Menu
İletişim
LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK
{ lügât . lügat . لغت }
Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.
Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "
OSMANLICA ARA
" ya da "
TÜRKÇE ARA
" butonlarına tıklayın.
İfadenin içinde geçtiği kelimeleri de göster.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük
'te
oyle
ifadesini içeren
1131
kelime bulundu...
bain talak / bâin talak
Boşamada kullanılan sözleri söyler söylemez, evliliği sona erdiren boşama.
işa-i rabbani / işâ-i rabbânî
Hıristiyanların, dinlerinin temel inançlarından biri gibi kabûl ettikleri akşam yemeğinde güyâ Îsâ aleyhisselâmın etini yiyip, kanını içerek onunla birleşeceklerine ve böylece günâhlarının döküleceğine inanmaları.
merfu' hadis / merfû' hadîs
Sahâbe-i kirâmın (Resûlullah efendimizin sohbetinde yetişmiş mübârek arkadaşlarının); "Resûlullah'tan işittim, böyle buyurdu" diyerek haber verdikleri hadîs-i şerîf. Buna, hadîs-i mevsûl de denir.
ab-ı hayat
Kan. Ebedî hayata sebep olan hayat suyu (diye tâbir edilen) bu kelime, edebiyatta : "çok güzel ifâde, lâtif söz, parlaklık, letâfet" mânalarında geçer.
Tas : Aşk-ı hakiki, aşk-ı ilâhi, ilm-i ledün, mârifetullah'tan kinayedir. Âb-ı Hızır, âb-ı hayvan, âb-ı beka gibi isimlerle de söyle
abide
Uzun müddet dillerde destan olup kalan beliye ve dâhiye.
Bir milletin târihinde büyük bir değeri hâiz olan vak'a.
Fesahat ve belâgatı dolayısıyle benzeri söylenemeyen şiir.
Tarihte yüksek ve hâkim bir mevkide olan vak'aları veya büyükleri yaşatmak için yapılan bina.
abr
Rüya tabir etmek. Düş yormak.
Yaş akıtmak. Sudan veya başka yerden geçmek.
Söylemeden bir şeyi düşünmek.
acizane / âcizâne
Âciz olarak. Beceriksizce. Tevâzu ile. (Alçak gönüllülük ifâdesi için söylenir) "Allah'a karşı kusurlarını bilen bir mü'min âcizâne ancak Allah'tan rahmet diler."
(Farsça)
adgas / adgâs
(Tekili: Dags) Desteler, demetler.
Karışık rüyalar.
Karışık söylentiler.
adye
Koğuculuk, dedikoduculuk.
Yalan söylemek.
Sövmek.
afk
Akılsız olmak. Sözünü tam söylememek.
aft
Pelteklikten sözü zorlukla söylemek. Kekemelik.
ağıt
Mersiye. Ölen kimse için söylenen ve onu öven ve üzüntüyü anlatan şiir. Ölen için ağlama. (Müslümanlıkta ölenin arkasından aşırı ağlayıp dövünme iyi değildir.)
agtem
Sözü tutkunarak söyleyen. Kekeme.
ahann
Sözü burun içinden söyleyen. Burnundan konuşan.
ahkam-ı zımniye / ahkâm-ı zımniye
Açıkça söylenmeyip dolayısıyla anlatılan hükümler, esaslar.
ahkar
En hakir, pek âciz ve değersiz. (Daha çok tevazu makamında söylenir.)
akd
Anlaşma. Sözleşme.
Düğümleme. Düğümlenme. Bağ bağlama. Bağlanma.
Huk: Nikâh, hibe, vasiyet, bey' u şirâ gibi şer'î bir muameleyi iki tarafın iltizam ve taahhüd etmeleridir, icab ile kabulün irtibatından ibarettir. Böyle bir muameleye mün'akid denir. Bunun böyle vücuda gelmesi
akika
Yeni doğan bir çocuğun başındaki ana tüyü. Yahut böyle bir çocuk için Cenab-ı Hakk'a şükür niyetiyle kesilen kurbanın adı. Bu kurbana "Nesike" de denir.
aks-i sada / aks-i sadâ
Sesin bir yere çarpıp geri gelmesi. Yankı. Çok evvelden söylenen bir hakikatın sonradan tekrar edilmesi.
aktivizm
Hakikatin, düşüncede kalmasından ziyade, hayat ve fiile intikalini ve bütün ilimlerin, cemiyetin gelişmesine hizmet etmesini isteyen ve böylece iradenin faaliyet ve tesirliliğini açıklayan felsefî bir meslek.
al-i beyt / âl-i beyt
Hz. Peygamberin (A.S.M.) sülâle-i tahiresinden yetişenler ve sünnet-i seniyyesinin menbaı ve muhafızı ve bihakkın sünnete ittibâ ve onu idâme ettirenler. Al-i Resul, Al-i Nebi, Al-i Muhammed ve Ehl-i Beyt gibi tâbirlerle de söylenir.
ala-rivayetin / alâ-rivayetin
Rivayet edildiği üzere. Söylenenlere bakılırsa.
alelusul / alelusûl
Usûlen, öylesine, özen göstermeden.
aler-re'si-vel-ayn
Baş ve göz üstüne. (Gelen misafire karşı veya bir işi deruhte edeceğine karşı hürmet ve memnuniyetle kabul ettiğini ifâde için söylenir.)
aleyhimürrıdvan / aleyhimürrıdvân
Allahü teâlânın rızâsı onların üzerine olsun veya Allahü teâlâ onlardan râzı olsun mânâsına duâ ve hürmet ifâdesi. İkiden fazla Eshâb-ı kirâmın ismi anıldığında, işitildiğinde ve yazıldığında söylenir ve yazılır. Bir kişi için aleyhirrıdvân, iki kişi için aleyhimerrıdvân denir.
aleyhissalatü ves-selam / aleyhissalâtü ves-selâm
Peygamberler bilhassa Peygamber efendimizin ism-i şerîfi söylenince, yazılınca ve işitilince söylenen ve yazılan salât ve selâm (hayr duâlar) onun üzerine olsun mânâsına duâ ve tâzim (saygı) ifâdesi. İki kişi için aleyhimesselâm daha fazla için aleyh imüssalâtü ves selâm denir.
aleyhissalatü vesselam
Salât ve Selâm onun üzerine olsun, meâlinde Peygamberimiz Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) ismini duyunca söylenmesi sünnet olan bir duâdır.
aliyy-ül murtaza
Esedullah, Aliyy-ibni Ebi Talib, Ebutturâb, İmâm-ı Ali isimleri ile de anılır.Hz. Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) amcası Ebu Tâlib'in oğlu olup Hicretten yirmiüç yıl önce doğmuş ve Bi'setin ikinci günü daha on yaşında iken imân etmiş, hiç putlara tapmamıştır. Bunun için mübârek ismi söylendiğinde, Kerrema
amede-gu / âmede-gû
Hazırcevap. Düşünmeden hemen güzel söz söyleyen kimse.
(Farsça)
amenna / âmenna
İnandık, öylece kabul ederiz, ona diyecek yok (meâlindedir.)
amin / âmin
Yâ Rabbi! Öyle olsun, kabul eyle! (meâlinde olup, duânın sonunda söylenir). İncil'de iki yerde geçer. Tevrat'ta da geçer. İbranice ve Süryanicede de vardır. Hakikat, çok doğru, tamam mânâsındadır.
Kabûl et mânâsına, duâ sonunda söylenen söz.
amr ibn-ül-as
Sahabe olup kumandanlıklarda ve valilikte bulunmuştur. Çok zeki ve belâgatlı bir zât olduğu söylenir. Vefatı (Hi: 43) tür.
amut
Bir kimsenin peşinden ayıbını söylemek.
an'aneli sened
Hadis nakledenlerin veya bir haberi söyleyenlerin bu haberi kimden kime söylendiğini belli eden "An filan, an filan" diyerek şahısların isimleriyle beraber rivâyet ve nakledilen kuvvetli ve şüphe götürmeyen sened.
anha minha
Şundan bundan, şöyle böyle ederek, şu bu, öteberi.
anka-meşrebane
Anka meşrebi halinde, kanaat sahibi. Eski edebiyatta kanaat sahiplerine kinaye olarak söylenir.
ardiyye
Ticaret eşyasının saklandığı yer.
Böyle bir yerde saklanan eşya için ödenen ücret.
areng
Dirsek.
(Farsça)
Dert, keder.
(Farsça)
Hile, dubârâ.
(Farsça)
Tarz, tavır, üslüb.
(Farsça)
Vali, hakim.
(Farsça)
Zannolunur ki, galiba, öyledir, benzer gibi bir yakınlık ve benzerlik ifâde eder.
(Farsça)
arnavut
(Rumca ve Arnavutçadan) Balkan yarımadasının batı tarafında oturan bir kavimdir. Osmanlı devrinde, Kosova, İşkodra, Manastır, Yanya vilâyetleridir. Şimdi müstakil bir devlet olup, Türkçede Arnavutluk şeklinde söylenir.
aruz
Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere etrafındaki nahiye ve köyler.
Edb: Şiirin ahenk ölçülerinden, nazmın vezinlerinden bahseden ilim. Arap, Fars, Türk şiirinde kullanılan vezin ki, hecelerin uzunluk (kapalılık) ve kısalık (açıklık) değerlerine dayanır.
Bir beytin birinci
arz etme
Söyleme, ifade etme.
arz eylemek
Söylemek, ifade etmek.
arz-ı tahsin-i eser / arz-ı tahsîn-i eser
Eseri beğendiğini arz etme, söyleme.
aşen
Her nesnenin aslı ve kökü.
Sözü kendi kanaatine göre söylemek.
ashab-ı kehf / ashâb-ı kehf
Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyan'da bahsi geçen ve devirlerinin zâlim padişahından gizlenerek ve onun şerrine âlet olmaktan çekinerek, beraberce bir mağaraya saklanıp, Rabb-ı Rahimlerine (C.C.) sığınan, dindar ve makbul büyük zâtlar. İsimleri rivâvette şöyle sıralanır: Yemlihâ, Mekselinâ, Mislinâ, Mernüş, D
asla ve kat'a / asla ve kat'â
Asla, kesinlikle öyle değil.
asla ve kella / asla ve kellâ
Asla ve asla, kesinlikle öyle değil.
ateş-zeban / ateş-zebân
Ateş dilli. Çok dokunaklı söz veya şiir söyleyen.
(Farsça)
att
Sözü tekrar tekrar söylemek.
aval
Bir ticaret senedine yazılan kefillik. Böyle bir kefalete girişen kimse.
(Fransızca)
ayıklanma
(Biyolojide) Çevre şartlarına en iyi uyabilen canlıların hayatta kalıp çoğaldığı, uyamıyanların öldüğü ve nesillerinin yok olduğu, böylece canlılardan tabii bir tekâmül (evrim) meydana geldiğini savunanların ileri sürdüğü bir tâbirdir.
(Türkçe)
azun / azûn
Öylece, onun gibi, bunun gibi, böylece.
(Farsça)
azze ve celle
Aziz ve Celâl olsun, oldu... (meâlinde, Cenab-ı Hakkın isminden sonra hürmet maksadı ile söylenir.)
azze vecelle
Allahü teâlânın ismi söyleyince, işitince ve yazınca "O, Azîz ve Celîldir (yücedir)" mânâsına söylenilen ve yazılan saygı ifâdesi.
ba'dema / ba'demâ / بعدما
(Minba'd, fimâba'd) Ondan sonra. Bundan sonra. Bundan böyle.
Bundan böyle.
(Arapça)
ba'dezin / بعدازاین
Bundan sonra, bundan böyle.
(Arapça - Farsça)
ba-vücud ki / bâ-vücud ki
Bununla beraber, böyle iken.
(Farsça)
babilik / bâbîlik
On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında İran'da el-Bâb Ali Muhammed isminde bir acem tarafından ortaya çıkarılan bozuk yol. Kendisinin Mehdî olduğunu iddiâ eden, beklenen imâma açılan bir bâb (kapı) olduğunu söyleyen Ali Muhammed'e el-Bab, onun yoluna da Bâbîlik denildi. Daha sonra Behâîlik adıyla de
badire
Birdenbire meydana gelen hâl. Felâket. Musibet.
Kabahat.
Birden, zahmetsizce söylenen söz.
Kılıcın, namlunun veya her çeşit nebatın ucu.
Zor geçit.
bahs
Kazmak.
Ayırmak.
Saçmak.
Birşey hakkında etrafiyle söz söyleyip hakikatı araştırma. Konuşulan şey.
Teftiş.
Söz münazarası, muaraza, mübahese.
Bir mevzû hakkında tafsilât, açıklama.
İddialaşma.
bakbak
Çok söyleyici. Çok konuşan.
bast-ı mukaddemat
Asıl maksada girmeden önce bir şeyler söyleme.
Asıl konuya girmeden önce giriş cümlelerini söyleme.
batalet
Avarelik. İşsizlik.
Boş şeyler söylemek.
Bahadırlık. Cesurluk. Cesâret.
bedahet
Açıklık. Zâhir delil. Belli, açık, aşikâr.
Birdenbire, hazırlıksız söz söyleme.
Atın yürümesi.
Her şeyin evveli, öncesi.
bedel
(Çoğulu: Bedelât) Elde ve ayakta olan zahmet ve ağrı.
Karşılık. Bir şeyin yerine verilen ve yerini tutan şey. İvaz.
Başkasının adına hacca giden.
Gr: Söz esnâsında bir şeyi sıfatı veya vasfı ile beraber söylersek ve fakat kasdımız o şeyin vasfı veya sıfatı değil de zâ
bedi' / bedî' / بَد۪يعْ
Benzersiz olan ve öyle yaratan (Allah).
bedihe
Birdenbire ve düşünmeden söylenilen güzel söz. Hazırcevaplık.
Başlangıç.
bedihe-gu / bedihe-gû
Güzel ve hoş söz söyleyen. Tatlı söz söylemeye alışık olan kimse.
(Farsça)
beht
Yalan söylemek.
Ansızın bir şeyi almak.
Tenbellik galebe etmek.
Şaşkınlık. Hayranlık.
behtere
Yalan söyleme.
bel
Bilâkis, belki, katiyyetle, ihtimaldir, öyle, dahi kelimeleri mânasına tercüme edilir. İ'rab edatıdır.
bel'am
Terbiyesiz, açgözlü, obur.
Hz. Musa (A.S.) hakkında, yalan ve fena söyleyerek Beni-İsrail'i kandıran Bel'am bin Baura adında birinin adı.
bela
Evet.
Farsçada "Belî" diye söylenir.
belagat / belâgat
Sözün düzgün, kusursuz, hâlin ve makamın icabına göre söylenmesi.
Sözün düzgün, kusursuz ve yerinde söylenmesi.
Sözün düzgün, kusursuz ve yerinde söylenmesini öğreten edebî ilmin adı.
Hitâbettiği kimselere göre uygun, tam yerinde, düzgün ve hakikatlı güzel söz söyleme san'atı. Muktezâ-yı hâle mutâbık söz söylemek.
Belâgat, hem düzgün, hem yerinde söz söylemeyi öğreten ilmin de adı olur. Ve maani, beyan, bedi' diye üç kısma ayrılır. Bu gün Edebiyat denilen bilgiye,
Sözün güzel ve yerinde söylenmesi, bunu öğreten ilim.
belağat / belâğat
Sözün düzgün, kusursuz, halin ve makamın icabına göre yerinde söylenmesi.
belagat / بلاغت / belâgat / بَلَاغَتْ
Güzel söz öyleme sanatı.
Kusursuz söz söyleme
(Arapça)
Hâle uygun söz söyleme.
belagat ü fesahat
Tam yerinde açık ve güzel söz söyleme.
belağat-i ayet / belâğat-i âyet
Âyetin belâğati; düzgün, kusursuz, yerinde ve halin ve makamın icabına göre söz söyleme.
belağat-i harikulade / belâğat-i harikulâde
Olağanüstü söyleyiş güzelliği.
belagat-ı irşadiye / belâgat-ı irşadiye
Doğru yolu göstermek için sözün muhataba ve amaca uygun olarak söylenmesi.
belagat-i nazmiye / belâgat-i nazmiye
Dizilişe ait belâgat; şiirin düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına göre söylenmesi.
beliğ / belîğ / بَل۪يغْ
Açık, düzgün söz söyleyen.
Güzel, sanatlı söz. Belâ-gatli.
Düzgün ve adamına göre söylenmiş söz.
Hâle uygun söz söyleyen.
beliğane / belîğâne
Sözün düzgün, kusursuz, yerinde ve hâlin ve makamın icabına göre söylenmesi.
bengere
Çocukları uyutmak için, çocuğu uyutan kişi tarafından söylenen ninni.
(Farsça)
beraet / berâet
Temize çıkarmak. Bir şahsın, hakkında iddia edilen suçtan uzak olduğunun veyâ işlediği söylenilen suçun gerçekte suç olmadığının anlaşılması.
Kurtuluş vesîkası.
berbere
Kızgınlık ânında söylenip çağırmak bağırmak.
beşk
Yalan söylemek.
İşleri yaramaz olmak.
Deve, sür'atle gitmek.
Elbise dikmek.
beyan
İzah. Açıklama. Anlatma. Açık söyleme.
Öğretme.
Fesahat ve belâgat.
Edb: Belâgat ilminin hakikat, mecaz, kinâye, teşbih, istiâre gibi bahislerini öğreten kısmı.
Söz olsun, iş olsun; vukû' bulan şeyden murad ne olduğunu o şey ile alâkası ve münâsebeti bulunan b
beyan ilmi / beyân ilmi
Düzgün ve yerinde söz söyleme yolunu öğreten belâgat ilminin teşbîh (benzetme), mecâz, kinâye gibi konularını anlatan ilim.
beyan-ı efkar / beyan-ı efkâr
Fikirleri beyan etme, fikirleri söyleme.
beyhan
Sır saklamıyan, aklında ve kalbinde olanları söyleyen kimse. Boşboğaz.
beyyine suresi / beyyine sûresi
Kur'an-ı Kerim'in 98. suresi olup "Kayyime, Münfekkin, Beriyye, Lemyekün" Sûresi gibi isimlerle de söylenir.
bezirgan
(Bâzâr-gân) Tacir, tüccar, alışveriş eden esnaf. Efendi ve ağa yerine Yahudiler için söylenen ünvandır.
(Farsça)
bezle
Lâtife, hoşa giden kibar ve nâzik söz. Şaka tarzında söylenen söz.
(Farsça)
Ahenk ile okunan şiir.
(Farsça)
bihazelemr / bihâzelemr / بهذا الامر
Buna göre, bu durumda, böylelikle.
(Arapça)
bikr-i fikir
İlk olarak söylenen fikir.
(Farsça)
bikr-i fikr
Hiç söylenmemiş, yeni fikir.
bikr-i mazmun
İlk def'a söylenmiş mazmun.
billahi
Allah'a, Allah'tan.
(Yemin) maksadı ile söylenir.
birsam
(Hallüsinasyon) Akıl hastalarının, gerçekten var olmayan bir şeyi varmış gibi yanlış idrak etmeleri halidir. Meselâ karınlarında veya başlarının içinde yılan bulunduğunu söylemeleri yahut bir canavarın ağzını açıp kendilerine baktığını söylemeleri birsam hâlini gösterir.
boşboğaz
Yerli yersiz mutlaka bir şey söylemeden içi rahat etmiyen. Saklanması gereken şeyleri söyleyiveren, sır saklamayan.
(Türkçe)
bostan-ı huda / bostan-ı hudâ
Huda'nın, Allah'ın bostanı meâlinde olup, İlâhî güzellikleri ve tecelli-i İlâhînin aksettiği yer mânâsında kullanılır. "Vahidiyet mertebesi" diye de söylenmiştir.
(Farsça)
bülega / bülegâ
Adamına göre güzel söz söyleyenler.
burhan-ı limmi / burhân-ı limmî
Limeli (niçinli) delîl. İlletten sebebden ma'lûle (illetin bulunduğu şeye), müessirden (eseri yapandan) esere, san'atkârdan san'ata, sebebden netîceye götüren delîl. Görülen ateşten dumanın varlığına hükmetmek böyledir.
cadu-suhen
Sihirlercesine söz söyleyen.
(Farsça)
çağdışı
Askerliğe alınma çağı dışında.
Çağın fikirlerine felsefesine uymayan. Bu mânada bazı kimselerin kelimeyi hakaret olarak kullanmaları dar görüşlülüğün ve cehaletin neticesidir. Çünkü çağın insanlık için zararlı öyle fikirleri ve felsefeleri vardır ki, gelecek devirler bunu anladıkları
camiü'l-kelim / câmiü'l-kelim
Vecize, kısa olmasına rağmen çok mânâları içine alan söz söyleyen.
cehir
(Cehr. den) (Çoğulu: Cüherâ) Yüksek sesle, bağırarak ve açık olarak söylenen.
Güzel, dikkate değer.
cehr
Açıktan söyleme, açık olarak okuma.
Görünmek, zâhir olmak.
Açıktan ve yüksek sesle olan söylemek veya okumak.
Tecvid'de: Harf hareke ile okunduğu zaman, mahreçte aralık kalmıyarak nefesin akmayıp, küllisi veya ekserisi hapsolmuş bir şekilde sesin çıkmasına denir.
Açıktan söyleme.
cehri / cehrî
Açıktan, alenî olarak, yüksek sesle söylemek, okumak.
celle
"Celil oldu, celil olsun" meâlinde ve Celle Celâluhu diye, Allah İsm-i Celali işitildiği veya anıldığı anda, tâzim makamında söylenir.
"Yüce ve aziz oldu" mânâsında söylenir.
celle celalüh / celle celâlüh
"O yücedir" mânâsına Allahü teâlânın ismi-i şerîfi söylenince, yazılınca ve işitilince, söylenilen ta'zîm (hürmet, saygı) ifâdesi.
cemal
Yüz güzelliği. Fertteki güzellik.
Cenâb-ı Hakk'ın lütuf ve ihsânı ile tecellisi.
Hak ile söylenen doğru söz.
Hüsün.
cemceme
Sözü gizli söyleme, harfleri tâne tâne söyleyip açık beyan edememe.
cemre
(Çoğulu: Cimâr) Şiddetli karanlık.
Ateşli kömür parçası, kor.
İlkbaharda suya, yere, havaya düştüğü söylenen sıcaklık.
Hacıların Mina Vâdisinde şeytan taşlamaları.
cemş
Saçı yolmak veya traş etmek.
Gizli ses.
Parmaklarının uçları ile çekmek.
Gazel söylemek.
Oynaşmak.
cenab
Büyüklük ifade etmek için, hürmet maksadı ile söylenir. Cenab-ı Hak, Cenab-ı Resül-i Kibriya (A.S.M.)... gibi.
cencene
Sözü burun içinden söylemek, genizden konuşmak.
cennetmekan / cennetmekân
"Yeri cennet olası, makamı cennet olan" meâlinde olup, vefat eden makbul ve sâlih kimselere hürmeten söylenir.
çera
Niçin, niye böyle?
(Farsça)
Mer'a. Otlak.
(Farsça)
cerre çıkma
Eski zamanda medrese talebelerinin, mübarek üç aylar olan Receb, Şaban ve Ramazanda köylere dağılıp halka, ahaliye dini nasihatlarda bulunmak, namaz kıldırmak veya müezzinlik etmek suretiyle para ve erzak toplamaları.
cesaret-i medeniye
Her türlü baskılara karşı çekinmeden hakikatı söylemek. Müsbet harekette korkmamak. Haklı olduğu bir mes'elede korku göstermemek. İçtimai münasebetlerde girişkenlik.
ceşm
Meşakkatli iş buyurmak, zor bir iş söylemek.
cevab-ı hakguyane / cevab-ı hakgûyâne
Hakkı söyleyen cevaplar.
cevab-ı red
Red cevâbı verip kabul etmemek. Reddetmek. Kabul etmemek yolunda söylenen söz.
cezalet
Rekâketsiz ifade.
Güzellik.
Müdebbirlik, akıllılık.
Azim, büyük.
Edb: Kelimeler, ince veya sert söylenişlerine göre; elfâz-ı cezle veya elfâz-ı rakika diye ikiye ayrılır. Elfâz-ı cezle: Söylenişte tatlılığı bulunan veya heybet, ululuk, çarpışma, korkutma, yıld
cihar
(Cehr. den) Sesle, sadâ ile ve alenen söyleme ve okuma.
çille
Farsça (40) rakamını gösteren (Çihille) kelimesinin telaffuzunda aldığı şekildir. Daha çok (Çile) şeklinde söylenir.
cism-i natık / cism-i nâtık
Söz söyleyen cisim. Konuşan cisim. İnsan.
cühera
(Tekili: Câhir) Yüksek sesle açık olarak söylenenler.
cühud
Bilerek inkâr etmek. Bildiği hâlde yanlış söylemek.
Peygamberimiz Resul-i Ekremi (A.S.M.) bildikleri ve mukaddes kitablarında O'nun evsâfını okudukları hâlde inkâr eden Yahudiler. (Türkçedeki "cıfıt" kelimesi bundan gelir.)
Bir kimseyi bahil bulmak.
cülusiyye
Taht'a çıkan hükümdarlar veya padişâhlar için yazılmış yazı veya söylenmiş şiir.
Hükümdarın tahta çıktığı ilk gün verdiği bahşiş.
çunan
Öyle böyle.
(Farsça)
çünan
Böyle. Bu şekilde. Bunun gibi.
(Farsça)
çunin
Böyle.
(Farsça)
da'da'
"Güzel dur" mânasına gelir ve düşecek ve dayanacak yerde söylenir.
da'vet
Çağırma. Ziyafet. Duâ.
Bir fikri kabul ettirmek için deliller söylemek.
dahs
Sözünü fesâhatle açık bir şekilde söylemek.
daim
Devam eden. (Daimî, daima, daimen şeklinde de söylenir.)
dall-i bi-l fehva / dâll-i bi-l fehvâ
(Dâllibilfehvâ) Fık: Söylenen sözün veya ifâdelerin hülâsasından çıkan mânaya göre delil ve işaret olmak.
dall-i bi-l işare
(Dâllibilişâre) Sözdeki mânanın işâretine göre delil olmak. Üç nevi delâletten biri ile sevkedildiği mânanın gayrisine yâni; söylenince maksud-u asli olmayan bir mânaya delâlet eden lâfızdır. Meselâ: "Cenab-ı Hak bey'i helâl, ribâyı haram kılmıştır." ibâresi, bey', yani alış-veriş ile ribâ (fâiz) ar
darb-ı mesel
Misâl olarak söylenen meşhur söz. Bir hâdiseye binaen söylenen hikmetli söz. Ata sözü.
decl
Örtmek.
Devenin katranlanması.
Karıştırmak, yalan söylemek. Hakkı bâtıl; bâtılı hak diye göstermek. Anarşi çıkarmak.
Bâtılı hak gösteren.
Mübâlâgalı fâili; Deccaldır.
dedikodu
Bir müslümanın veya zımmînin (İslâm devletinin idâresi altında bulunan müslüman olmayan vatandaşın) ayıbını, onu kötülemek için arkasından söylemek.
dehri / dehrî
Allahü teâlâya ve âhirete inanmayıp, dehr (zaman) sonsuzdur ve dünyânın başlangıcı ve sonu yoktur, böyle gelmiş böyle gider diyen dinsiz, ateist.
dendene
Mırıltı, homurdanma. Ağır ağır, dudak kıpırtısıyla, yavaş yavaş söylenen söz.
(Farsça)
dermeyan edilen
İleri sürülen, anlatılan, söylenen.
dermeyan etmek
Anlatmak, söylemek, iddia ve defi'de bulunmak. Beyân. İleri sürmek.
ders-i belagat / ders-i belâgat
Belâgat dersi; sözün düzgün, kusursuz olarak hâlin ve makamın icabına göre söylenmesini öğreten ders.
destur
İzin, müsaade. Şerlilerden kurtulmak için söylenen söz.
(Farsça)
Allah'ın inayeti.
(Farsça)
dihat / dihât / دهات
(Tekili: Dih) Köyler, karyeler.
(Farsça)
Köyler.
(Farsça)
dihı
Köyle ilgili, köylü, köye mensub.
dikte
Başkası tarafından yazılmak üzere söyleyip yazdırma.
(Fransızca)
Karşı koymayacak olan birisine, aşırı arzu ve isteklerini bildirip kabul ettirme.
(Fransızca)
dürer-bar / dürer-bâr
İnciler yağdıran.
Mc: Çok kıymetli ve güzel sözler söyleyen.
dürr-efşan
İnci serpen. Söylediği sözler inci olan ağız.
(Farsça)
düstur-u belagat / düstûr-u belâgat / دُسْتُورُ بَلَاغَتْ
Hâle uygun söz söyleme kaidesi.
düztaban
Tıb: Ayak tabanı düz olan kimse. Böyle kişiler çabuk yorulurlar ve hızlı yürüyemezler.
(Türkçe)
ebced hesabı
Ebced harf tertibinde görüldüğü gibi, Kur'ân-ı Kerim daha nâzil olmadan harflere rakam değeri verilerek tarih yazılır ve hâdiseler kaydedilirdi. Bundan böyle Arab, Fars ve Türk Ebediyatında hâdiselerin tarihleri Ebced hesâbı ile yazılırdı. Birçok muharebe, zafer, büyüklerin doğum ve ölümü, yüksek me
ebhem
Söz söylemeye muktedir olmayan. Konuşmaya iktidarı bulunmayan adam.
ebkar / ebkâr
(Tekili: Bikr) Bekârlar.
Mc: Evvelce kimsenin söylemediği sözler.
ebkar-ı efkar / ebkâr-ı efkâr
Evvelce söylenmemiş olan fikirler.
eblağ
Yerinde adamına göre güzel söz söylemenin en üstünü.
ebled
Ebleh, ahmak, bön. Söylenilen şeylere aklı hemen taalluk etmeyen kimse.
Açık kaşlı.
Şişman gövdeli kişi.
ecza / eczâ
(Tekili: Cüz) Eczacılıkta kullanılan çeşitli maddeler.
Ciltlenmemiş kitab ve saire.
Cüz'ler, parçalar, kısımlar.
Bir kimyevi terkible vücuda gelip yanma hassası gibi böyle bir kuvvet ve te'siri haiz bulunan şey.
edeb
Terbiye. Kavlen, fiilen insanlara lütuf ile muamele etmek. Güzel ahlâk. Usluluk. Hayâ.
Ist: Sünnet-i Resul'e (A.S.M.) uygun hareket etmek.
Utanılacak şeylerden insanı koruyan meleke; kuvve-i râsiha-i nefsiye.
Edebiyat ve ondan bahseden ilim. (Kur'anın edebi ise: Öyle
edebi / edebî
Edebe dâir. Güzel söylenmiş yazı. Edebiyata âit. Ehl-i edebe, terbiyeli, ahlâklı ve edebli olanlara dâir ve edebe mensup ve müteallik.
edebiyat
Düşünce, duygu veya herhangi bir hakikatı veya herhangi bir fikri yazı veya sözle, manzum veya nesir halinde güzel şekilde ifâde san'atı. Bu san'atla uğraşan ilim kolu.
Edebiyata âit yazıları toplayan kitap.Edebiyatın sözlük anlamından biri de edebe, yani terbiyeye uygun söz söylemek
edib / edîb
Edebiyatçı. Güzel ve san'atlı söz söyleyen veya yazan.
Edebli, terbiyeli.
Güzel hasletleri kendinde toplayan, haddini bilen.
Düzgün, güzel ve pürüzsüz söz söyleyen ve yazan, edebiyatçı.
edvar-ı seb'a
Yedi devreler. Dünyanın yaradılışından beri geçirdiği devreler ki, nazariye olarak söylenir.
efk
(Ufuk) Yalan söyleme.
Kaçmak. Bir işten sapmak.
efsane-guy
Masal söyleyen, efsane anlatan.
efvek
Yalancı, yalan söyleyen.
egann
Sözü burnu içinden söyleyen, burnundan konuşan.
Otlu dere.
ehadis-i nebeviye / ehâdîs-i nebeviye
Hz. Peygamber tarafından söylenen sözler.
ehl-i islam / ehl-i islâm
Müslümanlar. Peygamber efendimizin bildirdiklerinin hepsini beğenen, kalbiyle inanıp, diliyle söyleyen müslüman.
ehl-i kura / ehl-i kurâ
Köylerde, kasabalarda yaşayan.
Köylerde yaşayanlar; kırsal kesimde olanlar.
ehl-i sahih
Söyledikleri doğru ve güvenilir olanlar.
ehl-i şiir ve hitabet
Şiir ve düzgün söz söyleme san'atıyla uğraşanlar.
ehl-i vahdetü'ş-şuhud
Görünen herşeyin Allah'ın varlığını gösterdiğini söyleyen kimseler.
ehlen ve sehlen
Hoş geldiniz, safâ geldiniz (meâlinde söylenir.)
eimme-i erbaa
Dört imâm. Müslümanların en büyük ve yüksek âlimleri ve müctehidlerinden hak mezheb müessisleri olan ve ehl-i imâna rehberlik eden büyük imâmlar. İsimleri şöyle sıralanabilir: İmâm A'zam Ebu Hanife, İmâm-ı Şâfii, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Ahmed ibn-i Hanbel. (R.A.)
eimme-i selase / eimme-i selâse
Üç imâm. Fıkıh kitablarında ekseriyetle İmâm-ı A'zam, İmâm-ı Şâfi'i, İmâm-ı Malik için söylenir. Hanefi Mezhebine dâir mes'elelerin bahsolduğu kitablarda "Eimme-i Selâse"den maksad; İmâm-ı A'zam ile iki talebesi olan İmâm-ı Muhammed ve İmâm-ı Ebu Yusuf'dur.
ekulü kema kale / ekulü kemâ kâle
Onun söylediği gibi söylerim (meâlinde.)
ekzef
(Kazf. den) Çok iftira eden. Başkası hakkında çok aleyhde yalan söyleyen.
el-fatiha
Kur'ân-ı Kerim'in birinci suresinin adı olup bu sureyi okumaya işâret için söylenir.
ela / elâ
Arapça'da başlama ve tenbih edatı, "öyle değil mi?", "dikkat ediniz" gibi anlamlara gelir.
elfaz-ı küfr / elfâz-ı küfr
Söylendiği zaman, îmânı gideren, müslümanlıktan çıkmaya sebeb olan sözler.
elif
Birinci harf-i hecânın adı.
(Ülfet. den) : Bütün harflerle ülfet edebildiği için böyle isimlendirilmiştir. Ebcedî değeri de bire delâlet eder.
elkab
(Tekili: Lakab) Lakablar, namlar. Rütbe ve makam sahiblerinin derecelerine göre söylenen ve çok zaman hürmet ifâde eden isimler.
elveda
Allah'a emânet olun. Allah'a ısmarladık (yerine söylenen bir ta'birdir).
emma ba'd / emmâ ba'd
Bundan sonra, asıl meseleye gelince mânâsında; söz başı, besmele, hamdele ve duadan sonra söylenen söz, fasl-ı hitâb (söze başlama).
emma-ba'dü / emmâ-ba'dü
"Bundan sonra" manasına olup bir başlangıç hitabından sonra söylenir. Buna fasl-ı hitab denir.
emr-i tacizi / emr-i tâcizî
İnsanı âciz bırakan emir; Allah'ın, iman etmeyenlerden Kur'ân'ın benzerini ortaya koymalarını istemesi böyle bir emirdir.
ene'l-hak
Hallâc-ı Mansûr tarafından "Ben yokum, Hak teâlâ vardır." mânâsında söylendiği hâlde, görünüşte; "Ben Hak'kım" manasına alınan söz.
ene'l-hakk
"Ben hakkım" anlamına gelen ve ilk defa Hallac-ı Mansûr tarafından söylenen söz.
enfal / enfâl
Devlet reîsinin, herkesin elde ettiği kendisinin diyerek, harbe teşvik için gâzilere (İslâm askerlerine) ganîmet hisselerinden fazla olarak verdiği mallar. Tekîli nefeldir. Gâzileri böyle teşvik etmeye tenfîl denir.
entimem
yun. Man: Mantıkta kısaltılmış kıyas şekli. Öncül veya had denilen ve bilinen kaziyelerden biri söylenmeden sonuca varmak. Örnek: (Orucu bozdu, o halde 61 gün keffareten oruç tutması gerekir.) Burada hadlerden biri (Orucu bozan, 61 gün keffareten oruç tutar), kaziyesi biliniyor kabul edilerek söylen
erbab-ı belagat / erbab-ı belâgat
Belagatçılar; sözü düzgün, kusursuz, hâlin ve makamın icabına göre söyleme san'atını bilenler.
eşdak
Doğru konuşan. Yalan söylemeyen. Sâdık.
Büyük ağızlı.
estağfirullah
Cenâb-ı Hak'tan kusurumun örtülmesini dilerim. Allah (C.C.) kusurumu efvetsin (mealinde, kusurunu anlayan bir müslümanın duâsı. Hürmet veya ikramlara karşı tevâzu maksadı ile de söylenmektedir.)
ev-kema kal
Söylediği gibi. Söylendiği gibi.
Hadis-i Şerifi lâfzı ile aynen nakletmekte bir hata olmuşsa, mes'uliyetten kurtulmak için bu kelâm söylenir. "Bu naklettiğim hadisin metninde yanlışım varsa Peygamber (A.S.M.) aslında nasıl söylemiş ise aynen onu kastediyorum" demektir.
evkemakal / evkemakâl / evkemâkal
Veya söylediği gibi….
Söylendiği gibi.
eyne
Nere? Nerede? Nereye? (mânasına sual için söylenir ve zarf-ı mekândır).
Zaman. An.
Yorgunluk (mânâsında da kullanılmıştır.)
eyne's-sera mine's-süreyya / eyne's-serâ mine's-süreyyâ
"Yer nerede, Ülker takım yıldızı nerede?" (birbirine zıt ve uzak şeyler için söylenir).
eynessera-min-es-süreyya
(İmkânsızlık bildiren bir tâbirdir ki) Yer nerede, Süreyyâ nerede?.. Süreyyâ ile yer bir olur mu? (meâlindedir ve birbirlerine zıt ve uzak olan şeyler için söylenir.)
eyvallah
Peki, öyle olsun.
eyzan
Yine, öyle de, aynı şekilde.
Böylece, kezâ, bunun gibi, yine böyle, bu da böyle.
ezlak
Aleyhte söz söyleyen adam.
Keskin olan şey.
fahriye
Bir kimsenin kendini medih için söylediği söz veya şiir. Fahre mensub ve müteallik olan.
fakirhane / fakirhâne
Mütevazilikle söz söyleyen kişinin evi.
faraza / فرضا
(Esası: Farzâ) Meselâ, öyle sayalım ki, farzedelim ki, ola ki, tutalım ki.
Öyle sayalım ki.
farz-ı ayn
Herkesin yapmaya mecbur olduğu farz. Namaz kılmak, yalan söylememek, imân etmek, oruç tutmak gibi.
farza
Diyelim ki, farzedelim ki, öyle kabul edelim ki, ola ki.
fasahat / fasâhat
Doğru ve düzgün söyleyiş. Açık ve güzel ifadeli konuşma.
Güzel ve açık konuşma, uzdillilik, iyi söz söyleme kabiliyeti.
fasih / fasîh
Fasahat sâhibi. Hatasız olarak söyleyen. Açık ve güzel konuşan.
fasık-ı mütecahir / fâsık-ı mütecâhir
Açıktan açığa kimseden sıkılmadan günah işleyen. İşlediği günah ile övünen günahkâr kimse. (Böylelerin aleyhinde konuşmak gıybet sayılmaz.)
fasl-ı hitab / fasl-ı hitâb
Kolay, açık ve anlaşılır söz söyleme.
fe'fe'
Bir söz söylerken, dile "fe" harfi gelip, her kelimenin başına "fe" getirerek söylemek.
fe-sübhanallah
Allah (C.C.) ne güzel yaratmış; Allah Sübhândır, bütün noksanlıklardan münezzehtir; Her şey kendine tesbih eder (anlamında olup hayret ve taaccübü ifâde için söylenir.)
fecfac
Çok söyleyen.
fecr
Tan yerinin ağarması. Şafak. Sabah vakti, güneş doğmadan evvel şarkta hâsıl olan kızıllık.
Bir şeyi genişçe ikiye ayırmak.
Günah işlemek. Fücur ve fısk işlemek. Yalan söylemek.
Tekzib eylemek.
İsyan ve muhalefet eylemek.
Haktan sapmak. Meyletmek.
<
fehimtü ve sadakte
Anladım ve doğru söyledin.
fela / felâ
Öyleyse. O zaman. O halde... (gibi mânalara gelir.)
fen'
Malın çok olması.
Misk kokusunun etrafa yayılması.
Bir kimsenin iyiliğini ve ihsanını söyleyip methetmek.
fenn-i belagat / fenn-i belâgat / فَنِّ بَلَاغَتْ
Hâle uygun söz söyleme ilmi.
fenn-i meani / fenn-i meânî
Güzel söz söylemeyi ve güzel yazmayı öğreten, edebiyatın bir şubesi.
fesahat / fesâhat
Düzgün ve güzel söz söyleme.
fesh
Alış-veriş veyâ başka bir akdi (sözleşmeyi) bozma veya böyle bir akdin bozulması.
feya acaba / feyâ acaba
Hayret ve taaccüb ifadesi için söylenir; hayret verici.
feyalilaceb
(Fe-yâ lil'aceb) Hayret ve taaccüb ifâdesi için söylenir.
fi-maba'd
Bundan böyle, bundan sonra, bundan itibaren, bir daha.
fihi nazar / fîhi nazar
Şüphe edilen bir mes'ele hakkında söylenir. "Ona bir bakmak, tetkik etmek lâzımdır" demektir.
fimaba'd / fîmâba'd / فى ما بعد
Bundan böyle.
(Arapça)
firaş-ı sahih
Fık: Nikâh ve mülk-i yemine müstenid bulunan istifraş. Mülk-i yemin, bir kimsenin temellükünde bulunan cariye demektir. Binaenaleyh bu iki şarta dayanan istifraştan, meydana gelecek çocuk, varis addolunur. Ancak, cariyeyi istifraşta husule gelen çocuğun kendisinden olduğunu müstefrişin söylemesi lâz
fırışka
Bütün yelkenleri camadana vurmaksızın kullanabilmeğe münasib olan rüzgâr hakkında söylenilen bir tabirdir. Bu rüzgârın, saniyedeki sür'ati 5-12 metredir.
firudest
Birkaç hânendenin hep bir ağızdan usûlüne uygun olarak söyledikleri nağme.
(Farsça)
fisal
(Tekili: Fasıl) Ayrılmış olanlar.
Yavrunun sütten kesilmesi.
Kısa duvar.
İnsanların lehinde veya aleyhinde söz söyleyerek para toplıyan.
Ana sütünden kesilmiş hayvan yavrusu (Füslan, fislan şeklinde de olur.)
fısk
Haddini tecavüz. Günah. Haktan ayrılmak.
Fık: Allah'ın emirlerini terk ve O'na isyan etmek ve doğru yoldan sapıp çıkmak. Böyle olanlara şeriat dilinde "fâsık" denir.
fusaha
(Tekili: Fasih) Fasih kimseler. Güzel ve usule uygun konuşabilenler. Güzel söz söyleme kabiliyetinde olanlar.
fütüvvet
Cömertlik. Başkasını, kendisine tercih etmek. Başkalarının işlerini düzeltmeye çalışmak ve faydasına koşmak. Fütüvvetin başka değişik târifleri de yapılmıştır. Bunlardan bâzıları şöyledir: Kendi nefsinde başkasının üzerine bir meziyet, üstünlük görme mek. Hatâlarını îtirâf edenleri affetmek, hiç kim
fuzuli / fuzulî
Fazladan olup boşu boşuna söylenen söz. İşe yaramayan. Boşu boşuna.
Boşboğaz. Ahmak. Vazifesinden hariç lüzumsuz şeye teşebbüs eden.
Haksız olarak fiile çıkarılan iş.
Fık: Şer'î izin olmadığı halde diğer bir kimsenin hakkında tasarruf eden kimse.
Büyük bir şâi
galat-gu / galat-gû
Yalan yanlış söyleyen.
(Farsça)
gamgama
Haykırma. Muharebe edenlerin bağırtısı.
Kalb dinlendiğinde işitilen ses.
Sözü, belirsiz söylemek.
Kalbin bulunduğu yer.
gamus yemini / gamûs yemîni
Geçmişteki bir hâdise için, bile bile yalan söyleyerek, yemîn etmek.
gayret
Bir kimseden fâidesi bulunmayan, zararlı olan bir şeyin ayrılmasını istemek, böyle şeyleri reddetmek, kabûl etmemek.
gayret-i ilahiyye / gayret-i ilâhiyye
Allahü teâlânın kullarından beğenmediği hallerin ayrılmasını istemesi, böyle şeylere rızâ göstermemesi.
gerçi
Öyle ise de, her ne kadar.
(Farsça)
gevher-nisar
Cevher serpen.
(Farsça)
Mc: Düzgün konuşan, güzel söz söyleyen.
(Farsça)
gibet / gîbet
Bir kimsenin, yüzüne karşı söylendiği zaman hoşlanmayacağı, kalbinin kırılacağı bir sözünü, hâlini veya hareketini, arkasından, bulunmadığı yerde söylemek, hareketiyle göstermek veya îmâ etmek. Dedi-kodu.
gına
Zenginlik. Yeterlik.
Tok gözlülük.
Mülâki olmak. Bir kimseye dostluğunda devamlı olmak.
Bıkma, usanç.
Şarkı söylemek. Teganni etmek.
gıybet
Arkadan çekiştirmek. Hazır olmayan birisinin aleyhine konuşmak. Birisinin gıyabında hoşuna gitmeyen bir şeyi söylemek.
Orada bulunmayan biri hakkında onun hoşuna gitmeyecek şeyler söyleyip ileri geri konuşma.
Kaybolma.
Aleyhinde bulunma, arkasından söyleme, çekiştirme dedikodu yapma.
güft
Dedi, söyledi.
(Farsça)
Söz, kelâm.
(Farsça)
güfte
Her hangi bir makama göre bestelenen manzume.
Farsça "söylemek" demek olan "güften" mastarından gelen bu tabirin mânası, söylenmiş söz demektir.
gülbank
Toplulukça söylenen dua ve tekbir.
(Gülbang) Bir cemaat tarafından birlikte söylenen duâ, ilâhi, tekbir.
(Farsça)
günaşırı
İki günde bir. Bir gün olup ertesi gün olmayarak ve böylece sürüp giderek.
(Türkçe)
gunm
Bir şeye meşakkatsiz nâil olmak veya düşmandan doyumluk almak mânalarına gelir ve alınan doyumluğa da isim olarak ıtlak olunur ki ganimet de, her iki mânada böyledir. Şeriatta ise ganimet, küffardan anveten, yani harben alınan maldır. Binaenaleyh, velevse harbin neticesi olsun bir sulh ve ahd ile al
gunne
Genizden söylemek, sesi burnundan çıkarır gibi okumak. Burundan gelen ses. (Tecvidde harfin vasıflarındandır)
güriz
Kaçma.
(Farsça)
Kaçan.
(Farsça)
Edb: Kasidelerde mevzuya girmeden evvel söylenen beyit.
(Farsça)
guy
Söyleyen, konuşan, söyleyici.
(Farsça)
Kelâm, söz. Acemlere mahsus bir cins oyun topu.
(Farsça)
Baykuş.
(Farsça)
"Diyen, söyleyen" mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Rast-gu(y) : Doğru söyleyen. Suhan-gu(y) : Söz söyleyen, konuşan.
güya
Sanki. Ke-ennehu. Söyle. Tut. Farzet.
(Farsça)
Söyleyen.
(Farsça)
güyan
Söyleyen.
(Farsça)
güyem
Söylerim (mânâsına fiil).
(Farsça)
güyende
Söyleyici. Söyleyen. Kail olan.
(Farsça)
guyi / guyî
Söyleyiş, söyleme.
(Farsça)
güzide-suhen / güzîde-suhen
Beğenilmiş söz söyleyen, seçkin sözler konuşan.
(Farsça)
habz
Ekmek pişirmek.
Ekmek vermek.
Sözü birbiri ardınca söyleyip yürümek.
Devenin ayağını yere vurması.
hadb
Vurmak, darb etmek.
Deriyi etiyle ayırmak.
Isırmak.
Yalan söylemek.
Uzunluk.
hadd-i kazf
İffetli, temiz olan erkek veya kadına zinâ isnâd etmek (zinâ ettiğini söylemek) sebebiyle verilen cezâ.
hadi / hadî
Birinci.
Mazluma yardım eden.
Deveyi şarkı söyleyerek süren.
hadim ağası
Erkekliği yok edilmiş olan. Böyle kimselere "Tavaşi" de denilirdi. Bu gibiler, yabancı erkekler için mahrem sayılan harem dairesine girip çıktıkları ve muhafaza ile beraber harem hizmetini de gördükleri için kendilerine "Hâdim Ağası" adı verilirdi.
hadis / hadîs
Her söylenişinde yeni haber gibi dinlenmeğe lâyık. Peygamberimizin (A.S.M.) sözü, emri ve hareketi. Sünnet-i Nebeviyye. Hadisten bahseden ilim.
hadis-i amm / hadîs-i âmm
Herkes için söylenmiş hadîs-i şerîfler.
hadis-i has / hadîs-i hâs
Bir kimse için söylenmiş hadîs-i şerîfler.
hadis-i kavi / hadîs-i kavî
Resûlullah efendimizin, söyledikten sonra, peşinden bir âyet-i kerîme okuduğu hadîs-i şerîfler.
hadis-i kudsi / hadîs-i kudsî
Peygamber Efendimiz (a.s.m.), Cenâb-ı Haktan "Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur" diyerek rivayet ettiği (naklettiği) Kur'ân-ı Kerîm dışındaki sözler.
hadis-i maktu' / hadîs-i maktû'
Söyleyenleri (râvîleri), Tâbiîn-i kirâmakadar bilinip, Tâbiîn'den rivâyet olunan hadîs-i şerîfler.
hadis-i mensuh / hadîs-i mensûh
Peygamber efendimiz tarafından ilk zamanda söylenip, sonra değiştirilen hadîsler.
hadis-i mevkuf / hadîs-i mevkûf
Eshâb-ı kirâma kadar râvîleri (nakledenleri) hep bildirilip, sahâbî olan râvînin, Resûl-i ekremden işittim demeyip, böyle buyurmuş dediği hadîs-i şerîfler.
hadis-i mevsul / hadîs-i mevsûl
Sahâbînin (Resûlullah efendimizin arkadaşları); "Resûlullah'tan işittim, böyle buyurdu" diyerek haber verdiği hadîs-i şerîfler. Bunda, Resûl-i ekreme kadar rivâyet edenlerin hiç birinde kesinti olmaz.
hadis-i mevzu' / hadîs-i mevzu'
Başkası tarafından söylendiği hâlde Peygamberimize (A.S.M.) isnad edilen hadis. Muan'an veya senedlerle tesbit edilmemiş hadistir. Manası yanlış demek değildir.
hadis-i mürsel / hadîs-i mürsel
Sahâbe-i kirâmın ismi söylenmeyip, Tâbiîn'den (Sahâbeyi görenlerden) birinin, doğruca Resûl-i ekrem buyurdu ki dediği hadîs-i şerîfler.
hadis-i müstefiz / hadîs-i müstefîz
Söyleyenleri üçten çok olan hadîs-i şerîfler.
hadis-i mütevatir / hadîs-i mütevâtir
Bir çok Sahâbînin Peygamber efendimizden ve başka bir çok kimsenin de bunlardan işittiği ve kitâba yazılıncaya kadar, böyle pek çok kimsenin haber verdiği hadîs-i şerîfler.
hadis-i nasih / hadîs-i nâsih
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin, son zamanlarında söyleyip, önceki hükümleri değiştiren hadîs-i şerîfleri.
hafaza melekleri
Koruyucu melekler, her insanın hayır (iyi) ve şer (kötü) işlerini yazan; ikisi gece, ikisi gündüz gelen ve kötülüklerden ve cinlerden koruyan melekler. Bunlara Kirâmen kâtibîn melekleri diyenler olduğu gibi, onlardan başka olduğunu söyleyenler de olm uştur.
hafeş
Gözün küçük olması ve görme kuvvetinin zayıf olması. (Öyle kişiye "ahfeş" derler.)
hafi / hafî
Gizli, kapalı.
Usûl-i fıkıh ilminde, mânâsı açık olduğu hâlde söyleyenin maksadını ifâde etme husûsunda kapalı, gizli söz.
Tasavvufta âlem-i kebîrdeki beş latîfeden biri.
haft
Sâkin olmak.
Sözü gizli söylemek.
hafz
Aşırı olmama hali.
Refah ve ferahlık. Huzur ve rahat.
Yavaş yavaş mülayim yürüyüş, itidal. Alçak.
Kelimenin son harfini esre, yâni "i" diye okumak.
Sözü boğaz içinden söylemek.
hak-gu / hak-gû
Doğru ve hak söyleyen.
(Farsça)
hakeza / hâkeza
Öylece. Bunun gibi. Böyle.
Böylece, bunun gibi.
hakikat / hakîkat
Bir şeyin aslı, mahiyeti.
Gerçek, doğru.
Sadakat kadirbilirlik. Sözlük anlamıyla söylenen söz.
halbuki
(Hâl bu ki) Hakikat ve doğrusu şudur ki, öyle iken.
halife
Öncekinin yerine geçen.
Fık: İlâhî, yâni şer'î hükümlerin tatbik ve icrası için Peygamber'e (A.S.M.) vekil olan zât. İmam. İmamet-i kübra. (Namazda imama uyan cemaat gibi, halifeye de şer'î emirlerde öylece itaat edilir. Halifede aranan dört şart: İlim, adalet, kifayet, a'zâ ve havâs
halife-i adile / halîfe-i âdile
Halîfe olacağı, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin işâreti ile anlaşılan halîfe. Hazret-i Ebû Bekr'in halîfeliği böyledir.
hallac-ı mansur
Asıl adı Hüseyin olan bu zat, tasavvuf mesleğinde meşhurdur. Manevi istiğrak hallerinde hissettiklerini, şeriata zâhiren zıd düşen ifadelerle söylediği için, Hicri 306 senesinde idam edilmiştir.
halt / خَلْطْ
Karıştırmak. Münasebetsiz söz söylemek. Bir şeyi bir şeye karıştırmak. Hatâ etmek.
Karıştırma.
Uygunsuz söz söyleme.
Karıştırma, uygunsuz söz söyleme.
hamhama
Hımhımlık, sözü genizden söyleyerek konuşma.
hamr
Ekşi. Şarap. İçki olup sarhoşluk veren şey.
Birine bâde içirmek.
Bir hususu söylemeyip setreylemek. Ketmeylemek.
hamse
Mesnevi şekliyle yazılmış beş kitabdan ibaret bir takım demektir ki, böyle eser meydana getirmiş olanlara "Hamsenüvîs", yâhut "Hamseci" denilir. XII. yüzyıla kadar hamse-nüvîslik mutâd değildi. 1195'de vefat etmiş olan Genceli Şeyh Nizamî, manzum olarak beş kitab yazmış ve hepsine birden "penc genç"
hane-i avarız
Avarız ve bedel-i nüzul ve buna benzer vergiler ve tekâlifin toplanmasında tutulan ölçü. Buradaki hanenin, lügat mânası olan evle münasebeti yoktur. Kasabalar, köyler nüfuslarına ve emlâk ve arazilerinin miktar ve hâsılatlarına göre hane itibar edilir ve mahallî masraflarla sair vergiler ona göre ta
hanende / hânende
Okuyan, şarkı söyleyen.
(Farsça)
hanende-gan / hânende-gân
(Tekili: Hânende) Hânendeler, şarkı söyleyenler, şarkıcılar.
(Farsça)
hanhana
Sözü burun içinden söylemek. Hımhımlık.
hanifen müslimen / hanîfen müslimen
Allah'ı bir olarak tanıyan dosdoğru bir Müslüman (Kur'ân-ı Kerimde Hz. İbrahim için söylenen bir ibare).
harac-ı muvazzaf
Tar: Arazi üzerine her dönüm başına senevi maktuan muayyen bir miktar meblağ olarak alınacak bir vergidir. Buna "harac-ı vazife" adı da verilir. Bu vergi, zimmete taalluk eder ve araziden yalnız bilfi'l intifa edilmekle değil, intifaa temekkün ile de tahakkuk eder. Binaenaleyh, böyle bir araziyi sah
harf-endaz
Söz atan; dokunaklı, haysiyete ilişen söz söyleyen.
harisun aleyküm / harîsun aleyküm
Tevbe Suresi'nin bir âyetinde geçen bu ifade, birinci derecede Peygamberimiz (A.S.M.) hakkında olup ümmetini ve bütün insanları doğru yola irşadda yılmadan, büyük bir sebat ve azim ve gayretle devam etmesine işaret edilerek böylece tavsif edilmiştir.
hars
Tahmin etmek.
Yalan söylemek.
Acıkmak.
haşa / hâşâ
Aslâ. Kat'iyyen. Öyle değil. Allah korusun... (mânasına söylenir.)
Asla, kesinlikle öyle değil.
haşa sümme haşa / hâşâ sümme hâşâ
Asla ve asla, kesinlikle öyle değil.
haşa ve kella / hâşâ ve kellâ
Asla ve asla, kesinlikle öyle değil.
haşa! sümme haşa! / hâşâ! sümme hâşâ!
Asla ve asla, kesinlikle öyle değil.
haşa, sümme haşa / hâşâ, sümme hâşâ
Asla, kesinlikle öyle değil.
hasbıhal
Söyleşi, sohbet.
hasir / hasîr
Bir şey söyler veya okurken dili tutulan kimse. Kekeme insan.
Hasır.
hasr-ı örfi / hasr-ı örfî
Herkesçe bilinen belli bir şey. Böyle meşhur bir şeye mahsus olmak.
haşvi / haşvî
Mânâsız sözler söyleyen, saçma sapan konuşan.
Haşve benziyen.
hatib / hatîb
Hitâbeden. Söz söyleyen. Cemaate, topluluğa karşı güzel söz söyleyen kimse.
Câmi'de müslümanlara dini nasihatlar ve güzel sözlerle hitâbeden vazifeli zat.
Mânalı ve fâideli, güzel söz söyleyen. Güzel, düzgün konuşan.
hatib-i beliğ
İnsanlara son derece derin ve hikmetli sözler söyleyen hatip.
hatibane
Hatibcesine. Güzel ve akıcı söz söyleyenlere yakışırcasına. Nutuk atarcasına.
(Farsça)
hatun-u kıyamet / hâtun-u kıyamet
Hz. Peygamberimizin (A.S.M.) kızı Hz. Fatıma'ya mecaz yoluyla söylenen bir tabirdir.
hay
Çiğneyen mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şeker-hâ : Şeker çiğneyen.
(Farsça)
Mc: Tatlı sözlü, güzel ve dokunmaz sözler söyleyen.
(Farsça)
hayf
(Hayfâ) Emansızlık. Haksızlık. Zulüm. Cevr. (Vah vah, yazık, eyvah, yazıklar olsun meâlinde söylenir.)
hayhay
Baş üstüne, seve seve yaparım, öyle ya!, şüphesiz, elbette (gibi mânâlara gelir.)
(Türkçe)
hayide-gu / hayide-gû
Değersiz sözler söyleyen kimse.
(Farsça)
Değersiz şiirler yazan kimse.
(Farsça)
hayrhahlık
Başkasının iyiliğini istemek. Allahü teâlânın nîmetinin bir kimsenin elinde devamlı kalmasını veya onun böyle bir nîmete kavuşmasını dilemek. Hasedin, kıskançlık ve çekememezliğin zıddı.
hayyakallah / hayyâkallah
Allah seni yaşatsın. Allah ömrünü uzun etsin, meâlinde ve dua makamında söylenen bir tâbirdir.
hayyeales-salah-hayyealel-felah / hayyeales-salâh-hayyealel-felâh
Ezân ve ikâmet okunurken söylenen "Haydin namaza" ve "Haydin kurtuluşa" mânâsına mü'minleri kurtuluşa, seâdete sebeb olan namaza çağıran iki mübârek söz.
hayz
(Çoğulu: Hiyaz) Kadınlara mahsus aybaşı. Kadının âdet hâli. Böyle bir kadına hayize denir. (Kadını döl yatağı denen rahminden, bir hastalık veya çocuk doğurma sebebi olmaksızın, muayyen müddetlerde kan gelmesine o kadının "aybaşısı" denir. Buna ve kan geldiği müddete de hayız müddeti denir. İslâmiye
hazık-ı mütedeyyin / hâzık-ı mütedeyyin
Dindar ve iyi mütehassıs. (Dindar ve iyi mütehassıs doktor için söylenir).
hebenneka
Ahmaklığı darb-ı mesel olmuş bir kimsedir.
Mc: Zeki ve becerikli olmadığı halde kendini öyle sanan.
heca
(Hece) Dilin ve ağzın bir hareketi ile çıkan bir veya birkaç harf. Harflerin sesi. Harflerin seslendirilmesi.
Elif-bâ sırasına göre dizili harfler. Bir sözü harfleri ile söylemek.
Şekil. Kıyâfet.
Yemek.
Sükut etmek, susmak.
heccav
Çok hicveden. Hiciv söyleyen.
hece
(Hecâ) Bir defada söylenebilen, bir veya birkaç harfden meydana gelen sözcük.
Harfleri birer birer söyleyerek okuma.
hecv
(Hicv) Medh ü senânın zıddı. Kötüleme. Birisi hakkında kötülemek için söylenen söz veya manzume.
heft
Hafiflik sebebiyle uçup dağılmak.
Hafif mizaçlı olup, her dile geleni söylemek.
Vurmak.
helc
İtimat etmeyecek söz söylemek.
helesaya çıkmak
Eskiden ramazanlarda iftardan sonra para toplamak için çocuklar tarafından teşkil edilen çalgılı heyetlere katılanlar tarafından nakarat makamında söylenen bir tabirdir. Dilenciliğin kibarcalarından sayılır.
helümme cerra
(Helümme cerren) "Var kıyas eyle... Çek beri getir." gibi kinâye için söylenen bir tabirdir.
hem-çünan
Böylece.
(Farsça)
hem-dest-i vifak
Bir fikir ve mes'elede anlaşarak elele vermek, hep birden aynı sözü söylemek.
hem-dih
Köyleri aynı olan. Aynı köyden olan.
(Farsça)
hengame-gir / hengâme-gir
Meddah, oyuncu. Hikâye söyleyici, hokkabaz.
(Farsça)
Diş macunu, leke tozu gibi şeyler satan çığırtkanlar.
(Farsça)
Kavgacı, gürültücü.
(Farsça)
hergele
Binilmek ve yük taşımak için alıştırılmamış at, kısrak, beygir veya merkep sürüsü.
Böyle bir sürüye dahil olan hayvan.
Mc: Terbiye ve görgüden büsbütün mahrum adam.
Bir işe yaramaz işçi kalabalığı.
hert
Dokunaklı söyleme, iğneleyici bir şekilde konuşma.
Yırtma.
Dürtme.
herze-lay
Herze söyleyen, saçmalayan.
herzegu / herzegû
Saçma sapan konuşan. Lüzumsuz ve mânasız söz söyleyen.
(Farsça)
Saçma sapan konuşan, lüzumsuz ve mânâsız sözler söyleyen.
herzehayi / herzehayî
Mânâsız konuşma, saçmasapan söyleme.
(Farsça)
herzekar / herzekâr
Saçma sapan konuşan, mânasız sözler söyleyen.
(Farsça)
heyamola
Eskiden ramazanlarda para toplamak gayesiyle mahalle çocukları tarafından teşkil edilen bir nevi dilenci alaylarında söylenen bir tâbirdir.
Eskiden gemiciler gemi demirini çekerken veyahut bir amele inşaatta ağır bir şey kaldırırken yahut da şahmerdanı yukarı çekerken kuvvetbirliğini
heyhat
Teneffür ve tehassür ifâde eder; "sakın, savul, yazıklar olsun, uzak ol" mânalarına geldiği gibi, daha ziyade; Eyvah, yazık, ne yazık, ne kadar uzak... gibi mânalar için söylenir.
hezec
Gök gürültüsü.
Güzel sesle şarkı söylemek.
hezl-gu / hezl-gû
Şakacı. Lâtifeci, mizahlı söz söyleyen.
hid'
Koyunlar ürküp dağıldıklarında, onları durdurmak için söylenen bir kelimedir.
hıffet
Hafiflik; kolaylık; Arapça'da kural olarak teleffuzu dile ağır gelen lâfızların kurallar çerçevesinde düzenlenerek kolaylık sağlama; Meselâ, kàle fiilinin aslı 'kavele' dir. Ancak söylemesi dile ağır geldiği için 'vav' harfi 'elif'e çevrilerek kàle denmiştir.
hıfz-ül lisan
Dili, günah ve lüzumsuz olan sözlerden korumak. Kötü ve fena sözlerden dilini muhafaza etmek. (İhtiyaçtan fazla söz söylememek mendubdur.)
hikaye-perdaz / hikâye-perdâz
Hikâye anlatan, hikâye ve roman söyleyen.
(Farsça)
hina / hîna
Şarkı söyleme.
(Farsça)
hina-ger / hinâ-ger
Şarkıcı, şarkı söyleyen.
(Farsça)
hınzır
(Çoğulu: Hanâzır) Domuz. (Beğenilmeyen birisine hakaret için mecazen söylenir.)
Pis ve katı kalbli kimse.
hıtab
Sözü âşikâre ve yüzüne söylemek.
Seninle gayrin arasında olan kelâm.
hitab / hitâb
Söz söyleme. Topluluğa veya birisine karşı konuşma.
Bir veya daha fazla kimselere söz söyleme, nutuk.
Söyleme, buyurma.
hitab-ı am / hitab-ı âm
Umuma hitap, bir topluluğa söyleme.
hitaben
Birinin yüzüne söyleyerek, ona hitab ederek. Tevcih-i kelâm eyleyerek. Birine doğru hitab ederek.
hitabet
Düzgün ve güzel söz söyleme san'atı.
Cemaate, topluluğa veya birisine karşı söz söylemek. Güzel ve faideli söz konuşmakla halka dinletmek. Güzel söz söyleme san'atı. Hutbe okuma. Nutuk irâdetmek.
Man: Makbul ve zannî mukaddemelerden terekküb eden kıyas.
hitabiyyat
Hitabolunarak söylenen sözler.
hıyar
Hayırlılar.
(Çoğulu: Hıyârât) Huk: Bir işi yapıp yapmamada serbestlik. Genel olarak bir anlaşmadan vaz geçme. Hususi bir sözleşmenin fesh veya tasdiki. Muhayyerlik. Kendisinde böyle muhayyerlik bulunan kimse, yaptığı bir akdi diğer tarafın rızasına hâcet kalmaksızın bozabilir.
hoşamed gu / hoşâmed gû
Hoş geldin, diye söyleyen.
(Farsça)
hoşbeş
Selâmsabah, hatır sorma, birbirine rastlayan iki ahbab arasında söylenilen ilk sözler.
hubb-u lafz / hubb-u lâfz
Lâfız sevgisi; kelimenin söyleyiş şekline meftun olmak.
hud
(Tekili: Hâid) Büyüklük.
Çok hürmet.
Bir Peygamber ismi. Rıfk, sükun ve vakar ile muttasıf olduğu için bu Peygambere Hud ismi verilmiştir. (A.S.) Yahudilere de bu isim söylenilmiştir. Nuh tufanından sonra Yemen diyarında Hadremud civarında Ahkaf denilen yerde Ad Kavmine gönde
hüma kuşu / hümâ kuşu
Devlet kuşu. (Hikâyede: Gölgesi kimin başına düşerse o padişah olurmuş, derler. Hümâyun da buradan gelmiştir. Tayr-ı hümâyun, tâlih kuşu, uğur kuşu gibi isimlerle söylenir.)
hümeze
(Hemz. den) Dürtüştürücü, kırıcı, ısırıcı, sıkıcı.
El ve kaş işâretleri ile ayıplama.
Bir kişinin ardından ayıplarını söyleyen. Gammaz.
hunne
Sözü burun içinden söylemek.
hunya / hunyâ
Şarkı söyleme.
(Farsça)
hunyager / hunyâger
Şarkı söyleyen, şarkıcı.
(Farsça)
hurz
Oranlamak, yâni tahminle bir şeyin miktarını söylemek.
hüsn-ü hatime / hüsn-ü hâtime
Neticeyi iyi bir halde bitirme.
İman ile âhirete gitmek. Kelime-i şehadet söyleyerek ölmek.
hutbe
İlâhi emir ve nehiyleri cemaate beyan ve ihtar etmek. Cuma veya bayram namazlarında müslümanlara hatibin İlâhi ve şer'i emirleri hatırlatan sözleri. (Hatib, bu hutbeyi söylemeye Halife veya İslâm Devlet Reisinden vazife ve salâhiyet almıştır.)
i'cam
Harflere, yazıya nokta koymak.
İsteğini açıklıkla bildiremeyip, maksadı belirsiz, muğlak söylemek.
i'caz
Âciz bırakmak. Acze düşürmek, şaşırtmak.
Edb: Mu'cize derecesinde düzgün ve icazlı söz söylemek. Benzerini yapmada herkesi acze düşürmek. Güzel söz söylemekte insanların muktedir olmadıkları derece.
Mu'cizelik olan şey.
i'caz-ı belağat / i'câz-ı belâğat
Güzel söz söylemedeki mu'cizelik.
i'tikaf / i'tikâf
Bir şeye devam etmek.
Ist: Bir yere çekilip yalnız ibadetle meşguliyet. Hususan Ramazanın son on gününde, mescidlerde ve buna benzer yerlerde kalıp, ibadet, ilm-i iman ve Kur'an, evrad ve ezkâr gibi ibadetlerle meşgul olmak. Böyle bir kimseye "Mu'tekif" denir.
i'tiraf
(İtiraf) Kabahatini saklamamak. Suçunu söylemeği kabul etmek. Gizleyip söylemek istemediği şeyi açıklamak.
i'tiraf-ı cürm
Maznunun yaptığı suçu söylemesi, itiraf etmesi.
i'tiraf-ı kusur
Kusurunu söyleme, itiraf etme.
i'tiraziye
İtiraza, kabul etmediğine dair yazı.
Edb: Cümlenin esasından olmayıp yalnız bir husus hakkında söylenen ibare.
ibare-senc
Düzgün konuşan, akıcı söz söyleyen.
(Farsça)
ibda'
Cenab-ı Hakkın âletsiz, maddesiz, zamansız, mekânsız yaratması ve icâdı.
Misli gelmemiş bir eser meydana koymak, icâd, ("İbda', ihdâs, ihtirâ, icâd, sun', halk, tekvin" kelimeleri birbirine yakın mânâdadırlar.)
Edb: Geçmişte benzeri olmayan şiiri söylemek.
ibn-i vakt
Zamanın uyarına giden, vaktin icaplarına göre hareket eden kişi. Zamane adamı.
Mizaç ve tabiata göre söz söyleyen kimse.
ibtişak
Haysiyet ve nâmusa dokunma.
Yalan söyleme.
ibza'
Kötü söyleme, fena söyleme.
icab / îcâb
Lâzım. Gerekli. Lüzum. Sebeb olmak.
Ist: Akitlerde ilk söylenen söz. Bir mal sahibinin müşteriye karşı, "Bu malımı sana şu kadar paraya sattım" demesidir. Müşterinin de kabul etmesine dair olan sözüne "kabul" denir. Şer'i ıstılahta buna "icâb ve kabul" denir.
İhtiyaç.
Teklif, bir sözleşme için alıcı veya satıcı tarafından ilk söylenen söz.
icare-i faside / icare-i fâside
İn'ikad şartlarını câmi' olduğu halde sıhhat şartlarını tamamen veya kısmen cami olmayan icaredir. Bu, aslen meşru olduğu hâlde vasfen meşru bulunmamış olur. Binaenaleyh böyle bir icareyi mucir ile müstecirden herhangi biri fesh edebilir.
icare-i münecceze
Bir şeyi akd-i icare ânından itibaren kiraya vermektir. Akd zamanında kiranın başlangıcı söylenmezse kira, bir icare-yi müneccezeye haml olunur.
icaz / icâz / îcâz / ایجاز / ا۪يجَازْ
(İycâz) Edb: Az söyle çok şey anlatmak. Sözü muhtasar söylemek. Çok mânaya gelen kısa cümlenin hâli. Mâruf ve müteârif olan cümleden kısa bir cümle ile maksadı ifâde san'atı.Böyle sözlere mucez, veciz veya vecize denilir.
Sözü kısa söyleme.
Az sözle çok mânâ anlatma.
Veciz anlatma, özlü söyleme.
(Arapça)
Az söyle çok şey anlatma.
icmali iman / icmalî iman
İman esaslarını kısaca bilmek. Allah'a ve Peygamberine imân ettiğini söylemek ve tasdik etmek.
ictihad
Kudret ve kuvvetini tam kullanarak çalışmak. Gayret etmek. Çalışmak.
Anlayış.
Kanaat.
Fık: Şeriatın fer'î mes'elelerine âit hükümleri, İslâm müçtehidlerinin, usulüne uygun olarak, Kur'an ve Hadis-i Şeriflerden çıkarmaları ve bunun için tam gayret etmiş olmaları. Böyle
idare-i maslahat / idâre-i maslahat
İdâre-i maslahat etmek:
İşleri öyle veya böyle idare etmek.
iddia
Bir şeyin müsbet veya menfiliğini ısrarla söylemek. İleri sürülen fikir. Dâva etmek. Israr etmek. İnat etmek. Haklı veya haksız bir dâvaya kalkışmak.
iddiaen
İddia ederek. Doğru olduğunu söyleyerek.
ifade / ifâde / افاده
Anlatmak. Söylemek.
Fayda vermek, fayda tutmak.
Söylem, anlatım, dile getirme.
(Arapça)
İfâde edilmek:
Anlatılmak, belirtilmek, dile getirilmek.
(Arapça)
İfâde etmek:
Anlatmak, belirtmek, dile getirmek.
(Arapça)
ifade-i şifahiyye
Ağızdan söyleyerek, şifahî olarak ifade ederek.
ifasa
Yumuşak söylemek.
Aşikâre söylemek. Açık açık konuşmak.
ifhaş
(Fuhş. dan) Kötü ve fena söyleme.
ifrad
Tek olarak söylemek.
Ayırmak.
Göndermek. Yollamak.
ifsah
Fesahatla konuşmak. Açık ve düzgün söz söylemek.
iftihariyyat
İftihar yoluyla söylenen sözler.
iftilat
Ansızın bir işe girişme.
Hatıra gelivererek şiir veya söz söyleme.
iftinan
Türlü türlü ve birbirini tutmayan düzensiz söz söyleme.
Fitneye düşmek.
Âşık olmak.
iftiraş
İzine uyma.
Namusa dokunur söz söyleme.
Yayılma.
Cima.
Döşemek.
igfaliyyat
Yanıltıp aldatmak için söylenen sözler.
iglak
Karıştırmak. Kapamak. Muğlak yapmak. Anlaşılmaz hâle koymak.
Zorla iş yaptırmak.
Edb: Sözü karışık ve anlaşılmaz surette söyleme.
iglaz
(Galiz. den) Kaba ve fenâ söyleme.
iglazat
(Tekili: İglaz) Kaba ve galiz söyleme.
igrad
Yüksek ve güzel sesle şarkı söyleme.
igrakiyyat
Aşırı büyültmelerle ve mübâlâğalarla söylenen sözler.
ihale
Bir işi birisinin üzerine bırakmak. Bir hâlden diğer hâle dönmek.
Artırma veya eksiltmeye çıkarılan bir işi en münâsib bulunan bir istekliye vermek.
Zayıf addetmek.
Muhal söz söylemek.
ihfa
Saklamak. Gizlemek. Ketmetmek. Gizlenilmek.
Tecvidde: Harflerden birisini söylerken gizli ve zayıf söylemek.
ihlaf / ihlâf
Sözden dönme, yalan söyleme.
ıhna'
İfsad etmek, bozmak.
Yaramaz söz söylemek.
ihsar
(Hasr. dan) Birisini işinden alıkoymak.
Fık: Hac için ihrama girmiş bir zâtın, Arafat'ta durmakla ziyaret tavafından; ve umre için ihrama girmiş bir kimsenin de tavaftan men edilmesi. Böyle men edilen zâta "muhsar" denir.
Kısaltma, kısalma.
Sıkıştırma.
ihtikar / ihtikâr
Bir şeyi kıymetlensin diye saklamak.
Ist: İnsanların veya ehlî hayvanların yiyeceklerine âit şeylerin satış kıymetleri yükselsin diye kırk gün kadar saklamak. Böyle yapan kimseye muhtekir denir.
Vurgunculuk, bozgunculuk.
ihtital
Gizli söylenen sözü dinleme. Kulak kabartma.
iknaiyyat
İknâ etmek veya râzı etmek için söylenilen sözler.
ikrar / ikrâr / اِقْرَارْ
Açıktan söylemek. Kabul ve tasdik etmek. Hakkı itiraf etmek. Karar vermek. Mukarrer kılmak.
Fık: Bir kimseye diğerinin kendisinde olan hakkını haber vermek.
Îmânını açıkça, dil ile söylemek.
Bir kimsenin kendisiyle alâkalı olup, başkasına âit bulunan bir şeyi haber vermesi, îtirâf etmesi.
Söyleme, dile getirme.
Dil ile söyleme.
iksar-ı kelam / iksar-ı kelâm
Çok söyleme, sözü uzatma, gevezelik etme.
iksir
Çok te'sirli, her derde devâ sayılan mevhum cisim. Bir şeyin olmasına veya hastanın iyileşmesine sebeb olan ehemmiyetli madde.
Tıb: Oldukça şekerli ve kolayca alınabilen bir ilâç.
Eski kimyada: (Bazılarının söylediğine göre) kıymetsiz madenleri ve sair şeyleri altuna tebdile
iktidab
Bir şeyi kendisi için kesmek.
Henüz öğretilmemiş deveye binmek.
İrticâlen söz söylemek.
Edb: Şâir, kasidesinden teşbihi keserek maksadına, yani medhettiğinin medhine geçmek.
iktina'
Künyelenme.
Anlaşılmayacak şekilde söyleme.
Gizlenme, saklanma.
iktirah
(Çoğulu: İktirahat) (Karh. dan) Evvelden hazırlamadan düzgün bir şekilde ve içe doğduğu gibi (şiir veya nutuk) söyleme.
iktisas
Birinin izinden, ardından gitmek.
Kısas istemek. İntikam almak.
Kıssa.
Hikâyeyi veya bir haberi doğruca söylemek.
ıkval
Bir kimsenin söylemediği bir sözü, söyledi diye iddia etmek.
ikval
Bir kimsenin, söylemediği halde bir sözü söyledi diye iddia etme.
ıkvaliyyat / ıkvâliyyât
Söylenmediği hâlde söylendi diye iddiâ edilen sözler. Lüzumsuz iddialar.
ila / îlâ
Kocanın karısına dört ay veya daha çok zaman veya zaman söylemeyerek "Sana yaklaşmayacağım" diye yemîn etmesi.
ila-ahir / ilâ-âhir
Sona kadar, diğerleri de böyledir ve başkaları... (manalarına gelir.)
ila-nihaye
Sona kadar, nihayete kadar. Böylece devam eder.
ilah
Arabçadaki "ilâ âhir" kelimesinin kısaltılmışı. "Sonuna kadar, böylece devam eder" demektir.
ilahi / ilahî
Cenâb-ı Hak ile alâkalı, Allah'a dâir. Cenab-ı Hakk'a aid ve müteallik.
Ey Allahım, ey İlâhım! (meâlinde duâ içinde söylenir).
Edb: Tasavvufî şairler tarafından dinî ve İlâhî fikirleri havi olmak üzere yazılmış olan ve makamla okunan şiirler.
ilan-ı iflas / ilân-ı iflâs
Tüccarın işinde güçsüzlüğünü yani iflâs ettiğini resmî olarak söyleyip açığa vurması.
ilas
Kinâyeli ve iğneleyici sözler söyleme.
ileyhim
Onlara. (Erkek olan çok kişi için söylenir.)
ileyhima
Onlara. (Erkek olan iki kişi için söylenir)
ileyhinne
Onlara. (Kadın olan çok kişi için söylenir.)
ill
Keskinlik veya parlaklık mânasından alınmış olup; feryat, yemin, ahid ve karâbet mânalarına gelir. İbrânice "il", ilâh demek olduğu da söylenmiştir.
ilm-i alet / ilm-i âlet
Ulûm-i âliyye denilen sekiz yüksek din bilgisini öğrenebilmek için lâzım olan yardımcı ilimlerdir. Bunlara ulûm-i ibtidâiyye, başlangıç ilimleri de denir. Ulûm-i âliyye şunlardır:Tefsîr, usûl-i kelâm, kelâm, usûl-i hadîs, ilm-i hadîs, usûl-i fıkh, fı kh, ilm-i tasavvuf. Böylece din bilgileri yirmi o
ilm-i belagat / ilm-i belâgat / ilm-i belâgât
Edb: Güzel söz söyleme veya yazmayı öğreten ilim. Edebiyatın bir şubesi.
Düzgün ve yerinde söz söyleme yolunu öğreten ilim.
ilm-ül-yakin / ilm-ül-yakîn
Eserden müessire yol bulmak. İşi görüp yapanı tanımak, bilmek. Dumanı görüp, orada ateşin olduğunu anlamak böyledir.
ilmiye rütbeleri
İlmiye denilen ulema sınıfına mahsus rütbeler. Rütbeler, aşağıdan üste doğru şöyle idi: Müderrislik, kibar-ı müderrisîn, mahreç mevleviyeti, bilâd-ı hamse mevleviyeti, Haremeyn-iş şerifeyn mevleviyeti, İstanbul kadılığı, Anadolu ve Rumeli kazaskerliği.
ilzamiyat
Bir kimseyi ilzam edip susturmak için söylenen sözler.
imam-ı a'zam
(Hi: 80-150) Hanefi Mezhebinin imamı. Asıl ismi: Ebu Hanife Nu'man bin Sâbit'tir. Bağdatlı olup Abbasiler devrinde yaşamıştır. Fıkıh ilminin en ileri geleni olup, bu ilmin tedvin ve tervicinde çok büyük hizmet etmiştir. Böyle zâtların vicdan-ı umumiye nezdinde idareyi, hak ve adalette selâmet için,
imameyn
İki İmam.
Fık: Ekseriyetle Hanefî kitaplarında "İmameyn" dendiği zaman "İmam-ı Ebu Yusuf ile İmam-ı Muhammed" anlaşılır. Bazan da İmam-ı A'zam ile İmam-ı Şâfiî Hz.lerine söylenir.
iman / îmân
İnanmak. "Allahü teâlâdan başka mâbud, ilâh olmadığına, Muhammed aleyhisselâmın O'nun kulu ve Resûlü olduğuna" ve O'nun Allahü teâlâdan getirdiklerine kalb ile inanıp dil ile söylemek.
iman-ı makbul / îmân-ı makbûl
Mü'minlerin (Peygamber efendimizin söylediklerinin hepsini beğenip kalben kabûl edenlerin) îmânı.
iman-ı merdud / îmân-ı merdûd
Münâfıkların (dilleri ile inandıklarını söyleyip kalben inanmayanların) yalnız dil ile söyledikleri îmân.
imdi / imdî
Artık, bu halde, böyle olduğu halde.
imtisal
Nümune kabul etme.
Uymak. Ayrılmamak üzere inkıyad etme.
Mesel ve kıssa söyleme.
Bir şeyin suretine girme.
Muvafakat ve mutabakat etme.
Katili kısas etme.
indelbüleğa
Adamına göre güzel söz söyleyenler yanında.
indiyyat
(Tekili: İndî) Birinin kendince uydurduğu şeyler. Bir kimsenin kendi görüş ve inanışına göre söylediği sözleri.
inkar / inkâr
Bilmeme, tanımama. Yaptığını ve söylediğini gizleme.
Yapmadım deme ve ayak direme.
Reddetme.
inkılab-ı hakaik / inkılâb-ı hakaik
Hakikatlerin tam zıddına dönmesi (ki, böyle bir şey mümkün değildir.)
inni / innî
Şüphesizlik ve kat'iyyet ifade eden "inne" ile mütekellim zamirinin birleşmesidir. Türkçede karşılığını "muhakkak ben" diye söyleyebiliriz.
inşaallah / inşâallah
Her zaman Allahü teâlânın adını anmağa alışmak ve Allahü teâlâ dilerse olur mânâsına bütün işlerini Allahü teâlânın dilemesine havâle etmek için söylenen söz.
insak
(Nesak. dan) Düzenli yazı yazma.
Kâfiyeli, secili ve akıcı bir tarzda söz söyleme.
insan
(Bu kelimenin aslı, lugat âlimlerince "ins" den geldiği söylenir. Kamusta da kûfiun'a göre "Nisyan" kelimesinden geldiği zikredilmektedir.)Akıl, şuur ve imân ile diğer canlılardan ayrı, Cenab-ı Hakk'ın en mükerrem yarattığı mahluku olup, Rabbanî ni'metleri unutkanlığı dolayısıyla insan denil
insihal
Düzgün söz söyleme.
Kabuğu soyulma.
intak
Edb: Söylemeğe kabiliyeti olmayanı söyletmek. Onun nâmına konuşmak. Nutka getirmek, söyletilmek. Dile getirmek.
Nutka getirmek, söyleme yeteneği olmayanı söyletmek.
intak-ı bi-l hak
Hakk'ın söyletmesi. Cenab-ı Hakk'ın konuşturması. İnayet-i Hak ile hakikatı olduğu gibi dile getirmek.
intak-ı bilhak / intâk-ı bilhak / اِنْطَاقِ بِالْحَقْ
Hakkın söyletmesi, Allah'ın konuşturması.
Allahın doğruyu söyletmesi.
intihal
Çalma. Başkasının malını kendisinin gibi iddia etme.
Edb: Başkasının yazısını kendisinin gibi göstermek. Onu benimsemek. Böyle şiire, sirkatî şiir de denir.
irab / îrâb
Düzgün söz söyleme.
ırabet
Yaramaz sözler söylemek, fuhşiyyat.
irad / îrâd / ایراد
Varid kılmak. Getirmek. Söylemek.
Gelir. Kazanç. Bir mal veya mülkün getirdiği kazanç.
Söyleme, dile getirme.
Getirme, söyleme.
(Arapça)
Gelir, kazanç.
(Arapça)
Suâl îrad edilmek:
Soru yöneltmek.
(Arapça)
irad-ı kelam / irad-ı kelâm
Söz irad etme, söz söyleme.
irad-ı nutk
Nutuk iradetme. Nutuk söyleme.
irha-i lisan
Ağzına geleni söyleme.
irtical
Hazır cevaplılık. Düşünmeden ve birdenbire açıkça güzel söz veya şiir söylemek.
irticalen / irticâlen / ارتجالا
Hazırlıksız söyleme.
Düşünmeden söyleyerek.
(Arapça)
irticaliyyat
Düşünmeden, içinden doğarak söylenen sözler.
irtikak
Söz gücü olan kimsenin, söz söylemekten âciz kalması.
ısga'
Söylenilen bir sözü dinleyip kabul etme ve yapma.
Söylenilen bir sözü kulak verip dinleme.
Meyl etmek.
Eksiltmek.
ishab
Çok söylemek.
Türlü şeylerden renk değiştirmek.
Bir şeye fazla tama' etmek.
Kuyu kazıp suyu bulamamak.
Zehirlenme veya hastalıktan dolayı renk değişmesi.
Kuzu, anasını emmek.
Duvarı başı boş salıvermek.
ismat
Susturma, sükut ettirme.
Men'etmek.
Tecvidde : Harfi söylerken lisana ağır geldiğinden, kendilerinden yalnız aslı rübâî olanlar ile, hümasi olanların terkibi men' edilmişti. İsmât sıfatının harfleri; izlâk sıfatının harfleri olan on altı harf ile harf-i meddin maadası olan on
isnad / isnâd
Dayandırma, sened gösterme.
Söylediği sözü bir başkasına dayandırmak, bir şeyi, birisi için yaptı demek.
Hadîs ilminde hadîs-i şerîf metninin sırasıyla kimler tarafından nakledile geldiğini bildirme.
israf-ı kelam / israf-ı kelâm
Gereksiz söz söyleme.
istiaze / istiâze
"Eûzü billâhi mineşşeyta-nirracîm" sözünü söyleyerek Allah'a sığınma, eûzü çekme.
isticvab
Cevab istemek. Sorguya çekmek.
Mahkemede şahidlerin ifadelerini almak. Söyletmek.
istidradi / istidrâdî
Başka konu anlatılırken arada söylenen söz.
istifham
Sual sorup anlamak. Anlamak için sormak.
Edb: Cevap istemek için değil, daha çok dikkati çekmek, hisleri kuvvetlerdirmek maksadıyla soru şeklinde söylemek san'atıdır. Şefkat, sevgi, hayret, kin ve nefret gibi duyguların te'siri altında vuku bulur.
istifham-ı inkari / istifham-ı inkârî
Bir şeyin öyle olmayacağını soru sorma şekliyle ifade etme; "Hiç böyle olur mu?".
istigşaş
Nasihat edip öğüt veren ve doğru söyleyen kimseyi düşman sanmak.
istihaza
Kadın âdet görürken fazla kan gelmesi. (Rahimden değil de hastalıktan dolayı bir damardan gelip, tenâsül cihazı yolu ile akan kokusuz bir kandır. Buna "istihâza veya özür kanı" dendiği gibi, böyle bir kadına da "müstahâza" denir.)
istihdam
Bir hizmette kullanmak, hizmete almak, hizmet ettirmek.
Edb: Bir çok mânâsı olan bir kelimenin her mânâsına muvâfık kelime söylemek. Meselâ: "Avcınızın attığı da, sözleri de saçma idi" cümlesinde olduğu gibi.
istihlal
Yeni ay'ı gözleyip görmek. Hilâlin görünmesi.
Kılıcın kınından sıyrılıp görünmesi.
Edb: Bir ifadede birbirine benzer, seci'li ve kâfiyeli sözlerin söylenmesi.
Çocuğun doğar doğmaz hemen ağlamağa başlaması.
İyi ve hayırlı bir başlangıca delâlet etmek.
istiktab
Söyleyip yazdırma. Dikte ettirme.
Yazısını kontrol etmek için bir kimseye bir kaç satır yazı yazdırma.
istinad
Dayanma. Güvenme.
Sened veya delil söylemek, göstermek.
istinhac
Bir kimsenin dediğine uyma. Söylediğini yapma. Yoluna gitme.
istintak
Söyletmek.
Huk: Sorguya çekmek. Maznundan işlediği fiile dâir ifade almak.
istitrad
Edb: Bir söz söylerken o fıkra içinde başka bir bahis nakletmek.
istitradiyat
(Tekili: İstitrad) İstitrad şeklinde söylenen sözler.
istizah
Belirsiz ve mübhem bir şey hakkında açık söylenmesini istemek. İzah istemek.
Gensoru. Bir mes'ele hakkında mebuslar tarafından başbakana veya bakanlardan birine açılan ve sonunda soruşturma yapılması istenilen sual.
itale-i lisan / itale-i lisân / itâle-i lisân
Dil uzatma, kötü şeyler söyleme.
Dil uzatma, kötü şeyler söyleme, sövüp sayma.
itibari / itibârî
Gerçekten öyle olmadığı hâlde öyle sanılan ve insanlar tarafından öyle kabul görmüş olan, göreceli.
itibari emir / itibarî emir
Gerçekte öyle olmadığı hâlde öyleymiş gibi kabul edilen, saymaca; maddedeki çekim kanunu gibi saymaca şey.
itiraf / îtiraf / itirâf / اعتراف
Kabahatını saklamamak, suçunu söylemeyi kabul etmek, açıklamak.
Saklamayıp söyleme.
Sakladığı şeyi söyleme.
(Arapça)
Hakkın verme.
(Arapça)
ıtlak / ıtlâk
Salıverme.
Boşama.
Soyutlama, söyleme, kullanma.
ıtlak-ı lisan
Ağzına geleni söylemek. Çok serbest ve kolay konuşmak.
ıtri / ıtrî
Itra mensub, ıtır gibi kokan.
Müzik ilminde bir üstaddır. Asıl adı Mustafa'dır. Bayramlarda okunan tekbirin ilâhi ve kuvvetli bestesi onundur. Bestelere âid Segâh, Ayin-i Şerif gibi 25 eseri olduğu söylenir. Osmanlı padişahı IV. Mehmed'in nedimlik ve esirler kethüdalığında bulunmuştu
ittihaz
Edinmek. Kabullenmek. "Öyle" diye bakmak. Kabul etmek.
izafet-i maklub
Ters çevrilmiş terkib. Muzaf-un ileyh ile muzafın yer değiştirmesi olup, böylece birleşik isim ve sıfatlar yapılır. Bu terkibler semâidir; işitilmekle öğrenilir, bir kaideye bağlı değildir. Her terkib bu şekle sokulmaz. Meselâ: Tâb-ı meh: Meh-tâb: Ay ışığı. Çeşm-i âhu: Ahu-çeşm: Ceylân gözlü. Nazar-
izah
Açıklamak. Bir şeyi anlaşılır hâlde söylemek veya yazmak.
izdicar
Nasihatı dinleyip kabul etme. Söylenen sözü dinleyip tutma.
izen
Gr: O halde, o takdirde, öyleyse.