REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te layı ifadesini içeren 1088 kelime bulundu...

"icl" meselesi

  • Buzağı olayı. Bu olay İsrailoğullarının Firavun'dan kurtulup Sina Çölüne yerleştikleri zaman yaşandı. Bir ara Mûsa (a.s.) Tur Dağına çıkmış ve orada bir müddet kalmıştı. İsrailoğulları da bu esnâda altından bir buzağı yaptı ve ona tapmaya başladı.

a'ref

  • Pek ma'ruf, çok bilen. Arif.
  • Çok anlayışlı, fazla bilgili.
  • Yelesi ve boynu uzun olan at.

abd

  • Kul, köle, Allah'ın kulu. Mahluk, insan. Hizmetçi. (Hür'ün zıddı). "Abd kelimesi Allah'ın bazı isimleriyle birleştirilerek erkek isimleri meydana getirilir. Abdullah (Allah'ın kulu). Abdulbâki (Ebedi olan Allah'ın kulu) gibi. Bu isimleri taşıyan insanlar buna lâyık olmaya çalışmalıdırlar."

abide

  • Uzun müddet dillerde destan olup kalan beliye ve dâhiye.
  • Bir milletin târihinde büyük bir değeri hâiz olan vak'a.
  • Fesahat ve belâgatı dolayısıyle benzeri söylenemeyen şiir.
  • Tarihte yüksek ve hâkim bir mevkide olan vak'aları veya büyükleri yaşatmak için yapılan bina.

abran

  • Ağlayan, ağlayıcı.

abraş

  • Alaca benekli at.
  • Klorofil azlığından dolayı açık renkte lekeleri olan bitki yaprağı.

acmi / acmî

  • İnce fikirli. Akıllı, anlayışlı.

adab / âdâb

  • (Edeb kelimesinin çoğuludur.) Usul, yol, yordam, davranış kaideleri, terbiye. Ahlâk ve terbiyenin gerektirdiği konuşma ve hareket tarzı. Adaba uymayanlara edepsiz denir."Edipler edepli olmalı" yani yazarlar, edebiyatçılar dine, ahlâka ve terbiyeye uymalı. Aksi halde edebiyatçı adına lâyık olamazlar,

adalet

  • Zulüm etmemek. Herkese hakkını vermek ve lâyık olduğu muâmeleyi yapmak. Mahkeme. Hak kanunlarına uygunluk. Haksızları terbiye etmek. İnsaf. Mâdelet. Dâd. Cenab-ı Hakk'ın emrini emrettiği şekilde tatbik etmek. Suçluya Allah'ın emrini icra etmek.

adalet-i mahza / adâlet-i mahzâ

  • Tam adâlet; "ferdin hukuku hiçbirşey için fedâ edilemez" görüşünde olan adalet anlayışı.

adem-i liyakat / adem-i liyâkat

  • Liyakatsizlik, lâyık olmama.

adem-i vuku

  • Olayın meydana gelmemesi.

afüvv

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Afvı çok olan, günâhlardan, hatâ ve kusurlardan dolayı cezâlandırmayan, günahları affedip amel defterinden silen.

afv-i anil ceraha

  • Huk: Kendisine cinayet yapılmış olan kimsenin, yaralanmadan dolayı malik olduğu kısas, diyet veya hükümet-i adl; yani, ehl-i vukufca tayin edilen diyet hakkını caniye bağışlamasıdır.

ağıt

  • Mersiye. Ölen kimse için söylenen ve onu öven ve üzüntüyü anlatan şiir. Ölen için ağlama. (Müslümanlıkta ölenin arkasından aşırı ağlayıp dövünme iyi değildir.)

ahkam-ı memduha / ahkâm-ı memdûha

  • Yüce ve medhe lâyık hükümler.

ahkam-ı zımniye / ahkâm-ı zımniye

  • Açıkça söylenmeyip dolayısıyla anlatılan hükümler, esaslar.

ahlak-ı ameli / ahlâk-ı amelî / اخلاق عملى

  • Uygulamadaki ahlak anlayışı.

ahlak-ı hamide / ahlâk-ı hamîde

  • Her türlü övgüye lâyık olan güzel ahlâk.

ahlak-ı nazari / ahlâk-ı nazarî / اخلاق نظری

  • Teorideki ahlak anlayışı.

ahmak

  • (Humk. dan) Pek akılsız, sersem, şaşkın. Anlayışsız.

ahmed

  • Daha çok hamdeden.
  • Çok övülmeğe ve medhedilmeğe lâyık.
  • Çok sevilen. Beğenilmiş.
  • Hz. Peygamber'in (A.S.M.) bir ismi.
  • Çok hamdeden, övülmeye en lâyık olan.

ahmed-i bedevi / ahmed-i bedevî

  • (Seyyid) (Hi. 596-675) Mısır'ın en büyük velilerindendir. Hz. Ali neslinden gelir. Bir çok lâkabı vardır. Ona Afrika bedevileri tarzında (yüzü örten peçe) taşıdığından dolayı (el-Bedevi) deniyordu. 626 yılına doğru onda deruni bir tahavvül vukua geldi. Yedi kıraat üzere Kur'an okudu ve Şafii fıkhı t

ahra

  • Daha lâyık, daha münasib, en elverişli.

ahsen-i takvim

  • En güzel kıvama koyma.
  • Cenab-ı Hakkın her şeyi kendisine lâyık en güzel kıvam, sıfat ve surette yaratması. İnsanın en yüksek ve câmi isti'dâd ve kabiliyetlerde ve en güzel surette yaratıldığı.

ahsen-ül halıkin / ahsen-ül hâlıkîn

  • Hâlıkıyyet mertebelerinin en güzel ve en münteha mertebesinde olan bir Hâlık-ı Zülcelal. Her şeyi herşeyle münasebetine lâyık bir tarzda güzel yaratan Hâlık. (C.C.)

ahvezi

  • Cem'edici, toplayıcı.
  • Her işi insanlar arasında halleden.

ajans

  • Her türlü havadisi toplayıp, ilgili mevkilere bildiren kuruluş. (Fransızca)
  • Ticari bir teşekkülün kolu. (Fransızca)

akır / âkır

  • Kısır, verimsiz, kumlu toprak.
  • Çocuksuz kadın.
  • Oğlu veya kızı olmayan erkek.
  • Yaralayan, yaralayıcı.

akkam / akkâm

  • Deve kiralayıcısı, deve ile ücret karşılığında eşya taşıyan adam.
  • Hacca Surre-i Hümayun ile birlikte giden hademe.
  • Çadır mehteri.

akl

  • (Akıl) Men'etmek.
  • Sığınacak yer.
  • Kırmızı mihfe örtüsü.
  • Diyet.
  • İnsanın; hayrı, şerri ve ilimleri anlayan, sebeblerden neticeleri çıkaran ve eserden eser sahibine intikal eden hassası. Düşünme ve anlama kabiliyeti. Zihin, zekâ, tefehhüm, fehim, irade, anlayış, k

alaik

  • (Alayık) Münâsebetler. Alâkalar. Mânialar.

alak

  • Kan. Kızıl veya koyu ve uyuşuk kan.
  • Yapışkan veya ilişken nesne.
  • Hayvanat.
  • Bir işe mülâzemet eylemek.
  • Husumet-i lâzime veya muhabbet-i lâzime. Aşk ve muhabbet eylemek. Bir işe başlayıp o işe devamlı olmak.
  • Bir şeye ilişip tutulmak.
  • Yapışkan, ba

alat-ı cariha / âlât-ı câriha

  • Yaralayıcı âletler.

aliyy

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yüce olan. Mahlûkâtın (yaratılmışların) akıl, ilim (bilgi) ve anlayışlarının erişemediği yücelikte olan.

aluk

  • Arzu.
  • Kendi yavrusundan başka yavruyu emzirmek isteyip yine burnuyla koklayıp emzirmeyen deve.
  • Devenin otladığı ot.
  • Süt.

amürz

  • Afveden, bağışlayıcı. (Farsça)

amürzgar / âmürzgâr / آمرزگار

  • Bağışlayıcı, Tanrı. (Farsça)

amürziş

  • Bağışlayış, afvediş. (Farsça)

apartman-ı ilahi / apartman-ı ilâhî

  • Allah'ın bir apartman gibi birbirini tamamlayıcı çeşitli sistemler tarzında yarattığı kâinat.

arif / ârif

  • Anlayışlı, bilgili.
  • Anlayışlı, sezgili, kavrayışlı.

ariz / âriz

  • Azarlayıcı.

ashab-ı ress / ashâb-ı ress

  • Kur'anda bahsi geçen bir kavim adıdır. Kimler oldukları kati bir şekilde tesbit edilemiyor. Râvilerin ekserisi, peygamberlerine isyan eden ve onu öldürüp kuyuya atan, bundan dolayı da Cenab-ı Hakkın helâk ettiği bir kavim olduğu hakkında ittifak etmektedir. (Furkan Suresi, 38 inci Ayet)

asilane / asilâne

  • Asil olanlara yakışır şekilde. Asil ve neseb sahibine lâyık. (Farsça)

aşk-ı ilahi / aşk-ı ilâhî

  • Allahü teâlâyı çok sevme hâli.

asr-ı evvel

  • İlk asır.
  • Ist: Fey-i zevâle ilâveten, herşeyin gölgesi kendisinin bir misli daha uzadığı zamandan başlayıp, iki misli uzayıncaya kadar süren ikindi vaktidir. (Fey-i zevâl; güneş tam ortada iken, gölgenin uzunluğudur.)

ateşpare-i zeka / ateşpâre-i zekâ

  • Ateş saçan zekâ; çok süratli ve keskin anlayış sahibi.

avam / avâm

  • Amme'nin çoğulu, halk, topluluk.
  • Müctehid (âyet ve hadîslerden şer'î yâni dînî hükümler çıkaran İslâm âlimi) olmayan, mukallid (yâni mezhebinin usûl ve kâidelerini anlayıp taklîd eden).
  • Dînî ilimlerden haberi olmayan câhiller.
  • Olgunlaşmamış, irşâda (öğrenip, aydınlanmaya) muht

ayine

  • Ayna. Mir'ât. Kendisine tecelli ve aksedeni gösteren veya bildiren şey. (Ayna, ışığı aksettirip gösterdiğinden dolayı esmâ-i İlâhiyeyi de bize gösteren ve Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarına âyinelik eden mevcudata da mecazen "âyine" denilmektedir.) (Farsça)
  • Vasıta ve mazhar mânasına da gelebilir.(Farsça)

ayn-el-yakin / ayn-el-yakîn

  • Görerek bilme.
  • Hadîs-i şerîfte bildirilen ihsân (Allahü teâlâyı görüyormuş gibi ibâdet etme) mertebesinde bir ışığın kalbde parlaması. Zamanımızda tarîkata girmiş bir çok kimse, kendilerine tasavvufçu süsü vererek vahdet-i vücudu dillerine almış, bundan yüksek mertebe olmaz sanıyor.

azimet / azîmet

  • Kuvvetli irâde, istek, arzu. Haramlardan, dinde yasak edilen şeylerden sakınmakla berâber, mümkün olduğu kadar ruhsatlardan yâni dinde izin verilen kolaylıklardan uzak durup; evlâyı, en iyi olduğu bildirilenleri, nefse zor gelenleri yapmak; takvâ yol u.

bab / bâb

  • Lâyık, uygun, münasib, elverişli. (Farsça)
  • Hayır, uğur. (Farsça)

babil / bâbil

  • Asurlular devrinde Irak'ta kurulan şehirlerden biri. Bağdat'ın aşağı tarafında bulunan ve büyücülüğünden dolayı, eski edebiyatımızda "Çeh-i Bâbil" olarak yer alan ve birçok dillerin meydana gelmesi bakımından da adı geçen "Bâbil Kulesi"nin bulunduğu ilkçağdan kalma bir şehir.

babil kulesi / bâbil kulesi

  • Tevrat'ın rivayetine göre Hz. Nuh'un (A.S.) oğulları tarafından gökyüzüne ulaşmak için yaptırılmış büyük bir kuledir. Rabbimiz bu kulede çalışmakta olanların dillerini değiştirmiş ve birbirlerini anlamaz hale getirmiştir. Bundan dolayı tamamlanamamış ve 72 dil burada meydana gelmiştir. (Buna "tebelb

bahir / bâhir

  • Yalancı, ahmak.
  • Ekin sulayıcı, sulayan.
  • Belli, açık.
  • Işıklı, parlak, güzel.

bahr-i sükun / bahr-i sükûn

  • (Lût Denizi) Sularının kesif ve dalgasızlığından dolayı bu isim verilmiştir.

bahşayende

  • Bağışlayıcı, afvedici. (Farsça)

bahşayiş

  • Bağışlayış. İhsan. İhsan etmek. Afv. Atiyye. (Farsça)

bakir / bakîr

  • Yensiz gömlek.
  • Sığır sürüsü.
  • Karnı yavrusundan dolayı yarılan deve.

basar

  • (Çoğulu: Ebsâr) Görme duygusu.
  • Kalble hissetme. Kalb gözü.
  • Gözün görmesi.
  • İdrak. Fikir.
  • İlm-i Kelâm'da: Kendi şânına lâyık bir vecih ile Cenab-ı Hakk'ın "görme sıfatı"dır. Kâinatta hiçbir şey O'nun görmesinden hâriçte kalamaz.

basir

  • Basiret sâhibi ve anlayışlı olan. Hakikatları anlayan. En iyi ve en çok anlayışlı. Kalb gözü ile gören.
  • İt, köpek, kelp.

basiret / بصيرت

  • İnce anlayış.

batıniyye / bâtıniyye

  • Kurânın apaçık mânâlarına itibar etmeyip gizli mânalar bulduklarına inanan sapık bir anlayış.

bayin / bâyin

  • (Beyn. den) Aralayıcı. Ayıran. Ayırıcı.
  • Aralayıcı, ayıran, ayırıcı özellik.
  • Aralayıcı, ayırıcı.

bayız

  • (Beyzâ. dan) Yumurtlayıcı, yumurtlayan.

bazık

  • Zeki. Anlayışlı.
  • Üzümün sıkılmış suyu.

beca / becâ

  • Yerinde, münasip, lâyık, uygun, şâyeste. (Farsça)
  • Yerinde, uygun, lâyık.

bed'

  • (Çoğulu: Ebdâ-Büdü') İslâm içinde kazılan kuyu.
  • Evvel, ibtidâ, başlangıç.
  • Hisse, nasip.
  • Başlama, başlayış, ilk.

bede'

  • Başlayış. Başlama. Bir şeyi başkasından evvel işlemek.

behra

  • Ondan dolayı, ona binaen, onun için. (Farsça)

behrek

  • Yaralardan çıkan iltihap. (Farsça)
  • Çok çalışmaktan dolayı el ve ayak derilerinin sertleşmesi, nasırlaşması. (Farsça)

bek'

  • Birbiri ardınca şiddetle vurmak.
  • Karşılayıp istikbâl etmek.

beka-billah / bekâ-billah

  • Dâimâ Allahü teâlâyı anma ve hatırlama hâli üzere olma. Hakîkî kulluk derecesi. Fenâ fillah'tan sonraki makam.

beladir

  • Kadınların kullandıkları altun, gümüş, zümrüt, yakut, elmas gibi süs eşyası. (Farsça)
  • Belâyı def etmek için verilen sadaka. (Farsça)

ben

  • (Bak: Ene) t. Psk: Şuurlu kişiliğimiz. Başlangıçta çocuğun benliği şuurlu değildir. Kendisini başkasından ayıramaz. Fakat canlı olarak ihtiyaç ve istekleri vardır. Benin bu şuursuz haline "alt ben" denir. Kendisi ile başkası arasındaki farkı anlamaya, münasebetler kurmaya, düşünmeğe başlayınca şuurl

bera / berâ

  • İçin, dolayı.

berahin-i mabudiyet / berâhîn-i mâbûdiyet

  • İbadet edilmeye lâyık olmanın delilleri.

beray / berây

  • İçin, dolayı, binâen. (Arabçadaki "Li, li ecli" yerinde bir tâbirdir.) (Farsça)

berçin

  • Toplayıcı. (Farsça)

bere

  • Tıb: Ezilme veya kılcal damarların kopması sonunda kanın, dokular içinde birikmesi ve bundan dolayı meydana gelen morluk. (Türkçe)

berk-endaz

  • Parlayıcı, parıldayıcı. (Farsça)

berk-i zail / berk-i zâil

  • Bir an parlayıp yok olan şimşek.

beşm

  • Çok yemekten dolayı midenin dolması.

bev

  • Geri çekmek.
  • Lâyık olmak.
  • İkrar etmek.

beve'

  • Geri çekmek.
  • İkrar etmek.
  • Lâyık olmak.

bevz

  • Rutubetten dolayı yiyecek ve giyeceklerde meydana gelen yeşil renkte küf. (Farsça)
  • Ağacın, kök kısmına yakın olan yerleri. (Farsça)
  • Eşek arısı. (Farsça)

beyan / beyân

  • Açıklayıp bildirme.

beyanat / beyânât

  • Açıklayıp bildirmeler.

bilistihkak

  • Lâyıkıyla, liyakatı olarak. Hakkıyla. Haklı olarak.

binaberin / binâberin / بنابرین

  • Bunun üzerine, bu sebebe binâen, bundan dolayı. (Farsça)
  • Bundan dolayı, buna dayanarak. (Arapça - Farsça)

binaen / binâen

  • ...den dolayı, ...den ötürü.
  • ...den dolayı, bu sebepten. Mebni ve müstenid olarak. Dayanarak.

binaen ala zalik / binaen ala zâlik

  • Bunun üzerine, bundan dolayı.

binaenalahaza / binâenalâhaza / binâenalâhâzâ

  • Bundan dolayı. Buna binaen.
  • Bundan dolayı, bunun üzerine.
  • Bunun üzerine, bundan dolayı.

binaenaleyh / binâenaleyh / بناء عليه

  • Bundan dolayı, bunun üzerine.
  • Bundan dolayı.
  • Ondan dolayı, onun üzerine, şu halde.
  • Bunun üzerine, ondan dolayı.
  • Bu yüzden, bundan dolayı. (Arapça)

bu'

  • Bir şeyi kucaklayıp çekmek.

büka-yi sürur / bükâ-yi sürûr

  • Sevinçten dolayı akan gözyaşı.

büky

  • Ağlayıcılar, ağlıyanlar.

büluğ

  • Erginlik. Olgunluk. Çocukluk devresini tamamlayıp ergenliğe geçiş. Ergenliğe ulaşan genç, namaz kılmak ve oruç tutmak gibi farzlarla mükellef (yükümlü) olur.
  • Yaklaşıp çatma.

burhanü't-temanü / burhanü't-temânü

  • Kâinatta iki ilâh kabul edildiği takdirde, bunların birbirlerine engel olacakları ve dolayısıyla düzenin bozulacağından hareketle tevhide dair elde edilen delil.

cabir / câbir / جابر

  • Zorlayıcı. (Arapça)

cahb

  • (Çoğulu: Echibe) Ebücehil karpuzu.
  • Korkudan dolayı kederli olmak.

cahil / câhil

  • Allahü teâlâyı unutmuş olan; gâfil, bilgisiz. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
  • İlmiyle amel etmeyen.

cahşe

  • Eşek sıpasının dişisi.
  • Çobanın eline dolayıp eğerdiği ip.

cami

  • İslâm mâbedi. İbadet yeri olan bina.
  • Cem'edici, toplayıcı, içine alan.
  • Cem'etmiş, toplamış bulunan, hâvi ve muhit olan.
  • Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm bütün evvel ve âhir güzel isim ve ahlâkı kendisinde cem'ettiğinden dolayı ona verilen bir isimdir.
  • Ehl-

cami' / câmi' / جَامِعْ

  • Toplayıcı.

camii / câmii

  • Toplayıcı, kapsamlı.

camiiyet / câmiiyet

  • Toplayıcılık.

camiiyyet

  • Câmi'lik, toplayıcılık.
  • Çok şeylerle alâkalılık.
  • Pek ziyâde mânâları ve şeyleri hâvi olmak.

canşikaf / canşikâf

  • Can yaralayıcı, can yırtıcı. (Farsça)

cariye / câriye / جاریه

  • Halayık. (Arapça)

casus

  • (Çoğulu: Cevâsis) Hafiye. Gizli sırları haber veren. Kendi asıl şahsiyetini gizleyip, kendini iyi şahsiyet şeklinde göstererek ve gizli yollarla bir devletin askeri, siyasi ve mâli durumlarına dair haberleri başka bir devlet menfaatına olarak toplayıp bildiren kimse.

cay / cây

  • Değer, layık.

cedir

  • Lâyık, münasib, uygun.
  • Nihâyet, son.
  • Etrafı duvarlı yer.

çehan

  • Damlıyan, damlayıcı. (Farsça)

cehende-gi / cehende-gî

  • Fırlayış, sıçrayış. (Farsça)

cehennem

  • Allah yerine, tabiat, madde, sebepler vb. yaratılmış şeyleri ilâh kabul eden; Allah'a kul olacaklarına, arzularına ve heveslerine, başka insanlara ve mahlukata kul olanların işledikleri cürüm ve suçtan dolayı İlâhi adaletle ceza görecekleri yer. Cehennem'in varlığını bütün geçmiş peygamberler ve onl

celb-i maslahat

  • İyilik, dirlik ve düzeni sağlayıcı, fayda getirici.

celb-i menfaat

  • Menfaat celbedici, çekici, fayda sağlayıcı.

cem-i kuvvet

  • Gücü toplayıp bir araya getirme, güç birliği.

cenb

  • Yan taraf. Koltuk altının aşağısı.
  • Def'etmek, kovmak.
  • Müştak olmak.
  • Bir yere gitmek için bir yere inmek.
  • Birisinin sevdiğinden dolayı kararsız ve muztarib bulunmak.
  • Büyük ve çok olan.
  • Engin taraf.
  • Şetmetmek, söğmek.

cenef

  • Hata ve cehilden dolayı haktan meyletmek.
  • Zulmetmek.

cerbeze

  • Aldatıcı sözlerle kurnazlık etme. Fazla sözlerle aldatıcılık. Haklı ve haksız sözlerle hakikatı gizleme.
  • Beceriklilik, fetânet ile temyiz ve cesaret-i mutedile ve kuvvet-i idareden ibâret olan sıfat-ı zihniye. (Bu kelime, Arabçada: Hilekârlık, kurnazlık gibi aşağılayıcı bir mânâda ku

ceref

  • Bir kimsenin, kederden dolayı tükrüğünü yutkunup durması.

cerh

  • Yara.
  • Baş ve yüzden başka uzuvlardan birisini yaralamak.
  • Bir kimseye söğmek. Taan etmek. Sözle gönül incitmek.
  • Birisinin fikrini çürütüp kabul etmemek.
  • Şahid, yalancı ve fâsık olduğundan dolayı mahkemede hâkimin şâhidin şehâdetini reddetmesi.
  • Kesb u kâ

cerrar

  • Cer yapan, para toplayan.
  • Yavaş yavaş giden asker alayı veya ordusu. Harp âletleri ile cihazlanmış ordu.
  • Desti satıcısı.
  • Ağır ağır giden.
  • Traktör.

cesa

  • Bir kimsenin elinin, çalışmaktan dolayı iri ve katı olması.

çespan

  • Lâyık, uygun, münasib, muvafık, yakışır.

çespide

  • Lâyık, uygun münasib, muvafık, yakışır. (Farsça)

cest

  • Sıçrayış, atlayış. (Farsça)

ceste

  • Azar azar, bir parça. (Farsça)
  • Sıçrayış, atlayış. Hatve. (Farsça)

ceva'

  • Geniş.
  • Hasta.
  • Kokmuş su.
  • Aşktan, gamdan veya tasadan dolayı kalbin yanması.

cevami / cevâmî

  • Toplayıcı olan şeyler.

cevari / cevârî / جواری

  • Halayıklar. (Arapça)

cevdet-i fehm

  • Fehm ve anlayış üstünlük ve iyiliği.

cevvaz

  • Malı toplayıp hayır ve tasadduk etmeyen kimse.

cevz

  • Malı toplayıp kimseye hayır ve sadaka etmemek.
  • Sallana sallana yürümek.

ceyar

  • Gadaptan ve açlıktan dolayı göğüste olan hararet.

cez'

  • Ağlayıp sızlama, ümitsizliğe düşme.

ceza'

  • Hüzünle ağlayıp sızlanmak. Sabırsızlık yüzünden telâş ve teessür göstermek.
  • Ağlayıp sızlanma.

cezbe

  • Çekme, çekilme. Allahü teâlânın sevdiği bir kulu kendisine çekmesi, yüksek derecelere kavuşturması. Bu da nefsi terbiye ederek, Allahü teâlâyı çok anmakla olur.
  • Tas: Meczubiyet, istiğrak. Allah'ı hatırlayıp Allah sevgisi ile kendinden geçer bir hale gelme.

ciar

  • Ucunu bir kazığa bağlayıp bir ucunu da beline bağlayıp kuyuya inilen ip.

cid

  • Gerdan. Süslemeye lâyık boyun. Güzel boyun.

cimar

  • Toplu kabile.
  • Süvari alayı.

çinende

  • Devşiren, toplayan, toplayıcı. (Farsça)

cirşab

  • Hasta olduktan sonra zayıflayıp gövdede çıban çıkmak.

cüdera'

  • (Tekili: Cedir) Yakışanlar. Lâyık olanlar, liyâkat sahibi olanlar.

cümle-i mu'tarıza

  • Parantez içinde bulunan cümle, açıklayıcı mahiyetteki cümle. Ara cümlecik.

cümle-i tefsiriye

  • (Cümle-i müfessire) "Yâni, meselâ" gibi sözlerle başlayıp önceki cümleyi açıklayan cümle.

cümre

  • Süvari alayı, bin atlı cemaat.

çünki

  • Zira, şundan dolayı ki, şuna binaen ki, şu sebebden ki. (Farsça)

cürf

  • Dere kenarında selin dibini yalayıp oymuş olduğu bıçık üzerinde kalan toprak veya çamur çıkıntısıdır ki, her an için yıkılıp çökmeğe hazır bir vaziyette bulunur.
  • Estiyan adı verilen bir ot.

cüşa'

  • Çok yemekten dolayı genirmek.

cüz'i hadise-i şer'iye / cüz'î hâdise-i şer'iye

  • Şeriatın ferdî, bireysel meselesi, olayı.

dabb

  • (Çoğulu: Dıbâb-Edubb) Keler, kertenkele.
  • Yaraya merhem sürmek.
  • Akmak.
  • Süt sağmak.
  • Yere yapışmak.
  • Dudakta olan bir hastalık (çatlayıp kan akar).
  • Hurma çiçeği.

dada

  • Halayık. Çocuk bakıcı. Dadı. (Farsça)

dagas

  • Çok yemekten dolayı midenin dolması.

dakk

  • Vurmak.
  • Çekmek. Çok yemekten dolayı vücudun ağırlaşması.
  • Kapı çalma.

dakvan

  • Sütü çok içtiğinden dolayı bedeni ağırlaşan kuzu.

dar-ün nedve / dâr-ün nedve

  • Müslümanlıktan evvel, Kureyş kabilesinin münakaşalar için toplandığı bir yerin adı olup, Kusey ibn-i Kilâb tarafından kurulmuştur. (Sonradan Hz. Muhammed'e (A.S.M.) karşı bulunanların toplanmalarından dolayı fesat ve münafıkların toplandıkları yer mânâsına kullanılmaya başlanmıştır.)

daras

  • Ekşi yemekten dolayı dişin kamaşması.

debub

  • Semizlik ve şişmanlığından dolayı yürüyemeyen deve.

def'-i bela / def'-i belâ / دَفْعِ بَلَا

  • Belâyı savma, uzaklaştırma.

deha

  • Çok akıllılık. Zekiliğin ve anlayışlılığın son derecesi. İleri görüşlülük, geniş ve çok güzel fikir sâhibi olmak.
  • Olağanüstü zeka ve anlayış kabiliyeti.
  • Olağanüstü zeka sahibi kimse.

dehaet

  • Dahilik, dehâ sahibi olma. Zekilikte, anlayışlılıkta çok yüksek olma.

delail-i sıdk / delâil-i sıdk

  • Doğrulayıcı deliller.

derecat-ı fehim / derecât-ı fehim

  • Anlayış dereceleri.

derece-i fehim ve edeb

  • Anlayış ve edep seviyesi.

derece-i fehm

  • Anlayış derecesi.

derece-i hürmet

  • Hürmet ve saygıya lâyık mertebe, derece.

derem

  • Baldır etli olduğundan dolayı topuğun görünmeyip belirsiz olması ve sâir kemiklerin etlilikten belirmeyip örtülmesi.
  • Ağızdan dişlerin dökülüp yerini et bürüyüp belirsiz olması.
  • Davarın yavaş yürüyüp adımlarını birbirine yakın atması.

derhor / درخور

  • Lâyık, münasib, uygun, yakışır, derhuş, sezâ, şâyeste. (Derhurd da denir.) (Farsça)
  • Layık. (Farsça)

derhuş

  • Derhor, lâyık, münasip, muvafık, uygun, yakışır, şayeste. (Farsça)

derr

  • İyi iş. İyilik. Mahz-ı hayır.
  • Zat, kimse. Hod. Nefs. Bir kimsenin zâtı.
  • Yüzün tazeliğinin, teravetinin hastalıktan dolayı gitmesinden sonra, iyi olup düzelmesi.

derrak / derrâk / دراک

  • (Derk. den) Çok dikkatli olan, çabuk anlayan, anlayışlı, müdrik.
  • Anlayışlı. (Arapça)

deryab

  • Akıllı, anlayışlı, müdrik. (Farsça)

dirayetli

  • Kavrayışlı, zeki, bilgili, anlayışlı.

dühat

  • Akıllılar. Akılda çok ileri olanlar. Dehâ sâhibi. Son derece anlayışlı ve zekâ sahibi olanlar.

dumur

  • Bir uzvun maddi veya mânevi kabiliyetinin körelmesi. Gıdasızlıktan dolayı bir uzvun kuruyup kalması. Helâk. Körelmek.
  • Bir yere izinsiz gitmek.

ebdan

  • Kavim, aşiret, kabile. (Farsça)
  • Şayeste, lâyık, münâsib, muvafık, uygun. (Farsça)

ebes

  • Çok süt içmekten dolayı midede ve karında meydana gelen şiş.

ebleh

  • Aklı az, anlayışı kıt, ahmak.

ebs

  • Sütü çok içmekten dolayı karnı şişmek.

ebu-t-turab

  • Hz. Alinin (R.A.) bir lâkabı. (Bu isim Hz. Ali Radiyallahu anh, toprak üzerine oturduğu veya yattığından dolayı tevâzuuna işareten Peygamber Efendimiz (A.S.M.) tarafından verilmiştir.)

ecl

  • İllet, sebeb, cihet. İçin, dolayı... den. Arabçada "Li" ilâve ederek kullanılır. Meselâ: Li-eclillâh : Allah için, Allah rızası için.

efdal

  • Daha faziletli, daha lâyık, daha iyi.

efekk

  • Zayıflıktan dolayı omuzu mafsaldan ayrılmış olan kimse.

efham / efhâm

  • Anlayışlar, zihinler, anlamalar.
  • Anlayışlar, idrakler.

efhem

  • Anlayışlı, kolay anlayan.

egbiya

  • (Gabi. den) Gabiler. Akılsızlar. Anlayışı kıt olanlar.

ehl-i hak ve zekavet / ehl-i hak ve zekâvet

  • Doğru yoldan olan ve çabuk anlayıp kavrayan zekî kimseler.

ehl-i hal / ehl-i hâl

  • Hâlden anlayıp, duruma göre idâre eden kimse. İlâhi tecellilere ve mânevi feyze mazhar olan. (Farsça)

ehl-i sevap

  • Allah tarafından mükâfata lâyık görülenler.

ehliyet

  • İktidar, layık olma, hak etme.

el-hak

  • Hakkın ta kendisi. Tam doğrusu. Tam gerçekten.
  • Hakkı, hakkı ile izhar ve beyan eden.
  • Varlığı hiç değişmeyen, ibadete lâyık ve her hakkın sahibi, Allah (C.C.) Âdil-i Mutlak ve Vacib-i lizâtihi.

elhamdü lillahi ala kemali'l-iman / elhamdü lillâhi alâ kemâli'l-îmân

  • Mükemmel imandan dolayı Allah'a hamdolsun.

elhamdü lillahi ala ni'meti'l-iman / elhamdü lillâhi alâ ni'meti'l-iman

  • İman nimetinden dolayı Allah'a hamdolsun.

elyak / elyâk / اَلْيَقْ

  • Daha lâyık.
  • Daha münâsib. Daha lâyık.
  • Daha lâyık.
  • En layık.

emr-i cebri / emr-i cebrî / اَمْرِ جَبْر۪ي

  • Zorlayıcı emir.

emr-i vaki' / emr-i vâki'

  • Beklenilmeyen iş, sürpriz. Zorlayıcı bir baskı ile bir işi yapmaya mecbur etmek.

en-nur

  • Cenab-ı Hakk'ın her çeşit nurun Halik'ı olması ve onlara nur vermesi dolayısıyla bir ismi.

enflasyon

  • Piyasaya gerektiğinden fazla kâğıt para çıkartmaktan dolayı paranın değeri düşüp fiyatların yükselmesi. (Fransızca)

engare

  • Tamamlanmayan, eksik kalan iş, nakış veya taslak. (Farsça)
  • Hikâye, efsâne, roman, kıssa. (Farsça)
  • Başdan geçen bir olayı tekrarlama. (Farsça)
  • Hesap defteri. (Farsça)
  • Utanarak geri geri çekilme. (Farsça)

enseb

  • En lâyık, çok münasib, tam yerinde.

enteresan

  • Alâka çekici, dikkate lâyık, nazarı celbedici. Câlib-i dikkat. (Fransızca)

er'as

  • Zayıflığından veya yorulduğundan dolayı yab yab yürüyen kişi.

erek

  • Misvak ağacını çok yediğinden dolayı devenin karnı incinmek.

erfak

  • En ziyade yumuşak.
  • Arkadaş, refik olmaya en çok lâyık, elyak.

ermagan

  • Armağan, hediye. Bir kimseye bir işteki muvaffakiyetinden dolayı verilen hediye. (Farsça)

erş

  • Fesat, niza, ihtilaf, rüşvet.
  • Fışkırmak.
  • Tırmalamak.
  • Fık: Yaralanan veya kesilen bir uzuvdan dolayı verilmesi lâzım gelen diyet.

erzan / erzân / ارزان

  • Ucuz, değeri düşük, pahalı olmayan. (Farsça)
  • Lâyık, münâsib, muvafık, elyâk, şâyân, müstehak, uygun, yerinde. (Farsça)
  • Ucuz. (Farsça)
  • Yaraşır, layık. (Farsça)

erzani / erzanî

  • Ucuzluk. (Farsça)
  • Lâyıklık, liyakat, münasiblik, muvafakat, uygunluk. (Farsça)

esbab-ı mücbire / esbâb-ı mücbire / اسباب مجبره

  • Zorlayıcı sebepler.

esbabperest

  • Allah'ı unutarak sebeblere haddinden ziyade değer veren. Her şeyi bir sebebe bağlayıp, Allah'ın fâil ve her şeyin hâkimi olduğunu inkâr eden veya ona kıymet vermek istemeyen.

esfel-i safilin / esfel-i sâfilîn

  • En aşağı yer. Zaiflik, yaşlılık, boy bos, akıl ve anlayışın gidip çocuk gibi olmak, amel ve iş yapmaktan kesilip, sevâb kazanacak bir şey yapamaz hâle gelmek, erzel-i ömür. Cehennem'in aşağısı.

eshel-i umur

  • İşlerin en kolayı.

eşk-i şadi / eşk-i şâdi

  • Sevinçle ağlayış. Sevinçten dökülen gözyaşı.

eşk-i tarab

  • Sevinçten dolayı akan gözyaşı.

eşk-i teessür

  • Teessürden dolayı akan gözyaşı.

esliha-i cariha / esliha-i câriha

  • Yaralayıcı, cerh edici silâhlar. (Kılıç, kama, hançer, bıçak... gibi silahlardır).

eşmel

  • Çok kaplayıcı.

evliya / evliyâ

  • Velî kelimesinin çoğuludur.
  • Dostlar.
  • Allahü teâlânın sevgili kulları, nefsin esâretinden kurtulup, sözleri, işleri ve hareketleri İslâmiyet'e uygun olanlar, devamlı Allahü teâlâyı hatırlayıp, ananlar.

ezder

  • Münâsib, muvâfık, yaraşır, lâyık. (Farsça)

ezhan-ı nas

  • İnsanların zihinleri, fikirleri, anlayışları.

ezka

  • En anlayışlı. En zeki.

ezkiya

  • (Tekili: Zeki) Çabuk ve güzel anlayışlı kimseler. Keskin zekâlılar.

fahamet / fahâmet

  • Anlayışlılık.

fahim / fâhim

  • Akıllı. Anlayışlı.
  • Anlayışlı.

fakahet

  • Şeriat bilgisinde âlimlik. Fıkıh bilgisinde mütehassıslık. Anlayışlı olmak.

fakih

  • Fıkıh ilmini bilen. İslâm hukukçusu.
  • Zeki, anlayışlı kimse.

faraziye

  • (Hipotez) Var sayma, kabul. Bir hâdiseyi, bir olayı açıklamak, bir düşünceyi isbat etmek için isbatı yapılmamış başka düşünceleri dayanak olarak alma. Müsbet ilimlerde araştırmanın bir merhalesini meydana getirir. İncelenen hâdiseyi açıklaması muhtemel olan faraziyeler düşünülür. Faraziyenin doğrulu

faris

  • İran. İranlı.
  • Binici, süvâri.
  • Ferasetli, anlayışlı.
  • İrandaki Şiraz vilâyeti.

fasıla / fâsıla / فاصله

  • Ara. (Arapça)
  • Aralayıcı. (Arapça)
  • Uzaklık. (Arapça)

fatanet

  • (Fetânet) Zihin açıklığı. Çabuk kavrayış ve anlayış. Sağlam anlayış. Fıtnetlik.
  • Müteyakkız oluş.
  • Peygamberlerin sıfatlarından biridir.

fatin

  • (Fıtnat. dan) Anlayışlı, akıllı, zeki, uyanık.

fatin-ül asr

  • Asrın en zeki, anlayışlı ve akıllısı.

fatinü'l-asır

  • Yaşadığı asrın en keskin zekâya ve anlayışına sahip kişisi.

fazıl-ı muhterem / fâzıl-ı muhterem

  • Saygı ve hürmete lâyık ve çok faziletli kişi.

febinaen ala zalik / febinaen alâ zâlik

  • Buna binaen, bundan dolayı.

fec'

  • Bir kimsenin, musibetten dolayı elemli olması.
  • İncinmek.
  • Tasalı olmak, kederli ve hüzünlü oluş.

fehem

  • (Fehim - Fehm) Anlayış. Zihnen kavrayış.

fehham

  • Çok anlayışlı, pek zeki, en çok anlayan.

fehim / fehîm / فهيم / فَهِمْ

  • Anlayış, kavrayış.
  • (Fehm. den) Anlayışlı, akıllı, zeki (kimse.)
  • Anlayışlı. (Arapça)
  • Anlama, anlayış.

fehm

  • Anlayış, kavrayış.
  • Anlayış; iyiyi kötüden ayıran anlama kuvveti.
  • Anlayış.

fehm-i kàsır

  • Kısa anlayış.

fehm-i uluhiyet / fehm-i ulûhiyet

  • Cenâb-ı Allah'ın ilahlığını anlama; İlâhlık anlayışı.

fek'

  • Üzüntü veya kızgınlıktan dolayı başını aşağı eğip, nereye gittiğini bilmeden gitmek.

fekahet

  • Fıkıh ilminde âlimlik, anlayışlılık.

feltut

  • Küçüklüğünden dolayı iki tarafı gelip birleşmiyen elbise.

fena / fenâ

  • Tasavvuf ilminde bir terim. Kendini yok görmek. Mâsivâyı, Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmak, mahlûkların (yaratılmışların) sevgi ve düşüncesini gönülden çıkarmak. Allahü teâlâyı çok zikir (anma) netîcesinde meydana gelen kendini unutma hâli.

fena fillah / fenâ fillah

  • Kalbin yalnız Allahü teâlâyı sevmesi, O'nun beğendiği şeylerde fâni olmak yâni O'nun sevdiklerini sevmek O'nun sevdiklerini kendi için sevgili bilmek.

fened

  • Yalan söz.
  • İhtiyarlıktan dolayı aklın zayıflaması.

ferahur

  • Uygun, lâyık, münasib. (Farsça)

feraset / ferâset / فِرَاسَتْ

  • (Bak: Firâset) Anlayışlılık, çabuk seziş. (Aslı firâsettir)
  • Anlayış.
  • Keskin anlayış.

feryad ü figan

  • Bağırıp çağırma, ağlayıp sızlama.

fetanet / fetânet

  • Zihin açıklığı, çabuk kavrayış ve anlayış.
  • Peygamberlerde bulunması lâzım olan sıfatlarından biri. Peygamberlerin; bütün insanların en akıllısı, en zekîsi ve en anlayışlısı olmaları.

fetik

  • Dülger.
  • Sabah.
  • Parlayıcı nesne, parlak olan şey.

fettah / fettâh

  • Herşeyi lâyık olduğu şekil ve suretlerde açan, fetihler ve açılımlar müyesser eden Allah.

fettahiyet / fettâhiyet

  • Fethedicilik; Allah'ın her şeye lâyık bir şekil ve suret verme sıfatı.

fettahiyyet

  • Fethedicilik. Her şeye lâyık bir şekil açmak ve suret vermek sıfatı.

fidye

  • Bir şeyin yerine geçmek üzere verilen bedel.
  • Çok yaşlı ve hasta olan kimsenin tutamadığı oruç, ölüm hastalığına yakalananın kılamadığı namaz, vefât etmiş kimsenin namaz ve oruç borçları için ve hacda, ihramlının hastalık özründen dolayı ihramın bâzı yasaklarını işlemesine karşılık vermesi ge

figan / figân

  • Ağlayıp sızlama, bağırıp çağırma. (Farsça)

fıkıh

  • (Fıkh) Derin ve ince anlayış. Bir şeyi, hakkı ile, künhü ile bilmek. İnsanlar arasındaki ilişkilerle ilgili olarak dinî hükümleri ayrıntılı delilleriyle bilmek. Müslümanlar, müslüman olmaları itibariyle Allah'ın emirlerine tâbidirler, uyarlar. Fıkıh ilmi, hangi şartlarda Allah'ın hangi emrin
  • İnce anlayış, islâm hukuku.

fıkıh-fıkh

  • Bir şeyi anlayıp bilme,
  • Şeriat ilmi, şeriatın usül ve hükümleri, amelî ve şer'î meseleler bilgisi. Hukuk bilgisi.

firaset / firâset

  • Zihin uyanıklığı. Bir şeyi çabukça anlayış kabiliyeti. Bir kimsenin ahlâk ve istidadını yüzünden anlamak. Firasetin bir nev'i, sebebini anlamadan ve ilham eseri olarak vücuda gelen seziştir. Diğer nev'i ise kesbîdir. Muhtelif huy ve tabiatları bilmek neticesinde hâsıl olur.
  • Yiğitlik.
  • Anlayışlı, çabuk seziş,
  • Binicilik, at yetiştirme bilgisi.
  • Yiğitlik, mertlik.

fıtne

  • Akıllılık. İdrak ve anlayışı kuvvetli olmak.

fizar / fîzâr

  • Ağlayıp inlemek. Sesli ağlamak. (Farsça)
  • Ağlayıp inleme.

füruzan

  • Parlak, parlayıcı, parlayan. (Farsça)

gabavet / gabâvet

  • Ahmaklık, anlayışsızlık, bönlük, kalın kafalılık. (Fıtnetin zıddı)
  • Anlayıştaki kıtlık, zayıflık.
  • Anlayışsızlık, kalın kafalılık.

gabi / gabî / غَب۪ي

  • Anlayışsız, ahmak, bön.
  • Anlayışı kıt, zekâsı az.
  • Anlayışı kıt.
  • Anlayışı kıt.

gaffar / gaffâr / غفار

  • (Gufran. dan) Günahları örten, günahları bağışlayıcı. Mağfireti çok.
  • Kullarının günahlarını afveden Cenâb-ı Hak (C.C.)
  • Bağışlayıcı Tanrı. (Arapça)

gafil / gâfil

  • Gaflette olan. Allahü teâlâyı, emir ve yasaklarını unutan kimse.

gaflet

  • Nefsin arzularına uyarak, Allahü teâlâyı, emir ve yasaklarını unutma hâli.

gafur / gafûr / غفور

  • Bağışlayıcı. (Arapça)

gamre

  • (Çoğulu: Gamerât) Tecrübesizlik, görgüsüzlük, anlayışsızlık.
  • İzdiham, kalabalık.
  • Fenalığa dalmak.
  • Şiddet.
  • Zahmet.

gamt

  • Çok yemekten dolayı midenin şişmesi.
  • Ağırlık olmak.

gayretkeş

  • Çalışkan, çabalayıcı.
  • Bir tarafı tutan, taraftar.
  • Kıskanç.

gazir

  • Mülâyim, yumuşak. Nâzik, uysal.

gazz

  • (Gadd) Utancından dolayı önüne bakmak.
  • Bir şeyin miktarını eksiltmek.
  • Hurmanın tomurcuğu.
  • Zerafet sâhibi.
  • Yeni buzağı.

geçmiş olsun makamı

  • Bir kişinin başına gelen sıkıntıdan dolayı "geçmiş olsun" deme konumu.

gedikli

  • t. Tar: Yeniçeri efradı arasında eskilikleri dolayısıyla imtiyazlı olanlar. Bunlar diğer yeniçerilerden ayrılmak için bellerine seraser denilen kumaştan kuşak sararlardı.
  • Yıkık, çentikli ve düşük yeri olan.
  • Mülk olduğu halde vakfa ait bir tarafı olan.
  • Deniz assubayı k

gerda-gird / gerdâ-gird

  • Fırdolayı. (Farsça)

gevden

  • Sersem, ahmak, şaşkın, anlayışsız. (Farsça)

gılale

  • (Çoğulu: Galâyil) Zırh altına giyilen kısa gömlek.
  • Küçük kaftan zıbını.

girda-gird

  • Fırdolayı, çepeçevre. (Farsça)

girdagird / girdâgird / گرداگرد

  • Çepeçevre, fırdolayı. (Farsça)

girye / گریه

  • Ağlama, ağlayış. (Farsça)

girye-i şadi / girye-i şâdî

  • Sevinçten dolayı olan ağlama. Sevinç gözyaşı.

girye-nak

  • Ağlayan, gözyaşı döken. Ağlayıcı. (Farsça)

grev

  • İşçilerin isteklerini işverene kabul ettirmek için, işlerini hep birlikte bırakmaları.İslâmiyette işçi hakları çok ciddi korunmakla beraber, grev ve benzeri hareketlere başvurulması istenmez. Çünki grev, millî gelire zarar verdiği gibi, sosyal grupları doğurmakla boğuşmalarına ve dolayısıyla da mill (Fransızca)

guful

  • Dikkatsizlikten veya şaşırmaktan dolayı bir işte hata yapma.

gürbüz

  • Yaşından fazla gösterişli, serpilmiş, vücutlu, genç irisi. (Farsça)
  • Cerbezeli. (Farsça)
  • Anlayışlı. İdrakli. (Farsça)
  • Kahraman, yiğit. (Farsça)

güzel telakki etmek / güzel telâkki etmek

  • Güzel karşılayıp anlamak, kabullenmek.

habat

  • Vücuttaki bir yara iyileştikten veya vücuda bir sopa ile vurulduktan sonra bedende kalan iz.
  • Davarın çok yemekten dolayı karnının şişmesi.

habc

  • Devenin ot yemekten dolayı karnının şişmesi.
  • Vurmak.

hacb

  • İslâm mîrâs hukûkunda bir vârisi (hisse sâhibini) diğer bir vârisin bulunmasından dolayı kısmen veya tamâmen mîrastan menetmek. Bir vârisi mîrâstan kısmen (payının azalması şekliyle) mahrûm etmeğe hacb-i noksan, mîrastan hiç alamamak şeklinde mahrûm etmeğe hacb-i hirman denir.

hacıyatmaz

  • Dibindeki ağırlıktan dolayı yere ne şekilde bırakılırsa bırakılsın, dik bir durum alan oyuncak.
  • Mc: Zor durumlarda kendisini çabucak toparlamayı beceren kişi.

hadd-i şürb

  • Fık: Az veya çok miktarda şarap (alkollü içki) içilmesinden dolayı uygulanacak ceza.

haddas

  • (Hads. den) Anlayışlı, zeki, çabuk kavrayan.

hadis / hadîs

  • Her söylenişinde yeni haber gibi dinlenmeğe lâyık. Peygamberimizin (A.S.M.) sözü, emri ve hareketi. Sünnet-i Nebeviyye. Hadisten bahseden ilim.

hadis-i hasen / hadîs-i hasen

  • Bildirenler (râvîler) sâdık (doğru) ve emîn (güvenilir) olmakla beraber hâfızası, anlayışı sahîh hadîsleri bildirenler kadar kuvvetli olmayan kimselerin bildirdiği hadîs-i şerîfler.

hadise-i adliye

  • Yargılama olayı.

hadise-i bereket / hâdise-i bereket

  • Bereket hâdisesi, olayı.

hadise-i cevviye / hâdise-i cevviye

  • Hava olayı; yağmur, kar gibi.

hadise-i ihanet / hâdise-i ihanet

  • İhanet olayı, haksız yere hakaret etme, aşağılama olayı.

hadise-i inayet / hâdise-i inâyet

  • Yardım, ihsan olayı.

hadise-i rahmet / hâdise-i rahmet

  • İlâhî şefkat, merhametin göründüğü yağmur olayı.

hads / حَدْسْ

  • Ânî ve doğru anlayış.

hads-i kalbi / hads-i kalbî / حَدْسِ قَلْبِي

  • Kalbe ait ani ve doğru anlayış.

hads-i sadık / hads-i sâdık / حَدْسِ صَادِقْ

  • Âni ve doğru anlayış.
  • Âni ve doğru anlayış.

hadsen / حَدْسًا

  • Âni ve doğru anlayışla.

hafi / hafî

  • Gizli. Açıkta olmayan. Saklı.
  • Fık: Sigasından dolayı değil, bir ârızadan dolayı mânası kapalı kalan lafız.

hafz

  • Aşırı olmama hali.
  • Refah ve ferahlık. Huzur ve rahat.
  • Yavaş yavaş mülayim yürüyüş, itidal. Alçak.
  • Kelimenin son harfini esre, yâni "i" diye okumak.
  • Sözü boğaz içinden söylemek.

hak

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Vâcib-ül-vücûd yâni varlığı lâzım olan, hiç yok olmayan, dâimâ var olan ve kendisinden başkası yaratmaya lâyık olmayan.
  • İslâmiyet.
  • Gerçek, doğru.
  • Alacak.
  • Pay, hisse.
  • Hâtır, hürmet.
  • İnsanı

hak tarikatler / hak tarîkatler

  • Ehl-i sünnet anlayışını benimseyen, İslam'ın temel esaslarını uygulayan ve mânevî bir silsileye sahip mürşidler tarafından temsil edilen tarîkatler.

hakaretamiz / hakaretâmiz / حقارت آميز

  • Aşağılayıcı. (Arapça - Farsça)

hakik / hakîk

  • Haklı, hak sahibi olan.
  • Müstehak, lâyık, münasib.

hakikat-i camia / hakîkat-i câmia

  • Toplayıcı hakîkat. Tasavvufta kalb.

hakikat-i vakıa

  • Olayın gerçekliği.

hakim-i hafiz / hâkim-i hafîz

  • Herşeye hükmeden ve herşeyi saklayıp koruyan Allah.

halaat / halâat

  • Yüzsüzlük, utanmazlık, hayâsızlık.
  • Kötülüğünden dolayı ailesi ve cemaatı kendisinden ayrılan kimse.

halaik / halâik / خلائق

  • (Tekili: Halayık) (Halk) Mahlukat. Yaratılmışlar.
  • Huylar. Tabiatlar.
  • Yaratıklar. (Arapça)
  • Halayık. (Arapça)

halat-ı telakki / hâlât-ı telakkî / حاَلَاتِ تَلَقِّي

  • Kabul etme, anlayış halleri.

halika

  • (Çoğulu: Halayık) Tabiat, mahlukât.

hall

  • Çözme. Çözülme. Karışık bir mes'elenin içinden çıkma.
  • Anlayıp karar vermek. Neticelendirmek.
  • Susam yağı.
  • Ezmek.
  • Açmak.
  • Dühul etmek, girmek.

hamaid

  • (Tekili: Hamîde) Bir kimsenin medhedilmeğe lâyık olan işleri.

hamakat

  • Ahmaklık. Budalalık. Bönlük. Anlayışsızlık.

hamer

  • Davarın arpa yemekten dolayı içinin ve ağzının kokması.

hamile / hamîle

  • Sıklığından dolayı birbirine girmiş olan ağaçlar.
  • Ağaç ve ot bitmiş kumlu yer.
  • Döşek çarşafı.

hamiş / hâmiş

  • Hâşiye, açıklayıcı not.

hanin

  • Fazla istekten dolayı inleyiş, şiddetli ağlayış. Sızlanmak.
  • Şevk ve arzu.

hanin-ül ciz'

  • Kuru direğin inleyip ağlayışı. Hurma kütüğünün inlemesi.

hannan-ı mennan / hannân-ı mennân

  • Rahmetlerin en hoş cilvesini kullarına bağışlayan ve sonsuz minnete lâyık olduğunu gösterecek şekilde kullarını nimetlendiren Allah.

harak

  • Korkudan veya utanmaktan dolayı dehşet içinde kalmak.

haram li gayrihi / harâm li gayrihi

  • Aslı harâm olmayıp, sonradan hâsıl olan bir sebepten dolayı harâm olan şey.

haraz

  • Tasadan veya aşktan dolayı zayıflayan.

haremeyn

  • Hürmete ve saygıya lâyık iki belde. Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevverenin ikisine verilen ad. Mekke-i mükerremede Kâbe-i muazzama, Medîne-i münevverede sevgili Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek kabr-i şerîfi bulunduğu için her ikisine saygı ve hürmet duyulması gereken yer mânâ

hari / harî

  • Müstehak, lâyık.

hasb

  • (Haseb) Birisinin sülâlesi cihetinden iftihar yolu ile saydığı iyilik. Mal, din, millet. Kerem, fiil ve amelde yüksek şeref, iyi iş, sâlih amel. Şeref, asalet, şan, kadr ve haysiyet.
  • Dolayı, cihetiyle, gereğince.
  • Göre, dolayı, için, cihetiyle.

hasb-el beşeriyye

  • İnsanlık hali olarak, insanlık dolayısıyla.

hasbel icab

  • (Hasb-el icâb) Durum icabı olarak, hâl ve durum iktiza ettiği için, durum dolayısıyla.

hasbel iktiza

  • (Hasb-el iktizâ) İktiza ettiği için, gerektiğinden dolayı.

hasbelbeşeriyye

  • İnsanlık dolayısıyla.

hasbelkader

  • Kaderden dolayı.

haseb

  • Dolayı, sebebi, gereği.

hasebiyle

  • Dolayısıyla, -den ötürü.

hasen hadis / hasen hadîs

  • Bildirenler sâdık (doğru) ve emîn (güvenilir) olup, fakat hâfızası (anlayışı) sahîh hadîsleri bildirenler kadar kuvvetli olmayan râvîlerin, kimselerin bildirdiği hadîs-i şerîf.

haşeviyye

  • Allahü teâlâyı mahlûklara,yaratıklarına benzeten, madde, cism diyen bozuk fırka, topluluk.

haşiye / hâşiye

  • Dipnot, açıklayıcı not.

haslet-i hamide

  • Medih ve senâ edilmeğe, övülmeğe lâyık olan güzel ahlâk ve haslet.

haşmet

  • (Hışmet) Kendisine tabi olanlardan dolayı, "haşem" den olan, büyüklük ve heybet. Tantana-i azamet. Hürmetten gelen çekinme.
  • Hiddet, kızgınlık.
  • Alçak gönüllülük.

haşr ü neşr

  • Toplayıp dağılma, haşir neşir.

hasret

  • Özleyiş. İç çekme. Bir şeyi çok isteyip, arzulayıp ona kavuşamamaktan gelen üzüntü.

hasur

  • Mânevi mücahededen dolayı kadınlara yaklaşmaya rağbet etmeyen.
  • Sır saklayan. Keder ve üzüntüden gönlü daralan, tasadan içi sıkılan.
  • Çok bahil kimse. (Halkla yer ve içer, birşey vermez)
  • Oğlu ve kızı olmayan.
  • Avrete cimâ edemeyen.
  • İhlili dar olan deve.

hatem

  • Kırılmış olan şey.
  • Hayvanın çok yaşamaktan dolayı zayıf olması.

hatım

  • Kırıcı, ufalayıcı.

havamis-i süleymaniye

  • Tar: Süleymaniye Medresesini teşkil eden medreselerden beşinin müderrisine verilen ünvan. İlk zamanlarda havamis namı altında beş medrese ve beş aded de müderris bulunurken daha sonraları müderrislerin sayıları arttırılmış ve bundan dolayı "havamis" kelimesi de "hamise"ye kalbolunmuştur. Havamis med

havaric / havâric

  • Sapık bir anlayışın sahibi olan Haricîler.

havsala / حَوْصَلَه

  • Zihnin bir şeyi kavrama derecesi. Anlayış. Akıl.
  • Tıb: Kuş kursağı. Karın boşluğu. Cevf.
  • Mide.
  • Anlayış.

haya / hayâ

  • Utanma, âr, nâmus. Çirkin şeylerden sıkılma veya edebe uymayan bir şeyin meydana gelmesinden dolayı kalbde meydana gelen rahatsızlık.

hayalen

  • Hayal olarak. Zihinde tasarlayıp canlandırarak.

haymana

  • Başıboş hayvanları haylayıp salıverdikleri çayırlık yer.
  • Ankara'nın bir kazası.

hayran

  • Takdirkârlığından dolayı şaşa kalmış. Çok takdir etmiş. Çok beğenmiş.

hayta

  • Serseri, serkeş kimse.
  • Ask: Osmanlılarda görevli bir sınıf askere verilen ad. Hayta birlikleri, üstün savaş kabiliyeti olan askerlerden kurulur, lüzumunda düşman topraklarına akın yapmak için de kullanılırdı. Sonraları düzenleri bozulduğunda eşkiyalığa başladılar; bundan dolayı "hayt

hazır u nazır

  • Her yerde hazır olup, bilen ve gören, yardım eden veya herkese lâyık cezasını veren Allah (C.C.)

hedd

  • Binayı gürültüyle yıkıp göçürmek. Çok ihtiyarlayıp düşkün hâle gelmek.
  • Zayıf ve korkak.

hedy

  • Cenab-ı Hakk'ın rızası için veya ihramda iken yapılması yasak olan herhangi bir fiili işlemekten dolayı kusurunu affettirmek ricasiyle, keffaret olarak Harem-i Şerif'e götürülen veya kendisi veya parası gönderilen kurban.

hemim / hemîm

  • Ağır ağır gitmek.
  • Otun tazeliğinden dolayı parlaması.

hesab / hesâb

  • Öldükten sonra, dünyâda yaptıkları işlerden dolayı insanların sorguya çekilmesi.

hesab günü / hesâb günü

  • Öldükten sonra, dünyâda iken yapılan işlerden dolayı insanların sorguya çekilecekleri gün. Kıyâmet günü.

hevm

  • Uyuklayıp başını her tarafa eğmek.

hibek

  • (Çoğulu: Hubük) Rüzgârın lâtif estiği zaman denizde veya kumda meydana getirdiği yol yol kırıntılar ve dalgacıklar. Saçların kıvırcıklığından hâsıl olan dalgalanmalar. Kelimenin aslı olan "habk" sıkı bağlayıp muhkem kılmak; ve kumaşı sıkı, sağlam ve üzerinde san'at eseri zahir olacak vecihle güzel b

hica

  • Akıllı.
  • Münasib, lâyık.

hıkk

  • (Çoğulu: Hukuk - Hıkâk) Üç yaşını tamamlayıp dördüne girmiş deve.

hikmet-i atika

  • (Batlamyus'un) Dünya merkezli kâinat anlayışını kabul eden eski bilim ve felsefe.

hikmet-i efgan

  • Ağlayıp sızlamanın hikmeti. Feryadın, inleyişin gizli sebebi. (Farsça)

hıraş

  • "Tırmalayan, kazıyan" anlamıyla bileşik sıfatlar yapar. Meselâ: Dil-hıraş : Gönlü tırmalayan, inciten. Samia-hırâş : Kulak tırmalayıcı. (Farsça)

hıred

  • Akıl, fikir, zihin. İnsandaki düşünce ve anlayış kuvvesi. (Farsça)

hıred-mend

  • (Çoğulu: Hıredmendân) Akıllı, anlayışlı. (Farsça)

hırk

  • Törpülemek.
  • Kızgınlıktan dolayı dişini gıcırdatmak.
  • Bir şeyi dürtmek.

hırka-i seadet / hırka-i seâdet

  • Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem, Eshâb-ı kirâmdan (Peygamberimizin arkadaşlarından), Kâ'b bin Züheyr'e, yazdığı güzel kasîdesinden dolayı hediye ettiği bu hırka, İstanbul'da Topkapı Sarayı Müzesi Hırka-i Seâdet dâiresinde diğer kutsal emânetlerle birlikte muhâfaza edilmektedir.

hırt

  • Erkek keklik.
  • Hastalıktan dolayı, kesilmiş gibi parça parça olan bulaşık süt.

hırtopoz

  • (Argo) Anlayışsız, kaba, ahmak kimse.

hırvani / hırvanî

  • Tar: Düz yakalı önü ilikli bir çeşit elbisedir. Şehzade Abdülmecid'in okumağa başlamasından dolayı yapılan törende, yakınlarının bu elbiseyi giymeleri istenmiş ve bu husus, devletin resmi gazetesi olan Takvim-i Vekayi'de tebliğ edilmişti.

hisab / hisâb

  • Öldükten sonra, dünyâda yaptıkları işlerden dolayı insanların sorguya çekilmesi.

hısal-i hamide / hısal-i hamîde / hısâl-i hamîde

  • Medhe ve övülmeğe lâyık güzel huylar, güzel hasletler.
  • Övülmeye lâyık güzel hasletler, huylar.

hisse-i fehm

  • Anlayış hissesi.

hıva'

  • (Çoğulu: Ahviye) Suya yakın toplanmış evler.
  • Kaplayıp, toplayıcı olan.

hıyar-ı ayb

  • Bir şeyde mevcud olan bir kusurun akitten sonra meydana çıkmasından dolayı âkitlerden biri için sabit olan muhayyerliktir.

hıyar-ı rü'yet

  • Bir şey hakkında görülmeden yapılan bir akitten dolayı, âkitlerden biri için görüldüğü zaman sabit olan muhayyerliktir.

hıyar-ı tağrir

  • Âkitlerden birinin diğer taraftan aldatılarak bir malı gabn-ı fâhiş ile satmasından veya satın almasından dolayı satış muamelesini fesh hususunda muhayyer olmasıdır.

hizende / hîzende

  • Sıçrayıcı, fırlayıcı. (Farsça)

hubb-ı dünya / hubb-ı dünyâ

  • Dünyâ sevgisi. Ölümden sonra işe yaramayacak olan şeylere düşkün olmak. Dünyâ; haramlar, mekruhlar ve Allahü teâlâyı unutturan her şeydir.

hubu'

  • Çocuğun ağlamaktan dolayı sesinin kesilmesi.

huduş

  • Kaşımaktan ve tırmalamaktan dolayı olan yara.

hükm-i müleffak

  • Helâl ve haram, emir ve yasak, ibâdet ve tâatte, belli bir mezhebin hükümlerine uymayıp, birkaç mezhebin hükümlerini karıştırarak kolayına geleni seçtiği hüküm.

humbara

  • Küçük küp. (Farsça)
  • Ask: Demir veya tunçtan dökülmüş, içi boş ve yuvarlak olarak yapılan ve içine patlayıcı maddeler doldurularak havan topu veya elle atılan harp aleti. Havan topu ile atılana havan humbarası, elle atılana da el humbarası denirdi. (Farsça)
  • Para biriktirmek için kullanılan topr (Farsça)

hümma

  • (Çoğulu: Hümmeyât) Hastalıktan dolayı vücudda meydana gelen harâret.
  • Nöbetli hastalık.
  • Sıtma.

hümmeyat

  • (Tekili: Hümmâ) Hastalıktan dolayı vücutta meydana gelen şiddetli hararetler, ateşler.
  • Sıtmalar.
  • Nöbetli hastalıklar.

humret

  • Utanma duygusundan dolayı yanaklarda oluşan kızarıklık; utanma.

hürmet-i müsahere

  • Sıhriyyet sebebi ile hâsıl olan haramlık. Yâni evlenmek sebebi ile meydana gelen akrabalık dolayısıyle hâsıl olan haramlıktır. Bu sıhriyyetin haramlık meydana getirmesi, ister meşru' nikâhla olsun, ister gayr-ı meşru' olsun "hürmet-i müsahere" meydana gelir.Meselâ: Hanefi mezhebinde, bir kimse kendi

hürriyet-i şer'i / hürriyet-i şer'î

  • İslâmiyetin uygun gördüğü hürriyet, İslâm'ın hürriyet anlayışı.

hürriyet-şiken

  • Hürriyet kısıtlayıcı.

huş der dem / hûş der dem

  • Nakşibendiyye yoluna âit on bir esastan biri. Her nefeste Allahü teâlâyı hatırlamak.

hüsn-ü bilgayr

  • Dolayısı ile, neticeleri ciheti ile güzel olan.
  • Dolayısıyla güzel.

hüsn-ü telakki / hüsn-ü telâkki

  • (Hüsn-i telakki) İyi anlayış. İyi kabul ediş. Güzel telâkki etmek. Anlayış gösterip iyi niyetle kabul etmek.
  • İyi anlayış, güzel telakki etme, güzel karşılama.

hüyyam

  • (Tekili: Hâim) Sevgiden dolayı şaşırmış olanlar.

hüzeyfe

  • Ensar-ı Kiramdandır. Hüzeyfe-i Yemanî de denir. Hz. Muhammmed (A.S.M.) ona münafıkları bildirdiğinden dolayı, Hz. Ömer (R.A.) onunla istişare eder ve Onun, namazını kılmadığı kimselerin namazında bulunmazdı. Çok takvalı ve istiğna sâhibi bir zat idi. İran'ın fethinde bulundu. (Hi: 35) de Dâr-ı Beka'

huzur / حُضُورْ

  • Hürmete lâyık zâtın önünde hazır bulunma.

i'tizar

  • Kusurunu bilerek özür dilemek. Kusurunu beyan edip ve anlayıp af dilemek. (Takdire şayan güzel bir haslettir.)

ibadet

  • Allah'ın (C.C.) emirlerini yerine getirmek ve nehiylerinden kaçmak. Yapılmasında sevab olup, ihlâsla yapılan herhangi bir amel. Şeriatta bildirildiği gibi Allah'a kulluk etmek. Kâinatın ve dolayısıyla insanların hilkatindeki hikmet ve gaye.

ibtizal / ibtizâl

  • Çokluktan dolayı değer kaybı.

ibtizaz

  • İhtiyacdan dolayı zillet ve hakaretlere tahammül etme.

ictihad

  • Kudret ve kuvvetini tam kullanarak çalışmak. Gayret etmek. Çalışmak.
  • Anlayış.
  • Kanaat.
  • Fık: Şeriatın fer'î mes'elelerine âit hükümleri, İslâm müçtehidlerinin, usulüne uygun olarak, Kur'an ve Hadis-i Şeriflerden çıkarmaları ve bunun için tam gayret etmiş olmaları. Böyle

iddihar

  • Biriktirmek, toplamak, yığmak.
  • Kıtlık zamanında yüksek fiatla satmak üzere zahire toplayıp saklama.

idhimam

  • Siyah olmak.
  • Ekinin susuzluktan dolayı siyah görünmesi.

ıdla'

  • Çok yemekten dolayı midenin dolması ve hasta olmak.

idrak / idrâk / اِدْرَاكْ

  • Anlayış. Kavrayış. Akıl erdirmek. Fehim. Yetiştirmek.
  • Anlayış, kavrayış.
  • Anlayış, akıl edinme.
  • Yetişmek, erişmek.
  • Olgunlaşma çağını bulma.
  • İyice anlama, anlayış.

idrakat

  • (Tekili: İdrak) Anlayışlar, kavrayışlar, idrak etmeler.

idrakli / idrâkli

  • Anlayışlı, düşünen.

idrihmam

  • İhtiyarlıktan dolayı zayıflayıp iş yapamamak.

ifrat-ı neşat

  • Sevinç coşkunluğu, sevinçten dolayı çoşma.

iftihar-ı mukaddes / iftihâr-ı mukaddes / اِفْتِخَارِ مُقَدَّسْ

  • (Allah'a layık) övünme.

ihatavi / ihatavî

  • İhata edecek şekilde. Kaplayıp içine alacak yolda.

ihmal

  • Ehemmiyet vermemek. Yapılması lâzım bir işi sonraya bırakma. Dikkatsizlik. Başlayıp bırakmak. Terk etmek.

ihsan / ihsân

  • İyilik etmek.
  • Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet etmek.

ihtiba'

  • (Habâ. dan) İyice saklayıp gizleme.

ihtifal

  • Hürmet ve saygı için büyük cemaat ile yapılan merasim. Cenaze alayı.

ihtikar / ihtikâr

  • İnsan ve hayvan için lüzumlu gıdâ maddelerini şehre girmeden yâhut girince halka satılmadan toplayıp, stok edip, pahalandığı zaman satmak.

ihtilaf-ı meşreb / ihtilâf-ı meşreb

  • Bireysel tarzdan dolayı ortaya çıkan farklılık.

ihtimal

  • (Haml. den) Mümkün olma, belki. Olması mümkün görünmek.
  • Kabul eylemek.
  • Yükselip götürmek.
  • İhsana mukabil şükretmek.
  • Kızma ve hiddetlenmekten dolayı yüzünün rengi değişmek.

ihtinak

  • (Hank. dan) Boğazın sıkılıp tıkanmasından dolayı nefes alamama. Boğulma.

ihtinak-ı rahm / ihtinâk-ı rahm

  • Eskiden, rahmin tıkanmasından dolayı olduğu sanılan ve kadınlarda görülen asabî bir hal ve hastalık.

ihzari / ihzârî / احضاری

  • Hazırlayıcı. (Arapça)

ikaniyye / ikâniyye

  • Yakînî bilgiye tabi olanlar. Din ve bilginlerce ileri sürülen şeyleri delil aramaksızın doğru sayan anlayış.

ikşi'rar

  • Ürperme. Ürkmeden dolayı tüylerin diken diken kalkması ve derinin iğne iğne kabarması.

illet-i ıztırari / illet-i ıztırarî

  • Mecburiyetten dolayı sebep gösterilen.

ilm-i husuli / ilm-i husûlî

  • Bir şeyi onun sûreti, görüntüsü zihinde bulunduğu müddetçe bilmek. O şeyin zihindeki sûreti yok olunca, o şey unutulur. Bundan dolayı ilm-i husûlî devamlı değildir.

iltihas

  • Açlık veya susuzluktan dolayı soluma.

iltisak-ı ecfan

  • Tıb : Ağrı ve sızıdan dolayı gözkapaklarının birbirine bitişmesi.

ima / îmâ

  • Dolayısıyle anlatma.

inbiga

  • Liyâkat, lâyıklık, beğenilme.

inbihar

  • Yorgunluktan dolayı nefes kesilip soluk soluğa kalma.

inbisat-ı alat / inbisat-ı âlât

  • Âletlerin genişlemesi; dış dünyayı algılayıp idrak edebebilmek için ruhun kullandığı âletlerin, yani duyular, duygular ve sairelerin gelişip genişlemesi.

inhisar zihniyeti

  • Tekelcilik anlayışı (Din sadece bizim tekelimizdedir, her yönüyle bize aittir anlayışı).

inkılab-ı sayfi / inkılâb-ı sayfî

  • İlkbaharın bitip, yaz mevsiminin balayışı. Gün dönümü. (21 hazirana rastlar.)

inkılab-ı şitevi / inkılâb-ı şitevî

  • Sonbaharın bitip, kış mevsiminin başlayışı. (Aralık ayının 21'ine rastlar.)

insan

  • (Bu kelimenin aslı, lugat âlimlerince "ins" den geldiği söylenir. Kamusta da kûfiun'a göre "Nisyan" kelimesinden geldiği zikredilmektedir.)Akıl, şuur ve imân ile diğer canlılardan ayrı, Cenab-ı Hakk'ın en mükerrem yarattığı mahluku olup, Rabbanî ni'metleri unutkanlığı dolayısıyla insan denil

inşiras

  • (Soğuktan dolayı) el çatlama.

intıba'

  • Görüş ve anlayış. Kalb ve ruhta hâsıl olan te'sir.
  • Matbu' olmak, tab' olmak, basılmak.

intibac

  • Hastalıktan dolayı vücutta hâsıl olan şişkinlik.

intibah

  • Uyanıklık, göz açıklığı. Hassasiyet. Agâh ve münebbih olmak. Hakikatı ve hakkı anlayıp yanlıştan, fenadan dönmek.
  • Sinirlerin uyanması. Uzuvların harekete gelmesi.

intifah-ı batni / intifah-ı batnî

  • Karnın, gazların birikmesinden dolayı şişmesi.

inziva / inzivâ

  • Bir köşeye çekilmek. Haramlardan ve günâhlardan korunmak, nefsini terbiye etmek ve sâdece Allahü teâlâyı anmak ve âhireti düşünmek için bir yerde yalnız kalma.

ip parası

  • Mc: Belâyı savmak için verilen şey.

irabet

  • Akıl, anlayış, kavrayış.

irfan / irfân

  • Bilmek, anlayış, tecrübe ve zekâdan ileri gelen zihnî kemal.
  • İkrar.
  • Mücazat.
  • Fık: Esrar-ı İlâhiyeye, iman ve Kur'an hakikatlarına vukufiyet. (İlim ile irfan ve ma'rifet arasında fark vardır: İlim, vech-i küllî ile, yani her vechesiyle bilmektir. İrfan ve marifet ise;
  • Bilgili, anlayışlı, anlamak, bilmek.

irşad / irşâd

  • Yol gösterme, rehberlik etme. İnsanları, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına ve Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uymaya, her zaman Allahü teâlâyı anmaya, O'nu unutmamaya, kalbde O'ndan başkasının sevgisine yer vermemeye çağırmak, Allahü te âlânın râzı olduğu yolu göstermek.

ırzal

  • Bağcıların arslan korkusundan dolayı ağaçların üzerinde yaptıkları yatak.
  • Avcıların, yatağında topladıkları kuru ot.

ırzim

  • Sağlam, sert ve dayanıklı.
  • Şiddetli toplayıcı.

işba'

  • Doyurmak, açlığı gidermek. Doymak.
  • Fiz: Bir sıvının içinde, belli bir cisimden eriyebilecek en çok miktarın erimiş bulunması.
  • Edb: Arap nazmında, kafiye veya vezin zaruretinden dolayı kelimeye bir harf ilâve etme.

isbatiyecilik

  • Bu felsefe nazariyesine göre, isbat yolu ile yakîn, şüphesiz bilginin elde edilebilmesi, tecrübelerle müşahadelerle ve vakıalara istinaden mümkün olacağı iddia edilir. İsbat şeklini ve sahasını daraltıp sadece maddiyata münhasır kılan bu anlayış yalnız maddiyata ait mes'eleler için doğrudur.

işgene

  • İhiyarlıktan veya kızgınlıktan dolayı yüzde hâsıl olan buruşukluk. (Farsça)

ishab

  • Çok söylemek.
  • Türlü şeylerden renk değiştirmek.
  • Bir şeye fazla tama' etmek.
  • Kuyu kazıp suyu bulamamak.
  • Zehirlenme veya hastalıktan dolayı renk değişmesi.
  • Kuzu, anasını emmek.
  • Duvarı başı boş salıvermek.

ishal

  • Mülâyim ve düz bir yere varmak.
  • Tıb: Barsakların iltihabından soğuk algınlığından hâsıl olan sürgün, iç sürme.

işkal / işkâl

  • Sözün kendisinde bulunan bir incelik, derinlik sebebiyle veya bir edebi san'attan dolayı mânâsı, düşünülmeden anlaşılamayacak derecede kapalılık.

ıskarta

  • Herhangi bir sebepten dolayı değerini kaybetmiş mal.

islaf

  • Para peşin, mal veresiye olan bir alışveriş.
  • Tarlayı aktarmak.

islav

  • Rus, Ukran, Beyaz Rus, Çek, Slovak, Leh, Sloven, Sırp, Hırvat ve Bulgar gibi milletlere, lisanlarındaki yakınlık dolayısıyla verilen ortak isim. (Fransızca)

ism-i merre

  • Def'a, kerre gibi bir hareketin bir defa olduğunu bildiren fiil'den yapılan isim. (Darbe: Bir defa vuruş. Lem'a: Bir parlayış gibi.)

işmam

  • Hafif olarak duyurmak, koklatmak. Hissettirmek.
  • Kibirden dolayı başı dik yürümek.
  • Tecvidde: Bir harfe zamme veya kesre vermek ve bunu hafifçe hissettirmek. Harfin sesini genizden hissettirmek, biraz duyurmak, harfi çıtlatmak.

işrab

  • (Şürb. den) İçirme veya içirilme.
  • Bir maksadı açıktan değil de, dolayısıyla gösterme. Kapalı surette anlatma.

istatistik

  • Bir neticeye varmak veya bir hüküm çıkarmak için metodlu olarak mevcud lüzumlu şeyleri toplayıp sayı hâlinde göstermek işi ve bu işle meşgul olan ilim. (Fransızca)

isti'dad / isti'dâd

  • Bir şeyin kabulüne ve kazanılmasına olan fıtrî meyil.
  • Kabiliyet. Akıllılık. Anlayışlılık. Allah Teâlâ Hazretlerinin (C.C.) insanlara ve sâir mahluklara tevdi buyurduğu kabiliyet kuvveleri.
  • Bir şeyin alınmasına, elde edilmesine ve kazanılmasına olan yatkınlık, doğuştan gelen kâbiliyet, kavrayış, anlayış.

istiarat / istiârât

  • İstiareler; hakiki mânâ ile mecâzî mânâ arasındaki benzerlikten dolayı bir kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir kelime için kullanma san'atı.

istiare / istiâre

  • Hakiki mânâ ile mecâzi mânâ arasındaki benzerlikten dolayı bir kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir kelime için kullanma san'atı; "arslan" kelimesini "cesur adam" için kullanmak gibi.

istiare-i mutlaka

  • (Temlihiye veya tehekkümiye) Edb: Şaka, lâtife veya alayı içine alan bir istiaredir. Meselâ: Tilkinin eşeğe "gelsem olmaz mı huzura, a benim aslanım" demesi gibi... (Edb.S.)

istibdal-i müseccel

  • Lüzumuna hükmolunduğundan dolayı nakzı caiz olmayan istibdal.

istifade

  • Faydalanmak. Faydalanmağa çalışmak.
  • Anlayıp öğrenmek.
  • Tahsil etmek.

istiğna-yı kemal / istiğnâ-yı kemâl / اِسْتِغْنَايِ كَمَالْ

  • Mükemmellikten dolayı hiçbir şeye ihtiyaç duymama.

istiğrak-ı ruhani / istiğrak-ı ruhanî

  • Tasavvufta Allah aşkından dolayı ruhen kendinden geçme hali.

istihaza

  • Kadın âdet görürken fazla kan gelmesi. (Rahimden değil de hastalıktan dolayı bir damardan gelip, tenâsül cihazı yolu ile akan kokusuz bir kandır. Buna "istihâza veya özür kanı" dendiği gibi, böyle bir kadına da "müstahâza" denir.)

istihkak

  • Lâyık olma, hak etme.

istikak

  • Bitkilerin sık ve çok olmalarından dolayı birbirine dolaşık olmaları.

istikbal

  • Ati, gelecek zaman.
  • Karşılayış, gelen bir kimseyi karşılamak.

istilane

  • Bir şeyi mülâyim görmek, mülâyim bulmak.

istinbat / istinbât

  • Bir söz veya işten gizli bir mânâ çıkarma, zımnen, açık olmayarak, dolayısıyla anlama.

istişmam

  • Koklamak. Kokusunu almak.
  • Hissetmek, sezmek, dolayısı ile anlamak.
  • Uzaktan haber almak.

itnan

  • (Çocuk) hastalıkdan dolayı gelişememe.

iz'an / iz'ân

  • Basiret. Anlayış.
  • Teslim olup itaat etmek.
  • Akıl. Zekâ. İnanç. İdrak. Bilmek.
  • Anlayış, kavrayış.

iz'an-rüba

  • Anlayışı şaşırtan. Aklı oynatan. Çok hayret ve taaccüb veren. Aklı alan. (Farsça)

izan / izân

  • Zekâ, anlayış.
  • Anlayış.

izani / izânî

  • Anlayışla ilgili.

izhar

  • Toplayıp biriktirme.

kabbe / kâbbe

  • Hüzünden ve gamdan dolayı, hali kötü ve kalbi kırık olmak.

kàbil-i hitap

  • Muhatab olabilen, hitaba lâyık.

kabiliyet

  • Anlama, anlayış, kabul edebilirlik, alabilirlik.
  • Dıştan gelen te'sirleri alabilme gücü.
  • İstidat, anlayış, kabul edebilirlilik. Kabul edici yüksek bir kuvvete mâlik olmak, olabilirlilik.

kabr ziyareti / kabr ziyâreti

  • Ölümü ve âhireti hatırlayıp ibret almak, mezarlıkta medfûn (gömülü) olanlara duâ etmek ve Kur'ân-ı kerîm okumak ve velî olan ölülerin rûhlarından istifâde etmek maksadıyla bir kabre veya mezarlığa gitmek.

kabule şayan

  • Kabul edilmeye lâyık.

kafa

  • (Çoğulu: Akfâ) Baş. Kafa.
  • Ense, arka.
  • Akıl, zekâ, anlayış.

kaht

  • Kıtlık. Kuraklık. Kuraklıktan dolayı mahsulün yetişmemesi.

kalb gözü

  • Kin, hased, kibir gibi mânevî hastalıklardan kurtulup, her an Allahü teâlâyı anan kimsenin kalbinde meydana gelen, işlerin iç yüzünü görme kuvveti, basîret.

kalender

  • Dünyayı terkederek elini çekip Allah yolunda giden kimse. (Farsça)
  • Dünyâdan elini çekip herşeyi hoş gören kimse. (Farsça)
  • Dünya alâkalarından uzak, alâyişe aldanmaz hakikat adamı. Filozof. (Farsça)

kalubela / kalûbelâ

  • Allahın "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sorması ve ruhların "evet" demeleri olayı.

kalus

  • (Çoğulu: Kulus-Kalâyıs) Ayakları uzun genç deve.
  • Yüksek.
  • Murdarlıklar akan çay. Kirli ırmak.

kamen

  • Lâyık.

kas'a-lis

  • Dalkavuk. Çanak yalayıcı.

kasatura

  • Askerlerin, bellerine bağlayıp taşıdıkları ve süngü gibi kullandıkları düz ve kısa kılıç.

kase-lis / kâse-lis

  • (Kâselis) Çanak yalayıcı. Çok yiyen, obur. Hırslı. (Farsça)
  • Dalkavukluk. Alçak huylu kimse. (Farsça)
  • Dilenci. (Farsça)

kase-lisan / kâse-lisan

  • (Tekili: Kâselis) Dalkavuklar, çanak yalayıcılar.

kaselis / kâselis / kâselîs / كاسه ليس

  • Çanak yalayıcı, dalkavuk.
  • Çanak yalayıcı.
  • Çanak yalayıcı. (Farsça)

kaside-i kader

  • Kader kasidesi; yaratıcısının medhine lâyık, İlâhî takdir ve ölçülerle yaratılmış bir kaside gibi olan varlıklar.

kasır-ül fehm

  • Anlayışı noksan, kısa anlayışlı. Anlayışsız.

kasıru'l-fehim

  • Anlayışı kısa.

kassab

  • Düdükçü.
  • Kesici.
  • Parçalayıcı.

kat'

  • Kesme, ayırma.
  • Geçme. Yol almak. Yüzerek geçmek.
  • Delil ve bürhan ile ilzam etmek.
  • Edb: Sözün te'sirini arttırmak ve dinleyenin anlayışına bırakmak için söz bitmeden kesivermek."İmtihan geliyor. Çalışın, yoksa..."Görmüyor gittiği yanlış yolu zannım çoğunuz Size rehberl

katarat-ı şadi / katarat-ı şadî

  • Sevinç damlaları. Sevinçten dolayı akan gözyaşları.

kaviyyet / kâviyyet

  • Yakıcılık, dağlayıcılık.

kavl-i şarih / kavl-i şârih

  • Açıklayıcı söz.

kavl-i şarihi / kavl-i şârihi

  • Açıklayıcı söz.

kavm-i semud

  • Hz. Salih'in peygamber olarak gönderildiği fakat azgınlıklarından dolayı Allah'ın yok ettiği kavim.

kay

  • Kusma, istifrağ. Hastalıktan dolayı ağızdan çıkan hazmolmamış gıdâ maddesi.

kayyım

  • İnsanları birbirine kardeşlikte ve sevgide bir araya toplayıp dünya ve âhirette necat ve iyilikler yolunda cem' edici olduğundan; bütün iyilikleri haseneleri toplayıcı ve muhtaçlara çok ihsan edici mânasında Peygamberimiz Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) verilen bir isim.

kayyum

  • Toplayıp ihsan eden.

kelam-ı mecazi / kelâm-ı mecazî

  • Gerçek anlamında kullanılmayıp, aralarındaki ilgi, bağ ve benzerlikten dolayı başka anlamda kullanılan söz.

kem-fehm

  • Anlayışı kıt. İdrâki az.

kema yenbagi / kema yenbagî

  • İcabettiği gibi, uygun olduğu üzere, lâyıkı gibi.

kemal-i liyakat / kemâl-i liyakat

  • Tam anlamıyla layık oluş.

kemal-i uluhiyet / kemâl-i ulûhiyet

  • İbadete ve itaat edilmeye layık olmanın, ilâhlığın mükemmelliği.

kemend

  • Eskiden idam için boyna geçirilen yağlı kayış. (Farsça)
  • Uzakta bulunan herhangi bir nesneyi yakalayıp çekmek için üzerine atılan ucu ilmekli uzunca ip. (Farsça)
  • Geyik ve benzeri hayvanların yuları. (Farsça)
  • Güzelin saçı. (Farsça)

kemerbeste-i ubudiyet / kemerbeste-i ubûdiyet

  • Kulluk için el bağlayıp Allah'ın huzurunda durma.

kemkaim

  • Anlayışsız. İdrakten âciz. (Farsça)

keramend

  • Münasib, muvafık, lâyık, uygun, şayeste. (Farsça)

kerf

  • Hımarın, bevlini koklayıp başını yukarı kaldırması.

kerkere

  • Tavuğa çağırmak.
  • Rüzgârın bulutu toplayıp dağıtması.

kesb-i liyakat

  • Ehliyet kazanma, lâyık olma, hak etme.

kevkebe

  • Necim, yıldız.
  • İnsan cemaatı. Süvari alayı.

keyfiyet

  • Nitelik, bir şeyin nasıl olması.
  • Bir olayın geçişi.
  • Madde, iş.

keyfiyet-i telakki / keyfiyet-i telâkki

  • Görüş ve anlayış keyfiyeti, kabul niteliği.

keys

  • Zekâ, kavrayış, anlayış, idrâk.

keyyis

  • (Keyyise) Akıllı, anlayışlı, kiyasetli, idrakli, zeki.
  • Zarif.

kezz

  • Boğazına çıkana kadar yemek.
  • Çok yemekten dolayı ağırlaşmak.

kinaye / kinâye

  • Dolayısı ile dokunaklı söz. Maksadı dolayısı ile anlatan söz. Üstü örtülü dokunaklı söz. Açıktan olmayıp hakiki mânâyı başka ifâde ile dokunaklı konuşmak.
  • Mânâyı dolayısıyla anlatan söz, üstü örtülü dokunaklı söz.

kinetik

  • Hareketle alâkalı. Hareket dolayısıyla meydana gelen, hareketli. (Fransızca)

kırnak

  • Halayık, cariye, esir kadın.

kiza

  • Yemeği çok yemekten dolayı basan ağırlık.

kolordu

  • Ekseriyetle üç tümen ve diğer tamamlayıcı birliklerden kurulan askeri birlik. (Türkçe)

kübreviyye

  • Evliyânın büyüklerinden Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Yaptığı bütün münâzaralarda gâlib geldiği için kübrâ (büyük) lakabıyla meşhur olmasından dolayı, bu yola Kübreviyye denmiştir.

kudar

  • Büyük yılan.
  • Aşçı, tabbah. Deve boğazlayıcı, deve kasabı.

kuddus / kuddûs

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Azamet ve celâline, büyüklüğüne lâyık olmayan, noksanlık ve eksiklik getiren şeylerden, his organlarının anladığı, hayâl gücünün hayâl ettiği, hâtıra gelen ve düşünülebilen her türlü vasıftan ve özellikten münezzeh, pâk ve temiz olan.

kudumiyye

  • Uzak yoldan gelen bir büyük zâta, oranın halkı tarafından takdim edilen hediye.
  • Edb: Böyle bir vaziyetten dolayı yazılan kaside.

künd

  • Biçimsiz, yakışıksız, kısa.
  • Kesmez, kör.
  • Yiğit, cesaretli, cesur.
  • Anlayışsız. Fehim ve idraki kısa.

kunyan

  • Kişinin nefsi için saklayıp elden çıkarmadığı mal.

kunye

  • Kişinin nefsi için saklayıp elden çıkarmadığı mal.

kur'an-ı mecid / kur'ân-ı mecîd

  • Her şeyin üstünde şeref sahibi olan ve takdis ve senâlara lâyık olan Kur'ân.

kürbet-i gurbet

  • Gurbetten dolayı olan keder.

kürek cezası

  • Tanzimattan önce ve yelkencilik devrinde işledikleri ağır cürümden dolayı harp gemilerinden kürek çekmek üzere gemi hizmetine verilen kimseler. Bu gibiler, gemilerde kürek çektikleri için bu tâbir meydana gelmiştir.

kuşluk vakti

  • Güneşin doğup bir miktar yükselmesinden başlayıp Günişin gökyüzünün tam ortasına gelmesinden biraz öncesine kadar olan vakit.

kuşluk zamanı

  • Güneşin doğuşundan yaklaşık iki saat sonrasından başlayıp öğle vaktine kadar devam eden zaman dilimi.

kusur

  • Noksanlık. Eksiklik. Noksan ve âcizlik. İhmal. Tedbirsizlik.
  • Cem' olmalar.
  • Pahalanmak.
  • Eksilmek.
  • Şiddetli olan şeyin yavaşlayıp sâkin olması.
  • Bereketlenmek.
  • İmtina', âciz olmak.
  • Bir hesabın üstü. Artan kısım.
  • (Tekili: Kasr) Kası

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

kutur

  • Pintiliğinden dolayı ailesini sıkıntı içinde bırakan adam.

kuvve-i derrake / kuvve-i derrâke

  • Anlayıcı kuvvet, akıl.

kuvve-i mümeyyize

  • İnsanın iç âleminde hissedilenleri birbirinden ayırdetme kudreti.
  • Hayır ve şerri anlayıp ayıran bir duygu ve kuvvet.

kuzakız

  • Yırtıcı ve paralayıcı yavuz arslan.

la'c

  • (Çoğulu: Levâıc) Halecan etmek.
  • Acı vermek, elem vermek.
  • Yakmak.
  • Muhabbet ve aşktan dolayı yürekte hâsıl olan hararet.

lahik / lâhik

  • Namaza imâm ile berâber başladığı hâlde, kendisine uyku, gaflet veya benzeri bir sebebden dolayı abdest bozulması hâli ârız olup da (meydana gelip de) namazın tamâmını veya bir kısmını imâm ile kılamayan kimse.
  • Kavuşan, ulaşan, yetişen.

lahis

  • Susuzluk veya sıcaktan dolayı dilini çıkararak soluyan köpek.

laiha

  • (Bak: Lâyıha)

lakane

  • Zeki ve seri anlayışlı olmak.

lakıs / lâkıs

  • Kötüleyici ve ayıplayıcı kimse.

laklaka

  • Leylek sesi.
  • Hareketten ve ıztıraptan dolayı çıkan ses.
  • Şiddetli ses ve galebe ile çağrışmak.
  • Boş ve mânasız söz.

lasif / lasîf

  • Parlayan, parıldayan. Parlayıcı.

latif

  • Mülâyim. Yumuşak. Nâzik. Mütenasip.
  • Güzel. Şirin. Küçük ve hoşa giden.
  • Cisimle alâkası olmayan. Göze görünmeyen.
  • Çok lutf edici.
  • Derin, gizli.

layefhem / lâyefhem

  • Anlayışsız, idrakten âciz.

layenbagi / lâyenbagî

  • Lâyık olmaz. Yakışmaz. Uymaz.

layih / lâyih

  • (Bak: LÂYIH)

layık-ı muhabbet / lâyık-ı muhabbet

  • Sevgiye lâyık.

layıkı veçhile / lâyıkı veçhile

  • Lâyık olduğu şekilde.

lebbeyk

  • Hac, umre veya her ikisini yapmak üzere niyyet ederken yâni ihrâma girerken başlayıp, Mina'da Cemre-i akabede (büyük cemrede) şeytan taşlanırken atılan ilk taşla söylemesi son bulan mübârek sözler: Lebbeyk Allahümme lebbeyk, lebbeyk lâ şerîke leke lebbeyk innelhamde venni'mete leke vel-mülke

lebik

  • Tatlı sözlü. Yumuşak konuşan.
  • Zeki, anlayışlı, akıllı.

lehaa

  • Zayıflıktan dolayı âzâların sülpük ve sarkık olması.

lehef

  • Kaybolan bir şeyden dolayı müteessir olup üzülme.

lekanet

  • Zeki ve anlayışlı olma.

lem'

  • Parıldama, parlama. Parlayış.

lemeat

  • (Tekili: Lem'a) Parlayışlar, parıltılar.

lemeat-ı müteferrika

  • Muhtelif, parça parça olan parlayışlar.

levaih

  • (Tekili: Levâyih) (Lâyiha) Lâyihalar.

leyan

  • Parlıyan, parıldıyan. Parlayıcı. (Farsça)

leyk

  • Lâyık olmak.

leyyin

  • Yumuşak. Mülâyim. Hafif. Yavaş olan.

li

  • Gr: Lâm harfinin esre ile okunuşu. Bir kelimenin başına geldiğinde, "için, dolayı, ötürü, yüzünden, sebebinden" gibi mânâlara gelir. Kendinden sonraki isimleri cerreder. Yerine göre muhtelif isimler alır. Lâm-üt-tahsis ve temellük gibi.

li-aynihi / li-aynihî

  • Kendisi ile bir. Aynı ile.
  • Allah tarafından emrolunan bir şeydeki güzellik, ya li-aynihi bir hüsündür veya li-gayrihi bir hüsündür. Ya kendi zatındaki bir güzellikten dolayı hasendir veya başkasında sabit bir güzellikten dolayı bir hasendir. Meselâ: Biz iman ile me'muruz. İmandaki hü

li-sebebin

  • Bir sebebe mebni olarak. Bir sebepten dolayı.

li-zalik

  • Bundan dolayı. Bundan ötürü.

liaynihi / liaynihî

  • Aynı, kendisi, bizzat, kendisinden dolayı.

lihaza

  • Bundan dolayı, buna binaen, bunun için.

lihikmetin

  • Bir hikmete mebni olarak. Bir hikmetten dolayı.

lin / lîn

  • Yumuşaklık ve mülayim olmak.
  • Tecvidde: Bu sıfata sahib olan vav, ye harfleridir.

linet / lînet

  • (Liynet) Mülâyimlik, yumuşaklık.

lis

  • Yalayıcı, yalayan. Birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Kâse-lis : Çanak yalayıcı. Dalkavuk. (Farsça)

lisan-ı tesbih

  • Allah'ı tesbih eden, şânına lâyık ifadelerle anan dil.

liyakat / liyâkat / لياقت / لِيَاقَتْ

  • İktidar. Ehliyet. Hüner. Lâyık olmak. Fazilet. Kıymetlilik.
  • Layıklık, uygunluk.
  • İktidar, ehliyet, lâyık olmak.
  • Layık olma.
  • Lâyık olma.

liyakatsiz / liyâkatsiz

  • Lâyık olmama.

lokman hakim / lokman hakîm

  • Allahü teâlâ tarafından kendisine ilim ve hikmet; akıl, anlayış, idrâk verilen peygamber veya velî. Kur'ân-ı kerîmde ismi zikr edildi. Dâvûd aleyhisselâm zamânında Arabistan Yarımadası'nın Umman taraflarında yaşadı. Uzun bir ömür yaşadıktan sonra ibâ det hâlindeyken Kudüs ile Remle arasında vefât et

ma'bud-u baki / ma'bûd-u bâkî / مَعْبُودُ بَاقِي

  • Sonsuza kadar ibâdete layık olan (Allah).

ma'bud-u bi-l hak

  • Hak olan ma'bud. Hakkıyla ibadete lâyık olan Allah (C.C.)

ma'bud-u bilhak / ma'bûd-u bilhak / مَعْبُودِ بِالْحَقْ

  • Hakkıyla ibâdete lâyık olan.

ma'bud-u cemil-i zülcelal / ma'bûd-u cemîl-i zülcelâl / مَعْبُودُ جَمِيلِ ذُوالْجَلَالْ

  • İbâdete yegane lâyık, nihâyetsiz güzellik ve haşmet sâhibi olan (Allah).

ma'bud-u ezeli / ma'bûd-u ezelî / مَعْبُودِ اَزَل۪ي

  • İbâdete yegane lâyık olup başlangıcı olmayan (Allah).

ma'bud-u hakiki / ma'bûd-u hakîkî / مَعْبُودُ حَق۪يق۪ي

  • Hakîkî olarak yegane ibadete layık olan (Allah).

ma'bud-u mutlak / ma'bûd-u mutlak / مَعْبُودِ مُطْلَقْ

  • Her cihetle ibâdete lâyık olan (Allah).

ma'budiyyet

  • Mâbud oluş. Kendine ibâdet edilmeğe lâyık olan, ki bu sıfat ancak Allah'a mahsustur. Uluhiyyet.

ma'kul

  • Akla uygun, akıllıca iş gören, anlayışlı, mantıklı.

ma'lum

  • Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) bir nâmıdır. Onun geleceği, melekler, resuller ve nebiler tarafından mâlum olduğundan ve dünyaya teşriflerinden evvel kendilerinin ta'zim edilmesi ve ona intisab dileklerinden dolayı bu isim verilmiştir.
  • Bilinen, belli olan.

ma'nevi huzur / ma'nevî huzûr

  • Allahü teâlâyı anarak emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınmak sûretiyle kalbde meydana gelen rahatlık.

ma'nevi kuvvet / ma'nevî kuvvet

  • Müdrike (anlayıcı) kuvvetlerinin üçüncüsü olup, insanların havâssına, seçilmişlerine mahsûs anlayıcı kuvvet.

ma'rifetullah

  • Allahü teâlâyı tanıma, bilme.

mabud-u baki / mâbûd-u bâkî

  • İbadete lâyık olan ve varlığı hiçbir zaman son bulmayan Allah.

mabud-u bilhak / mâbud-u bilhak / mâbûd-u bilhak

  • Hakkıyla ibadete lâyık olan Allah.
  • Hakkıyla ibadete layık olan Allah.

mabud-u ezeli / mabûd-u ezelî / mâbud-u ezelî

  • Varlığının başlangıcı olmayan ve asıl ibadet edilmeye lâyık olan Allah.
  • Varlığının başlangıcı olmayan ve ibadete lâyık olan Allah.

mabud-u hakiki / mâbud-u hakikî

  • Gerçek ibadet edilmeye layık olan Allah.

mabud-u layezal / mâbud-u lâyezâl

  • Varlığı hiçbir zaman son bulmayan ve ibadete layık tek ilâh olan Allah.

mabud-u lemyezel / mâbud-u lemyezel / mâbûd-u lemyezel

  • Varlığı asla son bulmayan ve ibadete lâyık tek ilâh olan Allah.
  • Varlığı hiçbir zaman son bulmayan ve ibadete layık tek ilâh olan Allah.

mabud-u mahmud / mâbud-u mahmud

  • Övülmeye, medhe lâyık tek ibadet edilecek olan Allah.

mabud-u mukaddes / mâbud-u mukaddes

  • Her türlü kusur ve noksandan yüce ve ibadet edilmeye lâyık olan Allah.

mabud-u mutlak / mâbud-u mutlak / mâbûd-u mutlak

  • İbadete lâyık tek varlık olan Allah.
  • İbadete layık tek varlık olan Allah.

mabudiyet / mâbudiyet / mâbûdiyet

  • İbadet edilmeye lâyık olma.
  • İbadet edilmeye lâyık olma.

mağfiret-i kamile / mağfiret-i kâmile

  • Tam bir bağışlayıcılık.

mahbub-u bilhak

  • Gerçek anlamda sevilmeye layık olan Allah.

mahbub-u hakiki / mahbûb-u hakikî

  • Sevilen ve gerçek anlamda sevilmeye lâyık olan Allah.

mahbub-u ligayrihi / mahbub-u ligayrihî

  • Faydalarından veya başkası sebebi ile sevilen. Dolayısı ile sevilen.

mahbub-u mutlak / مَحْبُوبُ مُطْلَقْ

  • Her cihetle sevilmeye layık olan sevgili (Allah).

mahbub-u zülkemal / mahbub-u zülkemâl

  • Sonsuz kemâl sahibi olan ve gerçek anlamda sevilmeye layık olan Allah.

mahbubat-ı mecaziye

  • Gerçek sevgiye layık olmadıkları halde sevilenler.

mahcah

  • Lâyık olacak mevzi.

mahmud

  • Medh olmaya müstehak, medhe lâyık. Öğülmüş, medh ü senâ olunmuş.
  • Peygamberimizin isimlerindendir.
  • Tar: Ebrehe'nin Kâbeyi yıkmak için getirdiği filin adı.
  • Hamd olunmuş, övülmüş, övülmeye layık.
  • Ebrehe'nin Kâbe'yi yıkmak için getirdiği filin adı.

mahmud-u bi'l-ıtlak

  • Sınırsız olarak hamdedilmeye ve övülmeye lâyık olan Allah.

mahmudiyet

  • Övülmeye lâyık olma.

mahrum

  • Maddi veya manevi nimetlerden uzak kalmak.
  • Malı bereket bulmaz olan bedbaht. Felâhtan nasibsiz olan.
  • İffetinden dolayı zengin zannedildiğinden sadakadan mahrum olan.

mahz

  • Yoğurdu çalkalayıp yağını almak.

makam-ı layık / makam-ı lâyık

  • Lâyık olduğu makam.

makis

  • (Mâkise) Durup dinlenen, duraklayıp eğlenen.

makmene

  • Lâyık ve münâsip olacak yer.

malul / malûl

  • Bir sebepten dolayı meydana gelen şey.

mana-yı ismi / mânâ-yı ismî

  • İsme dair mânâ. Bir şeyin sadece kendisini bilip tanımak. Bir şey başka şeyleri tanıttığı, bildirdiği veya sevdirdiği için olan mânâya da mânâ-yı harfî denir. Bir ağacı gölgesinden, zahirî görünüşünden, bize verdiği meyvesinden dolayı alâka gösterir ve seversek mânâ-yı ismî ile seviyoruz demektir. A

manzara-i hayal

  • Hayal manzarası, insanın kafasında tasarlayıp canlandırdığı manzara.

masadak / mâsadak

  • Doğrulayıcı.

maşuk-u mecazi / mâşuk-u mecazî

  • Gerçek sevgiye layık olmadığı halde aşık olunan şeyler.

matem / mâtem

  • Ağlama. Üzüntü veya kederden ağlayıp sızlama. Kederinden yas tutma.

materyalizm

  • Allahü teâlâyı inkâr ve maddeyi her şeyin esâsı kabûl eden görüş, düşünce; toplum hayâtını ve fertler arasındaki münâsebetleri ve davranışları belirleyen tek faktörün madde olduğunu savunan felsefe akımı; maddecilik.

mazhar-ı takdir

  • Takdire lâyık olan.

maznun

  • (Zann. dan) Zannolunmuş. Zan altında bulunan, kendisinden şüphe edilen.
  • Huk: Bir suç dolayısı ile sorguya çekilen kimse. Sanık.

mebni / mebnî

  • Yapılmış. Kurulmuş.
  • Bir şeye dayanan. Nazar ve itibâr ve isnad olunarak.
  • ... den dolayı... e binâen.
  • Gr: Son harfi harekesi değişmeyen kelime. Tasrife tâbi olmayan (fiil çekimine uğramıyan) kelime.
  • Yapılmış kurulmuş.
  • Bir şeye dayanan.
  • ...den dolayı.

mecdere

  • Lâyık olacak mekân.

mecl

  • Elin kabarması.
  • Balta gibi bir nesne tutmaktan veya çalışmaktan dolayı elin kabarıp nasırlanması.

med ve cezir

  • Denizlerdeki gel-git olayı.

medayih / medâyih

  • Medhe lâyık işler ve hareketler.
  • Övgüye lâyık iş ve hareketler.

medrese-i yusufiye

  • Hz. Yusuf'un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur'ân'a hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane.
  • Hz. Yusuf'un (A.S.) iftira, haksızlık ve zulüm ile hapiste kalmasından kinâye olarak, İmân ve Kur'an hizmetinden dolayı tevkif edilenlerin hapsedildiği yere verilen isim.

mefahim-i mütefavite / mefâhim-i mütefavite

  • Birbirinden farklı anlayışlar.

mefhum

  • Anlayış, mânâ, ifade.

mehasin-i mücerrede

  • Soyut güzellikler; maddî olmaktan, her türlü sınırlayıcı özelliklerden uzak olan güzellikler.

mehmed

  • Muhammed isminin Türkçede meşhur olmuş değişik şeklidir. Resul-i Ekrem Efendimize verilen ve sadece ona lâyık bulunan Muhammed (A.S.M.) ismine hürmeten bu değişiklik âdet olmuştur.

mel'un

  • Lânetlenmiş. Lânete lâyık.
  • Kovulmuş, tard olunmuş.

melane / melâne

  • Lânete lâyık olan.

meleke

  • Zihnin anlama, kavrama, hatırlama gibi özellikleri, tekrar tekrar yapmaktan dolayı kazanılan beceri.

memduh

  • Övülmeye, takdire layık.

menemen hadisesi / menemen hâdisesi

  • Menemen Olayı.

menzuf

  • Susuzluktan dolayı dili kurumuş kimse.
  • Kan kaybından dolayı dermansız ve güçsüz kalmış olan insan.

merga mergi / mergâ mergî

  • Hastalıktan dolayı umumi ölüm.

meşarib / meşârib

  • Meşrebler. Mizaclar. Tabiatlar. Huylar.
  • Fehimler. Anlayışlar. Ahlâklar.
  • Su içecek şeyler. Maşrabalar.
  • Köşkler.
  • Meşrepler, anlayışlar, gidişatlar.

mescudiyet / mescûdiyet

  • Secde edilmeye lâyık olma.

meşkur / meşkûr

  • Şükre lâyık olan. Teşekküre ve kendine şükredilmeğe lâyık olan. Kendine şükür arzolunan. Az şükredene çok ihsan eden.
  • Şükre lâyık olan.

meslub-üş şuur

  • Anlayışsız, idraksiz, şuursuz.

meydan dayağı

  • Eskiden askeri mekteblerle kışlalarda tatbik edilen cezalardan biridir. Meydanda tatbik edildiği için bu adı almıştır. Arkadaşını yaralamak, hoca ve zâbitine hakarette bulunmak gibi büyük kabahatlerden dolayı verilen bu dayak cezası, saf saf dizilen bütün talebelerin; asker ise kışladaki askerlerin

mezhebsiz

  • Müctehid (dînî delîllerden hüküm çıkarabilen büyük âlim) olmadığı hâlde, dört hak mezhebden birine tâbi olmayan, mezhebleri kabûl etmeyen ve dînî delillerden kendi anlayışına göre hüküm çıkarıp, buna göre amel eden veya böyle birine uyan kimse.

mihmandari / mihmandarî

  • Mihmandarlık. Misafir ağırlayıcılık. (Farsça)

mihmanperveri / mihmanperverî

  • Misafirperverlik, misafir ağırlayıcılık. (Farsça)

mihrat

  • (Çoğulu: Mehârit) Her yıl derisi kavlayıp soyulmak âdeti olan yılan.

mikdam

  • (Çoğulu: Makadim) Çok ayaklı.
  • Kıdemli.
  • Çok çabalayıp uğraşan. Fazlaca gayret sarfedip ikdâm eden.

mıkmaa

  • (Çoğulu: Mekami') Gürz ve topuz gibi parçalayıcı ve yarıcı silâh.

mirzah

  • Üzüm çubuğunu yerden kaldırıp bağlayıp sardıkları ağaç.

mısdak / mısdâk

  • Doğrulayıcı delil, ölçüt, kriter.

misdak / misdâk

  • Onaylayıcı delil.

mu'tedil

  • Yavaş ve mülâyim. Ne pek az, ne pek çok olan. Orta hâlli. İtidalli.

muadele

  • Müsâvilik, eşitlik. İki şey arasında mikdarca, vasıfca beraberlik.
  • Karşılıklı anlayış.
  • Adâlet.
  • Mc: Anlaşılmaz iş. Muammâ.

muahezekar / muahezekâr

  • Tenkid ve itiraz edici. (Farsça)
  • Azarlayıp çıkışan. Paylayan. (Farsça)

muazale

  • Bir sözün mânasını başka sözle bağlayıp kelâmı arka arkaya getirme.
  • Kafiyeyi ayrılmıyacak şekilde mâkabliyle bağlama.
  • Sözde kelimeleri tekrarla kullanma.

mübin / مبين

  • Açıklayan, açıklayıcı. (Arapça)

mübrim

  • (Mübrime) Zorlıyan, zorlayıcı.
  • Mânâsız ve boş sözlerle can sıkan kimse.
  • İki katlı yapan.
  • Cür'et eden.

mücbir / مجبر

  • Zorlayıcı. (Arapça)

müceddid

  • Yenileyici, hadîste her asırda geleceği müjdelenen ve îman hakikatlarını asrın anlayışına uygun olarak anlatmakla görevlendirilen nurlu âlim.

mücessime

  • Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih (mânâsı kapalı) âyetleri, zâhir (görünen)mânâsına göre açıklayıp, Allahü teâlânın el ve yüz gibi organlarının bulunduğunu, dolayısıyla madde ve cisim olduğunu iddiâ ederek doğru yoldan ayrılan bozuk fırka. Bu fırkaya müşe bbihe de denir.

mücmel

  • Bir açıklayıcı tarafından, açıklanmadıkça mânâsı anlaşılmayan kapalı lafız (söz).

müdara / müdârâ

  • Dîni ve dünyâyı zarardan kurtarmak için, dünyâ menfaatinden vermek veya belâyı dünyâ menfaati ile savmak.

müddahir

  • Biriktiren. Toplayıp saklayan.

müddehir

  • Biriktirilen, toplayıp saklayan. İddihar eden.

müdhamme

  • Ağaçlarının ve nebatlarının çok ve taze olmaları dolayısıyla uzaktan koyu yeşil renkte görünen bahçe.

müdnef

  • Hastalıktan dolayı zayıflamış olan.

müdrike

  • İdrak edici, anlayıcı, bilici kuvvet.

müfehham

  • (Müfahham) Muhterem. Hürmete lâyık. Tazim edilmiş olan.

müfessir-i alişan / müfessir-i âlişan

  • Şan ve şeref sahibi açıklayıcı.

müfessirin / müfessirîn

  • Kur'an-ı Kerim'in mânasını hakkıyla anlayıp tefsir edebilen, ilmi ile âmil, kâmil ve sâlih muhakkikler.
  • Müfessirler, Kuranı açıklayıp yorumlayanlar.

müfteris

  • Yırtıcı. Parçalayıcı. İftiras eden. Zorla yere yıkıp parçalayan.
  • Yırtıcı, parçalayıcı.

muğni / muğnî

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hikmeti îcâbı, her şeyin ihtiyâcını giderici, tamamlayıcı ve lütfuyla doyurucu.

muhaddis

  • Hadîs âlimi. Çok sayıda hadîs toplayıp, senet ve metinleriyle ezberleyen, râvilerin cerh ve ta'dîl (güvenilir olup olmadıkları) noktasından durumlarını bilen, bu ilimde ihtisas kazanıp kitaplar yazmış olan âlim. Muhaddisin çoğulu muhaddisîn'dir.

muhadiş

  • Zahmet, ıztırab ve sıkıntı verici. Tırmalayıcı.

muharrem

  • Arabi ayların başı, birincisi.
  • Haram edilmiş olan.
  • Bu muharrem ayında Müslümanlıktan evvel Arablar arasında muharebe yasaktı. Bundan dolayı bu isim verilmiştir.
  • Haram kılınmış, tahrim olunmuş.

muhaşşim

  • Keskinliği dolayısıyla sarhoş edici şey.

muhatab ittihaz etmek

  • Karşısındakilerini dinleyen.
  • Dinleyici kabul edip, sözünü dinliyor bilmek.
  • Konuşmaya lâyık görmek.

muhnis

  • Yumuşak kimse; yâni şiddeti ve katılığı olmayan. Mülâyim.

muhteba

  • Dizlerini yere dikip ellerini dizlerine kavuşturup oturan; dizlerini iple bağlayıp oturan kimse.

muhtekir

  • İnsan ve hayvan yiyecek maddelerini piyasadan toplayıp pahalanınca satan kimse. Karaborsacılık yapan.

muhterem

  • Hürmete lâyık, saygıdeğer.

muhtereme

  • Hürmete lâyık, saygıdeğer anlamında, hanımlar için kullanılan ifade.

mühtezz

  • (İhtizaz. dan) Sevinç ve neşeden dolayı oynayan.
  • Titreyen, ihtizaz eden.

muidd

  • Hazırlayıcı. Amâde edici.
  • İâde eden.
  • Sayan.

mukabele / mukâbele

  • Hapsetmek.
  • Sonraya bırakmak, tehir etmek.
  • Meşveret etmek, danışmak.
  • Bir kimsenin evi yanında bir ev satıldığında; "başka kimse satın alsın, ben ondan şüf'a yolu ile alayım" diye şirâsına muhtaç iken tehir etmek.

mukarreb

  • Yakınlaştırılmış.
  • Cennette dereceleri en yüksek olan.
  • Tasavvufta, nefslerinin sevgisinden kurtulmuş, kalbinde Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmayan, yalnız Allahü teâlâyı isteyen.

mükemmil

  • Tamamlayan, tamamlayıcı.
  • İkmâl eden. Tamamlayan. Tamamlayıcı.
  • Tamamlayıcı.

mukır / mûkır

  • Yemişinin çokluğundan dolayı dalları sarkmış olan ağaç.

muksit

  • Adaletle iş gören. Haklı hareket eden.
  • Nefsine lâyık görmediği zararlı şeyi başkasına da münasib görmeyen.

mülaet

  • (Çoğulu: Mulâ) Midedeki rahatsızlıktan dolayı husule gelen zükkâm hastalığı.
  • Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.), Hz. Abbas'ı ve dört erkek evlâd-ı mübarekelerini örttüğü perde.
  • Büyük ihram.

mülaim

  • Mülâyim. Yumuşak. Lâtif.

müleffık

  • Telfik yapan. Belli bir mezhebin hükümlerine uymayıp, dört mezhebin hükümlerinden kolayına geleni yapıp karıştıran.

mülihhin / mülihhîn

  • Israr edenler, zorlayıcılar. İlhah edenler.

mülim / mülîm

  • Kendini levm etmek. Melâmette olmak. Kusurunu anlayıp kendisini kötülemek.

mülzim değil

  • Bağlayıcı değil; bağlayıcı olmadığı için uyulma zorunluluğu olmaz.

münasebetle

  • Dolayısıyla.

münasib

  • Benzer, uygun, lâyık, yakışır, yaraşır.

munazzım

  • Sıralayıp dizen, tanzim eden.
  • Nazm yazan. Vezinli, kâfiyeli, tertibli yazan.

münbagi

  • (Bugye. den) Lâyık, yakışan, şâyân.

münessim

  • Hayat veren, ruh veren. Allah.
  • Lâyık olana maaş bağlıyan kimse.
  • Köle âzâd eden.

müptezel

  • çokluğu dolayısıyla değerini yitiren, değersiz.

müraat-ı efham / müraât-ı efhâm

  • Zihinlere, anlayışlara uygun davranma; anlayış seviyelerini dikkate alma.

musaddık

  • Tasdik edici, doğrulayıcı.

musaddıkane / musaddıkâne

  • Tasdik eder tarzda, doğrulayıcı şekilde.

musavvir / مُصَوِّرْ

  • Herşeye kendine lâyık güzel şekil ve suretler veren Allah.
  • Herşeye layık sûret veren (Allah).

musavviriyet-i ilahiye / musavviriyet-i ilâhiye

  • Allah'ın her şeye kendine lâyık güzel şekil ve suretler vermesi.

müsbig

  • Tamamlayıcı, isbâğ edici.

müsbit

  • Hastalık ve yaralardan dolayı pek hâlsiz ve kuvvetsiz kalan.

müsebbeh

  • İhtiyarlıktan dolayı aklı giden kimse. Bunak.

müsebbih

  • Tesbih eden; Allah'ı, yüce şanına lâyık ifadelerle anan.

müşebbihe

  • Allahü teâlâyı cisim ve varlıklara benzeten, Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih (mânâsı kapalı) âyetleri görünen lugat mânâsına göre açıklayıp, Allahü teâlânın el ve yüz gibi organlarının olduğunu iddiâ eden bozuk fırka.

müşfikane

  • Şefkatle, merhametle. Müşfik olana lâyık surette. (Farsça)

müşkil

  • (Müşkile) Zorluk, güçlük, zor olan iş. Çetinlik.
  • Edb: Mânasının derinliği veya edebi bir san'atla ifade edilmiş olmasından dolayı teemmül ve tefekkürsüz anlaşılmayacak derecede hafî olan lâfızdır. Mânaca nass'ın mukabilidir.

müşkilat-ı kur'aniye

  • Manasının incelik ve derinliği veya istiare-i bediyye ile ifade edilmiş olması gibi sebeblerden dolayı derin tetebbu ve tefekkür neticese ancak anlaşılabilen âyetler.

müşrik

  • Allahü teâlâya şirk (ortak) koşan. Allahü teâlâyı mâbûd bildiği hâlde put veya benzeri şeyleri de ilâh, tanrı edinen.

müstahak

  • Hak etmiş, lâyık.

müstahik

  • Hak etmiş, hak kazanmış, lâyık.

müstaid

  • İstidadı olan, kabiliyetli, uyanık, anlayışlı, akıllı.

müstakbilin / müstakbilîn

  • (Tekili: Müstakbil) (Kabl. dan) Karşılayanlar, karşılayıcılar, istikbâl edenler.
  • Kıbleye dönenler.

müste'hil

  • (Ehl. den) Lâyık ve ehil olan.

müstehak

  • Lâyık, hak etmiş.
  • Hak eden, layık.

müstehak olma

  • Hak etme, lâyık olma.

müstevcib

  • (Vücub. dan) Lâyık, şâyan, münasib.
  • Gereken, icab eden.

müsul

  • Hürmet ve saygıdan dolayı ayakta durma.

mutafattın

  • (Fatânet. den) Anlayışlı. Hem anlayıp farkına varan. Kavrayan.

mutasarrıf-ı fa'al / mutasarrıf-ı fa'âl

  • Her zaman Zâtına has ve lâyık iş yapan, daima faaliyette bulunan, idâre eden ve tasarrufta bulunan Cenâb-ı Hak.

mutazallimane / mutazallimâne

  • (Zulm. den) Kendine yapılan zulüm ve haksızlıkdan dolayı sızlanan kimseye yakışır şekilde.

mutazallimin / mutazallimîn

  • (Tekili: Mutazallim) (Zulm. den) Sızlananlar. Kendilerine yapılan haksızlık ve zulümden dolayı şikâyet edenler. Tazallüm edenler.

müteahhirin / müteahhirîn

  • Sonra gelenler. Kelâm ilminde İmâm-ı Gazâlî ile, diğer İslâmî ilimlerde Şems-ül-Eimme Hulvânî ile başlayıp onlardan sonra gelen âlimler.

mütebessil

  • Cesaret veya kızgınlıktan dolayı yüzünü ekşiten.

mütecessis

  • Meraklı, gizli şeyleri öğrenmeğe çalışan.
  • Casusluk eden, yoklayıp haber eriştiren.

mütedair / mütedâir

  • Dolayı, alâkalı, üzerine, müteallik, için.
  • Dolayı, için, üzerine.

mütedehhi

  • Üstün zekâlı ve anlayış sahibi gibi harekette bulunan.

mütedehhiyane

  • Üstün zekâ ve anlayış sâhibi gibi harekette bulunana yaraşır yolda. (Farsça)

mutedil / معتدل

  • Ylıman. (Arapça)
  • Mülayim, hoşgörülü. (Arapça)

müteehhib

  • Kendi kendini hazırlayıp yetiştirmiş kimse.

müteferris

  • (Feraset. den) Anlayışlı, ferâsetli, sezişli.

mütehatti

  • Hatâ işleyen, yanılan.
  • Atlayıp geçen.

mütekellim-i alim / mütekellim-i alîm / مُتَكَلِّمِ عَل۪يمْ

  • Gizli ve âşikâr her şeyi bilen ve kendi Zâtına lâyık şekilde konuşan Allah.
  • Her şeyi hakkıyla bilen, şânına lâyık konuşan (Allah).

mütekellimin / mütekellimîn

  • Kelâm âlimleri. İslâm dîninin îmân bilgilerini, naklî (dînî) ve aklî delillerle îzâh eden, açıklayıp isbatlayan büyük âlimler.

mütemayiz

  • Temayüz etmiş, ayrılmış olan.
  • İyiliğinden dolayı başkalarından ayrı olan.

mütemmim / متمم

  • Tamamlayan, tamamlayıcı.
  • Tamamlayıcı. (Arapça)
  • Tümleç. (Arapça)

müterennih

  • Sarhoşluktan veya başka bir sebepten dolayı sallana sallana yürüyen.

müterettib

  • Terettüb eden. Sıralanmış, sıra ve tertibe girmiş.
  • Meydana gelen, icab eden.
  • Dolayı.

müteşekkirane / müteşekkirâne

  • Verdiği nimetlerden dolayı Allah'a şükrederek.

müteşeyyih-i müteevviğ

  • Şeyhlik taslayıp ağa olmaya çalışan.

mütevatir-i bilmana / mütevâtir-i bilmâna

  • Mânevî tevatür; yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun bir haberi, olayı veya hadis-i şerifi mânâ yönünden aktarması veya aktarılırken susmak sûretiyle doğruluğunu tasdik etmesi.

mütezahimin / mütezahimîn

  • (Tekili: Mütezahim) İzdihamdan dolayı birbirinin üstüne çıkanlar. Kalabalıktan sıkışanlar.

mütimm

  • Tamamlayan, tamamlayıcı.

mutmainne

  • İtmînân bulan, rahatlayan, huzur ve sükûna kavuşan.
  • İslâmiyet'in emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınarak ve Allahü teâlâyı zikrederek itminana huzur ve sükûna kavuşan, şüphe ve tereddütlerden kurtulan nefis.

muvafık / muvâfık

  • Lâyık, uygun.

muzmir

  • Gazâ veya yarış için atını hazırlayıp terbiye eden kişi.

na-layık

  • Lâyık olmayan. (Farsça)

na-reva

  • Yakışıksız, reva olmayan. Münâsib ve lâyık olmayan.

na-şayeste

  • Lâyık olmayan. Lâyık değil. (Farsça)

na-seza

  • Münasib olmayan, lâyık olmayan. (Farsça)

na-yeste

  • Lâyık olmıyan. (Farsça)

nadas

  • Tarlayı temizleyip otlarını kurutmak için önceden sürüp hazırlama.

nagz

  • Devekuşunun erkeği.
  • Başını sallayıp depretmek.
  • Bulutun koyu ve kesif olması.

nahis

  • Dönmekten dolayı genişlemiş olan makara deliği.

nahun-be-dendan / nâhun-be-dendân

  • Hayretten veya kederden dolayı parmağını ısırmış olan. (Farsça)

nakarat

  • Çok sık tekrarlanmasından dolayı bıkkınlık veren söz.

nalayık / nâlâyık

  • Layık olmayan.
  • Lâyık olmayan.

namaz tesbihatı / namaz tesbihâtı

  • Namazdan sonra, Allah'ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anma.

narda

  • Lâyık değil. (Farsça)

naseza / nâsezâ

  • Lâyık olmayan.

naşi / nâşî / ناشى

  • Neş'et eden, yeniden vücuda gelen, yetişen, yetişmiş.
  • Delil, dolayı, ötürü, sebebiyle.
  • Geceleyin meydana gelip zâhir olan şey.
  • Yetişmiş oğlan veya kız.
  • Dolayı.
  • İleri gelen, kaynaklanan, dolayı. (Arapça)

nazar-ı akli / nazar-ı aklî

  • Aklî bakış, akıl gözü, aklın anlayışı.

nebbah

  • Havlayıcı.

nebil

  • (Nebile) Akıllı, anlayışlı, zekâ sahibi.
  • Yüksek meziyet sahibi. Güzel huylu.
  • Bilgili ve faziletli kimse.

nebiyy-i muhterem

  • Hürmete ve saygıya lâyık olan nebi, peygamber.

nef'i / nef'î

  • Menfaat ile alâkalı, faydacı.
  • Sihâm-ı Kaza nâmındaki hicivli şiirleri ile meşhur Erzurum - Hasankale'li olup İstanbul'da yaşamış bir şâirin adıdır. 1634'de 4. Murad devrinde bir hicviyesinden dolayı boğdurulup denize atılmıştır.

nefr

  • Heyecan verici bir emirden dolayı bir yerden bir yere fırlayıp çıkmaktır. Ürkmek demek olan "Nüfur" da bu mânâdandır. Fakat "Nüfur" tek başına kaçıp kurtulmak için menfi bir harekette kullanıldığı hâlde; "nefr", düşmana karşı gaza için fırlayıp çıkmakta kullanılır. Ve böyle çıkıp toplanan cemaate "n

nefs-i levvame / nefs-i levvâme

  • Kötü işlerden dolayı dâimâ kendini kınayan ve ayıplayan nefs.

nefs-i mutmainne

  • Îmân etmiş nefs. Allahü teâlâyı anmakla huzûra eren, İslâmiyet'in emirlerini yapmak kendisine zor, ağır gelmeyen nefs.

nefta

  • (Nifta) (Çoğulu: Nefat) Çalışmaktan dolayı elde çıkan kabarcık.

nekahet

  • Hastalıktan yeni kalkıp henüz iyileşmiş, iyiliğe yüz tutmuş olmak hâli. Hastalıkla sıhhat arasındaki hâl.
  • Fehmetmek, anlamak, bilmek.
  • Seri intikal etmek. Çok çabuk anlayış.

nekam

  • (A, uzun okunur) Bir kimseyi kötü bir fiilinden dolayı şiddetle cezalandırmak. İntikam almak.

nesne

  • Şey, tamlayıcı, tümleç.

nev'-i cami' / nev'-i câmi' / نَوْعِ جَامِعْ

  • Toplayıcı tür.

nigahdar / nigâhdar

  • Bekçi, gözcü. (Farsça)
  • Koruyucu, muhafaza eden, saklayıcı. (Farsça)

nigahdaşt / nigâhdâşt

  • Kalbde yalnız Allahü teâlâyı anıp, O'ndan başka her şeyi unutma hâlinin devâmını muhâfaza.

nigehdar / nigehdâr

  • Gözcü, bekçi. (Farsça)
  • Saklayıcı, koruyucu. (Farsça)

nitasi / nitasî

  • Anlayışlı tabib, doktor.

nivend

  • İdrak, anlayış, akıl. (Farsça)

nüfaz

  • Ağaçtan veya başka birşeyden silkmekten ve hareket ettirmekten dolayı düşen nesne.

nükke

  • Zayıflıktan dolayı sesi çıkmayan deve.

nükr

  • Anlayışı, fikri, ferâseti iyi olmak.
  • Zorluk.
  • İnkâr.

nükte

  • Dolayısıyla anlaşılan ince mânâ, bir söz ve ibareden anlaşılan şey.
  • İyi düşünülmüş, ince anlamlı zarif söz.

nüktebin / nüktebîn

  • İnceliği gören, nükteyi anlıyabilen. Kavrayışlı, anlayışlı, zeki. (Farsça)

nur-i mübin

  • Mübin olan nur. Aşikâr ve açıklayıcı olan ve hak ile batılı ayıran nur. Bilhassa iman ve Kur'an ilminin mânevi nuru.

nüsha-i camia / nüsha-i câmia / نُسْخَۀِ جَامِعَه

  • Toplayıcı nüsha.

nüzul / nüzûl

  • İnmek. Tasavvuf yolunda ilerleyerek, sebebler âlemini görmeyip yalnız sebeblerin sâhibini yâni Allahü teâlâyı bilme hâline ulaşan bir velînin insanları irşâd ve terbiye için, tekrar sebebler âlemine inmesi.

örfünas

  • İnsanlar arasındaki genel anlayış.

perhüde

  • Saçmasapan söz, hezeyan. (Farsça)
  • Ateşten dolayı sararmış eşyâ. (Farsça)

pezire

  • Karşılama, karşılayış. (Farsça)

proje

  • Tasarı, layıha.

put

  • Allah'tan başka tapılan herşey.
  • Heykel. Sanem. Kendisinden medet beklenen veya lâyık olmadığı hürmet kendine yapılan maddi mânevi resim, heykel ve her çeşit cisim.

ra'san

  • Yorgunluktan dolayı yab yab yürümek.

rabb-i hakim / rabb-i hakîm

  • Herşeyi hikmetle belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan ve herbir varlığın her türlü ihtiyacını karşılayıp idare eden Allah.

rabıt-rabıta / râbıt-rabıta

  • Bağlayıcı, bitiştirici.
  • Nefsini ezip kendini Allah'a bağlamış.

rabıtabend

  • Rabtedici, bağlayıcı. (Farsça)

rahman / rahmân

  • "Dünyâda dost olsun düşman olsun, lâyık olsun olmasın, mü'min olsun kâfir olsun bütün yaratıklara rızık ve sayısız nîmetler veren" mânâsında Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden).

rahşiş

  • Parlayış. (Farsça)

raib

  • Göz bağlayıcı, büyücü.
  • Doldurucu.

ratb

  • Rutubet, nemlilik yaşlık.
  • Rutubetli, yaş.
  • Yaş hurma.
  • Mülâyim, yumuşak.

ratb-ül lisan / ratb-ül lisân

  • Yumuşak sözlü. Mülâyim lisanlı.

raus

  • İhtiyarlıktan dolayı başını titreten kişi.

ravi / râvî

  • Rivâyet eden, nakleden; duyduğu veya gördüğü bir sözü, bir işi, bir olayı başkasına haber veren; Resûlullah efendimizin hadîs-i şerîflerini, metin (hadîs-i şerîfin kendisini) ve senedi (nakledenleri) ile birlikte nakleden hadîs âlimi.

rebaze

  • Zeki ve anlayışlı kimse. Zarif kimse.

rehn

  • Bir sebebden dolayı bir şeyi habsetmek, alıkoymak; ödenecek mal karşılığında bir malı, alacaklıda veya başka emin bir kimse elinde emânet bırakmak. İpotek etmek.

rekb

  • Atlılar alayı, süvari takımı.
  • Diz ile vurmak. Dizi vurmak.

rekz

  • Dikme, yere saplayıp sabit kılma.

rema

  • Bir yerde ikamet eylemek.
  • Ziyade olmak.
  • Riba, faiz.
  • Bir haberi zan ile anlayıp idrak etmek.

resae

  • Ölünün üzerine ağlayıp, onun iyiliklerini saymak.

resed

  • Lâyık, şâyan, şâyeste. (Farsça)

reva / revâ / روا

  • Lâyık, uygun. Meydana gelmek. (Farsça)
  • Gidici. (Farsça)
  • Lâyık.
  • Layık uygun, caiz.
  • Uygun, lâyık.
  • Uygun, layık. (Farsça)

reva görme

  • Lâyık görme.

revah

  • Öğleden akşama kadar olan vakit.
  • Bir şeyin tahsilinden dolayı gelen sürur ve şâdlık, neş'e.

revan-bahş

  • Canlandırıcı, can bağışlayıcı. (Farsça)

reym

  • Alçak yer.
  • Kabir.
  • Derece.
  • Deveyi boğazlayıp taksim ettikten sonra kalan kemik.
  • Ziyâde çok, fazla.

riyazet

  • Nefsi kırma. Fani şeylerden nefsini çekerek kanaat içinde yaşamak.
  • Bir hastalıktan dolayı veya nefsini terbiye maksadıyla çok yemek ve içmeyi terkederek faydalı fikirlerle, ibadet ve ilimle meşgul olmak. Az gıda ile yaşamak.
  • İdman.

ru'b

  • Korku, havf. Korkudan dolayı iş ve hareketten kesilmek. Korkutmak.
  • Kesmek.
  • Sihir, büyü, efsun.

ruh-u behişti

  • Cennete ehil ve ona lâyık ruh.

şabaş

  • Alkış etme, alkışlama. Aferin deme. Bir hareketi güzel bulmaktan dolayı alkışlamak veya hediye vermek. (Farsça)

sabr-ı cemil / sabr-ı cemîl

  • Başa gelen belâ ve musîbetten dolayı feryad etmeden, insanlara şikâyette bulunmadan yapılan sabır, gösterilen tahammül.

safbeste-i hareket

  • Harekete geçmek üzere saf bağlayıp hazır olan.
  • Harekete geçmek üzere saf bağlayıp hazır olan.

şahnişin

  • Şahların oturmalarına lâyık yer. (Farsça)
  • Evin sokak üzerine olan çıkmaları. (Farsça)

san'at-üt tedelli

  • İlm-i belagatın bir kaidesi. En âlâdan başlayıp ednaya doğru gitme, yukarıdan aşağıya inme san'atı.

sarat

  • Suyun çok durmaktan dolayı renginin ve kokusunun değişmesi.

şat'

  • Yerden yeni çıkan taze ekin yaprağı. Ekinlerin taze çıkan filizleri, yaprağı.
  • Su arkı.
  • Cima etmek.
  • Bağlayıp sağlamlaştırmak.

şayan / şâyân / شایان / شَايَانْ

  • Münasib, lâyık, yaraşır. (Farsça)
  • Lâyık, yaraşır.
  • Yaraşır, uygun, layık.
  • Layık, yaraşır, yakışık alır. (Farsça)
  • Lâyık.

şayan-ı af ve müsamaha

  • Affa ve hoşgörüye lâyık.

şayan-ı gıbta ve hayret / şâyân-ı gıbta ve hayret

  • Gıpta ve hayrete lâyık.

şayan-ı hürmet / şâyân-ı hürmet

  • Saygı duymaya değer, saygıya layık.

şayan-ı istima'

  • Dinlenilmesi iyi ve münasib olan, dinlenmeğe lâyık.

şayan-ı menn ü şükran / şâyân-ı menn ü şükrân

  • Minnet ve şükre lâyık.

şayan-ı merhamet ve şefkat / şâyân-ı merhamet ve şefkat

  • Şefkat ve merhamete lâyık.

şayan-ı misal / şâyân-ı misal

  • Örnek göstermeye lâyık.

şayan-ı senaa / şayan-ı senaâ

  • Sena edip övmeğe lâyık olan.

şayan-ı şükran / şâyân-ı şükran / şâyân-ı şükrân / شَايَانِ شُكْرَانْ

  • Teşekküre değer, lâyık.
  • Teşekküre layık.

şayan-ı takdir / şâyân-ı takdir

  • Takdire, övgüye lâyık.

şayan-ı teberrük / şâyân-ı teberrük

  • Bereketli ve mübarek olmaya lâyık.

şayan-ı tebrik / şâyân-ı tebrik

  • Tebrike lâyık.

şayan-ı tebşir / şâyân-ı tebşir

  • Müjdeye lâyık.

şayan-ı temaşa / şâyân-ı temâşâ / شَايَانِ تَمَاشَا

  • Seyretmeye lâyık.

şayanter

  • Daha lâyık, çok lâyık. Elyak. (Farsça)

şayeste / şâyeste / شایسته / شَايَسْتَه

  • Şayan, uygun, yaraşır, lâyık. (Farsça)
  • Nümune. (Farsça)
  • Uygun, yaraşır, lâyık.
  • Uygun, lâyık.
  • Yaraşır, layık. (Farsça)
  • Lâyık.

şayet

  • ("Lâyık, yaraşır, şâyân" mânâsına gelen "Şâyesten" mastarından) Şart veya ihtimal gösterir: "Eğer, belki, olur ki" gibi. (Farsça)

şaygan

  • Uygun, lâyık, münâsib, sezâ. (Farsça)
  • Bol, çok, mebzul. (Farsça)

şaygani / şayganî

  • Çokluk, bolluk, mebzuliyet. (Farsça)
  • Münasiblik, lâyıklık, uygunluk. (Farsça)

şe'n-i uluhiyet / şe'n-i ulûhiyet

  • İbadete ve itaat edilmeye layık olan ilâhlık şanı.

şea'irullah / şeâ'irullah

  • Görülünce, Allahü teâlâyı hatırlatan şeyler.

sebe

  • Yaşlılıktan dolayı bunamak.

sebeb-i def'-i musibet / سَبَبِ دَفْعِ مُص۪يبَتْ

  • Belâyı uzaklaştırma sebebi.

sebeb-i def-i musibet

  • Belâyı uzaklaştırma sebebi.

sebuiyet

  • Yırtıcılık, parçalayıcılık. Yırtıcı hayvanın fıtri hassası.

secde-i şükür

  • Bir lütf-u İlâhîden dolayı veya bir musibetin izn-i İlâhi ile kaldırılmasından sonra hamd ve şükür için edilen secde.

sedare

  • Sıcaklığın fazlalığından dolayı tenbelleşmek.

şefkaten

  • Şefkatten dolayı, şefkat bakımından.

şehamet

  • Akıl ve zekâ ile beraber olan yiğitlik. Kahramanlık. Cür'et. Bahadırlık.
  • Tez anlayışlı olmak.

şekerriz

  • Pek tatlı, şeker saçan. (Farsça)
  • Sevinçten dolayı gelen gözyaşı. (Farsça)

semire

  • Kaymağı çalkalayıp bir yere toplamadan evvel üstünde görünen yağ parçaları.

şenak

  • Devenin yularını çekmek.
  • Çok yemekten mide dolmak.
  • Yaralamaktan dolayı alınan az diyet.

ser-be-ceyb

  • Kaderden, düşünceden veya hayâdan dolayı başını önüne eğmiş olan. (Farsça)

serab

  • Çölde, sıcak ve ışığın tesiriyle ilerde veya ufukta su ve yeşillik var gibi görünme olayı. Şaşkın hale gelme.

şerare

  • (Şerâr) Kıvılcım. Elektrik kıvılcımı. Müsbet ve menfi (+ ve -) elektrik kutuplarının birbirine çok yakın olmasından veya dokunmasından hâsıl olan kıvılcımların parlayışı.

şerh

  • Yarmak, açmak, açıklamak; bir kitâbın metnini kelime kelime açıklayıp îzâh etmek.

sermest-i hayran

  • Hayranlıktan dolayı kendinden geçme.

şerşere

  • Ateş üstüne koyunca cızlayıp ötmek.
  • Yarmak.
  • Kesmek.
  • Meta, mal mülk.
  • Ağırlık. (Bu mânâya Çoğulu: Şerâşir)

sery

  • Davarı iyi gütmek.
  • Yıldırımın parlayıp çakması.
  • Kurt, eşine çıkmak.
  • Hiddetlenmek, kızmak.

şet'

  • Açlıktan veya hastalıktan dolayı acı duymak.

sevam

  • Yabanda otlayıp gezen hayvan.
  • (Tekili: Sâmme) Zehirli hayvanlar.

şeves

  • Gururdan dolayı göz ucuyla bakma.

şevk-i mukaddes / شَوْقِ مُقَدَّسْ

  • (Allah'a layık) Mukaddes istek, arzu.

seza / sezâ / سزا / سَزَا

  • Lâyık, münasip. (Farsça)
  • Lâyık.
  • Lâyık, uygun.
  • Layık, yaraşır. (Farsça)
  • Lâyık.

seza-yı takriz

  • Övmeye, medhetmeğe lâyık.

seza-yı tezlil

  • Tahkir edilip alçak görülmeğe lâyık olan.

sezavar / sezâvar / سزاوار

  • Münâsib, uygun, lâyık, şâyân. (Farsça)
  • Layık, yaraşır. (Farsça)

şezr

  • Kızgınlık ve hiddetten dolayı gözucuyla bakmak.

şiddet-i zeka / şiddet-i zekâ

  • Büyük zekâ, anlayış.

sıhhat-ı fehim

  • Doğru anlayış.

sıla

  • Gr. sıla cümlesi; Arapça'da "ellezî=öyleki" gibi müphem isimlerle bir önceki cümleye bağlanan ve o cümleyi açıklayıcı olarak gelen cümle.

sipariş

  • Ismarlamak, ısmarlayış. (Farsça)

sırr-ı liyakat / sırr-ı liyâkat

  • Lâyık olma sırrı, sebebi.

siyaset-i şer'i / siyaset-i şer'î

  • İslâm'ın öngördüğü siyaset ve yönetim anlayışı.

sôfi / sôfî

  • Tasavvuf ehli. Kalbini gafletten (Allahü teâlâyı unutmaktan) ve mâsivâya (Allahü teâlâdan başka şeylere) bağlamaktan koruyan, nefsini Allahü teâlâya itâate kavuşturan, pâk ve temiz bir kalbe sâhip olan kimse, velî derviş.

sokrat

  • Eski bir Yunan Feylesofu. (M.Ö. 470-400) Vahdaniyete ve ruhun bakiliğine inanmış ve bu fikrini yaymağa çalışmış. "Dünyada yalnız bir şey öğrenebildim, o da hiç bir şey bilmediğimdir." sözü meşhurdur. Devrinin inanışına zıd fikirlerinden dolayı mahkemece kendisine idam kararı verilmiş, baldıran otunu

sosyalizm

  • Toplumculuk, bütün malları devlet elinde toplamak isteyen bir anlayış.

su'-i fehm / sû'-i fehm

  • Kötü anlayış. Her zarar, insana, kendi nefsinden gelir, Yüz karası, âdeme (insana) sû'-i fehminden gelir.

su-i fehm / sû-i fehm

  • Kötü anlayış.

su-i tefehhüm

  • Kötü anlayış. Yanlış anlama.

su-i telakki / su-i telâkki / sû-i telâkki

  • Lâzım olduğu şekilde anlamama. Kötü anlayış. Kötü telâkki etme.
  • Yanlış anlayış, yanlış düşünce.

suada'

  • Sıkıntıdan dolayı uzun uzadıya solumak.
  • Ev ortası.

sübhanellah / sübhânellah

  • Allahü teâlâyı noksanlık ve kusur olan şeylerden tenzîh ederim, uzak tutarım mânâsına, mübârek, kıymetli bir söz.

süda

  • Kendi kendine çobansız gezen hayvan.
  • Bir şeyi kendi kolayına bırakmak.

şühud-i ilahi / şühûd-i ilâhî

  • Bu âlem (mahlûklar âlemi) ile hiçbir münâsebeti olmadan Allahü teâlâyı müşâhede, görme.

şühus

  • Yüksek olmak.
  • Bir yerden bir yere gitmek.
  • Gözünü bir yere dikip hareket ettirmeden ve kapağını açıp yummadan durmak.
  • Bir hâdisenin meydana gelmesinden dolayı acı çekip kararsız olmak.

şükreyleme

  • Verdiği nimetlerden dolayı Allah'a teşekkürlerini sunma.

sür'at-i intikal

  • Çabuk anlayıp intikal etme. Kavrama çabukluğu.

sürur-u mukaddes / sürûr-u mukaddes / سُرُورِ مُقَدَّسْ

  • (Allah'a layık) Mukaddes sevinç.

şuur / şuûr

  • Anlayış, idrak. Vicdan. Hiss-i zâhirle duymak.
  • Nefsin mânâya ilk vusul mertebeleridir.
  • Kendi varlığından haberi olma.
  • Bir şeyi hoşça tanıma.
  • İnceliklerini iyice idrak etme.
  • (Tekili: Şa'r) Kıllar.
  • Anlayış, idrâk.
  • Tasavvufta kendi varlığından haberi olma; sekrin zıddı, uyanıklık.

ta'ciz

  • (Acz. den) Huzursuz kılmak, rahatsız etmek, sıkıntı vermek, canını sıkmak.
  • Eğlendirmek.
  • Âciz etmek.
  • Kadının ihtiyarlayıp âcizleşmesi.

ta'rik

  • Şaraba biraz su katmak.
  • Kovayı doldurmak.
  • Terletmek.
  • Hastalık veya perhizden dolayı zayıflamak.

ta'sib

  • İhata edip kaplamak, içine almak.
  • Bir kimsenin başına taç koymak.
  • Açlıktan dolayı karnını bağlamak.

ta'zir / ta'zîr

  • Siyaset.
  • Tehdit etmek.
  • Tazim ve tathir. Temizlemek ve hürmet etmek.
  • Lügatta red, icbar, tahkir, te'dib, hak üzere tevkif mânalarına gelen bu tabir, İslâm hukukunda: Hakkında muayyen bir şer'î ceza olmayan suçlardan dolayı ulülemr (hükümdar, padişah) veya vekili tarafı
  • İslâm hukukunda hakkında belli bir ceza olmayan suçlardan dolayı uygulanan cezalar.
  • Red, icbar, tedib.

ta'zir-i te'dib

  • Âkıl bâliğ olduğu halde henüz mükellefiyet çağında bulunmayan bir çocuğun yaptığı bir suçtan dolayı hakkında te'dib ve ta'zib maksadıyla yapılan ta'zirdir.

ta'zir-i ukubet

  • Mükellef bir şahıs tarafından irtikâb olunup da şer'an muayyen bir cezası bulunmayan bir suçtan dolayı ukubeten yapılan ta'zirdir. Mücrimin bu hususta müslim ile gayr-i müslim; hür ile âbid; erkek ile kadın olması müsavidir.

taaccüb-ü inşai / taaccüb-ü inşaî

  • Fiili ve kesin bir olayı göstermeyen ve taaccüb ifade eden söz.

tab

  • Parıltı. Parlayıcı. (Farsça)
  • Güç. Kuvvet. Takat. (Farsça)
  • Hararet. (Farsça)

tabakat-ı müfessirin / tabakât-ı müfessirîn

  • Kur'ân-ı kerîmdeki murâd-ı ilâhîyi, yâni kastedilen mânâyı açıklayan tefsîr ilmi ile meşgûl olan İslâm âlimlerinin dereceleri.
  • Tefsîr âlimlerini derecelerine göre sıralayıp, hayatlarını ve eserlerini anlatan kitaplar.

tabakat-ı muhaddisin / tabakât-ı muhaddisîn

  • Resûlullah efendimizin işleri, sözleri ve hâllerini öğreten hadîs ilmi ile uğraşan İslâm âlimlerinin dereceleri.
  • Hadîs âlimlerini derecelerine göre sıralayıp, hayatlarını ve eserlerini anlatan kitaplar.

tabakat-ül-fukaha / tabakât-ül-fukahâ

  • Fıkıh âlimlerinin tabakası. Helâl ve haramı, emir ve yasakları bildiren fıkıh ilmi ile uğraşan âlimlerin dereceleri.
  • Fıkıh âlimlerini derecelerine göre tertîb edip (sıralayıp), hayatlarını ve eserlerini anlatan kitablar.

tabiş

  • Parlayış, parıldayış. (Farsça)

tabu

  • (Polinezya dilinden) Var olduğu sanılan, mukaddes hususiyetlerinden dolayı dokunulamıyan. Uğursuz ve korkunç olan şey.

tafk

  • (Tafak) Bir işe başlamak, mülâzemet etmek, başlayıp devamda sebat etmek.

taglib / taglîb

  • Edb: Bir alâkadan dolayı bir kelimeyi, başka bir mânayı da içine alacak şekilde kullanma. Baba ile anaya "Ebeveyn" denilmesi gibi.
  • Bir ilgiden dolayı kelimeyi başka bir anlamı da içine alacak şekilde kullanma.

tağlib

  • Bir alâka ve ilgiden dolayı bir kelimeyi, başka bir mânâyı da içine alacak şekilde kullanma, ana-babaya ebeveyn denilmesi gibi.

tahatti

  • (Hatve. den) Bir şeyi atlayıp geçmek.
  • Sınırı aşmak.
  • Saldırış.

tahcir

  • Bir yere taş koymak, taş yığmak.
  • Fık: Kimsenin girmemesi için arazinin etrafına taştan sınır yapmak.
  • Hayvanı dağlayıp nişanlamak.

tahfif

  • (Hıffet. den) Hafifletme, yükünü azaltma. Kolaylaştırma.
  • Lâyıkı vechiyle hürmet etmemek.
  • Maddî-manevî bir ızdırabı azaltmak.
  • Kelimelerin bazı harflerini terketmekle telâffuzunu kolaylaştırmak.

tahkiramiz / tahkîrâmiz / تحقير آميز

  • Aşağılayıcı. (Arapça - Farsça)

tahşidat / tahşidât

  • Öneminden dolayı bir şeyin üzerinde fazla durma.

tahşidat-ı azime / tahşidat-ı azîme

  • Öneminden dolayı bir şeyin üzerinde çok fazla durma, yığınak yapma.

tahtie

  • Bir kimseyi veya bir şeyi hatalı görmek, hata isnad etmek, yanıltmak. "Bu hatadır" diye iddia etmek.
  • Ist: "Mezhebim haktır, hata ihtimali var. Başka mezheb hatadır, savaba ihtimal var" diyenler ki, bu hatalı anlayışa izafeten "Tahtie" denmiştir.

takbiz

  • Toplayıp bir yere getirmek.

takdir-i kelam / takdir-i kelâm

  • Sözün gelişi; sözde zikredilmeyen bir lafzı sözün gelişinden anlayıp belirtmek.

takdire şayan / takdire şâyan

  • Takdire lâyık.

tanzid

  • Bir yere toplayıp yığmak. İstif etme.

tarih-i vuku

  • Bir olayın gerçekleşme tarihi.

tarik-i tefehhüm

  • Anlayış yolu, tarzı.

tark

  • Vurmak.
  • Dövmek.
  • Yünü ve pamuğu ağaçla vurmak.
  • Bulanık su.
  • İçine deve bevlettiğinden dolayı pislenmiş olan yağmur suyu.
  • Vücuttaki gevşeklik.

tarz-ı tefehhüm

  • Anlayış tarzı.

tarz-ı telakki / tarz-ı telâkki / tarz-ı telakkî / طَرْزِ تَلَقّ۪ي

  • Anlayış tarzı.
  • Anlayış, kabûl tarzı.

tarzim

  • Bir çok şeyi bir yere getirip, toplayıp bir yük yapmak.

tas'ir

  • Kibirlenmekten dolayı karşısındakinin yüzüne bakmayıp, yüzünü çevirmek.

tasbih

  • Rüzgârdan dolayı otun kuruması.
  • Sütü su ile karıştırıp içirmek.

taskil / taskîl

  • Cilâlayıp parlatma.

tasy

  • Sütü ve suyu çok içmekten dolayı vücudun ağırlaşması.
  • Süst olmak, zayıflamak.

tav'

  • İsteyerek uymak. Bir şeyi istekle yapmak. Muti' olmak.
  • Mer'anın genişliğinden dolayı davarın her tarafta otlamasının mümkün olması.

tazallüm-i hal / tazallüm-i hâl

  • Kendine yapılan bir hâlden, hareketten dolayı sızlanmak. Hâlinden şikâyet etmek.

tazarru'

  • Bir şeye gizlice yakarma.
  • Kendi kusurlarını bilip kibirden vazgeçip tevazu ile yalvarmak, ağlayıp, sızlamak.

te'bin

  • Ölmüş bir kimsenin iyiliklerini hatırlayıp söyleme.
  • Bir kimseyi yüzüne karşı ayıplama.

te'hil

  • Misafire "hoş geldiniz" demek olan ehlen ve sehlen cümlesini söylemek.
  • Ehliyetli kılmak.
  • Ürkekliğini gidermek. Alıştırmak.
  • Lâyık ve müstehak görmek.

te'lif / te'lîf

  • Başkalarının sözlerini kendine mahsus bir sıra ile toplayıp kitâb hâline getirme.

te'nis-i ezhan

  • Zihinleri alıştırmak, anlayışı kolaylaştırmak.

tebai / tebaî

  • Hakiki maksat olmayıp dolayısıyla olan.
  • Başkasına uyarak.
  • Cüz'î olarak.

tebarekallah / tebarekâllah

  • "Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) ne bereketli, ne hayırlı işleri var, ne kadar bereketli!" diyerek hayret taaccübü. Allah'ın (C.C. ) yaptığı eserlerinden dolayı hayranlık hislerini ifade maksadıyla, Allah (C.C.) hakkında söylenen ve aynı zamanda dua için okunan bir kelâm.

tebellüd

  • Ağır, tembel olma.
  • Bir şeye tahassür ve teessüf etme. Pişmanlıktan dolayı "hay meded" diye ellerini birbirine çarpma.
  • Yere düşme.

tebellüğ

  • Anlayıp alma. Yetişme, erişme.
  • Tebliği kabul etme.
  • Anlayıp almak.

tebrik

  • Bir kimseyi eriştiği bir iyilikten dolayı "Bârekellâh" diye sevincini bildirmek. Mübarekliğini, Cenab-ı Hakk'ın onu muvaffak kıldığını söyleyerek ta'ziz etmek.

tebzir

  • Boş yere malını sarf etmek.
  • Serpmek. Dağıtmak.
  • İsraf etmek, lâyık olmayan yere malını sarfetmek.

tecelliyat-ı uluhiyet / tecelliyat-ı ulûhiyet

  • İbadete ve itaat edilmeye lâyık olan Cenâb-ı Hakkın isimlerinin varlıklarda eserini göstermesi.

tecmir

  • Buhur etmek.
  • Taş atmak.
  • Hapsetmek.
  • Aşağı sarkıtmamak.
  • Kadının saçını toplayıp bağlaması.

tederdür

  • Katı deprenmek.
  • Gamdan ve korkudan dolayı kendinden geçmek.

tedlis

  • Yumuşatmak. Bir şeyi mülâyim ve kaygan yapmak.
  • İnciyi şeffaf etmek.

tedric-i habit / tedric-i hâbit

  • Edb: İfadenin alçalması. Bir şeyi tarif ederken vasıf bakımından yukarıdan başlayıp aşağıya inmek. Bunun aksini yapmağa da Tedric-i sâid denir.

tefadi

  • Bir kimseye "Sana ben feda olayım" demek.
  • Feda etmek.

tefehhüm

  • Anlayış.

tefekküh

  • Yemiş toplayıp vermek. Meyvedar olmak. Meyvelenmek.
  • Pişman olmak.
  • Pek hoşlanıp hayrette kalmak.

teganni / tegannî

  • Sesi mûsikî perdelerine uydurmak için, hareke, harf ve med (uzatma) ilâve etme ve çıkarma yapmak sûretiyle, kelimelerin asıllarını dolayısıyle mânâyı bozarak okuma.

tekbir / tekbîr

  • Allahü teâlâyı yüceltmek, noksan sıfatlardan, şirkten (ortağı bulunmaktan), yarattıklarına benzemekten tenzîh etmek, uzak tutmak.
  • "Allahü teâlâ büyüktür. Kullarının ibâdetlerine muhtâç değildir. İbâdetlerin O'na faydası yoktur" mânâsına "Allahü ekber" sözü.
  • Ramazan ve Kurban

tekellümat-ı tesbihiye / tekellümât-ı tesbihiye

  • Allah'ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anan konuşmalar.

telakki / telâkkî / telakkî / تلقى / تَلَقّ۪ي

  • Karşılamak. Almak. Kabul etmek.
  • Şahsi anlayış ve görüş.
  • Anlayış, anlama.
  • Anlayış, görüş, değerlendirme. (Arapça)
  • Telakkî etmek: Anlamak, değerlendirmek. (Arapça)
  • Kabul etme, anlayış.

telakkiyat / telakkiyât / telâkkiyat / telâkkîyât / تلقيات

  • (Tekili: Telakki) Şahsî anlayış ve görüşler.
  • Kabul etmeler. Telakkiler.
  • Düşünceler, anlayışlar.
  • Anlayışlar, anlamalar.
  • Görüşler, anlayışlar, değerlendirmeler. (Arapça)

telakkiyat-ı amme / telâkkiyât-ı âmme

  • Genel kabul gören anlayışlar.

telakkum

  • Parçalayıp lokma yapıp yutma.
  • Karın gurultusu.

telbid

  • Bir yere toplayıp yığmak.
  • İhramda olan kimsenin saçı dağılmasın diye başına sakız yapıştırması.

teleccün

  • Bir nesneyi ovalayıp kirini gidermek.

telepati

  • Birinin düşündüklerini veya uzakta geçen bir olayı hiçbir bağlantı olmadan algılama, uza duyum.

telmih

  • (Çoğulu: Telmihât) Lâyıkiyle ve kâmilen keşfedip nazara arzetmek.
  • Bir şeyi açıkça söylemeyip başka bir mâna ifade için söz arasında mânalı söylemek. İmâ ile söz arasında başka bir mânayı ifade etmek.
  • Edb: İbârede bahsi geçmeyen bir kıssaya, fıkraya, ata sözüne veya meşhur bir

tematti

  • (Matiyy. den) Vücutta duyulan ağırlıktan dolayı gerinme.
  • Yürürken sallanmak.

tenavül / tenâvül

  • Beslenme olayı.

tenezzül-ü ilahi / tenezzül-ü ilâhî

  • Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'de emirlerini kullarının anlayabilecekleri şekilde bildirmesi, onların anlayış seviyelerine göre hitap etmesi.

tenezzülat-ı ilahiye / tenezzülât-ı ilâhiye

  • Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'de emirlerini kullarının anlayabilecekleri şekilde bildirmesi, onların anlayış seviyelerine göre hitap etmesi.
  • Cenab-ı Hakk kelâmiyle, kullarının anlayış seviyelerine göre konuşması ve derin hakikatları, anlıyabilecekleri ifadelerle beyan etmesi.

tenzih / tenzîh

  • Allahü teâlâyı, şânına lâyık olmayan şeylerden, her türlü eksik ve noksanlıklardan uzak tutmak.

terennüh

  • (Çoğulu: Terennühât) Sarhoşluktan veya başka bir sebepten dolayı sendeliyerek yürüme.

tertibat / tertibât

  • (Tekili: Tertib) Düzen, düzenleme.
  • Karşılayıcı hazırlıklar.

tesbih

  • Sübhânallah demek. Cenab-ı Hakk'ı (C.C.) şânına lâyık ifadelerle yâdetmek. Yâni: Allah'ın zâtında, sıfâtında ve ef'âlinde cemi' nekaisten münezzeh olduğunu ifade etmektir.
  • Allah'ı her türlü noksan ve kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anma.
  • Allahü teâlâyı, O'na yakışmayan her şeyden ve mahlûkların (yaratılmışların) alâmetlerinden ve yok olmaktan tenzîh ve takdîs etmek, yâni uzak tutmak mânâsına "Sübhânallah" sözü ve benzerleri.
  • Namaz kılmak.
  • Namazdan sonra, Sübhânallah, Elhamdülillah ve Allahü ekber cümleleri sö

tesbih eden

  • Allah'ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anan.

tesbih-i ilahi / tesbih-i ilâhî

  • Allah'ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anma.

tesbihat

  • (Tekili: Tesbih) Cenab-ı Hakk'ı (C.C.) sıfatına lâyık ifadelerle yâdetmeler.

tesbihat-ı ahmediye

  • Peygamber Efendimizin Allah'ı şanına lâyık derin ifadelerle anması.

tesbihat-ı hususiye

  • Özel tesbihler; Allah'ı, yüce şanına lâyık ifadelerle anma.

tesbihat-ı mahsusa

  • Özel tesbihler, Allah'ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma.

tesbihat-ı uzma / tesbihât-ı uzmâ

  • Büyük, azim tesbihât bütün varlıkların Allah'ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anmaları.

tesbihhan / tesbihhân

  • Tesbih eden; Allah'ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anan.

teşe'üm

  • Kötüye yorma. Uğursuz sayma. Bu anlayış dinimizde men edilmiştir.
  • Sola dönme.
  • Sola yatma.

teşennün

  • Adamın ihtiyarlıktan dolayı derisinin buruşup kuruması.
  • Eskimek.

teşhis

  • Şahıslandırma. Şekil ve suret verme. Seçme, ayırma, ne olduğunu anlama. Tanıma.
  • Hastalığın ne olduğunu anlayıp bilmek.
  • Edb: Canlılandırmak, suretlendirmek.
  • Eşyaya şahsiyet vermek.

teşrik

  • Güneşlendirme. Güneşte kurutma.
  • Eti parçalayıp güneşte kurutma.
  • Doğu tarafına gitme.

tetimme / تتمه / تَتِمَّه

  • Ek, tamamlayıcı not.
  • Tamamlayıcı ek. (Arapça)
  • Tamamlayıcı.

tetimme-i tarif

  • Tanımın tamamlayıcısı, devamı.

teve'ur

  • Bir şeyin güçlenerek halli ve yenilmesi müşkil olması.
  • Bir hususta çetin zorlukla karşılaşmak.
  • Konuşanın çapraşık söylemesinden ve anlaşılmadığından dolayı, dinleyenin hayrette kalması.

tevhid / tevhîd

  • Allahü teâlânın bir olduğuna inanmak, O'na kimseyi ortak etmemek. Yâni Lâ ilâhe illallah (Allahü teâlâdan başka ibâdete lâyık bir ilâh yoktur. O'nun ortağı benzeri yoktur) sözünü, mânâsına inanarak söylemek.
  • Tasavvufta kalbi Allahü teâlâdan başka şeylere bağlılıktan kurtarmak.

tevhid-i cami / tevhid-i câmi

  • Çok kapsamlı ve herşeyi içine alan tevhid anlayışı.

tevsi-i zihin

  • Zihni genişletme, anlayış ve kavrayış kabiliyetini yükseltme.

tıbak

  • Uyum, uygunluk. İki zıt olayın ortak özelliğini ifade sanatı.

tılh

  • (Çoğulu: Tılâh-Talâyıh) Zayıf.
  • Yorulmuş.
  • Geç gelmek.

tufeyli / tufeylî

  • (Davetsiz ziyafete giden Tufeyl adında birisinin ismindendir) Sahte.
  • Dalkavuk. Çanak yalayıcı.
  • Başkasının sırtından geçinen. Asalak. Parazit. Fazladan.

tuyuf

  • (Tekili: Tayf) Korkudan dolayı karanlıkta görünen hayâller.
  • Uykuda iken görünen hayâller.

ubudiyyet / ubûdiyyet

  • Allahü teâlânın emirlerine teslîmiyet ve boyun eğmek. Allahü teâlânın işinden râzı olmak. Her an Allahü teâlâyı hatırlamak, anmak.

ukde

  • Düğüm, bağ.
  • Karışık ve müşkil iş. Zorluk, zor iş. Vâlilik ve halifelik için akdolunan biat.
  • Ağaçlık yer.
  • Pelteklik, kekemelik.
  • Arzu edip de ulaşamadığından dolayı içe dert olan şey.

uluhiyet / ulûhiyet

  • İlâhlık, kısaca "ibadet edilmeye lâyık olan yegâne mabud bütün varlıkları yaratan Allahtır" diye ifade edilebilen hakikat.

üslub-u hakim / üslub-u hakîm

  • Edebî san'atlardan biridir. Sorulan bir suale, soranın halini nazara alarak başka bir sual gibi telâkki edip, ona göre cevab vermek demektir. Meselâ : Bazı Ashab Resulüllah'a (A.S.M.) hilâlin ince başlayıp, kalınlaşarak bedr şekline gelip, sonra yine başladığı şekle dönmesinin sebebini sordular. Bun

üsun

  • Suyun tad ve renginin değişmesi.
  • Bir kimse kuyuya girdiğinde buharından veya murdar kokulardan dolayı aklının gitmesi.

üveys-el karani / üveys-el karanî

  • Hz. Ebu Bekir ve Ömer (R.A.) devirlerinde Medine-i Münevvere'de çok hürmet gören ve Tabiînin büyüklerinden olup hadis-i şerif ile medh ü senâsı yapılan büyük bir veli. Peygamberimiz (A.S.M.) zamanında yaşamış ise de vâlidesine çok hürmetinden dolayı Peygamberimizle görüşememiş, fakat ona bütün ruh u

vacid / vâcid

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Ma'bûd, Rab, ilâh olan, zâtında bulunması lâzım ve lâyık olan bütün sıfatları kendisinde bulunan, hiçbir şeye muhtaç olmayan, kendisinden hiçbir şey gizli kalmayan.

vahdet-i vücut

  • "Allah'ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık' adını almaya lâyık değiller" tarzında, Allah'tan başka varlıkları âdeta inkar eden bir tasavvufî görüş.

vahdetü'l-vücud

  • "Allah'ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve varlık adını almaya lâyık değildirler" şeklinde bir görüş; Allah'tan başka varlıkları yok saymak.

vahdetü'l-vücud ehli

  • "Allah'ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık' adını almaya lâyık değiller" tarzındaki tasavvufî görüş sahipleri.

vahhabilik / vahhabîlik

  • Dinin bazı konularında aşırılıkları olan bir anlayış.

vahid-i hakiki / vahid-i hakikî

  • Eşi ve benzeri olmayan, ilâh olmaya lâyık tek gerçek olan Allah.

vakfetmek

  • Fık: Bir malı veya bir şeyi bir işe bağlayıp o yolda devamlı kılmak.
  • Bir şeyi karşılıksız olarak Allah yoluna vermek.

vakıa-i müdafaa

  • Savunma olayı.

var / vâr

  • (Teşbih edatıdır) Gibi, ...li, kerre, def'a, sâhib, mâlik, lâyıklık (yerinde kullanılarak birleşik kelimeler yapılır). Meselâ: Melek-vâr : Melek gibi. Ümid-vâr: Ümidli. (Farsça)

vazı' / vâzı' / واضع

  • Koyan, koyucu. (Arapça)
  • Hazırlayıcı. (Arapça)

vazife-i meşkure-i maneviye / vazife-i meşkûre-i mâneviye

  • Şükür ve övgüye lâyık mânevî görev.

vazife-i tesbihiye

  • Allah'ı övme ve şanına layık ifadelerle anma görevi.

vaziyet-i mevhume-i canhıraşane / vaziyet-i mevhume-i canhıraşâne

  • Yürek paralayıcı olarak farz edilen durum.

vecd

  • Tasavvuf yolunda bulunan bir kimsenin çok zikretmesi (Allahü teâlâyı anması) veya bir başka sebeb netîcesinde hâsıl olan mânevî lezzetleri tadarak rûhunun coşması, kalbinin gayr-i ihtiyârî (elinde olmadan) kendinden geçmesi, taşması hâli.

vech-i ma / vech-i mâ

  • Bir sebepten dolayı.

vehhab / vehhâb / وهاب

  • Çok bağışlayıcı Tanrı. (Arapça)

vehhabi / vehhâbî

  • Vehhabilik anlayışından olan.

vehhabilik / vehhâbîlik

  • Bazı konularda aşırılıkları olan dinî bir anlayış.

vehhabiyet / vehhâbiyet

  • Bağışlayıcılık.

vekil / vekîl

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Mahlûkâtın dünyâda ve âhirette işlerini hakkıyla yerine getiren, rızkları veren, tevekkül etmeye (kendisine güvenilmeye) lâyık olan.
  • Bir kimsenin, bir işi yapmak için kendi yerine koyduğu, işini havâle ettiği kimse.

velval

  • Üzüntü ile ağlama. Ağlayıp inleme.

vesilesiyle

  • Dolayısıyla.

vesn

  • Hafif.
  • Uyku.
  • Uyku anında aklın gitmesi.
  • Uykudan dolayı kişiye ârız olan zayıflık.

vücud-u muhterem

  • Saygıdeğer ve hürmete lâyık varlık; değerli şahsiyet.

yad-ı daşt / yâd-ı daşt

  • Nakşibendiyye yolundaki on temel esastan biri. Zikrin, Allahü teâlâyı anmanın ve hatırlamanın kalbe yerleşmesi, meleke hâline gelmesi.

yad-ı gird / yâd-ı gird

  • Hatırlamak; Nakşibendiyye yolundaki on temel esastan biri. Her an Allahü teâlâyı anıp hatırlamaya çalışmak.

yordam

  • t. Edâ.
  • Alâyiş, tantana, debdebe.
  • Meleke, çalım, çeviklik, alışkanlık, yatkınlık. Çabukluk.

yusufiye medresesi

  • Hz. Yusuf'un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur'ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane.

za

  • Zı harfinin bir adı. "Zâ-yı mu'ceme" de denir. Noktalı olduğundan dolayı " : tı" harfinden ayırdetmek için bu isim verilmiştir.

zabıtname / zabıtnâme

  • Olay yerinde ilgili kimselerin olayın oluş şeklini kaydettikleri kâğıt.

zahk

  • Hastalıktan dolayı tilkinin tüyü dökülüp derisi açılması.

zahmkar / zahmkâr

  • Yaralayıcı, yara açan. (Farsça)

zahmres

  • Yara açan, yaralayıcı. (Farsça)

zal'

  • Eğilmek, meyl etmek.
  • Dar olmak.
  • Davarın ağır yük getirmekten dolayı yürürken iki yanına eğilmesi.

zar / zâr / زار

  • Perişan, ağlayan, inleyen. (Farsça)
  • İnilti. (Farsça)
  • Zâr etmek: Ağlayıp inlemek. (Farsça)
  • Zâr olmak: Ağlayıp inlemek. (Farsça)

zari / zâri

  • Ağlayıp sızlama. (Farsça)
  • Hakirlik ve itibarsızlık. (Farsça)
  • Ağlayıp sızlanma.
  • Ağlayıp sızlama.

zarr

  • Soğuktan dolayı suyun donması.

zat / zât

  • Hürmete lâyık kimse.
  • Kendi. Öz, asıl.
  • Ehil. Sâhib. (Zu'nun müennesi)
  • Hürmete lâyık kimse, kendi, asıl, öz.

zat-ı muhterem / zât-ı muhterem

  • Hürmete lâyık, saygıdeğer kişi.

zecri / zecrî / زجری

  • Cebren, zorlayıcı olarak.
  • Zorlayarak, zorlayıcı. (Arapça)

zekavet / zekâvet

  • Zeki oluş. Zeyreklik. Çabuk anlama ve kavrama. Keskin anlayış.
  • Zekilik, anlayış çabukluğu.

zeki / zekî

  • Zekâ sahibi. Çabuk anlayışlı.
  • Çabuk anlayışlı, temiz.

zelh

  • Bir ok atımı yer.
  • Islaklığından dolayı ayak kayan yer.

zemin-bus

  • (Saygı ve hürmetten dolayı) yeri öpme.

zemmam / zemmâm

  • Ayıplayıcı, zemmedici, kötüleyici.

zevi-l idrak

  • İdrak sahipleri. Anlayış ve akıl ile kavrayışlı olan.

zımn

  • İç taraf.
  • Maksad, gaye.
  • Açıktan söylenmeyip dolayısıyle anlatılan.

zımnen / ضمنا

  • Dolayısıyle.
  • Açıktan olmayarak, dolayısıyla, ima yolu ile. İçinden olarak.
  • Bu arada, dolayısıyla. (Arapça)

zımnında

  • Açıkça olmayıp, dolayısıyla üstü kapalı olarak içinde var olan.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın