REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te müla ifadesini içeren 77 kelime bulundu...

alak

  • Kan. Kızıl veya koyu ve uyuşuk kan.
  • Yapışkan veya ilişken nesne.
  • Hayvanat.
  • Bir işe mülâzemet eylemek.
  • Husumet-i lâzime veya muhabbet-i lâzime. Aşk ve muhabbet eylemek. Bir işe başlayıp o işe devamlı olmak.
  • Bir şeye ilişip tutulmak.
  • Yapışkan, ba

amed

  • Sütunlar.
  • Birşeye devam üzere olma.
  • Mülâzemet etme.

bend

  • Bağlanan. Bağlanmış. (Farsça)
  • Bağ. Boğum. Mafsal. (Farsça)
  • Su bendi. Baraj. (Farsça)
  • Gam. Gussa. (Farsça)
  • Mekir. (Farsça)
  • Hile. (Farsça)
  • Mülâhaza. Fıkra. Madde. (Farsça)
  • Aldatmak. (Farsça)
  • Birisini emri altına almak, bendetmek. (Farsça)
  • Edb: Baştan sona kadar aynı vezinli bir çok parçalardan meydana (Farsça)

biniş

  • Basiret, görüş, görme kabiliyeti. (Farsça)
  • Mülâkat. (Farsça)

ca-yi mülahaza / câ-yi mülahaza

  • Düşünülecek nokta. Mülahaza edilecek mes'ele.

cesm

  • Devam etmek, mülâzemet.

cümel

  • (Tekili: Cümle) Cümleler. Birden fazla anlama gelen sözler. Mecmular.

dakika

  • (Çoğulu: Dakaik) Zaman mikyası olarak bir saatin bölündüğü altmış parçadan beheri. Altmış saniyelik zaman.
  • İnce fikir, mülâhaza, nükte.
  • Daire dereceleriyle başka ölçülerde her derecenin bölündüğü parçalar ki bunlar da saniyelere ayrılırlar.

didar

  • Mülâkat, görüş. (Farsça)
  • Görünme. (Farsça)
  • Yüz. Çehre. (Farsça)
  • Görüş kuvveti, göz. (Farsça)
  • Açık, meydanda. (Farsça)

dur-endiş

  • Önceden görüp düşünen. Tedbirli. Her şeyin ilerisini evvelden mülâhaza eden. İlerisini düşünen. (Farsça)

endiş

  • Düşünen, mülâhaza eden, ölçülü davranan mânasında sıfat terkiblerinde kullanılır. Meselâ: Akibet-endiş : Her işin sonunu düşünen.

fevaid-i me'mule / fevâid-i me'mule

  • Umulan faydalar.

fevkalme'mul

  • (Fevk-al me'mul) Ümidin fevkinde, Umulandan ziyade. Ümid edilmedik şekilde. Beklenmedik bir anda.

fevkalmemul

  • Umulanın, beklenilenin üstünde.

fevkalmêmul

  • Umulanın üstünde.

gazir

  • Mülâyim, yumuşak. Nâzik, uysal.

gına

  • Zenginlik. Yeterlik.
  • Tok gözlülük.
  • Mülâki olmak. Bir kimseye dostluğunda devamlı olmak.
  • Bıkma, usanç.
  • Şarkı söylemek. Teganni etmek.

hafz

  • Aşırı olmama hali.
  • Refah ve ferahlık. Huzur ve rahat.
  • Yavaş yavaş mülayim yürüyüş, itidal. Alçak.
  • Kelimenin son harfini esre, yâni "i" diye okumak.
  • Sözü boğaz içinden söylemek.

hilaf-ı me'mul / hilâf-ı me'mûl / خِلَافِ مَأْمُولْ

  • Umulanın aksine.

hilaf-ı memul / hilâf-ı memûl

  • Umulanın tersine, beklenin aksine.

iktiham

  • Hücum ve istilâ eylemek.
  • Dayanmak. Tahammül etmek. Katlanmak. Güçlükleri yenmek.
  • Mülâhazasız bir işe başlamak.
  • Bir şeyi hakir addetmek.

iltizam

  • Kendine lâzım kılma. İcrasına cehdettiği şeyi kendi üzerine vâcib kılma. Mülâzemet etme. Gerekli bulma.
  • Tarafgirlik etme, birinin tarafını tutma.
  • Onyedinci y.y. dan itibâren devlete gelir getiren kaynaklar, yavaş yavaş belirli bedel karşılığında şahıslara verilmeğe başlandı.

irfak

  • Fayda vermek, işe yaramak. Kolaylık ve mülâyemetle tutmak.

ishal

  • Mülâyim ve düz bir yere varmak.
  • Tıb: Barsakların iltihabından soğuk algınlığından hâsıl olan sürgün, iç sürme.

istidlal

  • Delil getirmek. Bir delile dayanarak netice çıkartmak. Delile nazar etmek. Muhakeme. Mülahaza ve anlama kudreti. Delil ile anlamak. Zihnin eserden müessire veya müessirden esere intikali.

istilane

  • Bir şeyi mülâyim görmek, mülâyim bulmak.

istimlak / istimlâk / استملاک

  • Kamulaştırma.
  • Kamulaştırma. (Arapça)
  • İstimlâk edilmek: Kamulaştırılmak. (Arapça)
  • İstimlâk etmek: Kamulaştırmak. (Arapça)

kaziye-i şartiyye

  • Man: İki cümleden ibâret, fakat bunlardan birinde olan hüküm diğerinde gösterilen şarta mütevakkıf olan, yâni; aralarında mülâzemet ve irtibat bulunan kaziyedir.

ken'

  • (Çoğulu: Kün'ân) Tilki eniği.
  • Cem'etmek, toplamak.
  • Yakın olmak.
  • Mülâyemet.
  • Alçaklık yapmak.
  • Firar, kaçmak.

latif

  • Mülâyim. Yumuşak. Nâzik. Mütenasip.
  • Güzel. Şirin. Küçük ve hoşa giden.
  • Cisimle alâkası olmayan. Göze görünmeyen.
  • Çok lutf edici.
  • Derin, gizli.

leyyin

  • Yumuşak. Mülâyim. Hafif. Yavaş olan.

lian

  • Lânetleşmek. İki kişinin birbirini lânetlemesi.
  • Fık: Zevc ile zevcenin hâkim huzurunda şer'i usulüne uygun olarak dörder defa şahitlikte bulunduktan sonra, nefislerine lânet ve gadab okumak suretiyle olan yeminleri. Buna: Mülâene, telâun, iltiân da denir.

lihaz

  • Düşünme, mülâhaza etme.
  • Riâyet etme, uyma. Söylenen sözü kabul edip yerine getirme.

lin / lîn

  • Yumuşaklık ve mülayim olmak.
  • Tecvidde: Bu sıfata sahib olan vav, ye harfleridir.

linet / lînet

  • (Liynet) Mülâyimlik, yumuşaklık.

liyan

  • (Mülâyene) Mülayemetle, yumuşaklıkla muamele etmek.

lütuf

  • Rıfk ve nevâziş. İltifatla mülâyemet üzere muâmele eylemek. Allah (C.C.) Hazretlerinin kullarını rıfk ve sühuletle murâdına muvaffak eylemesi.
  • Güzellik, hoşluk.
  • İyilik, iyi muâmele.

ma'mulat-ı dahiliye / ma'mulât-ı dâhiliye

  • Dâhilî mamulat. Memlekette yerli olarak yapılan şeyler.

mazanne-i hayr

  • Kendisinden yalnız iyilik umulan kimse.

me'mul / me'mûl

  • Umulan, ümit edilen.
  • Umulan. Ümid edilen. Beklenilen.
  • Umulan, ümit edilen.

melhuz / melhûz

  • Mülâhaza ve tefekkür olunmuş olan veya olunabilen. Düşünülebilen. Akla gelebilen. Olabilir.
  • Mülahaza edilen, düşünülebilen, hatıra gelen.

memul

  • Umulan, beklenilen.

mêmul / mêmûl

  • Umulan.

memul / memûl / مأمول

  • Umulan, beklenilen. (Arapça)

mu'tedil

  • Yavaş ve mülâyim. Ne pek az, ne pek çok olan. Orta hâlli. İtidalli.

muhnis

  • Yumuşak kimse; yâni şiddeti ve katılığı olmayan. Mülâyim.

muktehim

  • Mülâhazasız bir işe hücum edip giren.
  • (Bak: İktiham)

mülaet

  • (Çoğulu: Mulâ) Midedeki rahatsızlıktan dolayı husule gelen zükkâm hastalığı.
  • Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.), Hz. Abbas'ı ve dört erkek evlâd-ı mübarekelerini örttüğü perde.
  • Büyük ihram.

mülahafe

  • Mülâzemet, devamlı bir işle meşguliyet. Bir işe bağlılık.
  • İsrar etmek.

mülahazat

  • (Tekili: Mülahaza) Mülahazalar. Düşünceler. Akıldan geçenler.

mülaim

  • Mülâyim. Yumuşak. Lâtif.

mülaki / mülâki

  • Mülâki olmak:
  • Karşılaşmak.
  • Görüşmek.

mülatafa

  • (Mülâtefe) (Lutf. dan) Birbirine lâtife etmek. Şakalaşmak. İltifat etmek. Güzel muâmele.

mülatafat

  • (Tekili: Mülâtafa) Lâtifeler, mülâtafa etmeler, şakalaşmalar.

mülattıfat

  • (Tekili: Mülattıf) Yumuşatıcı ilâçlar.

mülayeme

  • (Bak: MÜLAYEMET)

mülayene

  • (Bak: MÜLAYENET)

mülazemet

  • Mülazemet etmek:
  • Devam etmek.
  • Staj yapmak.
  • Bir işle ilgilenmek.

mülazimin / mülazimîn

  • (Tekili: Mülâzımân) (Mülâzım) Stajyerler. Bir yere maaşsız olarak gidip gelenler.
  • Bir kimseye sarılıp ondan ayrılmayanlar.
  • Teğmenler.

mülha

  • (Çoğulu: Mülâh) Siyah ile karışık olan beyaz.
  • Lâtif ve güzel olan söz.

murabata

  • Düşmanla karşılaşılacak yerlerde gözetip sebatla nöbet beklemek.
  • Mülâzemet etmek.
  • Bağlamak.

mürteca / mürtecâ

  • Umulan.

müsafene

  • Mülazemet edişmek, devamlı meşgul olmak.

mutedil / معتدل

  • Ylıman. (Arapça)
  • Mülayim, hoşgörülü. (Arapça)

müvademe

  • Mülâzemet, uygunluk, muvâfakat.

nazar

  • Göz atmak. Mülahaza, düşünmek, bakmak, imrenerek bakmak, düşünce. Yan bakış, kötü bakış. Bir türlü kabul etmek.
  • Gözdeğmesi.
  • İltifat.
  • İtibar.

nota

  • (İtalyancadan) Emir ve istek bildiren yazı.
  • Bir şeyi sonradan hatırlamak için konan işaret.
  • Resmi ve siyasi mektup, muhtıra.
  • Mülâhazat.
  • Hesap pusulası.
  • Müziğe ait yazı.

rabıta-i mevt

  • Ölümünü düşünüp dünyanın fani olduğunu mülâhaza edip nefsin desiselerinden kurtulmak.

ratb

  • Rutubet, nemlilik yaşlık.
  • Rutubetli, yaş.
  • Yaş hurma.
  • Mülâyim, yumuşak.

ratb-ül lisan / ratb-ül lisân

  • Yumuşak sözlü. Mülâyim lisanlı.

secahat

  • Mülâyemet, rıfk. Cemalin tenasüp içindeki kemali.

tafk

  • (Tafak) Bir işe başlamak, mülâzemet etmek, başlayıp devamda sebat etmek.

tedlis

  • Yumuşatmak. Bir şeyi mülâyim ve kaygan yapmak.
  • İnciyi şeffaf etmek.

terai / teraî

  • Aynaya bakma.
  • Birbirini görmek ve görüşmek. Bir fikir hakkında mukabil görüş, endişe mülâhaza eylemek.
  • Hurmanın kuruyup renginin belli olması.

tesahül

  • Yumuşak davranma. Rıfk ve mülâyemetle tatlı muamele etme.
  • Gaflet ve ihmal etme.

tilka'

  • Taraf, yön, cihet.
  • Hiza.
  • Mülâkat. Görüşmek ve buluşmak.

timlak

  • Mülayemet etmek, yumuşaklık göstermek.
  • Tereddüt etmek, karar verememek.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın