REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te oyma ifadesini içeren 297 kelime bulundu...

nehy-i anil münker

  • Günahlardan ve kötülüklerden sakındırmak, alıkoymak.

a'vak

  • (Tekili: Avk) Mani olmalar. Alıkoymalar, durdurmalar. Vazgeçirmeler.

agüs

  • Taşcıların oymacılıkta kullandıkları demir kalem. (Farsça)

ahsen-i takvim

  • En güzel kıvama koyma.
  • Cenab-ı Hakkın her şeyi kendisine lâyık en güzel kıvam, sıfat ve surette yaratması. İnsanın en yüksek ve câmi isti'dâd ve kabiliyetlerde ve en güzel surette yaratıldığı.

aika

  • (Çoğulu: Avâik) Alıkoymaya ve te'hire sebep olan şey, mâni, engel.

ambalaj

  • Eşyayı taşınabilir bir hale koymak için sarma veya sandığa yerleştirme işi. (Fransızca)

ambar

  • Zahire ve kuru gıdaları koymaya yarayan büyük depo.

amd

  • Niyet, kasıt, istek, arzu.
  • Direk koymak.

armatür

  • Lât. Fiz: Kuvvet akımını toplu bir hale koymak için mıknatısın kutupları arasına yerleştirilen demir parçası.
  • Kondansatördeki iki iletken yüzeyden her biri.

arz etmek

  • Sunmak, ortaya koymak.

arz-ı iftikar

  • Hacatını arzetme, ihtiyaçlarını meydana koyma.

arzu-yu hilaf / arzu-yu hilâf

  • Muhalefet etme, karşı koyma arzusu.
  • Muhalefet etme, karşı koyma arzusu.

arzu-yu muaraza

  • Muaraza isteği, karşı koyma arzusu.

aşair / aşâir

  • Aşiretler, oymaklar.

aşiret / aşîret

  • Kabile, oymak, göçebe halinde yaşıyan ekseri bir soydan gelen cemaat. Yakın akraba, âile.
  • Dil ve kültürü büyük ölçüde aynı türden olan, birçok boydan oluşan, yapısındaki aileler arasında sosyal, ekonomi, din, kan veya evlilik bağları bulunan göçebe veya yerleşik nitelikteki topluluk; oymak.
  • Kabile, oymak.

asvine

  • (Tekili: Sunvân) Elbise koymaya yarayan dolaplar. Gardroplar.

avk

  • (Çoğulu: A'vâk) Mâni olma, alıkoyma, durdurma, vazgeçirme, geciktirme.

bagaj

  • Yolcu eşyası. (Fransızca)
  • Yolcu eşyası koymaya mahsus yer, yolcu eşyası vagonu. (Fransızca)

bayındır

  • Mamur, şenlikli.
  • Bir Oğuz oymağının ve Akkoyunlu hanedânının ismi.

bedel-i öşr

  • Huk: Arazi-i emiriye üzerinde bina yaparak veya meyvesiz ağaç dikerek koru haline koyma sebebiyle öşre bedel alınan kira.

bid'at

  • Sonradan ortaya çıkan şey, ilk defâ benzersiz bir şey ortaya koymak.

cerd

  • Elbisesini çıkarma, elbisesinden soyma, çıplak hâle getirme.
  • Ot ve ağaç yetişmeyen yer.

cerş

  • Bir şeyin kabuğunu soyma, bir şeyi kazıma.

cihad-ı manevi / cihad-ı manevî

  • İlim, fikir, istiğfar gibi manevi unsurlarla din düşmanlarına karşı koymak.

cilbend

  • Büyük cüzdan. Evrak koymaya mahsus birçok gözlere ayrılmış cüzdan şeklinde çanta ki, koltuk altına alınır.

cübcübe

  • (Çoğulu: Cebâcib) Korkutmak.
  • Yağ koymağa mahsus deri zenbil ve büyük desti.
  • Çok su.
  • Erimiş yağ.

çürütme

  • Bir düşüncenin, bir davanın boşluğunu, anlamsızlığını ortaya koyma.

damga

  • Bir şeyin üzerine işaret veya alâmet koymak.
  • İşaret vurulan âlet. Mühür.

darrı nef'a derc

  • Zararlıyı yararlının içine koyma.

debbabe

  • Kale duvarlarını oymaya yarayan bir savaş aleti. Tank.

derc / درج / دَرْجْ

  • İçine almak. Katmak.
  • Kitaba koymak.
  • Nakışlı kâğıt üzerine yazılan yazı.
  • Hattatın yazılmış kâğıt tomarı.
  • İçine koyma.
  • İçine koyma, yerleştirme.

derc etme

  • Kitaba koyma.

deriçe

  • Küçük kapı, oyma kapı. Pencere. (Farsça)

dermeyan / dermeyân / درميان

  • Ortada. (Farsça)
  • Dermeyân edilmek: Ortaya konulmak, ele alınmak. (Farsça)
  • Dermeyân etmek: Ortaya koymak, ele almak. (Farsça)

dibagat

  • Tabaklama. Deriyi kullanılır ve temiz hale koyma işi.

dikte

  • Başkası tarafından yazılmak üzere söyleyip yazdırma. (Fransızca)
  • Karşı koymayacak olan birisine, aşırı arzu ve isteklerini bildirip kabul ettirme. (Fransızca)

düruc

  • Dürmek.
  • Geçmek.
  • Koymak.

ecim

  • Bir şeye çok devam etmekten usanç gelme.
  • Suyun necis olup bozulması.
  • Birini istemediği hâle koymak.

emr-i tacizi / emr-i tâcizî

  • İnsanı âciz bırakan emir; Allah'ın, iman etmeyenlerden Kur'ân'ın benzerini ortaya koymalarını istemesi böyle bir emirdir.

fas'

  • Hurmanın kabuğunu soymak.

feda / fedâ / فدا

  • Yoluna can koyma. (Arapça)
  • Kurban. (Arapça)
  • Uğruna verme. (Arapça)
  • Fedâ edilmek: (Arapça)
  • Uğruna harcanmak. (Arapça)
  • Kurban edilmek. (Arapça)
  • Fedâ etmek: (Arapça)
  • Uğruna harcamak. (Arapça)
  • Kurban etmek. (Arapça)

fers

  • Dağıtmak. Saçmak.
  • Ciğer parçalamak.
  • Hurma çekirdeğinin kabuğunu soymak.
  • Atın pisliği. Fışkı.

gasb / غصب

  • El koyma, zorla elinden alma. (Arapça)

geda-çeşm

  • Dilenci gözlü, yoksul gözlü. (Farsça)
  • Mc: Aç gözlü, gözü doymaz. (Farsça)

habs

  • Hapis, alıkoyma, bir yere kapatıp dışarı çıkarmama. Salıvermeme.
  • Zaptetme, tutma.

hacz

  • Engelleme, el koyma, ayırma.

hadin

  • Bir kuş cinsidir. (Hiç doymak bilmez, yediğini hemen hazmedip yine yemek ister, yüksek yerleri sever, değme yer üstüne konmaz, ağaç başlarına konup bütün yemişini yer, yemişleri kalmazsa başka yerlere gider.)

hafş

  • Celbetmek, çekmek.
  • Yeri kazıp oymak.
  • Birbiri ardınca tez tez gelmek.

hakk / hâkk

  • Kazıma. Oyma. Maden üzerine yazı işlemek.
  • Kazma, oyma.

hakketmek / hâkketmek

  • Kazımak, oymak.

hakn

  • Sütü tuluma koyup toplamak ve sağıldıkça üzerine koymak.
  • Men etmek, engel olmak.

hal'

  • Kaldırma. Kal' etme.
  • Hükümdarı tahttan indirmek. Azletmek.
  • Mansıb ve mesnetten ihraç etmek.
  • Elbise gibi şeyleri soymak.
  • Bir şeyi izâle edip ayırmak ve terketmek.
  • Karısını boşamak. Evlâdını evlâdlıktan reddetmek.

halfe

  • Yerine adam koymak.
  • Kılavuz.

hallüfasl / حل و فصل

  • Halletme, yoluna koyma. (Arapça)

hals

  • Bir şeyi soymak. Çalmak. Kapmak.
  • Dibinden taze yetişen çayırla karışık olan kuru çimen.

halz

  • Kabuğunu çıkarmak, derisini soymak.

hank

  • Muhkem etmek, sağlamlaştırmak.
  • Bir şeyi çiğneyip damağıyla ezmek.
  • Davarın ağzına gem vurmak veya urgan koymak.

hart

  • El ile ağacın yaprağını sağmak.
  • Ağaç kabuğu soymak, yaprak toplamak.
  • Nikâh.

hasa'

  • Suya kanmak ve kandırmak.
  • Dolmak.
  • Doymak.
  • Ufak taş.

hazd

  • Ağaçtan diken koparmak.
  • Ağacın kabuğunu soymak.
  • Çok hızlı ve şiddetle yemek yemek.

hazz

  • (Çoğulu: Huzuz) Deniz koyunu. (denizde olur)
  • "Vurmak" mânâsına masdar.
  • Duvar üstüne direk koymak.

heybe

  • Eşya koymaya mahsus iki taraflı küçük torba.

heym

  • (Heyemân) Şaşkınlık.
  • Âşık olma, tutkun olma.
  • Yüzü yere koymak.

hicv

  • (Hiciv) Birini şiir ile zemmetmek, onu gülünç hale koymak. Bu şekilde yazılan şiir veya manzume.
  • Alay etmek.
  • Birini şiirle yermek, gülünç hale koymak, alay etmek.

hıdane / hıdâne

  • Çocuğu kucağa almak, besleyip büyütmek üzere yanında bulundurmak. İslâm nikâhının bozulmasından sonra (ayrılıkta), çocuğu, selâhiyetli (yetkili) olan kimsenin yâni başkası ile evli olmayan annenin belirli bir yaşa gelinceye (oğlan çocuğu yedi, kız ye tişkin oluncaya) kadar yanında alıkoyması ve terb

hikmet-i teşri'iye

  • Yasamadaki hikmet, kanun koymadaki gaye, fayda.

hilaf

  • Ters, karşı, zıd. Karşı koymak. Muhalefet etmek.

hırs-ı muaraza / hırs-ı muâraza

  • Karşı koymak için aşırı istek.

hisbet

  • İyiliği emr edip kötülükten alıkoymak husûsunda, hükûmet adamlarının bizzat işe karışıp gerekeni yapmaları. İhtisâb da denir.

i'cam

  • Harflere, yazıya nokta koymak.
  • İsteğini açıklıkla bildiremeyip, maksadı belirsiz, muğlak söylemek.

i'caz / i'câz

  • Âciz bırakma, benzerini ortaya koymada herkesi acze düşürme.

i'ra

  • Çıplak bırakma, soyma.

i'tiyak

  • Alıkoymak, engel olmak, mani olmak.

iba'

  • Çekinmek. Tiksinmek.
  • Kabul etmemek, bir işe razı olmamak.
  • Doymadan yemekten çekilmek.

ibda'

  • Cenab-ı Hakkın âletsiz, maddesiz, zamansız, mekânsız yaratması ve icâdı.
  • Misli gelmemiş bir eser meydana koymak, icâd, ("İbda', ihdâs, ihtirâ, icâd, sun', halk, tekvin" kelimeleri birbirine yakın mânâdadırlar.)
  • Edb: Geçmişte benzeri olmayan şiiri söylemek.

ibraz / ibrâz

  • Göstermek. Meydana koymak.
  • Belirtme, ortaya koyma, gösterme.

ibtila'

  • Zorlukla yutmak.
  • Gelini gerdeğe koymak.

icat

  • Yeni ir şey bulma, ortaya koyma; üretme.

icmar

  • Bir araya toplamak.
  • Süratle yürümek.
  • Atın sıçrayarak yürümesi.
  • Bir şeyin umumi olması. Ateşe öd ağacı koymak.
  • Bir şeyi buhurlamak. Tahmini hesab yapmak.
  • Yeni ayın görünmesi.

icra etmek / icrâ etmek

  • Uygulamaya koymak.

ida'

  • Emanet bırakmak. Vedia koymak.
  • Huk: Kendi malının muhafazasını başkasına havale etme.

idgam

  • Gizlemek.
  • Bir şeyi bir yere koymak.
  • Tecvidde: Aynı cinsten olan harfleri birbirine katarak iki def'a okumak. Şeddeli okumak veya yazılmak.

idmac

  • Bir şeyi bir şeyin içine koymak.
  • Sıkıştırmak.

iglaf

  • (Gılaf. dan) Kınına sokma, kılıfa koyma.

iglak

  • Karıştırmak. Kapamak. Muğlak yapmak. Anlaşılmaz hâle koymak.
  • Zorla iş yaptırmak.
  • Edb: Sözü karışık ve anlaşılmaz surette söyleme.

igmad

  • Kınına sokma, kılıfına koyma.
  • Birçok şeyleri bir yere tıkma.

iğnedan

  • İğne koymağa mahsus küçük kutu.

ihbal

  • Gebe koyma, hâmile yapma.
  • Çiçekler dökülüp meyve tutma.

ihbat

  • Mahveylemek. Battal ve geçmez hale koymak.
  • Kuyunun suyu çoğalmak veya bitmek.
  • İşin karşılığını vermek.
  • Amelin sevabını giderip, hiçe indirmek.

ihdas / ihdâs / اِحْدَاثْ

  • Yeniden bir şey yapmak. Ortaya koymak. Meydana koymak.
  • Yeni bir şey ortaya koyma.

ihdas etme

  • Yeni birşey ortaya koyma.

ihrac

  • Çıkarmak. Dışarı atmak. Fazla malı başka memlekete göndermek. İstifade için meydana koymak.

ihsar

  • (Hasr. dan) Birisini işinden alıkoymak.
  • Fık: Hac için ihrama girmiş bir zâtın, Arafat'ta durmakla ziyaret tavafından; ve umre için ihrama girmiş bir kimsenin de tavaftan men edilmesi. Böyle men edilen zâta "muhsar" denir.
  • Kısaltma, kısalma.
  • Sıkıştırma.

ihtiras / ihtirâs

  • Şiddetli arzu, aşırı heves, istek, gözün ve gönlün doymaması.

ıhtisar

  • Elini böğrüne koymak.
  • Muhtasar yapmak.

ıhtitat

  • Sakal bitmek. Yer tutmak.
  • Hatla işaret koymak.

ihtizan

  • Birisini işinden alıkoyma.
  • Çocuğu besleme.

ikaf

  • (Vakf. dan) Vakfetme, malını vakıf şekline koyma.
  • Bir işten vaz geçme, durdurma.

ikame / ikâme / اقامه

  • Oturtmak. Mukim olmak. Yerleştirmek. İskân eylemek. Bulundurmak. Meydana koymak. Vücuda getirmek. Dâva açmak. Ayağa kaldırmak. Kıyam etmek.
  • Yerine koyma.
  • Kaldırma. (Arapça)
  • Oturma. (Arapça)
  • Yerine koyma. (Arapça)
  • İkâme etmek: Yerine koymak. (Arapça)

ikame etmek

  • Yerine koymak.

ikbar

  • Kabre koyma, mezara koyma veya konulma.

ilbas

  • Durdurma, mâni olma, alıkoyma.

ilka'

  • Koymak, bırakmak. Terk etmek. Öne atmak.

iltiha'

  • (Lihye. den) Sakal bırakma.
  • Kabuk soyma.

ina

  • Geciktirme, alıkoyma, zayıf düşürme.

irae

  • Göstermek, göstererek öğretmek.
  • Göz önüne koymak.
  • Gösteriş.

irhan

  • Rehin koyma veya konulma.

irsal

  • (Resul. den) Göndermek, gönderilmek, yollamak.
  • Havale kılma.
  • Salıvermek. Kendi haline koymak.
  • Sürü sahibi olmak.
  • Elçi gönderme.

is'ar

  • Narh koyma, fiat veya pahâ biçme.

işba'

  • Doyurmak, açlığı gidermek. Doymak.
  • Fiz: Bir sıvının içinde, belli bir cisimden eriyebilecek en çok miktarın erimiş bulunması.
  • Edb: Arap nazmında, kafiye veya vezin zaruretinden dolayı kelimeye bir harf ilâve etme.

isbat / isbât / اِثْبَاتْ

  • Doğruyu delil göstererek meydana koymak. Delil ve şâhitle bir fikrin sıhhatını göstermek. İtiraf, ikrar ve tasdik etmek.
  • Sabit ve muhkem kılmak.
  • Bâki ve pâyidar eylemek.
  • Delil. Bürhan. Şâhit.
  • Sağlamlaştırma, dayanıklı hâle getirme. Delil ve şâhit göstererek bir sözün ve fikrin doğruluğunu ortaya koyma.
  • Tasavvuf yolunda ilerlerken Lâ ilâhe dedikten sonra illallah demek.
  • Delil göstererek hakikatı ortaya koyma.
  • Kesin olarak ortaya koyma.

işgal

  • Zabtetme, istilâ etme.
  • Birisini işten alıkoyma, başka şeyle meşgul etme, oyalama, uğraştırıp kendi işine mâni olma.

islak

  • (Silk. den) Düzenleme, sıraya koyma.
  • Yola getirme.
  • Diziye geçirme.
  • Mesleğe sokma, sokulma.

isma

  • Yükseltmek.
  • İsim koymak.

istiğlalen

  • Gayrimenkulü rehine koymak suretiyle.

istihsan

  • Korunmak. Korumak, müdâfaa etmek, karşı koymak.
  • Sağlam bir yere kapanmak.

istikla

  • Te'hir etme. Sonraya bırakma.
  • Alıkoyma, mâni olma, engel olma.
  • Veresiye alma, borç olarak alma.

istinbat

  • Bir söz veya bir işten gizli bir mânâyı meydana koymak.
  • Müçtehid veya büyük bir âlimin gizli bir mânâyı içtihadı ile meydana çıkarması.
  • Bir mes'eleyi derin tetkik ile meydana çıkarması.
  • Bir mes'eleyi derin tetkik neticesinde kaynaklarından güçlükle anlamak.

itka' / itkâ'

  • Koltuk altına yastık veya dayak koyma. Dayanacak bir şey kullanma.
  • Yaslanma.

ız'af

  • Bir şeyin üstüne bir misli koyma.
  • Zayıflama.

izabe

  • Eritmek, eritilmek. Su gibi akıcı hale koymak. Yumuşatmak. Islah etmek.

izhar-ı fazl

  • Değerini, üstünlüğünü ortaya koyma.

izhar-ı harika

  • Harika bir şeyi ortaya koyma, gösterme.

izhar-ı muhalefet

  • Karşı olduğunu ortaya koyma; açık bir şekilde muhalefet yapma.

izlal

  • (Zıll. dan) Gölge yapmak. Gölge koymak. Gölgelendirmek.

ızraf

  • Zarflamak. Zarfa koymak.

kalem

  • (Çoğulu: Aklâm) Kamış. Yazı için ucu inceltilen bir nevi ince ve sert kamış.
  • Yazı yazmak için kullanılan her türlü âlet.
  • İfâde. Üslub.
  • Mâden, taş ve tahta üzerinde oymak için ucu sivri çelik âlet.
  • İnce boya, fırçası.
  • Yazı enva'ı.
  • Resim. Nakış.<

kam'

  • Kahretmek. Zelil etmek.
  • Zabtetmek. Ezmek. Kırmak.
  • Hasta etmek.
  • Başına vurmak.
  • Bir sese kulak verip dinlemek.
  • Ağzı dar olan bir şeyin içine huni ile akıcı maddeyi koymak.
  • Huni.

kanata

  • ing. Bol ağızlı su testisi.
  • Sıvı koymaya mahsus kap.
  • Bazan ölçü gibi de kullanılır.

kaşkaşa

  • Bir şeyin kabuğunu soymak.
  • Hasta iyi olmak.
  • Halâs etmek, kurtarmak.
  • Uyandırmak.

kaşr

  • Bir şeyin kabuğunu soyma.

kazan kaldırmak

  • Yeniçerilerin isyanı münasebetiyle kullanılan bir tabirdi. Yeniçeriler isyan ettikleri zaman yemek pişirilen kazanlarını da, toplandıkları At Meydanı'na getirdikleri için bu tabir meydana gelmiştir. Sonradan da devlete karşı koymağa kalkanlar hakkında kullanılırdı. (Türkçe)

kenduc

  • Yer altında giyecek eşya koymak için yapılan oda.

keşt

  • Soymak.
  • Keşfetmek.
  • Fazlalığı kesmek. Koparmak.
  • Açmak. Deriyi yüzmek.
  • Yüzden perdeyi kaldırmak.

kiler

  • Erzak koymağa mahsus dolap. Yiyecek, içecek şeyler koyulan mahzen, anbar veya oda.

kıyam

  • Kalkma, ayakta durma, ayağa kalkma.
  • Namazın ayakta kılınan kısmı.
  • Bir işe kalkışma.
  • Karşı koyma, ayaklanma.

kumanya

  • ing. Bir gemi içinde bulunan kimselerin beslenmeleri için gemiye doldurulan erzak. Gemi zahiresi.
  • Eskiden piyade kayığının arka kısmındaki dolapçık.
  • Gemi kileri. Geminin erzak koymağa mahsus yeri.

kütübhane

  • Kitapların bulunduğu salon veya bina.
  • Belli bir kaideye göre tasnif edilmiş kitaplardan meydana gelen bütün.
  • Kitap koymağa yarayan bölmeli dolap.

lahb

  • Sür'atle gitmek.
  • Eti kemikten ayırıp soymak.

lahv

  • Kabuğunu soymak.

lefa

  • Vurmak.
  • Soymak.

mahc

  • Soymak.
  • Yontmak.

mataim / mataîm

  • (Tekili: Mıt'âm) Oburlar, doymakbilmez kimseler.
  • Başkalarını beslemeler.

maz'

  • Gön yağlamak.
  • Ağaç kabuğunu soymayıp üstünde bırakmak.

mecved

  • Doymaya yakın olmak.
  • Yağmur taneleri değmiş cisim.

mekir

  • (Mekr) Hile. Aldatma. Oyun. Düzen. (Birisinin kötü veya iyi hâllerini öğrenmek veya kötülüğe sevketmek ya da gayesinden alıkoymak için yapılır.)

melh

  • Yemeğe tuz koymak.
  • Çocuk emzirmek.

men' / منع

  • Engel olma, alıkoyma. (Arapça)
  • Engel olunma, alıkonulma. (Arapça)
  • Yasaklama. (Arapça)
  • Yasaklanma. (Arapça)
  • Men' edilmek: Yasaklanmak. (Arapça)
  • Men' etmek: (Arapça)
  • Engel olmak, alıkoymak. (Arapça)
  • Yasaklamak. (Arapça)
    • (Arapça)

    menhum

    • Nasıl yerse yesin karnı doymaz kimse.
    • Bir şeye çok hırs gösteren kişi.

    meşaki

    • (Tekili: Mişkât) İçerisine lâmba, kandil gibi şeyler koymak üzere duvarda yapılan küçük hücreler, oyuklar.

    mesh

    • Şeklini değiştirerek çirkin bir hale koyma.

    meşş

    • Elini bez ile silmek.
    • Bir şeyi aldıktan sonra yine almak.
    • Davarın sütünü sağıp bazısını koymak.

    mevt-i ahmer

    • Kızıl ölüm. Kanlı ölüm. Öldürülmek.
    • Tas: Nefse karşı koymak.

    meylü't-tehaddi / meylü't-tehaddî

    • Karşı koyma meyli, eğilimi.

    mikşat

    • Hattatların, kamış kalemlerinin kabuğunu soymakta kullandıkları âlet.

    mindel

    • Hırslı, doymaz ve açgözlü insan. Yırtıcı kimse.
    • Zorba, eşkiya.

    muaraza-i bis-süyuf

    • Kılınçla, kuvvetle, silâhla mücadele etmek. Silâhla karşı koymak.

    mübareze etmek

    • Karşı koymak, çarpışmak.

    mücadele / mücâdele

    • Karşısındakinin câhilliğini veya haksızlığını ortaya koymak ve kendisinin akıl, fazîlet ve şeref bakımından üstün olduğunu isbât etmek için iki kişinin bir şey üzerinde tartışması.

    mücahede

    • (Çoğulu: Mücahedât) Cihad etme.
    • Din düşmanına karşı koyma. Çarpışma.
    • Uğraşma. Çalışma. Gayret gösterme.İslâmiyette mücahedenin ehemmiyeti hakkında Deylemî'den (R.A.) mervi Hadis-i Şerif meâli: "Allah bir kulu sevdiği vakitte onu Zât-ı Uluhiyetine hizmet etmek için seçer. Onu

    muhakat

    • Bir kimseyi ahmak yerine koyma.

    mukabele-i bissüyuf

    • Silâha, kılınca sarılmak suretiyle karşı koymak.

    mukavemet / مقاومت

    • Karşı durmak, dayanmak. Karşı koymak. Muhalefetle kıyam etmek.
    • Karşı koyma, direnme. (Arapça)
    • Mukavemet etmek: Karşı koymak, direnmek. (Arapça)

    mukavemet etme

    • Direnme, karşı koyma.

    mukavemet etmek

    • Dayanmak, karşı koymak.

    mürahene

    • (Rehn. den) Bahse girişme.
    • Rehine koyma.

    müsadere / مصادره / müsâdere / مُصَادَرَه

    • El koyma, toplama, toplatma.
    • Mal varlığına el koyma. (Arapça)
    • Müsadere edilmek: Mal varlığına el konulmak. (Arapça)
    • Müsadere etmek: Mal varlığına el koymak. (Arapça)
    • Kanunen el koyma.

    musaraa etmek

    • Mücadele vermek, karşı koymak.

    müşebbek

    • (Şebek. den) Ağ ve kafes gibi örülmüş olan. Küçük tahta parçalarından yapılan oymalı kafes.

    mutlak adalet / mutlak adâlet

    • Bir şeyi yerli yerine koymak. Kendi mülkünde olanı kullanmak.

    na'naa

    • Irak etmek, uzaklaştırmak.
    • Hızlı konuşmak, tez tez söylemek.
    • Katı deprenmek.
    • Yemeğe nane koymak.

    nahhat

    • Marangoz. Doğramacı. Ağaç oymacısı. Taş yontucusu.

    nahr

    • Boğazlamak. Bir hayvanın göğsü üstünden bıçak vurup boğaz damarını kesmek.
    • İki şeyin birbirine göğüs göğüse olması.
    • Boyun. Boğaz çukuru.
    • Sadır.
    • Gündüzün evveli.
    • Namazda kıyamda iken sağ eli sol elin üstüne koymak.

    naht

    • Ağacı yontmak suretiyle kabartma şekiller yapma san'atı.
    • Yontma, oyma.

    nakr

    • Oymak, kazmak. Taş oymak.
    • Kuşun yem toplaması.
    • Vurmak.
    • Sıklık vermek.
    • Ağaç üstüne nakşetmek.
    • Tanbur çalmak.
    • Üflemek.
    • Dille ıslık çalmak.
    • Parmak çıtlatmak.

    nasb

    • Koyma, yerleştirme.

    nazd

    • Her şeyi yerli yerine koymak.

    necb

    • Ağaç kabuğunu soymak.

    nehem

    • (Nehim - Menhum) Aç gözlü oluş. şikemperver olmak. Doymak bilmemek. Bir şeye çok düşkün, şehvetli, haris.

    nehim

    • Aç gözlü, doymaz.
    • Yırtıcı.
    • Arslan kükremesi.

    nehr

    • Boğazlamak, kesmek.
    • Namazda sağ elini sol eli üzerine koymak.
    • Sadr, göğüs.

    neht

    • Yontmak. Oymak.

    neka' / nekâ'

    • Yarayı kaşımak.
    • Soymak.
    • Çok azap etmek, acı çektirmek.

    nih

    • (Nihâden: "Koymak" mastarından emir kökü) Koy. (Farsça)
    • Memleket, şehir, belde. (Farsça)

    nüşk

    • Buruna birşey koymak.
    • Koklamak.

    reff

    • Elbise koymak için duvara çıkıntı yapmak veya duvara tahta çakmak. Raf.

    rehn

    • Bir sebebden dolayı bir şeyi habsetmek, alıkoymak; ödenecek mal karşılığında bir malı, alacaklıda veya başka emin bir kimse elinde emânet bırakmak. İpotek etmek.

    sa'm

    • Soymak.

    sabr

    • Acıya ve zorluğa katlanmak.
    • Bir musibet ve belâya uğrayanın telâş ve feryad etmeyip sonunu bekleyip tahammül ile katlanması.
    • Muharebede şecaat gösterme.
    • Bir kimseyi bir şeyden alıkoymak.
    • Öğrendiği bir şeyi başkasının da öğrenmesi için tâkat getirmek.

    sadak

    • Okları koymağa mahsus torba veya kutu şeklindeki kılıfın adıdır. Boyuna asılan bu âlete "tirkeş" veya "tirdan" da denilirdi.

    sahf

    • Süngü demirinin keskin olması.
    • Soymak.
    • Yüzmek.

    secde

    • Namazın içindeki farzlarından; namazda alnı, burnu, el ayalarını, dizleri ve ayak parmaklarını yere koyma.
    • Namazda yüzünü yere koyma, yere kapanma.

    sed çekmek

    • Engel koymak.

    şedidü'ş-sekime / şedîdü'ş-sekîme

    • Karşı koymaya muktedir, sebatlı ve çok güçlü.

    sehay

    • Nâme üstüne nesne bağlamak.
    • Keşf etmek.
    • Kabuk soymak.

    sehv

    • Keşfetmek, bulmak.
    • İzâle etmek.
    • Kabuk soymak.

    selak

    • (Çoğulu: Selekân) Yüksek, düz yer. Deve yanırının onulmuş ve yeri ağarmış olan izi.
    • Çuval kulpunun birisini birisine koymak.

    selb

    • Zorla alma, kapma, soyma.
    • Nefy ve inkâr etme.
    • Kaldırma, giderme, izale.
    • Man: İki şey arasında nisbet-i vücudiyenin kalkması.

    selh

    • Soyma, deri soymak.
    • Her ayın son günü.
    • Bir yerden bir şeyi çıkarmak.

    semüvv

    • Ad koymak, isim vermek.

    senn

    • Zırh çıkarmak.
    • Halinden döndürmek.
    • Koymak.
    • Keskinleştirmek.
    • Tasvir etmek.
    • Dökmek.

    sevm-i şira'

    • Bâyi'in (satıcının) ve müşterinin, mebî'e (mala) fiyat koymaları, bir fiyatta anlaşmaları.

    şiba'

    • Tokluk, doyma.

    sücud / sücûd

    • Secde; namazın içindeki farzlardan biri. Namazda alnı ve burnu yere koyma.

    ta'biye / تعبيه

    • Yerine koyma. (Arapça)
    • Kurulu düzen. (Arapça)

    ta'cif

    • Arkalamak.
    • Doymaya yakın olana kadar yemek.

    ta'dil

    • (Adl. den) Aslına zarar vermeden değiştirmek. Tebdil etmek.
    • Hafifletmek.
    • Doğrulaştırmak. Vasat hale koymak.

    ta'diye

    • Tecavüz ettirmek, geçirmek. Bir eylemi müteaddi hali koymak. (Gramer terimi)
    • Tecavüz ettirmek, geçirmek.
    • Gr: Bir fiili müteaddi hâle koymak. Meselâ: "Gülmek. den: Güldürmek. Ölmek. den: Öldürmek" gibi.

    ta'kid

    • Edb: İbareyi veya cümleyi anlaşılmaz şekle koyma.
    • Düğümlenme, düğümleme.

    ta'liye-i name

    • Mektuba başlık koyma.

    ta'riye

    • Soyma. Çıplaklaştırma.

    ta'sib

    • İhata edip kaplamak, içine almak.
    • Bir kimsenin başına taç koymak.
    • Açlıktan dolayı karnını bağlamak.

    ta'vik / ta'vîk / تَعْوِيقْ

    • İlerlemesine mâni olmak. Geciktirmek.
    • İşinden alıkoymak.
    • Geri bırakma, alıkoyma.

    taarruk

    • (Arak. dan) Terleme.
    • Kemikten et kazımak.
    • Ağaç kabuğunu soymak.

    taarrüm

    • Kemikten et soymak.

    tadbib

    • Semiz etmek, beslemek.
    • Geri koymak.

    taglif

    • (Gılaf. dan) Kınına koyma, kılıfına sokma.
    • İyi kokulu nesneler yapmak.

    taglif-i süyuf

    • Kılıçları kılıfa koyma.
    • Mc: Sulh yapma, barışma.

    tagmid

    • Kınına koyma.

    tahassur

    • Eli böğüre koymak.

    tahasür

    • Birbirinin beline elini sokup yürümek.
    • Eli böğürüne koymak.

    tahavüz

    • Birbirini cenkten men'etmek. Dövüşten alıkoymak.

    tahcir

    • Bir yere taş koymak, taş yığmak.
    • Fık: Kimsenin girmemesi için arazinin etrafına taştan sınır yapmak.
    • Hayvanı dağlayıp nişanlamak.

    tahric / tahrîc

    • (Huruc. dan) Çıkartma. Meydana koyma.
    • Şehadetname vermek.
    • Fık: Müçtehidlerin istinad ettikleri naslara, kaidelere, asıllara tatbikan şer'î hükümleri istihrac etmek. Bu tarz ile hüküm çıkarabilmek salâhiyetinde olanlara: Muharric, sahib-i tahric, ashâb-ı tahric denir.
    • Çıkartma. Meydana koyma.
    • Müctehidlerin naslara, kaidelere, asıllara uyarak şer'î hükümleri ortaya koymaları.
    • Çıkarma, meydana koyma; hadîs-i şerîflerin kaynağını, nasıl geldiklerini, kimlerin naklettiklerini, sahih ve zayıflık gibi derecelerini bulup gösterme, bildirme işi.

    taknin

    • (Kanun. dan) Kanun koyma.

    takşir

    • (Kışr. dan) Kabuğunu soyma.

    takvim

    • Düzeltme. Doğrultma. Kıvamına koyma. Eğriyi doğru tutma.
    • Ta'dil etme.
    • Bir şeye kıymet tâyin eylemek.
    • Her gün güneşin doğuşu, batışı, ay ahkâmı ve süresi kaydedilmiş olan defter.
    • Günlük olaylardan bahseden gazete.

    takvis

    • (Kavs. den) Kavislendirme. Yay şekline koyma.

    takyid

    • (Kayd. dan) Kayıt ve şarta bağlanma. Şart koşma. Bağlama. Deftere yazmak.
    • Harfe nokta ve hareke koyma.

    tama'

    • Hırsla istemek. Doymazlık. Aç gözlülük. Çok isteme.
    • Askerî fertlerin maaşları. (Kamus)

    tanzim

    • (Nazım. dan) Sıraya koymak. Sıralamak. Dizmek.
    • Düzenlemek. Tertiblemek.
    • Islah etmek.
    • Manzum veya mensur olarak yazmak.

    tasdir

    • İcra etme. Vaz' etme.
    • Başlama.
    • Başlangıç yazma.
    • Örtme.
    • Başa geçirme, başa koyma.
    • Yazma.
    • Çıkarma, çıkartma.

    tashin

    • (Sahn. den) Sahneye koyma.

    tasrif

    • İstediği şekilde idare etmek. Maslahatta tasarrufa izin vererek mutasarrıf kılmak.
    • Bir şeyi bozup değiştirerek türlü şekillere koymak, evirip çevirmek.
    • Gr: Bir kelimenin veya fiilin çeşitli zamanlara göre sıra ile söylenişi. Sarf kaidesi üzere kelimenin şeklini başka kelimele

    tasvig

    • (Çoğulu: Tasvigat) (Siga. dan) Kalıp şekline koymak. Eritip kalıba dökme.
    • Batırmak.
    • Kuyumculuk yapmak.

    tasyir

    • Bir surete koyma. Bir şekle vardırma.

    tatmin / تطمين

    • Doyurma. (Arapça)
    • Doyma. (Arapça)

    te'min / te'mîn

    • Korkusunu giderme, güvenlik duygusu verme.
    • Sağlamlaştırma. Kesin bir hale koyma. Sağlama.

    te'sif

    • Sacayak üstüne çömlek koymak.

    te'sis

    • Kurma, temelleştirme, esaslar koyma.
    • Esas koymakla sâbit, sağlam ve kararlı kılmak.

    te'sis-i islamiyet / te'sîs-i islâmiyet / تَأْس۪يسِ اِسْلاَمِيَتْ

    • İslamiyetin esaslarını koyma.

    tebdil / tebdîl

    • Değiştirme. Başka kılığa koyma.

    techil

    • Bir kimseyi câhil saymak, cahilliğini meydana koyma.

    tecnid

    • Askerleri sıraya koyma, sıralama.

    tecniz

    • Ölüyü tabuta koyma.

    tecrid

    • Açıkta bırakmak.
    • Yalnız başına bırakmak. Tek başına hapsetmek.
    • Dünya alâkalarını kalpten çıkarıp Allah'a (C.C.) yönelmek.
    • Edb: Bir şairin kendini mücerred bir şahıs, yâni ayrı bir adam farzederek ona hitabetmesi.
    • Soyma, soyulma.
    • Soyma, soyutlama.
    • Bir tarafta tutma, ayırma.

    tecvif

    • (Çoğulu: Tecvifât) (Cevf. den) Oyma. Oyuk yapma.
    • Oyuk yer.

    tecvir

    • (Cevr. den) Zora, sıkıya koyma, cevretme.

    tedric

    • Azar azar, derece derece ilerlemek. Birisini bir şeye yavaş yavaş vardırmak.
    • Sıkıştırmak suretiyle çok güçsüz hâle koymak.
    • Edb: İfadenin derece derece yükselmesi veya alçalması.

    teessür

    • İşten alıkoyma. Oyalandırma.

    tefciye

    • Yemeğin içine nohut, buğday, pirinç, maydanoz ve bunlara benzer şeyler koymak. (Bu konulan şeylere "ebazir" derler.)

    tefdim

    • İbrik ağzına süzgeç koymak.

    tefvik

    • Tar: Okçulukta, yayın sol el ile yukarıya kaldırılması.
    • Okun gezini yayın kirişine koymak.

    teharrub

    • Ağaç kurdunun ağacı kemirerek oyması.

    tehevvül

    • Korkunç hâle gelme.
    • Birisinin malına göz koyma.

    tekniye

    • (Künye. den) Künyeleme, künye koyma.

    temcid pilavı

    • Mc: Tekrar tekrar bahsedilen şey, daima öne sürülen madde. Mükerreren ortaya sürülen bahis, yahut söylenilen söz. (Menşei: "Erkeğini sahura bekleyen kadının, pilavı yanmasın diye kaldırması ve soğumasın diye tekrar koyması" diye söylenir.)

    temyiz

    • Bir şeyi diğerinden seçip tarif etmek, ayırmak. Seçmek. İyiyi kötüden ayırmak.
    • Yargıtay.
    • Gr: Belirsiz olan kelime ve sayıları belirli hale koymak. Meselâ: "İşrune dirhemen" (yirmi dirhem) ve "Retle zeyten" (Bir retl zeytin yağı) tâbirlerinde "dirhemen" ve "zeyten" gibi.
    • <

    tenassuk

    • Nizâmına koyma, tertib etme, düzenleme.

    tenkir

    • Tanınmayacak bir hale koymak.
    • Gr: Bir ismi harf-i tarifsiz kullanarak belirsiz yapmak. Gayr-i muayyen veya gayr-i mahdut kılmak.

    tenkis

    • Divite mürekkep koymak.

    tenkit

    • Noktalamak. Yazıda nokta, virgül gibi işaretler koymak.

    tensik

    • Nizam üzere dizmek. Nizâma koymak.
    • Edb: Bir ibârede zikredilecek birkaç şeyi sırasıyla irad eylemek. Sıra tertibi ile mânâ yükselirse tensik-i irtifâî, alçalırsa tensik-i inhitatî denir.

    tensikat

    • (Tekili: Tensik) Islahat. Düzen ve nizama koymalar.

    tenvir ve teyid

    • Bir meseleyi aydınlatma ve destekleyici unsurlar ortaya koyma.

    tenyir

    • Beze ve kumaşa işaret koymak.

    terbi'

    • Gazelin her beytine ikişer mısra ilâve ederek onu âdeta murabba (dörtlük) şekline koyma.
    • Dörde bölme.
    • Dört köşe etme.

    tercib

    • (Çoğulu: Tercibât) Ululama, tazim.
    • Meyvesi çok olan ağacın dalları altına destek koyma.

    terek

    • Eski Türk odalarına, insan boyu yüksekliğinde olmak üzere duvarlara boydan boya yapılan raflara verilen addır. Dükkânlarda eşya koymağa mahsus bölmeli raflara da terek denilir.

    terkim

    • Rakamlamak, rakam koymak.
    • Nişan eylemek.
    • Yazma.
    • Yarma.

    tersi'

    • Oymacılık.
    • Mücevherler takarak süslemek.
    • Edb: Bir beyti teşkil eden mısralar ile bir fıkrayı terkib eden cümlelerdeki lâfızları vezin ve kafiye itibari ile birbirine uygun olarak tertib etmektir. Külfetli ve gayr-ı tabii bir usuldür. Meselâ: Merhum Namık Kemâlin:Ecza-i beşer

    tertib / tertîb

    • (Çoğulu: Tertibât) Tanzim etme. Dizme, sıralama, düzene koymak.
    • Tedarik edip hazır ve müheyya kılmak.
    • Bir şeyi bir yere sabit ve pâyidar kılmak.
    • Mertebelere göre davranmak.
    • Hile ile aldatma.
    • Düzeltme. Dizme, sıralama, düzene koyma.
    • Hile ile aldatmak.

    terziz

    • Kâğıda nişan ve alâmet etmek, işaret koymak.

    tes'ir

    • (Sa'r. dan) Ateşi yakıp alevlendirme.
    • Kıymet ve değer koyma. Narh koyma.

    teşbik

    • (Şebeke. den) Şebekeleştirme, ağ biçimine koyma.

    tescin

    • (Sicn. den) Hapsetme, zindana koyma.

    teşhis / teşhîs / تشخيص

    • Ayırt etme. (Arapça)
    • Kişilik kazandırma. (Arapça)
    • Tanı. (Arapça)
    • Teşhîs edilmek: (Arapça)
    • Ayırt edilmek. (Arapça)
    • Tanı konulmak. (Arapça)
    • Teşhîs etmek: (Arapça)
    • Ayırt etmek. (Arapça)
    • Tanı koymak. (Arapça)

    teşri / teşrî

    • Kânun koyma. Allahü teâlânın ve peygamberlerinin, insan hayâtının maddî ve mânevî bütün yönlerine dâir emir ve yasaklar koyması.

    teşri' / teşrî' / تشریع

    • Yasa koyma. (Arapça)

    tevezzüf

    • Kabuğunu soymak.

    tevkif

    • Alıkoyma, tutma. Hapis olarak bekletme. Vakfetme.
    • Arafatta mevkaf olan yerde durdurmak.
    • Bir kimsenin koluna bilezik takmak.
    • Alıkoyma, durdurma.

    tevsik

    • Vesikalandırmak. Vesikalamak. Sağlamlaştırmak. Yazılı hale koymak.
    • Bir kimse hakkında -bu emindir, mutemeddir- demek.

    tevsim

    • Hacıların hac zamanı toplanmaları.
    • Dağlamak sureti ile ten üzerine işaret koyma, döğme yapma.
    • İsimlendirme, ad verme.

    tevsit

    • Birini araya koyma. Ortaya koyma. Vâsıta etme.
    • Birini araya koyma.

    tevzin

    • Tartmak. Ölçülü hâle koymak.
    • Zihinde düşünüp kararlı hâle koymak.

    tezbib

    • Bir şeyin içine kuru üzüm koyma.
    • Yaş meyveyi kurutma.

    tulatıle

    • (Talâtıla) (Çoğulu: Talâtıl) Hayvanları içeri koymak. Bel ağrısı.
    • Zahmet.

    vakf

    • Bir kimseyi veya bir şeyi alıkoymak, durdurmak. Kımıldatmamak.
    • Hareketten fariğ olmak, imsak etmek. Hapsetmek. Aslâ satılmamak, başka şeye tebdil olunmamak şartı ile bir mülkü Allah yoluna vermek. Menfaatı hayır nevilerinden birisine âit olmak üzere bir mülkü ilelebed vermek.
    • Alıkoyma, bağış.

    vatı'

    • Ayak altına alıp çiğneme. Basma.
    • Cima'.
    • Uygun hale koyma.
    • Tümseklikler arasında basık ve engin yer.

    vaz

    • Koyma, yerleştirme.
    • Koyma, bırakma.

    vaz' / وضع

    • (Çoğulu: Evza') Koyma, konulma. Bırakmak. Atlamak. Tayin etme, belirtmek. Duruş, hareket, tarz.
    • Koyma, yerleştirme.
    • Koyma.
    • Koyma, konulma. (Arapça)
    • Bırakma. (Arapça)
    • Atama. (Arapça)
    • Durum, konum. (Arapça)
    • Vaz' etmek: Koymak. (Arapça)

    vaz' etmek

    • Koymak, yerleştirmek.

    vaz'-ı yed / وضع ید

    • El koymak, sahib çıkmak, tasarruf etmek.
    • El koyma.
    • Vaz'-ı yed edilmek: El konulmak.
    • Vaz'-ı yed etmek: El koymak.

    vazetme

    • Koyma, bırakma.

    vekalet / vekâlet

    • Bir kimsenin, bir veya birçok işi yapmak için, başkasını kendi yerine koyması yâni başkasına iş havâlesi. Vekil edene sâhib veya müvekkil, vekâlet verilip yerine geçirilene vekîl denir.

    yörük

    • Eskiden göçebe olarak yaşayan Türk oymaklarından her birisi.

    zevrak

    • Kayık, sandal.
    • Mekke'de yapılan ve içine zemzem koymaya mahsus olan kap, ibrik.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın