  • Mc: Emek sarfetmeden elde edilen kazanç.

hazret

  • (Huzur. dan) Ön. Kurb. Pişgâh.
  • Hürmet maksadı ile büyüklere verilen ünvan; "Hazret-i Kur'an, Hazret-i Peygamber, Hazret-i Üstad, Paşa Hazretleri" gibi.

helime / helîme

  • Buğday ve pirinç gibi bazı hububatın kaynamasıyla hâsıl olan koyu ve yapışkanlı su.

helva-hane

  • İçinde helva pişirilen genişçe ve derinliği az tencere. (Farsça)
  • Tar: Saray için her türlü tatlı yiyeceklerin yapılmasına yarayan saray mutfağının bir bölümü. (Farsça)

her'

  • şiddet.
  • Etin iyi pişmesi.

herv

  • Dövme, sopalama.
  • Pişirme.
  • Afganistan'da bir şehrin adı.

hey'at / hey'ât

  • Birşeyin hâl ve keyfiyetleri, yani birşeyin durum, vaziyet, özellik, nitelik, kalite, şekil gibi bütüncül olarak genel yapısı.

heyet-i etvar

  • Tavırların, davranışların durumu, yapısı.

heyet-i içtimaiye-i islamiye / heyet-i içtimaiye-i islâmiye

  • Müslümanların sosyal hayatı, konumu, yapısı.

heyet-i mecmua-i insaniye

  • İnsanın genel yapısı.

heyet-i suret

  • Bir şeyin görünen yapısı.

heykel

  • Taş, tunç, kil ve alçı gibi maddelerden yontularak, kalıba dökülerek veya yoğurulup, pişirilerek yapılan insan, hayvan vs. şekli.
  • Büyük bina, anıt, büyük ve yüksek yapı, âbide.
  • Mc: Soğuk ve duygusuz kimse.
  • Güzel ve yakışıklı kişi.

hical

  • (Tekili: Hacle) Gerdekler, gelin odaları.
  • Çadır kapısına asılan kalın perde.

hınzır

  • (Çoğulu: Hanâzır) Domuz. (Beğenilmeyen birisine hakaret için mecazen söylenir.)
  • Pis ve katı kalbli kimse.
  • Domuz
  • Pis ve katı yürekli kimse.

hişne

  • Kin tutmak.
  • Çirkin ve pis kokmak.

hışt-ı ham

  • Ham kerpiç. Tam pişmemiş kerpiç. Güneşte kurutulan kerpiç.

hışt-ı puhte

  • Fırında pişirilmiş tuğla.

hubesa

  • (Tekili: Habis) Habisler, pis şeyler.
  • Abdestsiz, gusülsüz gezen pis kâfirler.

hubs

  • Pislik.
  • Kötülük.

hüceyre-i kübra / hüceyre-i kübrâ

  • En büyük hücre; maddî yapısı çok küçük olmasına rağmen, değeri çok büyük olan insan.

hücre

  • Oda. Odacık.
  • Hüceyre. En küçük canlı varlık. Canlı varlıkların en küçük yapısı.
  • Odacık, canlıların en küçük yapısı.

hükmünde

  • Konumunda, yapısı içinde.

hülam

  • Sirke ile pişen sığır eti.

hurşun

  • (Çoğulu: Harâşın) Ufacık bıtırak. (Davarların tüyüne yapışır.)

huruf-u müsta'liye

  • Tecvidde: Harf ağızdan çıkarken dilin üst damağa yapışması halinde veya üst damağa doğru gitmesiyle çıkan harfler: Kaf, tı, zı, dat, hı, sad, ayın, gayın, Bu harflerin mukabili "istifâle" harfleridir.

i'lak

  • (Alak. dan) Sülük yapıştırmak.

i'lamat-ı şer'iye mümeyyizi

  • Şeyh-ül İslâm kapısındaki fetvahanenin üç kaleminden biri olan "İlâmat Odası"nın başındaki memurun ünvanı idi. Kadılar tarafından verilen ilâmları tetkik vazifesiyle mükellef olduğu için, bu memuriyete, ulemadan tanınmış olanlar tâyin edilirdi.

i'lan

  • Belli etmek. Yaymak. Herkese duyurmak.
  • Gazetelerde veya sokaklarda duvarlara kâğıt yapıştırarak ticari bir iş, bir adres veya başka bir şeyi herkese bildirme.
  • Açığa vurma, yayma, meydana çıkarma.

i'timad-ı nefs / i'timâd-ı nefs

  • Nefse güvenmek, bir iş için lâzım olan çalışmaları ve sebeplere yapışmayı bırakarak o işi başarırım diye kendine güvenmek.

i'tisam

  • Günahlardan sakınmak.
  • Pâk olmak.
  • Bir şeye yapışarak sıkı tutmak ve korunmak.

idbak

  • Ulaştırmak. Yapıştırmak.
  • Tecvidde: Harf okunduğu zaman dilin üst damağa yapışmasına denir. Bu sıfatın harfleri. Sad, dad, tı, zı'dır. İsimlerine müdbaka denir.

idrab

  • (Darb. dan) Rüc'u etmek, vaz geçmek. Bir şeyi yapmaktan yüz çevirmek. Mukim olmak.
  • Bir kimse üzerine kırağı yağmak.
  • Sıcak yel eserek yerdeki suyu kurutmak.
  • Ekmeğin pişmesi. (Kamus'tan alınmıştır.)

ihzar

  • Hazır etmek. Hazırlamak.
  • Huzura getirmek. Derpiş etmek.
  • Mahkemeye gelmeyenleri cebren getirme müzekkeresi.

ikrah-ı gayr-i mülci / ikrah-ı gayr-i mülcî

  • Huk: Eskiden döğme ve hapis gibi yalnız keder ve elemi icab ettiren şeylerle vuku bulan ikrah.

ikrah-ı nakıs / ikrah-ı nâkıs

  • Huk: Dayak ve hapis gibi keder ve elemi gerektiren şeylerden meydana gelen mecburiyet.

iktan

  • Yapıştırma veya yapıştırılma.

ilbad

  • Yamama, yırtıkları kapatma.
  • Yapıştırma veya yapıştırılma.

ilm-i nahiv

  • Gr. Arapçada cümle yapısını inceleyen ilim dalı.

ilsak / ilsâk / الصاق

  • Bitiştirme, yapıştırma.
  • Yapışmak. Bitişmek. Ulaşmak. Yapıştırılma. Kavuşturulmak.
  • Yapışma, bitişme.
  • Bitiştirme, yapıştırma, kavuşturma. (Arapça)

iltiham

  • Lehimleme, birbirine yapıştırma.

iltisak / iltisâk / التصاق

  • İki uzvun birbirine yapışık olması.
  • Bitişmek. Yapışmak. Kavuşmak. Yapışık olmak.
  • Kavuşma, yapışma. (Arapça)
  • İltisak etmek: Kavuşmak. (Arapça)

iltisaki / iltisakî

  • İltisakla alâkalı.
  • Yapışan, birleşen. Kavuşan, bitişen.

iltizak

  • Yapışma, birleşme.

iltizak-ı esabi'

  • Parmakların yapışması.

ilzak

  • (Lazk. dan) Yapıştırma.

imamevi

  • Eskiden kadınlara mahsus hapishane. (Türkçe)

incas

  • (Necis. den) Pisleme, necisleme.

indimam

  • Pişman olma.

inorganik

  • Mâden cinsinden olan, cansız maddelerden bulunan. Organik olmayan. Hayvan ve insan gibi vücud yapısına ait olmayan. (Fransızca)

intan

  • Pis kokma. Fenâ kokma.
  • Mikrobun sebebiyet verdiği şey, hastalık.

intıbah

  • Pişmek, pişirilmek.

intıbah-ı taam

  • Yemeğin pişmesi.

intihab

  • Kapışmak. Yağma suretiyle mal almak.

intihabat

  • (Tekili: İntihab) Yağmalar, talan etmeler, kapışmalar.

inzac

  • İyice pişirip kıvamını buldurma.

inzımam

  • (Zamm. dan) Bir birine ilâve olunmak, katılmak. Yapışmak. Birbiri ile alâkalı oluş.

irman

  • Arzu, taleb, istek. (Farsça)
  • Dalkavuk. (Farsça)
  • Nedâmet, pişmanlık. (Farsça)
  • Dâvet edilmeden bir yere giden kimse. (Farsça)

işraki / işrâkî / اشراقى

  • Pisagorcu. (Arapça)

istikzar / istikzâr

  • Çirkin, pis ve kötü görmek.
  • Kir ve pisliklerden nefret etme, tiksinme.
  • Pis görme.

istinca

  • Pislikten temizlenme.
  • Birisinden maksadını istihsal etmek.
  • İlm-i Hâlde: Pislikten temizlenmek. Abdest bozduktan sonra veya abdest almadan evvel; kan, sidik, meni' gibi şeylerin çıktıkları yeri temizlemek.

istinka / istinkâ

  • Pâk olmasını istemek. İstincadan sonra hiç bir pislik eseri bırakmamak.
  • İstincâdan sonra, hiçbir pislik kalmadığına kalbde kuvvetli bir kanâat hâsıl olması.

iştiva'

  • Kızarma, pişip yenecek duruma gelme.

ıtrif

  • Habis, hilekâr, kötü, pis.

izbe

  • Kuytu. Loş. Pis ve nemli yer.
  • Kuytu, pis yer.

izn-i amm / izn-i âmm

  • Herkese müsaadeli olan.
  • Ist: Cum'a namazı kılınan cami kapısının kayıtsız şartsız her müslümana açık olması.

jeoloji

  • Yeryüzünün yapısını inceleyen ilim.

kaba necaset / kaba necâset

  • İnsandan çıkınca abdesti veya guslü gerektiren her şey, eti yenmeyen hayvanların, (yarasa hâriç) ve yavrularının yüzülmüş, dabağlanmamış derisi, eti, pisliği ve bevli ile süt çocuğunun pisliği, bevli ve ağız dolusu kusmuğu, insanın ve bütün hayvanlar ın kanı ile şarab, leş, domuz eti ve kümes ve yük

kadah

  • Çömlek içinde pişen yemeğin kokusu.

kaneme

  • Kir.
  • Yağdan gelen pis koku.

karis

  • Donmuş, câmid.
  • Pıhtı. Sirke ile pişmiş balık.

kaş'

  • (Kış') Şaşkın ve ahmak adam. Zayıf adam.
  • Açmak.
  • Gidermek. Dağıtmak.
  • Kuru deri. Deriden olan çadır.
  • Hamam pisliği.
  • Deriden yapılmış döşek.
  • Balgam.

kaşki

  • "Keşke, ne olurdu" gibi, özleme veya pişmanlık ifade eder. (Farsça)

katedral

  • Piskoposluk kilisesi. Bir şehrin büyük kilisesi.

katere

  • Bir şey üzerine çökmüş toz.
  • İs gibi bir karanlık.
  • Toz.
  • Kebap yapmak.
  • Pişmiş şeyin kokması.

kazan kaldırmak

  • Yeniçerilerin isyanı münasebetiyle kullanılan bir tabirdi. Yeniçeriler isyan ettikleri zaman yemek pişirilen kazanlarını da, toplandıkları At Meydanı'na getirdikleri için bu tabir meydana gelmiştir. Sonradan da devlete karşı koymağa kalkanlar hakkında kullanılırdı. (Türkçe)

kazar

  • Kirlenme, pislenme.

kazaret

  • Murdarlık, necâset, pislik, pis olma hâli.

kazurat / kazurât / kazûrat

  • Pislikler, süprüntüler, insan pisliği.
  • Artık maddeler, pislikler.
  • Pislikler.
  • Pislikler; artık şeyler.

kazure

  • (Çoğulu: Kazurât) Pislik.
  • Mezbele, süprüntülük.

kebab

  • Ateşte pişirilen et.
  • Ateşte kavrularak veya alazlanarak pişirilen her türlü yiyecek.

kelime

  • Gr: Mânası olan en küçük söz veya cümlenin yapısını teşkil eden unsurlardan birisidir. Kelime, isim, fiil ve harf olmak üzere dilbilgisinde üç kısma ayrılmıştır. "Bir tek söze" kelime denir.

kene

  • Hayvanın etine yapışıp kanını emen küçük bir böcek.

keramet-i kevniye

  • Maddî ve kişisel yapısının olağanüstü olması.

kerih

  • İğrenç, tiksindirici.
  • Muharebe ve cenkte olan şiddet.
  • Pis, çirkin, fena şey.
  • Nefse kerahetlik vercek kabahat.
  • İğrenç, tiksindirici, pis kokan.

kerih-ün nefes

  • Nefesi ve ağzı pis kokan.

kesif / kesîf

  • Sığ, yoğun, maddî yapısı olan.

kıdr

  • (Çoğulu: Kudur) Çömlek, tencere ve kazan gibi, yemek pişirmeye mahsus kaplar.

kilsi / kilsî

  • Kireçtaşı yapısında olan.

kırmid / kırmîd

  • (Çoğulu: Karâmid) Pişmiş kiremit.

kirpik

  • Göz kapağının kenarındaki kıllar.
  • Bir nevi taş.
  • Hayvan ve nebatların beden yapısında bâzı küçük ve ince uzantılar.

kıyas-ı hafi-yi hadsiye / kıyas-ı hafî-yi hadsiye

  • Zihnin birşey hakkında, sezgi ve âni kavramayla yaptığı gizli kıyas. Meselâ "Eğer Ayın ışığı Güneşten gelmeseydi, durumu değiştikçe ışık yapısı değişmezdi" şeklinde zihne doğan gizli bir kıyasla aklın "O halde Ay ışığını Güneşten alır" şeklinde hükmetmesi.

kodes

  • Tavuk yeri, kümes.
  • Hapishane.

kudur

  • (Tekili: Kıdr) Çömlekler, tencereler. Yemek pişirilen kaplar.

Kulleteyn

  • Alıntı:
    "iki kulle" (yaklaşık 13 ton) su. Durağan suyun temiz ("tahir") sayılabilmesi için Şafii mezhebine göre bu kadar olması yeterliydi. Daha az olamazdı. Bu kadar oldu mu, içinde ne bulunursa bulunsun "temiz"di artık. "pislik"lerle dolu bile olsa...

    Turan Dursun, Kulleteyn,
    Akyüz Kitabevi, 1990


künne

  • Ev kapısı üstüne yapılan sundurma.

kurare

  • Çömlek içindeki yemek piştikten sonra yanmasın diye içine konulan su.

kurfusa

  • Mak'adı üstüne oturup dizlerini karnına yapıştırıp iki kolunu baldırları üstüne kavuşturmak.

kurme

  • İşaret için devenin burnundan bir miktar deri kesip tam ayrılmadan yine burnu üstüne yapıştırmak.

kütüb-ü nahiv

  • Gramer kitapları; Arapça cümle yapısını ele alan eserler.

kuvve-i an-il-merkeziye

  • Merkezkaç kuvvet. Cisimlerin kendi mihveri üzerine hareketi zamanında merkezinde hâsıl olan kuvvete denilir. Merkezde dönen bir tekerleğin etrafında yapışık veyahut üstünde taşıdığı cisimlerin etrafa yayılıp dağılmasıyla bu kuvvetin mevcudiyyeti anlaşılır.

lafzi / lafzî

  • Lafza ait ve müteallik.
  • Gr: Kelimenin söylenişine ve yapısına aid, onlarla alâkalı.

lafziye / lâfziye

  • Kelimenin söylenişine ve yapısına ait.

lahm

  • Et. Her şeyin içi ve üzeri.
  • Bir işi sağlam kılmak.
  • Kırık şeyi kuyumcunun yapıştırması. Lehimlemek.
  • Bir yerde ilişip kalmak.

lasaf

  • Bir cins hurma.
  • Gübre otunun diplerinde biter hıyar gibi bir nesne.
  • Yapışmak.
  • Kurumak.
  • Parlamak.

lasb

  • Yapışmak.
  • Dar olmak.

lasıb

  • (Çoğulu: Levâsıb) Yapışkan.
  • Dar ve derin kuyu.

lasık

  • Yapışık, yapışmış olan. Yapışıcı, yapışkan.

lask

  • Yapışmak. Yapışık olmak. Ulaşmak.

lat'

  • Yapışmak.
  • Ulaşmak, varmak.

latife / lâtife

  • Duygu, his; insanın mânevi yapısında bulunan ince duygular.

latm

  • Karıştırmak. Yapıştırmak.
  • Tokat vurmak.

lazib

  • Sâbit olan, yapışan.

lazık / lâzık

  • Yapışkan, yapışıcı. Yapışmış olan.

lazuk

  • Yaraya yapışıp onulmayınca kopmayan devâ.
  • Yapışkan nesne.
  • Yapışkan balçık.

lebed

  • Yünden yapılan keçe.
  • Bir yerde mukim olmak.
  • Bir şeye yapışmak.

lecz

  • Ulaşmak, varmak.
  • Yapışmak.

lek'

  • Isırmak.
  • Yapışmak.
  • Kir.

leked

  • Yapışmak.
  • Lâzım olmak.

lekedar

  • Lekeli, ayıplanmış. (Farsça)
  • Pislenmiş. (Farsça)
  • İttiham edilmiş. (Farsça)

lems

  • Dokunmak, el ile tutmak, ellemek, yapışmak.
  • Beş duygudan biri, dokunma duygusu.

lesb

  • Vurmak.
  • Yalamak.
  • Yapışmak. Cem'etmek, toplamak.

lesk

  • Yapışmak.

letaif / letâif

  • Lâtifeler; insanın mânevî yapısındaki ince duygulardan herbiri.

letaif-i beşer / letâif-i beşer

  • İnsanın lâtileferi; insanın yapısındaki duyular ve duygular.

levs / لوث

  • Pislik, murdarlık. Kir.
  • Zor. Kuvvet.
  • Tam olmayan, zayıf beyyine.
  • Bir şeyi ağızda öte beri gevelemek.
  • Deprenmek.
  • Bulaştırmak ve karıştırmak. Bulaşıklık.
  • Cerâhet, yara.
  • Pislik.
  • Pislik. (Arapça)

levs-i fani / levs-i fâni

  • Gelip geçici murdarlık, pislik. Dünyanın fâni, faydasız eğlenceleri.

levsiyyat / levsiyyât

  • Kirli ve pis şeyler.

levt

  • Yapışmak.
  • Varmak, ulaşmak.

lezc

  • Yapıştırma. Yapışmak. Sıvanıp yapışmak.

lezez

  • Yapışmak.

lisan-ı nahvi / lisân-ı nahvî / لِسَانِ نَحْو۪ي

  • Sağlam gramer yapısına sâhib dil.

lüabi / lüabî

  • Tükrük ve salya ile alâkalı.
  • Salya gibi yapışkan.

lübna

  • Bal gibi yapışkanlı sütü olan bir ağaç.

lübud

  • Kuşun göğsü üstüne çöküp yatması.
  • Yapışmak.

lüsub

  • Yapışmak.

lüsuk

  • Yapışma, bitişik olma. Yapışıp tutma.
  • Ulaşma, vâsıl olma, erişme.

lüvka

  • Kaymak, zübde.
  • Yapışmak.

lüzk

  • (Lâzık) Yapışmak.
  • Ulaşmak varmak.

lüzub

  • Yapıştırma, yapışma. Birbirine kafes gibi girdirip yapıştırma.
  • Sâbit olma.

lüzucet

  • Yapışkanlık. Yapışan, uzayan şeyin hali.

lüzuci / lüzucî

  • Yapışkan.
  • Kopmadan uzayan.

ma'reke

  • Muhârebe meydanı, çarpışma yeri.
  • Çarpışma. Kıtal. Cenk.

ma'reke-i evham

  • Vehim ve asılsız kuruntuların çarpıştığı savaş alanı.

madumat-ı hariciye / mâdûmât-ı hariciye

  • Görünürde maddî yapısı olmayan.

magavir

  • (Tekili: Mugâvir) Kıtal eden, harbeden, çarpışan.

mahabis

  • (Tekili: Mahbes) Ceza evleri, zindanlar. Hapishaneler.

mahbes / محبس / مَحْبَسْ

  • Hapishane. Hapsedilen yer. Cezaevi.
  • Hapishane.
  • Hapishane. (Arapça)
  • Hapishane, cezaevi.

mahbus / محبوس

  • Hapsedilmiş. (Arapça)
  • Hapishane. (Arapça)

mahbushane

  • Cezaevi, hapishâne, zindan. (Farsça)

mahbusiyet

  • Hapislik, mahbusluk. Hapis kalınan müddet.

mahiyet-i beşeriye

  • İnsanların yapısında bulunan temel özellik.

mahiyet-i hayatın / mâhiyet-i hayatın

  • Hayatının mahiyeti, asıl yapısı, içyüzü.

mahiyet-i hayatiye

  • Hayatın yapısı, esası, hakikatı.

mahiyet-i insaniye / mâhiyet-i insaniye

  • İnsana ait temel özellik, insanın içyapısı.

mahpushane

  • Hapishane.

makluv

  • Pişirilmiş kebap.

mareke / mâreke

  • Çarpışma yeri, çarpışma.

masik

  • Yapışkan.
  • Zapteden, istilâ eden, tutan.

masra'

  • Çarpışma, ölme.
  • Güreş meydanı.

masus

  • Sirke ile pişmiş güvercin.

matabih / matabîh

  • (Tekili: Matbah) Mutfaklar. Yemek pişirilen yerler.
  • (Tekili: Matbuh) (Tabh. dan) Tabholunmuş yani pişirilmiş şeyler.

matbah

  • Mutbah. Yemek pişirilen yer.

matbaha-i kudret

  • Cenab-ı Hakk'ın âşikâr kuvvet ve kudreti ile bahçe, bağ, tarla ve bostan gibi yerlerde pişmiş gibi hazır gıda maddelerinin yetiştiği yer. Kudret mutbahı.

matbuh

  • (Çoğulu: Matâbih) (Tabh. dan) Kaynatılmış veya haşlanmış (ilâç).
  • Pişirilmiş yemek.

matbuhat

  • (Tekili: Matbuh) Kaynatılmış veya haşlanmış ilâçlar.
  • Pişirilmiş yemekler.

matran

  • Taç giymiş piskopos.

mazif

  • Herkese sofrası açık olan ev. Kapısı açık, misafir sever ev. Misafirperver olan hâne.

mazmum

  • (Zamm. dan) Zammolunmuş. İlâve olunmuş.
  • Yapışmış.
  • Zamme ile okunan.

medeniyet-i habise / medeniyet-i habîse

  • Pis, çirkin medeniyet.

medrese-i yusufiye

  • Hz. Yusuf'un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur'ân'a hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane.
  • Hz. Yusuf'un (A.S.) iftira, haksızlık ve zulüm ile hapiste kalmasından kinâye olarak, İmân ve Kur'an hizmetinden dolayı tevkif edilenlerin hapsedildiği yere verilen isim.

melil / melîl

  • Kül içinde pişirilen ekmek.
  • Hararet, sıcaklık.
  • Üzgün, kederli. Melul.

melkut

  • Yerden kaldırılıp alınan şey.
  • Sokağa, virâneliğe, câmi veya kilise kapısına bırakılmış çocuk.

mell

  • Küsmek, darılmak.
  • Yorgunluk.
  • Kakma, dürtmek.
  • Mahzun olmak, kederli olmak.
  • Hamuru külün içinde pişirmek.

melsuk / melsûk / ملصوق

  • Yapıştırılmış. Bitiştirilmiş.
  • Yapıştırılmış.
  • Yapışık. (Arapça)

men dakka dukka

  • "Kapı çalanın kapısı çalınır." Yâni, kim birisine bir kötülük yahut iyilik yaparsa ona o şey yapılır. Meselâ: "Su-i zan eden su-i zanna mâruz olur."

mendeme

  • Pişman olma. Nedâmet etmek.
  • Pişman olacak yer.

merzuf

  • Ateş ile kızmış taş üzerinde pişirdikleri et.

mescen

  • Cezaevi, zindan, hapishâne.

mesh

  • Mest denilen ayakkabıyı abdestle giydikten sonra, abdest bozulup, yeniden alırken, ayakları yıkamayıp elleri ıslatarak, sağ elin yaş beş parmağını sağ mest, sol elinkini de sol mest üzerine boylu boyunca yapıştırıp ayak parmakları ucundan bacağa do ğru çekme.
  • Bir uzva veya sargıya ıs

meşihat-ı islamiyye / meşîhat-ı islâmiyye

  • Bâb-ı fetvâ (fetvâ kapısı). Şeyhülislâmın bulunduğu yer.

mesis

  • Cimâ etmek.
  • Yapışmak.

meşrık

  • Güneş doğacak cihet. Gündoğusu. Doğu. Şark ciheti.
  • Şems-âbâd, güneşi bol yer. Kış vakti ısınmak için güneşe karşı oturacak yer.
  • Tövbe kapısının adı.

mess

  • Yapışmak, değmek, dokunmak.
  • Meydana gelmek.

mezbele

  • Çöplük. Pis şeylerin bulunduğu süprüntü yeri.

mezi

  • İlm-i Halde: Kadınla oynamak veya şehvetle yanına gelmek gibi hâllerde erkeğin tenasül cihazında zuhur eden yapışkan renksiz akıcı cisim. (Bu hâl abdesti bozar, gusül icab ettirmez)

mezr

  • Fâsit olma. Bozuk olma.
  • Pis.
  • Ayrılık.

micsed

  • Cesede yapışık olan elbise.

mincilab

  • Murdar su, pis su.

miyane

  • Ara. (Farsça)
  • Orta, vasat. (Farsça)
  • Helva gibi bazı yemeklerin pişme kıvamı. (Farsça)
  • Ortaya serilen halı. (Farsça)
  • Gerdanlığın ortasındaki büyük inci. (Farsça)

mizac-ı akl

  • Akıl yapısı, normal akıl.

mizac-ı i'caz / mizac-ı i'câz

  • Mu'cizelik yapısı.

mü'sade

  • (İsad. dan ism-i mef'uldür) "Asadet-ül bab" denir ki; kapıyı kapadım, sımsıkı kilitledim demektir. Üzerlerine ateşin yakılıp fırın gibi kapısının kapanması ateşin şiddetini icab edeceğinden, Cehennemde azabların şiddet ve ebediyetinden kinayedir.

mu'tasım

  • Günahtan çekinen.
  • Eliyle tutan.
  • Yapışan.

muacciz

  • Sıkıcı. Bıktırıcı. Usandırıcı. Taciz edici. Rahatsız eden. Yapışkan. Sırnaşık.

mübareze / mübâreze / مُبَارَزَه

  • Çarpışma, dövüşme.
  • Çarpışma.

mübareze etmek

  • Karşı koymak, çarpışmak.

mübarezekarane / mübârezekârâne

  • Çarpışarak, dövüşerek.

mücadele / mücâdele

  • Savaşma, çarpışma.

mücahede

  • (Çoğulu: Mücahedât) Cihad etme.
  • Din düşmanına karşı koyma. Çarpışma.
  • Uğraşma. Çalışma. Gayret gösterme.İslâmiyette mücahedenin ehemmiyeti hakkında Deylemî'den (R.A.) mervi Hadis-i Şerif meâli: "Allah bir kulu sevdiği vakitte onu Zât-ı Uluhiyetine hizmet etmek için seçer. Onu

mücahid / mücâhid

  • Cihad eden. Çalışan. Din için çalışan. Düşmanlara karşı koyan. Çarpışan.
  • Fık: Allah (C.C.) yolunda gönüllü olarak cihada iştirak etmek istediği halde nefakadan, silâh ve saireden mahrum olan gazi demektir. Âyet meâli: "Bizim uğrumuzda mücahede edenlere mutlaka yollarımızı gösteririz
  • Allah yolunda din düşmanları ile çarpışan, cihâd eden.

mücahidin / mücahidîn

  • (Tekili: Mücahid) Mücahidler. Cihad edenler. Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla çalışan, çarpışanlar.

mücan

  • (Çoğulu: Meccân) Murdar, pis.

müdafaat-ı hapsiye

  • Hapis savunmaları.

müddet-i haps

  • Hapis süresi.

müde'as

  • Kırda Arabların ekmek pişirdikleri tennur.
  • Sıcak kül döküp üstünde et pişirilen yer.

muhat

  • Burundan akan sümük.
  • Sümük gibi ve yapışkan cisim.

mukteda

  • Kendisine uyulan. Önde giden.
  • Müçtehid. Pişivâ. Peşivâ.
  • Namazda kendine uyulan imam.

mülahık

  • (Lahk. dan) Yapışık, bitişik.

mülamese

  • (Lems. den) Birbirine dokunma, değme, el ile tutma, temas etme.
  • Yapışmak.

mülasaka

  • Ulaşma, yanaşma.
  • Bitişme, yapışma, iltisâk etme.

mülasık

  • (Lüsuk. dan) İltisaklı. Bitişik. Yapışık. Yanyana bulunan.

mülazik

  • Yapışmış olma.
  • Yapışmış.

mülemle

  • Bâzısı bâzısına yapışıp toplanmış şeyler.
  • Sağlam ve sert yuvarlak taş.

mülevves

  • Kirli, pis, bulaşık.
  • Kirli, pis.
  • Kirli. Pis. Bulaşık. Bulaştırılmış.
  • Alıkoyulup sonraya bırakılmış veya durdurulmuş olan.
  • Tazelenmek için suda ıslatılmış şey.
  • Karışık, intizamsız.

mülsak

  • (Melsuk) Bitiştirilmiş, yapıştırılmış olan. İlsak edilmiş.
  • Yapışık, bitişik.
  • Yapıştırılmış, bitiştirilmiş.

mültesik

  • (Lüsuk. dan) Birbirine bağlanmış. Yapışık, bitişik.

mültezem

  • Kâbe-i muazzamanın kapısı ile Hacer-ül-esved denilen mübârek siyah taş arasında kalan Kâbe duvarı.

mümazeha

  • Yapışmak. (Ekseriya cimadan kinâye olur.)

mümessilat-ı habise / mümessilât-ı habise

  • Pis ve kötü temsilciler.

mümsik

  • Çok imsak eden, eli sıkı, bahil.
  • Bir şeye sağlam yapışan.

mümsike

  • Tutan, yapışan.
  • Tutan, yapışan, sıkı tutan.

münasebat-ı nahviye ve sarfiye / münasebât-ı nahviye ve sarfiye

  • Dilbilgisi kurallarına ait münasebetler; fiil çekimi ve cümle yapısı ile ilgili kurallara ait bağlar.

münecces

  • Pis, mülevves, kirli, murdar.

münferid

  • (Münferit) Tek başına, tek, yalnız, kendi başına.
  • Hapishânede tek kişilik hücre.

münib

  • Hakk'a yönelen, günahları terk ile hakka dönen. Pişman olup dönen.
  • Kâinattan yüzünü çevirip Bâki-yi Hakiki'ye yönelen.
  • Güzel yağan faydalı yağmur.
  • Bereketli ve verimli bahar.
  • Pişman olup dönen.

münşi

  • (Neş'et. den) İnşâ eden, yapan. Yapısı, üslubu güzel olan.
  • Edb: Maksadı kâğıt üzerinde tasvir ve tesvid eden. İyi nesir yazı yazan, kâtib.

muntabıh

  • (Tabh. dan) Pişmiş, pişen.

müntin

  • (Netânet. den) Pis kokan, kokmuş. Bozuk. Müteaffin.

murahhasa

  • Ermeni piskoposu.

murdar / مُرْدَارْ

  • Pis. Kirli. Mülevves. Temiz olmayan. (Farsça)
  • İslâmiyetin gösterdiği kaidelere uygun olmıyarak kesilmiş hayvan. (Farsça)
  • Pis, kirli.
  • Pis, kirli.

musademat

  • Çarpışmalar. Vuruşmalar. Müsademeler.

müsademat / müsâdemât

  • Çarpışmalar.
  • Çarpışmalar, vuruşmalar.

musademat-ı azime / musademat-ı azîme

  • Büyük çarpışmalar, çalkantılar.

müsademat-ı azime / müsademat-ı azîme

  • Büyük çarpışmalar.

musademe

  • Çarpışma, çatışma.
  • İki şeyin birbiriyle çarpışması. Çarpışmak. Vuruşmak.

müsademe / مصادمه / müsâdeme / مُصَادَمَه

  • Çarpışma.
  • (Çoğulu: Müsademat) Vuruşma, birbirine çarpma.
  • Silâhlı çarpışma.
  • Çarpışma, vuruşma.
  • Çarpışma. (Arapça)
  • Çatışma. (Arapça)
  • Çarpışma.

müsademe-i efkar / müsademe-i efkâr

  • Fikirlerin çarpışması, muhtelif fikirlerin birbirine karşı söylenişi.

müsadim

  • Çarpışan.
  • Çarpışan, vuruşan.

müsafeha / müsâfeha

  • İki müslümanın, sağ elin avuç içlerini birbirine yapıştırıp, iki baş parmağın yanlarını birbirine değdirerek el sıkışması.

müsamid

  • Oyun âleti yapan kimse.
  • Bahçesine ters ve pislik döken kişi.

müstakzar

  • Kirli, pis, murdar.

mustakzer

  • Pis, pislik saçan.

müstakzer

  • Kazurat hâline gelmiş, pis.

mutaredat

  • (Tekili: Mutarede) Saldırmalar, vuruşmalar, çarpışmalar.

mutarede

  • (Çoğulu: Mutaredat) (Tard. dan) Saldırma, vuruşma, çarpışma.

mütelatım

  • (Mütelatıma) Birbirine çarpan, çarpışan, çalkalanan. Dalgalı.

müteleffik

  • Bitişik ve yapışık olan.

mütelevvis

  • Pis, kirli, murdar, paslanan, kirlenen.
  • Karışmış, muhtelit.

mütelezzic

  • Lüzucetli ve yapışkan olan.

mütemessik

  • Temessük eden. Sıkı sıkı yapışıp tutan.
  • Bir delil ve şahide dayanan, delile istinad eden.
  • Temessük eden, sıkı sıkıya yapışan; bağlanan.
  • Sımsıkı yapışan.

müteneccis

  • Pislenmiş, kullanılmaz hâle gelmiş.
  • Pislenmiş, kullanılmaz hale gelmiş.
  • Pislenmiş.

müteneddim

  • Pişman olan, nedâmet duyan.

müteneddimane / müteneddimâne

  • Pişman olarak, nedâmetle. (Farsça)

müteneddimin / müteneddimîn

  • (Tekili: Müteneddim) Pişman olanlar, nedâmet duyanlar.

mütesadim

  • (Sadme. den) Birbirine çarpışan, birbirine çarpıp vuran.

muttasıl

  • Yapışık, bitişik.

muzaf

  • (Zayf. dan) Bağlı. Katılmış. İzâfe olmuş. Bağlanmış.
  • Gr: Başka bir isme katılmış ve onu tamamlamış olan isim.
  • "Evin kapısı" dediğimiz zaman; "kapı", "ev"i tamamlıyor. Bu muzâfdır.

muzafun ileyh

  • İsim tamlamasında (izâfet terkibinde) muzâfın (belirtenin) bağlı bulunduğu ismin hâli.Türkçede muzâf sonra gelir. "Evin kapısı" dediğimiz zaman, ev; muzâfun ileyh; kapı; muzâfdır.

müzahraf / مُزَخْرَفْ

  • Sahte yaldızla süslü pislik.

muzahrafat-ı arziye

  • Dünyanın süprüntüleri, pislikleri.

müzahref

  • Pislik, kof, süprüntü.
  • Boya. Yaldız gibi, sahte yalancı. Yaldız.
  • Süprüntü, pislik, çöp.
  • Süprüntü, dışı süs içi pis şey.

müzahrefat / müzahrefât / مزخرفات

  • Süprüntüler, dışı süs içi pis şeyler.
  • Gayr-i hâlis. Yaldızlı.
  • Dünyanın daima değişen ve zail olan ziynetleri.
  • Süprüntüler, pislikler.
  • Pislikler, süprüntüler, döküntüler. (Arapça)

müzahrefiyet

  • Dışı süs içi pis olma, fıtri olmama, yapmacık.

muzbat

  • Kül içinde pişirilen ekmek.

na-pak / na-pâk

  • Temiz olmayan, pis, kirli. (Farsça)

na-pakan / na-pâkân

  • (Tekili: Nâpâk) Murdarlar, pisler.

na-paki / nâ-pâkî

  • Pislik, murdarlık. (Farsça)

na-puhte

  • Ham, çiğ, pişmemiş. (Farsça)
  • Mc: Acemi, tecrübesiz, toy. (Farsça)

nadc

  • Kıvam. Büluğa erme. Pişme.

nadic

  • Olgun meyve.
  • İyi pişmiş et.

nadim / nâdim / نادم / نَادِمْ

  • Nedamet etmiş, pişman.
  • Pişman.
  • Nedamet etmiş, pişman olmuş.
  • Pişman.
  • Pişman. (Arapça)
  • Nâdim etmek: Pişman etmek. (Arapça)
  • Nâdim olmak: Pişman olmak. (Arapça)
  • Pişman olan.

nadimane / nadimâne

  • Pişmanlıkla, pişman olarak, nedamet duyarak. (Farsça)

nadimiyet

  • Pişmanlık, nedamet.

nahiv ilmi

  • Arapça dilbigisinde cümle yapısını inceleyen ilim.

nahv

  • Arapça'da cümle yapısını ele alan 'nahiv ilmi'.

nanpüz

  • Ekmekçi, ekmek pişiren. (Farsça)

naşib

  • Hâfız.
  • Ok sahibi. İçine girip yapışan nesne.

navice

  • Murdar, pis, habis, mülevves. (Farsça)

nazc

  • Olgunluk, olma, pişme, kıvam bulma. Yetişme.
  • Büluğa erme. Bâliğ olma.

nazıc

  • Olgun, pişmiş, kıvama gelmiş, yetişmiş.

nazic

  • Pişmiş, yetişmiş, olgunlaşmış, kıvamına ermiş.

necaset / necâset / نجاست

  • Pislik, kazurat, murdarlık.
  • Pislik.
  • Dinen pis sayılan maddî pislik.
  • Aslı îtibâriyle veya sonradan meydana gelen bir sebeble pis olan şeyler. Namaza mâni olup olmama yönünden; hafif necâset ve kaba necâset, görülüp görülmeme yönünden; mer'î (görülen) ve gayr-i mer'î (görülmeyen) ve akıcı olup olmama yönünden; mâî (akı cı) ve câmid (katı) olmak üzere kısımlara ayrılır
  • Pislik.
  • Pislik. (Arapça)

necaset-i galiza

  • Pisliği hakkında şer'î bir delil mevcut olup hilâfına başka bir delil bulunmayan necasettir. ( Lâşe gibi)

necaset-i gayr-i mer'iye

  • Câmid, bir hacmi olmayan veya bulaştığı yerde görülmeyen herhangi bir pis maddedir. Görünmez halde olan pisliktir. (İdrar gibi)

necaset-i hafife

  • Hanefî mezhebine göre pis olduğuna dair şer'î bir delil mevcud olan şeydir. Diğer bir tabire göre murdar olmadığı rivayet edilen şeydir. (Eti yenen hayvanların bevilleri gibi.) Bedenin veya elbisenin dörtte birinden az miktarı namaza mani olmaz.

necaset-i mer'iye

  • Hacmi olan veya kuruduktan sonra görünen herhangi bir pis maddedir. (Akmış kan gibi)

necasetten taharet

  • Pislikten temizlenmek.

neces

  • Murdarlık, pislik, necâset.

necis / necîs / نجيس / نَجِسْ

  • Temiz olmayan. Pis.
  • Pis, necasetli, murdar.
  • Şifa bulmaz dert.
  • Pis.
  • Pis.
  • Pis. (Arapça)
  • Pis olan.

necis-ül ayn

  • Pisliğin ta kendisi.

necisü'l-ayn

  • Bir şeyin bizzat kendisinin pis olması.

necisülayn

  • Pisliğin ta kendisi.

necs

  • (Neces) Pis ve murdar olan, habes. şer'an pis olup gözle görülen şey.
  • Dînen temiz olmayan, pis, murdar.
  • Pis, murdar olan, şer'an pis olup gözle görülen şey.

nedalet

  • Kir, pislik.
  • Çalma, sirkat etme, aşırma.

nedamet / nedâmet / ندامت / نَدَامَتْ

  • (Nedm. den) Pişmanlık, nedâmet etmek.
  • Pişmanlık.
  • Pişmanlık.
  • Pişmanlık. (Arapça)
  • Nedâmet getirmek: Pişman olmak. (Arapça)
  • Pişmanlık.

nedamet etme

  • Pişman olma.

nedametgah / nedametgâh

  • Pişmanlık yeri. (Farsça)

nedametkar / nedametkâr

  • Nedamet eden. Pişman olan. (Farsça)

nedametkarane / nedametkârâne / nedâmetkârâne

  • Pişmanlık duyarak.
  • Pişman olurcasına.

nedametkari / nedametkârî

  • Pişmanlık, nâdim oluş. (Farsça)

nedem

  • Pişman olma, nedamet, pişmanlık.

nedi'

  • Ateş veya kül içinde pişmiş olan.

nedm

  • Pişman olmak.

nedman

  • Pişmanlık, nedâmet. Pişman olma. Pişmanlık duyma.

nefs-i levvame

  • Kötülüğü işledikten sonra fenâlığını hatırlayarak insanı rahatsız eden pişmanlık hâli ve vicdan rahatsızlığı.
  • İnsanın, kendine ait kötülük ve günahını görüp fenalığını bilen ve hayra meyleden iradesi.

neşil

  • Çömlekte pişmiş et.

neşşal

  • Pişmemiş yemeğe saldıran.

netane

  • Çirkin kokmak, pis kokmak.

neyy

  • Pişmemiş çiğ et vs.
  • Devenin semiz olması.
  • Semiz ve besili deve.

nimpuhte

  • Tam pişmemiş, yarı pişmiş. (Farsça)

nüfus-u habise / nüfûs-u habîse / نُفُوسُ خَبِيثَه

  • Pis ve kötü nefisler.
  • Pis nefis sahipleri.

nuzc

  • Yemişin tam olarak yetişmesi, olgunlaşması.
  • Etin kemikten dökülür derece pişmesi.

peçel

  • Üstü başı pislik içinde ve iğrenç olan adam. (Farsça)

pejman

  • Pişman, nâdim. (Farsça)
  • Kederli, hüzünlü. (Farsça)

pejmürde-hal

  • Kılığı kıyafeti pejmürde olan, üstü başı pis bir halde bulunan. (Farsça)

pejvin

  • Kirli, pis. Çirkin. (Farsça)

pelid

  • Pis, murdar. (Farsça)
  • Rezil ve alçak kimse. (Farsça)

pergaze

  • Kuş kanadının vücuda yapışık olan kısmı. (Farsça)

perize

  • Ateşte pişirilen ekmek. (Farsça)
  • Kırmızı altun. (Farsça)

pervanek

  • Karakulak adı verilen bir hayvan. (Farsça)
  • Ask: Öncü, pişdâr. (Farsça)

peşiman / peşîman / پشيمان

  • Pişman. Nâdim. (Farsça)
  • Pişman. (Farsça)

peşimani / peşimanî

  • Pişmanlık, nedamet. (Farsça)

peşkeş

  • (Pişkeş) Başkasının malını birine bağışlamak. Verilmemesi lâzım olan şeyi başkasına vermek. Karşılıksız vermek. (Farsça)

peşrev

  • (Aslı: Pişrev) Önde giden. (Farsça)
  • Türk müziğinde bir saz eseri. (Farsça)
  • Güreşten önce pehlivanların ellerini birbirine veya dizlerine çarparak ve biraz sıçrayarak yaptıkları oyun. (Farsça)
  • Bir çeşit ok. (Farsça)

pişaheng

  • (Piş-âheng) Önde giden, öne düşen.

pişe

  • İş, kâr. Meşguliyet. (Farsça)
  • Alışkanlık, huy, âdet. (Farsça)
  • Meslek, san'at. (Farsça)
  • "Huy edinmiş, alışmış" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Hasenât-pişe : İyi şeyleri âdet edinmiş olan. (Farsça)

pişegan / pişegân

  • (Tekili: Pişe) Meslekler, san'atlar. İşler. (Farsça)
  • Huylar, âdetler, tabiatlar. (Farsça)

pişini / pişinî

  • (Çoğulu: Pişiniyan) Evvel zaman adamı. (Farsça)

pişva

  • (Pişuva) Reis, baş. Hâkim. (Farsça)
  • Mukteda, imâm. (Farsça)

pişvayan

  • (Tekili: Pişvay) Reisler, başkanlar. Hâkimler.

pranga

  • İng. Eskiden ağır cezalı mahkûmların ayaklarına takılan kalın zincir.
  • Halkalarıyla beraber iki okka yüz dirhem ağırlığındaki demire verilen addır.
  • Umumi hapishanelerde, hapishanenin iç nizamını bozan ve taşkınlık gösteren mahkûmların ayaklarına da pranga vurulurdu.

puhte / پخته

  • (Çoğulu: Puhtegân) Pişmiş, pişkin. Olgun, kâmil insan. (Farsça)
  • Pişmiş, pişkin, olgun. (Farsça)

puhtegan / puhtegân

  • (Tekili: Puhte) Olgun kimseler, pişkin kişiler.

puhtegi / puhtegî

  • Olgunluk, kemalât, pişkinlik. (Farsça)

radd

  • Süt ile pişmiş hurma.
  • Vurmak, dövmek.

radif

  • Kızmış taşla ısıtılan süt.
  • Kızmış taş üzerine pişirilen et. (Merzuf da derler.)

rahmet kapısı

  • Duâların kabûl edildiği, ihsân ve bereket kapısı. Duâların geri çevrilmediği lütuf kapısı.

raif

  • Önde giden at. ("pişnek" derler)
  • Burun ucu.
  • Dağ burnu.

ras'

  • Yapışmak.

reci'

  • Necis, pislik. Terslemek.

rehvac

  • Kebabı iyi pişirmek.

rev

  • (Reften mastarının emir kökü) "Giden, yürüyen" mânasında olup birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Piş-rev : Önde giden. (Farsça)

revani

  • Değerli, rağbetli revaçlı. (Farsça)
  • Tepside pişirilen irmik veya undan bir tatlı çeşidi. (Farsça)

revse

  • Pislik.
  • Fışkı, tezek.

rezm

  • Cenk, muharebe, çarpışma, savaş. (Farsça)

ribac

  • Kanatlarının ortasında küçük kapısı bulunan büyük kapı.

rics

  • Dinin haram kıldığı şey. Günah, pislik, murdarlık.
  • Pis, murdar.

ricz

  • Azab, vesvese.
  • Maddi ve mânevi pislik.
  • Puta tapma.

riks

  • Adam topluluğu.
  • Pis, necis.

rimnak

  • Murdar, pis. (Farsça)
  • İrinli. (Farsça)

rübb

  • (Çoğulu: Rubub) En aşağı derece ile pişmiş ve üçte birinden azı gitmiş olan sıkılmış üzüm.

rücbe

  • Canavar avlamak için yapılan yer. (İçine iple et bağlarlar ki canavar gelip yapıştığı gibi üzerine düşer.)

rücz

  • Devenin mak'adında olan bir hastalık.
  • Pis, necis.
  • Azap.
  • Put, sanem.

ruh-u nurani / ruh-u nuranî

  • Maddî yapısı olmayıp nurdan yaratılmış aydınlık ruh.

ruhani / ruhânî

  • Maddî yapısı olmayan ruh âlemine ait varlık.

ruhaniler / ruhanîler

  • Maddî yapısı olmayan ve gözle görülemeyen ruh âlemine ait varlıklar.

ruhaniyat / ruhâniyât

  • Maddî yapısı olmayan ve gözle görülemeyen ruh âleminin varlıkları.

sagsega

  • Toprak içine bir şey gömmek.
  • Yemeği yağlı ve iyi pişirmek.
  • Dişi depretmek.

sahfe

  • Arka derisine yapışan yağ.

şaibe

  • Leke, kir, pislik, süprüntü.
  • Eksiklik, noksanlık, hata.
  • Leke, kir.
  • Süprüntü. Pislik.
  • Kusur. Noksan. Hata. Eksiklik.

said

  • Yukarıdaki temiz toprak, pislikten uzak pâk toprak. Yeryüzü.
  • Yol, tarik.
  • Mezar, kabir.
  • Yüksek.
  • Yukarı çıkan.

salsal / salsâl

  • Pişmemiş kuru çamur... Pişmiş gibi kurumuş çamur.

saly

  • Pişirmek.
  • Yakmak.

şayib

  • (Çoğulu: Şevâyib) Ayıp. Noksan.
  • Pis, murdar.
  • Saçı ve sakalı beyazlamış olan kimse.

seccan

  • (Sicn. den) Gardiyan, zindancı, hapishane memuru.

sedem

  • Hüzün, keder, tasa.
  • Nedâmet, pişmanlık.

seffud

  • (Çoğulu: Sefafid) Kebap pişirilen demir.

sehek

  • Balık kokusu.
  • Demir pası.
  • Rüzgârın yerden savurduğu toprak.
  • Bir şeyin pis pis kokması.

sekene-i habise

  • Kötü ve pis sakinler.

şekk

  • (Çoğulu: Şükuk) Şüphe, zan. Bir şeyin varlığı ile yokluğu arasında tereddüt etmek.
  • Lüzum.
  • Yarmak.
  • Yapışmak.

sela'

  • Pişirmek.
  • Eritmek.

selim akıl / selîm akıl

  • Yanılmayan, pişman olacak bir işi yapmayan ve peygamberlere, âlim ve evliyâlara mahsus, ileriyi gören akıl.

selk

  • Bir yerden haber getirmek.
  • Yumurtayı rafadan pişirmek. Bir kimseyi başı üstüne bırakmak.
  • Katı ve sert söylemek.
  • Çağırmak.

semit

  • Temiz pişirilmiş olan kebap.
  • Arınmış, temizlenmiş ve pâk olmuş.
  • Doldurulmuş bağırsak.
  • Birbiri üstüne yığılmış kiremit.
  • Bir kat sahtiyan.

semm-i murdar / سَمِّ مُرْدَارْ

  • Pis zehir.

şerab / şerâb

  • Alkollü içkilerden. Pişmemiş üzüm suyunun havasız fıçılarda durmasıyla gaz habbeleri (kabarcıkları) ve köpük çıkararak kokuşup mayalanması netîcesinde meydana gelen ve içilince sarhoş eden içki. Hamr.

sevda / sevdâ / سودا

  • Kara, siyah. (Arapça)
  • İnsan yapısında bulunan dört maddeden biri. (Arapça)

siccil

  • Kumlu çamurun taşlaşmış hâli. Kumlu çamurdan terekküb ve tahaccür etmiş taş.
  • Ateşte pişerek taş gibi olmuş tuğla.

sicin / سِجِنْ

  • Hapishane, zindan.
  • Hapishane, zindan.

sicn

  • (Çoğulu: Sücun) Hapis, zindan.
  • Hapis, zindan.

sınai / sınaî

  • (Sınâiyye) San'atla ve sanayi ile alâkalı.
  • İnsan yapısı.

sınaiyyat

  • (Tekili: Sınâi) Sanatla ilgili olan şeyler.
  • İnsan yapısı şeyler.

sireten / sîreten

  • İç yapısı, ahlâk ve sıfat itibarıyla.

sücun

  • (Tekili: Sicn) Hapishaneler, zindanlar, ceza evleri.
  • Mc: Dünyanın sıkıntıları.

sülah

  • Necis, pis.

sulh-perver

  • Sulhçu. Dâimâ sulh ve sükun isteyen. Harp ve çarpışmak istemeyen. Barışsever. (Farsça)

sun'i / sun'î

  • İnsan yapısı, uydurma, takma, sahte, yaradılıştan olmayan.

sünepe

  • Miskin, mıymıntı. Üstü başı kirli, pis.

suret-i mesele

  • Bir meselenin sûreti, genel yapısı; asıl yapısı.

suver-i mülevvese

  • Pis, kirli görüntüler.

suzer

  • (Çoğulu: Suzerât) Necis, pis, murdar.

ta'zir-i evsat

  • İçtimai mevkileri orta hâlde bulunan kimseler hakkındaki ta'zirdir ki, hem mahkemeye bilcelb ilâm suretiyle, hem de hapis suretiyle yapılabilir.

taaffün

  • (Ufunet. den) Çürüyüp kokuşma. Leş kokusu. Fena ve pis kokular.

taaffünat

  • (Tekili: Taaffün) Fena ve pis kokular.

tabahat

  • Aşçılık. Yemek pişirme san'atı.

tabh / طبخ

  • Pişirme. Pişirilme.
  • İlâç kaynatma.
  • Pişirme. (Arapça)

tabhi / tabhî

  • Pişirmekle veya pişirilmekle ilgili.

tabiat-ı alem-i islam / tabiat-ı âlem-i islâm

  • İslâm dünyasının karakter ve yapısı.

tabiat-ı arap

  • Arap milletinin kendine özel yapısı, mizacı, karakteri.

tabiat-ı beşer

  • İnsan yapısı, fıtratı.

tabiat-ı hayal

  • Hayâlin tabiatı, yapısı.

tabiat-ı masiyet / tabiat-ı mâsiyet

  • Günahın tabiatı, doğası; Allah'a karşı yapılan isyankârlığın ve günahın temel özellikleri, yapısı.

tabiat-ı sani / tabiat-ı sâni

  • İkincisinin yapısı.

tabih

  • (Tabh. dan) Pişiren, aşçı.
  • Suda pişmiş et yahnisi.

tabil

  • (Çoğulu: Tevâbil) Yemeklere katılan biber, nane, tarçın gibi şeyler.
  • Çömlek içinde pişen nesne.

tadrib

  • Kebabı iyi pişirmek.
  • Avazı güzelce çekip nağmelendirmek. (Buna "tadrib-i fi-s-savt" denir).

taharet / tahâret

  • Temizlik. Nezafet. Temizlenmek.
  • Fık: Habes, necaset denilen maddeten en pis şeylerin veya hades denilen şer'î bir mâninin zevalidir.
  • Necâset denilen yâni maddeten pis olan şeylerden ve hades denilen hükmî ve mânevî pisliklerden (abdestsizlik, cünüplük, kadınlar için hayz ve nifas hâllerinden) su ile abdest alarak, su yoksa, toprak ve toprak cinsinden şeylerle teyemmün ederek yapıl an temizlik. Temiz olana tâhir, temizleyiciye de

tahir-i mutlak / tâhir-i mutlak

  • Bütün yönleriyle temiz olan, temizliğine en küçük halel getirecek bir pislik olmayan.

taht-ı tevkif

  • Gözetim altı, hapishane.

tahve

  • Eti pişirmek.

taib / tâib

  • Tövbe eden. Günahlarına pişman olan.
  • Tövbe eden, günahlarına pişmân olan.

talan

  • Çapul, yağma. (Farsça)
  • Birisinin malının, herkes tarafından kapışılması. (Farsça)

talh

  • Necis bulaşmak, pislik bulaşmak.
  • Havuz dibinde kalan tortu.
  • Kene böceği.

tams

  • Kadının hayız görmesi, aybaşı olması.
  • Kir, vesah.
  • Cima etmek.
  • Yapışmak.

tana

  • Susuzluktan ciğerin yapışması.

tanazzuc

  • Pişmek.
  • Olmak.

tandır

  • Ufak fırın, ekmek pişirilen yer.

tanzic

  • Çok pişirmek.
  • Yakmak.

tark

  • Vurmak.
  • Dövmek.
  • Yünü ve pamuğu ağaçla vurmak.
  • Bulanık su.
  • İçine deve bevlettiğinden dolayı pislenmiş olan yağmur suyu.
  • Vücuttaki gevşeklik.

tarziye

  • Pişmanlık duyduğunu anlatarak özür dilemek.
  • Râzı etmek.
  • "Radıyallahü-anh" diyerek duâ etmek.

tatar

  • (Tetar) (Arapçada: Teter) Bu isim, asıl itibariyle Moğol milletlerinden bir kavmin adıdır. Bu kavmin efrâdı, Cengiz Han askerlerinin pişdarları hükmünde olduğundan eski zamanlarda Moğollar mânasında kullanılmıştır.Arap ve Fars tarihlerinde de yukardaki mânada kullanılmıştır. Sonra bu isim bü

tebellüd

  • Ağır, tembel olma.
  • Bir şeye tahassür ve teessüf etme. Pişmanlıktan dolayı "hay meded" diye ellerini birbirine çarpma.
  • Yere düşme.

tecyif

  • Korkma, korkutulma.
  • Vurmak.
  • Murdar etmek, pisletmek.

tedennüs

  • Pislenme, kirlenme.

tefekküh

  • Yemiş toplayıp vermek. Meyvedar olmak. Meyvelenmek.
  • Pişman olmak.
  • Pek hoşlanıp hayrette kalmak.

tefekkün

  • Pişman olmak.
  • Taaccüb etmek, hayrette kalmak, şaşırmak.

tefes

  • Kir, pislik.
  • Menâsik-i Hacta bıyık ve tırnak kesmek, baş ve kaş yolmak.

tefvim

  • Ekmek pişirmek.

tefviz / tefvîz

  • Ismarlama, havâle etme.
  • Bir işi sebeblere yapıştıktan sonra Allahü teâlâya havâle etmek, helâl ve faydalı şeyleri kazanmaya çalışıp da, bunlara kavuşmayı Allahü teâlâdan beklemek.
  • Kadına kendini boşama hakkı vermek. Yâni kendini sen boşa demek. Buna Temlîk de denir.

tehzib

  • Islâh etme.
  • Temizleme. Fazlalığını, pisliğini giderme.

telasuk / telâsuk / تلاصق

  • (Lüsuk. dan) Bitişme, yapışma. Birbirine bitişik olma.
  • Bitişme, yapışma. (Arapça)

telatum / telâtum

  • Birbiri ile çarpışmak, vuruşmak. (Deniz dalgaları gibi)
  • Birbirine şamar vurmak.
  • Vuruşma, çarpışma.
  • Vuruşma, çarpışma.

telazum

  • Biri diğerine lâzım olmak. Karışık olmak. Bir şey diğerine yapışmak.

telbib

  • (Çoğulu: Telâbib) Bir kimsenin yakasına yapışıp çekmek.
  • Boyun.

telbid

  • Bir yere toplayıp yığmak.
  • İhramda olan kimsenin saçı dağılmasın diye başına sakız yapıştırması.

televvüs

  • Kirlenme, pislenme.
  • Kirlenmek. Pislenmek. Bulaşıp murdar olmak.

telezzüc

  • (Lüzucet. den) Yapışkan olma.
  • Çekilip uzanmak.

telvis

  • Kirletme, pisletme.
  • (Çoğulu: Telvisât) Kirletmek. Bulaştırmak. Pisletmek.
  • Mc: Bozmak, berbat etmek.

temenni / temennî

  • Sebebe yapışmadan, gerekli çalışmayı yapmadan, Allahü teâlâdan bir şeyin olmasını dileme.

temessük

  • Tutunma, yapışma.

tenasi

  • Birbirinin nâsıyesine yapışmak.
  • Birbiri karşısına düşmek.

tencis

  • (Necâset. den) Pisleme, murdarlaştırma, pis etme.
  • Necis hale getirme, pisleme.

teneddüm

  • (Nedâmet. den) Pişman olma, pişmanlık duyma, nedâmet etme.

tenezzüh

  • Uzaklaşmak.
  • Gezinti. Bağ ve bahçe gibi yerlere gam ve kederi izale için çıkmak.
  • Kusur, pislik ve ayıptan uzak olmak.

tesadüm / tesâdüm / تصادم

  • Vuruşma. Şiddetle çarpışma.
  • Çarpışma.
  • Müsademe, şiddetli çarpışma, savaşmak.
  • Çarpışma, tokuşma. (Arapça)
  • Tesâdüm etmek: Çarpışmak, tokuşmak. (Arapça)

tesadüm-ü efkar / tesadüm-ü efkâr

  • Fikirlerin çarpışması.
  • Fikirlerin çarpışması. Münazara.

teşebbüs

  • Bir işe girişmek. Bir işi ilk olarak teklif etmek.
  • Sağlam bir niyetle bir şeye başlamak.
  • El ile yapışıp bırakmamak.

tesebbüt

  • (Sebat. dan) Sebat gösterme, dayanma, sabretme, direnme.
  • Bir nesneye yapışmak. Tevakkuf.

tevbe

  • (Tövbe) Yaptığı fenalığa pişman olmak. Allah'dan afv dilemek. Bir daha işlememeye azmetmek. Estağfirullah deyip, pişmanlık duymak.
  • Pişmanlık duyarak günahtan dönüş.
  • Haram, günah işledikten sonra, pişman olup, Allahü teâlâdan korkmak, bir daha yapmamaya karar vermek.

tevbe etme

  • Pişmanlık duyarak günahtan dönme.

tevbe etmek

  • Pişmanlık duyup bağışlanma dilemek.

tevbekar / tevbekâr

  • Pişmanlık duyup bağışlanma dileyen.
  • Tevbeli, yaptığına pişman olmuş olan. (Farsça)

tevekkül

  • Allahü teâlâya teslim olma. Bir işe başlarken sebeplere yapıştıktan sonra O'na güvenme; kalbin, her işte Allahü teâlâya îtimâd etmesi, güvenmesi.

tevkif

  • Alıkoyma, tutma. Hapis olarak bekletme. Vakfetme.
  • Arafatta mevkaf olan yerde durdurmak.
  • Bir kimsenin koluna bilezik takmak.

tevkifhane / tevkifhâne

  • Hapishane, tutukevi.
  • Tutukevi, hapishane.
  • Hapishane.

tevkir

  • Bina için yemek pişirip yedirmek. Ziyafet vermek.

tevsih

  • (Vesah. dan) Kirletme, murdarlama, pisletme.
  • Paslandırma.

tıynet

  • Huy, tabiat, kişinin yapısı.

tumrus

  • Sıcak külde pişmiş ekmek.

türkcuş

  • Yarı pişmiş et. (Farsça)

turmus

  • Zayıf.
  • Kül içinde pişen ekmek.

üffe

  • Necis, pis.

ufunet / ufûnet

  • Pis koku, kokuşmuşluk.
  • Çıban veya yaranın çürüyüp fena kokması.
  • İltihab.
  • Her hangi bir maddenin çürümesinden hasıl olan pis koku, çürük kokusu.
  • Sıkıntı veren manevî ağırlık.
  • Pis koku, kokuşmuşluk.
  • Pis koku, iltihap.

ufunetli / ufûnetli

  • Kötü ve pis kokulu.
  • Kötü, pis kokulu.

ümmid / ümmîd

  • Ummak, arzu, istek. Sebeblere yapıştıktan sonra iyi netice beklemek.

urve

  • (Çoğulu: Urâ) Düğme iliği.
  • Yazda ve kışta yaprağı dökülmeyen ağaç.
  • Daima bâki olan nesne.
  • Arslan. Kudretten kinaye olur.
  • Kulp. Yapışacak sap. Tutacak yer.

üsfiyye

  • (Çoğulu: Esâfi) Üzerine tencere koyup yemek pişirilen ocak taşı.

uzuv

  • (Uzv) Bir canlının vücud yapısının kısımlarından herbiri. Azâ. Organ.

vath

  • Kuşların burnuna ve ayağına necasetten veya balçıktan yapışıp kalan nesne.

vedi / vedî

  • İdrârdan sonra çıkan, yapışkan, beyaz ve bulanık koyu sıvı.

vegir

  • Kızmış taş üstüne koyarak pişirilen et.

vegire

  • Kızmış taş ile sıcaklık verilerek pişirilen süt.

vehise

  • Pişirilip kurutulduktan sonra dövülen çekirge.

vesah

  • (Çoğulu: Evsâh) Kir, pas.
  • Murdarlık, pislik.

veyl

  • Vay hâline, yazık, felâket, hüzün ve hüsran.
  • Cehennem'de bir çukur ismi veya Cehennem'in bir kapısına bu isim verilmiştir.
  • Vaid, tehdid makamında kullanılan azab kelimesidir.

yahni

  • Et yemeği, yahni. (Farsça)
  • Azık, zahire. (Farsça)
  • Pişmiş şey. (Farsça)

yani'

  • Kıvama gelmiş, olmuş. Pişkin.

yed-i beyza / yed-i beyzâ

  • Beyaz, parlak el; burada mecaz olarak Kur'ân'ın mu'cizeli yapısı kastedilmiştir.

yusufiye medresesi

  • Hz. Yusuf'un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur'ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane.

zaha

  • Çirkin kokulu, pis kokulu.

zebil / zebîl / زبيل

  • Fışkı, gübre.
  • Pislik.
  • Pislik. (Arapça)
  • Gübre. (Arapça)

zerde

  • Safranla pişirilen bir çeşit pirinç tatlısı. Safran, sarı renge boyadığı için bu ad verilmiştir. Eskiden düğünlerde pişirilirdi. (Farsça)
  • Safran. (Farsça)
  • Yumurta sarısı. (Farsça)

zey'

  • Güzelce pişip erimek.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın