REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te mût ifadesini içeren 1212 kelime bulundu...

müteşabih ayet / müteşâbih âyet

  • Mânâsı açık olmayan âyet-i kerîme. Çoğulu, müteşâbihâttır.

müteşabihat / müteşâbihât

  • Mânâsı kapalı âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler. Müteşâbihâta îmân etmeli, mânâsını Allahü teâlâya bırakmalıdır. Bunlar, Allahü teâlânın sevdiklerine bildirdiği sırların sembolleri, işâretleridir. Bunları anlıyanlar açıklamamışlardır.

abkari / abkarî

  • Mutlaka kusuru olmayan. Kâmil.
  • Bir kavmin seyyid ve şerifi, efendisi. Beşer san'atı olmayan.
  • Çok güzellik.
  • Bir nevi döşek.

adem-i kabul

  • İsbatı tasdik etmemek. Şek, hükümsüzlük. İman hükümlerini lâkaydlıkla karşılamak, nefy ve inkâr etmek, kabul etmemek, göz kapamak gibi câhilâne bir hükümsüzlük. Bir terk, bir cehl-i mutlak.

adem-i sırf

  • Yokluk. Mutlak yokluk.

ademi / âdemî

  • İnsanlardan olan, insana âit, insana dair ve müteallik.

adid

  • (Adide) Çok. Bir çok sayı. Çok şeyler. Müteaddid. Birinin dengi.

agnostisizm

  • fels. Gerçeğin, mutlak hakikatın bilinemez olduğunu; insanın gerçeği, tam uygun bilgiyi elde edecek yaradılışta olmadığını kabul eden felsefe görüşü.

ahadi hadis / ahadî hadis

  • Rivâyet eden bir veya iki koldan olan veya mütevatir mertebesinde olmayan hadis demetir. İştihar haddine yetişmeyen hadistir. Şartları tamam olursa zann-ı galib ifade eder, muktezası ile amel vâcib olur. (Muvazzah İlm-i Kelâm)

ahazz

  • Pek bahtiyar, mes'ud, şanslı, mutlu.

ahda'

  • Çok alçakgönüllü, halim, mütevazi. İtaatli.

ahfaz

  • (Ahfad) Alçak ve çukur yer.
  • Mc: Çok alçak gönüllü. Mütevâzi.

ahlaf

  • Yemin edenler. Müttefikler.

ahna'

  • Çok alçak gönüllülük, mütevazilik.

akıntı

  • Bir sıvı cismin mütemadiyen hareketi, akış.
  • Nehir veya deniz suyunun bir tarafa doğru cereyanı.
  • Bazı hastalıklarda vücuttaki bir delikten cerahat akması.

akli / aklî

  • Akıl ile bilinen veya bulunan şey. Akla mensub. Akla dâir ve müteallik.

aktab-ı erbaa

  • Ehl-i sünnet âlimleri ve mütebahhir ve maneviyatta çok ileri zatlar tarafından şimdiye kadar dört büyük kutup olarak bilinen veliler. (Seyyid Abdulkadir-i Geylâni, Seyyid Ahmed-i Bedevi, Seyyid Ahmed-i Rufâi, Seyyid İbrahim Desuki.)

al-i aba / âl-i abâ

  • Hz. Peygamberin (A.S.M.) kendisi ile beraber, kızı Hz. Fâtıma Validemiz, damadı Hz. Ali ve torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'den (R.A.) müteşekkil hey'et. "Hamse-i âl-i abâ" da denir. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) giydiği abâsını mezkur sahabe-i güzin hazeratının üzerine örterek hususi dua ettiğinden b

ala / alâ

  • Gr:Arabçada harf-i cerdir. Buna isim diyen de olmuştur. Müteaddit mâna ile kelimenin başına getirilir; manevî istilâ ve tefevvuk bildirmek için ekseriyâ mecrurunu istilaya delâlet eder. Bazan mecrurunun mukabiline müstâli olur. (maa) gibi müsahabet için gelir. (lâm) gibi tâlil için olur. Müc

ala-eyyi-hal

  • Herhâlde, mutlaka, elbette, her nasıl olsa.

alay

  • (Ask.) 3-4 tabur piyade veya5 bölük süvari askerinden mürekkep kuvvet.
  • Debdebe ve gösterişle yapılan tören, geçit resmi.
  • Cemaat, topluluk, güruh, kalabalık, fevç.
  • Fazla miktar, muhtelif ve müteaddit kişiler veya şeyler.

ale-l-ıtlak

  • Umumiyetle. Mutlaka. Bir suretle kayıtlı olmayarak. Mingayri tahsis.

alem-i misal / âlem-i misâl

  • Rüyâda görülen âlem. Dünyada mevcud bulunan bütün eşya ve zuhura gelen bütün ef'âlin aynısı ile müretteb ve mütekevvin olan bir tarzı veya âlem-i ruhâninin bir nev'i.

alem-i saadet / âlem-i saadet

  • Mutluluk âlemi.

alet-i tes'id / âlet-i tes'id

  • Mutluluğa ulaştırma aleti.

alevi / alevî

  • Hz. Ali'ye mensub olan. Hz. Ali'ye âit ve müteallik.

alim / âlim

  • Bilen, ilim sâhibi.
  • Her şeyi bilen mânâsına Allahü teâlânın sıfatlarından biri.
  • Zamânın fen ve edebiyât bilgilerinde yetişmiş, Kur'ân-ı kerîmin ve yüzbinlerce hadîs-i şerîfin mânâsını ezberden bilen, İslâm'ın yirmi ana ilmi ve bunların kolları olan seksen ilminde mütehassıs (uzman),

allame / allâme

  • Çok büyük alim. Meşhur olmuş büyük mütefekkir. Her ilimde ihtisas sahibi.
  • İslâmiyetin yirmi ana ilmi ve bunların kolları olan seksen ilminde mütehassıs ve evliyâlık derecelerinde yükselmiş, ayrıca lâzım olduğu kadar zamanın fen ve edebiyat ilimlerinde de yetişmiş zât. Âlim kelimesinin mübâlağalı ismi fâilidir.

amelde mezheb

  • Mutlak müctehid denilen derin âlimin, Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf, icmâ ve Eshâb-ı kirâma âit nakilleri esas alarak, iş ve ibâdetle ilgili hükmü açıkça bildirilmeyen husûslarda çıkardığı hükümlerin hepsi.

ameli / amelî

  • (Ameliyye) Amele mensup ve müteallik olan. Fiil olarak. İşlemek suretiyle. Pratik. Tecrübeli.

ami

  • Senevî, yıllık.
  • Avamca. İleri gelenden olmayan. Câhil. Havassa âit olmayan. Avama âit ve müteallik.

amid

  • Çok hasta.
  • Aşk hastası.
  • Başlıca nokta.
  • Önder, şef, komutan. Rehber.
  • Haraç alan kimse.

amil / âmil

  • Yapan. İşleyen.
  • Sebep.
  • Vergi tahsiline memur kimse.
  • Mütevelli.
  • Vâli.
  • Gr: İraba te'sir eden yüz şeyden altmışı. (Yalnız ismi mecrur yapanlar yirmi adettir).

amir-i mutlak / âmir-i mutlak

  • Kesin emir sahibi olan, mutlak emredici, Allah.

ane / âne

  • Kelime sonuna getirilerek zarfiyet ifâdesi için kullanılan nisbet edatıdır. Meselâ: Mütefekkirâne (: Mütefekkire yakışır halde) kelimesinde olduğu gibi. (Farsça)

ani

  • (Çoğulu: Anat-Unât) Mütevazi, alçak gönüllü.
  • Köle
  • Meşgul.
  • Iztırab çeken. Muztarib.
  • İşçi.
  • Müfettiş.
  • Tahsildar. (Müennesi: Aniye)

arif / ârif

  • (İrfan. dan) Bilen, bilgide ileri olan. Aşinâ, vâkıf. Hakkı, hakkı ile bilen.
  • Sabırlı ve mütehammil.
  • Çok düşünmeğe ihtiyaç kalmaksızın, tekellüfsüz gördüğünü bilen ve anlayan.
  • Zevkî ve vicdanî irfan sâhibi olan.
  • Bilen, tanıyan, ilim ve irfân sâhibi.
  • Allahü teâlânın rızâsını kazanmış, O'ndan başkasının sevgisini kalbinden çıkarmış, tasavvufta yetişip, kemâle ermiş velî zât. Ârif-i billah da denir.
  • Mütehassıs olduğu ilmi, zorlanmadan tatbik eden, kullanabilen kimse.

arif-i münevver / ârif-i münevver

  • Nurlanmış ve mesleğinin mütehassısı olmuş ve aklı ile beraber kalbi de nurlanmış âlim. Arif-i Billâh.

armani / armanî

  • Müteessif, kederli, üzüntülü. Pişman, nâdim. (Farsça)

arzi / arzî

  • (Arziye) Toprağa ait ve müteallik. Yere ait, toprakla alâkalı.
  • Semavî olmayan. Beşerî olan.

aş-hane

  • Aşevi, mutfak. (Farsça)

asar-ı mergube / âsâr-ı mergube

  • Muteber ve rağbet kazanmış olan eserler.

aşevi

  • Yoksullara parasız olarak yemek yedirilen veya dağıtılan yer, aşhane.
  • Para ile yemek yenilen yer, lokanta.
  • Düğün gibi toplantılarda, yemekleri hazırlamak için iğreti mutfak olarak kullanılan yer.
  • Bazı tekkelerde yemek pişirilen yer.

aşhane / aşhâne / آشخانه

  • Mutfak. (Farsça)

asli / aslî

  • Asla aid ve müteallik.

asr

  • Muttali olmak. Gözcülük etmek.

asr-ı saadet / asr-ı saâdet / عَصْرِ سَعَادَتْ

  • Mutluluk asrı; Peygamberimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem.
  • Peygamberimizin (asm) yaşadığı mutlu devir.

asr-ı saadet ve tabiin / asr-ı saadet ve tâbiîn

  • Mutluluk asrı olan sahabe dönemi ve sahabelere tâbi olan bir sonraki dönem.

asr-ı seadet / asr-ı seâdet

  • Mutluluk devri. Peygamber efendimizin yaşadığı mübârek, bereketli ve hayırlı devir. Zamân-ı seâdet ve vakt-i seâdet de denir.

asri / asrî

  • Devre, modaya ve israflı fantaziyelere uyan. Taklitçi. Zamana uygun. Bir devreye, asra âit ve müteallik.

asul

  • Gururlu, mütekebbir, zâlim kimse.

asumani / asumanî

  • Beşerî olmayan. Semavî olan. Göğe âit ve müteallik.

atalet-i mutlak / atâlet-i mutlak

  • Mutlak tembellik, işsizlik.

atf-ı tefsir

  • Bir mânada olup mücerred tasdik ve te'kid için "ve" ile müteradifine (aynı mânadaki kelimeye) atfolunan kelime. Meselâ: "İhsan ve kerem, hüzün ve keder" ifadesindeki "ve" ler gibi. Diğer bir ifade ile: Aynı olan ayrı iki kelimenin birlikte kullanılması. ("deli divâne"de olduğu gibi.)

ayar

  • Altın ve gümüşten yapılmış şeylerin saflık ve hafiflik derecesi.
  • Saadete, mutluluğa doğru gitme.

ayat-ı vücub / âyât-ı vücub

  • Varlığı vacip ve mutlaka gerekli olan Allah'ın âyetleri, delilleri.

ayin-han / âyin-han

  • Mevlevihâne ve semâhânelerde sema edilirken, yüksek bir yerde bulunan ve mutribhâne adı verilen mahfilde âyin okuyan kimse. (Farsça)

azürde-dil

  • Kalbi kırık. Müteessir.

ba'del mütalaa / ba'del mütâlaa

  • (Ba'de-l mütâlaa) Mütâlaa ettikten sonra, okuduktan sonra.

bad-ser

  • Mağrur, kibirli. (Farsça)
  • Serkeş, isyânkar, âsi. (Farsça)
  • Taassub ehli, mutaassıb. (Farsça)

bahr-i muhit-i kebir

  • (Bahr-i Muhit-i Mutedil) Büyük Okyanus. Pasifik Okyanusu.

bahreyn

  • İki deniz. (Basra Körfezi ile Hind Denizi veya Karadenizle Akdeniz. Yahut da Akdenizle Hind Denizi)
  • Basra Körfezi'nde bulunan bir devlettir. 1971 yılında İngilterenin körfezden çekilmesi üzerine istiklâliyetini ilân etmiştir. Bahreyn, Manama ve Muharrak Adalarından müteşekkildir. Hal

bahtiyar / bahtiyâr

  • Talihli, mutlu.
  • Bahtlı, talihli, mes'ud, mutlu, şanslı. (Farsça)
  • Tâlihli, mes'ûd, mutlu.
  • Talihli, kutlu, mutlu.

bahtiyarane

  • Bahtiyarcasına, mutlucasına, mesut olana yakışacak şekilde. (Farsça)

bahtiyari / bahtiyarî

  • Bahtiyarlık, saadetlilik, mutluluk. (Farsça)
  • İran'da bulunan şöhretli bir kavim. (Farsça)

bahtiyarlık

  • Mutluluk.

bar-keş

  • Hamal, yük taşıyan. (Farsça)
  • Mütehammil, tahammül eden, sabırlı. (Farsça)

bari'

  • Bir kalıptan döker gibi, düzgün, tertipli ve güzel yaratan. Aza ve cihâzatları birbirine mütenasip ve kâinattaki umumî nizama ve gayelere uygun ve münasebettar olarak halkeden Cenâb-ı Hak (C.C.)

başir

  • Müjdeci, müjde veren.
  • Mutlu, mesut.

batıl satış / bâtıl satış

  • Sahîh olmayan, yâni dînen bulunması lâzım gelen şartların hepsi veya bir kısmı bulunmayan satış, alış-veriş. Satılacak malın mütekavvim olması (kullanılmasına dînen izin verilmesi, kıymetli ve kullanılabilir olması) bu şartlardandır. Buna göre; domuz, içki ve denizdeki balık mütekavvim değildir.

batıni / batınî

  • İçe ait olan. Dış görünüşe ve zâhire dâir olmayan. Bâtına mensub ve müteallik. Dâhili ve manevi meselelere âit.
  • Tas: Bâtiniyyeden olan.

be-nam

  • Meşhur. Namlı. Mütemayiz. Seçkin. Mâlum bir isimle tesmiye edilen. (Farsça)

bedbaht / بدبخت

  • Tahilsiz. (Farsça)
  • Bedbaht etmek: Mutsuz etmek. (Farsça)

bedii / bedîî

  • Bedi' ve güzel olan. Ebedî ve güzel olan. İlahî ve güzel eserlere müteallik bulunan.

beduh

  • Eski yazıda mektub zarfları üzerine yazılması ve zarfa basılan mühüre kazdırılması mûtad ve aslı meçhul bir sözdür.

behem-ber-ameden / behem-ber-âmeden

  • Toplanmak, cem olmak, birikme. (Farsça)
  • Mc: Kızmak, sinirlenmek, asabileşmek, müteessir olmak. ("Behemâmeden" de denir.) (Farsça)

behemahal

  • İster istemez, mutlaka.

behemehal / behemehâl / بهه حال

  • İster istemez. Mutlaka. Her halde. (Farsça)
  • Her halükârda, mutlaka, ne olursa olsun. (Farsça - Arapça)

beher-hal

  • Mutlaka, her hâlde. (Farsça)

behimi / behimî

  • Hayvanca, hayvana mahsus ve müteallik. Hayvanlık.

belagat / belâgat

  • Hitâbettiği kimselere göre uygun, tam yerinde, düzgün ve hakikatlı güzel söz söyleme san'atı. Muktezâ-yı hâle mutâbık söz söylemek.
  • Belâgat, hem düzgün, hem yerinde söz söylemeyi öğreten ilmin de adı olur. Ve maani, beyan, bedi' diye üç kısma ayrılır. Bu gün Edebiyat denilen bilgiye,

belut / belût / بلوط

  • Bot: Meşe ağacı.
  • Meşe ağacının meyvesi olan palamut.
  • Pelit, palamut. (Arapça)
  • Meşe. (Arapça)

bende-i halka-beguş / bende-i halka-begûş

  • Kulağı halkalı olan köle, esir.
  • Mc: İtaatli, muti'.

bende-zade

  • Köle çocuğu. (Farsça)
  • Mc: Çocuğunu onun kölesi yerinde tutup mütevâzi muâmelede bulunan. (Farsça)

beni abdilmuttalib / benî abdilmuttalib

  • Abdilmuttalib oğulları.

berhürdar / berhürdâr / برخوردار

  • Mutlu, muradına ermiş. (Farsça)

bermu'tad / bermu'tâd / برمعتاد

  • Alışıldığı gibi, mutâd olduğu üzere. (Farsça - Arapça)

besamet

  • Güler yüzlülük. Mütebessimiyet.

beşeri / beşerî

  • İnsana ve insanın fıtrî hallerine mensub ve müteallik. İnsanla ilgili.

beyus / beyûs

  • Arzu, istek, taleb. (Farsça)
  • Ümit. (Farsça)
  • Tamah. (Farsça)
  • Alçak gönüllülük. Mütevazilik. (Farsça)

beyyin

  • Aşikâr. Açıklanmış. Gün gibi vâzih delil.
  • Müteaddit noktaları beyan eden ve açıklayan.
  • Şâhid. İsbat vasıtası. Kavi bürhan.

bidar-baht / bîdar-baht

  • Mutlu. (Farsça)

bidevlet / bîdevlet

  • Mutsuz, zavallı. (Farsça)

bil-ıtlak

  • Mutlak olarak. Hiçbir şeye bağlı olmaksızın.

bina'

  • (Çoğulu: Ebniye) Yapı, ev. Yapma, kurma.
  • Gr: Müteaddi, lâzım, meçhul, mütavaat gibi fiillerin esasını mevzu yapan kitab.

boşboğaz

  • Yerli yersiz mutlaka bir şey söylemeden içi rahat etmiyen. Saklanması gereken şeyleri söyleyiveren, sır saklamayan. (Türkçe)

bühtan

  • İftira. Birisine yalandan bir şey isnad etme. Birisini suçlu gösterme.
  • Dalgınlık.
  • Medhûş ve mütehayyir olma.

buhu

  • Mütevazi bir şekilde hakkını isteme.

bülbül-ü handan / bülbül-ü handân

  • Gülen mutlu bülbül.

bülega

  • (Tekili: Belig) Beliğ olanlar, Belâgat sâhipleri. Belâgat ilmi mütehassısları. Edebiyatçılar.

bülega'-i beşer

  • Belegat ilmi mütehassısları.

bürdbar

  • Ağırbaşlı. Sabırlı, mütehammil, uysal, tahammüllü kimse. (Farsça)

bürhan-üt temanü' / bürhan-üt temânü'

  • İstiklâliyet, ulûhiyetin zâtî bir hassası ve zaruri bir lâzımı olduğuna dair ve şirkin butlanını isbat eden delil ki; eşyanın yaradılışı müteaddit ellere ve esbaba verilse, âlemdeki nizam bozulup karışıklıklar çıkacağını gösterir, isbat eder.

burudet-i mutedilane / burudet-i mutedilâne

  • Mutedil soğukluk; soğukkanlılık.

ca'l

  • Yaratmak, halk.
  • Almak.
  • İş işlemek. Yapmak.
  • Bu kelime Kur'ân-ı Kerim'de onüç vecihle kullanılmıştır:1- Tafak ve ahz (inşâ ve ikbal) mânasına; bir işi işlemeğe müteveccih olup başlamak ve işler olmak.2- Halketmek, yaratmak.3- Kavl ve irsal.4- Tehiyye ve tesviye (tanzim

çarh-ı saadet

  • Mutluluk çarkı.

cari

  • Akan, akıcı.
  • Geçmekte olan.
  • İnsanlar arasında mer'i ve muteber ve mütedavil olan.

cavid / câvid

  • (Câvidân, câvidâne, câvidânî) Sermedî, sonu olmayan, sonsuz, dâimî, lâyemut. (Farsça)

cavidane / câvidâne

  • Câvidân, ebedi, sonsuza âit, sonsuza müteallik. (Farsça)

cazibe-i mutlaka / câzibe-i mutlaka

  • Mutlak çekici kuvvet.
  • Yegane çekici kuvvet.
  • Geçici güzelliğin zıddı olan ebedî güzellik.

cebabire

  • Cebrediciler. Mütekebbirler. Zâlimler.

cebbar / cebbâr

  • (Sıfat-ı İlahiyedendir) İstediğini mutlak yapan, dilediğine muktedir olan. Büyüklük, azamet ve kudret sahibi. İmar eden Cenab-ı Hak. Kullarını ıslah edip tevbeye götüren Allah Teâlâ Hz.leri (C.C.)
  • Zâlim, gaddar, müstebid, mütemerrid insanlar da bu sıfatla tavsif edilir. Meselâ; Cengi
  • İstediğini mutlaka yaptıran Allah.

cebr-i mahz

  • Sırf cebir, mutlak cebir.

cedd-i nebi / cedd-i nebî

  • Peygamber Efendimizin (a.s.m.) dedesi, Abdülmuttalib.

ceffah

  • Mütekebbir kimse, gururlu kişi.

cefh

  • Fahirlenmek, mütekebbirlenmek, gururlanmak, kibirlenmek.

celaleddin-i harzemşah

  • (Vefâtı M.: 1231) Mengü berdi (Allah verdi) ismi de verilir. Harzemşah soyunun 7nci ve son hükümdarıdır. Tarihte cesaret ve irfanı ile tanınmıştır. O zamanın deccalı olan Cengiz'in kahır ve şiddeti karşısında İrân ve Turân korku ve zillete düştüğünde Celâleddin, Cengiz'in ordularını müteaddit defala

celali / celalî

  • Celal ismine dâir. İlâhi ve celale müteallik. Celal adlı kimselerle alâkalı olan.
  • Hicri XI. Asırdan önce Anadolu'da baş gösteren eşkiyaya verilen ad.
  • Sultan Celaleddin Melikşah tarafından hazırlanan ve Hicri 471 tarihinde başlayan bir güneş takvimi.

cem'iyyet-i kelam / cem'iyyet-i kelâm

  • Kelâmın câmi olması. Müteaddid mânası bulunan kelâm, söz.

cemahir-i müttefika

  • Birbiriyle anlaşmış, ittifak etmiş devletler. Müttefik cumhuriyetler.

cemahir-i müttehide

  • Birleşmiş devletler. Müttehid cumhuriyetler.

cenani / cenanî

  • Kalbe âit ve müteallik olan. Kalben duyulan. (Arabça müfred, birinci şahıs sigası ile "kalbim" mânasınadır.)

cennet

  • Bahçe. Âhirette müslümanların nîmet ve mutluluk içerisinde sonsuz olarak yaşayacakları yer.

cenubi / cenubî

  • Cenuba âit, güney tarafında, cenûba dair ve müteallik.

çerag

  • Işık. kandil. Lâmba. Mum. (Farsça)
  • Kutlu, mutlu. (Farsça)
  • Otlak. Mer'a. (Farsça)
  • Otlama. (Farsça)
  • Tekaüd. (Farsça)
  • Talebe. (Farsça)

cerbeze

  • Aldatıcı sözlerle kurnazlık etme. Fazla sözlerle aldatıcılık. Haklı ve haksız sözlerle hakikatı gizleme.
  • Beceriklilik, fetânet ile temyiz ve cesaret-i mutedile ve kuvvet-i idareden ibâret olan sıfat-ı zihniye. (Bu kelime, Arabçada: Hilekârlık, kurnazlık gibi aşağılayıcı bir mânâda ku

cercis

  • (A.S.) : (Circis) Taberi tarihine göre: İsâ Aleyhisselâmdan sonra gelmiş ve Filistinde yaşamış ve onun şeriatı ile amel etmiş olan bir peygamberdir. Yedi sene içersinde tebliğde bulunarak çok işkencelere maruz kalmış, müteaddid defalar öldürülmüş ve mu'cize ile dirilerek tekrar tebliğ vazifesine dev

ceyş

  • Asker, ordu. En az dörtyüz nefer süvari ve piyadeden müteşekkil bir askeri kıt'a.
  • Dolup taşmak.
  • Ses, sadâ.

cezlan

  • Saadetli, mutlu, sevinçli.

cezri / cezrî

  • Köklü. Kat'î. Köke âit ve müteallik.

cud

  • Cömertlik. Sahilik. Eli açık olmak. Muhtaçların vaziyetlerini, durumlarını bildirmeğe meydan vermeksizin lütuf ve ihsanda bulunma hâleti. Mücahede-i diniye ve neşr-i hakaik-ı Kur'aniye ve imaniye hizmetinde mutemed zâtlara lüzumunda maddeten de iştirak etmek fedakârlığı.

cürcani / cürcanî

  • (Abdülkahir) Hicri beşinci asrın ikinci yarısında yaşamış büyük âlimlerden ve Arapçanın dâhi mütehassıslarındandır. Dindarlığı ve takvası da çok ileri olduğu nakledilir... Asıl adı: Abdülkahir-el Cürcanî olan bu Zâtın ilk tahsilini memleketi Cürcan'da yaptığı biliniyor. Adı ve künyesi şu şekilde olu
  • (Seyyid Şerif Ali Bin Muhammed) : (Hi: 760-830) Astarabad (Cürcan) civarında Tacu'da doğmuştur. Mısır'a giderek orada çeşitli âlimlerden ders okumuştur. Şiraz'da müderrislik yapmıştır. Sa'duddin-i Taftazanî ile kapanan Mütekaddimîn devrinden sonra açılan Müteahhirîn-i Ulemâ devrinin birincisi bu Sey

cüz'i-yi müşahhas / cüz'î-yi müşahhas

  • Somut bir fert, birey.

dabs

  • Mesrur ve mütekebbir olmak. Sevinçli ve kibirli olma hâli.

dağ-dar / dâğ-dâr

  • Kızgın demirle nişanlanmış, dağlanmış.
  • Pek müteessir, çok üzgün.

dahdaha

  • Yorulmak, yorultmak.
  • Yavaşlamak.
  • Muti etmek, emre itaat ettirmek.
  • Hor etmek.

dair

  • Devreden. Dolaşan. Dönen. Bir şeyin etrafını kuşatan.
  • Belli bir şey hakkında olan. Alâkalı, müteallik.

dalalet-i mutlaka / dalâlet-i mutlaka

  • Mutlak dalâlet, tam bir sapkınlık.

dall-i bi-l ibare / dâll-i bi-l ibare

  • (Dâllibilibâre) Fık: Bir ifade veya sözden muayyen bir mânanın ve hükmün anlaşılması. Meselâ: "Zekât, müslümanların fakirlerine verilir, hiçbir zengine verilmez" ibaresi zekâtın yalnız müslüman fakirlere verileceğine delâlet-i mutabıkıyye ile delâletidir. Zengin olan belli şahıslara da verilemeyeceğ

damhar

  • Mütekebbir, kibirli, terbiyesiz kimse.

dar-ı lezzet ve saadet / dâr-ı lezzet ve saadet

  • Lezzet ve mutluluk yeri.

dar-ı saadet / dâr-ı saadet / dâr-ı saâdet

  • Mutluluk yeri.
  • Mutluluk yurdu, âhiret.

dar-ı saadet ve ebediyet / dâr-ı saadet ve ebediyet

  • Sonsuzluk ve mutluluk yeri.

dar-ı saadet-i bakiye / dâr-ı saadet-i bâkiye

  • Devamlı ve kalıcı olan mutluluk yeri.

dara'

  • Zayıf. Zelil, hakir.
  • Muti, itâat eden, boyun eğen.

daraa

  • Tevazu etmek, alçak gönüllü olmak.
  • Emre uymak, muti olmak.
  • Zayıf ve zelil olmak.

darbeha

  • Başını aşağı eğmek.
  • Muti olmak, itaat etmek, söz dinlemek.

defaat

  • Kerreler, def'alar. Müteaddid.

defain-i saadet / defâin-i saadet

  • Mutluluk defineleri.

define-i saadet ve necat / define-i saadet ve necât

  • Kurtuluş ve mutluluk hazinesi.

dehri / dehrî

  • Dehr ve zamana dair ve müteallik.

dehriye

  • Devre ait. Zamana dair ve müteallik.
  • Âlemin ezelî ve ebedîliğini iddia edip âhirete inanmıyan münkir ve imansız bir fırka.

dekor

  • Süs. Bir sahneyi mütenasib bir nizamla süslemek. (Fransızca)

delalet-i selase / delalet-i selâse

  • Üç çeşit delâlet. Bunlar da: Delâlet-i mutabıkıye, delâlet-i tazammuniye, delâlet-i iltizamiyedir.1- Delalet-i mutabıkıye: Bir kelâmın vaz'olunduğu, yani kasdedilen mânanın tamanına delâletidir. Meselâ: İnsan lâfzı, insanın tam mahiyeti olan, hayvan-ı natık, (yani, konuşan hayat sahibi varlık) mânas

dellal-ı vahdaniyet ve saadet / dellâl-ı vahdâniyet ve saadet

  • Allah'ın birliğine ve mutluluğa çağırıp ilân eden.

demevi / demevî

  • Kana dâir, kana mensub ve müteallik.
  • Mc: Asabi, sinirli. Kanın çokluğu sebebi ile hâsıl olan mizaç.

demma'

  • Mütekebbir gönüllü, gururlu kimse.

derece-i saadet

  • Mutluluk derecesi.

derviş

  • Gayet mütevazi ve kanaatkâr olan. (Farsça)
  • Kimsesiz, fakir. (Farsça)
  • Mâneviyâtla gönlü zengin olan fakir. (Farsça)
  • Mürid veya şeyh. (Farsça)

desatir-i saadet-i dareyn / desatir-i saadet-i dâreyn

  • Dünya ve âhiret mutluluğunun düsturları, kanunları.

devai / devaî

  • (Devâiye) İlâç cinsinden. İlâca âit ve müteallik. Devaya dâir.

devr-i mes'ud

  • Saadet, mutluluk devri.

devr-i saadet

  • Saadet devri; Resûlullahın yaşadığı mutluluk asrı.

devrani / devranî

  • Deverana âit ve müteallik.

dilşad / dilşâd / دلشاد

  • Gönlü şen. (Farsça)
  • Dilşâd etmek: Gönlünü şenlendirmek, mutlu etmek. (Farsça)
  • Dilşâd olmak: Gönlü şenlenmek, mutlu olmak. (Farsça)

dimişki / dimişkî

  • Şam şehriyle alâkalı. Şam'a ait ve müteallik.
  • Şam'da yapılan ve güzel san'atlarda kullanılan bir nevi kâğıt.

din

  • Allahü teâlânın insanları dünyâ ve âhirette râhat, huzûr ve seâdete (mutluluğa) kavuşturmak için peygamberleri vâsıtasıyla bildirdiği yol, emirler ve yasaklar.

dindar

  • Dinî kaidelere hakkıyla riayet eden, dininin emirlerini yerine getiren, mütedeyyin. (Farsça)

diyar-ı saadet

  • Mutluluk yeri.

dram

  • yun. Korkunç ve kanlı tiyatro piyesi.
  • Müthiş bir vakıa. Musibet, felâket. Heyecan uyandıran hâdise veya hareket.

dua-yı rahmet ve saadet

  • Rahmet, mutluluk ve huzur duâsı.

dübeyt

  • İki beyitten müteşekkil rübainin diğer ismi. (Farsça)

dünyevi / dünyevî

  • (Dünyeviye) Bu âleme mensub ve müteallik. Dünyaya âit ve dünya ile alâkalı.

dünyevi ve uhrevi saadet / dünyevî ve uhrevî saadet

  • Dünya ve âhiret mutluluğu.

duş / dûş

  • Omuz. Ketif. (Farsça)
  • Dün gece. (Farsça)
  • Âlem-i menâm, rüya âlemi. (Farsça)
  • Mütesadif ve mütelâki olan. (Farsça)

ebadid

  • Müteferrik, dağınık.

ebedi / ebedî

  • Sonsuza ve ebediyete âit. Ebediyete dâir ve müteallik.

ebedi saadet / ebedî saadet

  • Sonu olmayan sonsuz mutluluk, huzur.

ebu-d derda

  • Uveymir adı ile de meşhurdur. Ashab-ı kirâmın âlim ve hakîmlerindendi. Peygamberimiz: "Uveymir, Ümmetimin hakimlerindendir" buyurmuştur. Uhud'dan itibaren bütün muharebelerde bulunmuştur. 179 hadis rivâyet etmiştir. Hikmetli sözlerinden birisi şudur: "Âlim olmayınca insan müttaki olamaz, bir âlim âm

ebyat

  • (Tekili: Beyt) Beyitler. İki mısradan müteşekkil kısımlar.

ecneb

  • Muti ve münkad olmayan. İtaatkâr olmayan.
  • Garib, yabancı, ecnebi.
  • Sert başlı at.

eda şartları / edâ şartları

  • Bir işin, ibâdetin sahîh ve mûteber olması için lâzım olan şartlar.

edebi / edebî

  • Edebe dâir. Güzel söylenmiş yazı. Edebiyata âit. Ehl-i edebe, terbiyeli, ahlâklı ve edebli olanlara dâir ve edebe mensup ve müteallik.

ehad

  • Bir. Tek. İnfiradla muttasıf sıfât-ı kâmileyi cami' olan.

ehl

  • (Ehil) Yabancı olmayan, alışık olduğumuz.
  • Dost, sahip, mensup. Evlâd, iyal. Kavm, müteallikat. Usta, muktedir ve becerikli anlamıyla ehil ve ehliyet İslâmiyette önemli bir husustur. Dinimiz, bize işleri ehline vermemizi emreder. Cemiyette işler, mevkiler, makamlar, görevler, ehline v

ehl-i hibre

  • Ehl-i vukuf. Bilirkişi. Meselenin künhüne vâkıf mütehassıs zât. (Farsça)

ehl-i ihtisas / ehl-i ihtisâs / اَهْلِ اِخْتِصَاصْ

  • Mütehassıslar, uzmanlar.

ehl-i itizal / ehl-i itizâl

  • Mutezile mezhebinden olanlar.

ehl-i kelam / ehl-i kelâm

  • (Bak: Mütekellimîn)

ehl-i saadet

  • Mutluluğa erenler.

ekseriyet-i mutlaka

  • Yarımın bir fazlasıyla elde edilen ekseriyet, mutlak ekseriyet. (Farsça)

el-hak

  • Hakkın ta kendisi. Tam doğrusu. Tam gerçekten.
  • Hakkı, hakkı ile izhar ve beyan eden.
  • Varlığı hiç değişmeyen, ibadete lâyık ve her hakkın sahibi, Allah (C.C.) Âdil-i Mutlak ve Vacib-i lizâtihi.

el-müte'al / el-müte'âl

  • (Bak. MÜTE'ÂL)

el-mütekebbir

  • (Bak. MÜTEKEBBİR)

el-mütekellim

  • (Bak. MÜTEKELLİM)

elleys

  • Mutlak hiçlik. Adem-i sırf.

en'am

  • Deve, sığır, koyun gibi hayvanlar.
  • Kur'ân-ı Kerimin altıncı Suresinin adı ve bir kısım Kur'ân âyetlerinden ve Surelerinden müteşekkil dua kitabı.

enberut

  • Armut. (Farsça)

enva-ı saadet / envâ-ı saadet

  • Mutluluk çeşitleri.

es'ad / اسعد

  • Çok mutlu. (Arapça)

es'adekallah / es'adekâllah

  • Allah seni mesut etsin, mutlu kılsın.

esad / esâd

  • Daha mutlu.

eşam

  • Ölmiyecek kadar az olan yiyecek ve içecek şeyler, kut-i lâyemut. (Farsça)

esasiyye

  • Asılla temelle alâkalı. Esasa ait ve müteallik.

esir

  • Birbirine yakın olmak, mütekarib.

eşir

  • Pek sevinçli, çok mesrur.
  • Kibirli, mütekebbir kimse.

esmat

  • (Çoğulu: Sümut) Saçının ve sakalının karası beyazıyla karışıp ikisi beraber olmak.

evrad-ı şah-ı nakşibendi / evrâd-ı şah-ı nakşibendî

  • Büyük İslâm mutasavvıfı Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin okuduğu virdler, dualar.

eyyühe'l-üstadü's-said

  • Ey mutlu Üstad, bahtiyar Said.

ezeli / ezelî

  • Ezele mensub ve müteallik. Devamlı var olup varlığının başlangıcı olmayan.

fahriye

  • Bir kimsenin kendini medih için söylediği söz veya şiir. Fahre mensub ve müteallik olan.

fahur

  • Çok övünen, çok iftihar eden. Mütekebbir. Tekebbür ve taazzum edici.

failiyyet / fâiliyyet

  • İşleyicilik. Müessir olmak. Fâile mensub ve müteallik oluş.

fakahet

  • Şeriat bilgisinde âlimlik. Fıkıh bilgisinde mütehassıslık. Anlayışlı olmak.

fakat

  • ("Fa" ile "kat" dan müteşekkil) Hemen, yalnız, ancak, yeter, bes, gerçi, her ne kadar, lâkin, ammâ.

fakih / fakîh

  • Fıkıh âlimi. Dînin amelî (yapılacak işlerle ilgili) hükümlerinde mütehassıs âlim. Çoğulu fukahâdır.
  • Müctehid. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilmemiş olan hükümleri, açık ve geniş olarak bildirilenlere benzeterek meydana çıkarabilen derin âlim. İctihâd derecesine

fakirhane / fakirhâne

  • Mütevazilikle söz söyleyen kişinin evi.

fakr-ı mutlak

  • Mutlak fakirlik. Mü'min bir kulun Cenâb-ı Hakka karşı mutlak muhtaç halde olduğunu bilişi. Nihayetsiz muhtaç olduğu Allaha (C.C.) ve emirlerine tam teslimiyyetle sığınması hâleti.

farisi / farisî

  • Acemce, Farsça. İran'la alâkalı ve ona müteallik. İran dili veya halkı ile alâkalı olan.

fariza-i zimmet / farîza-i zimmet

  • Mutlaka yapılması gereken vazifeler, farzlar.
  • Yapılması mutlaka boynumuza borç olan vazife.

faruki / farukî

  • Hz. Ömer (R.A.) soyuna veya adâletine mensub olan. Hz. Ömer'e mensub ve müteallik. İmam-ı Rabbanî'nin bir lakabı.

farz-ı kifaye / farz-ı kifâye

  • Dinen mutlaka yerine getirilmesi gereken ancak bir kısım Müslümanın yapması ile diğerlerinin üzerinden düşen vazife, cenaze namazı kılmak gibi.

farz-ı kifaye-i cihad

  • Müslümanların bir kısmının mutlaka yapması gereken cihat görevi.

farz-ı zanni / farz-ı zannî

  • Müçtehidlerce kat'i bir delile yakın derecede kuvvetli görülen, zanni bir delil ile sâbit olan vazifedir ki, amel hususunda farz-ı kat'î kuvvetinde bulunur. Buna farz-ı amelî de denir. Meselâ: Abdestte mutlaka başı meshetmek bir farz-ı kat'îdir. Başın dörtte birini meshetmek bir farz-ı amelîdir.

farzi / farzî

  • Farzedilene, tahmin olunana dair. Takdir ve tahmin usulüne dayanan ve ona müteallik.

farzıayn

  • Her müminin mutlaka yapması gereken vazife.

fatanet

  • (Fetânet) Zihin açıklığı. Çabuk kavrayış ve anlayış. Sağlam anlayış. Fıtnetlik.
  • Müteyakkız oluş.
  • Peygamberlerin sıfatlarından biridir.

fatih sultan mehmed han / fâtih sultan mehmed han

  • (1432 - 1481) En meşhur Osmanlı Padişahlarındandır. ll. Murat Han'ın oğlu ve ll. Bayezid Han'ın babası ve 7. pâdişahtır. Edirne'de doğmuş ve Gebze'de vefat etmiştir. Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) medhine mazhar olmuştur. Peygamberimiz "İstanbul mutlak fetholunacaktır." müjdesini vermişti ve onu feth ede

fekih

  • Mütekebbir, gururlu ve şerli kimse.

felah / felâh

  • Kurtuluş, selâmet, mutluluk, hayır ve nîmetlerde, râhatta dâim olmak.
  • Kurtuluş, selâmet, onma, mutluluk, kutluluk.

fen yobazı

  • Fen bilgisinde mütehassıs (uzman) olmadığı hâlde, kendisini fen adamı ve müslüman olarak gösterip müslümanların dînini, îmânını bozmağa, İslâmiyet'i içerden yıkmağa çalışan kimse.

fer'i / fer'î

  • (Fer'iyye) Esasa âit olmayan. Kollara ve şu'belere âit ve müteallik.

ferah-gam / ferah-gâm

  • Bahtiyar, mes'ut, mutlu, saadetli. (Farsça)

feraine

  • (Tekili: Fir'avn) Fir'avunlar. Mütekebbirler. İmansızlar.

ferhunde

  • Mes'ut, saadetli, mutlu, mübarek. Uğurlu. (Farsça)

ferhunde-tali' / ferhunde-tâli'

  • Şanslı talihi yaver. Mes'ut, mutlu, saadetli. (Farsça)

ferhundegi / ferhundegî

  • Mes'utluk, mutluluk, mübareklik, kutluluk. Uğurluluk. (Farsça)

ferman-ber

  • İtaatli ve muti olan. Hakkında emir çıkarılan. Fermanlı.

fermandih / فرمان ده

  • Komutan. (Farsça)

fermanferma / fermânfermâ / فرمان فرما

  • Padişah. (Farsça)
  • Komutan. (Farsça)
  • Buyrukçu, buyruk veren. (Farsça)

fetva-yı mahz / fetvâ-yı mahz

  • Salt fetvâ, içinde farklı öğe bulunmayan mutlak fetvâ.

fevzi / fevzî

  • Kurtuluşa, fevze âit ve müteallik.

feyyaz-ı müteal / feyyaz-ı müteâl

  • Çok feyz ve bereket veren. Müteâl olan Allah (C.C.)

feyyaz-ı mutlak

  • Mutlak ve sonsuz feyiz ve bolluk sahibi. Allah.

feyzi / feyzî

  • Bolluk ve berekete ait ve müteallik. Feyze mensub.

fezai / fezaî

  • Gökle alâkalı. Göğe âit. Geniş sahaya âit. Fezaya âit ve müteallik.

fi'l-i mutavaat / fi'l-i mutâvaat

  • Mâlum sigasında olduğu halde müteaddi bir fiilin mechulü gibi mânası olan fiildir. (Sevinmek, dövünmek gibi)

fi'l-i şeni'

  • Irza vuku bulan tasallut hakkında kullanılan bir tabirdir. Bununla birlikte, mutlaka cima' manâsına değildir.

fi-i cari / fî-i cârî

  • Geçer değer, muteber fiat.

figar / figâr

  • Ceriha, yara. (Farsça)
  • İncinmiş, yaralı, müteessir manalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dil-figâr : Yüreği yaralı. (Farsça)

fikri / fikrî

  • (Fikriye) Fikir cinsinden, fikirle alâkalı. Fikre âit ve müteallik.

firaş-ı mütevassıt

  • Fık: Ümmü veledin firaşı mânâsına gelen bir tabirdir. Firaş-ı mütevassıtta bilâ davet neseb sahih olmaz.

fırka müteassıpları

  • Parti mutaassıpları, parti bağnazları.

fıtri / fıtrî

  • Doğuştan, yaradılıştan, fıtrata âit ve müteallik. Hayat kanunlarına uygun.

gadr-ı mutlak

  • Mutlak gadr, zulüm.

gaiyye

  • Bir şeyin sebeb ve neticesini ileri süren felsefe mesleği.
  • Maksad ve gayeye âit. Son ile alâkalı. Gaye, maksad ve neticeye mensup ve müteallik. (Fr.: Finalizm)

galib-i mutlak / gâlib-i mutlak

  • Mutlak galip; her yönden üstün gelme.

gamıza

  • Kolay anlaşılmayan ince mes'ele. Derin.
  • Mâruf ve mütebeyyin olmayan hesab.

gani / ganî

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hiçbir zamanda, hiçbir mekânda, hiçbir hâlde, hiçbir şeye muhtâc olmayan. Allahü teâlâya, hiçbir şekilde başkasına muhtaç olmayan mânâsına Ganiy-yi mutlak da denir.

gavs

  • Suya dalmak. Dalgıçlık.
  • Mc: Bir mes'elenin derinliğine ve hakikatine muttali' olup bilmek.
  • İyi anlamak.
  • Maslahata gayret ile girmek.

gaybi / gaybî

  • Hazırda olmayan. Görünmeyenlere âit. Hazır olmayanlara âit. Başka âlemdekilere âit. Âhirete âit. Gayba âit ve müteallik.

gayr-ı muhassal

  • Sonuçlanmamış, somutlaşmamış, elde edilmemiş.

geylani / geylanî

  • Seyyid Abdulkadir-i Geylanî, Gavs-ül A'zam, Gavs, Kutub gibi mecâzi nâm ile bilinen bu zât (Hi: 470-561) yılları arasında yaşamış ve Kadirî Tarikatının müessisidir. Müteaddid müridlerinden bir çoğu sonradan veli olarak meşhurdurlar. Derslerinin te'siriyle birçok Hristiyan ve Museviler Müslüman olmuş

girgin

  • Her yere sokulan, herkesle görüşen, sokulgan.
  • Mensub, alâkalı, müteallik.

gıtarres

  • (Çoğulu: Gatâris) Zâlim, mütekebbir, kibirli kimse.

gıtrif

  • Mütekebbir, gururlu, kendini beğenmiş.

gıyabi / gıyabî

  • Arkasından olarak. Kendi hazır olmadığı halde arkasından. Gayba âit. Gayba mensup ve müteallik.

güngörmek

  • Mc: İkbal, refah, saadet, mutlu olarak yaşamak.

gurbet-i mutlaka

  • Mutlak gariplik, yabancılık, yalnızlık.

güşade-ebru

  • Güler yüzlü. Mütebessim. şen. (Farsça)

habeşi / habeşî

  • Habeş memleketi ahalisinden olan. Habeş'e mensub ve müteallik olan.
  • Koyu esmer renkli adam.
  • Hat, tezhib, minyatür gibi güzel san'atlarda kullanılan bir cins kâğıt.

habir / habîr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyin hakîkatini, kâinâtın, varlıkların, görünen ve görünmeyen her şeyi hakkıyla bilen, hiçbir zerrenin hareketi ve hareketsizliği ilminden hâriç olmayan, nefslerin ne ile mutmain (huzurlu) ne ile huzursuz olduğundan, sükûnete kavuştuğunda

habt

  • Yanlış hareket.
  • Maktulün kanının heder olması.
  • Bozma, ibtâl etme, muteberliğini kaybettirme.
  • Bir bahis veya münazarada karşısındakinin hatasını isbat ile onu ilzam edip susturma.

hacc-ı temettu' / hacc-ı temettû'

  • Hac mevsiminde evvelâ umre için ihrama girilip umre yapıldıktan sonra; aynı mevsimde daha yurda, aile ocağına dönülmeden tekrar ihrama girilerek usulü dairesinde yapılan hacdır. Bunu yapan kimseye "mütemetti" denir.
  • Hac mevsiminde (Şevvâl, Zilkâde, Zilhicce aylarında) önce ömre için niyet edilerek ihrâma girilip ömre yapıldıktan sonra memleketine dönmeyerek, yeniden ihrâma girip hac yapmak. Bu haccı yapana mütemetti hacı denir.

hacer-ül esved

  • (El-Hacer-ül Esved) Kâbe'de bulunan meşhur siyah taş. Rengi siyah olduğundan "Esved" denmektedir. (İslâm Ansiklopedisi'ne göre: Kâbe'nin şark köşesinde olup, yerden bir buçuk metre yükseklikte kapıya yakın bir yerde yerleştirilmiş, üç büyük ve bir kaç tane de küçük parçadan müteşekkil ve gümüş bir h

hacetaş / hâcetaş

  • Eskiden bir efendinin müteaddit kölelerinden her biri. (Farsça)

hadd-i evsat

  • Man: Hadd-i asgar ile hadd-i ekberden çıkartılan diğer bir hüküm veya netice. Meselâ: Âlem hâdistir. Bunu, bu dâvayı isbat için: "Çünkü: Âlem mütegayyerdir ve her mütegayyer hâdistir" dediğimizde: Âlem, "hadd-i asgar"; hâdis, "hadd-i ekber", mütegayyer, "hadd-i evsat" olur.

hadı'

  • Alçaltıcı.
  • Gönül alçaklığı ve huzu ile muttasıf.

hadis alimi / hadîs âlimi

  • Hadîs-i şerîf sahasında mütehassıs kimse.

hadis-i ahad / hadîs-i âhâd

  • Hep bir kimse tarafından rivâyet edilen, bildirilen, müsned-i muttasıl (Resûlullah efendimize varıncaya kadar, rivâyet edenlerden yâni nakledenlerden hiçbiri noksan olmayan) hadîs-i şerîfler.

hadis-i sahih / hadîs-i sahîh

  • Âdil ve hadîs ilmini bilen kimselerden işitilen, müsned-i muttasıl (Resûl-i ekreme kadar, rivâyet edenlerin hepsi tam olup noksan bulunmayan), mütevâtir (bir çok sahâbînin rivâyet ettiği) ve meşhûr (önceleri bir kişi bildirmişken, sonraları şöhret bu lan) hadîsler.

hadis-i şeyheyn / hadîs-i şeyheyn

  • En muteber ve büyük hadis âlimlerinden İmam-ı Buharî ve İmam-ı Müslim'den rivayet edilen hadis-i şerif.

hadisin meratibi / hadîsin merâtibi

  • Hadîsin mütevatir, sahih, hasen zayıf gibi dereceleri.

hadıyd

  • (Hazîz) Oturaklı, mütemekkin, yer.
  • Dağ eteği. Zir. Alçak yer.
  • Koz: Ayın veya başka bir seyyarenin mahreki üzerinde dünyaya en yakın bir mesafede bulunan nokta. Dünya ile diğer seyyarelerin güneşin merkezinden en uzak oldukları bir nokta.

hadsi / hadsî

  • Hadsle. Hadse dâir ve müteallik.

haim

  • (Hâyim) Hayrette kalan. Mütehayyir. Sersem.

hair

  • Hayrette kalmış, mütehayyir. Şaşırmış, taaccüb etmiş.

haki-nihad / hakî-nihad

  • Mütevazi, kibirsiz, alçak gönüllü. (Farsça)

hakim / hakîm / hâkim

  • Hikmetle muttasıf olan ve mevcudatın hakikatına vâkıf olan. Hikmet mütehasssı. İlm-i hikmette mütebahhir ve mütehassıs olan. İş ve emirleri hikmetli ve yanlışsız olan.
  • Tabib, doktor.
  • Galib. Haklı ve haksızı ayırıp hak ve adalet üzere hükmeden. Başkasını müdahale ettirmeden idare eden, Allah (C.C.)
  • Memleketi idare eden.
  • Mahkeme reisi. (Hâkim-i Hakikî, Hâkim-i Ezelî, Hâkim-i Mutlak, Hâkim-i Zülcelâl, Hâkim-i Lemyezel... gibi isimlerle, Cenab-ı Hakk'a âit ol

hakim-i ezel ve ebed / hâkim-i ezel ve ebed / حَاكِمِ اَزَلْ وَ اَبَدْ

  • Başlangıç ve sonu olmamanın mutlak hakimi (Allah).

halif

  • Karşılıklı olarak yapılan bir antlaşmanın şartlarını yerine getirmeye yemin eden, and içen, müttefik.

halık-ı mutlak / hâlık-ı mutlak

  • Bütün kâinatın sınırsız güç ve kudretiyle mutlak yaratıcısı olan Allah.

halveti / halvetî

  • Halvete müteallik, halvetle alakalı.
  • İbadet ve zikirlerini tenhada yapan bir tarikat adı.
  • Halvetiye Tarikatından olan kimse.

hamasi / hamasî

  • Hamâsetle alâkalı. Fıtrî cesarete âit ve müteallik.

hami-i saadet / hâmi-i saadet

  • Mutluluğun koruyucusu.

hamse

  • Mesnevi şekliyle yazılmış beş kitabdan ibaret bir takım demektir ki, böyle eser meydana getirmiş olanlara "Hamsenüvîs", yâhut "Hamseci" denilir. XII. yüzyıla kadar hamse-nüvîslik mutâd değildi. 1195'de vefat etmiş olan Genceli Şeyh Nizamî, manzum olarak beş kitab yazmış ve hepsine birden "penc genç"

hamt

  • Şiddetli ve zahmetli olmak.
  • Çürümek.
  • Mütegayyer olmak, değişmek.

hamza

  • Abdulmuttalib'in oğlu olup, Resulüllah'ın (A.S.M.) amcasıdır. Önceleri, İslâm dinine karşı olanlarla beraberdi. Ebucehil'in İslâm düşmanlığını çok ileri götürmesi karşısında, imana girip Ebucehil ve din düşmanlarına karşı çıktı ve İslâm'a büyük hizmetleri oldu. Uhud Gazası'nda 57 yaşında iken şehid

handan / handân

  • Mesrur, mutlu, gülen, huzurlu.

handan-ruy

  • Güler yüzlü, güleç, mütebessim. (Farsça)

handeruy

  • Mütebessim, güler yüzlü. (Farsça)

hanez

  • Mütegayyer olmak, değişmek.
  • Kokmak.

harbi / harbî

  • Dâr-ül harbde bulunan ve müslim olmayan kimse. Arada anlaşma yapılmamış düşman.
  • Harbe mensub ve müteallik.
  • Tüfek temizliği için kullanılan demir çubuk.

haremeyn-i şerifeyn

  • Mekke'deki Kâbe ile Medine'deki Ravza-i Mutahhara.

haricen

  • Somut ve maddî olarak.

hasr-ı fikir

  • Bir şeye bütün fikrini vermek ve başka şeyle meşgul olmamak tarzı ve düsturu ile o şeyde veya meslekte mütehassıs ve muvaffak olmaya çalışmak. Bütün fikri çalışmayı bir şey üzerinde toplamak.

hasr-ı nazar

  • Sadece bir şeye bakıp dikkat etmek.
  • Yalnız bir mevzu veya meslek üzerinde çalışıp onda mütehassıs ve muvaffak olmaya çalışmak.

hassa-i lazime-i zaruriye / hassa-i lâzime-i zaruriye

  • Bir şeyde bulunması mutlaka gerekli olan özellik, nitelik.

hatıra-i sürur

  • Mutluluk veren hatıra.

havai / havaî

  • (Çoğulu: Havâiyât) Havaya âit ve müteallik. Hava ile alâkalı.
  • Heves ve nefis hesabına olan, boşuna veya çirkin. Günahlı iş. Nefsâni hâl ve hareketler.

havass / havâss

  • (Tekili: Hâss - Hâssa) Hâslar. Hâssalar. Keyfiyetler. Hususlar.
  • Dindarlık ve doğruluğu ile, ilmiyle âmil olup mâneviyat mertebelerinde yükselmekle makbul ve muteber olan zatlar.
  • Zenginler sınıfı.
  • Kur'anî ve manevî sırlara ve hususlara vâkıf bulunan, ilim, ibadet, tâat

havass-ı (hamse-i) batına / havass-ı (hamse-i) bâtına

  • Kalbe bağlı beş duyğu: Hiss-i müşterek (hayâl kuvveti), müdrike (akıl), vehim (vâhime), hâfıza, mutasarrıfa (meydana getirici hayal kuvveti).

havass-ı hamse-i batına / havass-ı hamse-i bâtına

  • Kalbe bağlı beş duygu; hayal, akıl, vehim, hafıza, mutasarrıfa.

havass-ı hümayun / havâss-ı hümayun

  • Tar: Osmanlı İmparatorluğunun fütuhat devirlerinde (yükselme devri) fethedilen araziden devlet hazinesine ayrılan kısım. Her yer zaptedildikçe, arazi: timar, zeamet ve has namıyla üç sınıfa ayrılırdı. Meselâ 250 köyden müteşekkil bir sancağın 100-150 köyü ikişer üçer köy olarak 40-50 tımara ayrılır,

hayali / hayalî

  • Hayale âit. Hayale mensub ve müteallik.
  • Hayal, yahut halk dili ile "Karagöz" oynatanlar.

hayat

  • Dirilik. Canlılık. Yaşama. Sağlık.
  • Fık: Allah (C.C.) kendi Zât-ı Ehadiyyetine mahsus bir hayat sıfatı ile muttasıftır. Bu, Hak Teâlâ'nın ilmi ile, irade ve kudret ile ittisafına hâs bir sıfattır.

hayat-ı mes'udane / hayat-ı mes'udâne

  • Mutlu bir hayat.

hayır

  • Hayrette kalan, mütehayyir. Şaşıran.
  • Birikmiş su.

hayir

  • Mütehayyir kimse.
  • Toplanmış su.

hayrat

  • (Tekili: Hayr) Sevap için Allah rızâsı yolunda yapılan iyilikler. Haseneler.Hayır iki çeşittir. Birincisi: Mutlak hayırdır; her halde, herkes için rağbet edilir ve sevilir, herkes için iyidir. İkincisi: Mukayyed olan hayırdır; birisinin yanında hayır olan, başkası için şer olabilir. İsraf ve sefâhet

hayvani / hayvanî

  • Hayvana, diriye âit ve ona müteallik.

hazakat

  • İhtisas. Meharet peyda etmek. Üstad olmak. Bir san'atta, hususan tıbda gereği gibi öğrenip mâhir ve mütehassısı olmak.

hazari / hazarî

  • Köyde ve kasabalarda yaşayanların yaşayış şekli ve tarzlarına ait. Şehirli.
  • Sulh ve asâyiş, sükun ve istirahat zamanlarına mensub ve müteallik. Barış ve güvenle alâkalı.

hazef

  • Eski yazıda hepsi noktasız harflerden müteşekkil olarak yazılan şiirler ve nesirler. Hüner göstermek için bu şekilde yüz beyitlik kasideler yazan şairler vardı.

hazı' / hâzı'

  • (Huzu. dan) Alçak gönüllü, mütevâzi olan.

hazıane / hâzıâne

  • Mütevâzi olarak, alçak gönüllülükle.

hazık / hâzık

  • Mehâretli, işinin ehli, mütehassıs.

hazık-ı mütedeyyin / hâzık-ı mütedeyyin

  • Dindar ve iyi mütehassıs. (Dindar ve iyi mütehassıs doktor için söylenir).

helva-hane

  • İçinde helva pişirilen genişçe ve derinliği az tencere. (Farsça)
  • Tar: Saray için her türlü tatlı yiyeceklerin yapılmasına yarayan saray mutfağının bir bölümü. (Farsça)

hem-dest

  • (Çoğulu: Hemdestân) Birlikte çalışan, müttefik, arkadaş. (Farsça)
  • Ortak, şerik. (Farsça)

hendesi / hendesî

  • Muntazam şekli ile alâkalı ve hendeseye dâir. Geometrik şekle dâir.
  • Geometri ile alâkalı ve müteallik.

her / هر

  • Her. (Farsça)
  • Her halde: Mutlaka, her durumda. (Farsça)
  • Her vakit: Her zaman, daima. (Farsça)

her-ayine

  • Mutlaka, elbette. Behemehal, zaruri, herhalde. (Farsça)

herayine / herâyîne / هر آیينه

  • Mutlaka. (Farsça)

hercai / hercaî

  • (Hercâyî) Her yerde bulunur, kendine mahsus belirli bir yeri bulunmayan. Serseri, derbeder.
  • Kararsız, sebatsız, vefasız, dönek, mütelevvin.

hevai / hevaî

  • Ciddi şeylerle alâkasız. Nefsine düşkün. Nefsine ve şehvetine mağlub. Hevâ ve hevese âit ve müteallik. (Farsça)

hicabi / hicabî

  • Zar ve perde ile alâkalı ve ona müteallik. Perde ve örtüye âit.
  • Mahcub. Utangaç.

hicri / hicrî

  • Hicrete ait ve müteallik.

hicvi / hicvî

  • Hicivle alâkalı. Hiciv denilen tarz-ı zemme ait ve müteallik olan şeyler.

hidayet serdarı / hidâyet serdarı

  • İman ve Kur'ân hakikatlerini açıklayarak doğru ve hak yolu gösteren komutan.

hilafet-i mutlaka / hilâfet-i mutlaka

  • Tasavvufta bir velînin bir talebesinin mânen yetiştiğine ve başkalarını da yetiştirebileceğine dâir verilen mutlak izin.

hilafetname

  • Tarikata intisab ile usulü dairesinde belirli mevkilere çıkarak irşad mertebesine yükselenlerden isteklilerin irşad ve terbiyesine ruhsat ve izni mutazammın şeyhi tarafından verilen mühürlü vesika.

hiran

  • Yavuzluk etmek.
  • Muti olmamak, itaat etmemek.

hırran

  • Boyun eğen, itaat eden, muti.

hiss

  • Duymak. Farkına varmak. Duygu.
  • Bir kimsenin haline acıyıp rikkat ve şefkat eylemek.
  • Bir şeyi idrak edip şuur hâsıl eylemek. Bedendeki his uzuvlarından birisini müteessir eden bir şeyin mevcudiyetini idrak eylemek.

hissi / hissî

  • Duyguya ait, hisse müteallik. Ruhen ve kalben anlaşılan. Aklı muhakeme ile olmayıp his ile olan.

hitamuhu miskün

  • Onun mühürü (sonu) misktir, meâlinde Mutaffifîn Suresi'nin 26. âyetinden bir kısımdır. Onda Cennet nimetlerinden bahsedildiği gibi, bu kelâm tatbikatta sözün, sohbetin sonunu hoş ve güzel sözle bitirmeğe denilir.

hiyac

  • Vuruşma, kıtal.
  • Müteheyyiç olmak. Muztarib olmak.
  • Otun kuruması.

hoca

  • Muallim. Efendi. Muteber ve büyük zât. (Farsça)

huceste

  • Saâdetli, mutlu. Hayırlı, uğurlu, meymenetli. (Farsça)

hud

  • (Tekili: Hâid) Büyüklük.
  • Çok hürmet.
  • Bir Peygamber ismi. Rıfk, sükun ve vakar ile muttasıf olduğu için bu Peygambere Hud ismi verilmiştir. (A.S.) Yahudilere de bu isim söylenilmiştir. Nuh tufanından sonra Yemen diyarında Hadremud civarında Ahkaf denilen yerde Ad Kavmine gönde

hükm-hüküm

  • Yargı, emir, komuta.

hükmberdar

  • Hükme muti olan, itaat eden, boyun eğen. (Farsça)

hükmi / hükmî

  • Hükme dair. Hükme âit ve müteallik. Bir karara dayanan, itibâri olan.

hukukçu

  • Hukuk mütehassısı. Hukuku meslek edinen kimse. Avukat, müdde-i umumi "savcı" ve hâkim.

hulki / hulkî

  • Huy ile, hulk ile alâkalı ve hulka müteallik.

hüma / hümâ

  • Devlet kuşu. (Farsça)
  • Saadet. Mutluluk. (Farsça)

hümayun / hümâyun

  • Kutlu, mutlu.

hunük

  • Ne güzel! Ne hoş! Ne mutlu! (Farsça)

hüsn-ü mücerred

  • Gayr olsun olmasın bizzat güzel olan şey. Bazı âza veya çizgilerin mütenasib terkib ve tertibiyle hâsıl olan hüsün, hüsn-ü mücerred değildir. Şartları zâil olsa, hüsün de zâil olur. Fakat, vücud, hayat, iman gibi varlıklar hüsn-ü mücerreddir ve bizzat güzeldirler. Güzellikleri başka şeylere

hüsni / hüsnî

  • Güzelliğe dâir. Güzelliğe âit ve müteallik.

hüsnü efendi

  • Tahirî Mutlu'nun babasıdır.

huşu'

  • Alçak gönüllülük. Hayâ etmek ve mütevazi olmak. Korku ile karışık sevgiden gelen edebli bir hâl. Yüksek ve heybetli bir huzurda duyulan alçak gönüllülük. Sükun ve tezellül.

huzzak / huzzâk

  • (Tekili: Hâzık) İşinin ehli olanlar, ustalar, mütehassıslar. Hazâkatli kimseler.

i'tidal

  • Bir şeyde veya halde ifrat veya tefrite düşmemek. Vasat derece olmak.
  • Yumuşaklık. Uygunluk.
  • Gündüz ve gecenin birbirine denk, eşit olması.
  • Miktar ve keyfiyyet hususunda iki hâlet arasında mutavassıt olmak.

i'tizal / i'tizâl

  • Bir tarafa çekilme.
  • İşten çekilme.
  • Vâsıl b. Ata'nın kurduğu Mutezile mezhebini benimseme.
  • Takımdan ayrılma.

ibn-i hümam

  • (Hi: 788-861) Hanefî fukahasından meşhur bir zattır. Şer'î ilimlerde, edebiyatta mütehassıs idi.

ibn-i uyeyne

  • (Hi: 107-198) Ebu Muhammed Süfyan bin Uyeyne, ikinci derecede tâbiinden olup aslen Kufeli olduğu hâlde Mekke-i Mükerreme'de kalmıştır. Hadisde, tefsirde ve bilhassa Hadis-i Şerifleri tefsir etmede derin âlim olup yedi bin Hadis-i Şerif nakletmişti. Zâhid, müttaki ve sâlih bir zât olup kuru arpa ekme

ibrahim desuki / ibrahim desukî

  • Büyük âlim ve mutasavvıflardan olup büyük makam sâhibi bir zâtdır. Pek meşhur ve çok güzel sözleri ve mev'izaları vardır. 676 tarihinde 43 yaşında Şam'da vefat etmiştir. (K.S.)

ibrahim hakkı

  • (K.S.) : Hi: 12. asırda yaşamış büyük âlim ve mutasavvıftır. Hasankale'li olup en son Tillo'da yaşamıştır. Marifetname isimli meşhur eseri vardır.

icabi / icabî

  • Müsbet. İcaba âit, icaba dair.
  • Lâzım, gerekli, zarurete müteallik.

icaz

  • (İycâz) Edb: Az söyle çok şey anlatmak. Sözü muhtasar söylemek. Çok mânaya gelen kısa cümlenin hâli. Mâruf ve müteârif olan cümleden kısa bir cümle ile maksadı ifâde san'atı.Böyle sözlere mucez, veciz veya vecize denilir.

icazi / icazî

  • İcaza dair, icaza ait ve müteallik. Veciz bir tarzda.

iccas

  • Erik.
  • Zerdâli.
  • Armut.

içli

  • t. İçi dolu.
  • Çabuk müteessir olan, hassas duygulu.
  • Kin tutan, haset eden.

ictihadi / ictihadî

  • İçtihada müteallik. İçtihada dair. İçtihada ait.

ictimai / ictimaî

  • Topluluğa ait, birlikte yaşayanlara dair. Cemiyet hayatına ait ve müteallik. Sosyal.

id-i said-i fıtr / îd-i saîd-i fıtr

  • Mutlu Fıtır Bayramı; Ramazan Bayramı.

id-i said-i fıtri / îd-i saîd-i fıtrî

  • Mutlu Fıtır Bayramı; Ramazan Bayramı.

idaha

  • Muti olmak, itaat etmek.

idare-i mutlaka

  • Bir hükümdarla idare. Bir hükümdarın idare ve yönetimi altında bulunan devlet. Mutlakiyet idaresi.

iğerçin

  • Karar veremeyen, mütereddit, kuşkulu.

ihsasi / ihsasî

  • Hisse ait ve müteallik. Duygu ile alâkalı.

ihtida'

  • Tevazu, alçak gönüllülük, mahviyet, mütevazilik.

ıhtimar

  • Mütegayyer olmak, bozulmak, değişmek.

ihtisas

  • (Husus. dan) Kendine mahsus kılmak. Bir kimsenin dünyevi veya uhrevi, Kur'âni, İslâmi, imâni bir mesleğe, fen veya san'ata hasr-ı mesâi etmesi; yalnız onunla meşgul olması.
  • Gr: Mütekellim veya muhatab zamiri olan mübtedanın haberinin hükmünü bir isme âit (mahsus) kılma. Bu isim zamir

ihtisasiyyun

  • İhtisas sâhibi kimseler, mütehassıslar.

ıhve-i müteferrikin / ıhve-i müteferrikîn

  • Ana baba bir veya yalnız ana bir yahut da yalnız baba bir erkek kardeşler. (Müennesi: "Ahavat-ı müteferrikat'tır)

ikbal / ikbâl / اقبال

  • Talih. (Arapça)
  • Mutluluk. (Arapça)

ikbalmend

  • Bahtiyar, mutlu, saadetli, talihli. (Farsça)
  • Refaha, büyük bir makama erişen. (Farsça)

ilahi / ilahî

  • Cenâb-ı Hak ile alâkalı, Allah'a dâir. Cenab-ı Hakk'a aid ve müteallik.
  • Ey Allahım, ey İlâhım! (meâlinde duâ içinde söylenir).
  • Edb: Tasavvufî şairler tarafından dinî ve İlâhî fikirleri havi olmak üzere yazılmış olan ve makamla okunan şiirler.

ilbas-ı hırka

  • Bir tarikata intisab ile mutad olan menzilleri geçerek irşad mertebesine yükselenlere, şeyhlerinden gördükleri yolda başkalarını irşad ile izin verme salâhiyetini ihtiva eden "İcazetname: hilâfetname" verme.

illa / illâ / الا

  • (İstisnâ edatıdır) Maadâ, olmadığı suretle, alel-husus, mutlaka, illâ, meğer, aksi hâlde, ne olursa olsun, bâhusus, ancak (gibi mânalara gelir).
  • -den başka. (Arapça)
  • İlle de, mutlaka. (Arapça)
  • Yoksa, aksi takdirde. (Arapça)

ilm-i kelam / ilm-i kelâm

  • Cenab-ı Hakk'ın zât ve sıfatlarından ve nübüvvet ve itikada ait mes'elelerinden İslâmî esaslar dairesinde bahseden ilim. Usul-üd din de denir. Bu hususlara çalışan İslâm allâmelerine "Mütekellimîn" denir.

ilm-i nafi' / ilm-i nâfi'

  • İnsana aczini, kusurunu, Rabbinin büyüklüğünü bildiren, kalbde Allah korkusunu ve mahluklara karşı tevâzû, alçak gönüllülüğü artıran, kul haklarına ehemmiyet vermeyi temin eden sonsuz seâdeti (mutluluğu) ve Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya vesîle olan ilim.

ilm-i tevhid

  • Allah'ın varlığı ve birliğini isbat ve izah etme ilmi.
  • Akaide müteallik hadis-i şeriflere ehl-i hadis ıstılahında İlm-i Tevhid tabir edilir.

ilmi / ilmî

  • İlimle, bilgi ile alâkalı. İlme ait ve müteallik. Câhilce ve tetkiksizce olmayan.

iltifat-ı ravza-i mutahhara

  • Ravza-i Mutahhara'nın iltifatı, lütfu, yakın ilgisi.

iltizamiye

  • Bilerek yapılmış olan ve iltizama müteallik.

ilyasin / ilyasîn

  • İlyas demektir. Bazı kıraetlerde "âl yasin" okunduğundan, her iki kıraete de mutabık olmak için imlâsı, "el yasin" suretinde yazılır.Yasin, İlyas Aleyhisselâm'ın babası olmakla Âl-i Yasin, yine İlyas demek olur. Yasin bir de Resul-i Ekrem'in isimlerinden olduğuna göre, bazıları Âl-i Yasin'den murad;

im'an

  • Fazla dikkat ve ihtimam. Bir şeyde çok ileri gitmek.
  • Bir adamın hakkını ikrar eylemek.
  • Pek uzağa koşmak ve bir hususta hakkı mütecaviz olmak üzere, mübalâğa ve içtihad etmek.

imtira'

  • Çıkarma, ihrac etme, dışarı atma.
  • Şüphelenme, kuşkulanma.
  • Tereddüt, mütereddidlik, kararsızlık.

imtisal

  • Nümune kabul etme.
  • Uymak. Ayrılmamak üzere inkıyad etme.
  • Mesel ve kıssa söyleme.
  • Bir şeyin suretine girme.
  • Muvafakat ve mutabakat etme.
  • Katili kısas etme.

imtizac

  • Muvafık ve mutabık olmak. Mezcolmak, uyuşmak. İyi geçinmek. Karışmak.

inak

  • Sözüne inanılır, itimat edilebilir, mutemed.
  • Müsteşar, müşavir.
  • İstişare, re'y.

inbisat / inbisât

  • Açılmak, yayılmak, açık yüzlü olmak, mütebessim çehreli, sevinçli olmak. Gönül açıklığı, kalb ferahlığı hâli.

ind

  • Arapçada zaman veya mekân ismi yerine kullanılır. Hissî ve manevî mekân. Maddî ve manevî huzura delâlet eder. Nezd, huzur, yan, vakt, taraf gibi mânâlara gelir. Gayr-ı mütemekkindir. Yani harekeleri değişmez. İzafete göre zamanı ifade eder (Min) harf-i cerriyle birleşebilir. Bazan da zarf olmaz. Baz

inkılab-ı mes'ud / inkılâb-ı mes'ûd

  • Mutluluk ve huzur veren değişim, Hürriyet inkılâbı.

inkıyad / inkıyâd

  • Boyun eğme. Muti olma. Teslim olma. İtaat etme. İmtisal.
  • Boyun eğme, mutî olma, itaat etme.

inni / innî

  • Şüphesizlik ve kat'iyyet ifade eden "inne" ile mütekellim zamirinin birleşmesidir. Türkçede karşılığını "muhakkak ben" diye söyleyebiliriz.

inşai / inşaî

  • İnşaya, yapıya dâir ve müteallik.
  • Güzel yazmağa dâir.

insi / insî

  • İnsana âit ve müteallik. İnsan cinsinden.

intıbak

  • (Tıbk. dan) Uygun olmak, muvâfakat. Mutabık, mümâsil ve muvâfık olmak.

intıbakat

  • (Tekili: İntıbak) Uygun ve münasib gelmeler. Mutabık gelmeler.

intıya'

  • İtaat etme, muti olma, söz dinleme.

intizam-ı mutlak / intizâm-ı mutlak / اِنْتِظَامِ مُطْلَقْ

  • Mutlak, mükemmel düzen.
  • Mutlak düzen, düzgünlük.

inzibati / inzibatî

  • Emniyet ve asâyişe dair. İnzibata müteallik. İnzibatla alâkalı.

irade

  • İstek, arzu. Dilemek. Emir. Ferman.
  • Bir şeyi yapmak veya yapmamak için olan iktidar, güç. (İrade, ihtiyardan daha geniştir, umumidir. İhtiyar, taraflardan birini diğerine tafdil ile beraber tercihtir. İrade; yalnız tercihtir. Mütekellimler bazan iradeyi ihtiyar mânasında kullanmışlar

irmegan

  • Saadet. İkbal, mutluluk, uğurluluk. (Farsça)
  • Terbiye eden, mürebbi. (Farsça)

irsi / irsî

  • Miras ile alâkalı, irse âit ve müteallik.

işaret-i hissiye

  • Somut işaret; hislere, duygulara hitap eden işaret.

ism-i tafdil

  • Renge, şekil ve vasfa dâir (ef'al) vezninde olan mutlak ve uzuv noksanlığına delâlet etmemek üzere mukâyeseli üstünlük ifâde eden sıfatlardır. Daha büyük, en büyük, daha küçük, en küçük, en güzel, daha güzel gibi mânâlara gelir. (Kebir kelimesinin ism-i tafdili: Ekber; sağir kelimesinin ism-i tafdil

istibdad-ı mutlak / istibdâd-ı mutlak

  • Sınırsız bir baskı, mutlak diktatörlük, despotluk.

istibdad-ı mutlaka

  • Tam ve sınırsız bir baskı, mutlak diktatörlük.

istibdal / istibdâl

  • Değiştirmek. Hâkimin harâb olmuş vakıf binâsını satıp, semeni (bedeli) ile başkasını alarak mütevellîye (vakfın idârecisine) teslim etmesi.

istikrai / istikraî

  • Man: İstikraya ait ve müteallik. İstikra' yolu ile.

ıstılahi / ıstılahî

  • Istılaha dair. Istılaha âid ve müteallik.

istimrari / istimrarî

  • İstimrara ait ve müteallik. Devamlılık, sürüp gidiş.

istiva / istivâ

  • Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih, yâni görülen, ilk anlaşılan mânâların verilmesi akla ve dîne uygun olmayıp günâh olan ve bu sebeble tevîl etmek yâni uygun olan mânâları vermek îcâb eden kapalı sözlerden biri.

ıtlak / ıtlâk

  • Kayıtsız, sınırsız, mutlak olma; teklik, çokluk veya nitelik gibi şeylere bakılmaksızın kullanıldığı mânâya delâlet eden lâfız; kitap kelimesi gibi.

ıtlakat / ıtlâkât

  • Mutlak bırakmalar; işaret ettiği fertlerden teklik, çokluk gibi belli bir mânâ ile kayıtlamama, serbest bırakma.

itmi'nan / itmi'nân

  • Emin olma, güvenme. Kalbin mutmain olması. Gönülden inanma.

itminan

  • Emniyet içinde olmak. İnanmak. Mutlak olarak bilmek. Kararlılık.

ittisaf

  • Vasıflanmak. Muttasıf olmak. Sıfat sahibi olmak. Bir hâl takınmak.

ittiza'

  • Alçak gönüllülük, tevazu, mütevazilik.
  • Devenin, boynuna basarak üstüne binebilmek için, başını aşağı eğme.

ıyaf

  • Gönül dönmek.
  • Mütereddit olmak, kararsızlık, tereddüt etmek.
  • Tiksinmek, iğrenmek.

ızin / ızîn

  • (Tekili: İze) Her biri bir fırkaya mensub. Parça parça, fırka fırka. Müteferrik hâlde.

jandarma umum kumandanı

  • Jandarma Genel Komutanı.

kabe-i saadet / kâbe-i saadet

  • Saadet ve mutluluğa ulaştıran ana yön, merkez.

kaddese

  • Takdis etti, takdis eder, takdis etsin, mutlu olsun (gibi mânada en mübarek bir şeyin kudsiliğini, kusur ve noksanlıktan uzaklığını, müberra olduğunu bildirir fiil.)

kadir / kadîr

  • Mukaddir. Muktedir. Kudreti mutlak olan ve her hususa muktedir olan. Nihayetsiz kudret sahibi. (Allah C.C.)

kadir-i cebbar / kadîr-i cebbâr

  • İstediğini mutlaka yapan ve sonsuz kudret sahibi olan Allah.

kadir-i mutlak

  • Mutlak güçlü (Allah).

kahhar / kahhâr

  • Galib-i Mutlak ve her an kahretmeğe muktedir olan Allah (C.C.) Hak Celle ve A'lâ'nın esmâ ve sıfâtındandır.
  • Herşeye her zaman mutlak galip gelen ve boyun eğdiren Allah.

kahhar-ı zülcelal / kahhâr-ı zülcelâl

  • Haşmet ve yücelik sahibi ve herşeye her zaman mutlak galip gelen ve kahretmeye gücü yeten Allah.

kaid / kâid / قائد

  • Komutan. (Arapça)

kaidan

  • (Tekili: Kaid) Kumandanlar, komutanlar, seraskerler.

kalbi / kalbî

  • İçten. Yürekten. Kalbe ait ve müteâllik. Samimiyetle. Riyâsızca.

kali / kalî

  • Dedikoducu, gıybet eden, çekiştirici.
  • Söylemekle. Söylenmiş. Söz olarak. Söze dair ve müteallik.

kam-binan / kâm-binan

  • (Tekili: Kâm-bin) Bahtiyarlar, mesutlar, mutlu kimseler. (Farsça)

kam-bini / kâm-binî

  • Bahtiyarlık, saadet, mutluluk. (Farsça)

kamkar / kâmkâr / كامكار

  • İsteğine ulaşmış. Matlubunu elde etmiş. Hedef ve gayesine varmış. (Farsça)
  • Mutlu, bahtiyar, mes'ud. (Farsça)
  • Mutlu. (Farsça)

kamkarane / kâmkârane

  • Mutlu olan bir kimseye yakışır şekilde, mutlulukla. (Farsça)

kamkari / kâmkârî

  • Mutluluk, saâdet, bahtiyarlık. Murada ermeklik. (Farsça)

kamrani / kâmranî

  • Mutluluk, kâmranlık. İsteğine, arzusuna kavuşmuş olma. (Farsça)

kamver / kâmver

  • İsteğine kavuşmuş. Gaye ve maksadına vâsıl olmuş. Mutlu, bahtiyar. (Farsça)

kamveran / kâmverân

  • (Tekili: Kâmver) Mutlular, bahtiyarlar, arzularına kavuşmuş olanlar. (Farsça)

kamyab / kâmyâb / كامياب

  • Mutlu. (Farsça)

kanun-ı ilahi / kânûn-ı ilâhî

  • Allahü teâlânın kullarının dünyâ ve âhirette huzûr ve seâdete (mutluluğa) kavuşmaları için Peygamberleri (aleyhimüsselâm) vâsıtasıyla insanlara bildirdiği emirleri ve yasakları, İslâmiyet.
  • Allahü teâlânın kâinâtta (varlık âleminde) koyduğu nizâm, düzen.

kaptan-ı derya

  • Vaktiyle bahriye nâzırı. Deniz kuvvetleri komutanı.

kasavet-i mücesseme

  • Tecessüm etmiş kasavet; cisim gibi somut hâle gelmiş kalp katılığı.

kaşi'

  • Kararı ve sebâtı olmayan kişi.
  • Dağılmış, müteferrik.

kat'i / kat'î

  • Mutlak. şüphesiz. Tereddütsüz.

kavi

  • Sağlam, metin, zorlu, kuvvetli, güçlü.
  • Varlıklı, zengin, sâlih, emin, mutemed.

kaziye-i şartiyye

  • Man: İki cümleden ibâret, fakat bunlardan birinde olan hüküm diğerinde gösterilen şarta mütevakkıf olan, yâni; aralarında mülâzemet ve irtibat bulunan kaziyedir.

kaziye-i şartiyye-i muttasıla

  • Man: Mevzu ile mahmulü birer cümle olmakla, birinde bir şeyin üzerine olunan hüküm, diğerinde gösterilen şarta mütevakkıf olan kaziyyedir. (Eğer bir cisim ağır ise, bir yere yerleştirilmedikçe düşer gibi.)

keffaret-i katl

  • Bir müslümanı veya bir zımmiyi amden değil de bir hata neticesi olarak öldüren bir müslümana lâzım gelen keffârettir ki; muktedir ise, bir mü'min köle âzad etmekten; buna muktedir değilse, iki ay muttasıl oruç tutmaktan ibârettir.

keffaret-i savm

  • Ramazan-ı Şerifte özürü bulunmaksızın muayyen şartlar dâhilinde orucunu bozan bir mükellefin, müslim veya gayr-i müslim bir köle veya câriye azâd etmesinden; buna muktedir değilse, iki ay muttasıl oruç tutmasından; buna da muktedir değilse, altmış fakire yemek yedirmesinden ibârettir.

kelbi / kelbî

  • Köpeğe ait, köpekle alâkalı. Köpek cinsinden olan ve köpeğe müteallik.

kema hüve-l-mutad / kemâ hüve-l-mutad

  • Mutad olduğu ve alışıldığı üzere.

kemal

  • Kâmillik, olgunluk. Olgunlaşma. Erginlik. Bütün güzel sıfatlarla muttasıf olmak. Fazilet.
  • Değer, baha.
  • Fazlalık.
  • Sıdk ile yapılan güzel iş.

kemal-i fahir ve sürur / kemâl-i fahir ve sürur

  • Tam bir iftihar ve mutluluk.

kemal-i ferah ve saadet / kemâl-i ferah ve saâdet / كَمَالِ فَرَحْ وَ سَعَادَتْ

  • Tam bir gönül açıklığı ve mutluluk.

kemal-i ferah ve sürur / kemâl-i ferah ve sürur

  • Tam bir sevinç ve mutluluk.

kemal-i mutlak / kemâl-i mutlak / كَمَالِ مُطْلَقْ

  • Mutlak mükemmellik.

kemal-i sürur / kemâl-i sürur

  • Tam bir mutluluk, sevinç.

kemal-i sürur ve ferah / kemâl-i sürur ve ferah

  • Tam bir mutluluk ve rahatlık.

kemmi / kemmî

  • Azlık veya çokluğa dair. Kemmiyete âit ve müteallik. Cesur. Yiğit. Silâhlı.

kerim

  • Her şeyin iyisi, faydalısı. Kerem ile muttasıf olan, ihsan ve inayet sâhibi. Şerefli ve izzetli. Muhterem, cömert, müsamahakâr. (Kur'an-ı Kerim tâbirindeki kerim; muazzez, mükerrem mânâsınadır. Kur'an-ı Kerim'de bu kelime 27 defa geçer ve ancak iki defa Cenab-ı Hak hakkında kullanılmıştır.)

keşende

  • "Çeken, çekici" mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapmakta kullanılır. Meselâ: (Mihnet-keşende: Mihnet çeken.) (Farsça)
  • Dayanan, tahammül eden, mütehammil. (Farsça)

kesret-i mutlaka

  • Mutlak, sayısız çokluk.

kevneyn-i saadet

  • İki dünya saadeti; dünya ve âhiret mutluluğu.

kevni / kevnî

  • Oluşa ait ve müteallik. Kâinat ilmine dair. Varlıkla alâkalı.

keyfi / keyfî

  • Keyfe, arzuya bağlı. İsteğe âid ve müteallik.

kıraat

  • Okuma. Düzgün ve çabuk okuma.
  • Okuma kitabı.
  • Fık: Namazda Kur'an-ı Kerim'den bir miktar okumak.İnsan bir yazıyı ya kendi kendine yahut başkasına dinletmek üzere okur. Hususi mütâlaa nasıl olsa olur. Fakat dinletmekten maksad, anlatmak olduğu için o yolda okumanın dikkat edilec

kışri / kışrî

  • Kışra, kabuğa dair. Dış yüce ait ve müteallik. Yüzünden. Derinden ve esastan olmayan. Künhü ve esası olmayan.

kitabi / kitabî

  • Kitaba dair ve müteallik. Kitaba tabi olan. Kitaba uygun. Kur'an, İncil, Tevrat kitablarından birine inanan. Semavî kitaplardan birine inanan.

kıyas

  • Benzetmek, karşılaştırmak, mukâyese. İki şeyi birbiri ile karşılaştırmak. Benzeterek hüküm ve muhâkeme etmek.
  • Man: Doğru kabul edilen iki hükümden bir üçüncü hükmü çıkarmak.
  • Fık: İki belli şeyden birinin mahsus olan hükmünü, yâni, bu hükmün mislini, aralarındaki müttehid ille

kıyas-ı fukaha

  • Hakkında açıkça âyet ve hadis bulunmayan mes'elelere dâir; ilim ve irfanda allâme ve mütebahhir, ilmi ile amelde ve Sünnet-i Seniyyeye ittiba ve imtisalde, ibadet ve taatta, takva ve verada, züht, azimet ve riyazetle, terakki ve taâli eden müctehid fukaha tarafından kıyas ile verilen hüküm.

kıyas-ı istisnai / kıyas-ı istisnaî

  • Bir hükmün neticesinin aynı veya nakzı, mukaddemelerinden birinde bilfiil zikredilirse, ona kıyâs-ı istisnâi denilir. Başka bir tâbirle: Neticesi veya zıddı bizzat kendisinde zikredilen kıyas. "Eğer bu cisim ise, mutlaka bir yer tutar" gibi. Veya "Güneş doğmuş ise, gündüz olmuştur" gibi.

kubbe-i saadet

  • Mutluluk kubbesi; büyük ve manevî derecesi yüksek bir zâtın kabrinin ve türbesinin bulunduğu yer.

kuddusi / kuddusî

  • Cenab-ı Hakk'ın Kuddus sıfatına dair ve müteallik. Kusursuz olan Cenab-ı Hakk'a ait.
  • Kudsi ve temiz olana ait ve ona müteallik.

kudret-i külliye

  • Cenab-ı Hakk'ın küllî ve mutlak olan kudreti.

kudret-i samedaniye matbahları / kudret-i samedâniye matbahları

  • Rızıkların İlâhî kudretle olgunlaştırıldığı mutfaklar.

kumandan

  • Komutan.
  • Komutan.

kümserat

  • (Çoğulu: Kümsereyât) Armut.

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

kuvvad

  • Kumandanlar, seraskerler, komutanlar.

kuvve-i mutasarrıfa

  • Mütehayyile vasıtasıyla zihinde hazırlanan şeyleri tertib kuvveti.

labüd / lâbüd

  • Çok gerekli, mutlaka,
  • Ayrılık yok.

labüdd

  • Çok lâzım. Elzem. Gerekli.
  • Her halde. Mutlaka. Muhakkak.
  • Ayrılık yok.

lafzi / lafzî

  • Lafza ait ve müteallik.
  • Gr: Kelimenin söylenişine ve yapısına aid, onlarla alâkalı.

lahuti / lahutî

  • Uluhiyet âlemine mensub ve müteallik olan. Sır âlemi. Gaybî âleme ait. Ruhanî âlemle alâkalı.

latif

  • Mülâyim. Yumuşak. Nâzik. Mütenasip.
  • Güzel. Şirin. Küçük ve hoşa giden.
  • Cisimle alâkası olmayan. Göze görünmeyen.
  • Çok lutf edici.
  • Derin, gizli.

laubali / lâubali

  • Alâkasız, kayıtsız, hürmetsiz, dikkatsiz. Senli benli. ("Lâ" harfi ile" Ubâli" muzari fiilinden müteşekkildir.)

lazım / lâzım

  • Lüzumlu, gerekli.
  • Bir şeyden aslâ ayrılmayan. Bir işte beraber bulunmasına ve vücuduna ihtiyaç olan şey.
  • Gr: Müteaddi olmayan.

lazıme-i zaruriye / lâzıme-i zaruriye

  • Varlığı zorunlu ve mutlaka gerekli olan zorunlu ve gerekli özellik.

lede-l-mütalaa

  • Mütâlaa edilip okunduktan sonra.

ledün

  • İnd kelimesi gibi, zaman ve mekân zarfıdır.Hel-i istifhâmiye mânasına geldiği de vaki'dir. Kamus Müellifine göre ledün ile leda, aynı şeydir. Başkaları ise tefrik etmişlerdir. Demişlerdir ki: Ledün kelimesi zaman ve mekânın evvel ve ibtidasından muteberdir. Onun için ekseri harf-i cer olan "min" kel

ledünni / ledünnî

  • Ledünn ilmine mensub ve müteallik. Ledünne dair ve ait.

lehef

  • Kaybolan bir şeyden dolayı müteessir olup üzülme.

lemsi / lemsî

  • Hissedilmeğe, dokunma ile duymağa ait ve müteallik.

levha-i saadet / levha-i saâdet

  • Mutluluk levhası, tablosu.

levs-ül katl

  • Birisini katletmekle müttehem olan şahısta, katlin nişânesi veyahut maktul ile aralarında zâhir bir düşmanlık bulunması gibi alâmet ve karineler.

leyyin-ül canib / leyyin-ül cânib

  • Görüşülmesi kolay, mütevâzi, kibirsiz kimse. Kanı sıcak insan.

lezzet-i saadet

  • Mutluluk lezzeti.

lil-müttekin / lil-müttekîn

  • Müttekiler için.

ma'nidar

  • Bir mânâyı mutazammın olan. (Farsça)
  • Nükteli, ince mânâlı. Bir mâna ifade eden. Bir mânayı şâmil olan. (Farsça bir ifade olup, mânâ; ma'ni diye okunmuştur.) (Farsça)

ma'şer

  • Cemâat, müttehid cemâat. Birinin ehil veya iyâli. İns ve cin cemaatı.
  • Bölük, topluluk.

maden-i saadet ve hürriyet

  • Mutluluk ve hürriyet madeni, kaynağı.

magrur

  • (Mağrur) Gururlu. Boş bir şeye güvenen. Fâni ve faydasız şeylere güvenip kendini aldatan. Mütekebbir. Kibirli kimse. Müteazzım.

mahall-i saadet

  • Mutluluk yeri.

mahkum-u mutlak / mahkûm-u mutlak

  • Mutlak sûretle hüküm altında bulunan, başkasının hüküm ve iradesiyle her yönden sınırlı olan.

mahlul-u sırf

  • Fık: Hakk-ı intikal ve hakk-ı tapu sahibi bırakmaksızın mutasarrıfının vefatiyle mahlul kalan arazi.

makam-ı saadet

  • Mutluluk yeri.

mal-i mütekavvim

  • Huk: İki mânada kullanılır: Birisi, intifâı mübah olan şeydir. Diğeri, mâl-i mührez demektir. Meselâ, denizde iken balık gayr-i mütekavvim olup, tutmak ile ihraz olundukta, mâl-i mütekavvim olur. İntifâı mübah olmayan mal veya elde edilmemiş olan mal gayr-ı mütekavvimdir. Şirâ ile intifa' mübah oldu

marid

  • Azgın, sapkın. İnad ve isyanda benzerlerinden çok ileri gitmiş olan. Kibir, inad ve dinsizlikle tanınmış olan. Mütemerrid.

masadak

  • Bir sözü veya hükmü tasdik eden husus. "Söylendiği gibi, denildiği şekilde, doğru, sâdık, olduğu gibi, muvâfıktır, mutâbıktır, tıpkısı" gibi mânâlara gelir. Mânânın fertlerine de mâsadak denilebilir.

matabih

  • (Tekili: Matbah) Mutfaklar. Yemek pişirilen yerler.

matbah / مطبخ / مَطْبَخْ

  • Mutfak.
  • Mutbah. Yemek pişirilen yer.
  • Mutfak.
  • Mutfak. (Arapça)
  • Mutfak.

matbah-ı amire / matbah-ı âmire

  • Saray mutfağı.

matbah-ı rabbani / matbah-ı rabbânî

  • Rabbanî mutfak.

matbah-ı şahane

  • Şahane, mükemmel mutfak.

matbaha-i kudret

  • Cenab-ı Hakk'ın âşikâr kuvvet ve kudreti ile bahçe, bağ, tarla ve bostan gibi yerlerde pişmiş gibi hazır gıda maddelerinin yetiştiği yer. Kudret mutbahı.

matbaha-i kur'an / matbaha-i kur'ân

  • Kur'ân mutfağı; Kur'ân'ın gıda hazinesi.

matbaha-i mu'ciznüma / matbaha-i mu'ciznümâ

  • Mu'cizeli mutfak.

matbaha-i rahmet

  • Allah'ın rahmet mutfağı.

me'yus / me'yûs / مأیوس

  • Umutsuz. (Arapça)
  • Me'yûs etmek: Umutsuz bırakmak. (Arapça)
  • Me'yûs olmak: Umudunu yitirmek. (Arapça)

mebhut

  • Hayretle, şaşkın, mütehayyir. Sersem.

mecma-ül ezdad / mecma-ül ezdâd

  • Zıtların toplandığı yer.
  • Mutlak hürriyet.

medar-ı saadet / medar-ı saâdet

  • Mutluluk vesilesi, ferahlık sebebi.

medar-ı saadet-i dünyeviye

  • Dünyadaki mutluluğun kaynağı, sebebi.

mefhum-ı muhalif / mefhûm-ı muhâlif

  • Lafızda zikredilmeyen mânânın, bizzat zikredilen mânâya, hükümde zıt olan mânâ. Mefhûm-ı muhâlif; Şâfiîlere göre, hüküm için sahîh, mûteber bir delîl olduğu hâlde, Hanefîlere göre böyle değildir.

mehdiyye

  • Mehdiye âit ve mensub olan. Mehdiye dâir ve müteallik.
  • Hediye. Armağan.

melik / melîk

  • Mülk ve melekut sâhibi. Padişah. Mutasarrıf.
  • Bir kavmin başı. Mâlik. (İsimdir)
  • Hâkim-i Mutlak. Hükümdar. Sultan. Memleket sahibi. Padişah. Kadir. (Daimî sıfattır.)

memnun / memnûn / ممنون

  • (Minnet. den) Hoşnud. Razı. Minnet altında bulunan. İyiliğe nâil kılınmış. Çok muteber olan şey. Çok beğenilen. Ölçülü ve hesaplı olan.
  • Kesilmiş.
  • Memnun etmek:
  • Mutlu edilmek, razı edilmek.
  • Sevindirilmek.
  • Mutlu, razı. (Arapça)
  • Sevinçli. (Arapça)

menba-ı saadet

  • Mutluluk kaynağı.

menbuz

  • Piç. Veled-i zinâ.
  • Hemen doğmasını müteakib bir yere atılmış çocuk.

menut

  • Asılı, muallâk.
  • Bağlı. Mütevakkıf. Merbut. Vâbeste.
  • Bir milletten olmayıp sonradan o millete dahil olmuş olan.

mer'iyyet

  • Mer'î oluş. Makbul olma. Muteber olma. Hükmü geçer olma.

merafık

  • (Tekili: Mirfak) Dirsekler.
  • Ev kilerleri.
  • Mutfaklar.

meratib-i saadet ve kemalat / merâtib-i saadet ve kemâlât

  • Mutluluk ve mükemmellik dereceleri.

merec

  • Kararsız ve mütehayyir olma.
  • Mecburi olma.

merzuk

  • Rızıklanmış, ihtiyaçları verilmiş.
  • Bahtiyar. Saadetli, mutlu.

mes'ud

  • Mutlu.
  • Saadetli, iman ehli olan, bahtiyar. Mutlu.

mes'udane / mes'udâne / mes'ûdâne

  • Mutlu bir şekilde.
  • Mutlu bir şekilde.

mes'udiyet

  • Mutluluk.

mes'ut

  • Mutlu.

mes'ut etmek

  • Mutlu etmek.

mesaid

  • (Tekili: Mesâdet) Saâdet ve mutluluğa sebep olan hâl ve ahlâklar.

meserret-bahş

  • Sevinç veren, mutluluk bahşeden.

mesihi / mesihî

  • (Mesihiyye) Hristiyan. Hristiyanlığa âit. Hz. İsâ Aleyhisselâma âit ve ona müteallik.

mesrur eden

  • Sevindiren, mutlu eden.

mesud / mesûd / مسعود

  • Mutlu.
  • Saadetli, mutlu.
  • Mutlu.
  • Mutlu, saadetli. (Arapça)
  • Kutlu. (Arapça)

mesut

  • Mutlu.

meta

  • Ne vakit? Ne zaman? mânasında olup, mutlak ve mübhem vakit edatıdır. Bazan "Min" harfi-i cerri yerinde ve suâl için de kullanılır.

metabih

  • (Tekili: Matbah) Mutfaklar.

metavi'

  • (Tekili: Mıtvâ) İtâat edenler. Mutiler.

mevhibe-i mutlaka

  • Mutlak Allah vergisi; Allah'ın sınırsız ihsan ve ikramı.

mevla

  • Sahib. Rabb.
  • Efendi. Köleyi âzad eden.
  • Şanlı. Şerefli. Mâlik.
  • Mün'im-i Mutlak olan Cenab-ı Hak (C.C.).
  • Terbiye eden, mürebbi.
  • Yardımcı, muavenet eden.
  • Dost ve komşu.
  • Azâd olan.

mevzu'

  • Bahis. Üzerinde durulan mes'ele.
  • Aşağılanmış olan.
  • Konulmuş. Vaz olunmuş.
  • Uydurma. Doğru ve hakikat olmayan.
  • Geçer olan, muteber, işlemekte olan, câri.

meyamin

  • (Tekili: Meymenet) Bereketler, mutluluklar, uğurlar.

meyl-i saadet

  • Mutlu olma eğilimi.

meyl-i saadet-i ebediye

  • Sonsuz mutluluğa olan eğilim, arzu.

meyus / مأیوس

  • Umutsuz, üzgün. (Arapça)

mezheb

  • Gitmek, tâkib etmek, gidilen yol. Mutlak müctehîd denilen dinde söz sâhibi âlimlerin, müslümanların yapmaları gereken hususlarla ilgili olarak dînî delîllerden (Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler ve İcmâ'dan) hüküm çıkarma usûlleri ve çıkarıp bildirdik leri hükümlerin hepsi.

mezheb imamı / mezheb imâmı

  • Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan din bilgilerini, Eshâb-ı kirâmdan işiterek veya nakl ile toplayan, açıkça bildirilmemiş olanları da, kendi koydukları usûllere (metod) göre açıkça bildirilmiş olanlara benzeterek çıkaran derin âlim, mutlak müctehîd.

minnetdar / minnetdâr

  • Birinden gördüğü iyileğe karşı mahcup ve müteşekkir kalan.

miralay

  • Alay komutanı, albay.

mirfak

  • Dirsek.
  • Mutfak. Kiler.
  • Semânın şimal tarafında bir yıldız ismi.

misal-i mücessem / misâl-i mücessem

  • Somut örnek.

misal-i müşahhas / misâl-i müşahhas

  • Somut örnek, şahıs gibi somut hâle gelmiş misâl.

mıtva'

  • Çok muti', çok itaatli.

monarşi

  • Hâkimiyetin kaynağı birtek şahısta (Kral, padişah, han v.s.) olduğu kabul edilen devlet şeklidir. Bu şahsın, yani devlet başkanının yanında bir meclis (parlamento) olursa; meşruti monarşi; olmazsa; mutlak monarşi ismini alır. Ayrıca devlet başkanının iş başına gelmesi şekline göre, irsi veya seçimli (Fransızca)

mu'teberiyet

  • Yürürlükte olma, geçerlilik.
  • Muteberlik, güvenirlik.

mu'ter

  • Bir nesneye mütecâviz olan, bir şeye tecâvüz eden.

mu'terizane / mu'terizâne

  • İtiraz eder şekilde. Muteriz suretinde. (Farsça)

mu'terizin / mu'terizîn

  • (Tekili: Mu'teriz) Muterizler. İtiraz edenler.

mu'vel

  • Mutemed, itimat edilen.

muakkibat / muakkibât

  • Gece ve gündüz melâikesi.
  • Namazı müteakib otuz üçer defa tekrar edilen tesbih.

mübhem

  • İyice belli olmayan. Mutlak âşikâr olmayan. Belirsiz. Gizli.

mubsır

  • Görücü, gösterici, görünen, bilici, bildirici, vazıh ve âşikâr.
  • Mantık. Kelâm ve seyrin mutediline denir.

mücahid

  • Cihad eden. Çalışan. Din için çalışan. Düşmanlara karşı koyan. Çarpışan.
  • Fık: Allah (C.C.) yolunda gönüllü olarak cihada iştirak etmek istediği halde nefakadan, silâh ve saireden mahrum olan gazi demektir. Âyet meâli: "Bizim uğrumuzda mücahede edenlere mutlaka yollarımızı gösteririz

mücessime

  • Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih (mânâsı kapalı) âyetleri, zâhir (görünen)mânâsına göre açıklayıp, Allahü teâlânın el ve yüz gibi organlarının bulunduğunu, dolayısıyla madde ve cisim olduğunu iddiâ ederek doğru yoldan ayrılan bozuk fırka. Bu fırkaya müşe bbihe de denir.

müctehid-i fiş-şer'

  • Dînî hükümleri, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden çıkarırken, kendine mahsûs kâide ve usûl koyan mezheb sâhibi müctehid. Buna müctehid-i mutlak da denir.

müctehid-i müstekıl

  • Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden doğrudan hüküm çıkarabilen ve kendine mahsûs kâide ve usûl koyan mezheb sâhibi müctehid. Buna, mutlak müctehid de denir.

müdafaat

  • Müdafaalar. Karşı hücuma mukabil müteaddit def'edici hareketler. Savunmalar.

müdekkir

  • Teemmül eden. Düşünen, Mütezekkir.

müderreb

  • Mutad olunmuş, alışılmış.

müdhiş

  • (Müthiş) Dehşet veren, korkutan.
  • Müthiş, korkutan.

müfid / müfîd

  • İfâde eden, meramı güzel anlatan.
  • Mânalı, mânidâr.
  • Faydalı, faydayı mucib olan.
  • Mütâlâsından istifade olunan.

müfred

  • (Müfret) Tek, yalnız. Müteaddid olmayıp yalnız birden ibaret olan.
  • Basit, mürekkeb olmayan.
  • Gr: Yalnız bir şey veya şahsa işaret eden veya bire mahsus olan kelime. Cemi veya tesniye olmayan.
  • Edb: Başı ve sonu olmayan tek ve kafiyesiz beyit.

müfreze

  • Bir kaç alaydan müteşekkil. Ordudan ayrılmış bir kol asker.

muhaddis

  • Hadis ilminin bir çok usul ve füruunu bilen zât. Peygamber Efendimizin (A.S.M.) hâl ve sözlerini bize nakleden ve hadis ilminin mütehassısı.

muhakkak / محقق

  • (Hakk. dan) Hakikatı ve gerçeği belli olmuş. Tahkik edilmiş. Doğru.
  • Mutlaka ne olursa olsun.
  • Doğru. (Arapça)
  • Kesin. (Arapça)
  • Mutlaka. (Arapça)

muhbit

  • Alçak gönüllü, mütevazi. Mütezellil.

muhkemat-ı kur'aniyye

  • Mânası açık ve te'vile ihtiyacı olmayan âyetler. Başka bir mânaya ihtimali olmayıp sarih emir ve nehiyleri müştemil olan âyetler. Bu âyetler mensuh veya anlaşılmayan şekilde müteşabih ve muhtemel olmayıp muhkem ve mübeyyin olmakla aslâ te'vile muhtaç olmazlar. Bâzı şeylerin haram olması veya enbiya

muhtal

  • Mütekebbir. Kibirli.

muhyiddin-i arabi / muhyiddin-i arabî

  • (Hi: 560 - 638) İspanya'da doğmuş, Anadolu ve Arabistan'ı gezmiştir. Mutasavvıf ve büyük âlim idi. Birçok ilmi eserler yazmıştır. Kendisine Şeyh-i Ekber de denir. Fütuhat-ı Mekkiye, Füsus-ül Hikem adlı eserleri meşhurdur. Şam'da vefat etmiştir. (K.S.)

müjde-i saadet-i ebediye

  • Sonsuz mutluluk müjdesi.

mukannit

  • Yer altından kanalla su akıtan kişi.
  • Muti kimse, itaat eden, emre boyun eğen kişi.

mukayyed

  • Kayıtlanmış, bağlanmış; mutlak olmayan, bir sıfat, hâl, gâye veya şarta bağlı olan lafız (söz).

mukbil

  • Mübârek. İkbali kutlu, mutlu. Mes'ud. Bahtiyar.

mukbilan

  • (Tekili: Mukbil) (Kabl. den) Mutlular, bahtiyarlar, mes'ud kimseler.

mukbilin / mukbilîn

  • (Tekili: Mukbil) (Kabl. den) Bahtiyarlar, mutlular, mes'udlar.

mül'e

  • Zâhidlik, muttakilik, sofilik.

mülahaza

  • Mütâlaa. Dikkatle bakmak. İyice düşünüp bir işin hakikatını tetkik etmek. Tefekkür, düşünce.

müleslis

  • Mütereddit, tereddütlü, kuruntulu kimse.

mülzim

  • İlzam eden, susturucu.
  • Lüzumlu gören. Gerektiren.
  • Verilen hükmün mutlak yerine getirilmesindeki mecburiyet.

mün'atıf

  • Bir tarafa doğru teveccüh etmiş. Meyillenen, bir tarafa yönelen. Mütemâyil, meyledici.

münkad

  • (Kavd. dan) İnkiyad eden, boyun eğen, muti olan, itaat eden.

müntabık

  • Mutabık ve muvafık, uygun olan.

muntavi'

  • Söz dinler. Muti.

müntekim

  • İntikam alıcı. Zâlim ve mütekebbir (kibirli) cânîleri başkalarına ders olacak şekilde cezâlandıran, âsîleri ve taşkınlık yapanları şiddetli azâb ile azablandıran.

müntin

  • (Netânet. den) Pis kokan, kokmuş. Bozuk. Müteaffin.

müracaat

  • (Rücu'. dan) Geri dönmek.
  • Baş vurmak, izin almak için veya bir iş için alâkadarlarla görüşmek.
  • Mütalâa istemek, danışmak.

mürcif

  • (Recefe. den) Fitne ve fesad için iftiralar ve yalan haberler neşrederek ortalığı karıştıran. Yalancı.
  • Mutlak bir şey ile meşgul olan.
  • Yer sarsıntısı. Zelzele.

mürşid-i mutlak

  • Mutlak irşad edici, doğru yolu gösteren.

müşahhas / مشخص / مُشَخَّصْ

  • Somut, maddî varlığa sahip.
  • Şahıslanmış, somut.
  • Somut. (Arapça)
  • Şahıslaştırılmış, somut.

müsavat-ı esasiye / müsâvat-ı esasiye

  • Temel eşitlik, mutlak eşitlik.

müsavat-ı mutlaka

  • Mutlak eşitlik.

müsebba'

  • Edb: Yedişer mısralı bentlerden müteşekkil nazım.

müşebbihe

  • Allahü teâlâyı cisim ve varlıklara benzeten, Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih (mânâsı kapalı) âyetleri görünen lugat mânâsına göre açıklayıp, Allahü teâlânın el ve yüz gibi organlarının olduğunu iddiâ eden bozuk fırka.

müselhem

  • Mütegayyer olmuş, değişmiş. Bozulmuş.

müsellim

  • (Selm. den) Teslim eden, veren.
  • Tar: Eyalet valileriyle sancak mutasarrıflarının uhdelerinde bulunan yerlerin idaresine memuR edilen kimseler. Vali ve mutasarrıflardan uhdesine tevcih olunan iki yerden mühim olanında kendisi oturur, diğerini gönderdiği adam idare ederdi. Yine bunlar

müsemmen

  • Edb: Sekizer mısralı bentlerden müteşekkil nazım.
  • Sekiz renkli. Sekiz parçadan meydana gelen.
  • Fık: Paha biçilmiş ve takdir edilen kıymet karşılığında satılmış olan şey.

müslim

  • Mûteber ve güvenilir olduğu bütün İslâm âlimleri tarafından kabul edilen, Kütüb-i sitte denilen altı hadîs kitâbının ikincisi.
  • Allahü teâlânın, peygamberi Muhammed aleyhisselâm vâsıtasıyla gönderdiklerine îmân edip, O'nun emirlerini yerine getiren, yasaklarından kaçan kimse.

müsliman

  • (Selâmet. den) İslâm olan. İslâm dininde bulunan, mü'min ve mütedeyyin olan.

müstağrak-ı sürur

  • Mutluluğa gark olmuş, dalmış.

mütaassıb

  • (Bak: Mutaassıb)

mutaassıbane

  • (Asab. dan) Mutaassıbca. Mutaassıba yakışır şekilde. Körükörüne.

mutaassıbin / mutaassıbîn

  • (Tekili: Mutaassıb) (Asab. dan) Mutaassıb kimseler. Taassubu olan insanlar.

mütabiin / mütabiîn

  • (Tekili: Mütabi') Tâbi olanlar, uyanlar, iktidâ edenler.

mütalaat / mütalaât

  • (Tekili: Mütalaa) Düşünceler. Tedkik etmeler. Okumalar. Mütalaa.

mutalebat

  • (Tekili: Mutâlebe) (Taleb. den) İstenilen şeyler. İstekler.

mutalebe

  • (Çoğulu: Mutâlebât) (Taleb. den) Hakkını isteme, talebde bulunma.
  • Dâvâ, iddia.

mütalebe

  • (Çoğulu: Mütalebât) Hakkını isteme. İddia, dâvâ.

mutalebe / mutâlebe / مطالبه

  • İstek. (Arapça)
  • İsteme, talep. (Arapça)
  • Mutâlebe etmek: İstemek, talep etmek. (Arapça)

mutali'

  • Mutâlaa eden. Kitab okuyan. Kitablarla tetkik ve bilgi için uğraşan.

mütali'

  • (Mütalaa. dan) Tetkik eden. Okuyan. Bir şeyi etraflıca düşünen.

mutaliin / mutaliîn

  • (Tekili: Mutâli') Mutalâa edenler. Kitap okuyanlar.

mütaliin / mütaliîn

  • Okuyucular, mütalâa edenler.
  • Mütalaa edenler.

mütamettia

  • Kâr eden, kazanan, kârlı. (Doğrusu: Mütemettia)

mutaredat

  • (Tekili: Mutarede) Saldırmalar, vuruşmalar, çarpışmalar.

mutarede

  • (Çoğulu: Mutaredat) (Tard. dan) Saldırma, vuruşma, çarpışma.

mütarekename / mütarekenâme

  • Mütareke için tarafların imzaladıkları vesika. (Farsça)

mütarik

  • Karşılıklı olarak terkeden, bırakan. Mütâreke eden.

mutasaddıkin / mutasaddıkîn

  • (Tekili: Mutasaddık) Sadaka verenler. Tasadduk edenler.
  • Sâdık ve doğru olduğu anlaşılanlar.

mutasaddır

  • (Çoğulu: Mutasaddırin) (Sadr. dan) Baş köşeye kurulan. Başa geçip oturan.

mutasaddırin / mutasaddırîn

  • (Tekili: Mutasaddır) Baş köşeye kurulanlar, tasaddur edenler.

mutasanni'

  • (Çoğulu: Mutasanniîn) Kendini güzel ve süslü göstermek isteyen.

mutasanniin / mutasanniîn

  • (Tekili: Mutasanni') Tasannu' edenler. Kendilerini güzel ve süslü göstermek isteyenler.

mutasarrıfiyet

  • Tasarruf etme hakkı. Mutasarrıflık.
  • Mutasarrıfın vazifesi.

mutasarrım

  • (Çoğulu: Mutasarrımin) Kahramanlık ve yiğitlik gösteren.

mutasavvıfane / mutasavvıfâne

  • Sofuca. Mutasavvıflara yakışır tarzda. (Farsça)

mutasavvıfe

  • Sofular, mutasavvıflar.

mutasavvife

  • Mutasavvıflar, tasavvuf ehli olanlar.

mutatarrib

  • (Çoğulu: Mutatarribin) Coşan, şevke gelen, sevinen.

mutatarribin / mutatarribîn

  • (Tekili: Mutatarrib) Şevke gelip sevinenler. Coşup sıçrayanlar.

mutavassıtin / mutavassıtîn

  • (Tekili: Mutavassıt) Aracılar, tavassut edenler, vasıta olanlar.
  • Orta hâlliler.

mutavi'

  • İtaat eden, muti, itaatli.

mutavvele

  • (Bak: MUTAVVEL)

mutayebat

  • (Tekili: Mutâyebe) Eğlenceli hikâyeler. Fıkralar.
  • Şakalaşmalar, lâtife yapmalar.

mutazallim

  • (Çoğulu: Mutazallimîn) (Zulm. den) Kendisine yapılan haksızlık ve zulümden şikâyet eden, sızlanan.

mutazallimin / mutazallimîn

  • (Tekili: Mutazallim) (Zulm. den) Sızlananlar. Kendilerine yapılan haksızlık ve zulümden dolayı şikâyet edenler. Tazallüm edenler.

mutazanni

  • (Mutazannin) (Zan. dan) Zan ile iş gören.

mutazarrıf

  • (Çoğulu: Mutazarrıfîn) (Zarf. dan) Zarafet taslayan, tazarruf eden.

mutazarrıfin / mutazarrıfîn

  • (Tekili: Mutazarrıf) (Zarf. dan) Zariflik taslayanlar, tazarruf edenler.

mutazarriin / mutazarriîn

  • (Tekili: Mutazarrı') Yalvaranlar, tazarru' edenler, yalvarıp yakaranlar.

mutazarrır / متضرر

  • Zarar gören. (Arapça)
  • Mutazarrır olmak: Zarar görmek. (Arapça)

mutbein

  • Çukur yer.
  • Kalbi karar etmiş kişi, mutmain.

mutbika

  • (Bak: MUTBİK)

mute harbi

  • Mute, Şam'a bağlı, Kudüs'e iki konak mesafede bir yerdi. Mute harbi müslümanlarla Rumlar arasında vuku bulan muharebelerin başlangıcıdır. Sebebi de Peygamber'in elçisinin öldürülmesidir. Resul-ü Ekrem Busrâ emiri Şürahbil bin Amr'e, ashâbından Hâris bin Umeyr ile bir mektub göndererek İslâma dâvet e

müteabbidin / müteabbidîn

  • (Tekili: Müteabbid) Taabbüd edenler, ibadet edenler. Kulluk edenler.

müteabbisin / müteabbisîn

  • (Tekili: Müteabbis) Yüzünü ekşitenler, taabbüs edenler.

müteaccilin / müteaccilîn

  • (Tekili: Müteaccil) Acele edenler, aceleciler.

müteaddi

  • (Udvan. dan) Başkasının hakkına tecavüz eden, saldıran, sataşan.
  • Gr: Lâzım fiilinin mukabili. Fiil eseri fâilden mef'ul denilen diğer bir isme geçerse o halde fiil müteaddi olur. Geçişli fiil. (Anlatmak, düşündürmek gibi)

müteaffifin / müteaffifîn

  • (Tekili: Müteaffif) İffetli, namuslu ve şerefli kimseler. Müteaffifler.

müteahhidin / müteahhidîn

  • (Tekili: Müteahhid) (Ahd. dan) Taahhüd edenler. İşi üzerine alan kimseler.

müteahid

  • (Bak: Müteahhid)

müteakib

  • (Bak: Müteakıb)

müteakkıl

  • (Çoğulu: Müteakkılîn) Biraz düşünerek anlayan.

müteakkılin / müteakkılîn

  • (Tekili: Müteakkıl) Anlayanlar, taakkul edenler.

müteallikat

  • Yakın olanlar, müteallik olanlar. Akraba.
  • Gr: Bir cümlenin mânasını açıklayan, tamamlayan kelimeler.

müteallimin / müteallimîn

  • (Tekili: Müteallim) İlm. den) Bilgi edinenler, ilim öğrenenler, talebeler.

müteammidin / müteammidîn

  • (Tekili: Müteammid) (Amd. den) Bilerek ve tasarlıyarak yapanlar.

müteannidin

  • (Tekili: Müteannid) Direnenler, inad edenler, inatçılık yapanlar.

müteassıb

  • Aşırı taraftar, mutaassıb.

müteayyinan / müteayyinân

  • (Tekili: Müteayyin) (Ayn. dan) Eşraftan olanlar, ileri gelen kimseler. (Farsça)
  • Belli ve meydanda olanlar. Taayyün edenler. (Farsça)
  • Karar verilmişler. (Farsça)

müteazzibin / müteazzibîn

  • (Tekili: Müteazzib) Evlenmeyenler, bekâr kimseler.

müteazzım

  • (Azamet. den) Taazzum eden, büyüklük taslıyan, mütekebbir.

mütebadire

  • (Bak: MÜTEBADİR)

mütebahi

  • Övünen, fahirlenen. Mütefâhir.

mütebarizin / mütebarizîn

  • (Tekili: Mütebariz) Meydana çıkanlar, belirenler, tebarüz edenler.

mütebasbısin / mütebasbısîn

  • (Tekili: Mütebasbıs) Yaltaklananlar, tabasbus edenler.

müteberrike

  • (Bak: MÜTEBERRİK)

mütebessimane / mütebessimâne

  • Gülümseyerek, tebessüm ederek, mütebessim olarak. (Farsça)

mütecasir

  • (Çoğulu: Mütecasirîn) (Cesaret. den.) Küstah, cür'et gösteren, tecasür eden.

mütecasirin / mütecasirîn

  • (Tekili: Mütecasir) Cür'et edenler, cesaretlenenler, küstahlar.

mütecavizin / mütecavizîn

  • (Tekili: Mütecaviz) Tecavüz edenler, sarkıntılık eden kimseler, saldıranlar.

müteceddidin / müteceddidîn

  • (Tekili: Müteceddid) Yenileşenler, teceddüd edenler.

mütecellid

  • (Çoğulu: Mütecellidin) Kahramanlık ve celâdet gösteren.

mütecellidin / mütecellidîn

  • (Tekili: Mütecellid) Kahramanlar, yiğitler, celâdet gösteren kahraman kimseler.

mütecemmi'

  • (Çoğulu: Mütecemmiîn) (Cem'. den) Toplanan, yığılan, biriken, tecemmü' eden.

mütecemmid

  • (Mütecemmide) Donan, donmuş.

mütecemmiin / mütecemmiîn

  • (Tekili: Mütecemmi') Toplananlar, yığılanlar, tecemmu' edenler, birikenler.

mütecemmilin / mütecemmilîn

  • (Tekili: Mütecemmil) Süslenenler, bezenenler, donanlar, tecemmül edenler.

mütecessisane / mütecessisâne

  • Gizli şeyleri öğrenmeğe çalışarak. Merakla. Mütecessis bir tarzda. (Farsça)

mütecessisin / mütecessisîn

  • (Tekili: Mütecessis) Meraklılar. Tecessüs edenler. Gizli şeyleri öğrenmeğe çalışanlar.

mütecevvizin / mütecevvizîn

  • (Tekili: Mütecevviz) Mecazlı konuşanlar. Mecazlı söz söyleyenler.
  • Caiz olmayan şeyleri caiz görenler.

mütedahik

  • (Mütedahike) Karşılıklı gülüşen, tedahük eden.

mütedair

  • Dolayı, alâkalı, üzerine, müteallik, için.

mütedeldil

  • Hareket eden, müteharrik.

müteeddibin / müteeddibîn

  • (Tekili: Müteeddib) Utanç duyanlar, utananlar, hayâ edenler, edeblenenler.

müteellih

  • (Çoğulu: Müteellihîn) Allah'ın birliğine inanan.

müteessif / متأسف

  • Üzgün. (Arapça)
  • Müteessif olmak: Üzülmek. (Arapça)

müteessir / متأثر

  • Üzgün. (Arapça)
  • Etkilenen. (Arapça)
  • Müteessir olmak: (Arapça)
  • Üzülmek. (Arapça)
  • Etkilenmek. (Arapça)

müteezzi / müteezzî / متأذی

  • Eziyet çekmiş, eza görmüş. (Arapça)
  • Müteezzi etmek: Acı çektirmek. (Arapça)

mütefakkıh

  • (Çoğulu: Mütefakkıhin) (Fıkh. dan) Fıkıh âlimi. Fıkıh ilmiyle uğraşan kimse.

mütefakkıhin / mütefakkıhîn

  • (Tekili: Mütefakkıh) Fıkıh âlimleri, fıkıh bilginleri. Fıkıhla uğraşan kimseler.

mütefazzıl

  • (Çoğulu: Mütefazzılîn) (Fazl. dan) Meziyet, fazilet ve bilgi yarışına çıkan.

mütefazzılin

  • (Tekili: Mütefazzıl) Meziyet ve fazilet yolunda yarış edenler.

mütefe'il

  • (Çoğulu: Mütefe'ilîn) (Fâl. dan) Fala bakan, fal açan.
  • Hayra yoran, uğur sayan.

mütefe'ilin / mütefe'ilîn

  • (Tekili: Mütefe'il) Fala bakanlar.
  • Hayra yoranlar.

mütefekkirane / mütefekkirâne

  • Derin ve dikkatli düşünerek, mütefekkire yakışır surette. (Farsça)

mütefekkirin / mütefekkirîn

  • Mütefekkirler.

mütefelsif

  • (Mütefelsef) Filozoflaşmış. Felsefe ile aklını karıştırmış.

mütefenninane / mütefenninâne

  • Mütefennin olan kimseye yakışır surette. (Farsça)

müteferric

  • (Çoğulu: Müteferricîn) (Ferc. den) Gezinen, dolaşan. Gezip eğlenmeğe giden.

müteferricin / müteferricîn

  • (Tekili: Müteferric) Gezinenler, dolaşanlar, hava almağa eğlenmeğe gidenler.

müteferrid

  • (Çoğulu: Müteferridîn) (Ferd. den) Tek ve yalnız olan. Eşi benzeri olmıyan.
  • Kendi başına idare olan.

müteferridin / müteferridîn

  • (Tekili: Müteferrid) Tek ve yalnız olanlar. Eşi, benzeri ve emsâli bulunmıyanlar.
  • Kendi başına idare olanlar.

mütefevvik

  • (Çoğulu: Mütefevvikîn) (Fevk. den) Üstün gelen, tefevvuk eden, üstün.

mütefevvikin / mütefevvikîn

  • (Tekili: Mütefevvik) Üstün gelenler, tefevvuk edenler, üstün olanlar.

mütegallibe

  • (Bak: MÜTEGALLİB)

mütegallibin / mütegallibîn

  • (Tekili: Mütegallib) Zorbalar, mütegallibler.

mütegamız

  • (Çoğulu: Mütegamızin) Birbirine göz ucu ile işâret eden.

mütegamızin / mütegamızîn

  • (Tekili: Mütegamız) Birbirine göz ucu ile işaret edenler, gözle işaretleşenler.

mütegammide

  • (Bak: MÜTEGAMMİD)

mütegarrib

  • (Çoğulu: Mütegarribîn) (Gurbet. den) Gurbete çıkan.

mütegarribin / mütegarribîn

  • (Tekili: Mütegarrib) Gurbete çıkanlar.

mütegayyibe

  • (Bak: MÜTEGAYYİB)

mütegayyime

  • (Bak: MÜTEGAYYİM)

mütehabbe

  • (Bak: MÜTEHABB)

mütehacimin / mütehacimîn

  • (Tekili: Mütehacim) Birbirine hücum edenler, saldıranlar.

mütehaddir

  • (Mütehaddire) Örtünen, bürünen, tahaddür eden.
  • Mc: Namuslu.

mütehaddise

  • (Bak: MÜTEHADDİS)

mütehaffız

  • (Çoğulu: Mütehaffızîn) (Hıfz. dan) Korunup sakınan, tahaffuz eden.

mütehaffızin / mütehaffızîn

  • (Tekili: Mütehaffız) Korunup sakınanlar, tahaffuz edenler.

mütehakkimane / mütehakkimâne

  • Mütehakkim bir surette. Tahakkümle, zorbalıkla. (Farsça)

mütehakkimin / mütehakkimîn

  • (Tekili: Mütehakkim) Zorbalar. Tahakküm edenler. Mütehakkimler.

mütehallif

  • (Mütehallife) Uymayan, uygun ve münasib gelmeyen.
  • Değişebilir, değişken.

mütehammilin / mütehammilîn

  • (Tekili: Mütehammil) Tahammül edenler. Katlanıp sabrederek kabul edenler. Dayanabilenler. Kaldırabilenler.

müteharibe

  • (Bak: MÜTEHARİB)

müteharimin / müteharimîn

  • (Tekili: Müteharim) Teharüm edenler, kendilerini ihtiyar gibi gösteren kimseler.

müteharrim

  • (Çoğulu: Müteharimîn) İhtiyar gibi görünen. Kendini ihtiyar gösteren, yaşlı gösteren.

mütehasım

  • (Çoğulu: Mütehasımîn) (Husumet. den) Karşılıklı düşmanlık eden ve birbirine hasım olan.
  • Karşılıklı olarak dâvâ edenlerden herbiri.

mütehasımin / mütehasımîn

  • (Tekili: Mütehasım) Çekişenler, birbirlerine düşmanlık ve husumet edenler. Hasım olanlar. Karşılıklı dâva edenler.

mütehaşşi'

  • (Huşu'. dan) Kendini alçak tutan, alçakgönüllü, mütevâzi.

mütehaşşid

  • (Çoğulu: Mütehaşşidîn) Yardım için koşuşup toplanan, biriken, yığılan.

mütehaşşide

  • (Bak: MÜTEHAŞŞİD)

mütehaşşidin / mütehaşşidîn

  • (Tekili: Mütehaşşid) Birikenler, toplananlar.

mütehassına

  • (Bak: MÜTEHASSIN)

mütehayyelat / mütehayyelât

  • (Tekili: Mütehayyel) Hayal edilen şeyler.

mütehayyirin

  • (Tekili: Mütehayyir) Şaşırmış olanlar. Şaşmış kimseler. Hayrette kalanlar.

mütehezzic

  • (Çoğulu: Mütehezzicin) Makamla şarkı söyliyen. Terennüm eden.

mütehezzicin / mütehezzicîn

  • (Tekili: Mütehezzic) Makamla şarkı söyliyenler.

mütekafi / mütekâfi

  • (Mütekâfiyye) Birbirine denk ve akran olan. Eşitleşen.

mütekaidin / mütekaidîn

  • (Tekili: Mütekaid) Emekliler, emekliye ayrılmış olanlar.

mütekalib / mütekâlib

  • (Çoğulu: Mütekâlibîn) (Kelb. den) Köpek gibi birbirinin üstüne atılan.

mütekalibin / mütekâlibin

  • (Tekili: Mütekâlib) Köpek gibi birbirlerinin üzerlerine sıçrayanlar.

mütekallise

  • (Bak: MÜTEKALLİS)

mütekarrib

  • (Çoğulu: Mütekarribîn) (Kurb. dan) Yaklaşan, yaklaşmağa çalışan, yakın olan, takarrüb eden.

mütekarribe

  • (Bak: MÜTEKARRİB)

mütekarribin / mütekarribîn

  • (Tekili: Mütekarrib) Takarrüb edenler, yaklaşanlar, yakın olanlar.

mütekasilin / mütekâsilîn

  • (Tekili: Mütekâsil) (Kesl. den) Üşenenler, tembellik yapanlar.

mütekasım

  • (Çoğulu: Mütekasımîn) (Kısm. dan) Paylaşan, bölüşen. Bir şeyi paylaşanların beheri.

mütekasır

  • (Çoğulu: Mütekasirîn) (Kasr. dan) Kısalık gösteren.
  • Elinden gelip gücü yettiği hâlde iş yapmıyan.

mütekasırin / mütekasırîn

  • (Tekili: Mütükasır) Kısalık gösterenler.
  • Ellerinden geldiği, becerebildikleri halde iş yapmayanlar.

mütekavvil

  • (Çoğulu: Mütekavvilîn) (Kavl. den) Yalan uydurup söyleyen.

mütekavvilin / mütekavvilîn

  • (Tekili: Mütekavvil) (Kavl. den) Mecbur olmadığı halde kendiliğinden yalan söyleyenler.

mütekayid / mütekâyid

  • (Çoğulu: Mütekâyidîn) Birbirine hile yapan.

mütekayidin / mütekâyidîn

  • (Tekili: Mütekâyid) Birbirlerine hile yapanlar, birbirlerini aldatanlar.

mütekayyid

  • (Çoğulu: Mütekayyidîn) (Kayd. dan) Dikkatli davranan.

mütekayyidin / mütekayyidîn

  • (Tekili: Mütekayyid) (Kayd. dan) Dikkatli davrananlar, kayıtlı bulunanlar.

mütekayyiha

  • (Bak: MÜTEKAYYİH)

mütekebbirin / mütekebbirîn

  • (Tekili: Mütekebbir) Tekebbür edip kibirlenenler. Kendini beğenmişler.

mütekeddir

  • (Çoğulu: Mütekeddirîn) (Keder. den) Kederli, hüzünlü. Kederlenen, tekeddür eden.
  • Bulanık.

mütekeddirin / mütekeddirîn

  • (Tekili: Mütekeddir) Kederlenenler, kederli ve hüzünlü olan kimseler.
  • Bulanık şeyler.

mütekeffilin / mütekeffilîn

  • (Tekili: Mütekeffil) Mütekeffiller. Tekeffül edenler, kefil olanlar.

mütekehhil

  • (Çoğulu: Mütekehhilîn) Gözüne sürme çeken.

mütekehhilin / mütekehhilîn

  • (Tekili: Mütekehhil) Gözüne sürme çekenler, tekehhül edenler.

mütekehhin

  • (Çoğulu: Mütekehhinîn) (Kehânet. den) Kâhinlik yapan.

mütekehhinin / mütekehhinîn

  • (Tekili: Mütekehhin) Falcılık yapanlar, kâhinlik edenler.

mütekellifin / mütekellifîn

  • (Tekili: Mütekellif) Zahmetli, külfetli iş tutanlar, tekellüf edenler.

mütekemmilin / mütekemmilîn

  • (Tekili: Mütekemmil) (Kemâl. den) Olgunlaşanlar, kemale erenler, tekemmül edenler.

mütekeyyis

  • (Çoğulu: Mütekeyyisîn) Zeki ve akıllı gibi görünen.

mütekeyyisin / mütekeyyisîn

  • (Tekili: Mütekeyyis) Akıllılık taslıyanlar, tekeyyüs edenler.

mütela'sim

  • (Çoğulu: Mütela'simîn) Saçmasapan cevap veren, kemküm eden.

mütelahiz

  • (Çoğulu: Mütelahizîn) Gözucu ile bakışanların beheri.

mütelahizin

  • (Tekili: Mütelahiz) Gözucu ile bakışanlar, telâhuz edenler.

mütelakkıb

  • (Mütelakkıbîn) (Lakab. dan) Lakap alan, lakap takınan.

mütelakkibin / mütelakkibîn

  • (Tekili: Mütelakkib) Lakap alanlar, lakap takınanlar.

mütelali

  • (Mütelal) Parlayan, parıldayan, ışıldayan. Şimşek gibi çakan.

mütelasıka

  • (Bak: MÜTELASIK)

mütelatım

  • (Mütelatıma) Birbirine çarpan, çarpışan, çalkalanan. Dalgalı.

mütelehhif

  • (Çoğulu: Mütelehhifîn) (Lehef. den) Hasret çeken. Özleyen. Yanıp yakılan. Hüzünlü olan.

mütelehhifin / mütelehhifîn

  • (Tekili: Mütelehhif) Hasret çekenler, yanıp yakılanlar. Kederli, tasalı olanlar.

mütelemmiz

  • (Çoğulu: Mütelemmizîn) Talebelik etmek suretiyle öğrenen. Telemmüz eden.

mütelessim

  • (Çoğulu: Mütelessimîn) Yüzü peçeli, yaşmaklı.

mütemadiyet

  • Devamlılık, mütemadilik.

mütemahhız

  • (Çoğulu: Mütemahhızîn) Candan ve gönülden inanarak çalışan.

mütemarızin / mütemârızîn

  • (Tekili: Mütemârız) Hasta gibi görünenler, yalandan hasta olanlar.

mütemayilane / mütemayilâne

  • Mütemayil olarak. Temayül ederek. Taraftarcasına. (Farsça)

mütemeddih

  • (Çoğulu: Mütemeddihîn) (Medh. den) Kendini medhedip öven. Temeddüh eden, övünen.

mütemeddihin / mütemeddihîn

  • (Tekili: Mütemeddih) Kendini medhedenler, övünenler.

mütemehhir

  • (Çoğulu: Mütemehhirîn) Mâhir olan, temehhür eden.

mütemehhirin / mütemehhirîn

  • (Tekili: Mütemehhir) Mâhir olan kimseler. Temehhür eden kişiler.

mütemerridin / mütemerridîn

  • (Tekili: Mütemerrid) Dikkafalık edenler, inatçılık yapanlar, direnenler. Mütemerridler.

mütemeshirin / mütemeshirîn

  • (Tekili: Mütemeshir) Eğlenenler. Maskaralık yapanlar.

mütemetti'

  • (Mütu'. dan) Menfaatlenmiş, faydalanmış.
  • Umre ile hacc için ihram bağlanmış.
  • Kazanan, kâr eden.

mütemevvil

  • (Çoğulu: Mütemevvilin) (Mâl. den) Zengin. Mal mülk sâhibi.

mütemevvilin / mütemevvilîn

  • (Tekili: Mütemevvil) Mal mülk sâhibleri. Zenginler.

mütemeyyiz

  • (Çoğulu: Mütemeyyizîn) Seçilen, seçkin.

mütemeyyizin / mütemeyyizîn

  • (Tekili: Mütemeyyiz) Seçkin kişiler, seçilen kimseler, mütemeyyizler.

mütena'imin / mütena'imîn

  • (Tekili: Mütena'im) Nimetler içinde, nazlı büyüyenler, bolluk içinde büyüyenler.

mütenahnih

  • (Çoğulu: Mütenahnihîn) Hırıltı ile soluyan. Hırıltı ile ses çıkaran.

mütenahnihin / mütenahnihîn

  • (Tekili: Mütenahnih) Boğazından hırıltı ile ses çıkaranlar, soluyanlar.

mütenasıka

  • (Bak: MÜTENASIK)

mütenavilin / mütenavilîn

  • (Tekili: Mütenavil) Alıp yiyenler.

mütenavim

  • (Çoğulu: Mütenavimîn) (Nevm. den) Uyur gibi görünen. Yalandan uyuyan.

mütenavimin / mütenavimîn

  • (Tekili: Mütenavim) Uyur gibi görünenler. Yalandan uyuyanlar.

müteneddimin / müteneddimîn

  • (Tekili: Müteneddim) Pişman olanlar, nedâmet duyanlar.

müteneffizan

  • (Tekili: Müteneffiz) Nüfuzlu ve hatırı sayılır kimseler. Sözü dinlenir kişiler. (Farsça)

mütenezzihane / mütenezzihâne

  • Tenezzüh edercesine, gezip eğlenircesine. Mütenezzihcesine. (Farsça)

mütenezzihat / mütenezzihât

  • (Tekili: Mütenezzih) Gezintiye, tenezzüh etmeğe çıkanlar.
  • Tenezzüh edip düşünenler.
  • Temize çıkanlar.

mütenezzihin / mütenezzihîn

  • (Tekili: Mütenezzih) Gezintiye çıkanlar, tenezzühe çıkanlar.

müterahhile

  • (Bak: MÜTERAHHİL)

müterassıdin / müterassıdîn

  • (Tekili: Müterassıd) Dikkatle gözetenler, rasad edenler, kollıyanlar, bekliyenler.

mütercimin / mütercimîn

  • (Tekili: Mütercim) Tercüme edenler. Bir lisandan başka bir lisana çevirenler.

mütereddidin / mütereddidîn

  • (Tekili: Mütereddid) Karar veremeyenler, tereddüt edenler, kararsız kişiler.
  • Bir yere gidip gelenler.

mütereffihin / mütereffihîn

  • (Tekili: Mütereffih) Refah bulanlar. Rahat ve bolluk içinde yaşıyanlar.

mütereffik

  • (Çoğulu: Mütereffikîn) Sükûnetle ve yumuşaklıkla davranan.

mütereffikin / mütereffikîn

  • (Tekili: Mütereffik) Sükûnetle, yumuşaklıkla davrananlar. Yumuşak muâmele edenler.

müteremrim

  • (Çoğulu: Müteremrimîn) Bir şey söyleyecekmiş gibi harekette bulunduğu halde söylemeyip susan.

müterennimin / müterennimîn

  • (Tekili: Müterennim) Güzel sesle yavaş yavaş şarkı söyliyenler.

müteşabihat / müteşabihât

  • Müteşabih olan âyetler.
  • Birbirine benzer olanlar.

müteşabihe

  • (Bak: MÜTEŞABİH)

mütesabıka

  • (Bak: MÜTESABIK)

müteşabike

  • (Bak: MÜTEŞABİK)

müteşacir

  • (Çoğulu: Müteşâcirin) Birbirlerine sopayla, ağaçla vuran.

müteşacirin / müteşacirîn

  • (Tekili: Müteşacir) Birbirlerine ağaçla, sopayla vuranlar.

mütesadifin / mütesadifîn

  • (Tekili: Mütesadif) Rastgelenler, tesadüf edenler.

mütesahib

  • (Çoğulu: Mütesâhibin) Sahib çıkan, arka olan.

mütesahibin / mütesahibîn

  • (Tekili: Mütesahıb) Sahib çıkanlar, arka olanlar.

mütesahil

  • (Çoğulu: Mütesahilîn) Yumuşak davranan, iyi muâmelede bulunan.

mütesahilin / mütesahilîn

  • (Tekili: Mütesahil) Yumuşak davrananlar, sükunetli ve iyi muâmele edenler.

müteşair / müteşâir

  • (Çoğulu: Müteşâirîn) (Şi'r. den) Şâirlik taslayan.

mütesalibe

  • (Bak: MÜTESALİB)

mütesalihin / mütesalihîn

  • (Tekili: Mütesalih) Sağır gibi görünenler, sağırlık gösterenler.

mütesallit

  • (Çoğulu: Mütesallitîn) Musallat olan, peşini bırakmıyan, tasallut eden, sırnaşan.

mütesallitin / mütesallitîn

  • (Tekili: Mütesallit) Musallat olanlar, peşini bırakmayanlar, ardından ayrılmayanlar, tasallut edenler.

müteşatim

  • (Müteşâtime) Karşılıklı olarak birbirine söven.

mütesavvıf

  • Gafletten uzak yâni her an Hakk'ı zikreden, kalbini mânevî kirlerden temizleyen ve Allahü teâlâdan başka her şeyi gönlünden çıkaran, rûhunu cenâb-ı Hakk'ın zikri ile (anmakla) süsleyen tasavvuf ehli, velî, mürşid, ahlâk-ı hasene sâhibi. Çoğulu mütesa vvifûn, mütesavvifîn ve mütesavvife'dir.

mütese'ilin / mütese'ilîn

  • (Tekili: Mütese'il) Dilenciler, dilenenler.

müteşebbihin / müteşebbihîn

  • (Tekili: Müteşebbih) Benzeyenler, andıranlar.

müteşebbisin / müteşebbisîn

  • (Tekili: Müteşebbis) Teşebbüs edenler, bir işe girişenler.

müteşecci'

  • (Çoğulu: Müteşecciîn) Yiğit gibi görünen.

müteşeddik

  • (Çoğulu: Müteşeddikîn) Söz ebeliği eden.

müteseffil

  • (Çoğulu: Müteseffilîn) Sefil ve aşağı olan, bayağılaşan.

müteseffilin / müteseffilîn

  • (Tekili: Müteseffil) Sefilleşenler, aşağılık olanlar.

mütesehhir

  • (Çoğulu: Mütesehhirîn) Geceleyin uyuyamayıp sabahlayan.

mütesehhirin / mütesehhirîn

  • (Tekili: Mütesehhir) Geceleyin uyumayıp sabahlayanlar.

müteselli / متسلى

  • Teselli bulan, avunan. (Arapça)
  • Müteselli olmak: Teselli bulmak, avunmak. (Arapça)

mütesellih

  • (Çoğulu: Mütesellihîn) Silâhlanan, silâh kuşanan.

müteselliha

  • (Bak: MÜTESELLİH)

mütesellihin / mütesellihîn

  • (Tekili: Mütesellih) Silâhlananlar, silâh kuşanan kişiler.

mütesellim

  • (Selm. den) Teslim edilen şeyi alıp kabul eden.
  • Tanzimattan evvel vali ve mutasarrıfların uhdelerinde bulunan sancak ve kazâların idaresine memur edilen kimseler. Bunlara "voyvoda" denirdi.
  • Vergi tahsildarı.

müteşerriane / müteşerriâne

  • Müteşerri gibi, ona yakışır yolda. (Farsça)

müteşettit

  • (Müteşettite) Dağılan, dağınık olan. Karışan, karışık bulunan. Perişan olan.

müteşevvikin / müteşevvikîn

  • (Tekili: Müteşevvik) şevkliler, çok istekli olan kimseler.

müteseyyib

  • (Çoğulu: Müteseyyibîn) Aldırış etmiyen, kayıtsız davranan.

müteseyyibin / müteseyyibîn

  • (Tekili: Müteseyyib) Aldırış etmeyenler, kayıtsız davranan kimseler.

mütevafire

  • (Bak: MÜTEVAFİR)

mütevaggilin / mütevaggilîn

  • (Tekili: Mütevaggil) Çok uğraşanlar, fazla meşgul olanlar. Bir şeyin derinliğine varanlar.

mütevaidin / mütevaidîn

  • (Tekili: Mütevâid) Sözleşenler, vaidleşenler, birbirlerine söz verenler.

mütevakkır

  • (Çoğulu: Mütevakkırîn) (Vakar. dan) Onurlanan, vakarlanan.

mütevakkırin / mütevakkırîn

  • (Tekili: Mütevakkır) Onurlananlar, vakarlananlar.

mütevasıla

  • (Bak: MÜTEVASIL)

mütevatirat

  • Mütevatir olanlar. Çoklarının bildiği ve duyduğu haberler, hususlar.
  • Man: Kizb üzerine ittifakları aklen muhal olan bir topluluk tarafından verilen haberle hüküm ve tasdik olunan kaziyeler.

mütevatiren

  • Mütevatir olarak, tevatürle naklolunmak suretiyle.

mütevaziane / mütevaziâne

  • Tevazu ile. Mütevazi kimseye yakışır surette. (Farsça)

mütevaziin / mütevaziîn

  • (Tekili: Mütevazi) Alçakgönüllü kimseler, mütevazi insanlar, tevazu ehli olan kişiler.

müteveccihin / müteveccihîn

  • (Tekili: Müteveccih) Bir yana dönenler. Teveccüh edip yönelen kimseler.

mütevehhimin

  • (Tekili: Mütevehhim) (Vehm. den) Tevehhüm edenler, evhamlananlar.

mütevekkilen

  • Mütevekkil olarak, tevekkül etmiş olarak.

müteverrim

  • (Çoğulu: Müteverrimin) (Verem. den) Kabarık, şiş. Şişiren.
  • Verem olmuş, veremli. Verem illetine giriftar olan.

müteverrimin / müteverrimîn

  • (Tekili: Müteverrim) Veremliler. Verem hastalığına tutulmuş kimseler.

mütevettire

  • (Bak: MÜTEVETTİR)

mütezahif

  • (Çoğulu: Mütezahifîn) Harpte birbirinin üzerine yürüyüp çatan.

mütezahim

  • (Çoğulu: Mütezahimîn) (Ziham. dan) Birbirini iterek, herbirinin üstüne çıkarak biriken kalabalık.
  • Halkın kalabalığından sıkıntıya uğrayan.

mütezahimin / mütezahimîn

  • (Tekili: Mütezahim) İzdihamdan dolayı birbirinin üstüne çıkanlar. Kalabalıktan sıkışanlar.

mütezakkım

  • (Çoğulu: Mütezakkımîn) Güçlükle ve zorla yutan. Tezakkum eden.

mütezavir

  • (Çoğulu: Mütezavirîn) Birbirini ziyaret eden. Gidip gören.

mütezavirin

  • (Tekili: Mütezavir) Birbirlerini gidip görenler, birbirleriyle gidip görüşenler, ziyaret edenler.

mütezebzib

  • Tezebzüb eden, kararsız, mütereddit.

mütezehhid

  • (Çoğulu: Mütezehhidîn) Dine son derece bağlı olan.

mütezehhidin / mütezehhidîn

  • (Tekili: Mütezehhid) Zâhid olanlar, dine çok bağlı bulunanlar.

mütezelzil / متزلزل

  • Sarsılan. (Arapça)
  • Mütezelzil olmak: (Arapça)
  • Sarsılmak. (Arapça)
  • Bozulmak. (Arapça)

mütezelzile

  • (Bak: MÜTEZELZİL)

mütezenbir

  • Kibirlenen, gururlanan, büyüklenen. Mütekebbir.
  • Can sıkıcı bir hal ve tavır takınan.

mütezevvic

  • (Çoğulu: Mütezevvicîn) (Zevc. den) Evli, evlenmiş, evlenen.

mütezevvid

  • (Çoğulu: Mütezevvidîn) (Zâd. dan) Yanına azık veya erzak alan.

mütezevvidin / mütezevvidîn

  • (Tekili: Mütezevvid) Yanlarına azık, erzak alanlar.

muti / mutî / مطيع

  • İtaat eden, boyun eğen. (Arapça)
  • Mutî olmak: İtaat etmek, boyun eğmek. (Arapça)

mutlak kemal / mutlak kemâl

  • Genel mânâda kemâl, olgunluk; yani kemâl kelimesinin teklik, çokluk veya nitelik gibi şeylerine bakmaksızın konulduğu genel mânâsına, "mutlak kemâl" denir.

mutmainne

  • (Bak: MUTMAİNN)

müttakin / müttakîn

  • (Tekili: Mütaki) Takvalılar. Müttakiler.

muttasıl

  • Bitişik, istisna-i muttasıl, aynı cinsten alanlar arasında yapılan istisnadır. Ayrı cinsten olursa "munkatı" denilir.

müttefekun aleyh

  • Üzerinde birleşilen mes'ele. Hakkında müttefik olup anlaşmaya varılmış olan.

müttehem

  • (Müttehim) (Vehm. den) Kendinden şüphe olunan, ittiham olunan şey. Töhmetli. Maznun. Zan ile kendine kabahat isnad edilen.

müttehid-i bizzat

  • Bizzat müttehid, birleşik, tek vücut (ikisinin tek vücut olması dışarıdan bir vasıtaya bağlı değil).

müttekın

  • Mutmain. İyice bilen, doğruluğunu, hakikatini tamamlayan. Ayn-el yakin bilen.

müzelemmizin / müzelemmizîn

  • (Tekili: Mütelemmiz) Talebelik ederek öğrenenler, telemmüz edenler.

na-hemvar

  • Eğri, düz olmayan. (Farsça)
  • Uymayan, mutabık gelmeyen. (Farsça)
  • Uygunsuz. (Farsça)

nakdi / nakdî

  • Paraca, peşin para ile. Para ile alâkalı ve paraya müteallik.

namus

  • Irz, iffet, edeb, hayâ.
  • Şeriat.
  • Melâike.
  • İrade-i İlâhiyenin tecellisi.
  • Nizam.
  • Emniyet ve istikamet gibi faziletlerin muhassalası olan pek kıymetli haslet.
  • Bir kimsenin mahrem, gizli esrarı olup işleri ve hallerinin iç yüzüne vakıf ve muttali ki

nazır / nâzır

  • Gören, görücü.
  • Vakfın işlerini, dînin emirlerine uygun olarak idâre etmek üzere vâkıf (vakıf yapan) veya hâkim tarafından tâyin edilen mütevellînin vakıf işlerindeki tasarruflarını murâkabe (kontrol) etmesi ve gerektiğinde ona re'yleri (görüşleri) ile yardımcı o lması için vazîfelend

necaşi

  • Habeş Meliki olan "Eshame" nin lâkabıdır. Kamus Şârihinin dediğine göre, mutlaka bu isim, Habeş Meliklerinin has isimleridir.

necmeddin-i kübra

  • (Mi: 540 - 618) İran Mutasavvıflarının en mühim şahsiyetlerindendir. Kübreviyye veya Zehebiyye ismi ile anılan tarikatın kurucusu sayılır. İsmi: Ahmed bin Ömer Eb-ul Cenab Necmeddin Kübra el-Hivakî el-Harzemî.Münazara ve mübaheseyi çok sevdiği ve her münazarada hasımlarını yendiği için kendisine "Et

neffac

  • Mütekebbir. Kendini beğenen. Mağrur.
  • Şişkin.

nefs-i mutmainne

  • İyiliği kötülükten ayırt ettirerek insanlık vazifesini tanıttıran ve vicdanına rahatlık veren hâl. İnsanı Allah'a yaklaştıran hâl. Günaha meyleden kötü sıfatlardan temizlenmiş ve güzel ahlâk ile muttasıf olarak kurb-u İlâhiye itmi'nan ve istikrar kazanmış olan insan iradesi. Nefsin, Allah'ın emirler

nemat

  • (Çoğulu: Enmut-Nimât) Usul, tarz.
  • Yol, tarik.
  • Örtü, ihram.
  • Topluluk, insan cemaati.
  • Döşek yüzü, yatak yüzü.

nermligam

  • (Nerm-ligâm) İtaatli, muti, söz dinler. (Farsça)
  • Başı sert olmayan at. (Farsça)

neşat

  • Sevinç, mutluluk.

neşter-i ümid

  • Bir neşter görevini gören umut.

netice-i müthiş

  • Müthiş ve insanı dehşete düşüren sonuç.

nev'in saadeti

  • İnsanlık türünün, insanlığın mutluluğu.

nevmid / nevmîd / نوميد

  • Umutsuz. (Farsça)
  • Nevmîd etmek: Umutsuzluğa düşürmek. (Farsça)
  • Nevmîd olmak: Umutsuzluğa kapılmak. (Farsça)

neyyir-i saadet

  • Saadet, mutluluk ışığı, aydınlığı.

nezr

  • Adak yâni bir isteğin yerine gelmesi ve bir korkunun giderilmesi için, farz veya vâcib olan bir ibâdete benzeyen ve başlı başına ibâdet olan bir işi yapacağına dâir Allahü teâlâya söz verme. Mutlak ve muayyen olmak üzere iki kısımdır.

nikahter

  • (Nik - ahter) Tâlihli, şanslı, mutlu. (Farsça)

nübüvvet-i mutlakanın mebhasi

  • Mutlak peygamberlik; peygamberliğin insanlık için zorunluluğunu ispat eden bölüm.

nüfture

  • (Çoğulu: Nefâtir) Müteferrik, dağılmış ot.

nüfus-u seb'a

  • 1- Nefs-i emmare, 2- Nefs-i levvame, 3- Nefs-i mülhime, 4- Nefs-i mutmainne, 5- Nefs-i râdiye, 6- Nefs-i mardiyye, 7- Nefs-i sâfiye.

nun suresi

  • Kur'an-ı Kerim'de 68. sure ve Kur'anda müteşabih ve şifre olan bir harf.

nun-u mütekellim-i maa-l gayr

  • Mütekellim-i maalgayrın "nun" harfi. Fiildeki cemi' sigasındaki nun.

nur-u saadet

  • Mutluluk nuru.

nüşur

  • Neşirler.
  • Yaymalar, dağıtmalar.
  • Öldükten sonraki dirilmeler. (Nüşur, neşir gibi bâzan müteaddi, bâzan lâzım olur. Müteaddi olursa bir şeyi açıp yaymak mânasına gelir ki, lisanımızda neşr ve neşriyat ve menşur bu mânadandır. Bunun lâzımına intişar denilir, lâzım oldukları zama

oba

  • Ev biçimi, birkaç direkli, uzun bölüntülü keçeden yapılmış göçebe çadırı.
  • Çadırlardan müteşekkil küçük topluluk.
  • Göçebe ailesi. Çadır halkı.

ömer bin farıd

  • (M. 1180-1234) Kahire'de doğdu ve orada vefat etti. Mütefekkir ve mutasavvıf olup büyük şâirlerdendir. Divanı vardır.

ömr-ü saadet

  • Mutlulukla geçen ömür, Peygamberimizin altmış üç yıl olan saadetli ömrü.

ordu (urdu) dili

  • Pakistan'da Müslümanların konuştukları Arapça, Türkçe, Farsça ve Hintçeden müteşekkil olan dil.

osmanlıca

  • Osmanlıların konuştuğu dil olup, Türkçe, Arapça ve Farsçadan müteşekkildir.

pargi / pargî

  • Mutfak ve banyo sularının toplandığı çukur. (Farsça)
  • Orospuluk. (Farsça)

pejuhende

  • Gizli şeyleri araştıran. Mütecessis. (Farsça)

peyveste

  • Her zaman, dâima. (Farsça)
  • Ulaşmış, ermiş. (Farsça)
  • Bitişik, muttasıl. (Farsça)

prens bismark

  • (1815 - 1898) Meşhur Alman siyasilerinden ve Alman birliği için çalışanlardan birisidir. İslamiyeti ve Hz. Peygamber'i (A.S.M.) medh ü sena ederek hayranlığını bildiren bir mütefekkirdir.

proje

  • Tasarlanan ilk şekil. Tasarı. Mütehayyel. (Fransızca)

rabbani / rabbanî

  • (Rabbaniye) Rabbe âit. Cenab-ı Hakk'a dair ve müteallik. İlâhî.
  • Ârif-i Billâh olan, ilmi ile amel eden âlim.

raci'

  • (Rücu. dan) Geri dönen, ric'at eden.
  • Dair, aid, alâkası olan, dokunur olan, müteallik.
  • Gr: Bir şahıstan kinaye olan zamir.

rah-ı saadet / râh-ı saâdet

  • Mutluluk yolu.

rahmani / rahmanî

  • Rahman'a ait ve müteallik. Allah'tan gelen, her hususta hayırlı olan.

rahmi

  • Rahmete mensub, rahmetle alâkalı, rahmete müteallik.

ravza-i saadet

  • Mutluluk bahçesi; Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek kabri.

rehber-i saadet

  • Mutluluk rehberi.

rende

  • Tahtaların yüzlerini pürüzlerden kurtarıp dümdüz etmek için marangozların kullandıkları âlet. (Farsça)
  • Mutfakta peynir, soğan, havuç gibi şeyleri ufalamak için kullanılan tenekeden veya ona benzer maddelerden yapılan âlet. (Farsça)

rüfaz

  • Müteferrik. dağılmış, parçalanmış.

rüya-yı sadıka / rüya-yı sâdıka

  • Makbul ve muteber kimselerin gördükleri ve gördükleri gibi dünyada hakikatları zuhur eden sâdık rüya.

saadat / saâdât

  • Mutluluklar.
  • Saadetler, mutluluklar.

saadet / saâdet / سعادت

  • Mutluluk.
  • Mes'ud oluş. Talihi iyi olmak. Mutluluk. Said olmak. Allah'ın rızasına ermiş olmak. Her istediğine kavuşmuş olmak.
  • Mutluluk.
  • Mutluluk.
  • Mutluluk. (Arapça)

saadet-aver / saadet-âver

  • Mutluluk verici.

saadet-feşan

  • Mutluluk veren.

saadet-i acil / saadet-i âcil

  • Peşin mutluluk.

saadet-i acile / saadet-i âcile

  • Peşin mutluluk, dünya mutluluğu.

saadet-i azime / saadet-i azîme

  • Büyük mutluluk.

saadet-i bakiye / saadet-i bâkiye

  • Sonsuz mutluluk, âhiret hayatı.

saadet-i beşer / saâdet-i beşer

  • İnsanın mutluluğu.

saadet-i beşeriye

  • İnsanlığın mutluluğu.

saadet-i cismaniye

  • Maddî mutluluk, bedenle alınan mutluluk.

saadet-i dareyn / saâdet-i dâreyn

  • Dünya ve âhiret mutluluğu.

saadet-i dünya

  • Dünya mutluluğu.

saadet-i dünyevi

  • Dünya hayatındaki mutluluk.

saadet-i dünyeviye

  • Dünya hayatındaki mutluluk.

saadet-i dünyeviye ve uhreviye

  • Dünya ve ahiret hayatı mutluluğu.

saadet-i ebedi / saâdet-i ebedî

  • Sonu olmayan, sonsuz mutluluk.

saadet-i ebediye / saâdet-i ebediye

  • Sonsuz mutluluk.

saadet-i ebediye ve sermediye

  • Sonu olmayan, sürekli mutluluk; âhirette sonu olmayan Cennet mutluluğu.

saadet-i hayat

  • Hayatın mutluluğu.

saadet-i hayat-ı dünyeviye

  • Dünya hayatındaki mutluluk.

saadet-i hayat-ı uhreviye

  • Âhiret hayatındaki mutluluk.

saadet-i hayatiye

  • Hayatın mutluluğu, huzuru.

saadet-i hayatiye ve ebediye

  • Dünya ve âhiret hayatındaki mutluluk.

saadet-i layezali / saadet-i lâyezâlî

  • Hiç bitmeyen mutluluk, tükenmez saadet.

saadet-i maneviye / saadet-i mâneviye

  • Mânevî mutluluk.

saadet-i millet

  • Milletin mutluluğu.

saadet-i müstakbel

  • Gelecekteki mutluluk.

saadet-i müstakbele

  • Gelecekte gerçekleşecek olan mutluluk ve huzur.

saadet-i nev'iye

  • İnsan türünün, insanlığın mutluluğu, huzuru.

saadet-i şahsiye

  • Şahsî mutluluk.

saadet-i sermediye

  • Sonsuz mutluluk.

saadet-i uhreviye

  • Âhiret hayatındaki mutluluk.

saadet-i uzma / saadet-i uzmâ

  • Çok büyük mutluluk.

saadet-mend / saâdet-mend

  • Bahtiyar, mutlu. Saâdet bulmuş olan. (Farsça)

saadet-mendi / saâdet-mendî

  • Mutluluk, bahtiyarlık. (Farsça)

saadet-saray-ı ebediye / saadet-sarây-ı ebediye

  • Sonsuz mutluluk sarayı; hiç bitmeyecek şekilde mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı.

saadet-saray-ı medeniyet

  • Mutlu eden medeniyet sarayı.

saadetaver / saâdetâver

  • Mutluluk verici.

saadetbahş / saâdetbahş / سعادت بخش

  • Mutluluk veren. (Arapça - Farsça)

saadetfeşan / saâdetfeşân

  • Mutluluk saçan.

saadetgah / saadetgâh / saâdetgâh

  • Mutluluk yeri.
  • Mutluluk yeri.

saadetkarane / saadetkârâne / saâdetkârâne

  • Mutlu bir şekilde.
  • Mutlu olarak.

saadetli / saâdetli

  • Mutlu.

saadetmend / saâdetmend / سعادتمند

  • Mutlu, bahtiyar. (Arapça - Farsça)

saadetresan / saâdetresân

  • Mutluluğa ulaştıran.
  • Mutluluğa götüren.

şad / şâd / شاد

  • Sevinçli. (Farsça)
  • Şâd etmek: Sevindirmek, mutlu etmek. (Farsça)
  • Şâd olmak: Sevinmek, mutlu olmak. (Farsça)

sadıku'l-va'di'l-emin / sâdıku'l-vâ'di'l-emîn

  • Vaad ve sözünde mutlaka duran Allah; vaadinin doğruluğundan emin olunan Allah.

sadıku'l-va'di'l-kerim / sâdıku'l-vâ'di'l-kerîm

  • Vaad ve sözünde mutlaka duran Allah; cömertlik ve ikram sahibi Allah.

sadr

  • Her şeyin evveli ve başlangıcının en iyisi.
  • Kalb, göğüs, ön.
  • Meclisin önü ve en muteber yeri. Reisin oturduğu yer.
  • Rücu.
  • Bir aruz kalıbı.
  • Baş, reis, başkan.
  • Oturulacak yerlerin en iyisi.

sahih bey' / sahîh bey'

  • Aslı ve sıfatı dîne uygun olan satış. Mûteber olması için bütün şartlarını taşıyan alış-veriş.

sahih hadis / sahîh hadîs

  • Âdil yâni yalancılıktan uzak, büyük günah işlemeyen ve hadîs ilmini bilen kimselerden işitilen, Resûlullah efendimize kadar, rivâyet edenlerden hiçbiri noksan olmayan ve mütevâtir yâni birçok Sahâbînin Resûl-i ekremden ve başka birçok kimselerin onla rdan naklettikleri hadîsler ve meşhûr, yâni ilk z

şahıs zamiri

  • İsim yerine kullanılan ve insanlara işaret eden kelimeler. Farsçada: (Men: ben), (Tu: sen), (U: o), (Mâ: biz), (Şümâ: siz), (İşân: onlar). Bunlar gayr-ı muttasıl (bitişik olmayan) zamirlerdir.Arapçada; gayr-ı muttasıl zamirler: (Ene: ben), (Ente-sen), (Entümâ: ikiniz), (Hu: O), (Entüm: siz), (Entünn

şahm

  • Bozulmak ve değişmek. Fâsid ve mütegayyer olmak.

said / saîd

  • Mutlu, mesut.

şaki / şâki

  • Haydut, yol kesici, eşkiya.
  • Allah'ın rızasına ve âhiret mutluluğundan yoksun olan kimse, bahtsız.

şakk-ı kamer

  • Ayın iki parça olması mu'cizesi. (Kur'ân-ı Kerimin nass-ı kat'isi ile de sâbit olan ve mütevâtir olarak da bilinen Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın parmağının işâreti ile ayın iki parçaya ayrıldığı hadisesi ki, büyük mu'cizelerindendir.)

salabet

  • Metanet, katılık, sulbiyet.
  • Peklik, dayanma. Sağlamlık.
  • Mukaddesatı korumak hususunda cesaret, metanet ve sebat gibi sıfatlarla muttasıf olmak. (Bunun zıddı: Lâübalilik)

şamih

  • Ali şey, yüksek.
  • Mağrur, başını kaldırmış. Mütekebbir.
  • Tıb: Vücuddaki beyin ve kemik gibi yerlerdeki çıkıntılı, tümsek yerler.

sancak beyi

  • Eyalet teşkilâtıyla timar usulünün cari olduğu zamanlarda beş on kazalık yerin mutasarrıfı ile sipahisinin kumandanına verilen addır. Osmanlıların ilk zamanlarında beylere yahut hükümdar evlâtlarına has olarak verilen mıntıkalara "Sancak" denilir, bu sancaklara tasarruf edenlere de "Sancak Beyi" adı

saniha

  • Zihne gelen fikir. Mütâlâa. Çok düşünmeden gelen fikir.

saray-ı saadet

  • Mutluluk sarayı.

şari' / şârî'

  • Kullarının dünyâ ve âhiret seâdetine (mutluluğuna) kavuşmaları için Peygamberleri aleyhimüsselâm vâsıtasıyla emir ve yasaklarını bildiren Allahü teâlâ. Şâri-i mübîn de denir. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etmesi (ulaştırması) gerektiğinde, kapalı hususları açıklaması bakımında

şart

  • Bir kısım muamelelerde lüzumlu olan hüküm. Bir şeyin olması ona bağlı olan şey.
  • Kayıt. Bir iş için mutlaka lüzumlu olan husus.
  • Yemin.
  • Hal, vaziyet.
  • Gr: Biri diğerine bağlı olan iki cümle hakkında delâlet edilen; yâni mütevakkıf aleyhe delâlet eden diğer cümley
  • Mutlaka gerekli olan, durum, yemin.

savm-ı dehr

  • Aralıksız, bir sene mütemadiyen nehyedilen bayram günlerinde dahi iftar edilmeksizin oruç tutmağa denir. Bu nevi oruç bayram günleri tutulmazsa câizdir.

şayia

  • (Şuyu'. dan) Yayılmış haber, mütevatir. Söylenti.

seadet / seâdet

  • Mutluluk, bahtiyarlık. Dünyâda ve âhirette mutluluk.

seadet-i ebediyye / seâdet-i ebediyye

  • Sonsuz, ebedî mutluluk, bahtiyârlık.

sebeb-i saadet

  • Mutluluk sebebi.

şecaat-ı mücessem

  • Somut hâle gelmiş cesurluk, yiğitlik.

seci'

  • Edb: Nesrin kafiyesidir. Seci'ler, ya cümlelerin sonunda yahut arasında bulunur. Sondaki seci'ler bir kelime vasıtasiyle birbirine bağlanır, onlara "Seci'-i mukayyed" denilir. Aradaki seci'ler ise yekdiğerlerine bağlı olmadıklarından onlara sec'i-i mutlak tâbir olunur. İçiçe olan seci'lere "Seci' en

sefine-i rabbaniye / sefine-i rabbâniye

  • Her şeyi terbiye ve idare eden Allah'a ait bir gemi; iman ehlini sonsuz mutluluğa ulaştıracak araç.

şekavet-i ebediye

  • Sonsuz sıkıntı ve mutsuzluk.

şekavetli

  • Sıkıntılı, mutsuz.

şekiba

  • Sabırlı, tahammüllü, mütehammil. (Farsça)

seluc

  • Rahat olmak. Mutmain olmak.

semai / semaî

  • İşitmekle öğrenilen. İşitmeğe dair ve müteallik.
  • Gr: Bir kaideye bağlı olmayan, işitilmekle öğrenilen.

semavi / semavî

  • Gökle alâkalı, semaya dair ve müteallik.
  • İnsan eseri olmayan, vahiyle gelmiş bulunan.

semavi din / semâvî din

  • İnsanları dünyâ ve âhirette seâdete, mutluluğa kavuşturmak için, Allahü teâlâ tarafından gösterilen yol.

semere-i saadet / semere-i saâdet

  • Mutluluk meyvesi.

semi-i mutlak

  • Her şeyi şeksiz, şüphesiz, mutlak surette işiten Allah (C.C.).

şems-i saadet

  • Mutluluk güneşi.

şemtit

  • Perakende, dağınık, müteferrik.

sened

  • Kuvvetli olabilecek söz.
  • Tapu.
  • Üzerine dayanılacak ve itimad edilecek şey. Mutemed. Melce'.
  • İki kişi veya çok kimseler arasındaki anlaşmayı tesbit eden ve karşılıklı imzalanan kâğıt, vesika.

ser-i serdar / سَرِ سَرْدَارْ

  • Baş komutan.

şeraif

  • (Tekili: Şerife) Mutlular, kutlu kimseler.

serasker / سرعسكر / سَرْ عَسْكَرْ

  • Ordu kumandanı. Komutan. (Farsça)
  • Harbiye nâzırı, milli savunma bakanı. (Farsça)
  • Ordu komutanı.
  • Komutan.
  • Başkomutan. (Farsça - Arapça)
  • Savunma bakanı, harbiye nazırı. (Farsça - Arapça)
  • Baş komutan.

seraskeri / seraskerî / سرعسكری

  • Başkomutanlık. (Farsça - Arapça)
  • Savunma bakanlığı, harbiye nazırlığı. (Farsça - Arapça)

serd

  • Sözü muttasıl ve güzel bir eda ile söylemek.
  • Halkaları birbirine geçirmek.
  • Delmek.
  • Dikmek.
  • Vurmak.

serdar / serdâr / سردار

  • Komutan.
  • Önder. (Farsça)
  • Komutan, başkomutan. (Farsça)

serdaran / serdarân

  • (Tekili: Serdâr) Kumandanlar, serdarlar, komutanlar. (Farsça)

serfüru

  • Baş eğme. Söz dinleme. İtaat, inkıyad. (Farsça)
  • Mütezellil olan. (Farsça)

sergeşte

  • Sersem. Başı dönmüş. Avâre ve mütehayyir olan. Hayrette kalmış. (Farsça)

seri-üt teessür

  • Çabuk müteessir olan.

sermaye-i kemterane / sermaye-i kemterâne

  • Mütevazi sermaye, az servet.

sermaye-i saadet

  • Mutluluk sermayesi.

şetit

  • Dağılmak, müteferrik olmak. Çeşitli.

şetta

  • Çeşitli, başka başka, ayrı ayrı. Çok ve müteferrik olan.

sibt

  • Palamutla dibağat olunmuş sığır derisi.

sıhhi / sıhhî

  • Sıhhata, sağlamlığa, doğruluğa dâir ve müteallik.

simal

  • Medet etmek.
  • Medetçi, yardımcı ve mutemed kişi.

simat

  • (Çoğulu: Sümut) Sofra. Yemek masası.
  • Yemek.
  • Ziyâfet.

sımt

  • (Çoğulu: Sümut) Dizi. Dizilmiş şey.

simt

  • (Çoğulu: Sümut) Boncuk veya inci dizilmiş iplik.

sipeh-büd

  • Başbuğ, başkomutan, başkumandan. (Farsça)

sipehsalar / sipehsâlâr / سپه سالار

  • Başkomutan. (Farsça)

sôfi / sôfî / صوفى

  • Tasavvufla ilgilenen, mutasavvıf. (Arapça)

sübhani / sübhanî

  • Allah (C.C.) ile alâkalı. İlâhî. Allah'a mahsus, Onun eserlerine âit ve müteallik. Allah'ın Sübhan sıfatına âid.

sübut

  • Sâbit, berkarar ve pâyidar olup durmak. Oynak ve müteharrik olmamak. Kat'i olarak meydana çıkmak. Sâbit oluş.

süeda

  • Saidler, mutluluğa erenler.

sufi / sûfî / صوفى

  • (Çoğulu: Sufiyyun) Tasavvuf ehli. Sofu. Mutasavvıf.
  • Mutasavvıf. (Arapça)
  • Sofu. (Arapça)

sufiyye / sûfiyye / صوفيه

  • Mutasavvıflar, tasavvufla uğraşanlar. (Arapça)

süfyani / süfyanî

  • Süfyan'dan olan, Süfyan'a mensub, Süfyan'a müteallik. Zübdet-ül Buharî Tercemesine göre, Süfyanî: Müslümanlara kötülük eden, sefil, kötü, alçak olan kimse demektir.

şühub

  • Mütegayyer olmak, değişmek.

sükun-u mutlak / sükûn-u mutlak

  • Mutlak hareketsizlik, durgunluk.

sünuh

  • Fâsid ve mütegayyer olmak. Bozulmak ve değişmek.

suri / surî

  • Surete ait, görünüşe ait ve müteallik. Hakiki, ciddi ve samimi olmayan. Zâhirî.

sürur

  • Mutluluk, sevinç.

sürur-u manevi / sürur-u mânevî

  • Mânevî sevinç, mutluluk.

sürur-u mes'udiyetkarane / sürur-u mes'udiyetkârâne

  • Mutluluk verici bir sevinç.

sürurlu

  • Mutluluk ve sevinç verici.

suva'

  • Sa' denilen ve ahkâm-ı İslâmiyede muteber olan ölçek.
  • Su içmek için kullanılan taş. Maşraba.

suver-i müteşabihe

  • Müteşâbih ifadeler; Kur'ân-ı Kerimde mânâsı kapalı olan ve yorumlara açık olan suretler, temsiller.

şüzzaz

  • Müteferrik, perâkende, parçalanmış, dağılmış.
  • Az olan cemaat. Kabilenin haricinde kalan.

ta'diye

  • Tecavüz ettirmek, geçirmek. Bir eylemi müteaddi hali koymak. (Gramer terimi)
  • Tecavüz ettirmek, geçirmek.
  • Gr: Bir fiili müteaddi hâle koymak. Meselâ: "Gülmek. den: Güldürmek. Ölmek. den: Öldürmek" gibi.

taa

  • Muti olmak. İtaat etmek.

taabbüdi / taabbüdî

  • İbadete ait olup emrolunduğu için yapılan. Sebeb ve illeti sadece emir olan, aklın muhakemesine bağlı olmayan. İbâdete âit ve müteallik.

taaddi / taaddî

  • Saldırma.
  • Düşmanlık.
  • Ezme.
  • Şeriattan ayrılma. Tecavüz etme. Zulmetme. Örf âdet ve mukavelenin hilâfına hareket etme.
  • Gr: Fiilin geçer halde olması, müteaddi olması.
  • Geçme, öteye geçme, saldırma.
  • Zulmetme, adaletsizlik.
  • Örf, âdet ve kanunların sınırını aşma.
  • Arapça'da lâzım bir fiili müteaddî yapmak.

taassubkar / taassubkâr / تعصبكار

  • Taassub gösteren. Mutaassıb. (Farsça)
  • Fanatik, mutaassıp. (Arapça - Farsça)

taassubkari / taassubkârî / تعصبكاری

  • Fanatiklik, mutaassıplık, taassup. (Arapça - Farsça)

tabh-hane

  • Lokanta, mutfak.

tabib-i müslim-i hazık / tabîb-i müslim-i hâzık

  • Mütehassıs (uzman) ve açıkça günâh işlemeyen müslüman doktor.

tagi

  • (Tagy) (Tuğyan. dan) Azgın. Azmış. Asi. Mütekebbir ve ahmak olan.
  • Dindar olmayan padişah.

taglis

  • Fık: Kurban bayramının ilk gününde Müzdelife'de bulunanlar için o günün Sabah Namazını fecri müteakib daha ortalık karanlık iken kılmak. (Bu çok efdaldir)
  • Bir işi üzerine almak.
  • Sabah karanlığında sefer etmek.

tahaşşu'

  • (Huşu. dan) Mütevâzi olmak. Alçakgönüllülük gösterme.

tahazzu'

  • (Huzu. dan) Alçakgönüllülük gösterme. Mütevazi olma.

tahyis

  • Zelil etmek, kepaze etmek.
  • Boyun eğdirmek. Muti etmek.

takdiri / takdirî

  • Kaderden olan. Takdir-i İlâhîye ait ve müteallik olan.
  • İtibarî.
  • Farazî.
  • Gr: Yazılı olmayıp var bilinen mâna veya kelime.

taktil

  • (Katl. den) Çok öldürmek, çok katletmek.
  • Muti etmek, itaat ettirmek, boyun eğdirmek.

talik

  • Güleryüzlü adam. Mütebessim kimse.
  • Düzgün söz söyleyen kimse.

tam fena / tam fenâ

  • Allahü teâlâdan başka her şeyi unutma, mutlak fenâ.

tasrif

  • İstediği şekilde idare etmek. Maslahatta tasarrufa izin vererek mutasarrıf kılmak.
  • Bir şeyi bozup değiştirerek türlü şekillere koymak, evirip çevirmek.
  • Gr: Bir kelimenin veya fiilin çeşitli zamanlara göre sıra ile söylenişi. Sarf kaidesi üzere kelimenin şeklini başka kelimele

tatabuk

  • Muvafık ve müttefik olmak. Uygun olmak.

tatvi'

  • Muti etmek, itaat ettirmek, boyun eğdirmek.

tav'

  • İsteyerek uymak. Bir şeyi istekle yapmak. Muti' olmak.
  • Mer'anın genişliğinden dolayı davarın her tarafta otlamasının mümkün olması.

tayr-ı hümayun

  • Talih kuşu, saadet, mutluluk kuşu.

te'yis

  • (Ye's. den) Me'yus etme, ye'se düşürme. Umutsuzlaştırma.

tecerrüd

  • Soyunma, çıplak olma.
  • Evli olmama.
  • Tas: Mâsivadan alâkasını kesip, Allah'a müteveccih olup, ibadet ü taatla meşgul olma.
  • İman ve İslâmiyete mücahidane ve fedakârane bir tarzda hizmetle iştigal etme.
  • Herşeyden boş olma.

tecessüm-ü maani / tecessüm-ü maânî

  • Mânâların cisimleşmesi, somutlaşması.

tecessüskar / tecessüskâr / تجسسكار

  • Meraklı, mütecessis. (Arapça - Farsça)

tedbih

  • Muti etmek, itaat ettirmek, boyun eğdirmek.

tedbir-i mücessem

  • Somut hâle gelmiş tedbir ve idare.

teebbüs

  • Mütegayyer olmak, rengi değişmek.

teemmüli / teemmülî

  • Düşünerek söylenen veya yazılan. Teemmüle ait ve müteallik.

teessün

  • Mütegayyer olmak, rengi ve tadı değişmek.

tefarik

  • Müteferrik olanlar. Tefrikalar. Ayırma ve seçmeler.
  • Taksitler. Ufak tefek şeyler. Ayrıca şeyler.
  • Küçük hediyelik eşya.

tefarik-ul asa / tefarik-ul asâ

  • Bir atasözüdür. Bu darb-ı mesel hakkında meşhur Kamus Tercümesi'nde hülâsaten şu mâlumat var: "Arab'dan fakir bir kadının zaif ve gayet huysuz bir oğlu varmış. Yaptığı müteaddit kavgalarda meselâ bir defasında burnunu, bir defasında kulağını, bir defasında dudaklarını kesmişler. Her bir defasında da

tefeşşi

  • İntişar etmek, dağılmak.
  • Tecvidde: Harf okunduğu zaman sesin ağız içinde dağılıp uzatılmasına denir. Sin, sad, se, ra, fe, şın, mim, dad harflerine mütefeşşi harfleri denir.

tema'ur

  • Mütegayyer olmak, değişmek.
  • Rengi donuk olmak.
  • Saç dökülmek.

temeh

  • Fâsid ve mütegayyer olmak. Bozulmak ve değişmek.

temsili / temsilî

  • Temsile dair ve müteallik. Bir şeyi göz önünde canlandıran.

temyil

  • İki şey arasında mütereddit olmak, karar verememek.

tercih bila müreccih / tercih bilâ müreccih

  • Tercih edici sebep olmaksızın tercih (seçim) yapılabilir. Yani, seçimi yapacak zat için mutlaka sebebin var olması gerekmez, hiçbir sebebe bağlı kalmadan da seçenekler arasından birini seçebilir.

terevvuh

  • Bir şeyden koku alma.
  • Mütegayyer olmak, rengi ve tadı değişmek.

terkib-i bend

  • Edb: Birkaç bendden meydana getirilmiş manzumenin hususan gazel şekli olup müteaddit manzumeler birer beytle birbirine bağlanmıştır.

teseffüh

  • Sefihleşme.
  • Mütegayyer olmak, değişmek.
  • Akılsızlık etmek.

teşrii / teşriî

  • (Teşriiye) Şeriatla, kanun ile, kanun yapma ile alâkalı, şeriata müteallik, kanuna dair.

tesrir eden

  • Sevindiren, mutlu eden.

teşvif

  • Tezyin etmek, süslemek.
  • Haberli olmak, anlamak, muttali olmak.
  • Bakmak, nazar etmek.

tevatür

  • Kuvvetli haber.
  • Bir haberin ağızdan ağıza geçerek yayılması. (Bak: Mütevatir).
  • Kuvvetli haber.
  • Müteaddid şeyler birbiri ardınca zâhir olmak.
  • Bir hususun söylenmesi hemen herkesin ağzında olup, gezmek. Şâyia.
  • Fık: İçinde yalan ihtimali olmayan ve bir cemâate dayanan kuvvetli haber, ferdî olmayıp cemaate ait olan sağlam haber.

tevdi'

  • Emanet vermek, bırakmak.
  • Misafirin veda etmesi. Giderken kalanlara: Allah'a ısmarladık gibi veda etmesi, bolluk hoşluk duasıyla bırakıp gitmesi.
  • Mutlaka terkedip bırakmak.

tevhid-i kıble

  • Sadece bir yere müteveccih olmak. Bir kıbleden başka kıble kabul etmemek.
  • Mc: Sadece bir üstad kabul etmek.

tevliyet

  • Bir vakfın işlerine bakma vazifesi. Mütevellilik.
  • Yüz çevirme, yüz döndürme.
  • Fık: Sâhib olunan malı peşin değeri ile başkasına tevcih etme.

tevsik

  • Vesikalandırmak. Vesikalamak. Sağlamlaştırmak. Yazılı hale koymak.
  • Bir kimse hakkında -bu emindir, mutemeddir- demek.

tezebzüb

  • Karışıklık. Mütereddit olmak. Kararsızlık.

timsal-i müşahhas

  • Maddi yapı ve şahsiyet kazanmış nümune, somut örnek.

tivele

  • Bir kadına kocası buğzedip (gizli düşmanlık edip) kendisinden soğuduktan sonra, kadının, kocasının sevgisini tekrar celbetmek (çekmek) için mutlak te'sir edeceğine inanarak sihir yapması.

tuba le-ke

  • Ne mutlu sana, devlet ve saadet sana. Tuba sana.

tulk

  • Mutlak. Bağlı ve kayıtlı olmayan.

ufki / ufkî

  • Ufka ait. Ufka dair ve müteallik.
  • Yatık düzlük. Yatay.

ulema / ulemâ

  • Âlimler, ilim sâhibleri; zamânın fen ve edebiyât bilgilerinde yetişmiş, Kur'ân-ı kerîmin ve binlerce hadîs-i şerîfin mânâsını ezberden bilen, İslâm'ın yirmi ana ilim ve kolları olan seksen ilimde mütehassıs (uzman), tasavvufun (evliyâlığın) en yüksek derecesine ulaşmış, yetişmiş ve yetiştirebilen, i

uluhiyet-i mutlaka / ulûhiyet-i mutlaka

  • Kayıt altında olmayan, mutlak uluhiyet. Ancak bir tek İlâhın mâbud oluşu.
  • Mutlak ilâhlık; hiçbir kayda ve şarta bağlı olmaksızın ilâh olma.

umde

  • İnanılacak şey.
  • Prensip, temel fikir.
  • Dostluk. Güvenilecek yer veya kimse.
  • Kavim veya kabilenin muteber ve mu'temedi olan. Reis. Serasker.

ümera-yı askeriye / ümerâ-yı askeriye

  • Askerî âmirler, komutanlar.

ümid / ümîd / اميد

  • Ummak. Emel. Arzu. İntizar. Umut. Rica. (Farsça)
  • Umut.
  • Umut, ümit.
  • Ümit, umut. (Farsça)
  • Ümîd etmek: Umutlanmak. (Farsça)

ümitvar / ümitvâr

  • Ümitli, umutlu.

ümm-ül kitab

  • Kitabın anası, esası. Levh-i Mahfuz ve ilm-i İlâhî. (Yâni: Kur'ân, İlm-i İlâhîde, Levh-i Mahfuz'da ezelî ve ebedî olarak mahfuz bulunduğundan Kur'anın aslı ve anası mânasında kullanılan bir tabirdir.)
  • Kur'an-ı Kerim'in müteşabih olmayan muhkem âyetlerine de kitabın anası, esası mânas

ümniyye

  • Umut, ümid.
  • Arzu, istek, talep.
  • Niyet, kuruntu.

umran

  • İmar ile şenlendirilmiş olan. Bayındırlaşmak. Medenilik. Saâdet. Mutluluk.

umumi vekil / umûmî vekil

  • Yerine geçirilen kimseye mutlak halde istediğini yap diyerek verilen vekâlet.

üstad-ı ezeli / üstad-ı ezelî

  • Cenab-ı Hak. Bütün ilim ve bilgilerin, marifetlerin öğreticisi. Alîm-i Mutlak ve Hakîm-i Ezelî.

usulü'd-din allameleri / usûlü'd-din allâmeleri

  • Kelâm âlimleri, mütekellimler; Allah'ın zât ve sıfatlarından, peygamberlik, âhiret ve inançla ilgili diğer meselelerden İslâmî esaslar dâiresinde bahseden âlimler.

vabeste

  • Bağlı, mütevakkıf, olması bir şeye bağlı olan. (Farsça)

vacib-ül vücud / vâcib-ül vücud

  • Vücudu mutlak var olan, yokluğu mümkün olmayan Cenâb-ı Hak.

vacib-ül-vücud / vâcib-ül-vücûd

  • Varlığı mutlaka lâzım olan Allahü teâlâ.

vacibu'l-vücud / vâcibu'l-vücûd

  • Vücudu mutlak var olan, yokluğu mümkün olmayan Allah.

vafi / vâfi

  • (Vefâ. dan) Tam, elverişli, kâfi, yeter.
  • Sözünün eri.
  • Va'dini mutlak yerine getiren Cenab-ı Hak.

vahdaniyet

  • Birlik, infirad. Benzeri olmamak. Artmaktan, ayrılmaktan, eksilmekten beri ve münezzeh olmak gibi mânaları ifade eden Allah'ın bir sıfatıdır. Bu sıfatla muttasıf olana Vâhid denir ki; benzeri olmayan; tecezziden, tekessürden beri olan zât demektir.

vahdet-i mutlaka

  • Sınırsız birlik; Allah'ın mutlak anlamda bir ve tek oluşu.

vakf

  • Mükellef (akıllı, müslüman ve ergenlik çağına erişmiş)kimsenin kendi mülkü olan mütekavvim (belli, kıymetli ve dayanıklı) malının menfaatini (faydasını) hiçbir şarta bağlamadan, müslüman veya zımmî (gayr-i müslim vatandaş), bütün veya belli fakirle re bırakması. Vakfın çoğulu evkâftır. Vakfe

varis-i mutlak / vâris-i mutlak

  • Mutlak mirasçı.

vasf-ı cari / vasf-ı cârî

  • Mütedavil olan özellik, yürürlükte olan nitelik.

vasıta-i saadet

  • Mutluluk vasıtası.

vazi' / vazî' / وضيع

  • Alçak, aşağı. (Arapça)
  • Mütevazi. (Arapça)

vefk

  • Uygun gelme. Uyma. Mutabakat. Muvafık olma. İşi iyi gitme.
  • Tesirli dua.

velayet

  • Veli olan kimsenin hali. Velilik, dervişlik.
  • Dostluk.
  • Sadakat.
  • Başkasına sözünü geçirmek. Bir şeye kudret cihetiyle bizzat mutasarrıf olmak.

veraset-i mutlaka

  • Mutlak vârislik.

vesile-i saadet

  • Mutluluk vesilesi.

vesile-i saadet-i dareyn / vesile-i saadet-i dâreyn

  • İki dünya mutluluğunun vesilesi.

veşy

  • Elbiseyi güzel nakışlamak, süslemek.
  • Nesil ve zürriyet.
  • Çoğalma.
  • Geceleyin devamlı tefekkür ve mütalâa etmek.
  • Bir çeşit elbise.

vird

  • Suya ve sair şeye yakın gelme. Su hissesi. Suya müteveccih cemaat. (Farsça)
  • Talebe, şakird, mürid. (Farsça)

voyvoda

  • Reis, subaşı, ağa gibi çeşitli mânalara gelen bir tabirdir.Voyvodalık Osmanlılarda Milâdi onyedinci asırda başlamıştır. Eyalet valileri ve sancak mutasarrıfları uhdelerine tevcih olunan eyalet ve sancakların mülhak kazalarına halkın isteğiyle yerlilerin ileri gelenlerinden birini voyvoda tayin ederl

vücud-u mes'ud

  • Saadetli, mutlu varlık.

vücud-u müteşabihat ve müşkilat / vücud-u müteşabihat ve müşkilât

  • Kur'ân'da müteşâbih ve müşkillerin bulunması (birbirleriyle benzerlik içinde birden fazla mânâya gelen ve anlaşılması zor olan kapalı ifadelerin bulunması).

vükela / vükelâ

  • Askerî âmirler, komutanlar; bakanlar.

yais / yâis / یائس

  • Umutsuz. (Arapça)

yaver / yâver

  • Komutanların yanında bulunan ve onların emirlerini yazmakla ve gerektiğinde yerine ulaştırmakla görevli subay.

ye's / یأس

  • Umutsuzluk. (Arapça)

yezdani / yezdanî

  • İlâhî. Yezdan'a ait ve müteallik.

yunus

  • Benî İsrail peygamberlerinden ve Kur'an-ı Kerim'de bahsi geçenlerdendir. Elyesa (A.S.) dan sonra Ninova şehrine gönderildi. Şehir ahalisi kendisine itaat etmediği için müteessir olarak bir gemiye binmiş ve oradan denize atılmış. Cenab-ı Haktan emir almadan şehri terk ettiğinden bu hâl başına gelmişt

zahid

  • (Zühd. den) Tas: Borç olan ibadetlerden, aslî vazifelerden başka dünya süs ve makamlarından feragat eden kimse. Sofi. Müttaki. Zühd ve perhizkârlıkla muttasıf.

zahiri / zâhirî

  • (Zâhiriyye) Görünüşte olduğu gibi. Zâhire âit ve müteallik. Asıl ve hakiki olmayan.
  • Zâhiriyyun mezhebine âit olan.

zali'

  • (Çoğulu: Zulu') Eğri, meyilli.
  • Müttehem kimse. Töhmetli.
  • Aksak hayvan.

zamir

  • Bir şeyi gizlemek.
  • İç.
  • Huk: Bir şeyin iç yüzü.
  • Niyet.
  • Vicdan. Kalb.
  • Gaye.
  • Gr: Mütekellim, muhatab ve gaibe delâlet eden ve bunların makamına kaim olan rumuzat harfleri ve harf terkiblerinin her biri. (Ben, sen, o; ene, ente, hüve gibi) ismin ye

zamir-i mütekellim

  • Mütekellim zamiri, yani konuşanın isminin yerini tutan zâmir. ("Ben" gibi)

zamyan

  • Palamut ağacına benzer bir ağaç. (Necid bölgesinde olur.)

zanni / zannî

  • Zanna ait, zanna dâir ve müteallik.

zat-ı müşahhas / zât-ı müşahhas

  • Somut ve gerçek varlığa sahip birisi.

zebzebe

  • Muallâkta kalma.
  • Mütereddit.
  • Titreme.
  • Asılı bir şeyi havada oynatmak.

zelzelet-üs saa / zelzelet-üs sâa

  • Kıyamet sarsıntısı. Kıyamet kopması ânında meydana gelecek olan çok müthiş zelzele.

zevali / zevalî

  • Zevale mensub, zevale ait ve müteallik.
  • Çok yaşlı.

zevy

  • Solmak.
  • Değişmek, mütegayyer olmak.

zıhar

  • İki şey arasında münasebet ve mutabakat meydana getirmek. İki şeyi birbirine mutabık eylemek. Arka arkaya, mukabil kılmak.
  • Karşılıklı yardımlaşmak.
  • Fık: Bir kocanın, karısını müebbeden mahremi olan birisinin bakması câiz olmayan bir yerine teşbih etmesi.Meselâ, bir adam karıs

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın