REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te müc ifadesini içeren 348 kelime bulundu...

abdullah ibn-i abbas

  • Ashab-ı Kiram'ın fakih ve müctehidlerindendir. Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) amcasının oğludur. Ashâb-ı Kirâm arasında mümtaz bir mevki'e hâizdir. Sahih-i Buhari'de mezkûr olduğu üzere Resul-i Ekrem (A.S.M.), Abdullah hakkında : "İlâhi onu dinde fakih kıl ve kitabını ona öğret!" diye dua buyurmuştu. Bu

acaib-i mucizat / acâib-i mûcizât

  • Mucizeyle yaratılan mahluklardaki şaşırtıcı özellikler.

ahkam-ı ictihadiyye / ahkâm-ı ictihâdiyye

  • Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfte açıkça bildirilmeyip, müctehid denilen âlimlerin açıkça bildirilenlere benzeterek elde ettikleri hükümler.

ahmediyye

  • Evliyânın gözbebeği İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Bu yola Müceddidiyye-i Ahmediyye de denir.
  • Hindistan'da Gulam Ahmed Kâdiyânî tarafından kurulan sapık bir yol.

al-i imran suresi / âl-i imran suresi

  • Kur'an-ı Kerimin üçüncü suresinin ismi olup Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur. Bu sureye Eman, Kenz, Ma'niyye, Mücadele, İstiğfar Suresi ve Tayyibe de denilir.

ala / alâ

  • Gr:Arabçada harf-i cerdir. Buna isim diyen de olmuştur. Müteaddit mâna ile kelimenin başına getirilir; manevî istilâ ve tefevvuk bildirmek için ekseriyâ mecrurunu istilaya delâlet eder. Bazan mecrurunun mukabiline müstâli olur. (maa) gibi müsahabet için gelir. (lâm) gibi tâlil için olur. Müc

amelde mezheb

  • Mutlak müctehid denilen derin âlimin, Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf, icmâ ve Eshâb-ı kirâma âit nakilleri esas alarak, iş ve ibâdetle ilgili hükmü açıkça bildirilmeyen husûslarda çıkardığı hükümlerin hepsi.

an

  • Arabçada harf-i cerrdir. Ekseri ismin, kelimenin başına getirilir. Türkçe karşılığı "den, dan" diyebiliriz. Bedel için olur. Meselâ: Ona bedel ben geldim, cümlesinde olduğu gibi. Tâlil için olur. Bu'd yerinde kullanılır. Zarfiyyet için, mücâveze için ve harf-i cerr olan "min" mânasına, "bâ" mânasına

an-la şey'in

  • Bilâ mucib, sebebsiz.

asa-yı musa / asâ-yı musâ

  • Hz. Mûsânın (A.S.) Asâsı.
  • Kafir sihirbâzları Cenab-ı Hakkın izniyle mağlub eden ve taşa vurduğunda hemen Cenab-ı Hakkın izni ile su çıkaran Hz. Mûsânın (A.S.) mucizeli değneği. Bu mucizeye teşbih olarak, her bir zerrede ve her şeyde Allahın (C.C.) varlığını, birliğini ve kudsi sıfatl

atf-ı tefsir

  • Bir mânada olup mücerred tasdik ve te'kid için "ve" ile müteradifine (aynı mânadaki kelimeye) atfolunan kelime. Meselâ: "İhsan ve kerem, hüzün ve keder" ifadesindeki "ve" ler gibi. Diğer bir ifade ile: Aynı olan ayrı iki kelimenin birlikte kullanılması. ("deli divâne"de olduğu gibi.)

atvak

  • (Tekili: Tavk) Tasmalar. Gerdanlıklar, boyuna takılan mücevherler.
  • Tâkatler, kuvvetler.
  • Boyundaki halka çizgiler.

avam / avâm

  • Amme'nin çoğulu, halk, topluluk.
  • Müctehid (âyet ve hadîslerden şer'î yâni dînî hükümler çıkaran İslâm âlimi) olmayan, mukallid (yâni mezhebinin usûl ve kâidelerini anlayıp taklîd eden).
  • Dînî ilimlerden haberi olmayan câhiller.
  • Olgunlaşmamış, irşâda (öğrenip, aydınlanmaya) muht

ayet / âyet

  • Alâmet, işâret, mûcize, ibret.
  • Kur'ân-ı kerîmdeki sûreleri meydana getiren cümle veya cümleciklerden her biri. Çoğulu âyâttır.
  • Allahü teâlânın varlığını, birliğini ve kudretini gösteren alâmet, ibret, işâret.
  • Mûcize.

azeb

  • Bekâr. Mücerred. Evlenmemiş. Zevcesi olmayan.

bad-efrah

  • Mücazât, ceza. (Farsça)
  • Bir çeşit fırıldak. (Farsça)

badi

  • Sebeb. İllet. Mûcib. Vesile.
  • Zâhir ve âşikâr olan.
  • Halkeden. Hâlık. Yaratan.

bar-ver

  • Yemiş veren, meyvedar, verimli, meyve verici. (Farsça)
  • Mc: Faydalı, faydayı mucib, iyi netice veren. Yararlı. (Farsça)

basıt / bâsıt

  • Açan. Yayan. Serici.
  • Ferahlık veren.
  • Dilediği kulunun rızkını genişlendiren Allah (C. C.).
  • Mücerred olup, mürekkep ve müellef olmayan.
  • Tıb: Bir uzvu uzatıp açan adele.

basit

  • Kıymetsiz.
  • Geniş
  • Yaygın olan.
  • Mücerred ve münferid olup, mürekkeb ve müellef olmayan.
  • Neş'eli. Güleryüzlü. Düz, arızasız, engelsiz.
  • Edb: Aruz vezinlerinden biri.

bayezid-i bistami / bayezid-i bistamî

  • (Hi: 188-261) Ehl-i Sünnet ve Cemâatın büyük âlimlerinden ve büyük evliyadandır. İran'ın Bistam şehrinde doğmuştur. Künyesi, Ebu Yezid Tayfur bin İsa El-Bistamî'dir. Cafer-i Sâdık Radıyallahü Anhu'dan kırk sene sonra dünyaya gelmiş ve ondan üveysî olarak feyz almıştır. Mücerret bir hayat geçirmiştir

bedestan

  • Değerli, kıymetli kumaşlar, silâhlar ve mücevherler vs. alış-verişine mahsus üstü örtülü ve mahfuz çarşı. (Farsça)

bela / belâ

  • (c.: Belâyâ) Afet. Sıkıntı. Tasa, kaygı. Musibet. Mücazat. İmtihan. Dâhiye.
  • Yaramaz nesne.

belel

  • Yaşlık, rutubet, ıslaklık.
  • Zafer, galibiyet.
  • Mihnet, keder, üzüntü.
  • Mücadele, kavga.
  • Hastalıkdan iyileşen.
  • Düşkünlük.

beyan-ı tefsir

  • Huk: Mücmel ve mübhem bir sözden maksadın ne olduğunu açıklayan beyan.

beyne beyne

  • İkisinin ortası. İkisinin arasında. Mücerred. Ne iyi, ne kötü.

beyyine

  • Açık delîl.
  • Kur'ân-ı kerîm.
  • Mûcize.
  • Delil, şâhid.
  • Âdil olan iki erkek veya bir erkek ile iki kadın şâhid.
  • Peygamber efendimizin isimlerinden.

bıhrit

  • Mücerred ve hâlis nesne.

burjuvazi

  • Burjuvaların meydana getirdiği içtimaî (sosyal) sınıf. Avrupa'da burjuvazi, ticaret ve sanayi ile zenginleşti. Soylular sınıfı ile mücadele ederek Fransız İhtilali ile iktidara geldi. İhtilalde işçilerin, köylülerin, fakir halk tabakalarının desteğini sağladı. Onlara eşitlik, hürriyet, adalet vaad e (Fransızca)

cadde-i kübra

  • Büyük cadde.
  • Mc: En selâmetli yol. Kur'an yolu. Sahabe ve Peygamber vârisi olan büyük zatların, müçtehidlerin yolu.

cahid

  • Mânen, kavlen, kalemen ve maddeten cihad eden. Mücâhid olan. Din düşmanı ile elinden geldiği kadar mânen, kavlen, kalemen ve maddeten cenkeden, vuruşan. Mümkün olduğu kadar gayretle çalışan. Kur'an ve İman hakikatlarının neşrinde çalışmak suretiyle mücahede eden.

çaliş / çâliş

  • Savaşta düşmana karşı gurur ve naz ile yürüme. (Farsça)
  • Mukabil, karşı durma. (Farsça)
  • Savaş, muharebe, harp, ceng, mücadele. (Farsça)
  • Birleşme. (Farsça)

canih

  • (Cünha. dan) Suç işlemiş, mücrim, cinayet işleyen.

cedel / جدل

  • Münâkaşa, mücâdele, tartışma, kavga. Mantıkda, meşhur veya doğruluğu herkesçe kabûl edilen kadiyye (önerme)lerden meydana gelen kıyas'a verilen ad.
  • Tartışma. (Arapça)
  • Mücadele. (Arapça)

celaleddin-i süyuti / celaleddin-i süyûtî

  • (Hi: 849 - 911) Abdurrahman bin Ebu Bekir Muhammed adı ile de anılır. Hadis imamı ve müctehid bir zattır. Mısırlıdır. Süyût şehrinde doğdu. Mısır'da vefat etti. Zamanının büyük İslâm allâmelerindendir. Asıl adı: Ebû Bekir oğlu Abdurrahman'dır. Tefsir, fıkıh, hadis ilmine dair eserleri vardır. Celale

celd

  • Lügat mânası, deri üzerine vurmaktır.
  • Fık: Muhsen olmayan mükellef zâni veya zâniyenin muayyen uzuvlarına vech-i mahsus üzere değnek veya kamçı ile vurmaktır. Bu ceza, mücrimin cildi yani derisi üzerine tatbik edildiği cihetle "celde" adını almıştır.

çelenk

  • Eskiden kadınların süs için başlarına taktıkları mücevher veya madenlerden yapılmış sorguç. Halka şeklinde çiçek veya yapraklı dal demeti. (Cenazelere çelenk göndermek İslâm âdeti değildir, israftır.) (Farsça)

cengiz

  • (Temuçin) Moğol Devleti'nin hükümdarlığını yapmıştır. İslâmî medeniyetleri ve kıymetleri tahribeden zâlim ve müstebid bir hükümdar olarak tarihe geçen bir kimsedir. Milâdi 1229'da ölmüştür. Asrının deccalıdır.

cennet

  • Allah'a (C.C.) inanan ve O'na ibadet ve itaat edenlerin, iman ve İslâmiyyet'e ihlâs ve sadâkatle hizmet edenlerin, Kur'ana bir hizb-ül Kur'ân olarak mücâhidâne bir sûrette hizmetkâr olan mücâhidlerin, cihâd-ı diniyye erlerinin âhirette fazl-i İlâhi ile gidip ebediyyen içinde kalacakları mekân ve mes

cevahir / cevâhir / جواهر

  • Mücevherler. (Arapça)
  • Mücevher. (Arapça)

cevher / جوهر

  • Mücevher. (Arapça)
  • Öz. (Arapça)
  • Elmas. (Arapça)

cevherbaha / cevherbahâ

  • Mücevher gibi değerli.

cevherfüruş / cevherfürûş / جوهرفروش

  • Mücevherci. (Arapça - Farsça)

cevheri / cevherî / جوهری

  • Mücevherle ilgili. (Arapça)
  • Mücevherli. (Arapça)
  • Öz ile ilgili. (Arapça)

cidal / cidâl / جدال / جِدَالْ

  • Sözle mücadele. Ateşli konuşma. Niza.
  • Muharebe. Cenk. Kavga.
  • Mücadele, kavga.
  • Mücadele.
  • Mücadele. (Arapça)
  • Mücadele.

cidalcu / cidâlcû / جدال جو

  • Mücadeleci. (Arapça - Farsça)

cihad / cihâd

  • İslâm için düşmanla yapılan maddî, manevî savaş.
  • Nefisle yapılan her türlü mücadele.
  • Mücadele, din uğrunda çalışma.

cihad-ı asgar ve ekber

  • Nefis mücadelesi olan en büyük cihat ve silahlı mücadele olan küçük cihat.

cihad-ı dini / cihad-ı dinî

  • Dinî değerler için mücadele etme, gayret ve çaba harcama.

cihad-ı diniye

  • Dinî cihad, mücadele.

cihad-ı ekber / cihâd-ı ekber

  • Nefis ile mücadele.
  • En büyük cihad; insanları kötülüğe yönelten nefisle mücadele etme.
  • Büyük cihâd. Nefsin, insan tabiatının, bedeninin kötü isteklerini yerine getirmemek için yapılan mücâdele.

cihad-ı harici / cihad-ı haricî

  • Dış düşmana karşı yapılan cihad, mücadele.

cihad-ı islamiye / cihad-ı islâmiye

  • İslâmî değerler uğrunda çaba ve gayret harcama, mücadele etme.

cihad-ı manevi / cihad-ı mânevî

  • Mânevî cihad, ilmî ve mânevî mücadele.

cihad-ı maneviye / cihâd-ı mâneviye

  • İlim, fikir, dua gibi mânevî unsurlarla din düşmanlarına karşı mücadele.

cihet

  • (Çoğulu: Cihât) Yan, yön, taraf.
  • Sebeb, mucib.
  • Vesile, bahane.
  • Evkafça olan vazife, maaş.
  • Yer, mahâl, semt.

cild-ger

  • Ciltçi, mücellit. (Farsça)

cud

  • Cömertlik. Sahilik. Eli açık olmak. Muhtaçların vaziyetlerini, durumlarını bildirmeğe meydan vermeksizin lütuf ve ihsanda bulunma hâleti. Mücahede-i diniye ve neşr-i hakaik-ı Kur'aniye ve imaniye hizmetinde mutemed zâtlara lüzumunda maddeten de iştirak etmek fedakârlığı.

cürmane

  • Ceza, mücâzat. (Farsça)

daiye / dâiye

  • İnsanı bir şeye candan bağlamağa sürükleyen iç duygusu.
  • Mücib ve sebep.
  • Bâis olan husus, vakit ve zamanın bir hâleti.
  • Arzu, hırs.
  • Dava.
  • Bahane.

dar-ı teklif ve mücahede

  • Sorumluluk ve mücadele yeri.

daveri / dâverî

  • Hâkimlik, hükümdarlık. (Farsça)
  • Mahkeme ve dâvâ. (Farsça)
  • Kötü ile iyiyi birbirinden ayırt etme. (Farsça)
  • Kavga, mücadele. (Farsça)

dürc / درج

  • Kutu, kutucuk, küçük kutu.
  • Mücevherat kutusu.
  • Hokka gibi olan ağız, biçimli ağız.
  • Kutu. (Arapça)
  • Mücevher kutusu. (Arapça)
  • Sevgilinin küçük ağzı. (Arapça)

düstur-u cidal / düstur-u cidâl / دُسْتُورُجِدَالْ

  • Mücadele ve kavga prensibi.
  • Mücâdele kanunu.

efkar-ı mücerrede / efkâr-ı mücerrede

  • Mücerret fikirler; maddî âlemlerden uzak ve soyutlanmış düşünceler.

ehl-i ictihad

  • Müctehid olan kişi, içtihad ehli.

ehl-i sünnet

  • Îtikâdda (inanılacak şeylerde) ve yapılacak işlerde Peygamber efendimizin ve O'nun Eshâbının (arkadaşlarının) ve sonra gelen müctehid İslâm âlimlerinin yolunda bulunan müslümanlar, sünnîler.

eimme-i din

  • Din imamları, müçtehidler, müceddidler.

eimme-i erbaa

  • Dört imâm. Müslümanların en büyük ve yüksek âlimleri ve müctehidlerinden hak mezheb müessisleri olan ve ehl-i imâna rehberlik eden büyük imâmlar. İsimleri şöyle sıralanabilir: İmâm A'zam Ebu Hanife, İmâm-ı Şâfii, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Ahmed ibn-i Hanbel. (R.A.)

eimme-i isna aşer / eimme-i isnâ aşer

  • On iki imâm. Silsile-i sâdâttan olup müceddit olan imâmlar hakkındaki bir tâbirdir. Bu zâtlar esasât-ı İslâmiye ve hakaik-i Kur'âniye ve imâniyenin, dini esasların ve şeriatın muhafazasına çalışan, saltanat işlerine karışmayan mânevi riyâset ve ilim sahibi şahsiyetlerdir.

el-mücib / el-mücîb

  • (Bak. MÜCÎB)

el-mucid / el-mûcid

  • (Bak. MÛCİD)

elzem

  • Daha lâzım. Çok lâzım. Ziyade mucib.
  • Küçük parmaklı.

ensar

  • (Tekili: Nâsır) Yardımcılar. Müdâfiler.
  • Peygamberimiz Resul-ü Ekrem (A.S.M.) Mekke'den Medine'ye hicretinde Onun mücadelesine iştirak edip ona yardımcı, müdâfi, muhafız vaziyetini alan ve Cenâb-ı Hak'tan ve Hz. Peygamber'den (A.S.M.) yardım ve nusret dileyen Sahabe-i Kiram hazeratı.

eş'iya

  • (A.S.) Beni-İsrail peygamberlerindendir. (M.Ö. 759-700) tarihlerine kadar Beni-İsrail arasında peygamberlik yapmış, birçok mucizeler göstermiştir. Zamanının padişahı tarafından takib ettirilerek bir ağaç oyuğunda gizli olduğu halde, ağaçla beraber biçki ile kesilerek şehid edilmiştir. 66 babdan ibar

esahh

  • En sahîh, en sıhhatli, en doğru olan. Bir mes'elenin hükmü hakkında müctehid âlimlerin kavillerinden (sözlerinden, ictihadlarından) en doğru olanı. "Esahh" sözü, "sahîh, doğru" sözünden daha kuvvetlidir.

eshab-ı bedr / eshâb-ı bedr

  • İslâm târihinin ilk ve en önemli muhârebesi olan Bedr savaşında Peygamber efendimiz ile birlikte Mekkeli müşriklere (puta tapanlara) karşı harbedip kıyâmete kadar unutulmayacak şanlı bir zafer kazanan üç yüz on üç kahraman mücâhid.

eshab-ı tercih / eshâb-ı tercîh

  • Hanefî mezhebinde, fıkıh âlimlerinin beşinci tabakası. Bunlar, ictihâd gücüne sâhib olmayan, sâdece bağlı oldukları mezhebdeki müctehidlerin ictihadları (verdikleri hükümleri) arasından delili kuvvetli olan ictihâdı seçen âlimlerdir.

eşna

  • Yüzücü, yüzgeç. (Farsça)
  • Kıymeti büyük olan mücevher. (Farsça)

evveliyat

  • Başlangıçlar. Mukaddemat. İlk öndekiler. İbtidaki cihetler.
  • Her akıllının tereddütsüz tasdik ve kabul edeceği hususlar.
  • Man: Mücerred mevzu ve mahmulleri arasındaki nisbet tasavvur edilince aklın kat'iyyetle teslim ve tasdik ettiği kaziyeler.

fakih / fakîh

  • Fıkıh âlimi. Dînin amelî (yapılacak işlerle ilgili) hükümlerinde mütehassıs âlim. Çoğulu fukahâdır.
  • Müctehid. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilmemiş olan hükümleri, açık ve geniş olarak bildirilenlere benzeterek meydana çıkarabilen derin âlim. İctihâd derecesine

farabi / farabî

  • (Mi: 870-950) Aristo felsefesinin İslâm âleminde yayılmasına yol açmış bir filozoftur. Aristo'dan sonra gelen mânasına, kendisine Muallim-i Sâni nâmı verilmiştir. Eserlerinin İbn-i Sina üzerinde büyük te'siri vardır. "Kanun" denilen bir çalgı âletinin mucididir. Asıl adı Ebu Nâsır Muhammed'dir.

fariza-i cihad

  • Cihad farzı; din uğrunda, Allah için çeşitli şekillerde mücadele etme zorunluluğu.

farz-ı zanni / farz-ı zannî

  • Müçtehidlerce kat'i bir delile yakın derecede kuvvetli görülen, zanni bir delil ile sâbit olan vazifedir ki, amel hususunda farz-ı kat'î kuvvetinde bulunur. Buna farz-ı amelî de denir. Meselâ: Abdestte mutlaka başı meshetmek bir farz-ı kat'îdir. Başın dörtte birini meshetmek bir farz-ı amelîdir.

fir'avn

  • Firavun, eski Mısır hükümdarlarına verilen ünvan.
  • Tanrılık iddiasında bulunduğu için Hz. Musa'nın mücadele ettiği Mısır hükümdarı.
  • Çok kibirli, gururlu ve inat adam, Firavn.

ganbot

  • Yapısı küçük olmakla beraber, nisbeten ağır toplarla mücehhez harp gemisi.

ganimin / ganimîn

  • Harbe bizzat iştirak edip, ganimet almağa hak kazanan muzaffer mücahidler.

gaza / gazâ

  • (Çoğulu: Gazevât) Din uğrunda kâfirlerle yapılan mücadele, muhârebe, düşmana kasdetmek. Cenketmek.
  • Din vatan ve millet gibi mukaddes değerler uğruna yapılan cihat ve mücadele.

gevher / گوهر

  • Akıl ve edeb. (Farsça)
  • Asıl ve neseb. (Farsça)
  • Elmas, cevher, mücevher. İnci. (Farsça)
  • Bir şeyin künhü ve esası. Hakikat. (Farsça)
  • Noktalı olan harf. (Farsça)
  • Elmas. (Farsça)
  • Mücevher. (Farsça)
  • Öz. (Farsça)

gevher-paş

  • Mücevher saçan. (Farsça)
  • Mc: Çok güzel ve düzgün konuşan. (Farsça)

gevher-tab

  • Altun ve mücevherlerle işlenmiş kadın eşarbı. (Farsça)

gevheri / gevherî / گوهری

  • Mücevherci. (Farsça)

gevherin / gevherîn

  • Mücevher gibi. (Farsça)
  • Mücevherli. (Farsça)

gıldırgıç

  • Mücellit ıstılahlarındandır. Kitapların kenarlarını kesmeğe mahsus, rende biçiminde bir âlettir.

güher / گهر

  • Elmas. (Farsça)
  • Mücevher. (Farsça)

güher-füruş

  • Mücevher satan. (Farsça)

güher-pare

  • Mücevher parçası. (Farsça)

güherfuruş / güherfurûş / گهرفروش

  • Mücevheratçı. (Farsça)

guş-var

  • Küpe, kadınların kulaklarına taktıkları mücevher. (Farsça)

hadis imamı / hadîs imâmı

  • Üç yüz binden çok hadîs-i şerîfi, râvîleri (rivâyet edenleri, nakledenleri) ile birlikte bilen büyük hadis âlimi. Buna, hadîs müctehidi de denir.

hakim-i mucizekar / hâkim-i mucizekâr

  • Her şeyi mucize olan ve her şeyi emri altında bulunduran.

hamiyet

  • Gayret.
  • Nâmustan gelen gayretle utanma veya kızma.
  • İstinkâf etmek.
  • Mukaddesatı ve milletin haklarını, mâmus ve haysiyeti korumak hususlarında gösterilen gayret ve ihtimam hasleti. İman ve İslâmiyeti ve Hz. Peygamber'in (A.S.M.) Sünnet-i Seniyyesini ve din ve mücahede

harekat-ı milliye / harekât-ı milliye

  • Millî mücedele hareketleri.

hasan-ı basri

  • (Hi: 21-110) En ileri Tâbiînden olup hadis ve fıkıhta büyük âlimlerdendir. Basra'da medfundur. Mezheb sahibi bir müçtehiddir. Sahabe-i Kiram'dan 130 zat ile görüşmüş, Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Neseî, İbn-i Mace kendisinden hadis nakletmişlerdir.

hasur

  • Mânevi mücahededen dolayı kadınlara yaklaşmaya rağbet etmeyen.
  • Sır saklayan. Keder ve üzüntüden gönlü daralan, tasadan içi sıkılan.
  • Çok bahil kimse. (Halkla yer ve içer, birşey vermez)
  • Oğlu ve kızı olmayan.
  • Avrete cimâ edemeyen.
  • İhlili dar olan deve.

hayye-alel-felah

  • Felaha gelin. Toplanın hayır ve ni'metlere, ebedi selâmete... Allah huzuruna gel. Refah ve itmi'nana mucib olacak namaza yetiş.

hazine / hazîne

  • Altın, para ve mücevher gibi kıymetli şeylerin saklandığı yer.

hazz

  • Sevinç duyma. Hoşlanma. Zevklenme. Saadet. Tali'. Nasib. Nimet ve süruru mucib şey.

hile-i şer'iye

  • Müşkül bir mes'eleyi, şer'i esaslar üzeri, hazakatla hall ve izah etmek ve şer'an muahaze ve mes'uliyeti mucib olmayacak surette te'vilini bulmaktır. Bu tabir kanuna, yani şeriata karşı irtikâb edilen, hile, oyun, aldatma veya şer'î bir hükmü bertaraf etmek mânasına olmayıp, ancak karışık bir durumu

hısam

  • Düşmanlık, çekişmek, kavga, mücâdele.

hizane

  • (Hizânet) Hazine, kıymetli mücevheratın saklandığı yer.
  • Hazinedarlık.
  • Mc: Kalb, gönül, hatır.

hizb-ül kur'an

  • Kur'an Cemaatı. Kur'an'a ciddi ve samimi olarak bağlanıp, ona hizmet için mücahidane bir surette çalışan ve fenâlıklardan korunan müslümanların topluluğu ve cereyanı.
  • Kur'an'ın bir cüz'ünün dörtte biri.
  • Zikir ve dua için Kur'an'dan alınmış bir kısım âyetler.

hizbullah

  • Allah için din uğrunda ciddi gayret sâhibi olan ve din düşmanlarıyla aslâ hakiki dost olmayan mücahid cemaat. "Hizb-ül Kur'an" tabiri de aynı mânada kullanılır. (Kur'an-ı Kerim'de 5:56 ve 58:22 âyetlerinde zikredilir.)

huliyy

  • (Çoğulu: Huliyyât) Altun, gümüş, elmas, zümrüt, vs. gibi süs eşyası. Mücevher.

hüsn-ü mücerred

  • Gayr olsun olmasın bizzat güzel olan şey. Bazı âza veya çizgilerin mütenasib terkib ve tertibiyle hâsıl olan hüsün, hüsn-ü mücerred değildir. Şartları zâil olsa, hüsün de zâil olur. Fakat, vücud, hayat, iman gibi varlıklar hüsn-ü mücerreddir ve bizzat güzeldirler. Güzellikleri başka şeylere

i'caz / i'câz / اعجاز

  • Aciz bırakma.
  • Mucize göstererek muhatabı cevap veremez duruma düşürme.
  • Aciz bırakma.
  • Mucizelik.

i'cazkar / i'câzkâr

  • Mûcizeli, başka şeyleri kendisine yetişmekten âciz bırakan.

i'cazlı / i'câzlı

  • Bir benzerini yapmakta başkalarını aciz bırakacak şekilde mucizeli.

icare-i faside / icare-i fâside

  • İn'ikad şartlarını câmi' olduğu halde sıhhat şartlarını tamamen veya kısmen cami olmayan icaredir. Bu, aslen meşru olduğu hâlde vasfen meşru bulunmamış olur. Binaenaleyh böyle bir icareyi mucir ile müstecirden herhangi biri fesh edebilir.

icaz

  • (İycâz) Edb: Az söyle çok şey anlatmak. Sözü muhtasar söylemek. Çok mânaya gelen kısa cümlenin hâli. Mâruf ve müteârif olan cümleden kısa bir cümle ile maksadı ifâde san'atı.Böyle sözlere mucez, veciz veya vecize denilir.

icazet vermek

  • Medrese usulüne göre okuttuğu dersi bitiren talebeye hocası tarafından izin verilmesi. Bu tasdikan verilen mühürlü kâğıda "icazetname", icazet vermiş olan müderrise de "muciz" denilirdi.

icazi / îcâzî

  • İcazla ilgili, mûcize olan.

icazvari / îcâzvârî

  • Mûcize gibi.

icma' / icmâ'

  • Edille-i şer'iyyenin (din bilgilerinin elde edildiği delîllerin, kaynakların) üçüncüsü. Bir asırda yaşayan müctehid denilen derin âlimlerin bir mes'elenin hükmünde birleşmeleri, ictihadlarının birbirine uygun olması.
  • Beş vakit namazın farz oluşu, zinânın haram oluşu gibi ictihâd lâzı

icma-ı ümmet / icmâ-ı ümmet

  • Aynı asırda yaşamış olan İslâm âlimlerinden müçtehit olanların, şeriatın bir meselesi hakkında verilen hükümde birleşmeleri, dinî bir konuda söz birliği etmeleri.

icma-i ümmet

  • Ist: Aynı asırda yaşamış olan İslâm âlimlerinden müctehid olanların, şeriatın bir mes'elesi hakkında verilen hükümde birleşmeleridir.

ictihad

  • Kudret ve kuvvetini tam kullanarak çalışmak. Gayret etmek. Çalışmak.
  • Anlayış.
  • Kanaat.
  • Fık: Şeriatın fer'î mes'elelerine âit hükümleri, İslâm müçtehidlerinin, usulüne uygun olarak, Kur'an ve Hadis-i Şeriflerden çıkarmaları ve bunun için tam gayret etmiş olmaları. Böyle

ihbar-ı faruki / ihbar-ı fârukî

  • Hicri ikinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbânî Ahmed el-Fârukî es-Sirhindî'nin (k.s.) bildirdiği, haber verdiği kişi.

ihtilaf / ihtilâf

  • Farklılık, ayrılık. Aynı gâyeye ayrı ayrı yollardan gitme. Müctehid denilen âlimlerin amelî (işle ilgili) mes'elelerdeki ictihad ayrılıkları.

ıkd

  • İnci. Gerdanlık. Mücevher, boyuna takılan dizilmiş kıymetli şey.
  • İnci dizecek iplik.
  • Hurma salkımı.

ilhad / ilhâd

  • Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan, müctehid âlimlerin söz birliği ile bildirdikleri ve müslümanlar arasında yayılan îmân bilgilerine uymamak, doğru yoldan ayrılmak küfre (îmânsızlığa) sebeb olan inanış.

ille

  • (İllet) Esas sebeb. Vesile.
  • Hastalık, maraz, dert, sakatlık. Mûcib, maksad, gaye.

ilyas

  • Benî İsrail peygamberlerinden olup, Kur'an-ı Kerim'de ismi geçen ve Tevrat'ta "Ella" diye mezkûr olan bir Peygamberin ism-i mübarekidir. M.Ö. 9. asırda yaşamış olup ondan sonra Elyesa (A.S.) Peygamber olmuştur. İlyâs (A.S.), zamanının hükümdarıyla çok mücadele etmiş, çok zaman mağaralarda yaşamış, ç

imam-ı ca'fer-i sadık / imam-ı ca'fer-i sâdık

  • (Hi: 83-148) Hazret-i Ali'nin (R.A.) torununun torunudur. Medine-i Münevvere'de yaşamıştır. Annesi, Hazret-i Ebu Bekir'in soyundandır. Mânevi nüfuzu çok ileri idi, dine büyük hizmetleri görüldü. Demiştir ki: "Kim nefsi için nefsi ile mücâhede ederse, keramete kavuşur, kim de Allah için nefsi ile müc

imam-ı müçtehid

  • Müçtehid imam; Kur'ân ve sünnetten yola çıkarak hüküm ortaya koyan büyük İslâm âlimi.

imameyn / imâmeyn

  • İki imâm. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin ders ve sohbetlerinde yetişmiş olan İmâm-ı Ebû Yûsuf ile İmâm-ı Muhammed'e verilen lakab. İkisi de mezhebde müctehiddirler.

incirad

  • Mücerred olma, tecrid edilme, soyunma.

irfan

  • Bilmek, anlayış, tecrübe ve zekâdan ileri gelen zihnî kemal.
  • İkrar.
  • Mücazat.
  • Fık: Esrar-ı İlâhiyeye, iman ve Kur'an hakikatlarına vukufiyet. (İlim ile irfan ve ma'rifet arasında fark vardır: İlim, vech-i küllî ile, yani her vechesiyle bilmektir. İrfan ve marifet ise;

işaratülicaz / işârâtülîcâz

  • Mûcizelik işaretleri.

istinbat

  • Bir söz veya bir işten gizli bir mânâyı meydana koymak.
  • Müçtehid veya büyük bir âlimin gizli bir mânâyı içtihadı ile meydana çıkarması.
  • Bir mes'eleyi derin tetkik ile meydana çıkarması.
  • Bir mes'eleyi derin tetkik neticesinde kaynaklarından güçlükle anlamak.

kamilü't-tarikati'l-aliyye ve'l-müceddidiyye halid-i zülcenaheyn / kâmilü't-tarikati'l-âliyye ve'l-müceddidiyye hâlid-i zülcenâheyn

  • Müceddid ve yüksek tarikat sahibi olan Halid-i Zülcenaheyn.

kanun-u mübareze

  • Karşılıklı mücadele, çatışma kanunu.

karlayl

  • (Thomas Carlyle) (Hi: 1210-1298) İskoçya'da doğmuş, Londra'da ölmüştür. İskoç tarihçisi ve filozofudur. Babası dindar bir duvarcı ustası idi, oğlunu papaz yapmak istiyordu. Onun dinî şüpheleri papaz olmasına mâni oldu. Yedi sene manevî mücahededen sonra imanî mes'elelerde istikrar elde edebilmiştir.

kavl

  • Müctehid (Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden din bilgilerini elde edebilen) âlimlerin bir işin hükmünü bildiren sözü yâni re'yi, ictihâdı.

kaziye-i bedihiyye

  • Man: Delil ile isbata muhtaç olmaksızın, aklın cezmen hüküm ve tasdik eylediği hüküm. Bu iki kısma ayrılır:1- Kaziye-i bedihiyye-i akliyye: Aklın hârice danışmayarak ve havassın (hislerin) tavassut ve yardımına muhtaç olmayarak tasdik eylediği kaziyeye denilir ki; akıl mücerret mevzu ve mahmulünü ta

kaziye-i taklidiyye

  • Man: Mücerred. Başkasından duymakla hükmolunan kaziyye.

keşakeş

  • Münâkaşa, çekişme. (Farsça)
  • Keder, hüzün, tasa, gam. (Farsça)
  • Sıkıntı, felâket, ıztırab. (Farsça)
  • Tereddüt, kararsızlık. (Farsça)
  • Pehlivanların birbirleriyle mücâdeleleri. (Farsça)
  • İki kişinin, bir şeyi birer uçlarından tutup, her birinin kendine doğru çekmesi. (Farsça)

kıyas-ı fukaha

  • Hakkında açıkça âyet ve hadis bulunmayan mes'elelere dâir; ilim ve irfanda allâme ve mütebahhir, ilmi ile amelde ve Sünnet-i Seniyyeye ittiba ve imtisalde, ibadet ve taatta, takva ve verada, züht, azimet ve riyazetle, terakki ve taâli eden müctehid fukaha tarafından kıyas ile verilen hüküm.

komitacı

  • Siyasi bir gayeye ulaşmak için, silâhlı mücadele yapan gizli bir topluluk veya teşkilâtın mensubu olan kimse.

kruvazör

  • Daha ziyade toplarla mücehhez açık denizlerde emniyeti te'min etmek ve konvoyları korumakla vazifeli süratli harp gemisi. (Fransızca)

kurut

  • Küpeler. Kadınların kulaklarına taktıkları mücevherler.

lafz-ı muhtemel

  • Huk: İki veya daha ziyade mânâya hamli mümkün bulunan sözdür ki, hangi mânânın kast olunduğu mücerred rey ile değil; deliller ve karineler ile tayin olunur.

ma'zeret

  • Elde olmadan suç, kabahat işleme.
  • Mücbir sebeblerini söyleyerek yardım dileme. Özür dileme.

maddi cihad / maddî cihad

  • Din uğrunda mal ve canla mücadele.

makzi / makzî

  • Kaza olunmuş, ödenmiş, te'diye olunmuş olan. Ümid edildiği üzere tamam ve ikmâl edici olan. Ödeyici. Sâhib-i mucib ve muris.
  • Fık: Kendi irade ve kesbimizin neticesi olmak üzere Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) yaratıp vücuda getirdiği bazı şeyler vardır ki, bunlar Allah'ın rızasına muhalif old

malzeme-i cihadiye-i vahdaniye / malzeme-i cihadiye-i vahdâniye

  • Allah'ın birliği yolunda mücadele için gerekli malzeme, donanım.

manevi / manevî

  • (Ma'nevi) Mânaya âit. Maddî olmayan. Mücerred. Ruhani.

manevi cihad / mânevî cihad

  • Mânevî mücadele, nefis mücadelesi.

manevi mücahede / mânevî mücahede

  • Nefis ve şeytana karşı yapılan cihad, mücadele.

maskul

  • Cilâlanmış, saykal vurulmuş. Mücellâ.

mecc

  • (Bak: MÜCC)

meclüvv

  • Parlak, cilâlı. Mücellâ.

mecşub

  • (Bak: MÜCŞAB)

mehmed akif

  • (1873-1936) Şiir ve manzumeyi sırf İslâmiyete hizmet için yazdı. İlk Türkiye Büyük Millet Meclisinde İstiklâl Marşı manzumesi kabul edilerek milletin mâneviyatına büyük faydalar sağladı. Çanakkale Şehidlerine hitaben yazdığı manzumesi de aynı mahiyettedir. Bu İslâm mücahidinin şiirleri Safahât isiml

mehmedcik

  • Kahraman ve mücahid mânasında Türk askerine verilen ünvandır.

meşahir-i mu'cizat / meşâhir-i mu'cizat

  • Meşhur mu'cizeler; Allah'ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını âciz ve hayrette bırakan olağanüstü hallerin, mucizelerin meşhurları.

mevlana halid

  • (Hi: 1192-1242) Yüzyıl evvelinin müceddidi olduğu milyonlarca irşad ettiği kimselerin şehadetiyle sabit olmuştur. Şam'da vefat etmiştir. Hz. Osman bin Affan (R.A.) soyundandır. İlim ve takvada ve her çeşit makbul vasıflarda, devrindeki en ileri âlimlerin ve velilerin fevkinde idi. Bütün ömrünü zühd

meydan-ı muaraza

  • Sözle mücadele meydanı.

meydan-ı mücadele ve imtihan

  • Mücadele ve imtihan meydanı.

meydan-ı mücahede-i maneviye / meydan-ı mücahede-i mâneviye

  • Mânevî mücadele, cihad meydanı.

mezheb

  • Yol. Gidilen yol. Tutulan çığır.
  • Dinin esaslarında ve esas temel mes'elelerde bir olmakla beraber, teferruatta bazı muhtelif mes'eleler olması sebebiyle birbirinden az farklı müctehidlerin yolları. Müctehidlerden, kendilerine tâbi olunanların seçtikleri meslekleri. Füruatta Hanefi ve
  • Gitmek, tâkib etmek, gidilen yol. Mutlak müctehîd denilen dinde söz sâhibi âlimlerin, müslümanların yapmaları gereken hususlarla ilgili olarak dînî delîllerden (Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler ve İcmâ'dan) hüküm çıkarma usûlleri ve çıkarıp bildirdik leri hükümlerin hepsi.

mezheb imamı / mezheb imâmı

  • Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan din bilgilerini, Eshâb-ı kirâmdan işiterek veya nakl ile toplayan, açıkça bildirilmemiş olanları da, kendi koydukları usûllere (metod) göre açıkça bildirilmiş olanlara benzeterek çıkaran derin âlim, mutlak müctehîd.

mezheb taklidi

  • Amelde yapılacak işlerde bir müctehidin ictihâdlarına, fetvâlarına tâbi olma. Mevcût dört hak mezhebden birini öğrenip, kabûllenip, onunla amel etme.
  • Dört mezhebden birine uyan kimsenin bir işi yapmada ihtiyâç veya zarûret (başka hiçbir çâre bulunmama) veya meşakkat (güçlük) bulundu

mezhebde müctehid

  • Mezheb imâmının koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, dînî delîllerden (kaynaklardan) yeni hükümler çıkarabilen İslâm âlimi. Buna müctehid-i mukayyed ve müctehid-i müntesib de denir.

mezhebsiz

  • Müctehid (dînî delîllerden hüküm çıkarabilen büyük âlim) olmadığı hâlde, dört hak mezhebden birine tâbi olmayan, mezhebleri kabûl etmeyen ve dînî delillerden kendi anlayışına göre hüküm çıkarıp, buna göre amel eden veya böyle birine uyan kimse.

mira'

  • (Riya. dan) Riya etme, riyakârlık yapma.
  • Başkasının sözüne itiraz edip mücâdele etme.
  • İçindekinin aksini söyleme.

mirac / mîrâc

  • Peygamberimizin semaya çıkma mucizesi.

mirac-ı nebi / mîrac-ı nebî

  • Peygamberimizin mirac mucizesi.

mu'cizat / mu'cizât / معجزات

  • Mûcizeler. Allahü teâlânın peygamberlerine, peygamberliklerini isbât etmeleri için ihsân etmiş olduğu hârikulâde yâni âdet dışı (olağan üstü) hâller. Mûcize kelimesinin çokluk şeklidir.
  • Bir şeyin mucizeviliği.
  • Mucizeler. (Arapça)

mu'cizegu / mu'cizegû / معجزه گو

  • Mucizeler anlatan. (Arapça - Farsça)
  • Mucize gibi söyleyen. (Arapça - Farsça)

mu'cizü'l-beyan

  • Açıklamaları mucize olan.

mu'temed

  • Sözüne güvenilir kimse.
  • Müctehîd âlimlerin dînî bir mevzûdaki sözlerinden esas alınan kavl (söz), ictihad.

muaraza / muâraza

  • Bir şeyden yan verip sapmak.
  • Biri ile yarışmak.
  • Birbirine karşı gelmek. Sözle karşılıklı mücadele. Söz mücadelesi.
  • Sözle mücadele.

muaraza-i bil-huruf

  • Söz, yazı veya fikir ile birisine karşı gelmek. Sözlü mücâdele.

muaraza-i bilhuruf / muâraza-i bilhuruf

  • Harflerle mücadele, yazılı ve sözlü mücadele.

muaraza-i bis-süyuf

  • Kılınçla, kuvvetle, silâhla mücadele etmek. Silâhla karşı koymak.

mübareze / mübâreze / مبارزه

  • Mücadele, karşı karşıya gelme.
  • Uğraşı, mücadele. (Arapça)
  • Savaş. (Arapça)
  • Mübareze etmek: Mücadele etmek. (Arapça)
  • Mübaşeret olunmak: Girişilmek, işe başlanmak. (Arapça)

mübareze-i hamiyet

  • Din, millet, vatan gibi değerleri korumak için gayretle verilen mücadele.

mübareze-i hayat

  • Hayat mücâdelesi.

mübareze-i küfür ve iman

  • İman ve küfür mücadelesi.

mübareze-i maneviye / mübareze-i mâneviye

  • Mânevî mücadele ve çatışma.

mübareze-i ulviye

  • Yüce mücadele.

mücace / mücâce

  • (Bak: MÜCAC)

mücadelat

  • (Tekili: Mücadele) (Cedel. den) Savaşmalar, mücâdeleler.

mücadele-i ilmiye

  • İlmî mücadele.

mücadele-i milliye

  • Milli mücadele.
  • Kurtuluş Savaşı. İstiklal Harbi. (1919 - 1922)

mücadil

  • Mücadele eden, cidalleşen.

mücahedat / mücâhedât

  • (Mücahede. c.) Mücahedeler.
  • Mücahedeler, mücadeleler.

mücahedat-ı fikriye / mücâhedât-ı fikriye

  • Fikir yoluyla yapılan mücadeleler, fikrî savaşlar.

mücahede / mücâhede

  • (Çoğulu: Mücahedât) Cihad etme.
  • Din düşmanına karşı koyma. Çarpışma.
  • Uğraşma. Çalışma. Gayret gösterme.İslâmiyette mücahedenin ehemmiyeti hakkında Deylemî'den (R.A.) mervi Hadis-i Şerif meâli: "Allah bir kulu sevdiği vakitte onu Zât-ı Uluhiyetine hizmet etmek için seçer. Onu
  • Cihad etme, din düşmanına karşı mücadele yapma.
  • Çalışma, mücâdele etme, uğraşma, cihâd etme.
  • Nefse zor gelen, nefsin istemediği şeyleri yapma.

mücahede-i azime / mücahede-i azîme

  • Büyük mücadele.

mücahede-i diniye

  • Dinle ilgili mücadele.

mücahede-i fikriye

  • Fikir mücadelesi.

mücahede-i hayatiye

  • Hayat mücadelesi.

mücahede-i manevi / mücahede-i mânevî

  • Mânevî mücadele.

mücahede-i maneviye / mücâhede-i mâneviye

  • Mânevî mücadele, çaba, gayret, nefis ile savaşma.

mücahede-i milliye

  • Millî mücadele.

mücahede-i nefsiye

  • Nefis mücadelesi.

mücahede-i ruhi / mücahede-i ruhî

  • Ruhen mücâhede içinde oluş.

mücahere

  • (Mücaheret) Açığa vurma, belli etme, meydana çıkarma.

mücahid

  • Cihad eden. Çalışan. Din için çalışan. Düşmanlara karşı koyan. Çarpışan.
  • Fık: Allah (C.C.) yolunda gönüllü olarak cihada iştirak etmek istediği halde nefakadan, silâh ve saireden mahrum olan gazi demektir. Âyet meâli: "Bizim uğrumuzda mücahede edenlere mutlaka yollarımızı gösteririz

mücahid-i ali-himmet / mücahid-i âlî-himmet

  • Yüksek gayret sahibi mücâhid.

mücahid-i alicenab / mücâhid-i âlicenab

  • Şerefli, haysiyetli mücahid.

mücahid-i ekber

  • En büyük mücahit, en büyük mücadeleci.

mücahid-i islam / mücahid-i islâm

  • İslâm mücahidi, din için çaba harcayan.

mücahidane / mücâhidane / mücâhidâne

  • Mücahid bir kimseye yakışır suret ve şekilde. (Farsça)
  • Mücahide yakışır şekilde.
  • Cihad ederek, mücadeleyle.

mücahidin / mücahidîn

  • Mücahitler, cihad edenler.
  • (Tekili: Mücahid) Mücahidler. Cihad edenler. Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla çalışan, çarpışanlar.

mücahidin-i islam / mücâhidîn-i islâm

  • İslâm mücahidleri; İslâm uğruna cihad edenler.

mücalese

  • (Bak: MÜCALESET)

mücamele

  • (Bak: MÜCAMELET)

mücasere

  • (Bak: MÜCASERET)

mücavebe

  • (Bak: MÜCAVEBET)

müceddeden

  • Yeni baştan. Yeni ve mücedded olarak.

müceddid-i ekber

  • En büyük müceddid, en büyük yenileyen, yenileyici.

müceddid-i elf-i sani / müceddid-i elf-i sâni

  • Hicrî ikinci bin yılının müceddidi, yenileyicisi olan İmam-ı Rabbânî (r.a.).
  • "İkinci bin senesinin müceddidi" demek olan bu tabir, İmam-ı Rabbani Ahmed-i Farukî Hazretlerinin nâmıdır.

müceddid-i kariban hatemi / müceddid-i kâriban hâtemi

  • Müceddid kervanının sonu, sonuncusu.

müceddidane

  • Müceddide yakışır surette. Yenilik yapana yakışır şekilde. (Farsça)

müceddidin / müceddidîn

  • (Tekili: Müceddid) Müceddidler. Yenilik yapanlar.

müceddidiyet

  • Mücedditlik, yenileyicilik.

mücehhelen

  • Bilinmiyerek, mücehhel olarak.

mücelledat / mücelledât

  • (Tekili: Mücelled) Ciltlenmiş kitaplar, ciltli kitaplar.

mücellidin / mücellidîn

  • (Tekili: Mücellid) Ciltçiler. Mücellidler. Kitap ciltleyenler.

mücenned

  • (Mücennet) Sıralanmış asker, saf bağlamış neferler.

mücerreban / mücerrebân

  • (Tekili: Mücerreb) Denenmiş ve tecrübe olunmuşlar. Sınanmış olanlar.

mücerrebat / mücerrebât

  • (Tekili: Mücerreb) Tecrübe olunmuş ve denenmiş şeyler.

mücerred

  • (Çoğulu: Mücerredât) Yalnız, tek.
  • Hâlis, saf, katışıksız, karışık olmayan. Tek başına.
  • Çıplak, soyulmuş.
  • Tek başına yaşayan, evlenmemiş, bekâr.
  • Edb: Kur'ân yazısında noktasız harflerle yazılı mensur veya manzume. Bu şekil yazıya mahzuf veya mühmel de denir.

mücerredat / mücerredât

  • Mücerretler, soyutlar.
  • (Tekili: Mücerred) Mücerred mefhumlar. Mücerredler.

mücerredat-ı sırfa

  • Esas mücerred olan, soyut kavramların ta kendisi.

mücerredat-ı sırfe / mücerredât-ı sırfe

  • Mücerredin ta kendisi, en mücerred olan.

mücerreme

  • Tamam manasına gelir bir isimdir. Meselâ: Sene-i mücerreme, sene-i tâmme demektir.

mücerriban / mücerribân

  • (Tekili: Mücerribîn) (Mücerrib) Deneyenler, sınayanlar, tecrübe edenler.

mücessemat

  • (Tekili: Mücesseme) (Cisim. den) Katı nesneler, cisimler.
  • Geometrik cisimler. Üç boyutlu geometri cisimleri.

mücesseme

  • (Bak: MÜCESSEM)

mücevherat / mücevherât

  • (Tekili: Mücevher) Kıymetli taşlar. Mücevherler. Süs ve zinet için kullanılan kıymetli şeyler.
  • Mücevherler, kıymetli taşlar.

mücevherat-ı maneviye / mücevherat-ı mâneviye

  • Mânevî mücevherler.

mücevherat-ı mütenevvia ve müteaddide

  • Çeşit çeşit ve ve pek çok sayıda mücevherler.

mucez

  • (İcaz. dan) İcaz yoluyla. Muhtasar ve mücmel bir tarzda. Kısaca.

mucib / mûcib / موجب

  • (Mucibe) İcâb eden, lâzım gelen.
  • Bir şeyin peydâ olmasına vesile ve sebep olan. Gereken. Gerektiren, lâzım gelen.
  • Gereken. (Arapça)
  • Sebep. (Arapça)
  • Mûcib olmak: Sebep olmak. (Arapça)

mucibat

  • (Tekili: Mucib) Sebepler.

mucid / mûcid / موجد

  • İcat eden, mucit. (Arapça)

mucizane / mucizâne / mûcizâne

  • Mucizeli bir şekilde.
  • Mucizeli bir şekilde.

mucizat / mucizât / mûcizât

  • Mucizeler.
  • Mûcizeler.

mucizat-ı san'at / mucizât-ı san'at / mûcizât-ı san'at

  • Sanat mucizeleri.
  • Sanat mucizeleri.

mucizat-ı seb'a / mucizât-ı seb'a

  • Yedi mucize.

mucize-i rabbaniye / mûcize-i rabbâniye

  • Her şeyin rabbi olan Allah'ın mucizesi.

mucizekar / mûcizekâr

  • Mûcizeli, mûcize gösteren.

mucizevari / mucizevâri / mûcizevârî

  • Mucize gibi.
  • Mûcize gibi.

mucizevi / mûcizevî

  • Mûcizeli biçimde, mûcize ile ilgili olarak.

muciznüma / mûciznümâ

  • Mûcize gösteren.

mücmel

  • Kısa ve az sözle anlatılmış, öz. Kapalı ifade. (Çoğulu) Mücmelat.

mücmelen

  • Mücmel bir tarzda. Kısa olarak, muhtasaran, hülâsa olarak.

mücrimin / mücrimîn

  • (Tekili: Mücrim) Mücrimler, suçlular. Cürüm işlemiş olan kimseler.

mücteba / müctebâ

  • Seçilmiş mânâsına, Resûlullah efendimizin mübârek sıfatlarından. Eğer ümmet isen, ol müctebâya, Uymalısın sünnet-i Mustafâ-yı safâya.

müctehid fil-mezheb

  • Mezhebde müctehid; mezheb reisinin (imâmının) koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, dört delîlden (Kitâb, yâni Kur'ân-ı kerîm, sünnet, icmâ', kıyâs,hüküm çıkaran İslâm âlimi. Buna, müctehid-i mukayyed ve müctehid-i müntesib de den ir.

müctehid-i fiş-şer'

  • Dînî hükümleri, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden çıkarırken, kendine mahsûs kâide ve usûl koyan mezheb sâhibi müctehid. Buna müctehid-i mutlak da denir.

müctehid-i mukayyed

  • Mezheb imâmının koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, delîllerden yeni hükümler çıkaran İslâm âlimi. Mukayyed müctehid.

müctehid-i müntesib

  • Mezheb reîsinin (imâmının) koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, edille-i şer'iyyeden (dört ana delîlden) hüküm çıkaran İslâm âlimi. Buna, müctehid fil-mezheb (mezhebde müctehid) de denir.

müctehid-i müstekıl

  • Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden doğrudan hüküm çıkarabilen ve kendine mahsûs kâide ve usûl koyan mezheb sâhibi müctehid. Buna, mutlak müctehid de denir.

müctehid-i mutlak

  • Dînî hükümleri, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden ve diğer dînî delillerden (kaynaklardan) istinbât ederken, çıkarırken kendine mahsûs kâide ve usûl koyan müctehid. Buna, müctehid fiş-şer' ve müctehid-i müstekıl de denir.

müctehidin / müctehidîn

  • (Tekili: Müctehid)
  • Müctehidler.

müçtehidin / müçtehidîn

  • Müçtehitler; âyet ve hadislerden hüküm çıkaran büyük İslâm âlimleri.

müçtehidin-i izam / müçtehidîn-i izâm

  • Büyük müçtehidler.

müçtehidin-i muhakkikin / müçtehidîn-i muhakkikîn

  • Muhakkik müçtehidler; bir meseleyi derinlemesine bilen Kur'ân ve Sünnet ışığında hüküm ortaya koyan büyük İslâm âlimleri.

müfesser

  • Tefsir edilmiş. izah ve beyan edilmiş. Mânası izah suretiyle bildirilmiş. Açıklanmış.
  • Beyan-ı tefsir veya takrir edilmiş olması sebebiyle manası "nass" dan daha vâzıh olan sözdür.
  • Mücmel olmayan söz.

müfid / müfîd

  • İfâde eden, meramı güzel anlatan.
  • Mânalı, mânidâr.
  • Faydalı, faydayı mucib olan.
  • Mütâlâsından istifade olunan.

müftabih / müftâbih

  • Müctehid âlimlerin ictihadlarının (kavillerinden, sözlerinden) kendisiyle fetvâ verilen.

muharebe-i bissüyuf

  • Kılıçlarla savaşma, silahlı mücadele.

muharebe-i ilmiye

  • İlmî savaş, ilmî tartışma, mücadele.

mukabele

  • Karşılık, karşılamak.
  • Mücadele.
  • Karşılaştırmak. Karşılıklı yapılan iş, karşılıklı yapılan okuma.
  • Camide Kur'ân-ı Kerimi okuyup halka dinletmek.
  • Yüz yüze olmak.
  • Düşmanın şerrinden kurtulmak ve onun şiddetini kaldırmak için onu yıldıracak tedbirde bulunm

mukallid

  • Amelde, yapılacak işlerle ilgili konularda müctehid denilen derin âlime tâbi olan, uyan kimse.
  • İnanılacak şeylerin delillerini araştırmadan, anlamadan, sâdece anasından babasından duyarak îmân eden.
  • Fıkıh âlimlerinin yedinci derecesinde bulunan âlim.

mukatilun

  • (Tekili: Mukatil) Düşmanla muharebe eden mücâhidler.

mukayyed müctehid

  • Mezheb imâmının koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, dînî delillerden (kaynaklardan) yeni hüküm çıkaran İslâm âlimi. Müctehid fil mezheb de denir.

mukteda

  • Kendisine uyulan. Önde giden.
  • Müçtehid. Pişivâ. Peşivâ.
  • Namazda kendine uyulan imam.

mülk suresi

  • Kur'an-ı Kerim'in 67. suresidir. Tebâreke, Münciye, Mücâdele, Mânia, Vakiye, Mennea Suresi gibi isimleri de vardır. Mekkîdir.

mümarat

  • Çekişme, tartışma. Mücâdele.

münakaşa

  • Mücadele. Münazaa. Karşılıklı sözle çekişmek. Bir mes'eleyi sormayı çok ileri götürerek çekişmek.

münazaa

  • Ağız kavgası, mücadele, çekişmek.

münker

  • Yapılması uygun olmayan, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerle ve müctehidlerin (dinde söz sâhibi âlimlerin) söz birliği ile yasak edilen şey; günah.

murassa / murassâ

  • Değerli mücevherlerle süslenmiş şey.
  • Süslü, mücevherli.

murassaat / murassâât

  • Süsler, mücevherler.

mürtes

  • Muharebede yaralanıp, savaş meydanı dışına nakledildikten hemen sonra vefat eden İslâm mücâhidi.

müşahedat

  • (Tekili: Müşahede) Gözle görülen şeyler.
  • Görüşler.
  • Keşifle seyredilenler.
  • Man: Mücerret his ile kat'iyyetle hüküm ve tasdik olunan kaziyeler.

musaraa etmek

  • Mücadele vermek, karşı koymak.

müsebbib

  • Sebep, vesile ve mucib olan. Vücuda getiren, kuran.

müşebbihe

  • Fls: İnsan biçiminde ilâh tasavvur edip suretlendiren bâtıl bir inanış. (Antropomorfizm) Mücessime de denir.

müstelzim

  • Lüzumlu, gerektiren. Mucib ve sebep. Bais olan. Bir şeyin lüzumunu deruhde eden.

mütecadil

  • (Cedl. den) Mücadele eden, uğraşan. Şiddetle çekişen.

mütecehhiz

  • (Cihaz. dan) Donanmış, techizatlı. Mücehhez.

mütecerrid

  • (Mücerred. den) Tek kalmış, tek başına olan.
  • Soyunan, tecerrüd eden, çıplak olan.
  • Bekâr. Evli olmıyan.
  • Tas: Dünya işlerinden vazgeçip Allah'a bağlanan.

nakıl / nâkıl

  • Nakleden, birinden duyduğunu veya okuduğu şeyi bildiren. İctihâd derecesine varamayıp, sâdece müctehid (Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarabilecek dereceye ulaşmış olan) âlimlerin verdikleri fetvâları (dînî suâllere verdikleri cevâb ları) nakleden âlim.

nakkar

  • Müzik, çalgı.
  • Gagalıyan.
  • Ağaç, taş ve madeni eşyayı oyarak ve çukurlaştırıp kabartarak ona mücessem şekiller veren sanatkârlar.

namık kemal

  • (Mi: 1840 - 1888) Tekirdağ'lı olup İslâm mücahidlerindendir. Yeni Osmanlılık hareketine vatan mefhumunu sokmuş, "Firâki, hapsi, nefyi kadr-i nâmusumla gördüm hep" diye haklı olduğunu dâima müdâfaa etmiştir. Ehl-i kemâl bir zat olduğu, davasının istikameti ve samimiyetinden anlaşılır.Hayatının sonlar

nefs-i emmare

  • İnsanın çirkin ve şeytanın teşviklerine itirazsız ve mücahedesiz tâbi olması hâli.

nefs-i natıka / nefs-i nâtıka

  • Akli ve nakli mes'elelerin münasebetlerini hissetmeğe ve anlamağa istidadı olan zâti ve cevheri hassası. Zâtında maddeden mücerred, fiilinde maddeye mukarin olan cevher. İnsan ruhu.

nesem

  • Soluk ruh, nefes. Rahatı mucib hâlet.
  • Rüzgârın lâtif, hoş esmesi.

nezle

  • (Çoğulu: Nevâzil) Burnun akmasını mucib olan hastalık.
  • Vücudun herhangi bir organından cerahat veya başka bir maddenin akması.

nikmet

  • Şiddetli ceza. Hoş olmayan muamelelerle olan mücâzat.
  • Şiddetli ceza, hoşlanmayan muamelelerle olan mücazat.

peygamber

  • Allahü teâlânın, emirlerini ve yasaklarını kullarına bildirmeleri için insanlar arasından seçtiği ve kendilerine mûcizeler verdiği üstün zâtlar.

raht-ı hümayun

  • Padişahın mücevherli eyer takımı.

re'y

  • Müctehid İslâm âlimlerinin, açıkça bildirilmeyen bir mes'ele hakkında dînî delillerden yâni Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf ve icmâ-i ümmetten çıkardıkları hüküm, kıyâs.

rivayet yolu / rivâyet yolu

  • İctihâdda Medîne-i münevvere halkının âdetlerini kıyastan üstün tutan. Hicâz âlimlerinin yolu. Rivâyet yolundaki müctehidlerin büyüğü İmâm-ı Mâlik rahmetullahi aleyhtir.

sabikun / sâbikûn

  • Asıl îtibâriyle peygamberler aleyhimüsselâm, onlara tâbi olmak bakımından Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn, peygamberlere vâris olmak bakımından müctehidler, müfessirler (tefsir âlimleri), muhaddisler (hadîs âlimleri) ve tasavvuf büyükleri.

sahib-üz zaman / sâhib-üz zaman

  • Zamânın sahibi. Zamânında İnd-i İlâhide en makbul insan. Müceddid.
  • Mehdi-i zaman.

sahih kavl / sahîh kavl

  • Fıkıh âlimlerinin bir iş hakkında müctehid âlimlerin kavillerinden (re'y ve ictihâdlarından) hakkında doğrudur veya doğru olan budur dedikleri kavl, hüküm, söz.

şakk-ı kamer

  • Ayın yarılması, Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmın ayı ikiye ayırması mûcizesi.

şakkıkamer

  • Peygamberimizin ayı iki parçaya ayırması mûcizesi.

sandukça-i cevahir

  • Mücevherler kutusu.

sandukça-i cevher

  • Mücevher kutusu.

sarfe

  • Kuranın mûcize olduğunu gösteren usûllerden biri.

sebe'

  • (Sebâ) Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm'ın mucizesi sonunda imana gelen ve onunla evlenen Belkıs'ın Yemen'de hükmü altında bulundurduğu mâmur şehrinin ismi.
  • Bir Arab kavminin adı.
  • Bir devlet ismi.
  • Bir şahıs adı.

sebike-i hak

  • Hak külçesi.
  • Mc: İşlenmemiş külçe halindeki altın kıymetinin zâhiren görünmemesi gibi; hakkın bâtıl ile mücadelesinin olmadığı zamanda, hakkın kıymet ve lüzumu derecesinin bir cihette bilinememesi.

sofi

  • Ehl-i tasavvuf. Riyazet ve nefisle mücahede ile hakikate ermeğe çalışan. Tarikata mensub, mânevi kemâlât için çalışan.
  • Yanıltıcı, safsatacı.

süfyan-ı sevri / süfyan-ı sevrî

  • (Hi: 91-161) Büyük âlim ve müçtehidlerdendir. Kûfe'de doğmuştur.

suret-i mücahede

  • Mücadele şekli.

ta'zir-i ukubet

  • Mükellef bir şahıs tarafından irtikâb olunup da şer'an muayyen bir cezası bulunmayan bir suçtan dolayı ukubeten yapılan ta'zirdir. Mücrimin bu hususta müslim ile gayr-i müslim; hür ile âbid; erkek ile kadın olması müsavidir.

tac

  • Hükümdarların başlarına giydikleri mücevherli ve kıymetli taşlarla süslü başlık.
  • Müslümanların, Peygamberimizin sünnetine uygun olarak veya onu temsilen başlarına sardıkları örtü; sarık, imame.
  • Gelinlerin başlarına koydukları cevahirli süslü başlık.
  • Kuşların başındaki

tahakkümi / tahakkümî

  • Mânasız iddia. Delilsiz, isbatsız haklılık dâva etmek, Mânasız mücerred dâva.

tahric

  • (Huruc. dan) Çıkartma. Meydana koyma.
  • Şehadetname vermek.
  • Fık: Müçtehidlerin istinad ettikleri naslara, kaidelere, asıllara tatbikan şer'î hükümleri istihrac etmek. Bu tarz ile hüküm çıkarabilmek salâhiyetinde olanlara: Muharric, sahib-i tahric, ashâb-ı tahric denir.
  • Çıkartma. Meydana koyma.
  • Müctehidlerin naslara, kaidelere, asıllara uyarak şer'î hükümleri ortaya koymaları.

taklid / taklîd

  • İnanılacak şeylerde düşünmeden, anlamadan, yalnız başkasından işiterek, görerek inanma, îmân etme.
  • Amelde yâni yapılacak işlerde delîlini araştırmadan bir müctehidin ictihâdlarına (mezhebine) uyma, bağlanma.
  • Kendi mezhebine göre yapmasında harâc (meşakkat) veya zarûret buluna

teattul

  • Kadının elinde ve ayağında kınası, saçında boyası, kolunda ve boynunda mücevherleri olmaması.

tebari

  • Mücâdele ve muhârebe etmek. Savaşmak, dövüşmek.

tecerrüd

  • Soyunma, çıplak olma.
  • Evli olmama.
  • Tas: Mâsivadan alâkasını kesip, Allah'a müteveccih olup, ibadet ü taatla meşgul olma.
  • İman ve İslâmiyete mücahidane ve fedakârane bir tarzda hizmetle iştigal etme.
  • Herşeyden boş olma.

tecessüm

  • Cisim şekline girmek. Maddeleşmek. Göz önüne gelmek. Mücessem olup görünmek. Cisimleşmek.

tecrid

  • Açıkta bırakmak.
  • Yalnız başına bırakmak. Tek başına hapsetmek.
  • Dünya alâkalarını kalpten çıkarıp Allah'a (C.C.) yönelmek.
  • Edb: Bir şairin kendini mücerred bir şahıs, yâni ayrı bir adam farzederek ona hitabetmesi.
  • Soyma, soyulma.

tecriden

  • Tecrid ederek. Tek olarak.
  • Mücerred (soyut) olarak. Tekliyerek.

temari

  • Şek şüphe etmek. Mücadele etmek.

tenakkur

  • Müçtemi olmak, içtima etmek, toplanmak.

tersi' / tersî' / ترصيع

  • Oymacılık.
  • Mücevherler takarak süslemek.
  • Edb: Bir beyti teşkil eden mısralar ile bir fıkrayı terkib eden cümlelerdeki lâfızları vezin ve kafiye itibari ile birbirine uygun olarak tertib etmektir. Külfetli ve gayr-ı tabii bir usuldür. Meselâ: Merhum Namık Kemâlin:Ecza-i beşer
  • Mücevher işleme, mücevher kakma. (Arapça)

tevşih

  • (Vişah. dan) (Çoğulu: Tevşihât) Süslü elbise giydirme. Süsleme veya süslendirme.
  • Kur'ân-ı Kerimi usul ve kaidelerine göre okuma.
  • Bir kimseye mücevher gerdanlık takmak.
  • Ist: Bir eseri, büyük bir adamın adıyla süsleme. Eski ilim adamları, bazı kimselerin adına kitap yaz

ulema-i rasihin / ulemâ-i râsihîn

  • Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin derin ve ince mânâlarını, işâretlerini anlayan yüksek din âlimlerine verilen isim. Bunlar; Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn, Tebe-i tâbiîn ve her bakımdan onlara tâbi olan müctehidler, tefsîr ve hadîs âlimleri ve tasavvuf büyükleridir.

vahy-i zımni / vahy-i zımnî

  • Mücmel ve hulâsası vahye ve ilhama istinad eden; tasvirât ve tafsilatı Resul-ü Ekrem'e (A.S.M.) âit olan vahiydir.

vakar

  • Ağırbaşlılık. Halim ve heybetli oluş. Nâmusu muhafazayı mucib haslet. Temkinlilik. Azamet ve izzet.

vazife-i teceddüd-ü din

  • Dini yenileme vazifesi, mücedditlik görevi.

veli

  • Sahib, mâlik.
  • Evliya.
  • Muin. Muhafaza eden.
  • Küçük çocukların hâlinden mes'ul kimse.
  • Sıddık.
  • Baba. Babanın babası, cedde de denir.
  • Fık: Hayatını mücadelelerle ve azimet ve fevkalâde bir zühd ve takva ile ibadet ve taata sarfederek kendisinden All

vişah

  • (Vüşâh) Eskiden kadınların mücevherlerle süsleyip boynundan ve koltukları altından bağladıkları enlice bez veya meşin parçası.

vücuh-u külliye-i i'caziye / vücuh-u külliye-i i'câziye

  • Geniş kapsamlı mucizelik yönleri.

yed-i beyda / yed-i beydâ

  • Parlak el. Mûsâ aleyhisselâmın mûcize olarak gösterdiği ve koynundan çıkardığında gözleri kamaştıran ve güneş ziyâsı saçan eli.

zann-ı kabul-ü cumhur

  • Bir hükmün doğruluğunu ekseri müçtehidlerin ve ehl-i reylerin zann derecesinde, yani kuvvetli ihtimal ile kabul etmeleri. (Ümmeti da'vetle teşri' edemez, fehmi şeriatten olur; lâkin şeriat olamaz. Müçtehid olabilir, fakat müşerri' olamaz.İcma' ile cumhurdur, sikke-i şer'i görür. Bir fikre davet etme

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın