REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te olmaya ifadesini içeren 1234 kelime bulundu...

işaret-i nass / işâret-i nass

  • Nassın (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin) görünen mânâsından başka, ayrıca maksûd olmayan, kastedilmeyen bir mânâyı da bildirmesi.

ma-icari / mâ-icârî

  • Akar su. Devamlı akmakta olan ve üzerinde herhangi bir pisliğin durması mümkün olmayan çay, dere, ırmak, nehir veya yer altından çıkarılan artezyen suları. Bir saman çöpünü götüren su, akar su sayılır.

müteşabih ayet / müteşâbih âyet

  • Mânâsı açık olmayan âyet-i kerîme. Çoğulu, müteşâbihâttır.

a'cam

  • (Tekili: Acem) Acemler. İranlılar.
  • Arab olmayanlar.
  • Acemler; Arap milletinden olmayanlar.

a'cemi / a'cemî

  • Arap olmayan.

a'deb

  • Erkeklerden arkadaşı ve yardımcısı olmayan.
  • Bir boynuzu kırık hayvan.

a'raz / a'râz

  • Araz'lar; bir şeyin aslından olmayan şeyler; renk, koku gibi ilintiler.

a'razi / a'razî

  • Bir şeye zorunluluk sonucu bağlı olmayan, onun özünde bulunmayan şey, ilinek; hareket ve koku gibi.

a'ya

  • En kudretsiz, kabiliyetsiz. İktidarı hiç olmayan.

a'zeb

  • Karısı olmayan erkek.

abd

  • Kul, köle, Allah'ın kulu. Mahluk, insan. Hizmetçi. (Hür'ün zıddı). "Abd kelimesi Allah'ın bazı isimleriyle birleştirilerek erkek isimleri meydana getirilir. Abdullah (Allah'ın kulu). Abdulbâki (Ebedi olan Allah'ın kulu) gibi. Bu isimleri taşıyan insanlar buna lâyık olmaya çalışmalıdırlar."

abil

  • Koyun, at ve deve gibi hayvanlara iyi bakan.
  • Çayırda otlayarak suya muhtaç olmayan hayvan.

abkari / abkarî

  • Mutlaka kusuru olmayan. Kâmil.
  • Bir kavmin seyyid ve şerifi, efendisi. Beşer san'atı olmayan.
  • Çok güzellik.
  • Bir nevi döşek.

acam

  • Acemler, iranlılar, Arap olmayanlar.

acem / عجم

  • Arap olmayan, iranlı.
  • İranlı. Yabancı.
  • Arapça konuşmayanlar. Arab olmayanlar.
  • Çekirdek.
  • Arap milletinden olmayan başka milletler.
  • Arab olmayan.
  • Arap olmayan. (Arapça)
  • İranlı, acem. (Arapça)

acibe / acîbe

  • Alışılmış surette olmayan. Çok hârika. Acib ve garip, hayret verici, şaşılacak şey.

adem-i harici / adem-i haricî / adem-i hâricî

  • Maddeten yok olma hâli; Allah'ın ilminde var olup fakat maddî varlığı olmayan.
  • İlm-i İlâhide mevcud olup, maddi vücudu olmayan.

adet-i islam / âdet-i islâm

  • İslâm âdeti. Küfür alâmeti olmayan ve en az iki müslüman tarafından kullanılan âdetle ilgili şeyler.

adi / âdî

  • Üstünlük farkı olmayan. Kıymetsiz.
  • Her zamanki.
  • Âd kavmine âid.

adim / adîm

  • Mâlik ve sahib olmayan. Yok olan. Birşeyi olmayan. Fakir.

adim-ün nazir / adîm-ün nazîr

  • Eşi, benzeri olmayan. Eşsiz. Benzersiz.

adiyen / âdiyen

  • Her zamanki gibi. Adice. Fevkalâde olmayarak.

adret

  • Kaşları olmayan kimse.

afaki / âfâkî

  • Havâî, herhangi bir dayanağı olmayan şey. Mekke'ye mikat sınırları dışından gelenler.

agah / âgâh

  • Haberdar, uyanık. Gaflette olmayan, kalben Allahü teâlâ ile berâber olan.

ahadi hadis / ahadî hadis

  • Rivâyet eden bir veya iki koldan olan veya mütevatir mertebesinde olmayan hadis demetir. İştihar haddine yetişmeyen hadistir. Şartları tamam olursa zann-ı galib ifade eder, muktezası ile amel vâcib olur. (Muvazzah İlm-i Kelâm)

ahfa / ahfâ

  • Çok gizli, âlem-i emrin (madde ve ölçü olmayan ve arşın üstündeki âlemin) beşinci ve son latîfesi (makamı, mertebesi).

ahil / âhil

  • Erkeği olmayan kadın.
  • Fevkinde kimse olmayan yüksek padişah.

ahir / âhir

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Mahlûkâtın (varlıkların) yok olmasından sonra, bâkî olan (varlığı devâm eden) yalnız kendisi kalan, hiç yok olmayan.

ahkam-ı fer'iyye / ahkâm-ı fer'iyye

  • Asla ait olmayan, ikinci derecedeki hükümler.

ahkam-ı mesture / ahkâm-ı mesture / اَحْكَامِ مَسْتُورَه

  • Örtülü (açık olmayan) hükümler.

ahlakıyyun / ahlâkıyyun

  • Ahlâk ilmi ile uğraşan âlimler; bunlar iki kısımdır. Bir kısmı ahlâk-ı hasene olan İslam ahlâkını telkin eder, diğer kısmı ise, dine tâbi olmayan ve hakiki ahlâkı bulamamış olanlardır.

ahram

  • (Tekili: Harem ve Harim) Gizli yerler. Gizli olup herkesin girmesi serbest olmayan yerler.
  • Kadınların bulunduğu haremlikler.

ahrar / ahrâr

  • (Tekili: Hür) Hürler. Esir veya köle olmayan kimseler.
  • Silsilesinde esir veya köle bulunmayanlar.
  • Hürriyetçiler.
  • Hürler, esir ve köle olmayanlar.

ahres

  • Dilsiz, dili olmayan kimse.

akam

  • Çocuksuz, çocuğu olmayan, kısır.
  • Tedavisi kabil olmayan hastalık.

akem

  • Vergisi olmayan emlâk. Türbe, cami, köprü, çeşme gibi.

akim / akîm

  • Neticesiz, sonu yok. Beyhude.
  • Yağmur getirmeyen rüzgar.
  • Çocuğu olmayan, kısır. Doğurmayan (kadın), doğurtmayan (erkek).

akır / âkır

  • Kısır, verimsiz, kumlu toprak.
  • Çocuksuz kadın.
  • Oğlu veya kızı olmayan erkek.
  • Yaralayan, yaralayıcı.

akliyyun

  • (Rasyonalistler) Herşeyin hakikatını akıl ile bulma iddiasında olan, hadiseleri yalnız akıl ile araştırıp hakikat ve hikmetlerini tam bulamayıp, aklına güvenip dine tâbi olmayan filozoflar ve onların yolunda kalarak dalâlete gidenler. Bunlar iki kola ayrılır. Uluhiyeti ve vahyi inkâr eden birinci kı

akrat

  • Kaşları olmayan.

akriha

  • (Tekili: Karah) Temiz su.
  • Ağaçsız yer, ağacı olmayan tarla.

aks-ün nakiz / aks-ün nakîz

  • Birbirine zıt olan iki şey.
  • Man: Mevzuun nakîzini yüklem; ve yüklemin nakîzini de mevzu kılmak. Misâl: "Her aklı başında olan insan Allah'ı tanır" kaziyesinden aks-ün nakîz yolu ile şu hüküm elde edilir: "Allah'ı tanımayanlar, aklı başında olmayan insanlardır."

ala-fetretin / alâ-fetretin

  • Daim olmayarak, fasıla ile.

ale-l-ıtlak

  • Umumiyetle. Mutlaka. Bir suretle kayıtlı olmayarak. Mingayri tahsis.

alem-i emr / âlem-i emr

  • Arşın üstünde olup, madde olmayan, ölçülemeyen ve herkesin anlayamayacağı âlem. Buna, âlem-i melekût ve âlem-i ervâh (rûhlar âlemi) ve mekânsızlık âlemi de denir.

alem-i kesif ve süfli / âlem-i kesîf ve süflî / عَالَمِ كَثِيفْ وَ سُفْلِي

  • Şeffaf olmayan, yoğun ve aşağı âlem.

alem-i ruhani / âlem-i ruhanî

  • Maddî yapısı olmayan ve gözle görülemeyen ruh âlemi.

alenen

  • Gizli olmayarak, açıktan.

aleni / alenî

  • Açık olarak, meydanda. Gizli olmayarak.
  • Açık, gizli olmayan.

aleyhdar

  • Muhalif olan. Aynı fikirde olmayan. Zıt olan.

alim-i ezeli / alîm-i ezelî

  • Herşeyi hakkıyla bilen, ilmi herşeyi kuşatan ve ilminin başlangıcı olmayan sonsuz ilim sahibi Allah.

allak

  • Sözünde durmaz.
  • Hilekâr, kendisine güvenilmesi doğru olmayan.

allam-ül guyub / allâm-ül guyub

  • Esma-i Hüsnadandır. Bütün gaybları, geçmişi, geleceği, hazırda olmayanı, dünyadakileri, âhirettekileri ve her şeyi bilen Cenab-ı Hak.

amal-i batıla / âmâl-i bâtıla

  • Doğru olmayan, imana uymayan ameller, davranışlar.

amel-i talih / amel-i tâlih

  • Yaramaz iş, makbul olmayan amel.
  • Faydasız, yararsız iş; makbul olmayan amel.

ami / âmî

  • Senevî, yıllık.
  • Avamca. İleri gelenden olmayan. Câhil. Havassa âit olmayan. Avama âit ve müteallik.
  • İlmi olmayan kimse. Mukallid. Çoğulu avâm'dır.
  • Âlim olmayan sıradan kimse.

amine / âmine

  • Emin olan. Kalbinde korku olmayan kadın.
  • Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın öz annesinin adı. Yirmi sene yaşamıştır. Hazret-i İbrahim Aleyhisselâmın dini üzere idi. (R. Aleyha)

amir-i müstakil / âmir-i müstakil

  • Hiç kimseye bağlı olmayan ve istiklâl sahibi olan âmir, kumandan.
  • Bağımsız, hiçbir ortağı olmayan âmir, idareci.

amm / âmm

  • Herkese âit. Umuma âit. Hususi ve bazılara mahsus olmayan. Umumi.

anasır-ı gayr-ı müslime / anâsır-ı gayr-ı müslime

  • Müslüman olmayan unsurlar (azınlıklar).

anormal

  • Normal olmayan. İfrat veya tefrit hali.

antidemokratik

  • Demokratik olmayan.

aram-gar / ârâm-gâr

  • Hiçbir sıkıntısı olmayan, rahat yaşayan adam.

araz

  • İşâret, alâmet.
  • Tesâdüf, rast gelme.
  • Kaza. Felâket. Zâtî olmayan hâl ve keyfiyet.
  • Fls. Herhangi bir cevherin varlığı için zaruri olmayan vasıf. Meselâ: Şekerin beyaz rengi şekerin varlığı için zaruri değildir.
  • Bir şeye zorunluluk sonucu bağlı olmayan, onun özünde bulunmayan şey (ilinek.

arazi / ârazî

  • Bir şeyin aslen kendisinde olmayıp sonradan ona ilişen, zâtı için zorunlu olmayan.

arazi-i haraciye / arâzi-i haraciye

  • Müslümanlar tarafından fetholunan ve ulul-emir tarafından müslim olmayan eski sahibi elinde bırakılan veya hâriçten müslim olmayanlar getirilerek yerleştirilen arâzi.

arazi-i haraciyye / arâzi-i harâciyye

  • Harac vergisine tâbi olan topraklar. Müslüman olmayanlardan sulh ile alınıp harac vergisi karşılığında mülkiyeti eski sâhiplerine bırakılan veya harbde zorla alınıp müslüman olmayan sâhiplerinin elinde bırakılan, yâhut zımmînin (müslüman olmayan vata ndaşın) müslüman hükümdârın izni ile işlediği ölü

arızi / ârızî

  • Kendisinden olmayan, ilinti.

arzi / arzî

  • (Arziye) Toprağa ait ve müteallik. Yere ait, toprakla alâkalı.
  • Semavî olmayan. Beşerî olan.

asabe

  • Kuvvet, şiddet.
  • Bir tek sinir.
  • Baba tarafından akraba olanlar.
  • Bir kimseye yardım ve takviye eden akrabası takımı.
  • Fık: Eshab-ı Feraiz, hisselerini aldıktan sonra geri kalanı, terekeyi alan kimse. (Babası ve evladı olmayan kimseye vâris olan.)

asil

  • Esas. Yedek olmayan.
  • Köklü.
  • Edebli, soylu.
  • Fık: Muamelâtta kendi nâmına hareket eden.
  • Akşam vakti.
  • Ölüm, mevt.

aşina

  • Mâlumatlı, haberli olan. Arif. Bilgili. Mâlik. Tanıdık. Yabancı olmayan. (Farsça)
  • Yüzücü. (Farsça)

aşir / âşir

  • İslâm devletlerinde, şehir dışında durarak; müslüman tüccârdan o anda yanında bulunan ticâret malının zekâtını, müslüman olmayanlardan ise, gümrük denilen vergiyi toplayan me'mur.

asire

  • Üzerine bir yıl geçtiği hâlde hâmile olmayan dişi deve.

aşk-ı eflatuni / aşk-ı eflâtunî

  • Maddeci olmayan aşk.

asla'

  • Başının tepesinde ve önünde kıl olmayan.
  • Küçük başlı.

aşna

  • Yüzücü. (Farsça)
  • Yüzme. (Farsça)
  • Tanıyan, yabancı olmayan. (Farsça)

asude-hal / asûde-hâl

  • Hâli rahat, sıkıntısı olmayan. (Farsça)

asumani / asumanî

  • Beşerî olmayan. Semavî olan. Göğe âit ve müteallik.

avam / avâm

  • Halk.
  • Soylu veya bilgin olmayanlar.
  • Halktan ilmi irfanı kıt olan kimse. Okuyup yazması az olan. Fakirler sınıfından.
  • Tas : Hakikata tam erememiş, tevhidin derin hakikatlarından haberi olmayan.
  • Halkın ekseriyeti.
  • Amme'nin çoğulu, halk, topluluk.
  • Müctehid (âyet ve hadîslerden şer'î yâni dînî hükümler çıkaran İslâm âlimi) olmayan, mukallid (yâni mezhebinin usûl ve kâidelerini anlayıp taklîd eden).
  • Dînî ilimlerden haberi olmayan câhiller.
  • Olgunlaşmamış, irşâda (öğrenip, aydınlanmaya) muht

avrupa medeniyet-i sefihanesi

  • Helâl olmayan zevk ve eğlencelere aşırı düşkün olan Avrupanın medeniyeti.

ayil

  • Ailesi kalabalık olan.
  • Ailesini besleyen.
  • Aşırı.
  • Fakir.
  • Dengede olmayan terazi.

ayine-i ehad ve samed / âyine-i ehad ve samed

  • Tek ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'a ayna olan.

ayine-i samedani / âyine-i samedânî

  • Herşeyin kendisine muhtaç olduğu halde, hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın isim ve sıfatlarını yansıtan ayna.

ayine-i samedaniye / âyine-i samedâniye

  • Hiçbir şeye muhtaç olmayan ve herşeyin Kendisine muhtaç olduğu Allah'ın eserlerini gösteren ayna.

ayine-i samediyet / âyine-i samediyet

  • Herşey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın tecellîlerini gösteren ayna.

ayn-ı mutlak

  • Kayıtlı ve sınırlı olmayanın ta kendisi.

azad

  • Serbest. Hür. Kimseye bağlı olmayan. Kölelikten kurtulmuş olan. (Farsça)
  • Dünya alâkasından kesilmiş. (Farsça)
  • Serbest fikirli. (Farsça)

azade-dil

  • Gönlü bir şeye bağlı olmayan. (Farsça)

azal

  • (Tekili: Ezel) Ezeller. Başlangıcı olmayan zamanlar.

azalil

  • (Tekili: Uzlûle) Yanlışlar, yanılmalar. Doğru olmayanlar.

azeb

  • Bekâr. Mücerred. Evlenmemiş. Zevcesi olmayan.

azebe

  • Kocası olmayan kadın.

azil

  • Islah edilmesi mümkün olmayan. Muannid, inatçı.

aziz / azîz

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her zaman izzet ve şeref sâhibi. Gâlib, benzeri olmayan, büyük ve küçük her şeyin O'na şiddetle ihtiyâcı olan.
  • Kıymetli, şerefli, üstün.
  • İzzetli. Çok izzetli. Sevgili. Çok nurlu.
  • Dost.
  • Şerif.
  • Nadir.
  • Dini dünyaya âlet etmeyen.
  • Sireti temiz.
  • Ermiş. Mânevi kudret ve kuvvet sahibi.
  • Mağlup edilmesi mümkün olmayan ve daima galib olan manasında Cenab-ı Hakk'ın bir ismidir.

bagel

  • Ilık su. Sıcak ve soğuk olmayan, harareti ikisinin arasındaki bir ısıda olan su. (Farsça)

bahil

  • Avâre, başıboş, serseri.
  • Yularsız deve. Deyneği olmayan çoban.

baki / bâkî / بَاق۪ي

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Devamlı, ebedî, sonsuz. Varlığının sonu olmayan.
  • Sonu olmayan.

baki-i layezal / bâkî-i lâyezâl

  • Hiçbir zaman yok olmayan, varlığı kalıcı ve sürekli olan Allah.

baras

  • Tedavi edilmesi mümkün olmayan ve vücutta beyaz lekeler meydana getiren bir hastalık.

bargah-ı samediyet / bârgâh-ı samediyet

  • Herşey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın huzuru, yüce katı.

barid

  • Soğuk, bürudetli.
  • Mc: Hoş olmayan.

başıbozuk

  • Bir harp çıktığında orduya süvari veya piyade olarak katılan gönüllü asker. Başıbozuk tâbiri, gelişigüzel ve intizamsız idare tarzına da alem olmuştur. Bir zamanlar bu tâbir, asker olmayan siviller için de kullanılmıştır. (Türkçe)

basil

  • Kahraman, cesur, yiğit kimse.
  • Fena, sert, kırıcı, kötü söz.
  • Haram olan şey.
  • Güzel olmayan, çirkin kimse.

basıt / bâsıt

  • Açan. Yayan. Serici.
  • Ferahlık veren.
  • Dilediği kulunun rızkını genişlendiren Allah (C. C.).
  • Mücerred olup, mürekkep ve müellef olmayan.
  • Tıb: Bir uzvu uzatıp açan adele.

basit / basît / بَسِيطْ

  • Birden fazla unsur içermeyen, karmaşık bir yapıya sahip olmayan.
  • Kıymetsiz.
  • Geniş
  • Yaygın olan.
  • Mücerred ve münferid olup, mürekkeb ve müellef olmayan.
  • Neş'eli. Güleryüzlü. Düz, arızasız, engelsiz.
  • Edb: Aruz vezinlerinden biri.
  • Birleşik olmayan, tek parça.

batıl / bâtıl

  • Hakikatsız, hurafe. Hak ve doğru olmayan, yalan. Şartlarını yapmamakla kabul olmayan ibadet ve muâmele. Meselâ: Bir özür bulunmaksızın taharetsiz kılınan namaz gibi.
  • Hakikat dışı, hurafe; hak ve doğru olmayan, yalan. (hakk'ın zıddı).
  • Fânî, geçici, devamlı olmayan, yok olan.
  • Abes, boş, boşuna, sebebsiz yere, yok yere.
  • Hırsızlık, gasb, kumar gibi dînin helâl etmediği, izin vermediği kazanç yolu.
  • Şirk, putlara tapmak.

batıl satış / bâtıl satış

  • Sahîh olmayan, yâni dînen bulunması lâzım gelen şartların hepsi veya bir kısmı bulunmayan satış, alış-veriş. Satılacak malın mütekavvim olması (kullanılmasına dînen izin verilmesi, kıymetli ve kullanılabilir olması) bu şartlardandır. Buna göre; domuz, içki ve denizdeki balık mütekavvim değildir.

batıni / batınî

  • İçe ait olan. Dış görünüşe ve zâhire dâir olmayan. Bâtına mensub ve müteallik. Dâhili ve manevi meselelere âit.
  • Tas: Bâtiniyyeden olan.

batn

  • İç, karın, insanın içi. Mide.
  • Soy, nesil.
  • Birbirlerine hısımlığı pek yakın olmayan küçük kabile.

bayır

  • Az inişli yer. Fazla yokuş olmayan yer.

bedahat

  • (Tekili: Bedihî) Delil ve isbata ihtiyacı olmayan şekilde âşikâr olan şeyler.

bedayi / bedâyi

  • Eşi benzeri olmayan güzellikler.

beden-i misali / beden-i misâlî / بَدَنِ مِثَالِي

  • Ruhun cesedden ayrıldığında giydiği, madde âleminden olmayan nurânî beden.

bedevi / bedevî / بَدَو۪ي

  • Çölde yaşayan. Göçebe. Medeni olmayan ve şehir hayatı yaşamıyan.
  • Seyyid Ahmed-i Bedevî nâmındaki büyük bir zâtın tarikatı ve onun mensubu olan.
  • Çölde yaşayan, medenî olmayan.

bedeviler

  • Köylüler, çölde yaşayanlar, şehirli olmayanlar, uygar olmayanlar.

bedi' / bedî'

  • (Bedia) Eşi, benzeri olmayan. Hayret verici güzellikte olan.
  • Garib. Acib.
  • Benzeri olmayan şeyleri vücuda getiren. Kimseye benzemeyen. İcad edici olan.
  • Hâlık ve Hallak-ı Cihan olan.
  • Beğenilen.
  • Yeni bulunmuş ve görülmedik tarzda olan.
  • Edb: Sözün
  • Allahü teâlânın esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Daha önce benzeri olmayan, görülmemiş, işitilmemiş, bilinmeyen şeyleri yoktan var eden, yaratan.

bedihi / bedihî

  • Aşikâr, belli ve açık olma.
  • Ansızın zuhur eden.
  • Delil ve isbata muhtaç olmayacak derecede açıklık.

bedihiyyat

  • (Tekili: Bedihî) Delil ve isbatına lüzum olmayan sarih ve açık şeyler.

bedpeyman

  • Verdiği sözde durmayan. Sözünün eri olmayan. Sözünü tutmayan. (Farsça)

behm

  • Çok siyah olan şey. Rengi başka renkle karışık olmayan nesne.

beka

  • Devamlılık. Evvelki hâl üzere kalma. Dâim ve sâbit olma.
  • İlm-i Kelâm'da : Varlığının asla sonu olmayan Cenab-ı Hakk'ın bir sıfatıdır.
  • Bâki olmak. Ebedîlik.

bekar / bekâr

  • Hiç evlenmemiş, zevcesi olmayan adam.
  • Taşralı olup, büyük bir şehirde bir işle meşgul olarak, ailesiz yaşayan adam.

bekàsız

  • Geçici, devamlı olmayan.

belma

  • Faydasız, faydası olmayan. İri ve kaba şey. (Farsça)

belva-yı am / belvâ-yı âm

  • Umûmî sıkıntı, meşakkat, kaçınılması mümkün olmayan zorluk.

benes

  • Kötülükden, fenalıkdan ve iyi olmayan şeylerden çekinme ve kaçınma.

berem

  • (Çoğulu: Ebrâm) Kumar oyununa dâhil olmayan.

berend

  • Nakışı olmayan ipek kumaş. (Farsça)
  • Keskin olan hançer, kılıç, pala v.b. âletler. (Farsça)
  • Kılıcın suyu. (Farsça)

beri / berî

  • (Berâet. den) Kurtulmuş. Temiz. Kayıt ve hüküm altında olmayan. Zimmeti bulunmayan adam. Hiçbir karışıklık, kusur ve noksanı olmayan. Hastalıktan sâlim olan.

berrak

  • Nurlu, pek parlak.
  • Bulanık olmayan, duru, açık, saf.

besait

  • (Tekili: Basit) Basit şeyler. Mürekkeb ve memzuç olmayanlar.

besmele

  • Bismillahirrahmanirrahim'in kısaltılmış ismi. Müslüman her işine Bismillah ile başlar. Yani her işi Allah adına ve Allah için yapar. Atomlardan yıldızlara kadar her varlık da Allah adına ve Allah için hareket eder. İnsan da Bismillah diyemiyeceği, yani Allah'ın emri ve izni olmayan bir işi ve hareke

betra

  • (Müz: Ebter) Çocuğu olmayan. Kısır.
  • Kuyruğu kesik dişi hayvan.

bevatıl

  • (Tekili: Bâtıl) Batıllar, hurafeler. Hak olmayanlar, sahteler.

bevatın

  • (Tekili: Bâtın) Gizli ve kapalı şeyler. Aşikâr olmayan şeyler. (Zıddı: Zevahir'dir.)

bey'-i batıl / bey'-i bâtıl

  • Sahih olmayan, yâni dînen bulunması lâzım gelen şartların hepsi veyâ bir kısmı bulunmayan alış veriş.

bey'-i fasid / bey'-i fâsid

  • Aslı İslâmiyet'e uygun, fakat sıfatı uygun olmayan satış.

beylik

  • Merkeze tam bağlı olmayarak bir beyin yönetimi altındaki ülke, emirlik, emaret, mirlik.

beyt-ül makdis

  • Mukaddes ev. Beyt-ül Mukaddes de denir. Çok eskiden Peygamberlerin inşâ ettikleri kudsî mâbet. Bir ismi de Mescid-ül Aksâdır.
  • İnsanın, Cenab-ı Hak'tan başka kimse ile tatmin olmayan kalbine de aynı isim verilir.

bi-adil / bî-adil

  • Eşsiz. Eşi olmayan.

bi-enbaz / bî-enbaz

  • Şeriki ve benzeri ve eşi olmayan, eşsiz. Allah (C.C.)

bi-gayat / bî-gayat

  • (Tekili: Bi-gaye) Sonu olmayanlar, sonsuzlar. (Farsça)

bi-hemta / bî-hemta

  • Eşsiz. Dengi olmayan. Benzersiz. (Farsça)

bi-hod / bî-hod

  • Çılgın, kendinden geçmiş olan, ne yaptığının farkında olmayan. (Farsça)
  • Bayılmış. (Farsça)

bi-nazir / bî-nazir

  • Benzeri olmayan. Nasirsiz. (Farsça)

bid'a-i hasene

  • Hz. Muhammed'den (a.s.m.) sonra ortaya çıkan, fakat Kur'ân ve Sünnete aykırı olmayan şey.

bid'at

  • (Bid'a) Sonradan çıkarılan âdetler.
  • Fık: Dinin aslında olmadığı hâlde, din namına sonradan çıkmış olan adetler. Meselâ: Giyim ve kıyafetlerde, cemiyet (toplum) hayatındaki ilişkilerde, terbiye ve ahlâk kurallarında, ibadet hayatında yani dinin hükmettiği her sahada, dine uygun olmaya

bid'at ehli

  • Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâb-ı kirâmının yolundan (Ehl-i sünnet îtikâdından) ayrılanlar. Bid'at sâhibi. Îtikâdda (îmânda) ve amelde (ibâdette) dinde olmayan yenilikler ortaya çıkaran kimseler, dinde reformcular.

bid'at-ı hasene

  • Resûlullah'ın ve dört halîfesinin zamanlarında bulunmayıp da, dinde sonradan meydana çıkan ve bir sünnetin unutulmasına sebeb olmayan minâre, medrese, mektep yapmak, İslâmî ve faydalı kitaplar yazmak gibi güzel şeyler.

bidakarane / bidâkârâne

  • Dinde olmayanı dine sokarcasına.

bidatkar / bidâtkâr

  • Bidatçı, dinde olmayanı dine sokan bozguncu.

bila / bilâ

  • Olmayarak, sahib olmıyan "...sız,...siz" mânâları yerine kullanılan edattır. Kelimenin başına getirilerek menfi mânâ hasıl olur.

bilaihtiyar / bilâihtiyar

  • İhtiyarsız, elinde olmayarak.
  • Elinde olmayarak.

bilfarzımuhal

  • Olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme, varsayım.

birader-i ebu laşey / birader-i ebu lâşey

  • Hiçbirşeyi olmayan kişinin kardeşi.

birsam

  • (Hallüsinasyon) Akıl hastalarının, gerçekten var olmayan bir şeyi varmış gibi yanlış idrak etmeleri halidir. Meselâ karınlarında veya başlarının içinde yılan bulunduğunu söylemeleri yahut bir canavarın ağzını açıp kendilerine baktığını söylemeleri birsam hâlini gösterir.

bırtıl

  • (Çoğulu: Berâtıl) Rüşvet.
  • Meşru olmayarak, kanunen bir iş gördürmek için vazifeli olan kimseye rüşvet olarak verilen şey ki, para vesair menfaatlardır.

bıtane

  • Gizlenilen hâl. Gizli şey. Herkesin görüp bilmesi istenilmeyen ve aşikâr olmayan şey.
  • Mahrem, sırdaş.
  • Astar.
  • Bir şehrin ortası, merkezi.

bizatihi kaim / bizatihî kaim

  • Varlığı başka bir sebebe bağlı olmayan, kendi zâtıyla var olan.

blöf

  • ing. Karşısındakini yanıltmak veya yıldırmak için aslı olmayan şeyleri gerçekmiş gibi göstermek.

bücr

  • Şaşılacak, taaccüb edilecek şey.
  • Şer, kötü, iyi olmayan.

bühtan / bühtân

  • İftirâ. Bir kimseye onda olmayan bir kusuru isnat etme.

bülkut

  • (Çoğulu: Belâki) Bir hurma cinsi.
  • Ot ve su olmayan harap ve boş yer.
  • Yalan yere yemin etmek.

bur

  • Hayırsız kişi.
  • Ekine elverişli olmayan tarla.

ca'li / ca'lî

  • Uydurma, samimi olmayan, sahte, düzme ve taklid.

caiz / câiz / جَائِزْ

  • İşlenmesinde sakınca olmayan, dine uygun.

çala

  • İsimlerden önce kullanılarak, devam ve şiddetli ve pervasız kullanılmasını bildirir. Meselâ: Çalakalem: Çabuk ve gelişigüzel ve ilmi olmayan yazı yazmak.

camid / câmid

  • Donmuş, hareketsiz.
  • Gelişmeyen, gelişme kabiliyeti olmayan.

car-ül cünüb / câr-ül cünüb

  • Yabancı kimse. Akrabadan olmayan.

cavid / câvid

  • (Câvidân, câvidâne, câvidânî) Sermedî, sonu olmayan, sonsuz, dâimî, lâyemut. (Farsça)

cebr-i keyfi / cebr-i keyfî

  • Hiçbir hukukî dayanağı olmayan keyfî zorlama.

cehennem-i manevi / cehennem-i mânevî

  • Maddî olmayan cehennem.

cehl-i basit

  • Basit cehalet, karmaşık olmayan cahillik.

celali / celâlî / جَلَال۪ي

  • Büyüklük ve kahır sâhibi olmaya âit.

celd

  • Lügat mânası, deri üzerine vurmaktır.
  • Fık: Muhsen olmayan mükellef zâni veya zâniyenin muayyen uzuvlarına vech-i mahsus üzere değnek veya kamçı ile vurmaktır. Bu ceza, mücrimin cildi yani derisi üzerine tatbik edildiği cihetle "celde" adını almıştır.

celed

  • Sütü ve yavrusu olmayan büyük deve.
  • Muhkem yer.
  • Samanla doldurulup anası önüne koyulan buzağı derisi.

cem'

  • (Çoğulu: Cümu) Hurmanın iyi olmayanı. Farklı şeyleri bir yere getirmek mânasına mastar.
  • Az olarak cemaat için isim olur.
  • Toplama. Bir yere getirme, biriktirme. Yığma.
  • Gr: Arabçada (ve tesniye olmayan dillerde) ikiden çok olan şeylere delâlet eden kelime. (Kitabın başı

cemad

  • Cansız ve kurumuş olmak.
  • Yağmur yağmayan yer.
  • Sütü olmayan deve.
  • Donmuş, katı cisim.

cemadi / cemadî

  • Ruhu olmayan, cansız madde. Câmid cisim. (Farsça)

cemal-i bi-misal / cemal-i bî-misal

  • Misâli, benzeri olmayan güzellik.

cemal-i mücerred / cemâl-i mücerred

  • Cismânî olmayan, yalın, soyut güzellik.

cenab-ı hayy-i layemut / cenâb-ı hayy-i lâyemût

  • Gerçek hayat sahibi olan, her canlıya hayat veren ve zâtına ölüm arız olmayan Allah.

cesed-i misali / cesed-i misalî / cesed-i misâlî / جَسَدِ مِثَالِي

  • Maddi yapısı olmayan vücut, misalî beden.
  • Misalî ve lâtif bir cesed. Varlığı maddî olmayan fakat cinsinin cesedine benzeyen beden.
  • Madde âleminden olmayan nurânî beden.

cevab-ı na-savab / cevab-ı nâ-savab

  • Doğru olmayan karşılık. Yanlış cevab.

cevaz-ı şer'i / cevaz-ı şer'î

  • Şer'an câiz olma. Şeriatça yasak olmayan husus.

cevher

  • Varlığı için başkasına muhtaç olmayan.
  • Bir şeyin özü.
  • Mâhiyet, asıl, öz. Varlıkta kalabilmesi için başka bir mahlûka muhtâc olmayan, kendi kendine varlıkta kalabilen.

cezil

  • Bol. Çok.
  • Edb: Peltek ve bozuk olmayan kelime.

cidden

  • Şaka olmayarak. Gerçekten. Ciddi olarak.

cihan-cuy

  • Dünyaya hâkim olmaya çalışan sultan, hükümdar. (Farsça)

cilve-i kudret-i ezeliye

  • Varlığının başlangıcı olmayan ve ezelden beri var olan Allah'ın kudretinin tecellisi, yansıması.

cilve-i samediyet

  • Herşey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın isim ve sıfatlarının varlıklar üzerindeki yansımasının görünümü.

cizye

  • Vergi. Haraç. Müslümanların fethettikleri yerlerde, müslüman olmayanlardan alınan ve devlet teminatı altında bulunmanın karşılığı olan vergi.
  • Devlet teminatı karşılığında fethedilen yerlerde Müslüman olmayanlardan alınan vergi.
  • Müslüman olmayan teb'a-dan alınan vergi.
  • Müslüman olmayanlardan alınan vergi.

cüft

  • Tek olmayan. Eşi olan. Çift. (Farsça)

cülb

  • Su olmayan bulut.

cürd

  • Tüysüz, kılsız.
  • Cilt hastası (deve).
  • Tüyleri kısa olan (at).
  • Bitki örtüsü olmayan (arazi).
  • Piyâdesiz (süvâri).

cuur

  • Hurmanın gayet yaramazı, iyi olmayanı.

cüz'i

  • Azdan olan. Parçaya âit olan. Biraz. Pek az. Kıymetsiz. Mühim olmayan. Esasa ait olmayan. Cüz'e âit olan. Külli olmayan.

cüz'iyyat

  • Cüz'î olan şeyler. Ufak tefek şeyler. Mânası düşünüldüğünde zihinde ortaklık kabul etmeyen şeyler. Mânası başka şeylere şâmil olmayanlar.

cüz-i layetecezza / cüz-i lâyetecezzâ

  • Bir daha bölünmeyen en küçük parça. En küçük cisim parçası. Tecezzisi kabil olmayan. Atom. Yani parçalansa, maddîlikten çıkıp kanun-u İlâhî ile bir nevi kuvvete inkılâb eder.

da'da

  • Aklı ve fikri olmayan kişi.
  • Her nesnenin zayıfı.

dacc

  • Hacıların hizmetkârı ve devecileri.
  • Hacılar ile birlikte giden, fakat, hac maksudu olmayan bezirgân.

dagdaga

  • Dişi olmayan kadın.
  • Kurdun et yemesi.
  • Yemeği iki çene arasında geve geve yemek.

daire-i vücub

  • Tebeddül ve tagayyür etmeyen ve mümkinat âleminden olmayan âlemler. Esmâ ve Sıfât-ı İlâhiyye gibi.

dakal

  • Hurmanın iyi olmayan cinsi.
  • Gemi oku.
  • Boya.

dall-i bi-l işare

  • (Dâllibilişâre) Sözdeki mânanın işâretine göre delil olmak. Üç nevi delâletten biri ile sevkedildiği mânanın gayrisine yâni; söylenince maksud-u asli olmayan bir mânaya delâlet eden lâfızdır. Meselâ: "Cenab-ı Hak bey'i helâl, ribâyı haram kılmıştır." ibâresi, bey', yani alış-veriş ile ribâ (fâiz) ar

dana-i bi-müdani / dânâ-i bî-müdanî

  • Eşsiz âlim. Zamanında emsali olmayan âlim.

dedikodu

  • Bir müslümanın veya zımmînin (İslâm devletinin idâresi altında bulunan müslüman olmayan vatandaşın) ayıbını, onu kötülemek için arkasından söylemek.

deli

  • Aklı olmayan.

dergah-ı samedaniye / dergâh-ı samedâniye

  • Herşey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın yüce katı.

derma'

  • Topuğu belli olmayan, şişman kadın.
  • Tavşan.
  • Kırmızı yapraklı bir acı ot.

deviye

  • Otsuz sahrâ. Otu olmayan çöl

deyn

  • Borç, hazır ve mevcûd olmayan mal.
  • Hazır olmayıp, ayrı olarak bulunduğu yeri bildirilmeyen her türlü mal ile hazır ise de ayrı olarak gösterilmeyen kıyemî (çarşıda benzeri bulunmayan, bulunsa da fiyatları farklı olan) mal.
  • Zekât verecek kimsenin elinde, yanında olmayıp başkasında bul

deyn-i mütevassıt

  • Ticâret malı olmayan zekât hayvanları ile köle, ev, yiyecek, içecek gibi ihtiyâç maddelerinin satışları karşılığı ve binâların kirâ alacakları.

diğergam / diğergâm

  • Başkalarını düşünen, bencil olmayan.

dıgs

  • (Çoğulu: Edgas) Yaş ve kuru karışık bir tutam ot.
  • Te'vili sahih olmayan karışık rüya.

dime

  • (Çoğulu: Diyem) Gündüz veya gecenin üçte biri miktarı ile tam gün kadar sürebilen, gürleme ve yıldırımı, olmayan yağmur.

divane / divâne

  • Deli. Aklı başında olmayan. (Farsça)
  • Aklı tam olmayan, kaçık.

dünyayı terketmek / dünyâyı terketmek

  • Bütün haram olan şeyler ile berâber, mübâhları da, yâni günâh olmayan lezzetlerin çoğunu da bırakıp, yaşamak için zarûrî olan miktârını kullanmak.
  • Harâm ve şüpheli şeylerden kaçıp mübâhları kullanmak.

dürr-i yekta / dürr-i yektâ

  • Benzeri olmayan, tek inci. (Farsça)
  • Mc: Hz. Peygamber (A.S.M.) (Farsça)
  • Benzeri olmayan, tek inci.

dürug

  • Yalan, Doğru olmayan söz. (Farsça)

e'cam

  • (Tekili: Acem) Arab olmayanlar. Güzel arabi bilmeyenler. Güzel ve fasih konuşamıyanlar.
  • Acemiler.

eacim

  • (Tekili: Acem) Yabancılar, Arap olmayanlar. İranlılar.

ebaid

  • (Tekili: Eb'ad) Yakın olmayan (hısım ve akraba.)
  • En uzak yerler.

ebed / اَبَدْ

  • Sonsuz, sonu olmayan.
  • Sonu olmayan, sonsuzluk.
  • Sonu olmayan.

ebedi / ebedî / اَبَد۪ي

  • Sonu olmayan, sonsuz.
  • Sonsuz, sonu olmayan.
  • Devamı, sonu olmayan. Ezelînin zıddı.
  • Sonu olmayana âit, sonsuz.

ebedi alem / ebedî âlem

  • Sonu olmayan âlem, âhiret.

ebedi saadet / ebedî saadet

  • Sonu olmayan sonsuz mutluluk, huzur.

ebedi zat / ebedî zât

  • Varlığının sonu olmayan Allah.

ebhem

  • Söz söylemeye muktedir olmayan. Konuşmaya iktidarı bulunmayan adam.

ebter

  • Eksik, tamamlanmamış.
  • Dölsüz, çocuğu olmayan kimse.

ebu laşey / ebu lâşey / ebû lâşey

  • Çoluk-çocuk gibi hiçbirşeyi olmayan.
  • Hiçbirşeyin babası, hiçbirşeyi olmayan.

ebu-la-şey

  • Hiçbir şeyin babası. Hiç bir şeyi olmayan.

ebulaşey / ebulâşey

  • Hiçbir şeyi olmayan.

ecel-i mübrem

  • Elinden kurtulunması mümkün olmayan, kaçınılmaz olan ecel.

ecneb

  • Muti ve münkad olmayan. İtaatkâr olmayan.
  • Garib, yabancı, ecnebi.
  • Sert başlı at.

ecsam-ı kesife

  • Saydam olmayan, katı cisimler.

ecza-yı zaide / ecza-yı zâide

  • Asıl olmayan parçalar; bedendeki tırnak ve saç gibi.

edat

  • "Hem, için" gibi kendi başına mânâsı olmayan yardımcı kelime.

edyan-ı batıla / edyân-ı bâtıla

  • Bâtıl dinler. Hak olmayan dinler.

efika

  • Fenâ, hoş olmayan, çirkin ve kötü şey.

eflec

  • (Felc. den) Seyrek, sık olmayan diş. Bazıları dökülmüş olan diş.
  • Geniş omuzlu, kollarının arası açık olan adam.
  • Nüzul hastalığına tutulmuş olan kimse.

efra'

  • İşi gücü olmayan adam. Boş dolaşan kişi.
  • Kuruntulu, vesveseli adam.
  • Başının saçı tamam olan kimse. (Müe: Für'â)

efradını cami ağyarını mani / efradını câmi ağyârını mani

  • Kendisine ait olanları toplayan, olmayanları dışarda bırakan.

efsun / efsûn

  • Fen yolu ile tecrübe edilmemiş maddeler ve Kur'ân-ı kerîmden olmayan, mânâsız yazılar kullanmak. Mânâsı bilinmeyen ve îmânın gitmesine sebeb olan şeyleri okumak.

ehad

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hiç bir yönden benzeri olmayan, tek olan, ikilik tasavvur edilmeyen, hiç bir şeye muhtaç olmayan.

ehad-i samed / اَحَدِ صَمَدْ

  • Her şey kendisine muhtaç olduğu halde, hiç bir şeye muhtaç olmayan, tek olan (Allah).

ehadis-i meşhure / ehâdis-i meşhure

  • Meşhur hadis-i şerifler, ilk asırda âhâdî hadis iken (yani bir Sahabî tarafından rivayet edilmişken), ikinci asırda meşhur olan ve yalanda birleşmeleri mümkün olmayan topluluk tarafından rivâyet edilen hadisler.

ehadis-i sahiha / ehâdis-i sahiha

  • Sahih hadisler; uydurma veya zayıf olmayan hadisler.

ehl

  • (Ehil) Yabancı olmayan, alışık olduğumuz.
  • Dost, sahip, mensup. Evlâd, iyal. Kavm, müteallikat. Usta, muktedir ve becerikli anlamıyla ehil ve ehliyet İslâmiyette önemli bir husustur. Dinimiz, bize işleri ehline vermemizi emreder. Cemiyette işler, mevkiler, makamlar, görevler, ehline v

ehl-i heva / ehl-i hevâ

  • Nefsine uyan, nefsinin arzu ve istekleri peşinde koşan.
  • Bid'at (dinde olmayan inanış ve işler) sâhibi.

ehli / ehlî

  • Munis, alışık. Yabancı olmayan. Kendisi ile ünsiyet edilen.

ekavil-i batıla / ekavil-i bâtıla

  • Bâtıl sözler, doğru olmayan sözler.

ekmel

  • Mükemmel, en kâmil, eksiği olmayan, en mükemmel.
  • En mükemmel, eksiği olmayan, en olgun.

ekran

  • Üzerine bir cismin hayalinin aksettirildiği saydam olmayan düz satıh.

ekşef

  • Açık nesne.
  • Savaşta kalkanı olmayan kimse.

el-cüz'i / el-cüz'î

  • Man: Mânası, mefhumu başkalarına şâmil olmayan, yani tek mâlum ferde âid olan kelime.

elmaz

  • Yalnız üst dudağı beyaz olup, burnu bile ak olmayan at.

em'at

  • Gövdesinde kılı olmayan kimse.
  • Tüyü dökülen kurda "zi'b-i em'at" derler.

eman / emân

  • Korkusuzluk, emniyet, güven.
  • Bir kimseye veya düşmana; söz, işâret veya yazı ile, mal ve can güvenliğinin emniyet (güven) altında olduğunu bildirme.
  • Müslüman olmayan bir kimsenin İslâm memleketine girmesi için kendisine verilen müsâade, izin.

emaneten

  • Emanet yoluyla, emanet olarak.
  • Bir resmî daire tarafından bizzat, ihale şeklinde ve iltizam suretiyle olmayarak.

embel

  • Kılıcı ve silahı olmayan.
  • Eyer üstünde doğru oturamayan.
  • Boynu eğri olan.

emr-i batıl / emr-i bâtıl

  • Gerçek olmayan, sahte emir ve iş.

emr-i vehmi / emr-i vehmî

  • Maddi bir varlığı olmayan, ancak itibar edilen, varsayılan olgu; meridyen çizgileri ve maddedeki çekim kanunu gibi.

emval-i metruke

  • Sahipleri olmayan, sahipleri kaybolmuş, sahipsiz mallar. Terkedilmiş mallar.

emval-i zahire / emvâl-i zâhire

  • Zekât hayvanları ve topraktan elde edilen mahsûl gibi gizlenmesi mümkün olmayan mallar.

enkeb

  • Omuzunda yük olduğu için eğilip yürüyen.
  • Yanında oku ve yayı olmayan kişi.

erfak

  • En ziyade yumuşak.
  • Arkadaş, refik olmaya en çok lâyık, elyak.

ermel

  • (Çoğulu: Erâmil) Ayakları siyah olan koyun.
  • Kadını olmayan erkek.

ermele

  • (Çoğulu: Erâmil) Erkeği olmayan kadın.

ervah-ı gayr-ı tayyibe

  • İyi olmayan ruhlar.

erzan / erzân

  • Ucuz, değeri düşük, pahalı olmayan. (Farsça)
  • Lâyık, münâsib, muvafık, elyâk, şâyân, müstehak, uygun, yerinde. (Farsça)
  • Ucuz, pahalı olmayan.

esbab-ı damenkeş / esbab-ı dâmenkeş

  • Bir işten elini eteğini çeken sebepler; bir işte doğrudan müdahelesi olmayan, işe karışmayan sebepler.

eşebb

  • Arasından geçmek mümkün olmayan ağacın sıklığı.

eshab-ı tercih / eshâb-ı tercîh

  • Hanefî mezhebinde, fıkıh âlimlerinin beşinci tabakası. Bunlar, ictihâd gücüne sâhib olmayan, sâdece bağlı oldukları mezhebdeki müctehidlerin ictihadları (verdikleri hükümleri) arasından delili kuvvetli olan ictihâdı seçen âlimlerdir.

evarin

  • Güzel olmayan, çirkin. (Farsça)

evham

  • Olmayan bir şeyi olur zannı ile meraklanma. Üzüntü. Vehimler. Kuruntular. Zarar ihtimâli çok az olan bir şeyden meraklanma ve üzülme.

evham etmek

  • Olmayan bir şeyi var zannederek şüphelenmek, kuruntuya kapılmak.

evlad-ı nameşru / evlâd-ı nâmeşru

  • Helâl olmayan, İslâmın izin vermediği evlâd.

evleviyet olmayan

  • Öncelikli olmayan; bütün imkân ve ihtimallerin önceliği eşit olan.

evtar

  • (Tekili: Veter) Tek, eşi olmayan (harf).
  • Saz telleri. Yay.

evvel / اَوَّلْ

  • Başlangıcı olmayan ve her şeyden önce var olan (Allah).

eyama

  • (Tekili: Eyyim) Bekârlar, evli olmayanlar.

eyyim

  • Bekâr, dul. Eyyim; gerek bikir, gerek seyyib olsun zevci olmayan kadına ve zevcesi olmıyan erkeğe denir ki, buna bekâr denir. Bundan başka eyyim; hür kadına ve bir kimsenin kızı, hemşiresi, teyzesi gibi yakın hısmına da ıtlak edilir.

ezel / اَزَلْ

  • İbtidası ve başlangıcı olmayan, her zaman var olan.
  • Başlangıcı olmayan, sonsuzluk.
  • Başlangıcı olmayan, başlangıcı olmama.

ezeli / ezelî / اَزَلِي

  • Başlangıcı olmayan.
  • Öncesi, başlangıcı olmayan.
  • Ezele mensub ve müteallik. Devamlı var olup varlığının başlangıcı olmayan.
  • Başlangıcı olmayan.
  • Başlangıcı olmayana ait.

ezeli ve ebedi / ezelî ve ebedî

  • Başlangıcı ve sonu olmayan, sonsuz.

ezeliyet

  • Başlangıcı olmayan sonsuzluk.

ezgehan

  • Tembel adam. İşi gücü olmayan kimse. (Farsça)

ezvak-ı mecazi / ezvâk-ı mecazî

  • Gerçek olmayan aldatıcı zevkler.

fahşa / fahşâ

  • Meşru olmayan cinsel ilişki, fuhuş.
  • Zekatı az verme, tamahkârlık.
  • Akla ve ahlâka uygun olmayan söz ve iş.

fakir

  • Biçâre, muhtaç, yoksul. İslâm dini, ev kirası, yiyecek, içecek, giyecek, ilaç, yakacak gibi zorunlu ihtiyaçları karşılandıktan sonra yılda 96 gram altın alabilecek kadar geliri olmayanları fakir sayar. Fakirlerden vergi alınmaz, İslâm devleti zorunlu ihtiyaçlarını karşılamada, tedavi, tahsil (öğreni
  • Aslî (temel) ihtiyâçlarından başka nisâb miktârı (dînen zengin sayılacak kadar) malı olmayan.
  • Tasavvufta fakir: Derviş. Her zaman her işte yalnız Allahü teâlâya muhtaç olduğunu bilen, bütün ihtiyaçlarını hep Allahü teâlâya arz eden.

fakir-i müstağni / fakir-i müstağnî

  • Fakir olmakla birlikte Allah'tan başkasına muhtaç olmayan kişi.

fani / fânî

  • Muvakkat, kaybolan, gelip geçici, devamlı olmayan, misâfir.
  • Yok olucu, geçici, devamlı olmayan.
  • Tasavvufta Allahü teâlâdan başkasını unutan, bunların sevgisinden kurtulan kimse.

fantaziye

  • yun. Yalandan gösteriş, boş debdebe. Zâhirî süs ve zinet. Lüzumlu ihtiyaçtan olmayan ve zevk için kullanılan pahalı eşya.

fantezi

  • yun. Çeşitli ve süslü. Müsrifane süs isteğinden doğan hayal hareketi ile yapılmış süslü eşya veya süslenmek. Ağırbaşlı olmayan.

farz-ı muhal / farz-ı muhâl / فَرْضِ مُحَالْ

  • Olması imkânsız olup, var gibi kabul edilen. Olmayacak şeyi, olmuş gibi düşünmek.
  • Olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme.
  • Olmayacak bir şeyi var sayma.

farz-ı muhal olarak

  • Olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünerek… varsayalım ki….

fasic / fâsic

  • Semiz.
  • Yüklü olmayan kısır deve.

fasid / fâsid

  • Bozguncu.
  • Doğru olmayan. Bozuk. Müfsid.
  • Yanlış olan.
  • Fık: Aslen sahih olup, vasfen sahih olmayan. Yani, kendi nefsinde meşru' iken gayr-i meşru' bir şeye yakınlığı sebebiyle meşru'iyyetten çıkan şeydir. İbadet hususunda fâsid ile bâtıl aynı şeydir. Meçhul bir şeyi sat
  • Bozan, bozuk.
  • Bir ibâdetin, bâtıl olması, geçersiz olması. Bâtıl.
  • Aslı İslâmiyet'e uygun olup, sıfatı uygun olmayan muâmele, akid.

fasid akd / fâsid akd

  • Aslı İslâmiyet'e uygun olduğu hâlde, sıfatı uygun olmayan her çeşit sözleşme.

fasid bey' / fâsid bey'

  • Aslı İslâmiyet'e uygun olup sıfatı uygun olmayan satış.

fasid icare / fâsid icâre

  • Aslı İslâmiyet'e uyduğu hâlde, sıfatı uygun olmayan icâre (kirâya verme).

fasid kan / fâsid kan

  • Üç günden yâni yetmiş iki saatten -beş dakika bile az olsa- gelen kan, yeni başlayan (baliğa, ergen) olan için on günden çok sürüp, onuncu günden sonra gelen kan, yeni olmayanlarda (kadınlarda) âdetten çok olup on günü de aştığında âdetten sonraki gü nlerde gelen kan, hâmile ve âyise (ihtiyar) kadın

fasid temizlik / fâsid temizlik

  • Sahîh olmayan temizlik.Kadınlarda hayız kanının kesilmesinden sonra on beş gün geçmeden önce kan görme hâli.

fedail / fedâil

  • Farz ve vâcib olmayan nâfile ibâdetler.

fena

  • Yok olma, yokluk. "Beka"nın zıddı. (Tasavvufta maddî varlıktan sıyrılıp hakka ulaşma).
  • İyi olmayan, kötü.
  • (Beka'nın zıddı) Yokluk. Yok olma.
  • Geçici dünya.
  • Geçip gitme.
  • Tas: Kendi varlığından geçmek.
  • Kötü.
  • Devamlı olmayan.
  • Çok kocamış olmak.

fer' / فَرْعْ

  • Esasa âit olmayan.

fer'i / fer'î / فَرْع۪ي

  • (Fer'iyye) Esasa âit olmayan. Kollara ve şu'belere âit ve müteallik.
  • Esasa ait olmayan, ayrıntı.
  • Esasa âit olmayan.

fer'i hüküm / fer'î hüküm

  • Temele ait olmayan hüküm, dallara ait hüküm.

ferah

  • Şen, sıkıntıda olmayan. İç açıcı. Şenlendiren.
  • İnşirah. Sevinç.

ferd

  • Tek, bir, yekta. Eşi, benzeri olmayan. Bîhemta olan.

ferd-i ferid / ferd-i ferîd

  • Eşi-benzeri olmayan kişi.

ferd-i ferid-i deveran / ferd-i ferîd-i deveran

  • Bütün zamanların benzeri olmayan tek ferdi.

ferd-i samed

  • Bir ve tek olan ve Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan, ama herşey Ona muhtaç olan Allah.

ferhal

  • Karışık ve kıvırcık olmayan uzun saç. (Farsça)

ferman-ı ezeli / fermân-ı ezelî

  • Ezelî buyruk, hükmü belli bir zamanla kayıtlı olmayan ferman.

fetha

  • (Çoğulu: Füteh-Fütuh-Fethât) Kaşı olmayan halka yüzük.
  • Büyük yüzük.
  • Tavşancıl kuşu.

fidye

  • Herhangi bir farzından birini yerine getirmeye gücü olmayan bir kimsenin Cenâb-ı Hak'tan özür dilemek kasdı ile, verdiği para veya sadaka.
  • Esir veya kölelikten kurtulmak için verilen para.
  • Fık: Fakirin sabahlı akşamlı bir günlük yiyeceği.

firak-ı layezali / firâk-ı lâyezâlî

  • Sonu olmayan ayrılık.

fuhş

  • Çok çirkin, aşağılık, helâl olmayan işler.

fuhşiyat / fuhşiyât

  • Çok çirkin, aşağılık, helâl olmayan işler; Dinen yasaklanan ve haram sayılan davranışlar.

fülus / fülûs

  • Altın ve gümüşten olmayan mâdenî paralar, pul. Fels'in çoğulu.

füruat / fürûat

  • Detaylar, ayrıntılar; aynı soydan gelenler, esastan olmayan talî meseleler.

füzul

  • (Tekili: Fazl) Ganimetten artıp taksimi mümkün olmayan şey.

gafil

  • Dikkatsiz, iyi düşünmeyen, uyanık olmayan. Haberi olmayan, ihtiyatsız, başına geleceği önceden düşünmeyen. Allah'ı unutan. Kendi gayr-ı meşru zevkine dalan. (Günde bir taşı binâ-yı ömrümün düştü yere,Can yatar gafil, binası oldu viran bîhaber. (Niyazi-i Mısrî)

gaib

  • Göz önünde bulunmayan, hazırda olmayan. Kaybolmuş olan. Görünmeyen âlem.
  • Gr: Üçüncü şahıs, hazırda olmayan kimse.

galat-ı tahakkümi / galat-ı tahakkümî

  • Bir kelimenin gerek lâfzı ve gerekse mânası itibariyle herkesin kullandığı gibi kullanılmaması.Bu, başlıca üş şeyden olur:1- Nazımda vezne uydurmak için bir kelimenin telâffuzunu değiştirmek, hecesini uzatmak ve kısaltmak yahut harfini gizlemek.2- Çeşitli mânâları olan bir kelimeyi meşhur olmayan bi

gamic

  • Huy ve tabiatı doğru ve istikametli olmayan.

gamir

  • Ekilmemiş, terkedilmiş ıssız yer.
  • Faydalanılmamış şey.
  • Mamur olmayan harap yer.

gamıza

  • Kolay anlaşılmayan ince mes'ele. Derin.
  • Mâruf ve mütebeyyin olmayan hesab.

gamus

  • Şiddetli emir.
  • Süngü ile vurup, ucunu diğer taraftan çıkarmak.
  • Karnındaki yavrusu belli olmayan deve.

gani / ganî

  • Zengin, kimseye muhtaç olmayan, elindekinden fazla istemiyen. Varlıklı, bol.
  • Zengin,
  • Muhtaç olmayan.
  • Bol, fazla.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hiçbir zamanda, hiçbir mekânda, hiçbir hâlde, hiçbir şeye muhtâc olmayan. Allahü teâlâya, hiçbir şekilde başkasına muhtaç olmayan mânâsına Ganiy-yi mutlak da denir.

gani-yi mutlak

  • (Gani-yi ale-l ıtlak) Cenab-ı Hak. Her şeye sahip ve hiç kimseye hiçbir cihetle ihtiyacı olmayan gani.

ganiyy-i muğni / ganiyy-i muğnî

  • Bütün varlıkların ihtiyaçlarını karşılayan ve her varlığın zenginliği Kendisinin tükenmez hazinesinden çıkan ve hiçbir şeye muhtaç olmayan sınırsız zenginlik sahibi Allah.

ganiyy-i mutlak

  • Hiçbir şeye hiçbir şekilde muhtaç olmayan ve bütün varlıkların her türlü ihtiyaçları gayb hazinelerinde bulunan sınırsız zenginliğe sahip olan Allah.

garer

  • Sonu mâlum olmayan, neticesi bilinmeyen.
  • Tehlike, zarar. Sonu belli olmayan şüphe ihtimâli olan satış.

garibüzzaman / garîbüzzaman

  • Zamanın garibi, yaşadığı zamanla uyumlu olmayan.

gasb

  • Hakkı olmayanı zorla alma.

gavs-ı ferid

  • Eşsiz, eşi olmayan gavs; velilerin başında bulunan en büyük veli.

gavur

  • Müslüman olmayan, îmânsız.

gayb

  • Hazır olmama, gizli kalma. Hazır olmayan gizli kalan, görünmeyen.
  • Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerde bildirilmeyen, his organları, tecrübe ve hesâb ile anlaşılmayan gizli şeyler.
  • Akıl ve his (duyu) organları ile bilinemeyip, ancak peygamberlerin haber vermesi ile bilinen, Allahü teâ

gayb-ül gayb

  • Kalbde olmayan şey. Hiç ortada eseri, varlığının, geleceğinin izi ve nişanı olmayan. Gaybın gaybı olan.

gaybi / gaybî

  • Hazırda olmayan. Görünmeyenlere âit. Hazır olmayanlara âit. Başka âlemdekilere âit. Âhirete âit. Gayba âit ve müteallik.

gayr / غير

  • Başka. (Arapça)
  • Yabancı. (Arapça)
  • Olmayan, değil. (Arapça)

gayr-ı ademi / gayr-ı âdemî

  • İnsan türünden olmayan.

gayr-ı ahlaki / gayr-ı ahlâkî

  • Ahlâk dışı, ahlâka uygun olmayan.

gayr-i ahlaki / غَيْرِ اَخْلَاق۪ي

  • Ahlakî olmayan.

gayr-ı akıl / gayr-ı âkıl

  • Akıl sahibi olmayan.

gayr-ı fıtri / gayr-ı fıtrî

  • Yaratılışa uygun olmayan.

gayr-i fıtri / gayr-i fıtrî

  • Fıtrî olmayan. Doğuştan olmayan.

gayr-ı hak

  • Doğru ve gerçek olmayan.

gayr-ı hakiki / gayr-ı hakikî

  • Gerçek olmayan.

gayr-ı ihtiyari / gayr-ı ihtiyârî

  • Elinde olmayarak, istemeksizin.

gayr-ı ilmi / gayr-ı ilmî

  • İlmî olmayan.

gayr-i ilmi / gayr-i ilmî / غَيْرِ عِلْم۪ي

  • İlmî olmayan.

gayr-ı insani / gayr-ı insanî

  • İnsana ait olmayan, insana yakışmayan şeyler.

gayr-ı kabil

  • Mümkün olmayan, imkânsız.
  • Mümkün ve kabil değil, imkânsız. Mümkün olmayan, olamaz.

gayr-i kabil / gayr-i kâbil / غير قابل

  • Mümkün olmayan, imkansız.

gayr-ı kabil-i tahammül

  • Tahammül etmesi mümkün olmayan.

gayr-ı kamil / gayr-ı kâmil

  • Noksan, mükemmel olmayan.

gayr-ı ma'kul

  • Akıl işi olmayan, aklın kabul etmediği.

gayr-ı mahrem

  • Gizli olmayan.

gayr-i mahrem / غَيْرِ مَحْرَمْ

  • Gizli olmayan.
  • Gizli olmayan.

gayr-ı mebzul

  • Bol olmayan; nâdir olan, az bulunan.

gayr-ı men hüve leh

  • Sahibinden başkası, sahibinin kendi dışında; kendisi için olmayan.

gayr-ı mer'i / gayr-ı mer'î

  • Görünür olmayan, görünmeyen.

gayr-ı mes'ul

  • Mes'ul olmayan, sorumlu tutulmayan.

gayr-ı meş'ur

  • Şuursuz, bilinçsiz; şuurla bağlantısı olmayan, farkedilmeyen.

gayr-ı meşru

  • Helâl olmayan, dine aykırı.

gayr-i meşru / gayr-i meşrû / غير مشروع

  • Helâl olmayan, dine aykırı.
  • Helâl olmayan, dine aykırı.
  • İslâmiyet'e uygun olmayan iş ve hareketler.
  • Yasal olmayan.

gayr-i mevcud / gayr-i mevcûd / غَيْرِ مَوْجُودْ

  • Var olmayan.

gayr-ı müekked sünnet

  • Müekked olmayan sünnet.

gayr-ı mümkin

  • Mümkün olmayan, imkânsız.

gayr-ı münbit

  • İyi ve bol yetiştirmeyen. Münbit olmayan.

gayr-ı münif

  • Münif olmayan.

gayr-i muntazam / غير منتظم

  • Düzgün olmayan, düzenli olmayan, düzensiz.

gayr-ı müslim

  • Müslüman olmayanlar. İslâmiyete girmeyenler.
  • Müslüman olmayan.

gayr-i müslim / غير مسلم

  • Müslüman olmayan.
  • Müslüman olmayan.
  • Müslüman olmayan.
  • Müslüman olmayan.

gayr-ı müstakim

  • Doğru yolda olmayan.

gayr-i müstakim / gayr-i müstakîm / غَيْرِ مُسْتَق۪يمْ

  • Dosdoğru olmayan.

gayr-ı mütehavvil

  • Değişken olmayan.

gayr-ı mutemed

  • Güvenilir olmayan.

gayr-ı mütenahiye / gayr-ı mütenâhiye

  • Sonu olmayan, sonsuz.

gayr-ı muvafık

  • Uygun olmayan.

gayr-ı resmi / gayr-ı resmî

  • Devlete ait olmayan.

gayr-ı sabit

  • Sabit olmayan.

gayr-ı sarih

  • Açık olmayan.

gayr-ı süfli / gayr-ı süflî

  • Alçak olmayan; yüksek, zengin ve bilginler sınıfı.

gayr-ı tabii / gayr-ı tabiî

  • Doğal olmayan.

gayr-ı uzvi / gayr-ı uzvî

  • Cansız. Uzvî olmayan. (İnorganik)

gayr-ı zaruri / gayr-ı zarurî

  • Zorunlu olmayan.
  • Zarurî ve mecburî olmayan.

gayrimeşru / gayrimeşrû

  • Helâl olmayan, yasak.

gayrımüslim

  • Müslüman olmayan.

gayrimüslim

  • Müslüman olmayan.

gayrimütenahi / gayrimütenâhî

  • Sonu olmayan.

gayriresmi / gayriresmî

  • Resmî olmayan, sivil.

gev-çah

  • Dibi görünebilen pek derin olmayan alçak kuyu. (Farsça)

gille-mend

  • Şikâyet eden, halinden memnun olmayan. (Farsça)

gıybet

  • Arkadan çekiştirmek. Hazır olmayan birisinin aleyhine konuşmak. Birisinin gıyabında hoşuna gitmeyen bir şeyi söylemek.
  • Arkadan çekiştirmek; hazır olmayan birisinin aleyhinde hoşlanmayacağı şekilde konuşmak.

götürü

  • Tartı veya ölçü ile olmayarak, toptan ve kesin olan.

götürü satış

  • Alış-verişte bir malı tartı veya ölçü ile olmayarak toptan pazarlık sûretiyle almak veya satmak; kabala.

gözdağı

  • Mc: Birini istenilen yola getirmek için samimi olmayan şiddet gösterişleriyle korkutmak ve tehdit etmek. (Türkçe)

günaşırı

  • İki günde bir. Bir gün olup ertesi gün olmayarak ve böylece sürüp giderek. (Türkçe)

guyub

  • (Tekili: Gayb) Hazırda olmayanlar. Kayıplar.

habbeyi kubbe yapmak

  • Değeri olmayan bir şeye çok fazla ehemmiyet vermek. Zihinde büyütmek.

haber-i mütevatir / haber-i mütevâtir

  • Yalan üzerinde ittifâk etmeleri (birleşmeleri) mümkün olmayan bir cemâat (topluluk) tarafından nakledilen, bildirilen haber, hadîs-i şerîf.

haber-i vahid / haber-i vâhid

  • Bir kişinin ettiği rivâyet, verdiği haber, hep bir kimse tarafınan fakat Peygamber efendimize kadar, rivâyet edenlerden (nakledenlerden) hiçbiri noksan olmayan hadîs-i şerîfler. Buna, haber-i âhad da denir.

habir / habîr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyin hakîkatini, kâinâtın, varlıkların, görünen ve görünmeyen her şeyi hakkıyla bilen, hiçbir zerrenin hareketi ve hareketsizliği ilminden hâriç olmayan, nefslerin ne ile mutmain (huzurlu) ne ile huzursuz olduğundan, sükûnete kavuştuğunda

hacat-ı gayr-ı zaruri / hâcât-ı gayr-ı zaruri

  • Zarurî ve mecburî olmayan ihtiyaçlar.

hacat-ı gayr-ı zaruriye / hâcât-ı gayr-ı zaruriye

  • Zarûrî ve mecbûrî olmayan ihtiyaçlar.

hadd-i sirkat

  • İslâm hukûkunda başkasının az veya çok malını gizlice, haksız olarak veya rızâsı olmayarak almak sebebiyle verilen cezâ.

hadd-i tevatür

  • Tevatür derecesinde; yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan topluluklar tarafından aktarılan en doğru haber seviyesi.

hadd-i zina / hadd-i zinâ

  • Akıllı olan, ergenlik çağına gelen ve konuşabilen müslüman veya müslüman olmayan kadın ve erkeğe, dâr-ül-İslâm'da (İslâm memleketinde), tehdîd edilmeden, arzûlariyle, zinâ yaparken yakalandıklarında verilmesi gereken cezâ.

hadesten taharet / hadesten tahâret

  • Namaza başlamadan önce yerine getirilmesi gereken farzlardan biri. Abdesti olmayan kimsenin abdest alması, cünüb olanın, hayız ve nifas hâli sona eren kadının boy abdesti alması.

hadire / hadîre

  • Kalabalık olmayan topluluk.
  • Yaranın içinde toplanan kan ve irin.

hadis-i ahad / hadîs-i âhâd

  • Hep bir kimse tarafından rivâyet edilen, bildirilen, müsned-i muttasıl (Resûlullah efendimize varıncaya kadar, rivâyet edenlerden yâni nakledenlerden hiçbiri noksan olmayan) hadîs-i şerîfler.

hadis-i hasen / hadîs-i hasen

  • Bildirenler (râvîler) sâdık (doğru) ve emîn (güvenilir) olmakla beraber hâfızası, anlayışı sahîh hadîsleri bildirenler kadar kuvvetli olmayan kimselerin bildirdiği hadîs-i şerîfler.

hadis-i merdud / hadîs-i merdûd

  • Mânâsı olmayan ve rivâyet şartlarını taşımayan söz.

hadis-i mu'allak / hadîs-i mu'allak

  • Baştan bir veya birkaç râvîsi(rivâyet edeni, nakledeni) veya hiçbir râvîsi belli olmayan hadîs-i şerîfler.

hadis-i muhkem / hadîs-i muhkem

  • Te'vîle (yoruma, açıklamağa) muhtaç olmayan hadîs-i şerîfler.

hadis-i müsned-i muttasıl / hadîs-i müsned-i muttasıl

  • Peygamber efendimize kadar râvîlerden (nakledenlerden) hiçbiri noksan olmayan hadîs-i şerîfler.

hadis-i müteşabih / hadîs-i müteşabih

  • Mânâsı açık olmayan ve yorumlanabilir olan hadîs-i şerif.

hadis-i zaif / hadîs-i zaîf

  • Sahîh ve hasen olmayan hadîs-i şerîfler.

hadsiz

  • Hesapsız, sayısız. Belirli olmayan, çok.

hafi / hafî

  • Gizli. Açıkta olmayan. Saklı.
  • Fık: Sigasından dolayı değil, bir ârızadan dolayı mânası kapalı kalan lafız.

hafif

  • Ağır olmayan. Hafif. Yeğni.

hafif ikrah / hafîf ikrâh

  • Şiddetli olmayan zorlama. Canın veya uzvun telefine yol açmayan, yalnız acı ve eleme sebeb olacak derecedeki dövme ve hapsetme gibi şeylerle yapılan zorlama.

hafif-ül-haz / hafîf-ül-hâz

  • Zevcesi (hanımı) ve çocuğu olmayan.

hak / حَقْ

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Vâcib-ül-vücûd yâni varlığı lâzım olan, hiç yok olmayan, dâimâ var olan ve kendisinden başkası yaratmaya lâyık olmayan.
  • İslâmiyet.
  • Gerçek, doğru.
  • Alacak.
  • Pay, hisse.
  • Hâtır, hürmet.
  • İnsanı
  • Doğru olup bâtıl olmayan (Allah).

hakaik-aşina / hakaik-âşinâ

  • Gerçeklere aşina, gerçekleri bilen ve onlara yabancı olmayan.

hakaik-i hakikiye / hakâik-i hakikiye

  • Göreceli olmayan, asıl mahiyeti ve zatı itibariyle hakikat, gerçek olan şeyler.

hakikat-i mutlaka

  • Bir sınırı olmayan sınırsız hakikat, gerçek.

hakikatsız

  • Gerçek olmayan.

hakim-i bimisal / hâkim-i bîmisâl

  • Hikmet sahibi; herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve yerli yerinde yaratan ve eşi, benzeri olmayan Allah.

hakim-i ezel ve ebed / hâkim-i ezel ve ebed

  • Varlığının başı ve sonu olmayan, hâkimiyeti zaman öncesinden sonsuza kadar devam eden Allah.

hakim-i layezal / hakîm-i lâyezâl

  • Varlığının sonu olmayan, herşeyi hikmetle yapan Allah.

hakk / حَقّ

  • Doğru olup bâtıl olmayan (Allah).

hakle

  • (Çoğulu: Hıkâl) İçinde binâ ve ağacı olmayan mezrea.

halal / halâl

  • Yasak edilmiş olmayan, yâhut yasak edilmiş ise de, İslâmiyet'in özr, mâni ve mecbûriyet saydığı sebeblerden birisi ile yasaklığı kaldırılmış olan şeyler.

halal lokma / halâl lokma

  • Haram olmayan, dinde yenilmesi yasak edilmeyen yiyecek.

halık-ı kadim-i kadir / hâlık-ı kadîm-i kadîr

  • Sonsuz cömertlik ve ikram sahibi olan, varlığının başlangıcı olmayan, her şeyi yaratan Allah.

halk

  • İnsan topluluğu. İnsanlar.
  • Yaratmak. İcad. Örneği ve benzeri olmayan bir şeyi yaratmak, ibdâ' eylemek.
  • Bir şeyi yumuşatıp düzleştirmek.

hallak-ı baki / hallâk-ı bâkî

  • Hiçbir zaman yok olmayan, varlığı kalıcı ve devamlı olan, her şeyi sürekli olarak çokça yaratan Allah.

hallak-ı bimisal / hallâk-ı bîmisal

  • Eşi ve benzeri olmayan yaratıcı, Allah.

hallüsinasyon

  • Olmayanı varmış gibi hissetme.
  • Lât. Tıb: Hakikatte olmayan bir şeyi varmış gibi görme ve işitme.

halüsinasyon

  • Gerçekte olmayan bir şeyi varmış gibi görme, olmayan bir şeyi varmış zannetme ve işitme, hayal etme.

hamra

  • (Müennes) Çok kırmızı, kızıl renk.
  • Şiddet ve meşakkatli geçen yıl.
  • Şiddetle olan ölüm.
  • Arap olmayan cinsten.
  • Yüzü kızarmış kadın.

hanire / hanîre

  • (Çoğulu: Hanâyir) Parmak başlarındaki boğum.
  • Kadınların yün ve pamuk attıkları yay.
  • Kirişi olmayan yay.

harac

  • Güçlük, sıkıntı, eziyet.
  • Bir farzı yapma veya haramdan sakınma esnâsında karşılaşılan güçlük.
  • Müslüman olmayan vatandaşlardan seneden seneye alınan toprak vergisi.
  • Vaktiyle müslüman olmayan vatandaşlardan alınan vergiye denirdi. Arazi hasılatından veya çalışanların emeğinden elde edilirdi. Reşit ve vücudu sağlam olan gayr-ı müslim erkek verirdi. Buna harac-ı rüus veya cizye denirdi. Topraktan alınan vergiye de harac-ı araziye denilirdi.
  • Müslüman olmayanlardan alınan vergi.

haram

  • Helâl olmayan, İslâmiyetçe ve dince nehyedilen şeyler ve ameller. Allah'ın izin vermediği, men'ettiği şeyler. Helâlin zıddı olan şey.

haram lokma / harâm lokma

  • Helâl olmayan ve dînen yenmesi yasaklanan yiyecek.

harbi / harbî

  • Dâr-ül harbde bulunan ve müslim olmayan kimse. Arada anlaşma yapılmamış düşman.
  • Harbe mensub ve müteallik.
  • Tüfek temizliği için kullanılan demir çubuk.
  • Müslüman olmayan, İslamî devletle de anlaşması bulunmayan bir devletin Müslüman olmayan mensubu.
  • Harble ilgili.
  • Savaş yerinde bulunan ve müslüman olmayan kimse.
  • Anlaşma yapılmamış düşman.
  • Tüfek doldurma âleti.

harekat-ı meşrua / harekât-ı meşrua

  • Dinen helâl olan, yapılmasında bir mahsur olmayan hareketler.

harekat-ı nameşrua / harekât-ı nâmeşrua

  • Dinen helal olmayan hareketler.

harem

  • Girilmesi serbest olmayan yer.
  • İhrama girilen yerden itibaren Kâbe'ye doğru olan kısım.

harf

  • Alfabenin kendi başına bir mânâsı olmayan her işareti.

harici / haricî

  • Dışarıya âit olan. İçeriye âit olmayan. Dış ile alâkalı. Ecnebiye âit.
  • Zorba ve âsi olan.
  • Seyyid olmadığı halde seyyidlik iddia eden.
  • Vaktiyle Hazret-i Ali Kerremallâhü veche'ye âsi olan fırka-i dâlle ashabından herbiri.

harik / harîk

  • Erkekliği olmayan adam.

hasen hadis / hasen hadîs

  • Bildirenler sâdık (doğru) ve emîn (güvenilir) olup, fakat hâfızası (anlayışı) sahîh hadîsleri bildirenler kadar kuvvetli olmayan râvîlerin, kimselerin bildirdiği hadîs-i şerîf.

hasr-ı fikir

  • Bir şeye bütün fikrini vermek ve başka şeyle meşgul olmamak tarzı ve düsturu ile o şeyde veya meslekte mütehassıs ve muvaffak olmaya çalışmak. Bütün fikri çalışmayı bir şey üzerinde toplamak.

hasr-ı nazar

  • Sadece bir şeye bakıp dikkat etmek.
  • Yalnız bir mevzu veya meslek üzerinde çalışıp onda mütehassıs ve muvaffak olmaya çalışmak.

hass / hâss

  • (Çoğulu: Havass) Hususi. Hâlis. Kıymetli ve ileri gelen mühim yakınların topluluğu.
  • Bir şeyde bulunup başkasında bulunmayan. Umumi olmayıp mahsus olan.
  • Tam ayar olan, yabancı maddelerle karışık olmayan ve içinde bozuk bulunmayan. Tek, münferid.
  • Saf.
  • Tar: Osman

hasur

  • Mânevi mücahededen dolayı kadınlara yaklaşmaya rağbet etmeyen.
  • Sır saklayan. Keder ve üzüntüden gönlü daralan, tasadan içi sıkılan.
  • Çok bahil kimse. (Halkla yer ve içer, birşey vermez)
  • Oğlu ve kızı olmayan.
  • Avrete cimâ edemeyen.
  • İhlili dar olan deve.

havaic-i gayr-ı zaruriye / havâic-i gayr-ı zaruriye

  • Zorunlu olmayan ihtiyaçlar.

havayic-i gayr-ı zaruriye

  • Zorunlu olmayan ihtiyaçlar, ihtiyaç olmadığı halde ihtiyaç haline gelmiş şeyler.

havbet

  • (Havb) Açlık, hâcet, meskenet.
  • Çayırı, otlağı olmayan kır yer.

havl ve kuvvet-i samedani / havl ve kuvvet-i samedanî

  • Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan, ama herşey Kendisine muhtaç olan Allah'ın güç ve kuvveti.

hayal

  • (Çoğulu: Hayâlât) Zihnen tasarlanan şey. Hakikatı bilinmeyip akılla tasarlanan veya gölgeli görünen şey.
  • Asıl olmayan ve akıldan geçen fikir.

hayal-perest

  • Hayalî şeylerle çok uğraşan. Çok hayal kuran. Dalgın. Olmayacak şeylerle avunan. (Farsça)

hayalet / hayâlet

  • Gerçek olmayan görüntü.

hayaliyyun mezhebi

  • Aslı olmayan ve hayalde tasavvur edilen şeyleri, gerçek olduğunu vehm edenlerin mesleği.

hayalperest

  • Hayalci olan; gerçekçi olmayan.

hayat-ı bakiye / hayat-ı bâkiye / حَيَاتِ بَاقِيَه

  • Sonu olmayan hayat, âhiret.

hayat-ı ezeliye

  • Başlangıcı olmayan devamlı hayat.

hayat-ı maneviye / hayat-ı mâneviye

  • Maddî olmayan, mânevî hayat.

hayih

  • Lâzım olduğu halde mevcud olmayan nesne.

hayvan

  • Canlı şey, insanla beraber her canlı.
  • İnsan olmayan idraksiz canlı yaratık.
  • Yük kaldıran, araba çeken ve binilen hayvan, beygir, katır v.s.
  • Mc: Akılsız ve idraksız insan, ahmak. (Aslı "Hayevan"dır)

hayvan-ı fani-i zail / hayvan-ı fâni-i zâil

  • Gelip geçici, yok olmaya mahkum hayvan.

hayy-ı baki / hayy-ı bâki / حَيِّ بَاق۪ي

  • Sonu olmayan dâimi hayat sahibi (Allah).

hazine-i binihaye / hazine-i bînihaye

  • Sonu olmayan hazine.

hazine-i ezeliye-i kelam-ı ilahi / hazine-i ezeliye-i kelâm-ı ilâhî

  • İlâhî konuşma sıfatının başlangıcı ve sonu olmayan hazinesi.

hazır

  • Huzurda olan, göz önünde olan. Amade ve müheyya olan. Gaib olmayan.
  • Müstaid olan.

hel min mezid

  • Daha yok mu? Daha olmayacak mı? mânâlarında kullanılır.

helahil

  • (Tekili: Hülhül) Tesiri pek kuvvetli ve öldürücü zehir. Panzehiri olmayan ağu.

helal

  • Allah'ın müsaade ettiği şey. Haram olmayan. Dinî bakımdan kullanılmasında, yenilip içilmesinde, dinlenmesi veya bakılmasında yahut dokunulmasında nehiy olmayan.
  • İhramdan çıkan hacı.

hemel

  • Çobanı olmayan deve.

herzevekil

  • Kendine vazife olmayan şeylere karışan. Fodul, boşboğaz. Her şeye burnunu sokan. (Farsça)

heşile / heşîle

  • Sahibinin izni olmayarak bir adamın bindiği deve.

hevaperest / hevâperest

  • Meşru olmayan lezzet ve heves peşinde olan.

hevcele

  • Hiçbir işaret ve alâmet olmayan ev veya sahrâ.
  • Yürügen deve.
  • Uzun boylu, ahmak erkek.

hey'atın feletatı / hey'atın feletâtı

  • Birini taklit eden kimsenin taklitçiliğini gösterip ilân eden sürçmeleri, falsoları. Kemalât-ı ruhiye veya mükemmelliğin iktizası olan umum ahvaldeki fıtrîlik ve müvazeneyi o seviyede olmayanın sun'î taklitteki gayr-ı fıtrîliği.

heyula

  • Zihinde tasarlanan korkunç hayal.
  • Gösteriş ve iriliği olduğu halde hiçbir te'siri ve değeri olmayan şey.
  • Eski felsefede: Eşyanın aslı ve gerçek olan kısmı. Madde.

hez

  • Eğlence. Ciddi olmayan söz.

hezeliyat / hezeliyât

  • Ciddi olmayan sözler, saçmalamalar.
  • (Tekili: Hezl) Ciddi olmayan sözler. Saçma sapan konuşmalar. Deli saçması.
  • Ciddi olmayan sözler.

hezl

  • Ciddi olmayan söz. Saçma, uydurma, yalan konuşmak.
  • Edb: Meşhur bir manzumeye lâtife tarzından nazım yapmak. Bu tarzda yapılan nazım.

hıdane / hıdâne

  • Çocuğu kucağa almak, besleyip büyütmek üzere yanında bulundurmak. İslâm nikâhının bozulmasından sonra (ayrılıkta), çocuğu, selâhiyetli (yetkili) olan kimsenin yâni başkası ile evli olmayan annenin belirli bir yaşa gelinceye (oğlan çocuğu yedi, kız ye tişkin oluncaya) kadar yanında alıkoyması ve terb

hikmet-i samedaniye / hikmet-i samedâniye

  • Herşey Ona muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın kâinatta gözettiği gaye ve fayda.

hile-i şer'iye

  • Müşkül bir mes'eleyi, şer'i esaslar üzeri, hazakatla hall ve izah etmek ve şer'an muahaze ve mes'uliyeti mucib olmayacak surette te'vilini bulmaktır. Bu tabir kanuna, yani şeriata karşı irtikâb edilen, hile, oyun, aldatma veya şer'î bir hükmü bertaraf etmek mânasına olmayıp, ancak karışık bir durumu

hill

  • Helâl. Yapılması günah olmayan.
  • Harem-i Kâbe ile mikat arası, hac zamanında Mekke-i Mükerreme dışında ihrama girilen yerin haricinde bulunan saha.

hırz-ı bigayrihi / hırz-ı bigayrihî

  • Aslında eşya saklamaya mahsus olmayan, izin almadan girilebilen ve konacak malların yanında muhafızı olan yer. (Yol, mescid, meydan gibi)

hışaş

  • Başı küçük adam.
  • Küçük başlı yılan.
  • Devenin burnuna geçirdikleri burunduruk.
  • Kuşlardan, dimağı olmayan.
  • Çuval.
  • Cânip, taraf.
  • Sinir.

hiss-i selim

  • Selim his. Her çeşit zarar verebilecek olan, müsbet olmayan ve şerre giden şeylerden kendini koruma hissi.
  • Sağlam ve insanı yanıltmayan his.

hitab-ı ezeli / hitab-ı ezelî

  • Ezele ait hitap; başlangıcı olmayan sonsuzluk âleminin hitabı; Allah'ın sözü.

hitabat-ı ezeliye / hitâbât-ı ezeliye

  • Ezelî hitaplar; başlangıcı olmayan sonsuz varlığın sahibi Allah'tan gelen hitaplar, mesajlar, seslenişler.

hitabet beratı

  • Eskiden vazifeli cami hatiblerine, hatibliğe tayin olduklarına dair verilen vesika. (Osmanlı İmparatorluğu zamanında yan zamanda halife olan padişahı temsil eden, cuma ve bayram hutbelerine çıkan bu hatiblere pek fazla ehemmiyet verilirdi. Hitabet beratı olmayan hatibler, cuma ve bayramlarda hutbe o

hıyare

  • Otsuz, otu olmayan yer.

hizbullah

  • Allah için din uğrunda ciddi gayret sâhibi olan ve din düşmanlarıyla aslâ hakiki dost olmayan mücahid cemaat. "Hizb-ül Kur'an" tabiri de aynı mânada kullanılır. (Kur'an-ı Kerim'de 5:56 ve 58:22 âyetlerinde zikredilir.)

hoşgu / hoşgû

  • Hoş konuşan, tatlı dilli. Konuşmaları kırıcı olmayan. (Farsça)

huda / hudâ

  • Varlığı kendinden olup, başkasına muhtâc olmayan Allahü teâlâ.

hukuk-u gayr-i mektube

  • Kanunlarda mevcud olmayan örf ü âdet ve teâmül kabilinden olan haklar.

hukukullah

  • Fık: İbadetler ve İlâhî cezalar, ukubetlerle alâkalı haklar.
  • Hukukullah umuma taalluk edip, yalnız bir şahsa âid olmayan ahkâm demektir. Bunlar hukuk-u umumiyeden ibarettir. Cenab-ı Hakk'a izafesi, tazim ve ehemmiyetine işaret içindir.

hulam

  • Kurban olmayan küçük oğlak.

huld

  • Ebedilik. Sonu olmayan. Sonu olmamak.
  • Sonu olmayan.
  • Ebedî devamlı.

hümanizm

  • Lât. Edb: İslâmiyete mugayir ve aykırı eski Yunan ve Lâtin edebiyatı ve felsefesi taraftarlığı hareketi.
  • Fls: İnsan menfaatını hayatta değer ölçüsü kabul eden ve dine tâbi olmayan, insana aşırı hâkimiyet tanımak isteyen ve maddeperest, dinsiz, imansız bir cereyan, bir fikir ve bâtıl

hünsa / hünsâ

  • Erkek ve kadın olduğu belli olmayan, hem erkeklik hem kadınlık uzvu bulunan kimse.
  • Cinsiyeti belli olmayan.

hür

  • Köle olmayan erkek.

hurafat / hurâfât

  • (Tekili: Hurafe) Aslı esası olmayan, bâtıl rivayetler. Bâtıl inanışlar. Hurafeler.
  • Aslı, esası olmayan sözler ve rivayetler, hurafeler.
  • Aslı esası olmayan saçma inanışlar.

hürmet

  • Riâyet. İhtiram.
  • Haysiyet. Şeref.
  • Haram olma. Haramlık.
  • Irz, nâmus gibi başkasına helâl olmayan husus.

hürr

  • Kimsenin baskısı, zorlaması olmadan meşru' dairede istediği gibi yaşayabilen.
  • Esir veya köle olmayan. Serbest.

hurre

  • (Çoğulu: Harâyir) İyi.
  • Câriye olmayan kadın.

hürre

  • Esir veya câriye olmayan hür kadın.
  • Hür kadın. Câriye olmayan kadın.
  • Cariye veya esir olmayan kadın.

huruf

  • (Tekili: Harf) Harfler. İsim ve fiil olmayan kelimeler.

huruf-ı mukattaa / hurûf-ı mukattaa

  • Kur'ân-ı kerîmde bâzı sûre başlarında bulunan ve mânâsı açık olmayan ikisi üçü bir arada veya tek başına yazılı harfler. Elif lâm mîm, Yâsîn, Elîf lâm râ... gibi.

hüsn-ü arazi / hüsn-ü arazî

  • Ber şeyin aslen kendisinde olmayan ve kendisine sonradan gelmiş olan güzellik.

husser

  • Cübbesi ve zırhı olmayanlar. Çıplak kimseler.

hususi / hususî

  • Bir şeye aid olan. Herkese âid olmayan.

hutbe-i ezeliye

  • Varlığının başlangıcı olmayan Allah'ın insanlara ve cinlere bir hutbesi olan Kur'ân.

huzur-u lamekani / huzur-u lâmekânî

  • Hiçbir mekâna muhtaç olmayan Zâtın huzuru; Allah'ın hiçbir mekânla sınırlı olmayan katı.

i'tikadat-ı batıla / i'tikadât-ı bâtıla

  • Bâtıl, hak olmayan, asılsız şeylere inanışlar.

ibadet-i nafile / ibadet-i nâfile

  • Farz ve vâcib olmayan ibadet.

ibahat / ibâhât

  • (Tekili: İbâhe) Mübahlar. Günah ve sevab olmayan işler.
  • Haram olmayanlar.

ibda'

  • Cenab-ı Hakkın âletsiz, maddesiz, zamansız, mekânsız yaratması ve icâdı.
  • Misli gelmemiş bir eser meydana koymak, icâd, ("İbda', ihdâs, ihtirâ, icâd, sun', halk, tekvin" kelimeleri birbirine yakın mânâdadırlar.)
  • Edb: Geçmişte benzeri olmayan şiiri söylemek.

ibda-ı san'at

  • Benzeri olmayan mükemmellikte san'at eseri. İbda' yapabilene mübdi', eserlerine bedi'a denir.

ibham

  • Mübhem, kapalı bırakmak. Belirsiz olmak. Muayyen olmayan.
  • Edb: Sözün kolayca anlaşılmayacak şekilde kapalı olması, vâzıh olmayışı.
  • Baş parmak.

ibtida'

  • Benzeri olmayan bir şey yaratmak.

icadsız

  • Yaratma özelliği olmayan.

icare-i faside / icare-i fâside

  • İn'ikad şartlarını câmi' olduğu halde sıhhat şartlarını tamamen veya kısmen cami olmayan icaredir. Bu, aslen meşru olduğu hâlde vasfen meşru bulunmamış olur. Binaenaleyh böyle bir icareyi mucir ile müstecirden herhangi biri fesh edebilir.

icare-i gayr-i mün'akide

  • İn'ikad şartlarını tamamen veya kısmen câmi' olmayan icaredir ki, buna "İcare-i batıla" da denir.

icare-i mevkufe

  • Başkasının hakkı taalluk edip icazeti lahık olmadıkça nâfiz olmayan icaredir.

iddiaiyyat

  • (Tekili: İddiaî) İddia ile ilgili. Şahidi olmayan sözler.

iftira

  • Birine aslı olmayan bir suç yükleme.

iftiraat

  • (Tekili: İftira) İftiralar, asılsız isnatlar, aslı esası olmayan suç yüklemeler.

iğna / iğnâ / اغنا

  • Zengin etme, kimseye muhtaç olmayacak hale getirme. (Arapça)

iğreti

  • t. Ödünç, borç, kendi malı olmayan. Yerli ve sabit olmayan, muallak gibi duran.
  • Muvakkat, bağlı bulunmayan, geçici.
  • Fıtrî olmayan, sahte, sun'î.

ihriz

  • Bitkin, dermansız. Kımıldanmağa ve bir şey yapmağa hâli ve mecâli olmayan.

ihsanperver

  • İhsan edici. İyiliği çok sever. (İhsan ihsandır, eğer nev'e olsa veya muhtaca ve fakire olsa. Sehavet o vakit tam sehavettir, eğer millet için olsa, yahut milleti tazammun eden bir ferde olsa güzeldir. Şayet muhtaç olmayan şahsa olsa, şahsı tembel eder. Çingeneliğe alıştırır. Elhasıl, millet bâkidir (Farsça)

ihtilaf-ı din

  • Biri müslim, diğeri gayr-ı müslim olmak gibi ayrı dinde bulunmak. Din ayrılığı miras almağa mânidir. Binaenaleyh gayr-i müslim, müslimin; müslim de gayr-i müslimin mirasına nâil olamaz. Fakat müslim olmayan milletler arasında din ayrılığı miras almağa mani değildir.

ihtilakıyyat

  • Yalanlar, aslı olmayan sözler. Uydurma sözler.

ihtira' / ihtirâ'

  • Evvelce olmayan bir şeyi ortaya çıkarma, îcâd etme, yaratma, yoktan var etme.

ihtiyari / ihtiyarî

  • Mecburi olmayan. İsteğe bağlı. Bir kimsenin isteğine bırakılmış olan.

ihtiyat / ihtiyât

  • Dîne uygun olmayan bir işi yapma şüphesinden kurtulmak için, tedbirli hareket etme.

ikrah-ı gayr-i mülci / ikrâh-ı gayr-i mülcî

  • Mülcî olmayan ikrâh. Bir kimseyi istemediği bir sözü veya işi yapmaya zorlarken tam şiddet kullanmama.

ıktaat

  • (Tekili: Iktâ) Sahibi olmayan ve üzerinde imaret eseri olmıyan yerlerden olup, ulülemr tarafından istihkak sahibine imar ve inşa etmesi için tahsis olunan arazi.

ilac na-pezir / ilac nâ-pezir

  • Tedavisi mümkün olmayan, ilâç kabul etmeyen. (Farsça)
  • İmkânsız, çaresiz. (Farsça)

ilm-i ezeli / ilm-i ezelî

  • Allahü teâlânın başlangıcı olmayan ilmi.

ilm-i layetenahi / ilm-i layetenâhî

  • Allah'ın sonu olmayan ilimi.

ilmi / ilmî

  • İlimle, bilgi ile alâkalı. İlme ait ve müteallik. Câhilce ve tetkiksizce olmayan.

ilva

  • Çevirmek. Baş eğmek. Başı eğilmek.
  • Başkasının sözünü maksadı olmayan başka tarafa çevirmek.
  • Birinin hakkını inkâr eylemek.
  • Bayrağı kaldırmak. Sancak dikmek.

iman-ı taklidi / iman-ı taklidî

  • Az şüphelere mağlup olabilen, başkalarını takliden olan iman. Tahkik ehline ait olmayan, câhillere mahsus iman.

imkanatından evleviyet olmayan / imkânâtından evleviyet olmayan

  • İhtimallerindeki öncelikleri ayırt edilemeyen; oluşma ihtimallerinde öncelik olmayan.

inayetname

  • Allah'ın yardım ve inayetine mazhar olmaya, Kur'ân ve iman hakikatlerini anlamaya vesile olacak mektup, yazı.

indi / indî

  • Yanlı, taraflı; objektif olmayan.

ıniz

  • Cimâa kadir olmayan erkek.
  • Cimâdan safâlı olmayan avret.

innin

  • Cinsi münâsebete muktedir olamıyan, cinsi iktidarı olmayan. Kısır.

inorganik

  • Mâden cinsinden olan, cansız maddelerden bulunan. Organik olmayan. Hayvan ve insan gibi vücud yapısına ait olmayan. (Fransızca)

intak

  • Edb: Söylemeğe kabiliyeti olmayanı söyletmek. Onun nâmına konuşmak. Nutka getirmek, söyletilmek. Dile getirmek.
  • Nutka getirmek, söyleme yeteneği olmayanı söyletmek.

irade-i ezeliye / irâde-i ezeliye

  • Varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan Allah'ın irâdesi.

iradesiz

  • Tercih ve dileme özelliği olmayan.

irtikab / irtikâb

  • Bir işe girişmek.
  • Kötü bir iş işlemek. Rüşvet almak gibi çirkin bir şey yapmak.
  • Bir makamı âlet ederek, hakkı olmayan para veya malı hile ile almak.

iş'ar-ı samedani / iş'âr-ı samedânî

  • Her şeyin Kendisine muhtaç olduğu, fakat Kendisi hiçbirşeye muhtaç olmayan Cenâb-ı Hakkın bildirmesi.

isbat-ı ezeliyet / isbat-ı ezelîyet

  • Allah'ın, başlangıcı olmayan sonsuz bir varlık olduğunun ispatı.

ismen

  • Sadece isimle, gerçekten olmayan.

ismetsiz

  • Masum olmayan.

ismi / ismî

  • (İsmiyye) İsme mensub, isimle alâkalı. İsmen olup aslen olmayan, varlığı isimden ibâret olan. İsim cinsinden.
  • Arabçadan iki isimden, yani; müsned ile müsned-i ileyhten mürekkep cümle.

ispat-ı vacibü'l-vücud / ispat-ı vâcibü'l-vücud

  • Varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan Allah'ın ispatı.

istib'ad

  • Uzaklaşma. Uzak görme, ihtimal vermeyiş, olmayacak sanma, akıldan uzak görme.
  • Yakıştırmayış.

istibdad

  • Başlı başına olmak. Keyfî idare sistemi.
  • Zulüm ve tahakküm. İdaresi altındakilerin istemediği şeyleri yalnız kendi keyfine göre zorla ve zulümle yaptırmaya çalışmak. Kanun ve nizamlara bağlı olmayarak, çok defa da kanun namına kanunsuzluk yaparak, keyfi hükmünü icra ettirmek. Kimseyi

istibdal-i müseccel

  • Lüzumuna hükmolunduğundan dolayı nakzı caiz olmayan istibdal.

istifham-ı aninnefy

  • Nefyi olmayan sual sormak. Meselâ: Cenab-ı Hakk'ın ruhlara: Ben Rabbiniz değil miyim? diye sorması gibi. Buna istifham-ı takrirî de denir.

istifham-ı inkari / istifham-ı inkârî

  • Bir şeyin öyle olmayacağını soru sorma şekliyle ifade etme; "Hiç böyle olur mu?".

istihare

  • Bir işin hayırlı olup olmayacağını anlamak niyetiyle abdest alıp, dua edip, rüya görmek üzere uykuyu yatma.

istihaza / istihâza

  • Kadınlarda âdet ve lohusalık dışında gelen ve oruç ile namaza mânî olmayan kan.

istikrarsız

  • Sabit olmayan; değişken.

istinbat / istinbât

  • Bir söz veya işten gizli bir mânâ çıkarma, zımnen, açık olmayarak, dolayısıyla anlama.

istitradi / istitradî

  • İstitrad ile alâkalı. Asıl mevzudan olmayan.

itibardan hakikate

  • İtibari, varsayım olmaktan gerçek olmaya.

ittifak noktaları

  • Ortak noktalar, ihtilâflı olmayan noktalar.

kabih / kabîh / قبيح

  • Çirkin, hoş olmayan. (Arapça)

kabih-ül vech

  • Çirkin yüzlü. Suratı, siması güzel olmayan.

kabil olmayan

  • Mümkün olmayan.

kabil-i gayr-i telakkuh

  • Gebeliği mümkün olmayan.

kabil-i ıslah olmayan / kabil-i ıslâh olmayan

  • Düzelmesi mümkün olmayan.

kabil-i kıyas olmayan

  • Kıyası mümkün olmayan, karşılaştırılamaz.

kabil-i teshir olmayan

  • Boyun eğdirilmesi mümkün olmayan.

kadd-i müstesna

  • Müstesna boy. Güzellikte emsalsiz ve benzeri olmayan endam.

kader

  • Allahü teâlânın ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile, ilerde olacak hâdiseleri ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) bilip takdîr etmesi; alın yazısı.

kadim / kadîm / قَد۪يمْ

  • Eski zaman.
  • Başlangıcı olmayan. Uzun zamandan beri var olan.
  • Evveli bilinmeyen hâl ve keyfiyet.
  • Eski.
  • Varlığının başı ve öncesi olmayan.
  • Eski.
  • Öncesini bilir kimse bulunmayan, öncesi bilinmeyen şey. Başlangıcı olmayan, ötedenberi mevcut bulunan.
  • Başlangıcı olmayan.
  • Allahü teâlânın zâtına âit sıfatlarından. Varlığının evveli, başlangıcı olmayan.
  • Zaman bakımından eski olan şey.
  • Önce olan, başlangıcı olmayan.

kadim-i baki / kadîm-i bâkî

  • Varlığının başlangıcı olmayan ve sürekli hayat sahibi Allah.

kadim-i lemyezel / kadîm-i lemyezel / قَدِيمِ لَمْ يَزَلْ

  • Varlığının başlangıcı ve sonu olmayan Allah.
  • Önce olan, başlangıcı ve sonu olmayan (Allah).

kadir-i bimisal / kadîr-i bîmisâl

  • Herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi olan, eşi ve benzeri olmayan Allah.

kadir-i ezeli / kadîr-i ezelî / قَد۪يرِ اَزَل۪ي

  • Herşeye gücü yeten, varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan Allah.
  • Başlangıcı olmayan nihâyetsiz kudret sâhibi (Allah).

kadir-i ezeli-i zülcelal / kadîr-i ezelî-i zülcelâl

  • Varlığının başlangıcı olmayan sonsuz haşmet ve kudret sahibi Allah.

kadir-i muhtar / kâdir-i muhtâr

  • Dilediğini yapabilen, bir şeyi yapmaya mecbur olmayan.

kagşar

  • Yıkılmak üzere. Yıkılıp harabolmaya yüz tutmuş.

kalem

  • Levh-i mahfûz üzerine Allahü teâlânın ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile bilip taktîr ettiği şeyleri yazan, nasıl olduğu insanlar tarafından bilinemeyen kalem.

kalemsiz

  • Okur yazar olmayan.

kalender

  • İbâdetlerin görünmesine önem vermeyen, herkese tatlı söyleyerek kalb kazanmağa çalışan, farzları yapmaya dikkat eden ve dünyâya düşkün olmayan kimse.

kandave

  • Yaramaz huylu.
  • Gıdası olmayan taam.
  • Büyük iri.

karah

  • (Çoğulu: Akriha) Bina ve ağaç olmayan arazi.

karh

  • Yaralama.
  • Hasta olmak.
  • Bedende çıkan yara.
  • Su olmayan yerde kuyu kazmak.
  • Yanlış ve yalanla hakkı değiştirmek ve battal etmek.

karib / karîb

  • Çok yakın. Yerce ve mekânca uzak olmayan.
  • Yakın hısım.
  • Yakın, yakın olan, uzak olmayan, soyca yakın.

kaşi'

  • Kararı ve sebâtı olmayan kişi.
  • Dağılmış, müteferrik.

kasid

  • Kesat olan, sürümü olmayan.

kaside-i şerife

  • Şerefli kaside; on beş beyitten az olmayan ve büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir.

kavanin-i ezeliye / kavânin-i ezeliye

  • Başlangıcı olmayan kanunlar.

kavl-i leyyin

  • Yumuşak söz. Sert olmayan söz. Enâniyetli olmayan söz.

kavmiyetçilik

  • İslâmiyetin âyet-i kerime ve hadis-i şerifle men'ettiği, soy sop üstünlüğü ileri sürerek, kendi kavminden olmayanlardan ayrılmak ve onları hakir görmek.

kaylule

  • Kerâhet vakti olmayan kuşluk vakti uykusu, öğle uykusu.

kaza ve kader / kazâ ve kader

  • Allahü teâlânın meydana gelecek hâdiseleri ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) bilip takdîr etmesi ve bu hâdiselerin zamânı gelince, Allahü teâlâ tarafından yaratılması ve meydana çıkması. Allahü teâlânın birşeyin varlığını ezelde bilip, takdîr et

kazaen

  • Kaza ile, elde olmayarak.

kaziye-i bedihiyye

  • Man: Delil ile isbata muhtaç olmaksızın, aklın cezmen hüküm ve tasdik eylediği hüküm. Bu iki kısma ayrılır:1- Kaziye-i bedihiyye-i akliyye: Aklın hârice danışmayarak ve havassın (hislerin) tavassut ve yardımına muhtaç olmayarak tasdik eylediği kaziyeye denilir ki; akıl mücerret mevzu ve mahmulünü ta

kaziyye-i bedihiyye

  • Bedîhî kaziyye, isbata muhtaç olmayan açık hüküm.

kazur

  • Temiz olmayan şeylerden sakınan kimse.

keçel

  • Başı kel olan kişi. Başında saç olmayan kimse. (Farsça)

kelam-ı kadim / kelâm-ı kadîm

  • Ezelî yâni başlangıcı olmayan söz, kelâm; Kur'ân-ı kerîm.
  • Allah'a ait olduğu için varlığının başı ve öncesi olmayan kelâm, Kur'ân.

kelam-ı nefsi / kelâm-ı nefsî

  • Cenab-ı Hakk'ın lâfz, harf ve ses olmayan zâtî kelâmı. İçten konuşma.

kelkahya / kelkâhya

  • Mc: Vazifesi olmayan şeylerle alâkadar olan. Her şeye karışan.

kelul

  • Kütelip kesmez olmak.
  • Göz nuru zayıf olmak.
  • Çocuğu ve anası olmayan şahıs.

kemal-i bizeval / kemâl-i bîzevâl

  • Yok olmayan mükemmellik, kusursuzluk.

kemal-i zati / kemâl-i zâtî / كَمَالِ ذَات۪ي

  • Zâtına âit, kendisinden olup başkasından olmayan mükemmellik.

kerahet-i tenzihiyye / kerâhet-i tenzîhiyye

  • Yasak olmasına kuvvetli ve açık bir delil bulunmayan ancak yapılması iyi olmayan şeyler. Helâle yakın mekrûh.

keraheten

  • Kerahet olarak, makbul olmayarak, istenmiyerek.

kesbi / kesbî

  • Çalışmakla kazanılan. Sonradan elde edilen. Doğuştan olmayan. Vehbî olmayan.

keşfiyat-ı kat'iye

  • Kesinliğinde şüphe olmayan keşifler; mânevî âlemlerde bazı hakikatleri görme.

kesif / kesîf / كَث۪يفْ

  • Koyu. Çok sık ve sert. Şeffaf olmayan.
  • Şeffaf olmayan, yoğun.

kesr-i adi / kesr-i âdi

  • Ondalık olmayan kesir. Bayağı kesir. Meselâ: 3/8, 7/20 gibi.

kimya

  • Basit cisimlerin hususiyetlerini, bu cisimlerin birbirlerine olan tesirlerini ve bundan ileri gelen birleşmeyi inceleyen ilim. Basit maddelerdeki değişikliği anlamağa çalışan ilim kolu.
  • Edb: Aşk.
  • İlâç.
  • Tas: Mevcud olana kanaat ve elde edilmesi mümkün olmayana ait arzu

kısır

  • Çocuğu olmaz, doğurmaz.
  • Münbit olmayan ve mahsul alınamayan verimsiz toprak.

kisr

  • Üstünde eti çok olmayan kemik.
  • Çadır eteği.

kışri / kışrî

  • Kışra, kabuğa dair. Dış yüce ait ve müteallik. Yüzünden. Derinden ve esastan olmayan. Künhü ve esası olmayan.

kıt'a

  • (Çoğulu: Kıtat) Dünyanın kara parçalarından her biri.
  • Memleket. Ülke.
  • Mat: Bir dairenin bir yayı ile onun çapı arasındaki kısım.
  • Tıb: Kesik organın vücudda kalan parçası.
  • Ask: Çok kalabalık olmayan askerî kuvvet.
  • Edb: En az iki beyitten yapılmış manzum

kitab-ı hikmet-i samedaniye / kitab-ı hikmet-i samedâniye

  • Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan ancak herşey Kendisine muhtaç olan Allah'ın hikmetlerle dolu kitabı, İlâhî amaç ve hikmetleri gösteren kitap.

kitab-ı samedani / kitab-ı samedânî

  • Herşey Kendisine muhtaç olduğu halde, Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın bir yazı gibi yarattığı kitap.

kitabe

  • Kabartılarak veya oyularak sert levhalar üzerine yazılan yazı. Levha olarak yazılan manzum olmayan nesir halinde levha yazma ilmi.
  • Mezartaşı yazısı.

kıyam bi nefsihi / kıyâm bi nefsihî

  • Allahü teâlânın zâtî (zâtına âit) sıfatlarından; varlığı kendinden olan, hiçbir şeye muhtâc olmayan.

kıyas-ı maalfarık / kıyas-ı maalfârık

  • Birbirine benzemiyen şeyler arasında yapılan kıyas. Yani, doğru olmayan ve hakikata uymayan mukayese.

kızr

  • Pak olmayan nesne.
  • Temiz olmayan şey.

kof

  • İçi boş. Kovuk.
  • Aklı ve ilmi olmayan. Câhil.

kompleks

  • Bir anda kavranamıyacak şekilde çeşitli sebeblerden, unsurlardan meydana gelmiş. (Fransızca)
  • Basit olmayan. Mürekkep. (Fransızca)
  • İnsanların davranışlarına, ruh hâllerine yön veren birbirine bağlı şuuraltı hayallerinin bütünü. (Fransızca)

konsolit

  • (Konsolide) Ana sermayenin ödeme tarihi belli olmayan ve yalnız faizi ödenen devlet tahvili. (Fransızca)

kuddus / kuddûs

  • Kusur ve noksanlıklardan müberrâ olan, en mukaddes. Hiç eksiği olmayan, pâk, temiz. Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarındandır.
  • Mübarekliğin hadsiz derecesini ifâde eder. "En mukaddes" gibi.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Azamet ve celâline, büyüklüğüne lâyık olmayan, noksanlık ve eksiklik getiren şeylerden, his organlarının anladığı, hayâl gücünün hayâl ettiği, hâtıra gelen ve düşünülebilen her türlü vasıftan ve özellikten münezzeh, pâk ve temiz olan.

kudret-i ehad-i samed

  • Bir ve tek olan ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Cenâb-ı Hakkın kudreti.

kudret-i ezeli / kudret-i ezelî

  • Bir başlangıcı olmayan ve ezelden beri var olan Allah'ın kudreti.

kudret-i zatiye-i ezeliye / kudret-i zâtiye-i ezeliye

  • Sonsuz güç ve iktidarı bizzat kendinden olan, varlığının başlangıcı ve sonu olmayan Allah.

kul'at

  • (Çoğulu: Kulu') Ödünç mal. Yurt edinmeye müsait olmayan yer.

külli irade / küllî irâde

  • Allahü teâlânın başlangıcı ve sonu olmayan irâde (dileme) sıfatı.

kur'an-ı kerim / kur'ân-ı kerîm

  • Allahü teâlânın Cebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla Muhammed aleyhisselâma yirmi üç senede Arabça olarak indirdiği, bize kadar ilk nâzil olduğu şekilde tevâtürle, yalan söylemeleri mümkün olmayan üstün vasıflı insanların bildirmeleri ile gelen ve mushaf larda yazılı olup, okunması ile ibâdet edilen, hi

kur'an-ı samedani / kur'ân-ı samedânî

  • Herşey Kendisine muhtaç olduğu halde, kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın Kur'ân'ı, kâinat kitabı.

kurban

  • Allahü teâlâya yakınlık. Mükîm (yolcu olmayan), âkıl (akıllı), bâliğ (ergen, evlenecek çağa gelmiş), hür ve dînen zengin sayılan, müslüman erkek ve kadın tarafından, Allah rızâsı için kurban niyetiyle kurban bayramının ilk üç gününde (Zilhicce ayının on, on bir ve on ikinci günlerinin her hangi biri

kuvve-i vahime / kuvve-i vâhime

  • Olmayan şeyleri varmış gibi gösteren güç.

küzum

  • Ağzında dişi olmayan yaşlı deve.

la yezali / lâ yezalî

  • Zevalsiz olana ait, sonu olmayanla ilgili.

lac

  • Dar şey. Geniş ve bol olmayan nesne.

ladini / ladinî / lâdini / lâdinî

  • Dinle alâkası olmayan. Dinsiz. Din dışı.
  • Dinle alâkası olmayan, din dışı; lâiklik, sekülerlik.
  • Dinî olmayan, dinle bağlantısı bulunmayan.

lafügüzaf

  • Beyhude, faydası olmayan söz. Boş laf, lakırtı. (Farsça)

lafzi mu'cize / lâfzî mu'cize

  • Kur'ân'ın lâfzına ait mu'cize; Kur'ân'ın yazı ve hat san'atıyla yazılırken farkında olmayarak "Allah" lâfızlarının alt alta gelmesi şeklinde görünen Kur'ân mu'cizesi.

laik / lâik

  • Dine istinad etmeyen. Ruhanî olmayan kimse. Dini olmayan şey. Dinî olmayan fikir, dinî olmayan müessese, sistem veya prensip. Devleti dinî esas ve hükümler ile idare etmeyen sistem. Temel esasların ve kanunların menşeini ve teşri'de (kanun yapmakta) hareket noktasını ve değer ölçüsünü dine isnad etm (Fransızca)
  • Dini olmayan, din dışı.

lameşru / lâmeşru

  • Meşru olmayan, şeriata uymayan, umumi nizam harici.
  • Şeriata aykırı, meşru olmayan (lâ;.

lasani / lâsani

  • Tek, vâhid. İkincisi olmayan.

laşe / lâşe

  • Cife. Kokmuş et parçası.
  • Fık: Karada yaşayıp boğazlanmaksızın ölen veya şer-i şerife uygun olmayan şekilde kesilen kanlı hayvan ve bunların tabaklanmamış (dibagat edilmemiş) derileri.
  • Yenilmesi şer'an haram olan ölmüş hayvan.
  • Zayıf ve cılız hayvan.
  • Mc: Kıyıda
  • Leş. Kendiliğinden ölmüş veya İslâmiyet'in emrine uygun olmayarak kesilmiş veya öldürülmüş hayvan ve böyle hayvanın eti.

latif

  • Mülâyim. Yumuşak. Nâzik. Mütenasip.
  • Güzel. Şirin. Küçük ve hoşa giden.
  • Cisimle alâkası olmayan. Göze görünmeyen.
  • Çok lutf edici.
  • Derin, gizli.

latife / latîfe

  • Hoş, tatlı söz, şaka.
  • Maddeli, zamanlı ve ölçülü olmayan Âlem-i emirdeki beş mertebeden her biri.

latim / latîm

  • Babası ve annesi olmayan kişi.
  • Yüzünün bir tarafı beyaz olan at.
  • Yarış atlarının dokuzuncusu.

laübali / lâübâlî

  • Başkalarıyla saygısızlığa varacak şekilde senlibenli; çekinmesi ve sakınması olmayan.

laya'kil / lâya'kil / لایعقل

  • Kendinde olmayan. (Arapça)

layezali / lâyezâlî

  • Yok olmayan.

layuad / lâyuad

  • Adedi belli olmayan. Sayısız. Pek çok.

lazım / lâzım

  • Lüzumlu, gerekli.
  • Bir şeyden aslâ ayrılmayan. Bir işte beraber bulunmasına ve vücuduna ihtiyaç olan şey.
  • Gr: Müteaddi olmayan.
  • Birbirinden ayrılması mümkün olmayan iki şeyden birinci derecede geleni; meselâ Güneş lâzımdır, gündüz melzumdur. Kur'ân lâzımdır, onun açıklaması olan tefsir melzumdur.

lazım-ı gayr-ı müfarık / lâzım-ı gayr-ı müfarık

  • Ayrılması mümkün olmayan, terki câiz olmayan, ziyade gerekli, çok lüzumlu.

lehle

  • Süst ve zayıf nesne.
  • Seyrek dokunmuş bez.
  • Fusaha indinde makbul olmayan şiir ve söz.

lehv / لهو

  • Oyun. (Arapça)
  • Yararı olmayan işler. (Arapça)

lemyezel / لم یزل

  • Yok olmayan.
  • Yok olmayan, kalıcı. (Arapça)
  • Tanrı. (Arapça)

leş

  • Kendiliğinden ölen veya Besmelesiz kesilen veya kesilmeyip de başka sûretle öldürülen veya Ehl-i kitâb olmayan kâfir ve mürtedlerin kestikleri yenmesi haram hayvanlar. Ölmüş hayvan.

levs

  • Pislik, murdarlık. Kir.
  • Zor. Kuvvet.
  • Tam olmayan, zayıf beyyine.
  • Bir şeyi ağızda öte beri gevelemek.
  • Deprenmek.
  • Bulaştırmak ve karıştırmak. Bulaşıklık.
  • Cerâhet, yara.

lezaiz-i nameşrua / lezaiz-i nâmeşrua

  • İslâm'ın izin vermediği meşru ve helâl olmayan lezzetler.

lezzet-i gayr-ı meşrua

  • Dinen helâl olmayan, yasaklanmış lezzet.

ligayrihi / ligayrihî

  • Bizzat olmayan, başkası için.

lükata

  • Fık: Sâhibi belli olmayan sokakta bulunan şey. Bu malı yerden kaldırmağa İltikat, yerden kaldırana da Mültekit denir.

lüzum-u beyyin

  • İspata ihtiyacı olmayan şey, apaçık gereklilik. Meselâ körlük görmemenin, cahillik ilimsizliğin lüzûm-u beyyinidir.
  • İsbata ihtiyacı olmayan şey. Cehil, ilimsizliğe lüzum olması gibi. Ve yine meselâ: Kör olmak, görmemezliğe delildir. (Lüzum-u beyyin'in zıddı: "Lüzum-u gayr-ı beyyin"dir. İsbata ihtiyacı olan şey demektir.)

ma'bud-u ezeli / ma'bûd-u ezelî / مَعْبُودِ اَزَل۪ي

  • İbâdete yegane lâyık olup başlangıcı olmayan (Allah).

ma'dum / ma'dûm

  • Mevcut olmayan. Yok olan. Yok.
  • Yok olan, mevcut olmayan.
  • Yok olan, mevcût olmayan

ma'dum-ül cisim

  • Cismi olmayan.

ma'dumat-ı hariciyye / ma'dumat-ı hâriciyye

  • İlm-i İlâhide olup, maddi vücudu olmayan şeyler.

ma'dumat-ı mümkine

  • Var olacağı ilm-i İlâhîde mâlum olup, henüz mevcud olmayan hâdisat.

ma'kulat

  • (Tekili: Ma'kul) Aklın uygun bulduğu, ancak akıl ile bilinir ve nakle müstenid olmayan meseleler ve ilimler.

ma'nevi / ma'nevî

  • Mânâya, rûha ve gönüle âit olan, inançla ilgili. Maddî olmayan.

ma'rife

  • Gr: Arabçada mübhem olmayan " " harf-i ta'rifi ile bildirilen kelime. Böyle bir kelimeden tenvin kalkar, kelime belirli olur.

ma'şuk-u mecazi / ma'şûk-u mecâzî / مَعْشُوقُ مَجَاز۪ي

  • Hakîkî olmayan fânî sevgili.

ma-i müstamel / mâ-i müstamel

  • Temiz olduğu halde temizleyici olmayan, kullanılmış olan sulardır.

mabud-u ezeli / mabûd-u ezelî / mâbud-u ezelî / mâbûd-u ezelî

  • Varlığının başlangıcı olmayan ve asıl ibadet edilmeye lâyık olan Allah.
  • Varlığının başlangıcı olmayan ve ibadete lâyık olan Allah.
  • Varlığının başlangıcı olmayan ve sadece kendisine ibadet edilmesi gereken Allah.

maddeden mücerret

  • Maddeyle sınırlı olmayan, maddeten yüce.

maddiyat-ı kesife

  • Kesif, şeffaf olmayan maddeler.

maddiyyun / maddiyyûn

  • Maddenin hep var olduğuna, sonradan yaratılmadığına ve yok olmayacağına inananlar, maddeciler.

madumat-ı hariciye / mâdûmât-ı hariciye

  • Görünürde maddî yapısı olmayan.

mağlata-i vehmiye / mağlâta-i vehmiye

  • Vehmin yanlışı doğru göstermesi, olmayan bir şeyi varmış gibi tasvir etmesi.

magşuş

  • Katışık. Karışık. Saf olmayan.

mağşuş

  • Karışık, katışık, saf olmayan.
  • Sikke-i mağşuş: Karışık, hileli madenî para.

mahbub-u ezeli / mahbûb-u ezelî / مَحْبُوبُ اَزَلِي

  • Varlığının başlangıcı olmayan ve bütün yaratılmışlar tarafından sevilen Allah.
  • Başlangıcı olmayan sevgili (Allah).

mahbub-u layezal / mahbub-u lâyezâl / mahbûb-u lâyezâl / مَحْبُوبِ لَا يَزَالْ

  • Yok olmayan, sonsuz sevgili, Allah.
  • Sonu olmayan sevgili (Allah).

mahbub-u layezali / mahbub-u lâyezâlî

  • Sürekli var olan, asla yok olmayan, sonsuz sevgili, Allah.

mahkum-u inkıraz / mahkûm-u inkıraz

  • Yıkılmaya, yok olmaya mahkûm.

mahkun-ud-dem

  • Fık: Katli lâzım olmayan kimse.

mahmud

  • Medh olmaya müstehak, medhe lâyık. Öğülmüş, medh ü senâ olunmuş.
  • Peygamberimizin isimlerindendir.
  • Tar: Ebrehe'nin Kâbeyi yıkmak için getirdiği filin adı.

mahrum / مَحْرُومْ

  • Nasibsiz, hisse ve payı olmayan.

mahsusattaki vehmiyat bedihiyattandır / mahsûsattaki vehmiyat bedihiyattandır

  • Dış duyular vasıtasıyla elde edilen bilgiye vehim karışamaz. Zira hakikati sabittir. Dış duyularla gödüğümüz şeyler dış dünyada vardır. Vehimde olduğu gibi kuruntu ile olmayan bir şeyin varlığına hükmetmek değildir.

mahzur

  • Hazer edilecek şey. Özür. Korkulacak şey. Müsaade olmayan. Mâni. Çekinilecek şey.

mal-i mazmun

  • Emânet olmayan mal.

mal-i mütekavvim

  • Huk: İki mânada kullanılır: Birisi, intifâı mübah olan şeydir. Diğeri, mâl-i mührez demektir. Meselâ, denizde iken balık gayr-i mütekavvim olup, tutmak ile ihraz olundukta, mâl-i mütekavvim olur. İntifâı mübah olmayan mal veya elde edilmemiş olan mal gayr-ı mütekavvimdir. Şirâ ile intifa' mübah oldu

mal-i zımar

  • Bir kimsenin mâlik olduğu halde, onlardan faydalanması kabil olmayan; başka tabir ile, elinden çıkıp galib-i hale nazaran bir daha eline girmeleri umulmayan mallar.

malaya'ni / mâlâya'nî

  • Dünyâ ve âhirete faydası olmayan iş, boş söz, lüzumsuz şey.

malik-i ebedi / mâlik-i ebedî / مَالِكِ اَبَد۪ي

  • Sonu olmayan sâhib (Allah).

manevi / manevî / mânevî

  • (Ma'nevi) Mânaya âit. Maddî olmayan. Mücerred. Ruhani.
  • Mânâya ait, maddî olmayan.
  • Maddî olmayan, ruhanî.

manevi alem / mânevî âlem

  • Maddeden olmayan, maddî gözle görünmeyen âlem.

manevi tevatür / mânevî tevatür

  • Yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun bir hadis-i şerifi mânâ yönünden aktarması veya aktarılırken susmak suretiyle doğruluğunu tasdik etmesi.

maneviyyat

  • Maddî olmayan, manevî olan hususlar.
  • Maddi olmayan kuvvet. Mânâ âlemine âit olanlar. Dinden, imândan, mukaddesât ve imândan gelen kuvvet.

marifetaşina / mârifetâşinâ

  • Marifetin yabancısı olmayan.

maruz-u fena / mâruz-u fenâ

  • Yok olmaya mâruz olan.

masdar

  • Bir şeyin sudur ettiği (çıktığı) menba.
  • Gr: Fiilin şahsa ve zamana bağlı olmayan şekli, fiil kökü. Okumak, yazmak, kitabet, kıraat, ahz, almak... gibi. Masdar kelimesi.; ism-i mekândır, sudur etmek mânasına gelir. Fiilin mâna ve lâfız ciheti ile mebde' ve me'hazidir.

maslahat-ı mürsele

  • Şeriat tarafından ne itibar ve ne de ibtâl ve ilgâ edildiği mâlum olmayan bir mes'elenin maslahat üzere fakihler tarafından hükümlendirilmesi.

matmazel

  • Evli olmayan gayr-ı müslim kız. (Fransızca)

mazarrat-ı mevhume

  • Gerçekte var olmayan, hayalî zararlar.

mazeret / mâzeret

  • Elde olmayan özür.

me'nus / me'nûs

  • Alışılagelen, yabancı olmayan.

mebad / mebâd / مباد

  • (Mebâdâ) Sakın, olmaya ki... (Farsça)
  • Sakın, aman sakın, olmaya. (Farsça)

mebada / mebâdâ / مبادا

  • Sakın, aman sakın, olmaya. (Farsça)

mebni

  • Yapılmış. Kurulmuş.
  • Bir şeye dayanan. Nazar ve itibâr ve isnad olunarak.
  • ... den dolayı... e binâen.
  • Gr: Son harfi harekesi değişmeyen kelime. Tasrife tâbi olmayan (fiil çekimine uğramıyan) kelime.

meç

  • Ateşli silahların icadından evvel kullanılan harp âletlerinden biri. Keskin olmayan tâlim kılıcı, uzun ve ince kılıç.

mecaz / mecâz / مَجَازْ

  • Hakiki olmayan.

mecazi / mecâzî / مَجَاز۪ي

  • Gerçek olmayan.
  • Hakîkî olmayana âit.

mecazi aşk / mecazî aşk

  • Gerçek olmayan aşk; Allah'tan başka diğer varlıklara duyulan şiddetli sevgi.

mecazi rızık / mecâzî rızık

  • Yaşamı devam ettirmek için zorunlu olmayan ve çalışıp çabalamakla elde edilmesi gereken nimetler.

mechel

  • (Çoğulu: Mecâhil) Belirtisiz, işaretsiz, nişansız.
  • Yolu ve izi olmayan çöl.

mechul

  • Bilinmeyen. Belli olmayan.

mefkud

  • Kaybolmuş. Olmayan. Yok. Gayr-ı mevcud.
  • Fık: Ölü veya diri olduğu bilinmeyen, kayıp kimse.
  • Yok olmayan, bilinmeyen.
  • Ölü veya diri olduğu bilinmeyen kayıp kimse.

mekandan münezzeh / mekândan münezzeh

  • Yerle ve mekânla sınırlı olmayan.

mekr

  • Bir kimseye, hiç beklemediği, ummadığı yerden hîle yapmak, tuzak kurmak sûretiyle zarar vermeye çalışmak.
  • İstidrâc yâni Allahü teâlânın bir kimseye bir müddete kadar devamlı olarak hakkında hayırlı olmayan nîmetler verip, onun da bunu Allahü teâlânın bir lütfu ve ihsânı, tuttuğu yolu

mekruh / mekrûh

  • İğrenç, nahoş görülen şey.
  • Fık: Şeriatın haram etmediği, fakat zaruret olmadan yapılmasına izin vermediği, zanna dayanan delil ile işlenmesi caiz olmayan iş.
  • Mihnet. Şiddet.
  • İğrenç, tiksinti veren.
  • Haram olmayan ve zaruret olmadıkça yapılması uygun görülmeyen iş.
  • Hoş görülmeyen, beğenilmeyen şey. Peygamber efendimizin beğenmediği ve ibâdetin sevâbını gideren şeyler. Yasak olduğu haram gibi kesin olmamakla berâber, Kur'ân-ı kerîmde, şüpheli delil ile, yâni açık olmayarak bildirilmiş veya bir sahâbînin (Peygamb er efendimizin arkadaşlarının) bildirmesi ile anl

mektub-u samedani / mektub-u samedanî

  • Hiç bir şeye muhtaç olmayan Allah'ın eserleri. Yeryüzü. İnsanlar, ağaçlar, çiçekler, çekirdekler, dağlar, denizler gibi çok hakikatlı mâna ifâde eden Allah'ın mektupları.

mekzebe

  • Yalan söz, doğru olmayan kelâm. Palavra.

mel'anet-piş

  • Mel'unluktan başka işi olmayan. İşi gücü mel'unluktan ibaret olan. (Farsça)

mela'

  • Otu olmayan yer.

meli'

  • Otu olmayan yer.

melik

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Zâtında, sıfatlarında, hiçbir şeye muhtaç olmayan, her şey varlığında ve varlıkta kalmasında O'na muhtaç olan, her şeyin sâhibi, yaratıcısı.
  • Pâdişâh, hükümdar.

memluk / memlûk

  • Hür olmayan insan. İslâm hukûkunda harbde esir alınıp, İslâm memleketine getirilen kimse, köle.

mendub / mendûb

  • İyilikleri sayılarak arkasından ağlanan ölü.
  • Şeriatçe yapılıp yapılmamasında bir sakınca olmayan ama uygun görülen işler.
  • Yapılması hâlinde sevâb, yapılmazsa günâh olmayan şeyler. Edeb ve müstehab da denir.

menfi / menfî

  • Müsbetin zıddı. Müsbet olmayan.
  • Nefyedilmiş, sürgün edilmiş. Sürgün.
  • Bir şeyin olmayacak cihetini düşünen.
  • Hakikatın aksini iddia eden.
  • Gr: Başında nefiy edatı bulunan kelime veya cümle.
  • Nâkıs. Negatif, olumsuz.

mensur

  • (Nesr. den) Dağılmış. Saçılmış.
  • Gece vaktinde güzel kokan bir çiçek.
  • Edb: Manzum olmayan nesir halindeki yazı. Bunun mânaca çok güzel ve şiir gibi ahenkli yazılmış olanına "mensur şiir" denir.

mercuh

  • Başka bir şeyin kendisine üstün tutulduğu şey.
  • Hasmından önce iddiasını ispata selahiyeti olmayan kişi.
  • (Rüchân. dan) Başkası ona tercih edilmiş olan.
  • Fık: Mahkemede hasmından evvel müddeasını isbata salâhiyyetli olmayan şahıs. Evvelâ hak iddiaya salâhiyetli olan râcih, ikinci derecede iddiaya sahib olan ise mercuh olur.

merdbaz

  • Merd olmayan. Nâmerd. Sözünde durmayan. Orospu. (Farsça)

mesail-i cüz'iye-i fer'iye-i hilafiye / mesail-i cüz'iye-i fer'iye-i hilâfiye

  • İhtilaf konusu olan, hakkında farklı görüş belirtilebilen cüz'î (bireylerle ilgili) ve fer'î (imanla ilgili olmayan, amellerle ilgili) meseleler.

mesha'

  • İnişi ve yokuşu olmayan düz yer. Düzlük.
  • Ufak taşlı, otsuz düz yer.
  • Yürüdüğünde iki uyluğu birbirine sürüşen zayıf kadın.
  • Uylukları ince ve zayıf olan kadın.

meşhur hadis

  • İlk asırda âhâdî (bir Sahabî tarafından rivayet edilmiş) iken, ikinci asırda meşhur olan ve yalanda birleşmeleri mümkün olmayan topluluk tarafından rivâyet edilen hadis.

mesih

  • Mesh olunmuş. Başka bir şekle, hayvan kılığına girmiş.
  • Şuurunu kaybedecek hale gelen. Sarhoş ve şuursuz.
  • Acibe. Garibe.
  • Güzelliği olmayan.
  • Tuzsuz ve tatsız yemek.

mesleksiz

  • Benimsediği herhangi bir yolu, düşüncesi olmayan.

mesna

  • Bevlini tutmaya kadir olmayan kadın. (Müz: Emsen)

meşru'

  • Doğru. Hak. Şeriatın kabul ettiği. Haram ve yanlış olmayan.

meşrua

  • Şeriatın kabul ettiği hâl. Yapılması serbest olup, haram olmayan. Allah'ın (C.C.) kanununda müsaade edilen. Şeriatça yapılması günah olmayan.

meşruat

  • (Tekili: Meşru) Hak ve meşru olan şeyler. Haram ve yasak olmayan şeyler.
  • Şeriatla alâkalı şeyler.

meşşaiyyun

  • Meşşâiler. Derslerini gezerek veren, peygamberlere uymayarak yalnız akıl ve fikir ile hakikatı bulmaya çalışan ehl-i dalâlet. Dinsizlik yolunu açanlar, sadece akla itimad eden ve vahye tâbi olmayan imânsızlar.

mest

  • Ayakkabı.
  • Sarhoş. Aklı başında olmayan. Kendinden geçercesine haz duymak mânasında "mest olmak" şeklinde kullanılır.

mevetan

  • Canı olmayan nesneler.
  • İhya olunmayan, ekilip biçilmeyen arazi.

mevhum / mevhûm / مَوْهُومْ

  • Hakîkatte olmayan, asılsız.
  • Vehimde olup, hakîkatte olmayan.

mevlel-muvalat / mevlel-muvâlât

  • Bir zımmînin yâni gayr-i müslim (müslüman olmayan vatandaşın) veya harbî yâni vatandaş olmayan pasaportlu bir kâfirin bir müslümanın yardımı ile îmâna gelerek, bu müslümanı velî kabûl edip ona; "Sen benim mevlâmsın (velîmsin), şâyet ben bir cinâyet(suç) işlersem diyetini (borcunu) sen ver, ben ölünc

mevzu

  • Konulmuş.
  • Konu.
  • Doğru olmayan, uydurma.

mevzu'

  • Bahis. Üzerinde durulan mes'ele.
  • Aşağılanmış olan.
  • Konulmuş. Vaz olunmuş.
  • Uydurma. Doğru ve hakikat olmayan.
  • Geçer olan, muteber, işlemekte olan, câri.

meyyit-i müteharrik

  • Hareket halindeki ölü.
  • Mc: Sağ olup, gayret sahibi olmayanlara söylenir.

mezheb-i batıl / mezheb-i bâtıl

  • Hak olmayan mezhep.

mezhebsiz

  • Müctehid (dînî delîllerden hüküm çıkarabilen büyük âlim) olmadığı hâlde, dört hak mezhebden birine tâbi olmayan, mezhebleri kabûl etmeyen ve dînî delillerden kendi anlayışına göre hüküm çıkarıp, buna göre amel eden veya böyle birine uyan kimse.

mezmum

  • Kötü, makbul olmayan.

mıklat

  • Evlâdı yaşamayan kadın.
  • Bir kez doğuran ve daha hâmile olmayan deve.

milvah

  • Tuzak yanında koydukları kuş.
  • Semiz olmayan hayvan.

min gayr-ı haddin

  • Had harici, edeb dışı olarak.
  • Haddim olmayarak.

min gayri haddin

  • Haddim olmayarak.

min-gayr-ı haddin

  • Haddim olmayarak.

mincab

  • Zayıf kimse.
  • Yeleği ve temreni olmayan ok.

mirac-ı ruhani / mirâc-ı ruhânî

  • Maddî olmayan, ruh ile yapılan yükseliş.

mirrih

  • Uzun ok. ("Pertev oku" derler)
  • Yeleği olmayan ok.
  • Bir yıldız adı.

miskin / miskîn

  • Aciz, zavallı, beceriksiz, hareketsiz.
  • Cüzzamlı.
  • Mal ve mülkü olmayan, kendini idareden âciz, yoksul.
  • Uyuşuk, tenbel, hareketsiz. Zavallı.
  • Cüzzam hastası.
  • Fık: Kendi kendini idâre edemiyen, iktisabtan âciz, mal ve mülkü hiç olmayan kimse.
  • Bir günlük nafakasından (yiyeceğinden, giyeceğinden) fazla bir şeyi olmayan müslüman.
  • Dervîş. Miskîn Yûnus var yârına, Koma bugünü yârına, Yârın Hakk'ın dîvânına, Varam Allah deyü deyü!..

misli / mislî

  • Çarşıda, pazarda aynı evsâfta, özellikte benzeri bulunan, fiyatları farklı olmayan mal.

mu'cize-i kudret-i samedaniye / mu'cize-i kudret-i samedâniye

  • Herşey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın kudret mu'cizesi.

mu'cize-i mütevatire

  • Yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan mu'cize.

mu'reb

  • Gr: Sonu her çeşit harekeyi alabilir olan. Mebni olmayan. İrablanmış. Sonu harekelenmiş olan kelime.

muahid / muâhid

  • Belli şartlar çerçevesinde antlaşma yapan.
  • Karşılıklı anlaşma sonucu olarak İslâm devletine cizye ödeyen ve buna karşılık koruma altına alınan Müslüman olmayan kimse.

muarefe

  • Karşılıklı görüşme ve tanışma.
  • Gr: Nekre olmayan kelime. Muayyen ve harf-i târifli olmak.

mubah / mubâh

  • (İbâhe. den) İşlenmesinde sevab ve günah olmayan şey.
  • Fık: Yapılması ve yapılmaması şer'an câiz bulunan şey. (Yemek, içmek, uyumak gibi.)
  • İşlenmesinde sevap ve günah olmayan.

mübah

  • Dinen yapılmasında ve yapılmamasında herhangi bir sakınca olmayan, helal olan davranışlar.

mübah-mubah

  • Yapılıp yapılmamasında şer'an bir sakınca olmayan.

mubahat

  • (Tekili: Mubah) Mübahlar. Günahı, sevabı olmayan, işlemesi ne haram, ne de helâl olan şeyler.

mübdi / mübdî

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Benzeri, nümûnesi olmayan, varlıkları yoktan var eden.

mübhem

  • İyice belli olmayan. Mutlak âşikâr olmayan. Belirsiz. Gizli.

mübtedi / mübtedî

  • Dinde olmayanı dine sokan.

mübtedi'

  • Bid'at sâhibi. Dinde değişiklik meydana getiren, dinde olmayan bir şeyi varmış gibi gösteren, dinde eksiklik ve fazlalık olduğunu söyleyerek değişiklik yapan. Ehl-i bid'at.

mücerred / مُجَرَّدْ

  • (Çoğulu: Mücerredât) Yalnız, tek.
  • Hâlis, saf, katışıksız, karışık olmayan. Tek başına.
  • Çıplak, soyulmuş.
  • Tek başına yaşayan, evlenmemiş, bekâr.
  • Edb: Kur'ân yazısında noktasız harflerle yazılı mensur veya manzume. Bu şekil yazıya mahzuf veya mühmel de denir.
  • Maddî olmayan, soyut.

mücerredat

  • Cismî olmayan, soyut kavramlar.

mücmel

  • Kısa. Öz. Muhtasar. Sözü az, mânası çok olan. Hülâsa edilmiş. Müfesser olmayan söz.

müeccel

  • Mühletli, peşin olmayan. Sonradan yapılmak üzere vakti belli olan. Te'cil edilmiş olan.

müfesser

  • Tefsir edilmiş. izah ve beyan edilmiş. Mânası izah suretiyle bildirilmiş. Açıklanmış.
  • Beyan-ı tefsir veya takrir edilmiş olması sebebiyle manası "nass" dan daha vâzıh olan sözdür.
  • Mücmel olmayan söz.

müfred

  • (Müfret) Tek, yalnız. Müteaddid olmayıp yalnız birden ibaret olan.
  • Basit, mürekkeb olmayan.
  • Gr: Yalnız bir şey veya şahsa işaret eden veya bire mahsus olan kelime. Cemi veya tesniye olmayan.
  • Edb: Başı ve sonu olmayan tek ve kafiyesiz beyit.

muhabbet-i gayr-ı meşrua

  • Dine uygun olmayan sevgi.

muhabbet-i mecaziye / muhabbet-i mecâziye / مُحَبَّتِ مَجَازِيَه

  • Allah nâmına olmayan sevgi.

muhal / muhâl

  • İmkânsız, vukuu mümkün olmayan. Bâtıl, boş söz.
  • Hurâfe olan nazariye.
  • Mümkün olmayan, olamaz, imkansız, olanaksız.
  • İmkansız, mümkün olmayan.
  • İmkânsız, olması mümkün olmayan.

muhal-ender-muhal

  • İmkânsızlık içinde imkânsızlık, olması aslâ mümkün olmayan.

muhal-i adi / muhal-i âdi

  • Herkesin anlayabileceği imkânsızlık ve muhal. Az düşünenlerin de bilebileceği, mümkün olmayan iş.

muhalat / muhâlât

  • (Tekili: Muhal) Mümkün olmayanlar. Muhaller. Muhal ve bâtıl olan şeyler.
  • İmkânsız, olmayacak şeyler.

muharremat / muharremât

  • Haramlar. Haram edilen şeyler. Dinimizce helâl olmayan şeyler.

muhatab-ı samedaniye / muhatab-ı samedâniye

  • Her şeyin Kendine muhtaç olduğu, fakat Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın muhatabı.

muhayee

  • Pay edilmesi ve bölünmesi mümkün olmayan bir şeyi sıra ile nöbetleşe kullanma.

muhayyil

  • Tahayyül eden. Hayal kuran. Zihinde olmayacak şeyleri düşünen.

muhdes

  • İhdas edilmiş. Sonradan meydana gelmiş, eskiden olmayan.
  • İlm-i Hâlde: Şer'î temizliği gitmiş, abdest veya guslü lâzım gelmiş olan.

muhdis

  • Namaz abdesti olmayan kimse.

muhkem

  • Sağlam. Metin. Sıkı sıkıya. Kuvvetli. Tahkim edilmiş. Sağlamlaştırılmış.
  • Fık: Tefsir edilenlerden daha kuvvetli olan söz. İhtimalli olmayan söz.

muhkemat-ı kur'aniyye

  • Mânası açık ve te'vile ihtiyacı olmayan âyetler. Başka bir mânaya ihtimali olmayıp sarih emir ve nehiyleri müştemil olan âyetler. Bu âyetler mensuh veya anlaşılmayan şekilde müteşabih ve muhtemel olmayıp muhkem ve mübeyyin olmakla aslâ te'vile muhtaç olmazlar. Bâzı şeylerin haram olması veya enbiya

muhnis

  • Yumuşak kimse; yâni şiddeti ve katılığı olmayan. Mülâyim.

muhtasar

  • Az. Kısa. Uzun olmayan.
  • Tekellüfsüz.
  • İhtisar edilmiş. Kısaltılmış.

muhtelefun fiha / muhtelefun fîhâ

  • Hakkında görüş birliği olmayan, ihtilâflı.

muhtelif

  • Çeşitli. Bir türlü olmayan. Birbirine uymayan.

mukallid

  • Taklitçi, taklid eden, başkasına özenerek onun gibi olmaya çalışan.

mukarrer

  • Kesinlik kazanmış; hakkında şüphe olmayan mesele.

mukattaa

  • (Kat'. dan) Bitişik olmayan. Kesik, ayrı.

mukayyed

  • Kayıtlanmış, bağlanmış; mutlak olmayan, bir sıfat, hâl, gâye veya şarta bağlı olan lafız (söz).
  • Kayıtlı. Serbest olmayan. Sınırlı. Bağlı.
  • Deftere geçmiş, kaydedilmiş olan. Bağlanmış. El veya ayağında zincir, kelepçe bulunan. Mevkuf olan.
  • Bir işe ehemmiyet veren. İşine önem verip bakan.

mukrif

  • Babası köle, anası hürre olan kimse.
  • Anası arabi, babası arabi olmayan deve.

mülkiye

  • Memleket idaresi için çalışan daire veya bu daireye mensup olanlar.
  • Asker olmayanlar.
  • Şeriat âlimlerinin hâricindeki memurlar sınıfı.

mülkiyet

  • Mülk sahipliği, vakıf olmayan bina ve mülkün durumu.

mümazik

  • Gerçek dost olmayan kimse.

mümevveh

  • Sahte, samimi olmayan, içten değil. Görünüşte haklı olan. Gösterişle alâkadar.

mümkin

  • Olabilir veya olmayabilir. İmkân dahilinde olan. Mümkün.

mümteni'

  • İmkânsız, muhal, mümkün olmayan.
  • Çekinen, imtina eden.

mümteni'-ul-vücud / mümteni'-ul-vücûd

  • Var olması mümkün olmayan, hep yok olması lâzım olan.

mümteni-un bizzat

  • (Mümteniatün bizzât) Varlığı, vücudu hiç bir şekilde mümkün olmayan. Zâtı itibariyle imkânsız olan.

mümteni-üt tahsil

  • Tahsili, elde edilmesi mümkün olmayan.

münekker

  • Tenkir edilmiş, bilinmeyen, nekre kılınmış.
  • Belirli olmayan şeye delâlet eden.

münezzeh

  • (Nezahet. den) Tenzih edilmiş, teberri edilmiş.
  • Pâk, kusur ve noksanlıklardan uzak. Hiç bir şeye muhtaç olmayan. Kötülükten, kusurdan ve noksanlık gibi şeylerden tenzih edilen.

munfasıl zamir

  • Gr: Başka kelimeye bitişik olmayan zamir. Ene, Ente: Ben, sen.. gibi.

münharif

  • (Harf. den) İnhiraf eden, yoldan çıkmış. Eğilmiş, çarpık. Usulünden çıkmış, sağlam olmayan.
  • Tecviddeki mânâsı için "İnhirâf"a bakınız.
  • Geo: Dört kenarlı, fakat hiçbir kenarı birbirine müsâvi ve müvâzi (eşit ve paralel) olmayan şekil. Sadece iki kenarı birbirine müvâzi (parale

münker

  • Yapılması uygun olmayan, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerle ve müctehidlerin (dinde söz sâhibi âlimlerin) söz birliği ile yasak edilen şey; günah.

mürahik

  • Büluğ yaşına yaklaşmış erkek çocuk. Büluğ yaşına, yani oniki yaşına girip de baliğ olmayan erkek çocuğa denir. On beş yaşına kadar baliğ olmasa yine bu isim verilir. Kız çocuğuna ise: Mürâhika denir.

murdar

  • Pis. Kirli. Mülevves. Temiz olmayan. (Farsça)
  • İslâmiyetin gösterdiği kaidelere uygun olmıyarak kesilmiş hayvan. (Farsça)

mürid / mürîd

  • Her şeyi istediği gibi, istediği zamanda ve keyfiyette yapan ve bir anda sonsuz şeyleri dilemekten âciz olmayan Allah.

musammet

  • (Sammet. den) Kof olmayan. İçi boş olmıyan şey.
  • Gr: Arap alfabesine "b, f, l, m, n, r" nin haricindeki bütün harfler.

müsavatsız

  • Eşit olmayan, denk gelmeyen.

müsbet hareket

  • Doğruluğu âşikâr olan ve belli ve isbat edilebilen; doğru düşünenlerin kabul edebileceği kanun ve nizama uygun hareket.
  • Allah'ın (C.C.) emrine uygun, tahribkâr ve tecavüzkâr olmayan, yapıcı ve tâmir edici tarzda olan, mizan, adâlet ve insafa uyan hareket.

müsbet ilimler

  • (Pozitif ilimler) Tecrübe ve müşâhedeye dayanan ve nazari olmayan maddi ilimler. Herkesin kabul ettiği ve isbat vasıtaları ile doğruluğu isbat edilen ilimler.

müsellemat

  • (Tekili: Müsellem) Doğruluğunda şüphe edilmeyen umumi bilgi ve kaideler. İslâmiyete ait, sağlamlığında şüphe olmayan esâslar.
  • Man: Dinleyenin hemen münakaşasız kabul ettiği kaziyeler.

müsellemat-ı şer'i / müsellemât-ı şer'î

  • Doğruluğuna şüphe olmayan, şeriatın hükümleri; kabul ve tasdik edilmiş genel düsturları.

musmit

  • (Musammet) İçi kof olmayan şey.
  • Tecvidde: Te, se, cim, ha, hı, dal, zel, ze, sin, sın, sad, dad, tı, zı, ayın, gayın, kaf, kef, he harflerinin ismidir.

müsned

  • (Çoğulu: Mesânid) İsnad edilmiş, nisbet edilmiş olan.
  • Gr: Haber (yüklem). Meselâ: "Bu yazı güzeldir" cümlesindeki (güzeldir) kelimesi gibi.
  • Edb: Açık olmayan heceye (kapalı heceye) de müsned denir.
  • Ehl-i Hadis ıstılahınca: Müsned; içindeki metinler, senetleri ile mezk

müsrif

  • Boş yere malını harcayan, tutumsuz, Allah'ın (C.C.) razı olmayacağı şeylere parasını, malını ve zamanını harcayan.

müstagni

  • (Gani. den) Kimseden bir menfaat beklemeyen, bir şey istemeyen, istiğna eden, kimseye ihtiyacı olmayan. Gönlü tok, tok gözlü. Çekingen, nazlı.
  • Gerekli ve lüzumlu bulmayan.

müstağni / müstağnî

  • Başkasına muhtâç olmayan.
  • Sâhib olduğu şeyle kanâat edip, insanlardan bir şey beklemiyen. İhtiyâcını başkalarına söylemiyen.

müstağni-yi alelıtlak / müstağnî-yi alelıtlak

  • Her cihetle ve hiçbir kayda, şarta bağlı olmaksızın zengin olan ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah.

müstağni-yi mutlak

  • Hiçbir şekilde ihtiyacı olmayan.

müstagniyetün anha / müstagniyetün anhâ

  • Kendilerine hiç ihtiyaç olmayanlar.

müstağniyetün anha / müstağniyetün anhâ

  • Kendilerine hiç ihtiyaç olmayanlar.

müstahil

  • İmkânsız, olmayacak şey. Boş.

müstakim

  • (Kıyam. dan) Doğru, istikametli.
  • Eğri olmayan, düz, dik.
  • Hilesiz, temiz.

müste'min kafir / müste'min kâfir

  • Müslüman bir memlekete onların izni ile giren müslüman olmayan kimse.

müste'min müslüman

  • Dâr-ül-harbe (müslüman olmayanların ülkesine) onların izni ile giren müslüman.

müstear

  • (Ariyet. den) Kendi malı olmayan, iğreti alınmış, emâneten alınmış olan.
  • Kendini belli etmemek için kullanılan takma bir isim.

müstehab

  • Sevilen, beğenilen. Peygamber efendimizin bâzan âdet olarak yaptıkları; yapılınca sevâb verilen yapılmayınca günâh olmayan şeyler.

müstehil / müstehîl

  • (Çoğulu: Müstehilât) (Havl. den) Mânâsız ve boş şey.
  • Mümkün olmayan, imkânsız şey.

müstehilat

  • (Tekili: Müstehil) (Havl. den) Mümkün olmayan şeyler, kabil olmayan şeyler.
  • Mânasız, saçma şeyler.

müstehlik evliya / müstehlik evliyâ

  • Nihâyete erdikten, maksada kavuştuktan sonra sebepler âlemine indirilmeyen, geri döndürülmeyen evliyâ. Kalbi hep Allahü teâlâya dönük olup, O'ndan başkası ile meşgul olmayan zâtlar.

müstesna / müstesnâ

  • Seçkin, benzeri olmayan.

mutahhem

  • Hilkati yerli yerine tamam olup noksan olmayan.
  • Yuvarlak.

mütearefe

  • Hakikat olduğu apaçık belli olan. İsbata ihtiyacı olmayan.

müteassif

  • Dolambaçlı ve uzun, güvenli olmayan, sapkın.

müteazzir

  • Özürlü, özürü bulunan.
  • Mümkün olmayan, güç, zor.

mütecevviz

  • Sözü mecazla söyliyen. Mecazlı konuşan.
  • Caiz olmayan şeyi caiz gören.

mütecevvizane

  • Mecazlı konuşarak, mecazlı söz söyleyerek. (Farsça)
  • Caiz olmayan şeyi caiz görürcesine. (Farsça)

mütecevvizin / mütecevvizîn

  • (Tekili: Mütecevviz) Mecazlı konuşanlar. Mecazlı söz söyleyenler.
  • Caiz olmayan şeyleri caiz görenler.

müteevviğ

  • Ağa olmaya çalışan.

mütehallik

  • Bir huy edinen, huylanan. Huyu olmayan bir şey ile tekellüf edip o ahlâka alışan.

mütehazlık

  • Üstadlık dâvâsı eden, fakat üstad olmayan kimse.

mütekattı'

  • (Kat'. dan) Kesik. Biteviye olmayan.

müteşabih / müteşâbih

  • Birbirine benzeyenler.
  • Fık: Mânası açık olmayan âyet ve hadis. Kur'an-ı Kerim'in ve hadislerin mecazî mânalara gelen ifadeleri. "Muhkem" olmayan âyet veya hadis.
  • Zâhirî mânası kastedilmeyen ve teşbih ve temsil yoluyla hakikatlerin beyanında kullanılan ifade.
  • Birbirine benzeyen.
  • Kur'ân-ı Kerim'de mânâ ve lafız bakımından tevile elverişli olan âyetler. Muhkem olmayan âyet.
  • Mânâsı açık olmayan âyet.

müteşabih hadis / müteşabih hadîs

  • Mânâsı açık olmayan hadis.

müteşabihat-ı kur'aniye / müteşabihat-ı kur'âniye

  • Kur'an'da hükmü açık olmayan, yorumlanması gereken âyetler.

müteselsil-i ezeli / müteselsil-i ezelî

  • Başlangıcı olmayan sonsuz bir zincir.

müteşeyyih-i müteevviğ

  • Şeyhlik taslayıp ağa olmaya çalışan.

mütevatir / mütevâtir

  • Yalan üzere anlaşmaları mümkün olmayan cemaatler tarafından rivayet olunan haber.
  • Çok kimselerin naklettikleri haber. Yaygın haber. Herkesin veya alâkadarların işitip doğruluğunu kabul ettikleri kat'i, şüphesiz, sağlam haber. Yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir cemaatın bir hâdise hakkında verdikleri haber.
  • Yalanda birleşmeleri mümkün olmayan toplulukların birbirinden aktardığı haber veya hadis.
  • Yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluğun bir olay hakkında verdikleri kesin haber.

mütevatir hadis / mütevatir hadîs

  • Yalanda birleşmeleri mümkün olmayan toplulukların birbirinden ve ilk topluluğun da Peygamber Efendimizden (a.s.m.) aktardığı hadîs.

mütevatir-i bilmana / mütevâtir-i bilmâna

  • Mânevî tevatür; yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun bir haberi, olayı veya hadis-i şerifi mânâ yönünden aktarması veya aktarılırken susmak sûretiyle doğruluğunu tasdik etmesi.

mütevazi'

  • Gururlu olmayan, alçak gönüllü, kendi fakrını bilen.
  • Gösterişsiz.

mutlak

  • Salıverilmiş. Itlak olunmuş. Serbest.
  • Kat'i. Şüphesiz.
  • Aslâ bir şarta bağlı olmayan. Yalnız, tek.
  • Kayıtsız, şartsız. Teklik, çokluk veya herhangi bir vasıf ile kayıtlı olmayan, delâlet ettiği (gösterdiği) fertlerden (şeylerden) her hangi birini ifâde eden lafız (söz).

mutlak nezr

  • Şarta bağlı olmayan adak.

mutlak zuhur / mutlak zuhûr

  • Bir kayda bağlı olmayan zuhûr, akis. Bir şeyin bir başka şeyde görünmesi meselâ insanın aynada, Hakk'ın, velînin kalb aynasında tecellî etmesi böyledir.

muvakkat

  • Vakitli. Geçici. Fâni. Devamlı olmayan.

muvazaa

  • Bir mes'elede bahse girişmek.
  • Mc: Danışıklı döğüş.
  • Hakikatte olmayan bir durumu varmış gibi göstermek için yapılan bir anlaşma.

müzahemetsiz

  • Zahmet ve zorluğu olmayan.

müzahrefiyet

  • Fıtri olmayan, yapmacık.

müzca

  • Sürücü, süren.
  • Kâmil olmayan kişi. Olgunlaşmamış insan.

müzcad

  • Az şey, az.
  • Tam salih olmayan şey.
  • Defnetmesi ve sevketmesi kolay olan şey.

na

  • Farsçada nefy edatıdır. Müsbet mânâyı menfi yapar. Kelimenin başına getirilir. Meselâ: Nâ-ehil : Ehliyetsiz, ehil olmayan.

na'ar

  • Fesad ve fitneye çalışan.
  • Kanı kaçmış olup sâbit olmayan damar.

na-bemahal

  • Yerinde olmadan. Mahallinde olmayan. (Farsça)
  • Münasebetsiz. Yersiz. (Farsça)

na-cins

  • Aynı cinsten olmayan. (Farsça)
  • Cinsi bozuk. (Farsça)

na-demsaz

  • Uymayan, uygun olmayan, âhenksiz. (Farsça)

na-dürüst

  • Doğru olmayan. Eğri. (Farsça)
  • Sağlam, dürüst ve gerçek olmayan. (Farsça)
  • Yanlış, haksız. (Farsça)

na-ehil / nâ-ehil

  • Ehliyetsiz, beceriksiz. Ehil olmayan. (Farsça)
  • Bir konuda ehil olmayan.

na-hah

  • İstemeyerek, râzı olmayarak. Zoraki. (Farsça)

na-hemta

  • Denk ve eşit olmayan. Müsavi olmayan. (Farsça)

na-hemvar

  • Eğri, düz olmayan. (Farsça)
  • Uymayan, mutabık gelmeyen. (Farsça)
  • Uygunsuz. (Farsça)

na-hencar

  • Doğru olmayan. (Farsça)

na-hoş

  • Hoş olmayan, hoşa gitmeyen. (Farsça)

na-hoşnud

  • Razı ve hoşnud olmayan. Gayr-i memnun. (Farsça)

na-kabil

  • Mümkün olmayan. Kabil olmayan. (Farsça)
  • Câhil, kabiliyetsiz. (Farsça)

na-kabil-i tarif / nâ-kabil-i tarif

  • Anlatılması mümkün olmayan.

na-kafi / na-kâfi

  • Kâfi olmayan. Yetersiz, kâfi değil. (Farsça)

na-layık

  • Lâyık olmayan. (Farsça)

na-ma'lum

  • Bilinmiyen, bilinmemiş, ma'lum olmayan. (Farsça)

na-ma'ruf

  • Tanınmayan, bilinmeyen, ma'ruf olmayan. (Farsça)

na-mahrem / nâ-mahrem / نَامَحْرَمْ

  • Aralarında evlenmeğe mâni olacak kadar yakınlık bulunmayan. Şer'an evlenmeğe mâni akrabalığı olmayan erkek veya kadın. (Farsça)
  • Yabancı. (Farsça)
  • Yabancı, kendisiyle evlenilmesi haram olmayan kimse.
  • Yabancı, (Evlenilmesi) haram olmayan.

na-mahsur

  • Sonu olmayan, sınırlanmamış, sonsuz. (Farsça)

na-makbul

  • Makbule geçmez, kabul olmayan. Kabul edilmeyen. (Farsça)

na-marzi

  • Beğenilmeyen, arzu ve isteğe uygun olmayan. (Farsça)

na-mer'i / na-mer'î

  • Görülmez. Mer'î olmayan. (Farsça)

na-mes'ud

  • Mes'ud ve mübârek olmayan. Uğursuz. (Farsça)

na-meşru

  • Meşru olmayan, şeriat harici. (Farsça)
  • Kanunsuz, uygunsuz. (Farsça)
  • Günah olan şeyler. (Farsça)

na-mevzun

  • Ahenksiz, ölçüsüz, vezinsiz, orantısız. (Farsça)
  • Edb: Vezni bozuk veya hiç olmayan manzume. (Farsça)

na-mülayim

  • Uygun olmayan. (Farsça)
  • Çetin, sert. (Farsça)

na-münasib

  • Münâsebetsiz, yakışıksız, uygunsuz, uygun olmayan. (Farsça)

na-müsaid

  • Elverişsiz. Müsaid olmayan. (Farsça)

na-müstaid

  • Müstaid olmayan. Olgunlaşma kabiliyeti olmayan. İstidatsız. (Farsça)

na-mütenahi

  • Sonsuz, ucu bucağı olmayan. Nihâyetsiz. (Farsça)

na-muvafık

  • Muvafık gelmeyen, uygun olmayan. (Farsça)

na-müyesser

  • Elden gelmeyen, müyesser olmayan. (Farsça)

na-pak / na-pâk

  • Temiz olmayan, pis, kirli. (Farsça)

na-rast

  • Eğri. Doğru olmayan. (Farsça)

na-resa

  • Yetişmemiş, ham. (Farsça)
  • Uygun ve münasib olmayan. (Farsça)

na-reva

  • Yakışıksız, reva olmayan. Münâsib ve lâyık olmayan.

na-şad

  • Sevinçli olmayan, mahzun, tasalı, kederli. (Farsça)

na-saf

  • Saf ve hâlis olmayan. Saf olmayıp karışık olan. (Farsça)

na-savab

  • Doğru olmayan, yanlış. (Farsça)

na-şayeste

  • Lâyık olmayan. Lâyık değil. (Farsça)

na-seza

  • Münasib olmayan, lâyık olmayan. (Farsça)

na-zad

  • (Na-zade) Doğmamış. (Farsça)
  • Olmayacak. (Farsça)

naehil / nâehil

  • Ehil olmayan, işten anlamayan.
  • İşin adamı olmayan.

naehiller / nâehiller

  • Ehil olmayan, işten anlamayan.

naehl / nâehl / ناأهل

  • Ehil olmayan, ehliyetli olmayan. (Farsça - Arapça)

nafercam / nâfercâm / نافرجام

  • Sonu iyi olmayan, yararsız. (Farsça)

nafile / nâfile / نَافِلَه

  • Fık: Farz ve vâcibden gayrı mecburiyet olmadığı hâlde yapılan ibadet. Fazladan yapılan iş.
  • Menfaatli olmayan. Ziyâdeden olan.
  • Torun.
  • Ganimet malı. Bahşiş. Atiyye.
  • Yapılması farz ve vacip olmayan ibadetler.
  • Farz ve vâcib olmayan ibâdetler.
  • Mecburiyet altında olmayarak yapılan ibadet.

nahencar / nâhencâr / ناهنجار

  • Doğru olmayan, uygun olmayan. (Farsça)

nahoş / nâhoş / ناخوش

  • Hoş olmayan.
  • Hoş olmayan. (Farsça)

nakıs

  • Noksan, eksik. Tamam olmayan. Gr: Yalnız son harfi harf-i illet olan kelime gibi.
  • Mat: Eksi. Negatif.

nakis

  • (Noksan. dan) Eksik. Tamam olmayan.

nakka'

  • Yanında olmayan şey için mübalağa yapan kimse.

nakkaş-ı ezeli / nakkâş-ı ezelî

  • Başlangıcı ve sonu olmayıp zamanla sınırlı olmayan ve bütün varlıkları bir nakış halinde yaratan Allah.

nalayık / nâlâyık

  • Layık olmayan.
  • Lâyık olmayan.

namahrem / nâmahrem / نامحرم

  • Mahrem olmayan; kendisi ile evlenilmesi haram olmayan.
  • Mahrem olmayan, nikâh düşen.
  • Mahrem olmayan. (Farsça - Arapça)
  • Nikah düşmeyen kişi. (Farsça - Arapça)
  • Yabancı. (Farsça - Arapça)

namakbul / nâmakbul / نامقبول

  • Makbul olmayan. (Farsça - Arapça)

namakul / nâmakul / نامعقول

  • Makul olmayan. (Farsça - Arapça)

namert / nâmert

  • Mert olmayan, alçak.

nameşru / nâmeşru / nâmeşrû

  • Kanunî ve yasal olmayan.
  • Dînen uygun ve helâl olmayan.

namüsaid / nâmüsaid / نامساعد

  • Uygun olmayan. (Farsça - Arapça)

namuvafık / nâmuvâfık

  • Uygun olmayan.

napak / nâpâk

  • Temiz olmayan.

napayidar / nâpâyidar / ناپایدار

  • Kalıcı olmayan. (Farsça)

naresa / nâresâ / نارسا

  • Ham. (Farsça)
  • Uygun olmayan. (Farsça)

naşad / nâşâd

  • Şâd olmayan, üzgün.

naseza / nâseza / nâsezâ

  • Uygun olmayan.
  • Lâyık olmayan.

nass

  • Kat'ilik, kesinlik, açıklık. Te'vile ihtimali olmayan söz veya delil.
  • Kur'ân-ı Kerim veya Hadis-i Şerifde bir iş ve mes'ele hakkında olan açıklık ve bu şekilde açık olan kelâm ve âyet. Akide.
  • Bir haberi kimden aldığını söyleyerek, en nihayet o haberi ilk söyleyene kadar nakle

nass-ı hadis

  • Hadisin açık, gerçek ifadesi. Muhtemeli olmayan sağlam mânaya delâlet eden lâfız. Delil mânâsına olan "Nass-ül fukaha" bundan alınmıştır.

nazariyet

  • Teorik; kesin olmayan ispatlanmamış ilmî görüş.

nebiyy-i ümmi / nebiyy-i ümmî

  • Okuma-yazması olmayan peygamber.

necaset-i gayr-i mer'iye

  • Câmid, bir hacmi olmayan veya bulaştığı yerde görülmeyen herhangi bir pis maddedir. Görünmez halde olan pisliktir. (İdrar gibi)

necis

  • Temiz olmayan. Pis.

necs

  • Dînen temiz olmayan, pis, murdar.

nefs-ül-emr

  • Hayâl, düşünce olmayan, zihnin hâricinde kendisi var olan, hakîkat.

nehari / neharî / nehârî / نهاری

  • Gündüzlü, gündüz ile alâkalı.
  • Yatılı olmayan mekteb veya talebe.
  • Yatılı olmayan okul. (Arapça)

nekda'

  • Sütü olmayan deve.

nekir

  • Bilinmemiş olan. Muayyen olmayan.
  • Mezarda iki sual meleğinden birisinin adı. (Diğerininki; münkerdir)

nekre

  • Belirsiz olan.
  • Çıban ve yaradan çıkan kan ve irin.
  • Garip ve gülünç fıkralar.
  • Hoş sohbet ve hazır cevap kimse.
  • Gr: Belirtilmemiş isim, neye delâlet ettiği belli olmayan (harf-i tarifsiz) isim.

nermligam

  • (Nerm-ligâm) İtaatli, muti, söz dinler. (Farsça)
  • Başı sert olmayan at. (Farsça)

nesr

  • (Nesir) Çoğaltmak, saçmak, yaymak.
  • Manzum olmayan söz veya yazı.

nev'i şahsına münhasır

  • Sadece şahsına benzer çeşit, başka benzeri olmayan. Eşi bulunmaz olan.

nev'un münhasırun fiş-şahs

  • Nev'i şahsına münhasır. Başka bir benzeri olmayan.

neza'

  • Başta, alnın iki yanında saç olmayan açık yer.

nihan

  • Gizli, saklı. Bulunmayan. Mevcut olmayan. (Farsça)
  • Sır. (Farsça)

nikmet

  • Şiddetli ceza. Hoş olmayan muamelelerle olan mücâzat.

nimgerm

  • Pek sıcak olmayan. Ilık. (Farsça)

nobran

  • Sert mizaçlı, inatçı, nâzik olmayan.

nokta

  • (Nukta) Benek.
  • Durak, mevki. Mahâl.
  • Göze ârız olan leke.
  • Durak işareti.
  • Tek karakol, tek nöbetçi.
  • Yazıdaki durak işâreti.
  • Mat: Hiçbir uzunluğu olmayan şekil.

nükhet

  • Râyiha. Ağız kokusu.
  • Günahlı sözler. Hoş olmayan günah olan söz, kelime.

nur-u ezel

  • Başlangıcı olmayan sonsuz nur.

nur-u ezeli ve ebedi / nur-u ezelî ve ebedî

  • Başlangıcı ve sonu olmayan nur.

nur-u ilm-i ezeli / nur-u ilm-i ezelî / نُورُ عِلْمِ اَزَل۪ي

  • Allahın başlangıcı olmayan ilminin nuru.

nur-u layezali / nûr-u lâyezâlî

  • Hiç yok olmayan, devamlı nur.

nur-u samedani / nur-u samedânî

  • Hiçbir şeye muhtaç olmayan ve her şey Kendisine muhtaç olan Allah'ın nuru.

nüşbe

  • Sırnaşık. Ciddi olmayan adam.

nüsur

  • (Tekili: Nesr) Nesirler, manzum olmayan yazılar. Dağıtmalar.
  • Çok çocuk doğuran kadın.

padişah-ı bizeval / padişah-ı bîzevâl

  • Yok olmayan, varlığı son bulmayan padişah; Allah.

padişah-ı ezel ve ebed

  • Varlığının başlangıcı ve sonu olmayan Padişah, Allah.

padişah-ı ezeli / padişah-ı ezelî

  • Varlığının başlan-gıcı olmayan; hükmü sonsuz olan Allah.

perakende / پراكنده

  • Dağınık. (Farsça)
  • Toptan olmayan. (Farsça)

piyango

  • Bir kumar çeşidi. Mülk sâhiblerinin haklarının miktarlarını değiştirmek veya ortaklardan birinin hakkını yok etmek, yâhut hakkı olmayana pay vermek için yapılan kur'a.

rabbaniyyun

  • (Rabbaniyyîn) Kendisini tamamen Cenab-ı Hakk'a vermiş olanlar. Putperestlikle alâkası olmayanlar.

rakib / rakîb

  • (Rekabet. den) Daima görüp kontrol eden, gözeten.
  • Bekçi.
  • Herhangi bir işte birbirinden üstün olmaya çalışanlardan her biri. Rekabet edenlerin beheri.
  • Esma-i Hüsna'dandır.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi hakkıyla gören, gözeten, koruyan, bir an onlardan habersiz olmayan, murâkabesi (gözetmesi) devamlı olan.

rejim-i bid'akarane / rejim-i bid'akârâne

  • Bid'aları, dinin aslından olmayan zararlı âdet ve uygulamaları getiren rejim.

rekik

  • Dili tutuk, kusurlu, peltek.
  • Rey ve idraki zayıf olan.
  • Gayret ve namusu olmayan.
  • Zayıf, kuvvetsiz.

resis

  • Sâbit, devamlı.
  • Bakıyye, artık.
  • Akıllı, zeki kimse.
  • Sahih olmayan haber.
  • Aşk-ı muhabbetin ibtidası.
  • Hastalık başlangıcı.

resl

  • Kıvırcık olmayan saç.

resul-i sadık

  • Her haliyle doğru olan, sözleri ve hareketlerinde en küçük yalan olmayan Allah'ın elçisi Hz. Muhammed (a.s.m.).

reyn

  • Leke, kir, pas.
  • Gönül karası, kalb katılığı, günahın artması.
  • Uyku, mestlik galebe etmek.
  • Çıkması mümkün olmayan şey.

riba'l-fadl / ribâ'l-fadl

  • Ölçü veya tartıyla alınıp satılan şeyleri, kendi cinsleriyle peşin olarak, karşılığı olmayan bir fazlalıkla değişmek.

rıza-yı samedaniye / rızâ-yı samedanîye

  • Herşey Kendisine muhtaç olduğu halde, Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın rızası, razı olması.

rızk-ı mecazi / rızk-ı mecazî

  • Asıl olmayan, gerçek olmayan rızık.

roman-vari / roman-vâri

  • Roman gibi hayalî olabilen. Hakikatla alâkası olmayan veya az olan. (Farsça)

ruhani / ruhanî / ruhânî

  • Cisim olmayıp gözle görülmeyen cin ve melâike gibi bir mahluk. Ruha ait. Ruhtan meydana gelmiş, melek.
  • Madde ile alâkalı olmayan, mânevi, ruh âlemine mensub olan.
  • Ruha ait, ruhla ilgili, gözle görülemeyen, cismi olmayan.
  • Maddî yapısı olmayan ruh âlemine ait varlık.

ruhaniler / ruhanîler

  • Maddî yapısı olmayan ve gözle görülemeyen ruh âlemine ait varlıklar.

ruhaniyat / ruhâniyât

  • Maddî yapısı olmayan ve gözle görülemeyen ruh âleminin varlıkları.

saadet-i ebedi / saâdet-i ebedî

  • Sonu olmayan, sonsuz mutluluk.

saadet-i ebediye ve sermediye

  • Sonu olmayan, sürekli mutluluk; âhirette sonu olmayan Cennet mutluluğu.

sade

  • Basit, karışık olmayan, katıksız. (Farsça)
  • Saf, gösterişsiz, lüzumsuz bulunmayan. (Farsça)
  • Tek katlı. (Farsça)
  • Ancak, yalnız. (Farsça)
  • Süssüz. (Farsça)
  • Derin düşünemiyen, saf adam. (Farsça)

sadic

  • Nakışı olmayan, nakışsız.
  • Çıplak.
  • Temiz, pak.

sadık / sâdık

  • Velî, Allahü teâlânın sevgili kulları.
  • Doğru, yalan ve uydurma olmayan. Doğru sözlü, sözünde duran.

saf

  • Katışıksız, berrâk, temiz.
  • Zeki olmayan, derin düşünmeyen, dikkatsiz.

safi

  • Katışıksız. Temiz, süzülmüş ve temiz.
  • Bozuk olmayan. Hâlis.

safiye

  • Temiz, katışıksız, bozuk olmayan.
  • İçinde yapmacık ve uydurma bir şey, fazladan kelime ve kafiye bulunmayan söz.

safsaf

  • (Çoğulu: Safsâfe) Her nesnenin kemi, kötüsü, hor ve hakiri.
  • Döğülmüş yumuşak toprak.
  • Mâkul olmayan kelimeler.
  • Mânâsız şiir.
  • Yaramaz ve kötü işler.

şahid-i ezeli / şâhid-i ezelî / شَاهِدِ اَزَلِي

  • Başlangıcı olmayan şahid (Allah).

sahih hadis / sahîh hadîs

  • Âdil yâni yalancılıktan uzak, büyük günah işlemeyen ve hadîs ilmini bilen kimselerden işitilen, Resûlullah efendimize kadar, rivâyet edenlerden hiçbiri noksan olmayan ve mütevâtir yâni birçok Sahâbînin Resûl-i ekremden ve başka birçok kimselerin onla rdan naklettikleri hadîsler ve meşhûr, yâni ilk z

şahıs zamiri

  • İsim yerine kullanılan ve insanlara işaret eden kelimeler. Farsçada: (Men: ben), (Tu: sen), (U: o), (Mâ: biz), (Şümâ: siz), (İşân: onlar). Bunlar gayr-ı muttasıl (bitişik olmayan) zamirlerdir.Arapçada; gayr-ı muttasıl zamirler: (Ene: ben), (Ente-sen), (Entümâ: ikiniz), (Hu: O), (Entüm: siz), (Entünn

şahrah

  • Büyük ve işlek yol, cadde. Şaşırılması mümkün olmayan doğru ve işlek yol. (Farsça)

saib

  • Bir yerle veya bir şeyle ilişiği ve alâkası olmayan.

sakare

  • Kâfir.
  • Koğucu, dedikoducu, nemmam.
  • Müstehak olmayana lânet eden.
  • Pekmezci.

sakb

  • (Çoğulu: Sukub) İnce, uzun.
  • Ev ortasında olan direk.
  • İçi boş olmayan kuru cisme vurmak.
  • Yakınlık.

sakil / ثقيل

  • Ağır. (Arapça)
  • Hoş olmayan, yakışmayan. (Arapça)

sakim

  • Hasta, keyifsiz, sağlam olmayan.
  • Yanlış.

sakin / سَاكِنْ

  • Harekesi olmayan veya cezimli harf.

sal'a

  • Belâ, âfet.
  • Ağaç olmayan kumlu yer.

salihun / salihûn

  • Salih kimseler, günahkâr olmayanlar, salihler.

samed

  • Her şeyin kendine muhtaç olup, kendisi hiç kimseye ve hiç bir şeye muhtaç olmayan. (Allah)
  • Pek yüksek, dâim.
  • Refi' ve âli ve içi dolu şey.
  • Kavmin ulusu.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hiçbir kimseye, hiçbir şeye ihtiyâcı olmayan, bütün mahlûkâtın (yaratılmışların) kendisine muhtaç olduğu yüce Allah.
  • Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan, ama herşey Ona muhtaç olan Allah.

san'at-ı bedii / san'at-ı bedîi

  • Eşi benzeri olmayan san'at.

sanbur

  • Yalnız olan hurma ağacı.
  • Oğlu, kızı, kavmi ve kabilesi olmayan kişi.

sani-i bizeval / sâni-i bîzevâl

  • Sonu olmayan, her şeyi san'atla yaratan Allah.

sani-i ebedi / sâni-i ebedî

  • Varlığının sonu olmayan ve herşeyi mükemmel bir san'atla yaratan Allah.

sani-i ezeli / sâni-i ezelî

  • Varlığının başlangıcı olmayan ve herşeyi san'atlı ve mükemmel bir şekilde yaratan Allah.

sani-i kadim-i ezeli / sâni-i kadîm-i ezelî

  • Varlığının başlangıcı ve sonu olmayan ve her şeyi san'atlı ve mükemmel bir şekilde yaratan Allah.

saray-ı samedani / saray-ı samedânî

  • Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan fakat her şeyin Kendisine muhtaç olduğu Cenâb-ı Hakkın sarayı; kâinat.

sarih tevatür

  • Yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun bir hadîs-i şerifi, bizzat aynen aktarması.

sarma'

  • Susuz sahra. Suyu olmayan çöl.

satranç

  • 32 taşla, 64 haneli bir tahta üzerinde, iki kişi arasında muhakemeye dayanılarak oynanan ve meşru olmayan bir oyundur.

savab

  • Doğruluk. Yanlış olmayan. Doğru dürüst.

şayan-ı teberrük / şâyân-ı teberrük

  • Bereketli ve mübarek olmaya lâyık.

sebatsız

  • Sabit olmayan.

sebeb

  • Vâsıta. Bir işte te'siri olmayan fakat o işin yapılmasını, vücûdunu, var olmasını îcâb ettiren şey.

sebet

  • Kıvırcık olmayan saç.

sebr ve taksim

  • Mantıkta bir isbatlama tarzı ve usulüdür. Bu iki kelime beraber kullanıldığı gibi, "delil-i taksim, delil-i münkasım" gibi tâbirlerle de söylenir. Bu isbatlamada bir şeyin aslında bulunan vasıflar, illet olmaktan birer birer ibtal edildikten sonra, tam illet olmaya elverişli olan tesbit edilir. (Lât

sebük

  • Hafif. Ağırbaşlılığı ve ağırlığı olmayan. (Farsça)

sebükbar / sebükbâr

  • Yükü hafif. Ağırlıksız, eşyası az olan. (Farsça)
  • Derdi, düşüncesi olmayan. (Farsça)

sedid

  • Doğru. Yanlış ve yalan olmayan.
  • Müstakil.
  • Muhkem. Metin.

şeffaf

  • Işığa mâni olmayan, ışık geçiren parlak cisim. Saydam.

seher

  • Tan, sabah olmaya başladığı vakit.

şehrah / şehrâh

  • Cadde, ana yol; şaşırılması mümkün olmayan doğru ve açık yol.

seka'

  • Kulağı olmayan dişi hayvan.

semahat / semâhat

  • Cömertlik ve el açıklığı; vermesi lâzım ve vâcib olmayan şeyleri seve seve vermek.

semai / semaî

  • İşitmekle öğrenilen. İşitmeğe dair ve müteallik.
  • Gr: Bir kaideye bağlı olmayan, işitilmekle öğrenilen.

semavi / semavî

  • Gökle alâkalı, semaya dair ve müteallik.
  • İnsan eseri olmayan, vahiyle gelmiş bulunan.

semi'

  • İşiten, duyan.
  • Fık: Allah'ın (C.C.) insanlar gibi zamana, âlete muhtaç olmayarak her şeyi işitmesi ve duyması. (O'nun işitip duyamıyacağı hiç bir şey yoktur.)

şems-i ezel ve ebed / شَمْسِ اَزَل وَ اَبَدْ

  • Başlangıcı ve sonu olmayan güneş (Allah).

şerr-i mahz

  • Sırf şer. Hiç hayır ciheti olmayan şer ve musibet.

şevk-i nefsani / şevk-i nefsanî

  • Nefsin helâl olmayan arzularına karşı duyulan istek.

seyyalat / seyyâlât

  • Seyyaleler; maddî olmayan ince ve akıcı lâtif maddeler.

şibh-i hüsn-ü ta'lil

  • Edb: Bir hâdisenin vukuuna şairane olarak ve kat'î olmayan bir sebeb göstermek.

sıfat-ı samedaniye / sıfât-ı samedâniye

  • Her şey Kendisine muhtaç iken Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın sıfatları.

sıfat-ı selbiyye

  • Allahü teâlâda bulunması câiz olmayan sıfatlar.

sıfat-ı zatiye / sıfât-ı zâtiye

  • (Sıfât-ı lâzime - Sıfât-ı vâcibe) Allah'ın zatından ayrılması mümkün olmayan ve zatına lâzım ve vâcib olan sıfatlar.
  • Tecvidde: Harflerin zâtından ayrılması mümkün olmayan sıfatlarıdır.

sıfır

  • Hiç. Olmayan bir şeyin ismi.
  • Hiç bir sayı olmamak.
  • Müsbetle menfi ortası, eksi ile artının arası.
  • Fiz: Suyun donma derecesi.

siper-i saika / siper-i sâika

  • Yıldırımdan korunmak için gemilerle, minarelere ve büyük binalara konan âlet. Paratoner.Gemilerde direklerin şapkalarına konulur ve üzerlerine, bir ucu denize kadar sarkıtılmış bakır tel bağlanır. Direkleriyle teknesi ağaç olmayan gemilerde tel yoktur. Telin gördüğü nakil hizmetini geminin demir kıs

sırf

  • Sadece, yalnızca.
  • Sâfi ve hâlis şey. Karışık olmayan.

şis

  • Çekirdeği katılaşmış olmayan hurma. (Hurma aşılanmasa çekirdeği katılaşmaz.)

sivil

  • Asker olmayan. (Fransızca)
  • Başı bozuk. (Fransızca)
  • Mülkî. (Fransızca)
  • Tebdil-i kıyafetle gezen polis. (Fransızca)
  • Medeni. (Fransızca)
  • Asker olmayan.

sonsuz

  • Sonu olmayan.

sosyoloğ

  • İçtimaî bilgilerle uğraşan, toplu insan yaşayışı ve onların idare işlerinde bilgi sahibi olmaya çalışan. İçtimaiyatçı. (Fransızca)

spiritualizm

  • Fls: Ruh gibi maddî olmayan varlıkları kabul eden görüş ve düşünüş. Ruhiyatçılık. (Fransızca)

su'

  • Kötülük.
  • İyi olmayan. Kötü, fena.

su-i ahlak / su-i ahlâk

  • Ahlâk kötülüğü. Allah'ın, peygamberin râzı olmayacağı işleri yapanın ahlâkı.

sübjektif

  • Objektif olmayan, kişisel, duygusal; eşyanın hakikatine değil de ferdin düşünce ve duygularına dayanan.

sultan-ı ezel ve ebed / sultân-ı ezel ve ebed / سُلْطَانِ اَزَلْ وَ اَبَدْ

  • Başlangıcı ve sonu olmayan sultan (Allah).

sultan-ı ezel, ebed

  • Başlangıç ve sonu olmayan, hüküm ve saltanatı ezelden ebede devam eden Sultan, Allah.

sultan-ı ezeli / sultan-ı ezelî

  • Hüküm ve saltanatının başlangıcı olmayan Allah.

sultan-ı sermedi / sultan-ı sermedî

  • Egemenliğinin sonu olmayan Allah.

sun'i / sun'î

  • İnsan yapısı, uydurma, takma, sahte, yaradılıştan olmayan.

sünat

  • (Çoğulu: Sünut Esnât) Sakalı olmyaan veya bir maktar çenesinde olup başka yerinde olmayan köse kimse.

sünnet-i gayri müekkede

  • (Kuvvetli olmayan sünnet) Peygamber efendimizin, ibâdet maksadı ile arasıra yapıp, arasıra terk ettikleri işler ve ibâdetler. Buna, müstehâb da denir.

suret-i maneviye / suret-i mâneviye

  • Mânevî suret; maddî olmayan şekil, biçim.

suri / surî

  • Surete ait, görünüşe ait ve müteallik. Hakiki, ciddi ve samimi olmayan. Zâhirî.
  • Surete ait, görünüşe ait. gerçek dışı, ciddi ve samimi olmayan.

surrad

  • Yağmuru olmayan ince bulut.

ta'rib

  • Bir kimseden söz nakletmek.
  • Çirkin etmek.
  • Arabî olmayan kelimeyi arabi lügatına nakletmek.

ta'zir / ta'zîr

  • Kusur ve özür etme.
  • Aslı olmayan özürler beyan etme.
  • Necis bulaştırmak.
  • Siyaset.
  • Tehdit etmek.
  • Tazim ve tathir. Temizlemek ve hürmet etmek.
  • Lügatta red, icbar, tahkir, te'dib, hak üzere tevkif mânalarına gelen bu tabir, İslâm hukukunda: Hakkında muayyen bir şer'î ceza olmayan suçlardan dolayı ulülemr (hükümdar, padişah) veya vekili tarafı
  • İslâm hukukunda hakkında belli bir ceza olmayan suçlardan dolayı uygulanan cezalar.
  • Red, icbar, tedib.

taabbüdi / taabbüdî

  • İbadete ait olup emrolunduğu için yapılan. Sebeb ve illeti sadece emir olan, aklın muhakemesine bağlı olmayan. İbâdete âit ve müteallik.

taassubat-ı na-bemahal / taassubat-ı nâ-bemahal

  • Yerinde olmayan taassuplar.

tabir-i samedani / tabir-i samedânî

  • Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan, ama herşey Kendisine muhtaç olan Allah'ın yüce ifadesi, tabiri.

tagi

  • (Tagy) (Tuğyan. dan) Azgın. Azmış. Asi. Mütekebbir ve ahmak olan.
  • Dindar olmayan padişah.

tagşiş

  • (Gışş. dan) Karıştırmak saflığını gidermek. Değerli bir şeyi değeri olmayan şeylerle karıştırmak.
  • Aklı gidermek.
  • Hayran etmek.

tahammülü gayr-i kabil

  • Dayanılmaz, katlanılması mümkün olmayan.

tahattur-u faraziyat

  • Aslı olmayan şeylerin hatıra gelmesi.

tahir

  • Temiz. Pâk. Abdesti bozacak veya guslü icab ettirecek şeylerden birisiyle özürlü olmayan.
  • Zâhir ve bâtında bütün ayıp ve kirlerden temiz, pâk olduğu için Hz. Peygamberimize de (A.S.) bu isim verilmiştir.
  • Müzikte: Makam ismi.

tahir-i mutlak / tâhir-i mutlak

  • Bütün yönleriyle temiz olan, temizliğine en küçük halel getirecek bir pislik olmayan.

takdir / takdîr

  • Ölçme, değer biçme, değer verme, tâyin etme. Allahü teâlânın, olacak hâdiseleri ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilmi) ile bilip tâyin etmesi.

takrib

  • Yaklaştırma. Aşağı yukarı ve tahmin ile kat'i olmayan şey söyleme. Tahmin.
  • Yolunu bulma.

takva / takvâ

  • Allahü teâlâdan korkarak, haramlardan (yasaklardan, günâhlardan) sakınmak. Harama düşmemek için, şüphelilerden (haram veya helâl olduğu belli olmayan şeylerden) sakınmaya ise verâ denir. Bu bakımdan, haramlardan daha çok sakınma derecesi olan verâ da takvânın mânâsı altına girer.

talah

  • Salih olmayan. Bozuk.

talak-ı bain / talâk-ı bâin

  • Boşanmada kullanılan sözleri söyler söylemez evliliği sona erdiren boşama. Zevceye yaklaşmadan önce veya yaklaştıktan sonra beynûneti yâni ayrılığı ifâde eden kinâyî yâni açık olmayan bir söz ile yapılan veya sarîh yâni açık bir söz ile yapılıp da aç ıkça veyâ işâretle üç adedine bağlı bulunan veya

tarik-i gayr-ı meşru

  • Meşru ve kanunî olmayan yol.

tasniat / tasniât

  • (Tekili: Tasni') Hakiki olmayan yapmacık hareketler.

tasnif

  • Bir âlimin, te'lif etmeden, kendi usûlünce daha önce benzeri olmayan bir kitâb yazması.
  • Hadîs ilminde tedvîn edilen yâni toplanıp bir araya getirilen hadîs-i şerîflerin konularına ayrılması, kitablara geçmesi.

tasvir

  • Hiss ve mahsusata münhasır olan ifâde.
  • Bir şeyi söz veya yazı ile anlatmak. Resim yapmak.
  • Bir şeye şekil ve suret vermek. Resim.
  • Edb: Görebildiğimiz ve hissedebildiğimiz şeyleri bize gösterebilecek veya hariçte vücudu olmayan fakat hissedilen şeyleri duyurabilecek mel

tatavvu'

  • Müstehab ve mendub olan namazlar.
  • İbadeti sırf kendi isteğiyle yapmak.
  • Nafile namaz kılmak.
  • Üzerine lâzım olmayan işler yapmak.

tavr-ı batıl / tavr-ı bâtıl

  • Bâtıl, hak olmayan tavır.

taze

  • Yeni kesilmiş, bayatlamamış, taravetli, buruşmamış. (Farsça)
  • Yeni duyulan, henüz ortaya çıkan. (Farsça)
  • Kuru olmayan, yeşil. (Farsça)
  • Genç, körpe. (Farsça)

teati

  • Karşılıklı alıp vermek.
  • Bir şeye el uzatıp almak. Hakkı olmayan şeye el uzatmak.
  • Fık: Pazarlıksız ve konuşmadan fiilen vâki olan mal alış verişi.

tebei / tebeî

  • Kasdî olmayan.
  • Tâbi olarak.
  • Başkasının vücuduyla kaim olan.
  • Müstakil olmayıp başkasına tâbi olarak.
  • Asıl olmayan, dolaylı.

tebzir

  • Boş yere malını sarf etmek.
  • Serpmek. Dağıtmak.
  • İsraf etmek, lâyık olmayan yere malını sarfetmek.

tecevvüz

  • (Çoğulu: Tecevvüzât) (Cevaz. dan) Sözü mecaz olarak söyleme.
  • Caiz olmayanı caiz görme. Cevaz verip yapılmasını uygun görme.

tefih

  • Hakir, zelil.
  • Lezzeti olmayan.

tekavvül

  • Kendisinde olmayanı söylemeğe çalışma. Yalan söyleme.

teklif

  • Zor birşey istemek. Bir vazife ileri sürmek.
  • Sıkılgan ve resmi davranış. İçli dışlı olmayan çekingen muâmele.
  • Vergi yüklemek.
  • Vazife vermek.
  • Cenab-ı Hakk'ın, insanları, emir ve nehiyleri üzerine hareket etmeğe vazifelendirmesi.
  • Fık: Şeriat-ı İslâmiyeni

teklif-i bilmuhal

  • İmkânsız ve olmayacak birşeyi teklif etme.

telh-nak

  • Lezzeti acı olan, lezzeti hoş olmayan. (Farsça)

telkinat-ı batıla / telkinât-ı bâtıla

  • Doğru olmayan telkinler.

tenkih-ül menat

  • Menatın, yani illetin ayıklanması. Usul-ü Fıkhın kıyas bahsine ait bir ıstılahtır. Kıyasın dört rüknünden biri olan illetin, diğer benzeri hususiyetlerden ayıklanmasıdır. Şöyle ki: Şâri (Allah C.C.) bir hükmü bir sebebe bina eder. Fakat o illetle beraber hükme te'siri olmayan birçok özellikler de bu

tenkihü'l-menat

  • Menatın (illetin) ayıklanması; kıyasın dört esasından biri olan illetin, hükümle ilgisi olmayan yabancı unsurlardan ayıklanması.

tenzih / tenzîh

  • Allahü teâlâyı, şânına lâyık olmayan şeylerden, her türlü eksik ve noksanlıklardan uzak tutmak.

tenzihen mekruh / tenzîhen mekrûh

  • Yasak olmasına kuvvetli, açık bir delil, senet bulunmayıp, yapılması iyi olmayan şeyler.

tercih ehli / tercîh ehli

  • Hanefî mezhebinde, dînî hükümleri bildiren fıkıh âlimlerinin beşinci tabakasında bulunan ve ictihâd (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden dînî hüküm çıkarma) gücüne sâhib olmayan, sâdece bağlı oldukları mezhebin kavillerinden (sözlerinden) ve hüküml erinden sahîh ve evlâ (en iyi) olanı seçen mukall

tercüme-i ezeliye

  • Ezelî tercüme; başlangıcı olmayan sonsuz varlık sahibi Allah'tan gelen tercüme.

terk-i masiva / terk-i mâsivâ

  • Allah'tan gayrısını terk etmek. Allah rızası olmayan işlerden, fâni ve fena dünya işlerinden vazgeçip Allah rızasına yönelmek. Kalbinde Allah sevgisi ve muhabbetinden daha ileri bir sevgi bırakmamak.

terkib

  • Birkaç şeyin beraber olması. Birkaç şeyin karıştırılması ile meydana getirilmek.
  • Birbirine karıştırılmış maddeler.
  • Gr: Terkib-i nâkıs ve terkib-i tam olarak iki kısma ayrılır. Terkib-i nâkıs: Cümle kadar olmayan terkiblerdir. Terkib-i tam ise; bir cümleden ibarettir. Birbirin

teslis

  • Üçleme. Hristiyanların sonradan uydurdukları ve dinlerinin esasında olmayan bir akidedir ki; bazılarının hâşâ, Cenab-ı Hakk Üçdür, bazıları da Üçü birdir diyerek, Allah'a şerik ve ortak tanımaları. Cenab-ı Hakk'ı Üç Unsurdur diye tevehhüm etmeleri. (Ekanim-i selâse de denir.)

tevatür / tevâtür

  • Kuvvetli haber.
  • Müteaddid şeyler birbiri ardınca zâhir olmak.
  • Bir hususun söylenmesi hemen herkesin ağzında olup, gezmek. Şâyia.
  • Fık: İçinde yalan ihtimali olmayan ve bir cemâate dayanan kuvvetli haber, ferdî olmayıp cemaate ait olan sağlam haber.
  • Yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından bir hadis-i şerifin aktarılması.
  • Yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan, her asırda güvenilen kimselerin hepsinin bir şeyi, bir haberi bildirmeleri.

tevfikat-ı samedani / tevfikat-ı samedanî

  • Hiçbir şeye muhtaç olmayan, ama herşey Kendisine muhtaç olan Allah'ın yardımları, muvaffakiyet bahşetmesi.

tevfikat-ı samedaniye

  • Hiçbir şeye muhtaç olmayan ve her şey Kendisine muhtaç olan Allah'ın başarılı kılması.

tevkifi / tevkîfî

  • İslâmiyet'in bildirmesine bağlı olan ve değiştirilmesi câiz olmayan.

teznub

  • Kuyruğu tarafından olmaya başlayan hurma salkımı.
  • Tülbendin aşağı sarkan tarafı.

tulk

  • Mutlak. Bağlı ve kayıtlı olmayan.

turra-i samediyet / طُرَّۀِ صَمَدِيَتْ

  • Hiçbir şeye muhtaç olmayan Allahın mührü.

ucm

  • Araptan gayrisi. Arap milletinden olmayanlar.
  • (Tekili: Acmâ) Dilinde tutukluk olanlar.

udva'

  • Kuru, sert yer.
  • Üzerine oturulduğunda rahat olmayan yer.
  • Evin uzak olması.

ufk-u ezel

  • Başlangıcı olmayan sonsuzluk ufku.

ukama'

  • (Tekili: Akîm) Kısırlar. Zürriyeti olmayanlar.

ulema-i rüsum

  • Resmî, merasim âlimleri. Kendileri resmen âlim bilinen fakat hakiki âlim olmayan kimseler. (Zâhirî ulema da denir.)

uluhiyet-i mutlaka

  • Kayıt altında olmayan, mutlak uluhiyet. Ancak bir tek İlâhın mâbud oluşu.

uluhiyet-i sariye ve hayat-ı sariye / uluhiyet-i sâriye ve hayat-ı sâriye

  • Vahdet-ül vücud ehlince kullanılan tasavvufî tabirler olup; İlâhî sıfatların ve hayatiyetin eşyaya sirayet etmesi, yani tecelli etmesi mânasında olan bu tabirlerden, ehil olmayanlar; Allah'ın tecessümünü veya eşyaya hulûl'ünü veya eşya ile ittihad ve ittisal'ini zu'metmek gibi bâtıl vehimlere düştül

ümm-ül kitab

  • Kitabın anası, esası. Levh-i Mahfuz ve ilm-i İlâhî. (Yâni: Kur'ân, İlm-i İlâhîde, Levh-i Mahfuz'da ezelî ve ebedî olarak mahfuz bulunduğundan Kur'anın aslı ve anası mânasında kullanılan bir tabirdir.)
  • Kur'an-ı Kerim'in müteşabih olmayan muhkem âyetlerine de kitabın anası, esası mânas

ümmi / امي / ümmî / اُمّ۪ي

  • Okuma-yazması olmayan.
  • Okur yazar olmayan.

umre

  • Farz olmayan hac.

umumü'l-belva / umûmü'l-belvâ

  • Umuma yayılmış, genelleşmiş belâ; kaçınılması mümkün olmayan umumî problem.

umur-i izafiye

  • Biri birisiz olmayan ve birbirine nisbet ve kıyaslamayla anlaşılan nitelikler; karanlık-aydınlık, acı-tatlı gibi.

umur-u gaybiye

  • Gaybi olan ve hissiyâtımızla bilinmeyen işler. Geçmiş zamana yahut geleceğe dâir olan ve hazırda mevcut olmayan işler.

umur-u izafiye / umur-u izâfiye

  • Birbirisiz olmayan ve birbirine nisbet ve mukayese ile anlaşılan vasıflar. (Meselâ: Karanlık olmasa, aydınlığın bilinmemesi gibi)

umur-u mütezadde

  • Aralarında uygunluk olmayan birbirine zıt şeyler.

unsur-u kesif / unsur-u kesîf / عُنْصُرُ كَثِيفْ

  • Şeffaf olmayan, katı, yoğun madde.

urat

  • (Tekili: Uryan) Elbisesi olmayanlar. Çıplaklar, uryanlar.

üstad-ı ezeli / üstâd-ı ezelî

  • Varlığının başlangıcı olmayan ve bütün ilimlerin öğreticisi olan Allah.

üstad-ı ezeliye

  • Varlığının başlangıcı olmayan üstad, öğretmen.

uttel

  • Üzerinde ziynet eşyası olmayan kadınlar.

uzzab

  • Zevc veya zevcesi olmayan. Bekâr.

vacib / vâcib

  • Allah ve resulü tarafından yerine getirilmesi kesin olarak emredilmiş olan şey (diğer bir mânası; delili farz ifade edecek derecede kesin olmayan, fakat hiç terk edilmeden yapılması istenen amel; vitir ve bayram namazları gibi.
  • Varlığı zorunlu olan.
  • Kur'ân-ı kerîmde açık olmayarak bildirilmiş veya bir sahâbînin açıkça bildirmesi ile anlaşılmış olan emirler. Şâfiîlere göre vâcib denince farz anlaşılır.
  • (Vücub. dan) (Çoğulu: Vâcibât) Lüzumlu, mecburi olan.
  • Fık: Yerine getirilmesi her müslüman için gerekli ve borç olup, yapılmadığı takdirde büyük günah olan Allah'ın emirleri. Yapılması zannî delil ile belli olan. Terki câiz olmayan. Yapılması şer'an kat'i derecede bir delil ile sâbit

vacib-ül vücud / vâcib-ül vücud

  • Vücudu mutlak var olan, yokluğu mümkün olmayan Cenâb-ı Hak.

vacibu'l-vücud / vâcibu'l-vücûd

  • Vücudu mutlak var olan, yokluğu mümkün olmayan Allah.

vacibü'l-vücud / vâcibü'l-vücûd

  • Varlığı zorunlu olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan Allah.

vacid / vâcid

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Ma'bûd, Rab, ilâh olan, zâtında bulunması lâzım ve lâyık olan bütün sıfatları kendisinde bulunan, hiçbir şeye muhtaç olmayan, kendisinden hiçbir şey gizli kalmayan.

vahdaniyet

  • Birlik, infirad. Benzeri olmamak. Artmaktan, ayrılmaktan, eksilmekten beri ve münezzeh olmak gibi mânaları ifade eden Allah'ın bir sıfatıdır. Bu sıfatla muttasıf olana Vâhid denir ki; benzeri olmayan; tecezziden, tekessürden beri olan zât demektir.

vahid / vahîd / vâhid

  • Yalnız, tek.
  • Hz. Peygamber'in de (A.S.M.) bir ismidir. Benzeri bulunmayan, hiçbir mahlukla müsavi olmayan ve tek olan (meâlindedir).
  • Bir, tek, biricik. Eşi, benzeri, cüz'ü, parçası olmayan Allah (C.C.) Ferid.

vahid-i ehad-i samed / vâhid-i ehad-i samed

  • Bir ve tek olan, birliği bütün varlıkları kuşattığı gibi herbir varlıkta da tecellî eden, hiçbir şeye muhtaç olmayan, ama herşey Ona muhtaç olan Allah.

vahid-i hakiki / vahid-i hakikî

  • Eşi ve benzeri olmayan, ilâh olmaya lâyık tek gerçek olan Allah.

vahid-i vacib / vahid-i vâcib

  • Varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir şeye ve sebebe ihtiyacı olmayan ve herbir varlıkta birliği görünen Allah.

vahim

  • Ağır.
  • Sonu tehlikeli. Çok korkulu.
  • Hazmı güç olan. Zararlı veya faydalı olmayan yemek.

vahşi / vahşî

  • Medeni olmayan. İnsanlardan kaçan. Alışık ve ehlî olmayan.
  • Merhametsiz, duygusuz.
  • Ürkek, korkak.
  • Medenî olmayan, kaba.

vahy-i semavi / vahy-i semavî

  • Beşerin düşünerek yapmasına inkân olmayan, Allah (C.C.) tarafından melek vasıtasıyla Peygambere gönderilen vahiy.

vakas

  • Boynun kısa olması. Ateşe attıkları ufacık değnekler.
  • İki nisap zekâtın arasındaki zekâtı olmayan hayvanlar.

vakıa muhalif / vâkıa muhalif

  • Uygun olmayan, olması gerekenden aykırılık gösteren.

vasi' / vâsi'

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Rahmeti, ilmi, kudreti, ihsânı ve nîmetleri her şeyi kuşatan ve her şeye kâfi olan, kudretinin ve ilminin nihâyeti olmayan.

vazıh / vâzıh

  • Açık, ayan, âşikâr. Besbelli. Kapalı olmayan.
  • Edb: Vuzuhlu söz. Bir okunuşta mânâsı anlaşılacak ifâde.

vebal

  • Günah. Zarar. Ziyan. Şiddet. Ağırlık. Azab. Doğru olmayan bir hareketin manevî mes'uliyeti.
  • Günah, zarar, ziyan, şiddet, ağırlık, azap, doğru olmayan bir hareketin manevî sorumluluğu.

veciz

  • Kısa, öz, derli toplu. Muhtasar olup mufassal olmayan.
  • Az sözle çok mâna ifâdesi.

vehim ü hayal

  • Vehim ve hayal; olmayan bir şeyi varmış gibi gösterme ve hayal etme.

vehm

  • Kuruntu, gerçekte olmayan bir şeyi var diye düşünme.

veled-i zina / veled-i zinâ

  • Meşru olmayan birleşmeden doğan çocuk, nikah dışı birleşmeden doğan çocuk.

vesvese

  • Şübhe. Tereddüt. Kuruntu. Aslı olmayan ihtimaller.

vitr

  • Tek olan şey. Çift olmayan. Tenha.
  • Yatsı namazından sonra kılınan üç rekât namaz.
  • Kurban bayramından bir önceki gün.

vücub-u vücud / vücûb-u vücûd

  • Varlığı zorunlu olan, yok olması düşünülemeyen, var olmak için hiç bir sebebe muhtaç olmayan varlık; Allah.

vücud-u vücubi / vücud-u vücubî

  • Varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir şeye ve sebebe ihtiyacı olmayan ve diğer varlıkların var olması Kendisine bağlı olan, yokluğu düşünülemeyen varlık, Allah.

vücut rengi vermek

  • Olmayan bir şeyi var kabul etmek.

vukufsuz

  • Bir konu hakkında hiçbir bilgisi olmayan.

yekdane

  • Eşi, benzeri olmayan. Tek. (Farsça)

yeksüvare

  • (Çoğulu: Yeksüvârân) Yalnız başına ata binen.
  • Mc: Arkadaşı olmayan kimse.

yelem

  • Aslâ yemişi olmayan sert ve katı ağaç.

yevm-i şek

  • Şaban ayının otuzuncu günü; ramazan olması zannedilip ancak görülmedikçe oruç tutulması münasip olmayan gün.

yevm-i şevk

  • Şaban-ı Şerifin otuzuncu günü. Ramazan olması zannedilip ancak hilâl görülmedikçe oruç tutulması münasib olmayan gün.

zahid / zâhid

  • Dünyâya düşkün olmayan kimse.
  • Şüpheli olur korkusu ile mübâhların (dînen izin verilenlerin) çoğunu terk eden.

zahir / zâhir

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Varlığında şek ve şübhe olmayan, her eserinde varlığına deliller, işâretler bulunan yüce Allah.
  • Açık, görünen, dış görünüş, insanın dış görünüşü.
  • Fıkıh usûlü ilminde; sevk edilmediği, kendisi için buyrulmadığı mânâ, açı

zahiri / zâhirî

  • (Zâhiriyye) Görünüşte olduğu gibi. Zâhire âit ve müteallik. Asıl ve hakiki olmayan.
  • Zâhiriyyun mezhebine âit olan.

zail

  • (Zâile) Geçen, geçici.Devamlı olmayan. Tükenen.
  • Sona eren, sürekli olmayan.

zalef

  • Kum ve taş olmayan sağlam yer.

zani

  • Zina eden. Meşru olmayan nikâhsız cinsî münasebette bulunan.

zanni / zannî

  • Kesin olmayan, zanna dayalı.

zarure-i naşie / zarure-i nâşie

  • Kendisinde bulunması zorunlu olan, ondan ayrılması mümkün olmayan zorunlu özellik.

zaruriyet-i naşie / zaruriyet-i nâşie

  • Bir şeyin kendisinde bulunması zaruri olan ve ondan ayrılması mümkün olmayan.

zaruriyyat-ı naşie / zaruriyyat-ı nâşie

  • Bir şeyin kendisinde bulunması zaruri olan ve ondan ayrılması mümkün olmayan ve zâti hassadan meydana gelen zaruretler.

zaruriyye

  • (Zarurî) Mecburî. İster istemez olacak iş. İhtiyarî olmayan, mecburî olan.

zat-ı baki-i hayy-ı kayyum / zât-ı bâki-i hayy-ı kayyûm

  • Varlığının sonu olmayan, hayatı ezelî ve ebedî olan ve bütün varlıkların ayakta durmaları, devam ve bekàları Kendine bağlı olan Zât; Allah.

zat-ı ehad ve samed / zât-ı ehad ve samed

  • Birliği her bir varlıkta kendisini gösteren ve herşey Kendisine muhtaç olduğu hâlde Kendisi hiçbirşeye muhtaç olmayan Zât, Allah.

zat-ı ehad-i samed / zât-ı ehad-i samed / ذَاتِ اَحَدِ صَمَدْ

  • Herşey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan ve birliği herbir şeyde görünen Allah.
  • Her şey kendisine muhtaç olduğu halde, hiç bir şeye muhtaç olmayan, tek olan zat (Allah).

zat-ı ferd ve ehad / zât-ı ferd ve ehad

  • Benzeri olmayan ve herbir varlıkta birliği tecelli eden Zât, Allah.

zat-ı ferd-i ehad-i samed / zât-ı ferd-i ehad-i samed

  • Herşey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan, bir ve benzersiz olup ortağı olmayan Zât, Allah.

zat-ı ganiyy-i ale'l-ıtlak / zât-ı ganiyy-i ale'l-ıtlak

  • Her cihetle hiçbir şeye muhtaç olmayan Zât, Allah.

zat-ı hayy-ı kayyum / zât-ı hayy-ı kayyum / ذَاتِ حَيِّ قَيُّومْ

  • Daimi hayat sahibi olup, varlığında kimseye muhtâc olmayan ve mahlukatı varlıkta tutan zat (Allah).

zat-ı vacibü'l-vücud / zât-ı vâcibü'l-vücud

  • Varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan Zât, Allah.

zati / zâtî / ذَات۪ي

  • Zatına âit, kendisinden olup başkasından olmayan.

zatiye / zâtiye / ذَاتِيَه

  • Zata âit, kendisinden olup başkasından olmayan.

zeberced

  • Zümrüd cinsinden ve onun kadar kıymetli olmayan, sarımtırak yeşil, cam parlaklığında kıymetli taş.

zekavet-i betra / zekâvet-i betrâ

  • Çok aşırı zekâ; faydası olmayan zekâ.

zelahlah

  • (Çoğulu: Zelahlahât) Büyük çanak.
  • Aceleci ve uzun boylu adam.
  • Derin olmayan ırmak.

zelul

  • Yumuşak huylu. Sert başlı olmayan. İtaatlı ve râm olan.
  • Hecin devesi.
  • İnsanların emrindeki yeryüzünün hâli.

zenna'

  • Sümüklü kadın.
  • Hayzı kesilmiş olmayan kadın.

zevalnapezir / zevalnâpezir / zevâlnâpezîr / زوال ناپذیر

  • Geçici ve muvakkat olmayan. Zeval bulmayan. Sona ermeyen. (Farsça)
  • Yok olmayan, kalıcı. (Arapça - Farsça)

zevk-i mecazi / zevk-i mecazî

  • Gerçek olmayan, yalan ve aldatıcı zevk.

zıhar

  • İki şey arasında münasebet ve mutabakat meydana getirmek. İki şeyi birbirine mutabık eylemek. Arka arkaya, mukabil kılmak.
  • Karşılıklı yardımlaşmak.
  • Fık: Bir kocanın, karısını müebbeden mahremi olan birisinin bakması câiz olmayan bir yerine teşbih etmesi.Meselâ, bir adam karıs

zımar

  • Ele geçmesi mümkün olmayan kaybolmuş mal. Alacak veya yeri bilinmeyen mal.
  • Gizli kalmış hazine, iş veya şey.

zımnen

  • Açıktan olmayarak, dolayısıyla, ima yolu ile. İçinden olarak.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın