REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te kalan ifadesini içeren 269 kelime bulundu...

abeket

  • (Çoğulu: Abekât) Tâne, az şey.
  • Tuluk içinde kalan yağ bakiyyesi.
  • Ekmek parçası.
  • Yılan başı dedikleri ufacık akça boncuk.

abes

  • Davarın kuyruğunda kuruyup kalan bevl ve ters.

abide

  • Uzun müddet dillerde destan olup kalan beliye ve dâhiye.
  • Bir milletin târihinde büyük bir değeri hâiz olan vak'a.
  • Fesahat ve belâgatı dolayısıyle benzeri söylenemeyen şiir.
  • Tarihte yüksek ve hâkim bir mevkide olan vak'aları veya büyükleri yaşatmak için yapılan bina.

afi / afî

  • Silen, silinmiş. Affeden, bağışlayan.
  • Affedilmiş, bağışlanmış.
  • Yalvaran.
  • Uzun saçlı.
  • Tencere altında artaya kalan.

ahir / âhir

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Mahlûkâtın (varlıkların) yok olmasından sonra, bâkî olan (varlığı devâm eden) yalnız kendisi kalan, hiç yok olmayan.

ahkam-ı şahsiye / ahkâm-ı şahsiye

  • Huk: Şahsın kendisini alakalandıran hükümler.

akbenek

  • Gözün saydam tabakasında bir yara veya çıbandan kalan ve görmeyi yavaş yavaş azaltan beyaz benek.

arazi-i mahlule / arâzi-i mahlule

  • Huk: Araziyi kullananın intikal sahibi mirasçı bırakmaksızın ölümüyle hükümete kalan arâzi-i emiriye.

artık

  • Bir kaptan veya alanı yirmi beş metre kareden az olan küçük havuzdan bir canlı yiyip-içtikten sonra geriye kalan su.

arz-hane

  • İstanbuldaki Topkapı sarayında bulunan Hırka-i Şerif odasının dışında kalan aralık oda. (Farsça)

asabe

  • Kuvvet, şiddet.
  • Bir tek sinir.
  • Baba tarafından akraba olanlar.
  • Bir kimseye yardım ve takviye eden akrabası takımı.
  • Fık: Eshab-ı Feraiz, hisselerini aldıktan sonra geri kalanı, terekeyi alan kimse. (Babası ve evladı olmayan kimseye vâris olan.)

ateme

  • Gecenin ilk üçte bir bölümü. Yatsı namazı vakti.
  • İşsizlik, tembellik, atalet, üşengeçlik.
  • Akşam vaktine kadar hayvanın memesinde bâki kalan süt.

azm etmek

  • Kalbde devamlı kalan ve yapmaya kesin kararlı olunan düşünce, kasd, niyet, karar verme.

bahr-i muhit-i hindi / bahr-i muhit-i hindî

  • (Bahr-i Muhit-i Şarkî) Hindistan Yarımadasının doğusunda kalan deniz.

bahr-i umman

  • Arabistan ve İran'ın güneyinde kalan deniz.

bakaya / bakâyâ / بقایا

  • Geriye kalanlar. (Arapça)

baki / bâki / bâkî / باقى / بَاق۪ي

  • Ebedî, dâimî. Sonu gelmez. Ölmez.
  • Sonsuz.
  • Cenab-ı Hak.
  • Artan. Geri kalan.
  • Bundan başka.
  • Kalıcı, ölümsüz. (Arapça)
  • Artan, geri kalan. (Arapça)
  • Geriye kalan.

baki kalan / bâkî kalan

  • Geride kalan.

bakiyat / bâkiyât

  • Bakiler. Devam edenler. Geri kalanlar.

bakiyat-ı salihat / bâkiyat-ı salihat

  • Ebedî âlemde sevap olarak bâki kalan kutsal sözler, dine uygun iyi ve yararlı işler.

bakıye

  • Geri kalan, arta kalan.

bakiye / bâkiye

  • Geriye kalan, sonrası.
  • Kalıcı olan, kalan.

bakiye kalan

  • Geride kalan.

bakiye-i asar / bakiye-i âsâr

  • Arta kalan eserler, izler.

bakiye-i din

  • Dinden geriye kalan şeyler.

bakıye-i erzak

  • Erzaktan, yiyecekten arta kalan.

bakiye-i iştiha-i şevk

  • Geri kalan iştah ve şevk; arta kalan istek ve tutku.

bakiyye

  • Artan, artık, geri kalan.
  • Artık. Geri kalan. Artan.

bakıyye / بقيه

  • Geriye kalan, bakiye. (Arapça)

bakiyye-i asar / bakiyye-i âsâr

  • Eserlere âit geri kalan izler. Eserlerin geri kalanı.

bakiyyet-üs-süyuf / bakiyyet-üs-süyûf

  • Kılıçtan kurtulan kimseler.
  • Mc: Arta kalan kişiler.

barbar

  • Lât. Eski Yunan, Roma ve daha sonra Hristiyanlara göre kendi kavimleri dışında kalan herkes.
  • Vahşi, ilkel.

bazu / bâzu

  • Kolun omuz ile dirsek arasında kalan kısmı, pazu. Adud. (Farsça)
  • Mc: Güç, kuvvet ve istidat. (Farsça)

bekaya / bekâya / بقایا

  • Geride kalanlar, bakiyeler.
  • Maliye işlerinde tahsil olunmayan gelir, meblağ.
  • Geriye kalanlar.
  • Geriye kalanlar; kalıntılar. (Arapça)

bevaki

  • (Tekili: Bâki, Bâkiye) Bâkiler, kalanlar, daim olanlar.

beytülmal

  • (Beyt-ül mâl) İlk defa Hz. Muhammed (A.S.M.) tarafından kurulan ve gelir kaynaklarıyla sarfiyat yerleri şer'î olarak tayin edilmiş İslâm devletinin mâliye hazinesi.Gelir kaynakları: 1- Zekât ve sadakalar. 2- Ganimetler. 3- Fey=Zekât ve ganimet dışında kalan ve beyt-ül male ait olan mallar.Beyt-ül ma

Bolşevizm

  • Rusça'da çoğunluk anlamına gelir.

    Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi (RSDIP) içindeki ayrılıkta Lenin ile aynı görüşü savunanlar kongre çoğunluğu sağlamışlar ve bu tarihten sonra Leninist görüşleri savunmanın diğer adı Bolşevizim olmuştur. Bu kelimenin Rusça'daki zıddı; Menşevik.

    Bu kongrede azınlıkta kalan grup ise Menşevikler olarak adlandırılmıştır. Marksist literatürde menşevik bir hakaret olarak kullanılır.

bütlal

  • Şaşa kalan, hayret eden, hayran olan. (Farsça)

camit

  • Eski ve Ortaçağlarda Giresun ile Samsun arasında kalan dağlık mıntıkaya verilen ad. Osmanlılar zamanında bu kelime Canik olarak kullanılmıştır.

ced'a

  • Kestikten sonra geri kalan nesne.
  • Hapsetmek.

cehş

  • Medet edişmek. Başka kimseye sığınıp arkalanmak.

cill

  • Ekin biçildikten sonra yerde kalan sap ki, "anız" derler.

cürf

  • Dere kenarında selin dibini yalayıp oymuş olduğu bıçık üzerinde kalan toprak veya çamur çıkıntısıdır ki, her an için yıkılıp çökmeğe hazır bir vaziyette bulunur.
  • Estiyan adı verilen bir ot.

cüzame

  • Hasaddan sonra ekinden bâki kalan ekin.

dahil

  • Hayrette kalan kimse.

derdest / دردست

  • Yakalama. (Farsça)
  • El altında olma. (Farsça)
  • Derdest edilmek: Yakalanmak. (Farsça)
  • Derdest etmek: Yakalamak. (Farsça)

dua ordusu / duâ ordusu

  • Sıkıntı ve darda kalan müslümanlara duâları ile yardımda bulunan Allahü teâlânın sevgili kulları, velîler.

duçar / dûçar / dûçâr / دچار

  • Yakalanmış, düşmüş.
  • Yakalanmış, düşmüş.
  • Yakalanmış. Çatmış. Mübtelâ. (Farsça)
  • Ulaşmış. (Farsça)
  • Tutulmuş, yakalanmış.
  • Uğramış, yakalanmış, maruz kalmış. (Farsça)
  • Dûçâr etmek: Uğratmak, müptela etmek. (Farsça)
  • Dûçâr olmak: Uğramak, müptela olmak. (Farsça)

duçar-ı acz / dûçâr-ı acz

  • Güçsüzlüğe yakalanmış, düşmüş.

dülake

  • Davar emziğinde kalan süt bakiyesi.

ehl-i suffa

  • Medîne-i münevverede, akrabâları ve evleri bulunmayan, Peygamber efendimizin mescidinin suffa denilen ve üzeri hurma dallarıyla örtülü bölümünde kalan eshâb-ı kirâm.

ehl-i tefrit

  • Tersine aşırı olanlar, bir meselede ortalamanın altında kalanlar.

ehlisuffa

  • Peygamberimizin mescidinde kalan sahabeler.

ehza'

  • Ok mahfazası içinde sona kalan ok.

engar

  • Sanma, zan, tasavvur. şüphelenme. (Farsça)
  • Tamamlanmayan, eksik kalan iş. (Farsça)

engare

  • Tamamlanmayan, eksik kalan iş, nakış veya taslak. (Farsça)
  • Hikâye, efsâne, roman, kıssa. (Farsça)
  • Başdan geçen bir olayı tekrarlama. (Farsça)
  • Hesap defteri. (Farsça)
  • Utanarak geri geri çekilme. (Farsça)

enkaz-ı medeniyetleri

  • Medeniyetlerinin enkazı, medeniyetlerinden arta kalan miras.

erbaş

  • Ask: Subay ve assubayların dışında kalan rütbeli asker.

esrar-ı mesture / esrar-ı mestûre

  • Üzeri örtülü kalan sırlar.

etan

  • Dişi eşek. (Farsça)
  • Bir kısmı havada, bir kısmı suyun içinde kalan kaya; yosunlu taş. (Farsça)
  • Kuyu kenarında üstüne oturup su içmeye mahsus taş. (Farsça)

farabi / farâbî

  • Aristonun tesirinde kalan bir filozof.

fidye

  • Bir şeyin yerine geçmek üzere verilen bedel.
  • Çok yaşlı ve hasta olan kimsenin tutamadığı oruç, ölüm hastalığına yakalananın kılamadığı namaz, vefât etmiş kimsenin namaz ve oruç borçları için ve hacda, ihramlının hastalık özründen dolayı ihramın bâzı yasaklarını işlemesine karşılık vermesi ge

gabir

  • İstikbal.
  • Gr: Gelecek zaman.
  • Kalan.

gabr

  • Bâki olmak, ebedi olmak.
  • Memede kalan süt bakiyyesi.

gamce

  • Kabın dibinde kalan su.

garin / garîn

  • Havuz dibinde olan balçıklı su.
  • Her nesnenin kap dibinde kalan çöküğü, tortusu.

gaviyy

  • Azgın. Zâlim.
  • Tek başına kalan.

gayb

  • Hazır olmama, gizli kalma. Hazır olmayan gizli kalan, görünmeyen.
  • Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerde bildirilmeyen, his organları, tecrübe ve hesâb ile anlaşılmayan gizli şeyler.
  • Akıl ve his (duyu) organları ile bilinemeyip, ancak peygamberlerin haber vermesi ile bilinen, Allahü teâ

gırbil

  • Havuzun dibinde kalan balçıklı su.
  • Bardak ve şişenin dibinde olan tortu.

giriftar / giriftâr / گرفتار

  • Tutulmuş. Yakalanmış. (Farsça)
  • Tutulmuş, yakalanmış.
  • Tutulmuş, esir, yakalanmış.
  • Düşkün.
  • Yakalanmış, tutulmuş, müptela. (Farsça)

giriftar olan

  • Tutulan, yakalanan.

girifte

  • Yakalanmış, tutulmuş. (Farsça)
  • Bir hastalığa mâruz kalmış, hastalığa yakalanmış. (Farsça)
  • Esir. (Farsça)

gucme

  • Kabın dibinde kalan su.

gülugir / gülugîr

  • Boğazda kalan, boğazdan zor geçen (şey). (Farsça)
  • Ahlat armudu. (Farsça)

habat

  • Vücuttaki bir yara iyileştikten veya vücuda bir sopa ile vurulduktan sonra bedende kalan iz.
  • Davarın çok yemekten dolayı karnının şişmesi.

habil

  • Sihirbaz, efsuncu, büyücü.
  • Kement ile yakalanan canavar.

hadd-i zina / hadd-i zinâ

  • Akıllı olan, ergenlik çağına gelen ve konuşabilen müslüman veya müslüman olmayan kadın ve erkeğe, dâr-ül-İslâm'da (İslâm memleketinde), tehdîd edilmeden, arzûlariyle, zinâ yaparken yakalandıklarında verilmesi gereken cezâ.

hafi / hafî

  • Gizli. Açıkta olmayan. Saklı.
  • Fık: Sigasından dolayı değil, bir ârızadan dolayı mânası kapalı kalan lafız.

haim

  • (Hâyim) Hayrette kalan. Mütehayyir. Sersem.

halef

  • Birinin yerine sonradan geçen kimse. Babadan sonra kalan oğul.

hansir

  • (Çoğulu: Hanâsir) Yaramaz, boş, faydasız.
  • Bir yerden taşınan veya göçen kimseler, eşya ve elbiselerini yükletip gittiklerinde yerde kalan kıymetsiz şeyler.

haric / hâric

  • Bir şeyin veya mahallin veya memleketin dışında kalan.
  • Ecnebi.

hasid / hasîd

  • (Çoğulu: Hasâyıd) Tarlada kalan ekin.

hasılat-ı safiye / hâsılat-ı sâfiye

  • Sâfi kazanç. Net kâr. Bütün masraflar çıktıktan sonra kazanç olarak geri kalan hâsılat.

hasile / hasîle

  • (Çoğulu: Hasâyil) Bakiyye, artan, geri kalan.

hasıraltı etmek

  • Ist: Unutmak, saklamak, gizlemek, terviç etmemek manasında kulanılan bir tâbirdir. Hasır, eskiden halı ve kilim yerinde kullanıldığı ve onun altında kalan şeyler unutulup gittiği için bu tâbir meydana gelmiştir.

hasirun / hâsirun

  • Zarar ve ziyana uğrayanlar. Eli boş kalanlar.

hatim / hatîm

  • Kâbe'nin şimâl (kuzey) duvarı hizâsında yarım dâire şeklindeki duvarcık ile Kâbe-i muazzama arasında kalan yer.

hatır / hâtır

  • Kalbe gelip bir müddet kalan düşünce.

hatır-nişan

  • Hatırda kalan, akılda duran. (Farsça)

hatır-nişin

  • Akılda kalan, hatırda kalan. (Farsça)

hatıra / hâtırâ

  • Hatıra gelen. Hatırda kalan şey.
  • Bir kimseyi veya bir hâdiseyi hatırlatması için yazılan veya saklanan veya birisine verilen şey.
  • Anı, akılda kalan.

hatırat

  • (Tekili: Hâtıra) Hâtıralar. Hatırda kalan şeyler.
  • Edb: Bir adamın yaşadığı zamana, bulunduğu işlere, görüştüğü kimselere dair düşüncelerini ve duygularını hâvi olmak üzere yazdığı eser.

havaric

  • (Tekili: Hâric ve Hârice) Asiler, zorbalar, isyankârlar.
  • Hâricîler. Hâriçte kalanlar.

hayır

  • Hayrette kalan, mütehayyir. Şaşıran.
  • Birikmiş su.

hazine-mande / hazine-mânde

  • Şahıs üzerinden kaydı silinerek devlet hazinesine kalan mal veya para. (Farsça)

hiba

  • Bahşiş.
  • Kadına kocasından kalan hisse.
  • Vergi.

hill

  • Hilal.
  • Hac zamanında ihrama girilen yerin dışında kalan saha, haremin dışı.

hillet

  • (Çoğulu: Hillel - Hilâl) Samimi ve cân-ı gönülden olan dostluk. En güzel takdir edici ve samimi arkadaşlık.
  • Kılınç gediği.
  • Nakışlı deri.
  • Ağızda bâki kalan dişler.
  • Dişler arasında kalan yemek artığı.

hışır

  • Kavun ve karpuzun kabuk kısmı.
  • Olgunlaşmamış kavun.
  • Kötü bir tabaklama neticesinde, bazı kısımları sert kalan deri.
  • Mc: Kaba, görgüsüz ve salak kimse.

hissiyat-ı mütevarise / hissiyat-ı mütevârise

  • Nesilden nesile miras kalan, geçmişten gelerek yeni nesle geçen duygular.

hızc

  • (Çoğulu: Ehzâc) Devenin içtiği havuzun dibinde kalan su.
  • Ateş yakmak.

hüccet-i müteaddiye

  • Taraflara münhasır olmayıp başkalarını da alâkalandıran delil.

husale

  • Harman yerinde arta kalan tane.

huşeçin / hûşeçîn

  • Başak toplayan; harman sonunda tarlada kalan başakları toplayan.

hutame

  • Sofrada kalan yemek artığı.

hüve'l-ahir / hüve'l-âhir

  • O Âhirdir; her şeyin sonunu ezelî ilmiyle belirleyen ve sonu gelen varlıkların neslini tohum ve çekirdeklerle tanzim eden ve her şeyden sonra yalnız Kendisi bâkî kalan Allah'tır.

hüve'l-baki / hüve'l-bâkî

  • Bâkî kalan Allah'tır.

ibn-üs-sebil / ibn-üs-sebîl

  • Kendi memleketinde zengin ise de, bulunduğu yerde yanında malı, parası kalmamış olan ve çok alacağı varsa da, alamayıp, muhtâç kalan.

iddet

  • Kocasının ölümüyle dul kalan veya talak (boşama) ve fesh (nikâhın bozulması) sebebiyle evlilik bağı çözülen kadının yeniden evlenebilmesi için beklemesi gereken zaman.

iman-ı ye's

  • Çaresiz kalan, hayatından ümidsiz olan bir kimsenin imanı.

infak / infâk / انفاق

  • Geçindirme, nafakalandırma. (Arapça)

intişar-ı arzani / intişar-ı arzanî

  • Hedefin sağ veya sol taraflarına düşen mermilerle, hedef arasında kalan mesafe.

ırak-ı arab / ırâk-ı arab

  • Arap Irak. Fırat ve Dicle nehirleri arasında kalan ve Bağdat'ın kuzeyine kadar uzanan topraklara Osmanlı İmparatorluğu zamanında verilen isim.

irs

  • Vefat eden kimsenin vâsi olup malını almak.
  • Ölen yakın akrabadan kalan mal, miras, mülk.
  • Bir şeyin artığı. Fâsıla nişanları.
  • Mîrâs. Vefât eden bir kimsenin geriye bıraktığı terekesinden (malından) evlât ve akrabâsından sağ kalanlara düşen hisse, pay.
  • Ölen kişinin mirasçılarına kalan mal veya para.
  • Veraset, soya çekim.

irticac / irticâc

  • Çalkalanma.

irtikas

  • Baş aşağı olmak.
  • Bir hâdiseye yakalanmak.

kadih / kadîh

  • Tencere dibinde arta kalan.

kadız

  • Hep olduğu yerde kalan büyük fıçı.

kaim olan

  • Ayakta kalan.

kalansuve

  • (Çoğulu: Kalânis-Kalânis-Kılâs) Takke, külâh, kavuk.

kaydetmek

  • Yazmak.
  • Bağlamak.
  • İlgilenmek, alâkalanmak.

kelebçe

  • Yakalanan suçluların iki bileğine birden takılan demir halka. Demir bilezik.

kerempe burnu

  • Batı Karadeniz kıyısında Cide Kazasının sınırları içinde kalan kara çıkıntısı.

kirdide

  • (Çoğulu: Kerâdid) Bir miktar toplanmış hurma.
  • Sepet dibinde geri kalan hurma.

kış'a

  • Bulut açılıp dağıldıktan sonra havada geri kalan parça.

kisal

  • Bir yerde oturup kalan ve gideceği yere geç giden.

kısm-ı ahar / kısm-ı âhar

  • Diğer, geri kalan, sonraki kısım.

kısra

  • Ekincilerin kesmik dedikleri başakta kalan buğday. Buğday çalkandığında kalbur içinde kalan kaba buğday başları.

kıt'a

  • (Çoğulu: Kıtat) Dünyanın kara parçalarından her biri.
  • Memleket. Ülke.
  • Mat: Bir dairenin bir yayı ile onun çapı arasındaki kısım.
  • Tıb: Kesik organın vücudda kalan parçası.
  • Ask: Çok kalabalık olmayan askerî kuvvet.
  • Edb: En az iki beyitten yapılmış manzum

küdade

  • Çömlek dibinde kalan yemek.

kulensiye

  • (Bak: KALANSUVE)

kunbua

  • (Çoğulu: Kanâbi) Kestikten sonra yine içinde kalan nesne (Ot kökü gibi)

küsur

  • (Tekili: Kesir) Artan parçalar, geri kalan adetler. Artık.

kutb-i medar / kutb-i medâr

  • Âlemin nizâmı ile alâkalanan, bolluk-kıtlık, sağlık-hastalık, barış-savaş, rızık, yağmur ve benzeri olaylarla vazîfeli kılınan büyük zât. Kutb-ül-aktâb, Kutb-ül-ebdâl da denir.

kutb-ül-aktab / kutb-ül-aktâb

  • Âlemin nizâmı ile alâkalanan, bolluk, kıtlık, sağlık-hastalık, barış-savaş, rızık, yağmur ve benzeri olaylarla vazîfeli kılınan ricâl-i gayb yâni herkesin tanımadığı zâtların reisi. Emrinde üçler, yediler, kırklar... denilen yine bu işlerle vazîfeli seçilmiş kimseler bulunur.

lazım fiil / lâzım fiil

  • Fâilin zâtında kalan fiil. (Geldi, gitti, güldü gibi)

leşker-i dua / leşker-i duâ

  • Duâ ordusu. Sıkıntı ve darda kalan müslümanlara duâları ile yardımda bulunan Allahü teâlânın sevgili kulları, sâlih müslümanlar, velîler topluluğu.

levazım

  • İhtiyaç maddeleri. Lüzumlu madde.
  • Ask: Silâhlı kuvvetlerin yiyecek ve giyecek maddelerini, silâh ve cephane dışında kalan çeşitli araç ve ihtiyaçlarını ifade etmek üzere kullanılan umumi tabirdir.

leyli / leylî

  • Gececi. Geceleyin kalan. Yatılı. Geceye âit. Geceye mensub.

likat

  • Tarlada kalan başakları toplama.
  • Hizada olma.

lümaze

  • Ağızda geri kalan nesne.

ma'ruz / ma'rûz / مَعْرُوضْ

  • Bir şeyin tesirinde kalan.

ma-beka

  • Arta kalan, bâkiye, geri kalan.

maari / maarî

  • İnsanın daima çıplak kalan organ veya azası.

mabaki

  • Geri kalan, kalan, artan.

mahlul

  • Çözülmüş, dağılmış. Hallolmuş, erimiş.
  • Murisi ölen sahipsiz mal. Mirasçısı bulunmayıp hükümete kalan miras.

mahlul-u sırf

  • Fık: Hakk-ı intikal ve hakk-ı tapu sahibi bırakmaksızın mutasarrıfının vefatiyle mahlul kalan arazi.

mahlulat

  • Mirasçısı olmadığı için evkâfa veya hükümete kalan miraslar.

maruz / mâruz

  • Arzolunan, verilen, anlatılan, karşı karşıya kalan.

maruz kalan / mâruz kalan

  • Birşeyin tesirine uğrayan, etkisinde kalan.

matita / matîta

  • (Çoğulu: Metâyıt) Havuz dibinde kalan balçıklı bulanık su.

mavera-ün nehr

  • Ceyhun ırmağının doğusunda kalan ülkelere müslüman coğrafyacıların verdiği ad. Türklerin yaşadıkları bu ülkeler, Ceyhun ve Seyhun ırmaklarının havzalarını ihtiva ediyordu.
  • Dicle ile Fırat arası.

melhuf

  • Hasrette kalan.
  • Kederli, tasalı.
  • İmdad bekleyen.

melhufan / melhufân

  • (Tekili: Melhuf) Kederliler, tasalılar, kaygılılar, üzüntülüler.
  • Hasrette kalanlar.

mercuh

  • Kendisine tercih edilen şey, ikinci derecede kalan şey.

meşhud

  • Görünen. Şehadet edilen.
  • Resul-u Ekrem'in (A.S.M.) dünyaya teşrifinden ve risaletinden önce meleklerce ve enbiya hazerâtının dilinde nübüvvet ve risaletlerine şehâdet edilmiş olduğundan kendilerine verilen bir isim.
  • Suç üstü yakalanan.
  • Göz ile görülmüş.
  • Cuma g

mikati / mikatî

  • Hacc mevsimini beklemek üzere Mekke-i Mükerreme'de kalan kimse.

minnetdar / minnetdâr / منتدار

  • Birinden gördüğü iyileğe karşı mahcup ve müteşekkir kalan.
  • Minnet altında kalan. (Arapça - Farsça)

miras / mîrâs

  • Ölen kimsenin yakınlarına kalan malı.
  • Vefât eden kimsenin, geride kalan akrabâlarına bıraktığı mal ve haklar.

mirashar

  • Mirasyedi. Kendine kalan mirası yiyen. Mirashor. (Farsça)

muazzeb

  • Eziyet çeken, azap içinde bulunan. Sıkıntıda kalan.

mübtela / مبتلا

  • Uğramış, tutulmuş, yakalanmış. (Arapça)
  • Mübtela olmak: Uğramak, tutulmak, yakalanmak. (Arapça)

muhalled

  • (Huld. dan) Ebedî. Dâimî. Bâki. Sürekli olarak kalan.

muhalledin / muhalledîn

  • (Tekili: Muhalled) Sürekli ve dâimî olarak kalan şeyler.

muhallef

  • Bir ölünün bıraktığı mal.
  • Geride kalan.

muhallefe

  • Ölen bir adamın dul kalan karısı.

muhassalı

  • Toplamı, sonuç olarak elde kalanı.

muhassın

  • Kale gibi mahfuz ve sağlam kalan ve kendini haramdan koruyan.

mukim / mukîm

  • İkamet eden. Ayakta duran.
  • Okuyan.
  • Bir memlekette devamlı duran.
  • Fık: Vatanında veya vatanı sayılan bir yerde onbeş günden fazla kalan kimse. (18 saatlik uzağa gidene "Misâfir" denir.)
  • Esmâ-i İlâhiyyeden olup "Her şeyi ayakta tutan, devam ettiren ve kayyumiyet

mültezem

  • Kâbe-i muazzamanın kapısı ile Hacer-ül-esved denilen mübârek siyah taş arasında kalan Kâbe duvarı.

münfesih

  • (Fesh. den) İnfisah eden, bozulan, bozulmuş, hükmü kaldırılmış olan, hükümsüz kalan.

münhasif

  • (Husuf. dan) İnhisaf eden, sönükleşen, daha mükemmel bir şeyin yanında sönük kalan. Değersiz. Gölgelenmiş.

münkatı'

  • (Kat'. dan) İnkıta eden, kesilmiş, kesilen. Aralıklı ve son bulan.
  • Arada bağ kalmıyan, ayrılmış.
  • Herkesten ayrılıp bir kişiye bağlı kalan.
  • Kendilerine zekât verilen sınıflardan biri; cihâd ve hac yolunda muhtâc kalanlar.

müptela / müptelâ / مبتلا

  • Uğramış, tutulmuş, yakalanmış. (Arapça)
  • Müptelâ olmak: Tutulmak, yakalanmak, uğramak. (Arapça)

musab / musâb / مصاب

  • Yakalanmış, tutulmuş, uğramış. (Arapça)
  • Musâb olmak: Yakalanmak, tutulmak. (Arapça)

musale

  • Kuyudan ince akan damla.
  • Harman sonunda kalan kesmik.
  • Arpa ve buğday kapçığı. (Tane onun içinde olur.)

müsbit

  • Hastalık ve yaralardan dolayı pek hâlsiz ve kuvvetsiz kalan.

müselles

  • Tâze iken yâni gaz kabarcıkları çıkmadan, köpürmeden önce ısıtılıp, üçte ikisi uçup üçte biri kalan üzüm suyu.

müstafzıl

  • Bir şeyden arta kalan.

müstagrib

  • (Çoğulu: Müstagribîn) Gurbete gitmek isteyen.
  • (Garabet. den) Şaşakalan, şaşıran, garibine giden.

müstagribin / müstagribîn

  • (Tekili: Müstagrib) (Garabet. den) şaşakalanlar. Garibine gidenler, taaccüb edenler.

müste'hir

  • Teehhür eden, geciken, geri kalan.

müstehap

  • Farz ve vacip dışında kalan sevaplı işler.

mutaattıl

  • İşsiz kalan, işlemez olan. Muattal.

mutasavvıfa-i mütefelsife

  • Felsefeyle ilgilenen ve etkisinde kalan tasavvufçular.

müteaccib

  • Taaccüb eden, şaşan, şaşakalan.
  • Şaşıp kalan.

müteazzib

  • Bekâr kalan, evlenmeyen.

müteazzibane / müteazzibâne

  • Bekâr kalana evlenmeyene yakışır surette. (Farsça)

mütebaki / mütebâki / mütebâkî / متباقى / مُتَبَاق۪ي

  • Geri kalan, artan, fazlası. Arta kalan.
  • Geri kalan kısım.
  • Geri kalan kısım.
  • Kalan, geriye kalan. (Arapça)
  • Geri kalan.

mütebekkim

  • (Bekem. den) Konuşurken kekeleyen, tutulup kalan.

mütehalli

  • Bırakılmış, boşaltılmış.
  • Boş kalan, boşalan.

mütehallid

  • Bir yerde devamlı olarak kalan. Ebedi, sermedi.

mütehassir

  • (Hasr. dan) Özleyen, hasret çeken. Mahrum kalan. İsteğine erişemiyen.

mütehayyir / مُتَحَيِّرْ

  • Hayrette kalan, şaşırmış.

mütehayyirin

  • (Tekili: Mütehayyir) Şaşırmış olanlar. Şaşmış kimseler. Hayrette kalanlar.

mütelatım

  • (Mütelatıma) Birbirine çarpan, çarpışan, çalkalanan. Dalgalı.

mütereddid

  • Kararsız, teredüdde kalan, karar veremeyen, cesaretsiz.
  • Bir yere gidip gelen.

mütesakıl

  • Üşenip ağırlaşan.
  • Muhârebeye girmeye teşvik edilmiş iken oyalanıp kalan.

müteşekkik

  • Şek ve şüphede kalan. Şek ve şüpheden kurtulamayan.

müteseyyib

  • Dul kalan kadın.

mütevaris

  • (Veraset. den) Birinden diğerine vâris olup kalan. Babadan oğlu geçen, tevarüs eden.

müttehem

  • Suçlanan, itham altında kalan.

müz'a

  • Bir miktar et parçası.
  • Bardağın dibinde kalan su artığı.

muzaga

  • Çiğnenen lokmadan ağızda kalan kırıntılar.

na-murad

  • Mahrum kalan, muradına eremeyen. (Farsça)

nafile

  • Farz ve vacip ibadetinin dışında kalan ibadetler.

nakal

  • Bir yerden naklolunduğunda bâki kalan ufak taşlar.
  • Devenin tabanına ârız olur bir hastalık.

nedib

  • Yara izi kalan âzâ.

nesel

  • Davar sağıldıktan sonra meme başlarında arta kalan sütü.
  • İki tarafı saf saf ağaçlar olan yol.

nezif

  • (Nezf. den) Çok kan kaybından kuvvetsiz kalan kimse.
  • Sarhoş kimse.

nüfase

  • Diş arasında kalan yemek parçası.

nüşub

  • Dühul etmek, girmek, dâhil olmak.
  • İlgilendirmek, alâkalandırmak, taalluk etmek.

peşleng

  • Geri kalan, geri kalmış. (Farsça)

pesmande / pesmânde / پس مانده

  • Arta kalan. (Farsça)

peszinde / پس زنده

  • Geriye kalan, yaşayan son örnekler. (Farsça)

ramak

  • Nefes alacak kadar kalan hava, az bir hayat eseri.
  • Çok az şey.

ratrat

  • Bir nevi pelte.
  • Deve su içtiğinde havuz içinde artıp kalan su.

ravda-i mübareke / ravda-i mübâreke

  • Mübârek, bereketli bahçe. Medîne-i münevverede, Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem kabr-i şerîfi ile mescidin o zamanki minberi arasında kalan mübârek mekan, yer.

ravda-i mukaddese

  • Mukaddes bahçe. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Medîne-i münevveredeki mescidinin içinde kabr-i şerîfi ile mescidin o zamanki minberinin arasında kalan mübârek mekân, yer.

ravda-i mutahhera

  • Temiz bahçe. Medîne-i münevveredeki Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) mescidinin içinde bulunan ve Peygamber efendimizin kabr-i şerîfi ile mescidin o zamanki minberi arasında kalan 26 m. uzunluğundaki mübârek yer. Ravda-i mukaddese, Ravda-i mübâreke de denir.

reddiye

  • Ferâiz yâni İslâm mîrâs hukûkunda, Eshâb-ı ferâiz adı verilen Kur'ân-ı kerîmde hisseleri bildirilen mîrâsçılar hisselerini aldıktan sonra terike (ölenin bıraktığı mal) artmış ise ve kalanı alacak kimse yoksa, artan terikenin yine aynı mirasçılar aras ında payları oranında taksim edilmesi. Bu sûretle

remes

  • (Çoğulu: Ermâs) Denizde üzerine binilen sal.
  • Kalan süt artığı.

reym

  • Alçak yer.
  • Kabir.
  • Derece.
  • Deveyi boğazlayıp taksim ettikten sonra kalan kemik.
  • Ziyâde çok, fazla.

rüsub

  • Kab içinde kalan su.
  • Suyun dibine batmak.
  • Tortu, dibe çöken, çöküntü.

sabıka / sâbıka / سابقه

  • Geçmişte kalan suç. (Arapça)
  • Bir insanın geçmişteki hali. (Arapça)

sadir

  • Şaşan, hayrette kalan.

sahir

  • (Seher. den) Uykusuz kalan. Uyuyamayan.

sair

  • Seyreden, harekette olan.
  • Bir şeyden geri kalan.
  • Maadâ. Geçen, dolaşan.
  • Yolcu. Seyyar.
  • Başkası, diğeri.

sakaleyn

  • (Bak. SAKALÂN)

salaa

  • Tepenin saçı dökülüp açık kalan yeri.

samid

  • Yükselen, başını kaldırıp göğsünü kabartan.
  • Hayrette kalan.
  • Gafil.

şark

  • Doğu. Güneşin doğduğu taraf.
  • Güneş ve güneşin aydınlığı.
  • Yarmak.
  • Parıldamak.
  • Avrupa kültürünün dışında kalan müslüman ülkeleri.

sebr ve taksim

  • Mantıkta kullanılan bir ispatlama yöntemi; bir şeyi kısımlara bölmek, sonra bütün bu kısımları sırayla çürüterek son kalan kısmın doğruluğunu ispat etmek.

şefkat

  • Başkasının kederiyle alâkalanmak, acıyarak sevmek. Yardıma, sevgiye muhtaç olanlara karşılıksız olarak merhamet ve sevgiyle yardıma koşmak. Karşılıksız, sâfi, ivazsız sevgi beslemek.

semele

  • Kap dibinde kalan artık.
  • Kap dibinde kalan azıcık su.

semile

  • Artmış, artık şey.
  • Dere içinde kalan su artığı.

şemşem

  • Ağaç üstünde kalan azıcık hurma.

subabe

  • Kap içinde kalan su.
  • Bir nesnenin bakiyesi. Artık.

sube

  • At sürüsü.
  • Yirmi ile kırk arasında olan keçi sürüsü.
  • Kabın içinde kalan su. Artık su.

şüfafe

  • Kap dibinde kalan su.

sükul

  • Evlâdı ölüp yalnız kalan kadın.

sükut eden / sükût eden

  • Sessiz kalan, susan.

sulsule

  • Havuz veya kap dibinde kalan su artığı.

sürtüm

  • Kap içinde kalan yemek artığı.

şüzzaz

  • Müteferrik, perâkende, parçalanmış, dağılmış.
  • Az olan cemaat. Kabilenin haricinde kalan.

tabiat-ı saniye / tabiat-ı sâniye

  • İkincil yapı; ikinci derecede kalan yapı, dünya görüşü.

talel

  • (Çoğulu: Tulul-Atlâl) Yıkılmış binada kalan duvar temeli.

talh

  • Necis bulaşmak, pislik bulaşmak.
  • Havuz dibinde kalan tortu.
  • Kene böceği.

tamele

  • Havuzun dibinde kalan balçık ve tortu.

temassur

  • Davarın memesinde kalan sütü sağmak.

teressüm

  • Resmedilme, resimlenme.
  • Bir şeyin geriye kalan nişâne ve eserlerine bakma.
  • Tedkik ve teemmül eylemek.

tesellül

  • İnsanlar içinden sıyrılıp çıkma.
  • Verem hastalığına yakalanma.

tevarüs edilen

  • Miras kalan, geçen.

tevdi'

  • Emanet vermek, bırakmak.
  • Misafirin veda etmesi. Giderken kalanlara: Allah'a ısmarladık gibi veda etmesi, bolluk hoşluk duasıyla bırakıp gitmesi.
  • Mutlaka terkedip bırakmak.

tevsik

  • Vesikalandırmak. Vesikalamak. Sağlamlaştırmak. Yazılı hale koymak.
  • Bir kimse hakkında -bu emindir, mutemeddir- demek.

tezahhür

  • Arkalanmak.

tulme

  • (Çoğulu: Tulum) Ekmek.
  • Havuz dibinde kalan su.

türnuk

  • Sel yolunda arta kalan balçık.

ufafe

  • Memede kalan süt artığı.

uffe

  • Bir deniz hayvanı.
  • Davarın emziğinde kalan süt bakiyesi.

üsir

  • Yaranın iyi olduktan sonra kalan izi.

valihin / vâlihîn

  • Hayrette kalanlar. Şaşıranlar.

vath

  • Kuşların burnuna ve ayağına necasetten veya balçıktan yapışıp kalan nesne.

vikal

  • Devamlı diğer davarların ardına kalan davar.

vukuat

  • (Tekili: Vak'a) Vak'alar, hâdiseler.
  • Kavga. Yaralama gibi polisi alâkalandıran hâdise.
  • Normal dışında olan hâdiseler.

zahid / zâhid

  • Takvâ sahibi olan; nefsî isteklerden uzak kalan.

zahir hamiyetperverlik / zâhir hamiyetperverlik

  • Sözde hamiyetperverlik; sadece sözde kalan vatan ve milleti koruma sevigisi.

zahiri ulema / zâhirî ulema

  • Âyet ve hadislerin maksatlarına ulaşamayan ve sadece dış mânâlarına bağlı kalan âlimler.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın