REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te kaba ifadesini içeren 328 kelime bulundu...

ab-süvar

  • Su üstünde yüzen. (Farsça)
  • Sudaki kabarcık. (Farsça)

aba / abâ / عبا

  • Yünden yapılmış kaba kumaş.
  • Kaba yün kumaş. (Arapça)
  • Aba. (Arapça)

aba'

  • Kaba, ahmak kişi.

abile / âbile / آبله

  • Su üzerindeki kabarcık. (Farsça)
  • Sivilce. Çıban. (Farsça)
  • Su çiçeği. (Farsça)
  • Sivilce. (Farsça)
  • Su kabarcığı. (Farsça)

acur

  • Kabakgillerden bir hıyar cinsi. Üstü hafif olukludur. Bazıları tüylüce olur.

adham

  • Yoğun, kaba.
  • İri cüsseli adam.

aglaz

  • (Galiz. den) kaba ve galiz şeyler.

aglez

  • (Galiz. den ism-i tafdil) Pekçok kaba ve galiz.

ahder

  • (Çoğulu: Ehadir) Kavi ve galiz olmak. Kaba olmak.
  • Şaşı adam.

akabe

  • (Çoğulu: Akabât) Bâdire. Sarp ve çıkılması müşkül yokuş.
  • Tehlikeli geçit. Dar ve iki tarafı pusu yeri olan boğaz.
  • Muhatara, tehlike.
  • Hastalığın veya başka bir halin en tehlikeli ve korkulur süresi.
  • Kızıldenizin kuzey ucunda, Süveyş'in doğu tarafında bulunan da

akb

  • Sakalın kaba ve sık olması.

alude-gan / alude-gân

  • (Tekili: Alude) Suçlular, kabahatliler. Bulaşıklar, bulaşmışlar. (Farsça)

amah

  • Şiş, kabarcık. (Farsça)

amas

  • İnsan vücudunda meydana gelen sis ve kabarcık. (Farsça)

anabil / anâbil

  • Kaba nesne.

anafet / anâfet

  • Kabalık, sertlik.

anef

  • Kabalık (inceliğin zıddıdır).

anif

  • Sert, kaba.

asar

  • Vazifeler.
  • Yükler.
  • Cürümler. Kabahatler.

asel

  • Bal. Şehd.
  • Tatmak.
  • Su akarken yüzünde hâsıl olan kabarcık.
  • Cennette bir su.

ateş-baz / ateş-bâz

  • Ateşle oynayan. Hokkabaz. (Farsça)

azab

  • Dünyada işlenen suç ve kabahate karşılık olarak âhirette çekilecek ceza.
  • Eziyet. Büyük sıkıntı. Şiddetli elem.

badire

  • Birdenbire meydana gelen hâl. Felâket. Musibet.
  • Kabahat.
  • Birden, zahmetsizce söylenen söz.
  • Kılıcın, namlunun veya her çeşit nebatın ucu.
  • Zor geçit.

bame

  • Sakalı gür olan. (Farsça)
  • Sık, uzun ve kaba olan sakal. (Farsça)

bariyy

  • (Çoğulu: Bevâri) Kaba hasır.

basala

  • Tıb: Vücudun her hangi bir yerinde yaradılıştan olan kabartı.

basine

  • Ekincilerin sabanı.
  • Sanat ehlinin âletleri.
  • Kaba çuval.

bebr

  • Kaplana benzer, ondan daha büyükçe ve pek yırtıcı bir canavar ki, Hindistanda ve Afrikada bulunur. Saldırdığı zaman derisindeki tüyleri kabarıp korkunç bir manzara arzeder. Arslanı bile korkutur bir hayvandır. (Farsça)

bed-eda

  • Terbiyesiz, nezâketsiz ve kaba olan kimse. (Farsça)

behnes

  • Çirkin, sakil ve kaba olan adam.

belma

  • Faydasız, faydası olmayan. İri ve kaba şey. (Farsça)

berem

  • Asma ve kabak çardağı. (Farsça)
  • Üzüm çubuklarının altına konulan çatal şeklindeki ağaç. Herek. (Farsça)

berrüste

  • Karpuz, kavun, kabak, çimen gibi dalbudak salıp da yükselmiyen nebat. (Farsça)
  • Mc: Alçak, edepsiz, rezil kimse. (Farsça)

beşaat

  • Kabahat, suç.
  • Yiyecek ve içeceklerdeki acılık.

besere-i habise

  • Çıktığı yeri kangren eden ve adına da kara kabarcık denen öldürücü bir hastalık.

beyare

  • Kısa boylu ve bodur olarak yerde yetişen nebat, meyve ve sebze. Kavun, karpuz, kabak...gibi. (Farsça)

beze

  • Kabahat, suç, hata. Günah. (Farsça)

biza'

  • Birisine kaba muamelede bulunma.
  • Faydasız, boş yaramaz söz.

carim

  • Cürüm ve kabahat sahibi. Suçlu.
  • Ailesinin maişetini kazanan.
  • Kesen.
  • Hurma toplayan.

cefv

  • Kaba muâmele.

cefvet

  • Nezaketsizlik, kabalık, saygısızlık.

cel'ad

  • Yoğun gövdeli şişman, kaba kimse.

celafet

  • Kabalık, yontulmamışlık.

celahiz

  • Kaba, ağır.

celis

  • Galiz, kaba nesne. Büyük ve sağlam olan şey.

çem

  • Naz ve eda ile salınarak yürüme. (Farsça)
  • Ziynetli, süslü, düzgün. (Farsça)
  • Cürüm, kabahat, suç. (Farsça)
  • Taam, yemek. (Farsça)
  • Mâna. (Farsça)
  • Kazanılmış, toplanılmış. (Farsça)

cem'are

  • Galiz, kaba nesne. Yüksek taşlar.
  • Kabile ismi.
  • Küçük kuş.

ceraim

  • (Tekili: Cerime) Cerimler, suçlar, kabahatlar, cinayetler.

ceraim-i müştereke

  • Müşterek işlenen suçlar. Ortak kabahatlar.

cerim

  • Kabahatli, câni, suç işlemiş.
  • (Çoğulu: Cirâm) Kuru hurma.
  • Hurma çekirdeği.

cerire

  • Kabahat, suç.

ceşib

  • Kaba ve galiz nesne.

cevs

  • Kaba, büyük nesne.

cilf

  • Boş küp.
  • Kırılmış, ufanmış köpek esfeli. Arı kovanı.
  • Kuru ekmek parçası. Kuru ekmek kenarı.
  • Yüzülüp karnı çıkmış ve başı ile ayağı kesilmiş koyun.
  • Her nesnenin parçası.
  • Hoyrat, kaba. Ayak takımından.

cüderi / cüderî

  • Kabarcık denilen hastalık.
  • Çiçek hastalığı.

cünha

  • Suç, kabahat. Te'dib cezâsına müstahak olanın suçu.

cürm

  • (Cürüm) Kabahat, kusur. Hatâ. İsyan. Günah. Kanun hilâfına hareket.
  • Suç, günah, kabahat.

cürm-nak

  • Suçlu, kabahatli. (Farsça)

daha'

  • Kaba kuşluk vakti.

dahamet / dahâmet

  • İrilik, kocamanlık, kabalık, vücutça büyük olmaklık.
  • Tıb: Hipertrophie.

dahve-i kübra / dahve-i kübrâ

  • Kaba kuşluk. Oruç müddetinin yarısı, öğleden bir saat evvelki vakit.
  • (Bak. KABA KUŞLUK)

Dalyarak

  • Haddini bilmeyip saldırganlık eden, küstah, kaba saba ve hoyrat kimse.

darb-zen

  • Mâdeni levhalar üzerine kabartma olarak nakışlar işleyen. (Farsça)
  • Kale döven. (Farsça)

demles

  • Kaba, galiz nesne.

derece-i kabahat

  • Kusur ve kabahat derecesi.

dervah

  • Hastalıktan yeni kurtulan, iyice kendisine gelemeyen kimse. (Farsça)
  • Sağlam, metin, muhkem. (Farsça)
  • Doğru, asıl, gerçek. (Farsça)
  • Yiğitlik, cesaret, cesur olmak, şecaat. (Farsça)
  • Ayıp, utanma. (Farsça)
  • Sertlik, kabalık. (Farsça)

deyyas

  • Kaba, galiz olan kimse.

dübba'

  • Kabak.

dürüşt / درشت

  • Katı, kalın, yağun. (Farsça)
  • Kaba, sert. (Farsça)
  • Kaba. (Farsça)
  • İri. (Farsça)
  • Kalın. (Farsça)

dürüşti / dürüştî

  • Kabalık, sertlik, katılık, kalınlık, yoğunluk. (Farsça)

eben

  • Töhmetli, kabahatli kişi.
  • Adâvet, düşmanlık.

elye

  • (Çoğulu: Eleyât) Koyun kuyruğu.
  • Başparmağın ve dizin aşağı yanlarında olan kabaca etler.

engel

  • İlik, düğme. (Farsça)
  • Sözü sohbeti çekilmeyen kaba kimse. (Farsça)

erfeş

  • Nefsî isteklerine düşkün olan.
  • Kulakları uzun ve kaba (adam).

esbab-ı muhaffife

  • (Esbâb-ı mazeret) Yapılan bir cürmün ve kabahatın cezasını hafifletici sebebler.

eşbeh

  • Mert, yiğit, kabadayı, cesur kimse. (Bu tâbir bilhassa yeniçeriler hakkında kullanılırdı.)

esim

  • (İsm. den) Günahkâr, günah işlemiş, kabahatlı, cürümlü, suçlu, yalancı kişi.

eskal

  • (Sakil. den) Daha sakil, en ağır, en çirkin.
  • Kaba, can sıkıcı.

esum

  • Çok yalancı, iftiracı, kabahatli ve günahkâr olan adam.

fakakı'

  • Su üstünde olan kabarcıklar.

fazazet

  • Sertlik, kabalık, kötü sözlülük.

fazz

  • Kaba ve kötü huylu olan kimse.
  • Karın suyu, mide suyu.

fezaze

  • Ahlâkı kaba ve kerih olmak.

fukka'

  • Ekseriya şerbet içilen kap.
  • Yağmur suyunun üstünde olan kabarcık ve köpük.

fürhüd

  • Arslan eniği.
  • Yüzü güzel oğlan.
  • Kaba şiş.

gaffar / gaffâr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Günah, kusur ve kabahatları çok bağışlayan.

galiz / galîz / غليظ / غَل۪يظْ

  • Çirkin, kaba.
  • Çirkin, terbiye dışı, kaba, ağır.
  • Çirkin.
  • Terbiye dışı.
  • Yoğun. Kaba.
  • Kokmuş madde.
  • Koyu, yoğun, kaba. (Arapça)
  • Kaba.

gılaz

  • (Tekili: Galiz) Şedid. Sert. Kalın ve kaba şeyler.

gılzet / غلظت

  • Kabalık, sertlik.
  • Kalınlık, galizlik.
  • Yoğunluk. (Arapça)
  • Kabalık. (Arapça)
  • Kalınlık. (Arapça)

gonce-i ab / gonce-i âb

  • Yağmur yağarken suyun yüzünde meydana gelen kabarcık.

götürü satış

  • Alış-verişte bir malı tartı veya ölçü ile olmayarak toptan pazarlık sûretiyle almak veya satmak; kabala.

gulaz

  • Kalın, kaba.

gülmih / گل ميخ

  • Kabara. (Farsça)

günah / گناه

  • Suç, kabahat. (Farsça)
  • Dinî suç. (Farsça)

günbed-i ab / günbed-i âb

  • Su kabarcığı.

gurze

  • (Çoğulu: Guruz) Pamuklu elbisede kullanılan kaba dikiş.

habab / habâb / حباب

  • (Habâbe) Son derece muhabbet.
  • Su üzerindeki hava kabarcığı.
  • Hava kabarcığı. (Arapça)

hababe / habâbe / حبابه

  • Hava kabarcığı. (Arapça)

habb

  • Aldatıcı, kurnaz, hileci, hilekâr.
  • Denizin kabarması, denizde dalga olması.

habbat / habbât / حبات

  • Hava kabarcıkları. (Arapça)
  • Haplar. (Arapça)

hacace

  • (Çoğulu: Hıcc) Su üstünde olan yağmur kabarcığı.

halc

  • Pamuğu temizlemek, havalandırmak ve kabartmak için yay ile atmak.

hammal

  • (Haml. den) Bir ücret karşılığında eliyle veya sırtıyla yük taşıyan adam.
  • Mc: Kaba, görgüsüz, terbiyesiz.

hantal

  • Kaba, büyük ve ağır.

hanzal

  • Zakkum. Zakkum ağacı. Ebu Cehil karpuzu denilen portakal büyüklüğünde mevyesi çok acı bir nebat. Karga kabağı diye de adlandırılır.

haşin / haşîn / خشين

  • Katı, sert, kırıcı, kaba.
  • Kaba, sert. (Arapça)

hata-puş

  • Kabahatleri örtbas eden, suçları örten, hataları göstermeyen. (Farsça)

hatabahş

  • Kabahatleri affeden, kusurları bağışlayan. (Farsça)

hatia / hatîa / خطيئه

  • Kabahat. (Arapça)

hatie / hatîe

  • Hatâ. Günah. Kabahat. Suç.

havye

  • Tıb: Yaranın etrafındaki kabarık etler.

hazel

  • Göz kapaklarında olan kabarcıklar.

heft-merd

  • Yedi büyükler. (Kutub, gavs, ebdâl, ahyâr, evtâd, nücebâ, nukabâ) (Farsça)

hemicek

  • Şehre köyden yeni gelip bir şey bilmez şaşkın ve kaba adam.

hengame-gir / hengâme-gir

  • Meddah, oyuncu. Hikâye söyleyici, hokkabaz. (Farsça)
  • Diş macunu, leke tozu gibi şeyler satan çığırtkanlar. (Farsça)
  • Kavgacı, gürültücü. (Farsça)

hesm

  • Kaba yemek. Bütün bütün yutmak.
  • Kesmek.
  • Toplamak, cem'etmek.

hıbher

  • Galiz, kaba.

hicare

  • (Çoğulu: Hıcer) Su üstünde olan kabarcık.
  • Taş.

hırtopoz

  • (Argo) Anlayışsız, kaba, ahmak kimse.

hısase

  • Kabahat.
  • Alçaklık, denâet.

hışır

  • Kavun ve karpuzun kabuk kısmı.
  • Olgunlaşmamış kavun.
  • Kötü bir tabaklama neticesinde, bazı kısımları sert kalan deri.
  • Mc: Kaba, görgüsüz ve salak kimse.

hiyab

  • (Hiyâbet) Kabahat, suç, günah.
  • Kötü bir durumun başlangıcı.
  • Yokluk.

hödük

  • Kaba, nezaketsiz. Gabi, acemi, vurdumduymaz.

hornito

  • İsp. Küçük fırın.
  • Jeo: Genellikle patlamalar neticesinde meydana gelen, lâv fışkırmalarının volkan selleri yüzeyinde meydana getirdiği kabarcık.

hubab

  • Muhabbet.
  • Mahbub, sevgili olan.
  • Su üzerinde olan kabarcık ki, habab-ül mâ' derler.

hubub

  • (Tekili: Hubüb) (Habâb) Su üzerinde kabarcıklar.

huleyme

  • (Çoğulu: Huleymât) Memecik.
  • Ciltte, bilhassa dil üzerinde bulunan küçük kabarcıkların beheri.

humak

  • Kabarcık gibi bir şeydir ve insana ârız olur.

huşk

  • Kuru, yâbis. (Farsça)
  • Kaba, soğuk. (Farsça)

huşunet / huşûnet

  • Kabalık, sertlik, inatçılık.
  • Kabalık, kırıcılık.

huşunet-i tab'

  • Tabiat ve huy kabalığı.

huveysal

  • (Çoğulu: Huveysalat) Tıb: Ciltte peyda olan bir takım kabarcık.

huzunet

  • (Çoğulu: Huzen) Sağlamlık. Kabalık, sertlik.

i'tiraf

  • (İtiraf) Kabahatini saklamamak. Suçunu söylemeği kabul etmek. Gizleyip söylemek istemediği şeyi açıklamak.

icram

  • Kabahat yapma, cürüm işleme.

ictiram

  • Kabahat yapma, cürüm işleme.

iglaz

  • (Galiz. den) Kaba ve fenâ söyleme.

iglazat

  • (Tekili: İglaz) Kaba ve galiz söyleme.

ıhşişan / ıhşîşan

  • Kabalığı, inatçılığı ve katılığı fazla olmak.

ihtikan

  • Kan toplanması. Bir uzva kan birikmesi sebebi ile oranın şişip kabarması.
  • Şırınga kullanma.

ihtital

  • Gizli söylenen sözü dinleme. Kulak kabartma.

ikşi'rar

  • Ürperme. Ürkmeden dolayı tüylerin diken diken kalkması ve derinin iğne iğne kabarması.

ilyeteyn

  • Kaba etler. Sağ ve sol butlar.

intaf

  • Kabahat yükleme.

intibar

  • Kabarma, şişme.

intifah

  • Şişkinlik. Şişmek. Kabarmak.
  • Vücud organlarından birinin büyümesi.

intisar

  • Saçılmak. Dağılmak.
  • Püskürmek.
  • Toz kabarması. Kabarmak.
  • Buruna su çekmek.
  • Aksırıp tıksırmak.

intişar

  • Dağılmak. Yayılmak. Üremek.
  • Tıb: Yorgunluktan damar şişip kabarmak. Umumileşmek.

intizah

  • Suç ve kabahattan sıyrılma. Temize çıkma.
  • Def-i hâcet yaptıktan sonra temizlenme. Tahâretlenme.

irticac-ı derya / irticac-ı deryâ

  • Denizin kabarması, dalgalanması.

isam

  • (İsm. den) Ceza. Bir kabahat veya suçun gerektirdiği netice, karşılık.

istiva

  • Müsavi oluş. Temasül.
  • İ'tidal, istikamet ve karar.
  • Kemalin sâbit olması.
  • Kaba kuşluk zamanı.
  • Yükselmek, yüksek olmak. Üstün olmak.
  • İstila eylemek.

itham

  • Kabahatli görmek. Suç isnad etmek. Töhmetlendirmek. Kabahatli görünmek. Töhmetli olmak.

itiraf

  • Kabahatını saklamamak, suçunu söylemeyi kabul etmek, açıklamak.

ıznan

  • Bir kimseyi kabahatlı çıkarma.

kaba'ser

  • (Çoğulu: Kabâis) Büyük, kuvvetli, sağlam. Zayıf deve yavrusu.
  • Deniz canavarlarından bir canavar.

kabadayı

  • Mc: Cesur, kahraman, cengâver. Eskiden kabadayılar ağırbaşlı, fenalıktan kaçınır, iyiliği sever insanlar oldukları için muhitlerinde hürmet görürlerdi.
  • Kimseden korkmaz görünerek şuna buna meydan okuyan kimse, yiğit taslağı.

kabahat / kabahât

  • (Tekili: Kabahat) Kusurlar, kabahatler. Suçlar, çirkin hareketler.

kabaih / kabâih / قبائح

  • (Tekili: Kabayih) (Kabiha) Kabahatlar. Çirkin işler, kabih haller.
  • Kabahatlar.
  • Suçlular, kabahatliler. (Arapça)

kabiha

  • (Çoğulu: Kabâih) Çirkin davranış, ayıp iş. Fena muamele.

kan'ar

  • Büyük, kaba budaklı ağaç.

kanfa

  • Kulakları küçük ve kaba olan kadın. (Müz: Aknef)

kar'

  • Vurmak. Çakmak. Kapı çalmak.
  • Savt. Avâz. Ses.
  • Kabak.
  • Gülsuyu kabı.
  • Eti soyulmuş kemik.

kara'

  • (Tekili: Kar') Su kabakları.
  • Gülsuyu kapları.
  • Deve yavrusunda çıkan beyaz bir sivilce ve kabarcık.
  • Baştaki saçların hastalıktan dökülmesi.

karded

  • Kaba mekan. Düz arz.

karikatür

  • Bir insanın veya bir şeyin gülünç bir tarzda yapılan resmi.
  • Kaba, âdi ve mizahi resim.

kasa

  • Kabalık.
  • Şiddet.
  • Katılık.

kedu / kedû / كدو

  • Kabak. (Farsça)
  • Mc: Kafatası. (Farsça)
  • Kabak. (Farsça)

kehmel

  • Ağır ve kaba.

kelde

  • (Çoğulu: Külud) Bir parça kaba yer.

kemkam / kemkâm

  • Katı yüzlü, kaba ve tıknaz kimse.
  • Pelit ağacına benzer bir ağacın zamkı veya kabuğu.

kenfile

  • Kaba ve uzun sakal.

kerih

  • İğrenç, tiksindirici.
  • Muharebe ve cenkte olan şiddet.
  • Pis, çirkin, fena şey.
  • Nefse kerahetlik vercek kabahat.

kezm

  • Bir şeyi ağzına alıp ön dişiyle kırmak.
  • Burnun kısa ve yüksek olması.
  • Parmakları kısacık olmak.
  • Atın dudaklarının kaba ve kısa olması.

kıbti / kıbtî

  • (Çoğulu: Kabâti) Kıbt soyundan olan. Çingene.
  • Çingene ile alâkalı.

kindir

  • Kaba eşek.

kısra

  • Ekincilerin kesmik dedikleri başakta kalan buğday. Buğday çalkandığında kalbur içinde kalan kaba buğday başları.

kitabe

  • Kabartılarak veya oyularak sert levhalar üzerine yazılan yazı. Levha olarak yazılan manzum olmayan nesir halinde levha yazma ilmi.
  • Mezartaşı yazısı.

klişe

  • Matbaada tipografik baskıda kullanılan kabartma resim veya yazılar çıkarılmış madeni levha. (Fransızca)

kubh

  • Günah ve çirkin hareket. Kabahat. Suç.
  • Fık: Aklen ve şer'an müstehcen olup dünyada zemme, âhirette azaba ve itaba mahal olan şey.

kufe / kûfe

  • Küfe. Dayanıklı ve kaba büyükçe sepet. (Farsça)

küfe

  • Taze dallardan veya kamıştan örülmüş, derin ve çeşitli boyda kaba sepet. (Farsça)

küfr

  • Allah'a inanmama ve ona ortak koşma.
  • Dinsizlik, imansızlık, kâfirlik.
  • Nankörlük.
  • Kaba, ayıp söz söyleme, sövme.

külam

  • Kaba, muhkem ve sağlam yer.

kümter

  • (Çoğulu: Kemâtir) Kısa boylu kaba adam.
  • Yabani eşek. Vahşi hımar.

künübdür

  • Kaba nesne.

kuşa'rire

  • Titreme.
  • Tavuk derisi gibi ürperip kabarmış deri.

kuskus

  • (Çoğulu: Kusâs) Kaba, kısa boylu erkek.

küsse

  • Kaba sakal.

kusur / kusûr

  • Eksiklik, pürüz, özür, kabahat.

levend / لوند

  • Osmanlı deniz eri. (Farsça)
  • Ayyaş. (Farsça)
  • Zampara. (Farsça)
  • Kabadayı. (Farsça)

lihyani / lihyanî

  • Uzun ve kaba sakallı olan.

lühm

  • Kevsec dedikleri balık.
  • Yemen diyârında bir kabile.
  • Etli ve kaba olmak.

ma'ret

  • Kabahat, suç, ayıp, günah.

ma'sumiyet

  • Ma'sumluk, kabahatsizlik, suçsuzluk.

ma'zeret

  • Elde olmadan suç, kabahat işleme.
  • Mücbir sebeblerini söyleyerek yardım dileme. Özür dileme.

magmuz

  • Kabâhatli, suçlu.

mazruf / مظروف

  • Kaba konulan. (Arapça)
  • Zarflı. (Arapça)

me'sem

  • (Me'seme) Günah. Kabahat, suç.

mecl

  • Elin kabarması.
  • Balta gibi bir nesne tutmaktan veya çalışmaktan dolayı elin kabarıp nasırlanması.

medbee

  • Kabaklık, kabağı çok olan yer.
  • Kul, abd.

medd

  • Kabarma, uzatma.

medd ü cezir

  • Coğ: Deniz sularının kabarması ve tekrar geriye çekilmesi.

meşain

  • (Tekili: Şeyn) Kabahatler, ayıp ve lekeler.

mevbil

  • Kaba büyük sopa.
  • Bir kucak odun.

meydan dayağı

  • Eskiden askeri mekteblerle kışlalarda tatbik edilen cezalardan biridir. Meydanda tatbik edildiği için bu adı almıştır. Arkadaşını yaralamak, hoca ve zâbitine hakarette bulunmak gibi büyük kabahatlerden dolayı verilen bu dayak cezası, saf saf dizilen bütün talebelerin; asker ise kışladaki askerlerin

mezebbe

  • Sinekli yer.
  • Dizin aşağısındaki kaba etlerin etrafı.

mezrevan

  • Dizin aşağısındaki kaba etlerin etrafı.

mihşah

  • (Çoğulu: Mehâşi) Kaba kilim.

mu'terif

  • İtiraf eden. Kendi noksan ve kabahatlerini kabul edip anlatan ve söyleyen.

mücrim

  • Cürüm ve kabahat işlemiş olan. Suçlu.

mücşab

  • Haşin, kaba.

müf'am

  • Kabarmış ve yükselmiş su.

müftereyat

  • Başkasının üzerine atılan suçlar, kabahatler. İftiralar.

mugasmer

  • Kaba dokunmuş kötü bez.

mühacene

  • Kabahat, noksanlık, nâkıslık.
  • Asılsızlık.
  • Ayıplı söz söylemek.
  • İlmi zâyi olmak.

muhaddir

  • Şişiren, kabartan.

muhammer

  • (Hamr. dan) Mayalanmmış, ekşiyip kabarmış.
  • Yoğurulmuş.

muhammir

  • (Hamr. dan) Tahmir eden. Mayalayan. Ekşitip kabartan. Yoğuran.

muhtemer

  • Mayalandıran. Ekşiyip kabartan.

muhtemir

  • (Hamr. dan) Mayalanan. Mayalanarak ekşiyip kabaran.
  • Örtü ile örtünen. Yaşmaklanan.

mukırr

  • (Karâr. dan) Doğruyu ve gerçek olanı söyliyen. Kabahat veya ayıbını gizlemeden söyliyen.
  • Fık: Birinin, kendisinde hakkı olduğunu haber veren kimse.

münker

  • Allah'ın (C.C.) râzı olmadığı şey.
  • İnkâr edilmiş olan.
  • Şeriatın kabâhat ve haram diye bildirdiği şey. Makbul ve müstehab olmayıp, günah ve kabahat olan.
  • Mezardaki suâl meleklerinden birisinin ismi. Diğerinin ise "Nekir" dir.

müşa'biz

  • (Şa'beze. den) Hokkabaz. Hokkabazlık yapan.

müsamaha / müsâmaha

  • Hoş görü, başkasının kabahatini görmeme.
  • Terk edilmesi gerekmeyen şeyleri başkasına faydalı olmak için terk etmek.

müselles

  • Tâze iken yâni gaz kabarcıkları çıkmadan, köpürmeden önce ısıtılıp, üçte ikisi uçup üçte biri kalan üzüm suyu.

müsennem

  • Kabartma. Kabartmalı olarak hakkedilmiş olan.
  • Ev çatısı veya dam şeklinde olan.

mütehalhıl

  • Kabarmış veya kabartılmış olan. Açılıp parçaları ayrılmış olan.

mütehaşşin

  • Sertlik gösteren, kabalaşan.

müteneffih

  • Övünen.
  • Kabarmış, şişmiş.

müteverrim

  • (Çoğulu: Müteverrimin) (Verem. den) Kabarık, şiş. Şişiren.
  • Verem olmuş, veremli. Verem illetine giriftar olan.

müttehem

  • (Müttehim) (Vehm. den) Kendinden şüphe olunan, ittiham olunan şey. Töhmetli. Maznun. Zan ile kendine kabahat isnad edilen.

müttehim

  • Birisine zan ile kabahat isnad eden.

muzarreb

  • Kaba dikişli kaftan.

na'ye

  • Birisinin öldüğünü bildiren söz.
  • Bir adamın zünub ve kabahatini izhar ve işaa eden söz.

na-teraş

  • Mc: Terbiye görmemiş, kaba saba. Yontulmamış.

na-tıraş

  • Yontulmamış, tıraş olmamış, terbiye görmemiş. Ham, kaba. (Farsça)

nafata

  • Vücutta çıkan sivilce veya kabarcık.

naht

  • Ağacı yontmak suretiyle kabartma şekiller yapma san'atı.
  • Yontma, oyma.

nakise

  • Kusur, ayıb, eksiklik, kabahat, noksanlık.
  • Gıybet.

nakkar

  • Müzik, çalgı.
  • Gagalıyan.
  • Ağaç, taş ve madeni eşyayı oyarak ve çukurlaştırıp kabartarak ona mücessem şekiller veren sanatkârlar.

naşiz

  • Karısına karşı çok zâlim olan koca.
  • (Kalb) heyecanla coşma.
  • Kalkmış, kabarmış, atan (damar).

naşize

  • Kocasının hanesinden, izni olmaksızın çıkıp kendisini kocasından haksız yere men'eden kadın. Bu çıkış hakikaten olabileceği gibi, hükmen de olabilir.
  • Kabarmış, şişmiş.

natfe

  • (Nıtfe) : Kabarcık.
  • Ufacık sivilce.

natıf

  • Beyaz kaba helva.

nebh

  • (Çoğulu: Nevâbih) Kabarcık.
  • Toprak.

necaset / necâset

  • Aslı îtibâriyle veya sonradan meydana gelen bir sebeble pis olan şeyler. Namaza mâni olup olmama yönünden; hafif necâset ve kaba necâset, görülüp görülmeme yönünden; mer'î (görülen) ve gayr-i mer'î (görülmeyen) ve akıcı olup olmama yönünden; mâî (akı cı) ve câmid (katı) olmak üzere kısımlara ayrılır

necm

  • (Necim) Yıldız, ahter, kevkeb. Ülker yıldızına da denir. Ülker, onbir yıldızdır. Altısı görünür, gözü kuvvetli olan yedinciyi de görebilir.
  • Belirli olan vakit. (Araplar, vakti yıldızlarla tahdit ederlerdi)
  • Kabak ve hıyar gibi yayvan nebat.
  • Belirli vakitte yapılan vazi

nefh

  • Üflemek, şişmek, üfürük.
  • Kaba kuşluk vaktine varmak.

nefha

  • Üfürmek. Üfürük.
  • Şişmek.
  • Kabarık olan.

nefta

  • (Nifta) (Çoğulu: Nefat) Çalışmaktan dolayı elde çıkan kabarcık.

nekib

  • (Çoğulu: Nukabâ) Halkın iyisi.
  • Kâhya.
  • Kefil.
  • Müfettiş, kontrolcü.

nezaket

  • Naziklik, incelik, zariflik. Kaba olmamak. Edeb, terbiye.

nufaha

  • Su üzerindeki kabarcık.

nüffaha

  • (Çoğulu: Nefehâ) Suyun üstünde olan kabarcığı.

özür

  • Bir kusurun afvı için gösterilen sebep.
  • Bahane, sebep.
  • Mâni, engel. Kusur, nakise, sakatlık.
  • Fevz. Zafer.
  • Bir adamın kusur ve kabahatinin çok olması.
  • Fık: Abdesti bozucu ve devamlı olan şey.

paldüm

  • Hayvanın semerinin ileri geri kaymaması için arka ayaklarının kaba etleri üzerinden geçirilen kayış. (Farsça)

palikarya

  • Mc: Kabadayı, yiğit, cesur.
  • Rum gençleri.

pergale / pergâle

  • Kaba iplikten yapılan bir cins dokuma. (Farsça)
  • Parça. (Farsça)

pot

  • t. Irmakları geçmek için kullanılan sal.
  • Dikişin bir tarafında görülen kumaş kabarığı.

puç

  • Kaba, çirkin. (Farsça)
  • Boş ve faydasız şey. (Farsça)
  • İçi boş. (Farsça)

reşn

  • Köpeğin, başını kaba sokması.

rü'yet-i taksir / rü'yet-i taksîr

  • Kendini günâhkâr ve kabahatli, kusurlu görmek, kendini suçlamak.

sakil

  • (Sıklet. den) Ağır, can sıkan, sıkıcı. Çirkin kaba.

samid

  • Yükselen, başını kaldırıp göğsünü kabartan.
  • Hayrette kalan.
  • Gafil.

samkuk

  • Kaba adam.

satim

  • (Çoğulu: Sutem) Galiz, kaba.

sayda'

  • Çömlek yapılan toprak.
  • Kaba ve galiz yer.
  • Belde ismi.

şe'z

  • Kaba ve katı.

şecere-i yaktin / şecere-i yaktîn

  • Kabak ağacı.
  • Yaktîn ağacı. Kabak kökeni.

semacet

  • Kötü görünüş, çirkinlik.
  • Söz çirkinliği.
  • Kabahat.

şenes

  • Galiz. Kaba.

şerab / şerâb

  • Alkollü içkilerden. Pişmemiş üzüm suyunun havasız fıçılarda durmasıyla gaz habbeleri (kabarcıkları) ve köpük çıkararak kokuşup mayalanması netîcesinde meydana gelen ve içilince sarhoş eden içki. Hamr.

serd

  • Bârid, soğuk, bürudetli olan. (Farsça)
  • Sert, kaba, hoyrat. (Farsça)

serdi / serdî

  • Soğukluk, bürudet. (Farsça)
  • Kabalık, sertlik, hoyratlık. (Farsça)

şeres

  • Elin yarılması.
  • Kaba ve galiz olmak.

şernis

  • Eli ve ayağı kaba olan.

sev'eteyn

  • Kadın ve erkeğin galiz yâni kaba avret mahalli, ön ve arka uzuvları; iki abdest bozma uzvu.

sevabık

  • (Tekili: Sâbıka) Geçmiş şeyler. Geçmiş haller. Geçmişte işlenmiş suç ve kabahatlar.

şeyn

  • Kusur, ayıp, noksan, kabahat. Yaramaz şey.

şezen

  • Nahiye, cânip, taraf.
  • Kaba ve sağlam yer.

silak

  • Diş dibinde olan kabarcıklar.
  • Belâgatla okuyan hatip.

sitebr / ستبر

  • Kalın, kaba, yoğun. (Farsça)
  • Kalın. (Farsça)
  • Yoğun. (Farsça)
  • Kaba. (Farsça)

şubede / شعبده

  • Hokkabazlık. (Farsça)

şubedebaz / şubedebâz / شعبده باز

  • Hokkabaz. (Farsça)

sükala'

  • (Tekili: Sakil) Ağırlar. Kabalar. Çirkinler. Sözü sohbeti çekilmeyen kimseler.

sukbe

  • (Çoğulu: Sukub - Sukab - Sukabât) Delik.

sündüs

  • Sırmadan kabartma deseni. Eski bir çeşit ipekli kumaş. Parlak renkli, çiçekli, işlemeli, nakışlı olarak dokunmuş ipek kumaş. Altun veya gümüş tellerle işlemeli ve nakışlı olarak dokunmuş ipek kumaşlardan biri.

suretlerin tahrimi / sûretlerin tahrimi

  • Resimlerin haram kılınması, yasaklanması; haset, gurur, riya, şehvet gibi nefsanî duyguları kabartan ve İslâmiyetin sakındırdığı sonuçların doğmasına sebep olan resimlerin, fotoğrafların yasaklanması.

şütum-i galiza

  • Galiz ve kaba küfürler.

ta'yir

  • (Çoğulu: Ta'yirât) Kabahati yüze vurarak utandırma.

tagliz

  • (Gılzet. den) Kabalaştırma. Kaba ve galiz yapma.
  • Kaba söyleme.
  • Pahalanma.

tahşin

  • İri ve kaba etmek.

takbih / takbîh / تَقْب۪يحْ

  • Çirkin görmek. Beğenmemek.
  • Kabahatli bulmak.
  • Kötü gördüğünü bildiren söz söylemek.
  • Çirkin görmek, beğenmemek, kabahatli bulmak, kötü gördüğünü bildirmek.
  • Kabâhatli bulma.

taksir

  • (Kasr. dan) Kısaltma, kısma.
  • Kusur, hata, kabahat, suç. Günah.
  • Bir işi eksik yapma.
  • Bir şeyi yapabilir iken yapmama.
  • Zayıflatmak, süstlük etmek.
  • Geri kalmak.

taksirat / taksîrât

  • (Tekili: Taksir) Kusurlar, suçlar, günahlar, kabahatlar.
  • Günâhlar, kabahatlar, kusûrlar.

tamiye

  • Dudak kabarmak.

tarim

  • Kalın bulut.
  • Elleri ve ayakları kaba olan kimse.

tav'ir

  • İri ve kaba yapmak.

tebhal

  • (Tebhâle) Dudak kabartısı.

tefsik

  • (Fısk. dan) Fısk ve fücura sürükleme. Birisine fâsık, kabahatli, günahkâr demek.

tehatu'

  • Hatâ etmek, kabahat işlemek.

tehim

  • (Töhmet. den) Suçlu, kabahatlı.

teneffuh

  • (Nefh. den) Kabarma, şişme.
  • Urlanma.
  • Üflenerek şişme.

teneffut

  • (El) Kabarmak.

tenzih / tenzîh

  • Suç ve noksanlıktan uzak saymak. Cenab-ı Hakk'ı (C.C.) her çeşit kusur, noksan, şerik gibi hallerden uzak bilip söylemek.
  • Kabahati yok olduğu anlaşılmak ve onu ifade etmek.
  • Suç ve noksanlıktan uzak saymak.
  • Kabahatsiz olduğu anlaşılmak ve onu ifade etmek.

teverrük

  • Kadınların namazda oturma şekli; kaba etlerini yere koyup, uyluklarını birbirine yaklaştırarak, ayaklarını sağ taraftan dışarı çıkarıp, sol uylukları üzerine oturmaları.

tevrim

  • Gazaba getirme, öfkelendirme.
  • Verem etme, verem edilme.
  • Bedenin azâsını şişirip kabartmak.

töhem

  • (Tekili: Töhmet) Suçlar, töhmetler, kabahatler.

töhmet

  • Birisine isnad edilen, fakat kat'iyyetle işleyip işlemediği belirsiz olan suç, kabahat.
  • İtham altında olma.

tühem

  • (Tekili: Töhmet) Suçlar, töhmetler, kabahatlar.

ucre

  • (Çoğulu: Ucer) Ağaç boğumu.
  • Düğme.
  • Bedenin tomur kabaran yeri.
  • Ayıp.

uhah

  • Susuzluk.
  • Galiz, kaba, yoğun.

ümm-üd dem

  • Kırmızı kan damarlarında görülen kabarma. Bu nabız damarlarından birisine açılan kan kesesi.

unf

  • Kabalık. Sertlik. Cebir ve zor.
  • Sertlik, kabalık.

unfen / عنفا

  • Sertçe, şiddet kullanarak, kabalıkla. (Arapça)

unfi / unfî

  • (Unfiyye) Sert, şiddetli, kaba.

usüvv

  • Kaba ve iri olmak.
  • Katı olmak.
  • Gece karanlık olmak.
  • Yakın olmak.

vahşi / vahşî

  • Medenî olmayan, kaba.

ya eyyühel hoto

  • Ey vahşi, kaba dağ adamı!

ya'lul

  • (Çoğulu: Yeâlil) Beyaz bulut.
  • Su üzerinde peydâ olan kabarcık.
  • Çift hörgüçlü deve.

yaktin / yaktîn

  • Kabak, kavun ve karpuz gibi dalları yerde yayılan bir nebat adı.

yealil

  • (Tekili: Ya'lul) Suları berrak ve saf akan göller.
  • Beyaz bulutlar.
  • Su üzerinde meydana gelen kabarcıklar.
  • Çift hörgüçlü develer.

yebani / yebânî / یبانى

  • Görgüsüz, kaba. (Farsça)
  • Yabâni, kırlarda biten. (Farsça)
  • Sıkılgan, ürkek. (Farsça)
  • Yabanıl. (Farsça)
  • Ürkek. (Farsça)
  • Kaba. (Farsça)

zakna'

  • Uzun.
  • Kaba, yoğun.
  • Eğri.

zarir

  • (Çoğulu: Ezırre-Zırrân) Kaba, sert yapılı ve muhkem yer.

zenb

  • Günah, suç, kabahat.
  • Suç, günah, kabahat.
  • Günah, suç, kabahat.

zınne

  • Töhmet, kabahat.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın