REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te ka kelimesini içeren 2737 kelime bulundu...

a'mak-ı kulub / a'mâk-ı kulûb

  • Kalplerin derinlikleri.

a'mal-i kalbi / a'mâl-i kalbî

  • Kalble yapılan ameller, kalbe ait işler; iman etmek gibi.

a'vaz

  • Karşılıklar. Bedeller.

a'zeb

  • Karısı olmayan erkek.

ab-çera

  • Kahvaltı. (Farsça)

ab-ı bade-reng / ab-ı bâde-reng

  • Kanlı göz yaşı.

aba'

  • Kaba, ahmak kişi.

abesiyyun

  • Kâinatın ve hâdiselerin başı boş, faydasız ve gayesiz, kendi kendine, Haliksız olduğuna inanmak isteyen bâtıl yoldaki felsefeciler. Zamanımızda Ekzistansializm "Varoluşculuk" adı altında yeniden ortaya çıkan bir varlık ve hayat felsefesidir. İki kola ayrılmıştır. Bunlardan uluhiyeti inkâr edenler, h

acc

  • Kalabalık.

aclez

  • Kavi, sağlam nesne.

acur

  • Kabakgillerden bir hıyar cinsi. Üstü hafif olukludur. Bazıları tüylüce olur.

adalat / adalât / عضلات

  • Kaslar. (Arapça)

adale

  • Kas.

adalet-i kaderi

  • Kaderin adaleti.

adalet-i kaderiye

  • Kaderin adaleti.

adalet-i kanun

  • Kanunun adaleti.

adem-i camiiyet

  • Kapsamlı olmama.

adem-i kabul / adem-i kabûl / عَدَمِ قَبُولْ

  • Kabule yanaşmama, bir hükme varmama.
  • Kabul etmeme.

adem-i kanaat

  • Kanaatsizlik, yetinmeme.

adem-i kast

  • Kasıt olmaksızın, bilmeden.

adem-i müdahale / adem-i müdâhale

  • Karışmamazlık.

adem-i sebat

  • Kararsızlık, sabit olmama.

adem-i takayyüd

  • Kayıtsızlık, bağlı olmama.
  • Kayıtsızlık. Bir şeye bağlı olmayış. Kıymet vermemek. Üzerine almamak.

adet zamanı / âdet zamânı

  • Kadında ve ergenlik çağına gelmiş olan kızlarda hayız (âdet) kanı görüldüğü andan kesilmesine kadar olan günlerin sayısı.

adgasu ahlam / adgâsu ahlâm

  • Karışık rüyâlar. Tâbire değmeyen rüyâlar.

adret

  • Kaşları olmayan kimse.

adüvv-ü kafir / adüvv-ü kâfir

  • Kâfir düşman.

ağbiya / ağbiyâ / اغبيا

  • Kalın kafalılar. (Arapça)

ahavat

  • Kardeşler.

ahdeb / احدب

  • Kambur.
  • Kambur. (Arapça)

ahder

  • Kardeş çocuğu. Biraderzâde. (Farsça)

ahfa / ahfâ

  • Kalbe bağlı duyguların en gizli, en kapalı olanıdır ki, Cenâb-ı Hak sıfat, şuûnat ve Zât'ına ait en gizli, en mahrem mânâları izin verdiği ölçüde bu duyguya hissettirir.

ahi / ahî

  • Kardeşim

ahles

  • Kara ile kırmızı arasında olan renk.

ahsef

  • Kara ile ak, alaca.

ahu / اخو

  • Kardeş, dost.
  • Kardeş. (Arapça)

ahval-i uhreviye ve berzahiye / ahvâl-i uhreviye ve berzahiye

  • Kabir ve âhiret halleri.

ahves

  • Karnı sarkık kişi. (Müe: Havsâ)

aide / âide / عائده

  • Kâr, kazanç, gelir. (Arapça)

akar / عقار

  • Kazanç sağlayan mülk. (Arapça)

akarat / akarât / عقرات

  • Kazanç sağlayan mülkler, akarlar. (Arapça)

akd-i uhuvvet / عَقْدِ اُخُوَّتْ

  • Kardeşlik sözleşmesi, anlaşması.
  • Kardeşlik sözleşmesi.

akdah / akdâh / اقداح

  • Kadehler. (Arapça)

akdam

  • Kademler, ayaklar.

akıle / âkıle

  • Kâtilin, öldürme işindeki yardımcıları, bunlar yoksa öldürmede kendisine yardım eden kabîlesi (köylüleri, şehirlileri) ve akrabâsı.

akl-ı külli / akl-ı küllî

  • Kâinatta görülen umumi ahenk. Her şeyi kavrayan akıl.

akl-ı mesmu'

  • Kabil-i hitab olan akıl. Sonradan tecrübe ve bilgiyle gelişen akıl. Hayrı ve şerri fark edebilen ve mümeyyiz olan kimsenin aklıdır.

akrat

  • Kaşları olmayan.

akren

  • Kaşı çatık olan adam.

aktaan

  • Kalem, seyf.

aktar-ı kainat / aktâr-ı kâinat

  • Kâinatın her tarafı.

aktrist

  • Kadın oyuncu.

akvam / akvâm / اقوام / اَقْوَامْ

  • Kavimler.
  • Kavimler, milletler.
  • Kavimler, ırklar.
  • Kavimler. (Arapça)
  • Kavimler.

akza

  • Kadılıkta ve fıkıh ilminde daha ileri, daha bilgili.

alak-ı dem

  • Kan pıhtısı, pıhtılaşmış kan.

alaka

  • Kan pıhtısı. Uyuşuk kan.
  • Kan pıhtısı.

alaka-i şedide-i uhuvvetkarane / alâka-i şedide-i uhuvvetkârane

  • Kardeşlik gibi çok sağlam ve güçlü ilgi, alâka.

alamet-i kabul / alâmet-i kabul

  • Kabul belirtisi.

alamet-i makbuliyet / alâmet-i makbuliyet / alâmet-i makbûliyet

  • Kabul olunduğunu belirten işaret, nişan.
  • Kabul görmesinin işaret ve belirtisi.

alem / âlem

  • Kâinat, dünya.

alem-i berzah / âlem-i berzah / عَالَمِ بَرْزَخْ

  • Kabir âlemi.

alem-i berzah ve ervah / âlem-i berzah ve ervah

  • Kabir âlemi ve ruhlar âlemi.

alem-i imkan / âlem-i imkân

  • Kâinat; varlığı ile yokluğu eşit olan ve varlığı Allah'ın var etmesine bağlı olan âlem.

alem-i kabir / âlem-i kabir

  • Kabir âlemi.

alem-i zulümat / âlem-i zulümat

  • Karanlıklar âlemi.

alendat

  • Katı, sağlam nesne.

aleyh / عليه

  • Karşı, karşıt; üzerine. (Arapça)

aleyhdar / عليه دار

  • Karşıt, zıt. (Arapça - Farsça)

aleyhinde

  • Karşıt olarak.

aleyhtar

  • Karşı olan, karşıtçı.

aleyhtarlık

  • Karşıt olma.

alikadir / âlikadir

  • Kadri yüce, yüksek kişilik sahibi.

als

  • Karıştırmak.

alude / âlûde

  • Karışık.

amd / عمد

  • Kasıt, istek.
  • Kasıt. (Arapça)

amden / عمدا

  • Kasten, bile bile. İsteyerek.
  • Kasten, bilerek, bile bile yapmak.
  • Kasten, bilerek.
  • Kasten, bile bile, isteyerek.
  • Kasıtlı olarak. (Arapça)

ameliyat-ı kaderiye

  • Kaderin operasyonu.

amelnüvis

  • Kasların çalışmasındaki değişiklikleri işaretleyen âlet. (Farsça)

amihte / âmîhte / آميخته

  • Karışmış, karışık. (Farsça)
  • Karışık, karışmış. (Arapça)

amihte-gi / amihte-gî

  • Karışmış olma. (Farsça)

amin / âmin

  • Kabûl et mânâsına, duâ sonunda söylenen söz.

amir-i mutlak / âmir-i mutlak

  • Kayıtsız şartsız herşeye hâkim olan.

amiz / âmiz

  • Karışık, karışmış. (Âmihten) mastarından imtizaç etmek, karıştırmak mânasındadır. (Farsça)

amus

  • Karanlık.

an-kasdin

  • Kasd ve niyet üzere, mahsûsen.
  • Kasd ve niyet üzere, mahsusen.
  • Kasıtlı olarak.

an-samimin

  • Kalbden. Riyasızlıkla. Samimiyetle. İçten.

anabil / anâbil

  • Kaba nesne.

anafet / anâfet

  • Kabalık, sertlik.

anarşi

  • Kargaşa, kanun ve kural tanımama.
  • Karışıklık, kargaşalık, düzensizlik.

anarşilik

  • Karışıklık, kanunsuzluk.

anef

  • Kabalık (inceliğin zıddıdır).

anide / anîde

  • Kabile, ehl-i beyt.

ankasdin / عن قصد

  • Kasıtlı olarak, bile bile. (Arapça)

ara-i mütekabile / ârâ-i mütekâbile

  • Karşılıklı görüşler.

arak

  • Kalabalık, izdiham.

arak-çin

  • Kavuğun altına giyilen takke.

arbede / عربده

  • Kavga. (Arapça)

arbede-cuyane / arbede-cûyâne

  • Kavga çıkartmağa yeltenerek. (Farsça)

arbedecu / arbedecû / عربده جو

  • Kavgacı. (Arapça - Farsça)

aremrem

  • Kalabalık ordu, çok fazla asker.

arş / عَرْشْ

  • Kâinatı kuşatan en yüksek âlem, bir şeyin en yüksek hududu.

arş-ı a'zam / عَرْشِ اَعْظَمْ

  • Kâinâtı kuşatan en yüksek âlem, bir şeyin en yüksek hududu.

arş-ı kanaat

  • Kanaatin arşı, tahtı.

arz-ı tazimat / arz-ı tâzimât

  • Karşısındakine büyük bir hürmetle takınılan tavır ve hareket.

arzu-yu kalb

  • Kalben duyulan istek, arzu.

arzu-yu kalbi

  • Kalbin arzu ve isteği.

asabiyet-i kavmiye

  • Kavminin ve milletinin örf, âdet ve değerlerine körükörüne bağlılık, ırkçılık.

asabiyet-i nev'iye ve milliye

  • Kavim ve tür milliyetçiliği.

asakir-i berriyye / asâkir-i berriyye

  • Kara askerleri.

ascel

  • Karnı büyük olan kimse.

aşenzer

  • Katı, sağlam nesne.

asere

  • Kanat teleklerinden evvel, ucunda olan beyaz telekler.

asgaran

  • Kalb ile dil

ashab-ı kalem / ashâb-ı kalem

  • Kalem ashabı. Memurlar.

asime-sar / asime-sâr

  • Kafası karışık. (Farsça)

aşiret / aşîret

  • Kabile, oymak, göçebe halinde yaşıyan ekseri bir soydan gelen cemaat. Yakın akraba, âile.
  • Kabile, oymak.

ass

  • Katı ve sağlam olmak, berk olmak.

aşub / aşûb

  • Karıştırıcı, karıştıran mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)

aşub-engiz / aşûb-engiz

  • Karışıklığa medar olan, kargaşalığa sebebiyet veren. (Farsça)

aşubengiz / âşûbengîz / آشوب انگيز

  • Kargaşa çıkaran. (Farsça)

aşv

  • Kasdetmek.

asveb-i akval / asveb-i akvâl

  • Kavillerin en muhkemi, sözlerin en doğrusu.

atf-ı beyan

  • Kapalı bir sözü, açıklayan cümle.

atıfet / âtıfet

  • Karşılıksız sevgi, acıyıp esirgeme.

atuf / atûf

  • Karşılıksız seven ve acıyıp esirgeyen Allah.

avrat / avrât / عورات

  • Kadınlar. (Arapça)

avret / عورت

  • Kadın. (Arapça)

ayat-ı kevniye / âyât-ı kevniye

  • Kâinatta yaratılan varlıkların Cenâb-ı Hakkın varlık ve birliğine olan işaretleri, delil oluşları.

ayat-ı tekviniye / âyât-ı tekvîniye

  • Kâinatta Allah'ın varlığına ve birliğine delil olan varlıklar.

ayet-i ecma' / âyet-i ecma'

  • Kapsamlı âyet.

ayet-i ecma' ve ala ve ekber / âyet-i ecma' ve âlâ ve ekber

  • Kapsamlı, yüce ve büyük âyet.

ayhem

  • Katı, sağlam nesne.

ayine-i camia / âyine-i câmia

  • Kapsamlı ayna.

ayine-i kalb / âyine-i kalb

  • Kalp aynası.

ayine-i rahmet-i alem / âyine-i rahmet-i âlem

  • Kâinatı kuşatan İlâhî rahmeti yansıtan bir ayna.

ayn-ı lika

  • Kavuşmanın ta kendisi.

ayn-ı mutlak

  • Kayıtlı ve sınırlı olmayanın ta kendisi.

ayn-ı visal

  • Kavuşmanın tâ kendisi.

az'af-ı muzaaf / az'af-ı muzâaf

  • Kat, kat, pekçok.

azab-ı kabir / azâb-ı kabir

  • Kabir azabı.

azab-ı kabir ve sakar

  • Kabir ve Cehennem azabı.

azeriler / azerîler

  • Kafkasyanın Azerbeycan bölgesinde yaşamış Türk kavmi.

azim / âzim / عازم

  • Kararlı. (Arapça)

azm / عَزْمْ

  • Kararlılık.

azm etmek

  • Kalbde devamlı kalan ve yapmaya kesin kararlı olunan düşünce, kasd, niyet, karar verme.

azürde-dil

  • Kalbi kırık. Müteessir.

ba'c

  • Karına dürtmek, karın yarmak.

bab / bâb

  • Kapı.
  • Kapı, bölüm.

bad-gane / bad-gâne

  • Kafesli pencere. (Farsça)

bad-gerd

  • Kasırga. (Farsça)

bagl

  • Katır, ester.

bahadır / bahâdır

  • Kahraman. Cesur. Yiğit. Dilâver. (Farsça)
  • Kahraman, cesur, yiğit.
  • Kahraman, yiğit.

baharat

  • Karanfil, tarçın, karabiber gibi sert kokulu şeyler.

bahe

  • Kaplumbağa. (Farsça)

bahr-i siyah / bahr-i siyâh / بحر سياه

  • Karadeniz.
  • Karadeniz.

baht / بَخْتْ

  • Kader, talih.

bakaya / bakayâ

  • Kalıntılar.

bakiye / bâkiye

  • Kalıcı olan, kalan.

bal / bâl / بال

  • Kanat. (Farsça)

bal-güşa / bal-güşâ

  • Kanat açan, uçan. (Farsça)

bal-şikeste

  • Kanadı kırık. (Farsça)

balkar

  • Kafkasya Türkleri'nin Kıpçak kolundan olan bir boy.

balzen

  • Kanat vuran. Uçan. (Farsça)

banknot / بَانْقْنُوطْ

  • Kâğıt para.
  • Kâğıt para.

baru / barû

  • Kale duvarı.

başame

  • Kadınların örtündükleri yaşmak. Tülbent, başörtüsü. (Farsça)

basiret / basîret / بَص۪يرَتْ

  • Kalb gözüyle görme, sezme.

basiret-i basir / basiret-i basîr

  • Kalp gözüyle gören, anlayan.

batın / بَطِنْ

  • Karın.

batın-ı kalb / bâtın-ı kalb

  • Kalbin içi.
  • Kalbin içi. Kalbdeki hisler.

batn

  • Karın, nesil.
  • Karın, mide.
  • Karın, kuşak, nesil.

batt / بط

  • Kaz. (Arapça)

bebr / ببر

  • Kaplana benzer, ondan daha büyükçe ve pek yırtıcı bir canavar ki, Hindistanda ve Afrikada bulunur. Saldırdığı zaman derisindeki tüyleri kabarıp korkunç bir manzara arzeder. Arslanı bile korkutur bir hayvandır. (Farsça)
  • Kaplan. (Farsça)

becayiş

  • Karşılıklı yer değiştirme, değiş-tokuş.

becayiş-i mekani / becâyiş-i mekânî

  • Karşılıklı yer değiştirme.

bed-ahu / bed-âhû

  • Karakteri bozuk, huyu kötü. (Farsça)

bedbinlik

  • Karamsarlık.

bedel

  • Karşılık.
  • Karşılık.

bedel-i küll

  • Kapalı bir söze bütün yönleriyle yapılan açıklama.

bedgüher / بدگهر

  • Kalbi bozuk, mayası bozuk. (Farsça)

beka / bekâ / بقا

  • Kalıcılık. (Arapça)

beka müddeti

  • Kalma müddeti, süresi.

bekaalud / bekââlûd

  • Kalıcılıkla karışık.

bekl

  • Karıştırmak, halt.

belağbaşı / belâğbaşı

  • Kaynak, pınar.

belca'

  • Kaşları arası açık olan kadın. (Müz: Eblec)

belensem

  • Katran.

belita

  • Kamış kap.

beniyye

  • Kâbe-i Muazzama.

ber

  • Kara.

ber ve bahr

  • Kara ve deniz.

ber-heva

  • Kaybolmuş, havaya gitmiş. (Farsça)

berahin-i katıa / berâhin-i katıa

  • Kat'î burhanlar; güçlü ve sarsılmaz kesin deliller.

beray-ı istikbal / berây-ı istikbâl

  • Karşılamak için.

berencen

  • Kadın bileziği. (Farsça)

berendaz / berendâz

  • Kaldırıp atan.

berf / برف

  • Kar. (Farsça)
  • Kar. (Farsça)

berf-ab / berf-âb

  • Karlı soğuk su. Kar suyu. (Farsça)

berf-alud / berf-âlud

  • Kar içinde, kara batmış. (Farsça)

berf-dar / berf-dâr

  • Karlı. (Farsça)

berfin / berfîn / برفين

  • Kar ile ilgili, kardan. (Farsça)
  • Karlı. (Farsça)

berhem-zede

  • Karmakarışık, altı üstüne getirilmiş. (Farsça)

berhem-zen

  • Karmakarışık eden, altını üstüne getiren. (Farsça)

berk-i hatıf / berk-i hâtıf

  • Kapıp götüren veya göz kamaştıran şimşek.

berkarar

  • Kararlı. Yerleşmiş. Devamlı.
  • Kararlı, yerleşmiş.
  • Kararlı.

berr / بَرْ

  • Kara.

berren / برا

  • Karadan, kara yoluyla.
  • Kara yolu ile. (Arapça)

berri / berrî / بری / بَرِّي

  • Karacı, karada olan.
  • Karaya ait.
  • Kara ile ilgili. (Arapça)
  • Karaya ait.

berriye / berrîye / بَرِّيَه

  • Karalara ait olan.
  • Karaya âit.

beruz / berûz

  • Kavga, savaş, muhârebe. (Farsça)

berzah / برزخ

  • Kabir âlemi.
  • Kabir alemi.

berzah-ı kübra / berzâh-ı kübrâ

  • Kabirden kalkıp, mahşer yerinde hesâbın görülüp Cennet veya Cehenneme gidilinceye kadar geçen zaman.

berzah-ı sugra / berzâh-ı sugrâ

  • Kabre konduktan kıyâmet kopup kabirden kalkıncaya kadar olan zaman.

berzahi / berzahî / berzâhî

  • Kabirle ilgili.
  • Kabre ait, kabir âlemiyle ilgili.

bes

  • Kâfi. Yeter. Yetişir. (Allah bes, gayri heves) (Farsça)

besend

  • Kâfi, kifayet eder, tamam, yeter, yetişir. (Farsça)

besile

  • Kap içinde kalmış içki artığı.

beskele

  • Kapı sürgüsü, kapı mandalı. (Farsça)

bevabet

  • Kapıcılık, kapı bekçiliği.

bevabi / bevabî

  • Kapıcılık, kapı bekçiliği.

bevka'

  • Kargaşalık, karışıklık.

bevvab / bevvâb / بواب

  • Kapıcı, men edici.
  • Kapıcı. (Arapça)

bevvabin / bevvâbîn / بوابين

  • Kapıcılar. (Arapça)

bey'-i bat / bey'-i bât

  • Kat'i satış.

beyin

  • Kafatasının en büyük kısmını kaplayan, kalınca ve dayanıklı üç zarla örtülmüş olan bir sinir merkezidir. Yumuşak ve beyazımsı bir kitle olan beyin, duygu ve bilgi merkezidir. Ak ve boz maddeden yapılmıştır ve iki yarım küre olarak yaratılmıştır. Yarım kürelerden birinde bir arıza sebebiyle bu merkez (Türkçe)

beyn-ez zevceyn

  • Karı-koca arasında.

beyt-i atik

  • Kâbe-i Muazzama. (Çok eskiden beri Cenab-ı Hak tarafından her türlü tehlikelerden korunduğu ve kurtarıldığı ve hiçbir kimsenin ona mâlik olmayıp aslının hür olduğundan kinaye olarak bu isim verilmiştir.)

beyt-i mamur

  • Kâbe'nin tam üzerinde yedinci kat gökte bulunan ve melekler tarafından tavaf edilen bir köşk.

beytülharam

  • Kâbenin etrafı.

beytullah / بيت اﷲ

  • Kâbe, câmi, mescid gibi ibadet edilen yer.
  • Kâbe. (Arapça)

beyzat-ül hıdr

  • Kapalı, örtülü güzel kadın.

beze

  • Kabahat, suç, hata. Günah. (Farsça)

bi-dimağ / bî-dimağ

  • Kafasız, akılsız. (Farsça)

bi-kar / bî-kâr

  • Kârsız, işsiz kimse. Bekâr kişi. (Bekârlık, bikârların kârıdır. İşârât) (Farsça)

bi-karar / bî-karar

  • Kararsız.

biat

  • Kabul etme, seçme.

biçrek

  • Kandırılıp aldatılarak kendisiyle daima alay edilen kimse. (Farsça)

bigal

  • Kargı, mızrak. (Farsça)

bihte

  • Kalburdan geçirilmiş, elenmiş. (Farsça)

bijeng

  • Kapı anahtarı, miftah. (Farsça)

bikarar / bîkarar / bîkarâr / بى قرار

  • Kararsız.
  • Kararsız, rahatsız.
  • Kararsız. (Farsça - Arapça)

bikarar eyler / bîkarar eyler

  • Kararsız eder, şaşkın yapar.

bil'isti'dad / bil'isti'dâd / بِالْاِسْتِعْدَادْ

  • Kābiliyetle.

bil'istidat

  • Kabiliyet ile.

bila kayd ü şart / bilâ kayd ü şart

  • Kayıtsız şartsız.
  • Kayıtsız şartsız.

bila-kayd u şart / bilâ-kayd u şart

  • Kayıtsız şartsız.

bila-kayd ü şart / bilâ-kayd ü şart

  • Kayıtsız, şartsız.

bilahalt / bilâhalt

  • Karıştırmadan.

bilakayd / bilâkayd

  • Kayıtsız.

bilakaydüşart / bilâkaydüşart

  • Kayıtsız şartsız.

bilakayt / bilâkayt / بلاقيد

  • Kayıtsız şartsız, kesin. (Arapça)

biliştirak / biliştirâk / بالاشتراک

  • Katılarak. (Arapça)

bilkabul

  • Kabul ederek.
  • Kabul etmekle.

bilkasd

  • Kasıt ile, gaye edinerek.
  • Kasd ile, düşünerek. Bilerek.

bilkuvve / بالقوه / بِالْقُوَّه

  • Kabiliyet olarak.
  • Kābiliyet hâlinde.

bilmukabele / بالمقابله

  • Karşılık olarak.
  • Karşılıklı. Karşılık olarak. Mukabil olarak.
  • Karşılık vermekle.
  • Karşılığında, aynen, mukabele ederek, mukâbil olarak. (Arapça)

bimübalat / bîmübâlât / بى مبالات

  • Kayıtsız, umursamaz. (Farsça - Arapça)

binniyet

  • Kastederek. Niyetle.

birader / birâder

  • Kardeş.
  • Kardeş.

biraderi / biraderî

  • Kardeşle ilgili. Kardeşlik. (Farsça)

biraderzade / biraderzâde / birâderzâde

  • Kardeş oğlu. (Yeğen: Kızkardeşin oğludur.) (Farsça)
  • Kardeş oğlu, yeğen.
  • Kardeş oğlu.

biraz

  • Karşı karşıya kavga etme. Savaşa atılma.

birişte / برشته

  • Kavrulmuş. (Farsça)

bıttih

  • Karpuz. Kavun.

buhnuk

  • Kadınların başlarına örtüp iki uçlarını çenesi altına bağladıkları bez. (Türkçe "destâr" derler)

büjmeje

  • Kaya keleri, kertenkele. (Farsça)

bünyan-ı mersus

  • Kaynaşmış sağlam bina. Birbirine kurşunla kenetlenmiş sağlam yapı.

büra

  • Kamıştan yapılan hasır.

bürabe

  • Kalem yongası, törpüden çıkan talaş.

burhan / برهان

  • Kanıt, delil. (Arapça)

bürhan / bürhân / برهان

  • Kanıt. (Arapça)

bürhan-ı limmi / bürhan-ı limmî

  • Kanunlardan hâdiselerine, sebeblerden neticelerine ve müessirden esere olan istidlâl. Yani eseri meydana getirenden esere olan delil. Kablî delil. Ateşin dumana delil olması gibi.

burhanü't-temanü / burhanü't-temânü

  • Kâinatta iki ilâh kabul edildiği takdirde, bunların birbirlerine engel olacakları ve dolayısıyla düzenin bozulacağından hareketle tevhide dair elde edilen delil.

bürka'

  • Kadınların örtündükleri yaşmak, peçe.

buuc

  • Karında olan yaralar.

buule

  • Kadın eş, zevce.

büzzaka

  • Kabuksuz sümüklü böcek.

cafun / cafûn

  • Karpuz.

çağlar

  • Kayalara veya setlere çarparak, yerden köpürerek düşen su. Şelâle, çağlayan.

cami / câmi

  • Kapsayan, içine alan.

cami' / câmi'

  • Kapsayıcı, kuşatıcı.

camia / câmia

  • Kapsamlı.

camiiyet-i istidad / câmiiyet-i istidad

  • Kabiliyetin kapsamlılığı.

cani / cânî

  • Kàtil, cinayet işleyen.

canperver

  • Kalbi ferahlandıran. Ruha hoş gelen. (Farsça)

car / câr

  • Kadınların, elbisenin üstünde örtündükleri çarşaf.

carure / carûre

  • Kapı ökçesinin yeri.

caselik

  • Katolik. Başpiskopos, başpapaz, büyük papaz, patrik.

casus

  • Karpuz.

cavid / câvid / جاود

  • Kalıcı, sonsuz, ebedi. (Farsça)

cavidan / câvidân / جاودان

  • Kalıcı, sonsuz, ebedi. (Farsça)

cayife / cayîfe

  • Karın içine geçmiş olan yara.

caymak

  • Kararından dönmek.

cazibe-i umumiye-i kainat / cazibe-i umumiye-i kâinat

  • Kainatın her yerinde olan genel çekim özelliği.

cebelü'l-kamer

  • Kamer Dağı; Nil Nehrinin çıktığı dağ.

cebr-i kanuni / cebr-i kanunî

  • Kanun yoluyla zorlama.

cebr-i mafat / cebr-i mâfat

  • Kaybedilen bir şeyin yerine başka bir şey bularak, onunla avunma.

cedavil / cedâvil

  • Kanallar, arklar.

cedavil-i ekvan / cedâvil-i ekvan

  • Kâinattaki cedveller, kanallar.

cedes

  • Kabir, mezar.

cefv

  • Kaba muâmele.

cehennem

  • Kâfirlerin devamlı, günahkâr müslümanların ise, günahları kadar âhirette azab görecekleri yer.

cehennem-i daime / cehennem-i dâime

  • Kâfirlerin devamlı olarak kalacakları Cehennem.

cehiz

  • Karnından çocuk düşüren.

celadet / celâdet

  • Kahramanlık.
  • Kahramanlık, yiğitlik.

celafet

  • Kabalık, yontulmamışlık.

celahiz

  • Kaba, ağır.

celb-i kulub / celb-i kulûb

  • Kalbleri çekme, kalbleri kazanma.

celde

  • Kamçı ile vücuda vuruşlardan her bir vuruş. (Fıkhî ıstılah)

celmed

  • Kaya. Taş.

cem'iyetli

  • Kapsamlı.

cemadat

  • Katı cisimler, cansızlar.

cemal-i baki / cemâl-i bâkî

  • Kalıcı ve devamlı güzellik.

cemaş

  • Kadın ile oynaşan kişi.

cemiyet-i kainat / cemiyet-i kâinat

  • Kâinat cemiyeti, dayanışma içinde olan kâinattaki tüm varlıklar.

cemiyetli

  • Kapsamlı.

cemm / جم

  • Kalabalık. (Arapça)

cemm-i gafir / cemm-i gafîr

  • Kalabalık insan topluluğu.

cenah / cenâh / جناح / جَنَاحْ

  • Kanat, taraf, kısım. (Vicdanın ziyası ulum-u diniyyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacı ile hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassub, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder. Mün.)
  • Kanat.
  • Kanat. (Arapça)
  • Kanat, taraf.

cenani / cenanî

  • Kalbe âit ve müteallik olan. Kalben duyulan. (Arabça müfred, birinci şahıs sigası ile "kalbim" mânasınadır.)

çendin

  • Kaç, kadar, ne kadar, bu kadar. (Farsça)

ceng-cu / ceng-cû

  • Kavgacı, dövüşçü, cenkçi. (Farsça)

cerire

  • Kabahat, suç.

ceşib

  • Kaba ve galiz nesne.

cesle

  • Kara karınca.

çeşm-i dil / چَشْمِ دِلْ

  • Kalb gözü.

çetr-i anberin

  • Karanlık gece.

cevaben

  • Karşılık ve cevap olarak.

cevaz-ı kanuni / cevaz-ı kanunî

  • Kanunen verilen izin, müsaade.

cevelan-ı dem / cevelân-ı dem

  • Kanın vücudda dolaşması.

cevs

  • Kaba, büyük nesne.

cevsak

  • Kasr, köşk, konak.

ceyb-i kalb

  • Kalb cebi, gözü.

ceza / cezâ / جَزَا

  • Karşılık.

cezmi / cezmî

  • Kat'î niyet ve karara ait. Cezm.

cezr-i vetedi / cezr-i vetedî

  • Kazık kök. Kazık gibi yere derinliğine giden kök. (Havuç gibi.)

cibillet / جبلت

  • Karakter, yaratılış. (Arapça)

cibilliyet / جبليت

  • Karakter, yaratılış. (Arapça)

cibilliyetsiz / جبلتسز

  • Karaktersiz, kötü yaratılışlı. (Arapça - Türkçe)

cidal / cidâl

  • Kavga, çekişme, münâkaşa.

cidar-ı kabe / cidâr-ı kâbe

  • Kâbe'nin duvarı.

cihas

  • Kalabalık, müzâhame.

cilaz

  • Kamçının ucuna bağlanan kayış.

cilbab

  • Kadın feracesi. Çarşaf.

cilfe

  • Kalem yongası.

çin-i ebru

  • Kaş çatıklığı.

cinan-ı cenan / cinân-ı cenân

  • Kalb ve ruh bahçeleri.

cisad

  • Kan. Safran.

cülmud

  • Kaya.

cümcüme / جمجمه

  • Kafatası. (Arapça)

cümud

  • Katılık, sertlik.

cumudet

  • Katılık, sertlik.

cun

  • Karnı ve kanadı kara olan bağırtlak kuşu cinsinden bir kuş.

cür'et / جرئت

  • Kalkışmak.

cürvaz

  • Karnı büyük olan kişi.

cuş u huruş

  • Kaynayıp taşma. Neş'e ve âhenk. Coşup taşma. (Farsça)

cuş-u huruş / جوش و خروش

  • Kaynayıp taşma.

cüsad

  • Karın ağrısı.

cuşak / cûşak

  • Kaynama. (Farsça)

cuşiş

  • Kaynama, coşma. (Farsça)

cüz'i hatırat / cüz'î hâtırât / جُزْئ۪ي خَاطِرَاتْ

  • Kalbden geçen hususî şeyler.

cüzzet

  • Kaftan.

dader / dâder

  • Karındaş, kardeş, birâder. (Farsça)

dağdağa-i kalbi / dağdağa-i kalbî / دَغْدَغَۀِ قَلْب۪ي

  • Kalp sıkıntısı, ızdırabı.
  • Kalb sıkıntısı.

dagmire

  • Karıştırmak, halt.

daha'

  • Kaba kuşluk vakti.

dahas

  • Kaypancak nesne.

dahd

  • Kahretmek.

dahil etme

  • Katma.

dahl

  • Katkı.

dahve-i kübra / dahve-i kübrâ

  • Kaba kuşluk. Oruç müddetinin yarısı, öğleden bir saat evvelki vakit.

daire-i imkan / daire-i imkân

  • Kâinat. İmkân âlemi. Mükevvenat. Mümkün olan, şartların müsait olduğu âlem. (Daire-i mümkinat da aynı mânada kullanılır.)

daire-i kader

  • Kader dairesi.

daire-i kalb

  • Kalb dairesi.

daire-i şumul

  • Kapsam dairesi.

daire-i şümul / dâire-i şümul

  • Kapsam alanı.

dakk-ı bab etmek

  • Kapıyı vurmak, kapıyı çalmak.

dakk-ül bab / dakk-ül bâb

  • Kapı çalmak.

damar

  • Kan borusu, yaradılış, huy.

damic

  • Karanlık.

dan / dân / دان

  • Kap. (Farsça)

dar ü gir / dâr ü gir

  • Kavga, savaş, muharebe, harp, ceng.

dar-ı karar / dâr-ı karar

  • Karar kılınacak, durulacak yer.

dar-ül karar / dâr-ül karar

  • Kararlı surette kalınan, kıyametten sonraki yer. Cennet. Dâr-ül Beka.

daraban-ı kalb

  • Kalb çarpıntısı, kalbin vuruşu.

darabine

  • Kapı bekçileri.

daric

  • Katı, şedid, şiddetli.

darih

  • Kabir. Mezar.

dav'

  • Kaymağı alınmış sığır sütünden yapılmış ekşi yoğurt ve ayran.

debbabe

  • Kale duvarlarını oymaya yarayan bir savaş aleti. Tank.

debir / دبير

  • Katip. (Farsça)

delail / delâil / دلائل

  • Kanıtlar, deliller. (Arapça)

delail-i kalbiye

  • Kalbe âid deliller. Kalb ile bilinen deliller.

delail-i kalbiye ve vicdaniye / delâil-i kalbiye ve vicdaniye

  • Kalbe ve vicdana ait deliller.

delil-i ihtirai / delil-i ihtirâî

  • Kâinatta her bir varlığın kendinden beklenen neticeleri yerine getirebilecek şekilde kabiliyetlerine göre en üst derecede yoktan yaratılması.

dem / دم / دَمْ

  • Kan.
  • Kan, zaman, konu, kıvam.
  • Kan. (Arapça)
  • Kan, zaman.

dem-keşide

  • Kafadar, arkadaş. (Farsça)

demles

  • Kaba, galiz nesne.

demy

  • Kan, dem.

deniyye

  • Kaftan düğmesi, elbise düğmesi.

der / در

  • Kapı. (Farsça)

der-ban

  • Kapıcı, kapıya bakan. (Farsça)

der-bendçi

  • Kale veya hudut muhafızı.

deramed / derâmed / در آمد

  • Kazanç, gelir. (Farsça)

derban / derbân / دربان

  • Kapıcı. (Farsça)

derece-i makbuliyet

  • Kabul edilmişlik derecesi.

derece-i şuhud

  • Kalp gözüyle görme derecesi.

derer

  • Kasdetmek.

derkaa

  • Kaçmak, firar.

dervaze

  • Kapı. Şehir. Şehir kapısı, kale kapısı. (Farsça)

derya-yı esved

  • Karadeniz.

destan

  • Kahramanlık hikâyesi.

deveran-ı dem / deverân-ı dem / دَوَرَانِ دَمْ

  • Kan dolaşımı, kan deveranı.
  • Kan dolaşımı.
  • Kan dolaşımı.

devke

  • Karışmak, ihtilât.

devr-i ebvab

  • Kapı kapı gezip dolaşmak.

devr-i müşevveş

  • Karışık dönem.

deyku'

  • Katı, şedid.

deyyas

  • Kaba, galiz olan kimse.

dıbatr

  • Katı nesne.

dil-agah / dil-âgâh

  • Kalbi uyanık. Akıllı, bilgili, görgülü. Gönül anlar. (Farsça)

dil-ara / dil-ârâ

  • Kalbi süsleyen, gönlü zinetlendiren. (Farsça)

dil-asude

  • Kalbi rahat. (Farsça)

dil-beste

  • Kalbi bağlı, âşık. (Farsça)

dil-dar

  • Kalbi hükmü altında tutan. Sevgili, mâşuk. (Farsça)

dil-duz

  • Kalbe batan, gönül delen. (Farsça)

dil-hun

  • Kalbi yaralı, yüreği kanlı. Mükedder, mağmum. (Farsça)

dil-şikeste

  • Kalbi kırık, gönlü kırılmış olan. (Farsça)

dil-teşne

  • Kalbi susamış. Gönlü çok istekli, çok özlemiş. (Farsça)

dilazürde / dilâzürde / دل آزرده

  • Kalbi kırık. (Farsça)

dilşiken / دل شكن

  • Kalp kıran. (Farsça)

dilşikeste / دل شكسته

  • Kalbi kırık. (Farsça)

dirayetli

  • Kavrayışlı, zeki, bilgili, anlayışlı.

dirhevs

  • Katı, şiddetli nesne, şedid.

divançe

  • Kafiye itibariyle harf sırası tertibiyle yapılan küçük şiir mecmuası. (Farsça)

divanhane

  • Kabul salonu, büyük salon.

diyet

  • Kâtilin (adam öldürenin) vereceği para cezâsı.
  • Kan bedeli, can pahası.

diz

  • Kal'a, sur. (Farsça)

dizdar / dizdâr / دزدار

  • Kale muhafızı, kale ağası. (Farsça)
  • Kale muhafızı. (Farsça)

domaniç

  • Kambur. Tümsekli, fırlak.

dua-yı makbule

  • Kabul görmüş, geçerli dua.

dua-yı müstecab / duâ-yı müstecab

  • Kabul olunan dua.

dübba'

  • Kabak.

dücale

  • Katran.

dücme

  • Karanlık, zulmet.

dud-hane / dûd-hâne

  • Kabile, silsile, hânedan, soysop. (Farsça)

dugmeran

  • Kara, esved.

dugn

  • Karanlık, zulmet.

duhseman

  • Kara yağız, iri vücutlu adam.

dümel / دمل

  • Kan çıbanı. (Arapça)

dünya sevgisi / dünyâ sevgisi

  • Kalbin dünyâ malını ve mülkünü çok sevmesi.

dürüşti / dürüştî

  • Kabalık, sertlik, katılık, kalınlık, yoğunluk. (Farsça)

düstur / düstûr

  • Kâide, kural.
  • Kânun, kaide, kural, esas.

düstur-u uhuvvet

  • Kardeşlik kuralı.

düsturi / düsturî

  • Kanunî.

eb'ad-ı vasia-i alem / eb'âd-ı vâsia-i âlem

  • Kâinatın geniş boyutları.

ebabil kuşları / ebâbil kuşları / ebâbîl kuşları

  • Kâbe'yi yıkmaya gelen Habeş kumandanı Ebrehe'nin ordusuna gökten taş yağdıran mübârek kuşlar.
  • Kâbe'yi yıkmaya gelen Yemen vâlisi Ebrehe'yi ve ordusunu Allahü teâlânın izni ve emriyle perişân eden kuşlar (kırlangıçlar).

ebedgah / ebedgâh

  • Kabir, mezar. (Farsça)

ebedhane

  • Kabir, mezar. (Farsça)

eblem

  • Kalın dudaklı adam.

ebrehe

  • Kâbeyi yıkmak isteyen kumandan.

ebru / ebrû / ابرو

  • Kaş, dalga dalga kırmızı yanak, bir süsleme sanatı.
  • Kaş. (Farsça)

ebruvan / ebruvân

  • Kaşlar. (Farsça)

ebu-l muhtal

  • Katır, bağal.

ebuk

  • Kaçmış köle.

ebvab / ebvâb

  • Kapılar, bölümler.

ecel-i kaza / ecel-i kazâ

  • Kazây-ı muallak, kesin olmayıp sebebe bağlı kılınan ecel.

ecel-i mübrem

  • Kaçınılmaz olan ecel.

echel-i mutlak

  • Kara cahil.

ecr u mesubat / ecr u mesubât

  • Karşılık ve mükâfat. İyi amele karşılık Allah tarafından ahirette verilen sevap.

ecram-ı kainat / ecram-ı kâinat

  • Kâinattaki kütleler; cisimler.

ecsel

  • Karnı büyük olan kişi.

ecza-yı kainat / ecza-yı kâinat

  • Kâinatın unsurları, kısımları.

eczahane-i rahmet-i alem / eczahane-i rahmet-i âlem

  • Kâinatı kuşatan İlâhî rahmetin bir neticesi olarak bütün mânevî hastalıkları tedavi edecek ilâçların bulunduğu eczahane.

edgas u ahlam / edgâs u ahlâm

  • Karışık rüyalar.

edmas

  • Kaşlarının üç kısmı ince ve dipleri kalın; başının kılları ise az olan kimse.

ef'al-i ilahiye / ef'âl-i ilâhîye

  • Kâinattaki varlıkları ortaya çıkaran İlâhi fiiller.

ef'al-i kulub / ef'âl-i kulûb

  • Kalbin işleri, kalbe doğan çeşitli duygu ve düşünceler. Arapça'da kalbî fiiller (bilmek, görmek gibi)

efkar-ı amme / efkâr-ı âmme / افكار عامه

  • Kamuoyu.

efkar-ı amme-i millet / efkâr-ı âmme-i millet

  • Kamuoyu, milletin fikir ve düşünceleri.

efkar-ı umumi / efkâr-ı umumî

  • Kamuoyu; genelin fikir ve düşünceleri.

efkar-ı umumiye / efkâr-ı umumiye

  • Kamuoyu, genelin fikir ve düşünceleri.

efraz

  • Kaldırma. Yükseltme. Yüksek. Yukarı. Bülend. (Farsça)

efsürde-dil

  • Kalbi hissizleşmiş. Donuk gibi olmuş kalb. (Farsça)

efsürde-mizac

  • Kanı soğuk, soğuk kanlı, mizâcı soğuk adam. (Farsça)

egare

  • Kandırma, kışkırtma, teşvik etme. (Farsça)

egtaşa

  • Karartı.

ehavat

  • Kardeşler; benzer şeyler.

ehevat / ehevât

  • Kardeşler.

ehevatının ma-fi'z-zamirleri

  • Kardeşlerinin içinde gizli olan şeyler.

ehl-i aşk

  • Kalpleri Allah sevgisiyle dolu olanlar.

ehl-i kalb / اَهْلِ قَلْبْ

  • Kalb ehli, mânevî gerçekleri kalbiyle sezenler.
  • Kalb gözü açık Allah dostları.

ehl-i kalb ve iman

  • Kalp ve iman ehli olanlar, kalbiyle mânevî olarak terakkide bulunanlar.

ehl-i kanun

  • Kanun koyanlar ve uygulayanlar.

ehl-i keşf-il kubur

  • Kabir âleminde olanları bilen, kabirdeki ölünün ahvâlini keşfedip doğru olarak haber veren veli, evliya.

ehl-i keşfe'l-kubur / ehl-i keşfe'l-kubûr / اَهْلِ كَشْفَ الْقُبُورْ

  • Kabir ehlinin hâlini görenler.

ehl-i kıble

  • Kâbeyi kıble edinenler, müslümanım diyenler. İş ve sözünde açıkça küfür görülmeyen dalâlet (sapık) fırkalarında olanlar.

ehl-i kubur / ehl-i kubûr / اَهْلِ قُبُورْ

  • Kabirdekiler, ölüler.
  • Kabir ehli. Ölüler.
  • Kabir ehli. Kabirdekiler, ölüler. Ne kendi etdi râhat ne âlem etdi huzur, Yıkıldı gitti cihândan dayansın ehl-i kubûr.
  • Kabirdekiler.

ehlikalb

  • Kalben ileri gidenler.

ehlikubur / ehlikubûr

  • Kabirdeki ölüler.

ehliküfür

  • Kâfirler.

ehşa

  • Karındaki iç uzuvlar. Karında olan.

eluh

  • Kasem, and, yemin.

elvah-ı kaderiye / elvâh-ı kaderiye

  • Kader çizgilerini içeren levhalar.

em'a-i galiza / em'â-i galiza

  • Kalın bağırsaklar.

emcer

  • Karnı büyük kimse.

emm

  • Kasdetmek.

emniyet dairesi

  • Karakol, emniyet amirliği.

emniyet-i mütekabile

  • Karşılıklı güven.

emraz-ı kalb / emrâz-ı kalb

  • Kalp hastalıkları.

emraz-ı kalbiye / emrâz-ı kalbiye

  • Kalb hastalıkları.
  • Kalp hastalıkları, mânevî hastalıklar.

emraz-ı nisaiye

  • Kadın hastalıkları.

emvac-ı zeval / emvâc-ı zevâl

  • Kaybolup giden, yok olan dalgalar.

emzer

  • Katı gönüllü, katı kalbli kimse.
  • Karnı büyük olan, şişman.

enber

  • Kadın tuzluğu adı verilen ufacık kara yemiş.

endişe / endîşe

  • Kaygı.
  • Kaygı.

endişeli

  • Kaygılı. (Farsça - Türkçe)

enduz

  • Kazanan, elde eden, biriktiren, toplıyan mânalarına gelir ve kelimeleri sıfat yapar. (Farsça)

enkaz-ı remime

  • Kazaya uğramış ve esaslı tarafları tahrib olmuş gemi veya tekne enkazı.

enmas

  • Kaşının kılları az olan kişi.

enuk

  • Kartal kuşu.

enva-ı alem / envâ-ı âlem

  • Kâinataki nev'iler, türler; kâinatta bulunan çeşitli varlıklar.

enva-i kainat / enva-i kâinat

  • Kâinatın nev'ileri (türleri, sınıfları).

enzar-ı amme / enzâr-ı âmme

  • Kamuoyu; herkesin gözü önüne sunma.

erkan-ı azime-i kainat / erkân-ı azîme-i kâinat

  • Kâinattaki büyük temel unsurlar, varlıklar.

erkan-ı kainat / erkân-ı kâinat

  • Kâinatı oluşturan temel unsurlar.

erziz / erzîz / ارزیز

  • Kalay. (Farsça)
  • Kalay. (Farsça)

esbab-ı kabul

  • Kabul edilme sebepleri.

esbab-ı kainat / esbab-ı kâinat / esbâb-ı kâinat / اَسْبَابِ كَائِنَاتْ

  • Kâinattaki sebepler.
  • Kainattaki sebebler.

esbab-ı temzic

  • Kaynaştırma, birleştirme sebepleri.

eser-i kast

  • Kasıt ve isteğin sonucu, bilerek ve isteyerek ortaya çıkan bir durum.

esham

  • Kara nesne.

esir maddesi

  • Kâinatı kapladığına inanılan ince madde.

eskefe

  • Kapı basamağı, eşik.

esl

  • Karaılgın ağacı.

esmer / اسمر

  • Karayağız, esmer, koyu tenli. (Arapça)

esrar-ı kainat / esrar-ı kâinat

  • Kâinatın sırları.

ester / استر

  • Katır.
  • Katır.
  • Katır. (Farsça)

esus

  • Katı, sağlam, muhkem nesne.

esvel

  • Karnı sarkık olan erkek. (Müe: Sevlâ)

eta

  • Kavak ağacı.

etajer

  • Kapaksız ve rafları olan taşınabilir dolap. (Fransızca)

etmeseh

  • Karanlık, sessiz gece.

etrad

  • Kaşları kılsız olan kimse.

ettar

  • Kasnakçı.

evani / evânî

  • Kapkacaklar, kaplar.
  • Kaplar, kâseler.
  • Kaplar.

evca-i batn

  • Karın ağrıları.

evend

  • Kap. Kabkacak. (Farsça)

evham-ı muzlime

  • Karanlık vehimler, kuşkular.

evliya / evliyâ

  • Kalbi nurlu müminler, erenler, velîler.

evrak-ı nakdiyye

  • Kağıt paralar.

evrencen

  • Kadın bileziği. (Farsça)

evtad / evtâd / اوتاد

  • Kazıklar. (Arapça)

eyazi

  • Kadınların yüzlerine örttükleri peçe, örtü. (Farsça)

ez kaza

  • Kazâ olarak, tevâfuk olarak. Beklenmedik ânda. (Farsça)

ezdad / ezdâd / اضداد

  • Karşıtlar, zıtlar. (Arapça)

ezkaza

  • Kaza olarak.

fahmiyyet

  • Karbonat. Kömürleşmiş olan şey.

fahr-i kainat / fahr-i kâinat / fahr-i kâinât / فَخْرِ كَائِنَاتْ

  • Kâinatın kendisiyle övündüğü zât olan Peygamberimiz (a.s.m.).
  • Kâinatın övgüsü, şerefi; Hz. Peygamber (s.a.v.)
  • Kâinâtın kendisi ile övündüğü zât. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm için kullanılan saygı ifâdesi.
  • Kâinâtın kendisi ile iftihâr ettiği.

fahri / fahrî

  • Karşılıksız, parasız, gönüllü olarak bir şeyi yapma.
  • Karşılıksız, parasız.

fahrikainat / fahrikâinat

  • Kâinatın övüncü olan Peygamberimiz.

fahrü'l-alemin ve habib-i rabbü'l-alemin / fahrü'l-âlemîn ve habib-i rabbü'l-âlemîn

  • Kâinatın övgüsüne sahip ve Alemlerin Rabbinin sevgilisi, Muhammed (a.s.m.).

faide-mend / fâide-mend

  • Kârlı, faydalanan, menfaat elde eden. (Farsça)

fakr-üd dem

  • Kansızlık.

fariza / farîza

  • Kaçınılmaz ödev, boyun borcu.

faysal / فَيْصَلْ

  • Karar. Hüküm. Fasıl. Hall.
  • Karar, hüküm.

faza

  • Karışık.

fazli / fazlî

  • Karşılıksız verilen.

felekzede / فلك زده

  • Kader kurbanı, felek vurgunu. (Arapça - Farsça)

felice / felîce

  • Kaftan ve bez parçası.

fena fil'ihvan

  • Kardeşinde fena olma, yok olma.

fena fillah / fenâ fillah

  • Kalbin yalnız Allahü teâlâyı sevmesi, O'nun beğendiği şeylerde fâni olmak yâni O'nun sevdiklerini sevmek O'nun sevdiklerini kendi için sevgili bilmek.

fenafilihvan / fenâfilihvan

  • Kardeşlerin varlığında erime.

fenh

  • Kahretmek. Zelil kepaze etmek.

fenih / fenîh

  • Kahrolmuş.

ferag-ı kat'i / ferag-ı kat'î

  • Kayıtsız şartsız yapılan ferag.

ferah-ı kalb

  • Kalp rahatlığı.

ferc

  • Kadir, kıymet, mertebe. (Farsça)

ferhal

  • Karışık ve kıvırcık olmayan uzun saç. (Farsça)

ferhaş

  • Kavga, savaş, muharebe, dövüş. (Farsça)

fernun

  • Kanbel otu.

fertute

  • Kadın esirler hakkında kullanılan tâbirlerdendir. Esir edilen kadınlar hakkındaki diğer tâbirler şunlardır: Mâriye, ümmülveled, acuze, duhter, yekdest, yekçeşm, mâyube.

feth-i bab

  • Kapı açmak.

fetret

  • Karanlık, mânevî buhran zamanı.

fetret devri

  • Karanlık dönem, vahyin kesildiği mânevî buhran zamanı.

fetva / fetvâ / فتوی

  • Kadının verdiği şer'î karar. (Arapça)

fevait / fevâit

  • Kasten, bilerek terketmekle olmayıp, dînin kabûl ettiği herhangi bir sebeble, özürle kaçırılmış farz veya vâcib namazlar. Fâitenin çoğuludur.

feveran / feverân / فَوَرَانْ

  • Kaynayıp fışkırma.

feveran ve galeyana getirme

  • Kaynatıp coşturma, çoşturup çağlatma.

feveran-ı dem / feverân-ı dem

  • Kan fışkırması.

feverana getirmek

  • Kaynatıp fokurdatmak; coşturmak.

fevkalkanun

  • Kanun üstü.
  • Kanun üstü, kanun dışı.
  • Kanun üstü. Kanunun kabul etmediği. Kanunun karışmadığı.

fevt

  • Kaybolma.

fevza / fevzâ

  • Kargaşa.
  • Kargaşa.

feylekun

  • Kandıra dedikleri hasır otu.

feza-yı kainat / feza-yı kâinât / فَضايِ كَائِنَاتْ

  • Kâinattaki uzay boşluğu.

fezd

  • Kan aldırmak.

fi'l-i kavli / fi'l-i kavlî

  • Kavli fiil, sözle yapılan eylem.

fie

  • Kalabalık, topluluk, cemaat.

fihriste-i camia / fihriste-i câmia

  • Kapsamlı fihriste.

fırancala

  • Kaliteli undan yapılan bir ekmek çeşidi.

firar / firâr / فرار

  • Kaçma.
  • Kaçmak. Kaçış.
  • Kaçma.
  • Kaçış, kaçma. (Arapça)
  • Firâr etmek: Kaçmak. (Arapça)

firar eden

  • Kaçan.

firar ettirmek

  • Kaçırmak.

firari / firarî / firârî / فراری

  • Kaçkın, kaçak.
  • Kaçak.
  • Kaçak. (Arapça)

firari seyahat / firarî seyahat

  • Kaçmak için yapılan seyahat.

firibende

  • Kapılmış, aldanmış. (Farsça)

firifte

  • Kandırılmış, aldanmış, aldatılmış. (Farsça)

fısad

  • Kan alma, hacamet.

fistan

  • Kadın elbisesi.

fıtnat / فطنت

  • Kavrayış, zekîlik. (Arapça)

fitne / فِتْنَه

  • Kargaşa, karışıklık.
  • Karışıklık, azgınlık.

fitne-i nisaiye / fitne-i nisâiye / فِتْنَۀِ نِسَائِيَه

  • Kadın kaynaklı fitne.

fuad / fuâd

  • Kalb, gönül, yürek.
  • Kalp, yürek, gönül.
  • Kalb, gönül.

fünun-u ekvan / fünun-u ekvân

  • Kâinata dair fenler. Âlemlere, vücudlara, keyfiyetlere dair olan fenler.

fünun-u kainat / fünun-u kâinat

  • Kâinatı inceleyen ilimler, fenler.

fünun-u kevniye

  • Kâinatla ilgili bütün ilimler.

fürraa

  • Kalem silmekte kullanılan bez.

füsürde dil

  • Kalbi donmuş. Hissiz. Kalbi katılaşmış.

gabari

  • Kara nakil vasıtalarındaki yükün yükseklik ölçüsü. (Fransızca)

gabn / غبن

  • Kazıklama, alışverişte aldatma. (Arapça)

gabs

  • Karıştırmak.

gaddar

  • Kahredici, öldürücü. Ahdine vefâ etmeyip hıyânet eden. Hâin, zâlim, çok zulmeden.

gafir / gafîr

  • Kalabalık.

gafis

  • Kara ağaç.

gaib / غائب

  • Kayıp.

gak

  • Karga sesi.

gala

  • Kaynamak.

galeyan / galeyân / غليان / غَلَيَانْ

  • Kaynama, coşma.
  • Kaynama. (Arapça)
  • Kaynama, coşma.

galiz / galîz / غَل۪يظْ

  • Kaba.

galk

  • Kapıyı kapamak, kapıyı kilitlemek.

gamce

  • Kabın dibinde kalan su.

gamız

  • Kapalı.

gamze-i hunhar

  • Kan içen yan bakış.

ganm

  • Kabile ismi.

gari / garî

  • Kararsız, sebatsız. (Farsça)

garikun

  • Katran köpüğü.

gark etme

  • Kaplama, sarma, içine balıp boğma.

garsan

  • Karnı aç kimse.

gasm

  • Karanlık, zulmet.

gasuk

  • Karanlık olmak.

gavur / gâvur

  • Kâfir, Allah'ı veya Onun bildirdiği kesin olan şeylerden herhangi birini inkâr eden kimse.
  • Kâfir. Merhametsiz, inatçı.
  • Kâfir, îmansız.

gayb-ül gayb

  • Kalbde olmayan şey. Hiç ortada eseri, varlığının, geleceğinin izi ve nişanı olmayan. Gaybın gaybı olan.

gayr-i kabil-i mukavemet / gayr-i kâbil-i mukavemet / غير قابل مقاومت

  • Karşı konulmaz.

gayr-ı kanuni / gayr-ı kanunî

  • Kanun dışı.

gayr-ı mukayyed

  • Kayıt altına alınmayan.

gazanfer

  • Kahraman, cesaretli.
  • Kahraman, iri aslan.

gaze

  • Kadınların yüzlerine sürdükleri düzgün allık. (Farsça)

gıda-i kalb

  • Kalbin gıdası.

gılaf / gılâf

  • Kap, kılıf.

gıllugış

  • Karar verememe, gönül sıkıntısı.

giran-kadr

  • Kadr u itibar sahibi. Hürmet edilen kimse. (Farsça)

girdbad / girdbâd / گردباد

  • Kasırga. (Farsça)

girift / گرفت

  • Karmaşık, iç içe.
  • Karışık, girişik, çapraşık.
  • Karmaşık, çapraşık. (Farsça)

girudar / gîrûdâr / گيرودار

  • Kargaşa, kavga. (Farsça)

giş

  • Kalb, yürek. (Farsça)

göden

  • Kalın barsağın son kısmı.

gucme

  • Kabın dibinde kalan su.

gulaz

  • Kalın, kaba.

gulgule / غلغله

  • Kaynaşma. (Farsça)

gülmih / گل ميخ

  • Kabara. (Farsça)

gümgeşt

  • Kaybolmuş, yitirilmiş. (Farsça)

gurab / gurâb / غراب

  • Karga. (Arapça)

gürihte

  • Kaçkın, kaçmış, kaçak. (Farsça)

güriz / گریز

  • Kaçış. (Farsça)

gürizan / gürîzân / گریزان

  • Kaçan, kaçıcı. (Farsça)
  • Kaçan. (Farsça)

habbe-i kalb

  • Kalbin tohumu, çekirdeği.

habhab

  • Karpuz.

habn

  • Karnın şişmesi.

hacac

  • Kaş kemiği.

hacamat / حجامت

  • Kan aldırma, kan verme.
  • Kan aldırma.
  • Kan alma. (Arapça)
  • Hacamat yapmak: Kan almak. (Arapça)

hacamet / hacâmet / حجامت

  • Kan alma, hacamat. (Arapça)

hacc

  • Kâbeyi ziyaret ibadeti.

haccam / haccâm

  • Kan alma görevlisi.

hacer-i esved / حجر اسود

  • Karataş.

hacer-ül-esved

  • Kâbe-i muazzamanın doğu köşesinde bir buçuk metre kadar yükseklikte bulunan ve Cennet yâkutlarından olan parlak, siyah taş.

haceru'l-esved

  • Kâbe'nin bir köşesinde yer alan ve Cennetten geldiği bildirilen siyah taş.

hacerü'l-esved

  • Kabe'nin doğu köşesinde olup, yerden bir buçuk metre yükseklikte bulunan semavî, kutsal siyah taş.

hacerülesved

  • Kâbede bulunan ünlü kara taş.

hacif

  • Karın gurultusu.

hacis / hâcis

  • Kalbe (gönle) gelen ve hemen gidermek mümkün olan kötü düşünceler.

had'a

  • Kamçıdan çıkan ses.

hadeb / حدب

  • Kambur olma, kamburluk.
  • Kamburluk. (Arapça)

hadis-i nefs / hadîs-i nefs

  • Kalbe gelip de, yapmakla yapmamak arasında tereddüde sebeb olan düşünce.

hadisat-ı kainat / hâdisât-ı kâinat

  • Kâinatta meydana gelen olaylar.

hads-i kalbi / hads-i kalbî / حَدْسِ قَلْبِي

  • Kalbin güçlü sezişi.
  • Kalbe ait ani ve doğru anlayış.

haffar / haffâr

  • Kazıcı.

hafif-ül mizac

  • Kararsız, hoppa, temkinsiz.

hafir / hafîr / hâfir / حافر

  • Kazılmış yer. Çukur. Mezar.
  • Kazan, kazıcı, hafriyat yapan. Yerde çukur açan.
  • Kazan, kazıcı. (Arapça)

hafr / حفر

  • Kazmak ve çukur etmek.
  • Kazma. (Arapça)

hafriyat / hafriyât / حَفْرِيَاتْ

  • Kazılar.
  • Kazı, kazılar.

hafriyyat / hafriyyât / حفریات

  • Kazı. (Arapça)

haftan / haftân / خفتان

  • Kaftan. (Arapça)

hafud

  • Karnındaki yavrusunu âzası belirmeden düşüren deve.

hakaik-i alem / hakaik-i âlem

  • Kâinattaki hakikatler, gerçekler.

hakaik-i kainat / hakaik-i kâinat

  • Kâinatta gizli olan hakikatler, gerçekler.

hakaik-i kevniye

  • Kâinatla, yaratılışla ilgili hakikatler.

hakbiz / hâkbîz / خاک بيز

  • Kalbur. (Farsça)

hakikat-i külli / hakikat-i küllî

  • Kapsamlı ve büyük bir hakikat.

hakikat-i leyle-i kadir

  • Kadir Gecesinin gerçek mânâsı, sırrı.

hakikat-i leyle-i kadr

  • Kadir Gecesinin mânâsı, sırrı.

hakikat-ı uzma-yı kainat / hakikat-ı uzmâ-yı kâinat

  • Kâinattaki en büyük hakikat.

hakim-i kalban / hakîm-i kalbân

  • Kalplerin hekimi, doktoru.

hakim-üş şer' / hâkim-üş şer'

  • Kadılar (hâkimler) için kullanılan bir tâbirdir. Kadılar davaları şer'î hükümler dairesinde hall ü faslettikleri için bu tâbir meydana gelmiştir. Şeriat hâkimi demektir.

hakime / hâkime

  • Kadın hâkim.

hakk / hâkk / حك

  • Kazıma. Oyma. Maden üzerine yazı işlemek.
  • Kazma, oyma.
  • Kazıma. (Arapça)
  • Hâkkedilmek: Kazılmak. (Arapça)
  • Hâkketmek: Kazımak. (Arapça)

hakketmek / hâkketmek

  • Kazımak, oymak.

halale

  • Kadın eş. Halile, zevce.

halaluş

  • Kavga, döğüş, şamata, gürültü. (Farsça)

halat

  • Kalın ip, gemi ipi.
  • Kalın, sağlam ip.

halat-ı telakki / hâlât-ı telakkî / حاَلَاتِ تَلَقِّي

  • Kabul etme, anlayış halleri.

halecan / halecân

  • Kalbin çarpıntısı.

halecan-ı kalb

  • Kalb çarpıntısı.

haled

  • Kalb.

halek

  • Kara, siyah.

halhal

  • Kadınların ayak bileklerine taktıkları altın veya gümüş halka, ayak bileziği.

halif

  • Karşılıklı olarak yapılan bir antlaşmanın şartlarını yerine getirmeye yemin eden, and içen, müttefik.

halis / hâlis / خالص / خَالِصْ

  • Katışıksız, saf, som. (Arapça)
  • Katıksız.

halita / halîta / خَل۪يطَه

  • Karışık halde olan; karışım.
  • Karışık olan, karma.
  • Karışım.

halk-ı kainat / halk-ı kâinat

  • Kâinatın yaratılışı, yaratılması.

halkazen

  • Kapı çalan, kapı halkasını vuran. (Farsça)

hallak-ı kainat / hallâk-ı kâinat

  • Kâinatı ve içindeki herşeyi yaratan Allah.

halt / خلط / خَلْطْ

  • Karıştırmak. Münasebetsiz söz söylemek. Bir şeyi bir şeye karıştırmak. Hatâ etmek.
  • Karıştırma, hata.
  • Karıştırma. (Arapça)
  • Karıştırma, uygunsuz söz söyleme.

haltsız

  • Karıştırmaksızın.

halvet-i faside / halvet-i fâside

  • Karı-kocanın aralarında şer'î mâni olmasına rağmen birleşmeleri.

halvet-i sahiha

  • Karı-kocanın aralarında şer'î mâni bulunmaması halinde birleşmeleri.

halz

  • Kabuğunu çıkarmak, derisini soymak.

hama'

  • Kara balçık.

hamase / hamâse / حماسه

  • Kahramanlık şiiri. (Arapça)

hamaset / hamâset / حماست

  • Kahramanlık.
  • Kahramanlık şiiri, hamase. (Arapça)

hamasiyyat

  • Kahramanlık destanları.

hamat

  • Kaynana.

hame / hâme / خامه

  • Kafatası, başın üst kısmı.
  • Kalem.
  • Kalem. (Farsça)

hame vü şemşir / hâme vü şemşir

  • Kalem ve kılıç.

hame-ran / hâme-rân

  • Kalem yürüten, yazan. (Farsça)

hamegüzar / hâmegüzar

  • Kalemle yazılmış. (Farsça)

hamide

  • Kambur, eğrilmiş, kemerli. (Farsça)

hamidegi / hamidegî

  • Kamburluk, eğri büğrü olmaklık. (Farsça)

hamızıkarbon / hâmızıkarbon

  • Karbondioksit.

handek

  • Kale ve tarla gibi yerlerin etrafına kazılan geniş ve derin çukur. Hendek.

hani'

  • Karısını boşamış koca veya kocasından boşanmış kadın.

hantal

  • Kaba, büyük ve ağır.

harami

  • Katı-üt tarik, yol kesen. Haydut.

harbcu

  • Kavga çıkarmaya istekli olan, savaş arzu eden.

harbüz

  • Karpuz, kavun. (Farsça)

harbüze / خربزه

  • Kavun. (Farsça)

harbüze-füruş

  • Karpuz kavun satan adam. (Farsça)

harbüze-zar

  • Karpuz kavun bostanı.

harekat-ı kalbiye / harekât-ı kalbiye

  • Kalbî hareketler, gelişmeler.

harem-i şerif

  • Kâbe ve civarı.
  • Kâfir ve müşriklerin girmesi yasak olan ve canlı mahlukun öldürülmesi men'edilen Mukaddes Kâbe ve civârı.

haremişerif / haremişerîf

  • Kâfirlerin giremeyeceği Kâbe ve civarı.

harhişe

  • Kavga, gürültü, patırtı. (Farsça)

harib / hârib / هارب

  • Kaçan, firar eden.
  • Kaçan. (Arapça)

hariş

  • Kaşınma, kaşıma. (Farsça)

harmühre / خرمهره

  • Katır boncuğu. (Farsça)

haş

  • Kalb.

hasbe'l-kader

  • Kader cihetiyle, kaderin yönlendirmesiyle.

hasbelkader / حسب القدر

  • Kaderden dolayı.
  • Kaderin sevkiyle, kaderin bir cilvesi olarak.
  • Kaderden ileri gelen, kadere bak. (Arapça)

hasbi / hasbî / حَسْب۪ي

  • Karşılıksız; sırf Allah rızası için.
  • Karşılıksız. Allah rızası için.
  • Karşılık beklemeyen.
  • Karşılıksız.

hasılat / hâsılat / حاصلات

  • Kazanç, gelir. (Arapça)

hasim / hâsim

  • Kat'eden, hasmeden, kesip atan.

haşin / haşîn / خشين

  • Katı, sert, kırıcı, kaba.
  • Kaba, sert. (Arapça)

hasisa / hasîsa / خصيصه

  • Karakter. (Arapça)

hassasiyet-i kalbiye

  • Kalbî hassasiyet, duyarlılık.

haste / hâste / خاسته

  • Kalkmış, ayağa kalkmış. (Farsça)

hasus

  • Katı, şedid, şiddetli.

hata-puş

  • Kabahatleri örtbas eden, suçları örten, hataları göstermeyen. (Farsça)

hatabahş

  • Kabahatleri affeden, kusurları bağışlayan. (Farsça)

hatia / hatîa / خطيئه

  • Kabahat. (Arapça)

hatim / hatîm

  • Kâbe'nin şimâl (kuzey) duvarı hizâsında yarım dâire şeklindeki duvarcık ile Kâbe-i muazzama arasında kalan yer.
  • Kâbe-i Muazzama'nın şimal tarafındaki taş. Duvar gibi olan sur.

hatime-i kaside / hâtime-i kaside

  • Kasidenin son kısmı.

hatır / hâtır

  • Kalbe gelip bir müddet kalan düşünce.

hatırat / hâtırât / خَاطِرَاتْ

  • Kalbden geçenler.

hatırat-ı kalb / hâtırât-ı kalb

  • Kalbe gelen hatıralar ve mânâlar.
  • Kalbe gelen hatıralar, istekler.

hatırazürde / hâtırâzürde / خاطر آزرده

  • Kalbi kırık. (Arapça - Farsça)

hatne

  • Kaynana.

hava-i zulmet / havâ-i zulmet

  • Karanlık hava.

havass-ı (hamse-i) batına / havass-ı (hamse-i) bâtına

  • Kalbe bağlı beş duyğu: Hiss-i müşterek (hayâl kuvveti), müdrike (akıl), vehim (vâhime), hâfıza, mutasarrıfa (meydana getirici hayal kuvveti).

havass-ı hamse-i batına / havass-ı hamse-i bâtına

  • Kalbe bağlı beş duygu; hayal, akıl, vehim, hafıza, mutasarrıfa.

havaz

  • Kalbde olan gam ve tasa.

havf

  • Kavim, kabile.

havi / hâvî

  • Kapsayan.

havsa'

  • Karnı sarkık olan kadın. (Müz: Ahves)

havsala / حوصله

  • Kavrama kabiliyeti.
  • Kavrama gücü, havsala. (Arapça)

hayat-ı alem / hayat-ı âlem

  • Kâinatın hayatı.

hayat-ı bakiye ve ebediye / hayat-ı bâkiye ve ebediye

  • Kalıcı ve sonsuz olan âhiret hayatı.

hayat-ı ihtilal / hayat-ı ihtilâl

  • Karışıklığın, ayaklanmanın hayatı ve sebebi.

hayat-ı kalbiye

  • Kalbe ait hayat.

hayız

  • Kadınların âdet, kanama hâli.
  • Kadınlarda her ayın belirli günlerinde kanama ile kendini gösteren özel bir hâl, âdet hâli, hayz.

hayk

  • Kaplamak.

hays

  • Karıştırmak, halt.

haysebeyse

  • Kararsızlık, karışıklık, darlık.

hayt-ı vuslat / خَيْطِ وُصْلَتْ

  • Kavuşma bağı.
  • Kavuşma ipi.

hayta

  • Kazık.

hayvan-ı berri / hayvan-ı berrî

  • Karada yaşayan hayvan.

hayvanat-ı berriyye

  • Kara hayvanları, karada yaşıyan hayvanlar.

hayz

  • Kadınlarda aybaşı hali akıntısı.

hazhaz

  • Kavi, sağlam.

hazi / hazî

  • Kâhin, keşiş, papaz.

hazine-i camia / hazine-i câmia

  • Kapsamlı, büyük hazine.

hazl

  • Kat'etmek, kesmek.

hazy

  • Kat'etmek, kesmek.

hazz

  • Kandırmak.

hecr-i cemil

  • Kalben ve fikren onlardan uzak durup fiillerinde onlara uymamakla beraber, kötülüklerine karşılık vermeğe kalkışmayıp müsamaha, idare ve güzel ahlâk ile hüsn-i muhalefet etmek.

hedef-i garaz

  • Kasdolunan hedef, maksat.

hedef-i kasd

  • Kastettiği hedef, maksat.

hedef-i kast

  • Kastedilen hedef.

hem-rad

  • Kahramanlık ve cömertlikte müsavi olan kimseler. (Farsça)

hemaluş

  • Kara balçık.

hemm / هم

  • Kaygı. (Arapça)

hemrace

  • Karıştırmak.

hemt

  • Karıştırmak. Değerini anlamadan almak.

hencar

  • Kaide, kural, yol, usul. (Farsça)

hendek

  • Kazılan uzun ve derin çukur.

hengame / hengâme / هنگامه

  • Kargaşa. (Farsça)

henk

  • Katı yağmur.

herab

  • Kaçmak, firar etmek.

herc

  • Karışıklık. (Farsça)

herç

  • Karışıklık, gürültü. Nizamsızlık.

herc ü fesadat / herc ü fesâdat

  • Karışıklıklar ve bozukluklar.

herc ü merc

  • Karışıklık, dağınıklık.

hercele

  • Karışık yürümek.

hercümerc

  • Karmakarışık.
  • Karmakarışık.

hercümerç

  • Karışıklık, dağınıklık.

hercümerc / هرج و مرج

  • Kargaşa, dağınıklık, düzensizlik. (Farsça)

heshese

  • Karışıp görüşme.

heva / hevâ

  • Kabiliyet ve duyguları nefsin yasak arzu ve isteklerinin emrine verme.

heva-yı nefis

  • Kabiliyet ve duyguları nefsin yasak arzu ve isteklerinin emrine verme.

hevdec

  • Kadınların binmesi için deve üzerine yapılan küçük mahfel.

heyecan-ı kalbi / heyecan-ı kalbî

  • Kalple heyecana kapılma.

hicab-ı kalb

  • Kalbin boşlukları arasındaki zarların her biri.

hıfz-ı bekà

  • Kalıcılığı, devamlılığı koruma; varlığını koruyarak devam ettirme.

hikmet-i intizam

  • Kâinatta var olan düzenin bir gaye ve faydaya yönelik olarak, mânâlı ve tam yerli yerinde olması.

hikmet-i kainat / hikmet-i kâinat

  • Kâinatın yaratılmasındaki hikmet; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması.

hikmet-i rabbani / hikmet-i rabbânî

  • Kâinatın Rabbi olan Allah tarafından herşeyin belirli gayelere yönelik olarak anlamlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılması.

hikmet-i şamil / hikmet-i şâmil

  • Kapsamlı, kuşatıcı hikmet.

hikmet-i şamile / hikmet-i şâmile

  • Kapsamlı, kuşatıcı hikmet.

hikmet-i teşri

  • Kanun yapma hikmeti. Allah'ın emir ve yasaklarında gözetilen Rabbanî incelikler.

hil'at / خلعت

  • Kaftan. (Arapça)

hil'at-duz

  • Kaftan diken, terzi. (Farsça)

hilaf / hilâf

  • Karşı, muhâlif, âdet ve kâidenin aksine.
  • Karşı, zıt, aykırı.

hilaf-ı kanun / hilâf-ı kanun

  • Kanun dışı.

hilaf-ül-ade / hilaf-ül-âde

  • Kaide ve usule karşı.

hilal-ebru / hilâl-ebru

  • Kaşı ay gibi olan. Hilâl kaşlı. Yeni ay gibi kaşı olan. (Farsça)

hilali saat / hilalî saat

  • Kalıbı gümüş olmayıp bakır veya tombak olan eski saatlere verilen addır.

hılas

  • Kara ile ak arasında olan çocuk.

hılb

  • Kalble karın arasında olan perde.

hımas

  • Karnı aç kimseler.

himaze

  • Katılık, şiddet.

himmet

  • Kayırma, yardım, emek.

hinduvane / hinduvâne / هندوانه

  • Kavun, karpuz. (Farsça)
  • Karpuz. (Farsça)

hinna'

  • Kanat.

hırbüre

  • Kavun.

hirek

  • Karaman koyunundan daha küçük yapıda, yassı ve geniş kuyruklu bir koyun cinsi.

hırka

  • Kalınca kumaştan yapılmış elbise.

hırs-ı muaraza / hırs-ı muâraza

  • Karşı koymak için aşırı istek.

hisar / hisâr / حصار

  • Kale.
  • Kale, hisar. (Arapça)

hisar eri

  • Kale muhafızı.

hısn / حصن

  • Kale. Hisar. Sığınmağa, korunmağa mahsus sağlam yer.
  • Kale, sığınak.
  • Kale. (Arapça)

hiss-i uhuvvet

  • Kardeşlik hissi.

hisse-i iştirak

  • Katılma payı.

hissiyat-ı bakiye / hissiyat-ı bâkiye

  • Kalıcı olmayı ve sonsuzluğu isteyen duygular.

hissiyat-ı kalbiye

  • Kalpteki hisleri, duyguları.

hıyre-gi / hıyre-gî

  • Kamaşıklık, donukluk (göz hakkında). Şaşkınlık. (Farsça)

hızve

  • Kadının, kocası yanında hürmetli, izzetli ve mertebeli olması.

hoca-i kainat / hoca-i kâinat

  • Kâinatın hocası, efendisi.

hödük

  • Kaba, nezaketsiz. Gabi, acemi, vurdumduymaz.

hoşamedi etme / hoşâmedî etme

  • Karşılama, hoş geldin deme.

höyük

  • Kazıldığında içinden eski eserler çıkan alçakça toprak tepe.

hüccet-i katıa

  • Kat'i delil. Bir şeyin doğruluğunu şeksiz, şüphesiz isbata vesile olan. (Farsça)

hüccet-i külliye

  • Kapsamlı geniş delil.

hüccet-i rahmet-i alem / hüccet-i rahmet-i âlem

  • Kâinatı kuşatan İlâhî rahmeti gösteren kesin ve güçlü delil.

hudri / hudrî

  • Kara eşek.

hüdu'

  • Kamburluk.

huduş

  • Kaşımaktan ve tırmalamaktan dolayı olan yara.

hufre

  • Kazılmış çukur. Oyuk.

hükake

  • Kazılan şeyin kazıntısı, talaşı veya yongası.

hükl

  • Karınca gibi sesi işitilmeyen hayvan.

hükm-ü kader

  • Kaderin hükmü.

hükm-ü kanun

  • Kanunun hükmü.

hükmi temizlik / hükmî temizlik

  • Kadının âdet bitiminden îtibâren on beş gün içinde kan gördüğü halde temiz kabûl edilmesi. Bu on beş gün içinde kan görülen bu kan fâsid kan yâni istihâza kanıdır.

hukuk ve hürriyet-i nisvan komitesi

  • Kadın Hakları ve Hukuku Komitesi.

hukuk-u amme / hukuk-u âmme

  • Kamu hakları.

hukūk-u amme / hukūk-u âmme / حُقُوقُ عَامَّه

  • Kamu hukuku.

hukuk-u gayr-i mektube

  • Kanunlarda mevcud olmayan örf ü âdet ve teâmül kabilinden olan haklar.

hukuk-u mektube

  • Kanunlarda yazılı olan haklar.

hukuk-u umumiye

  • Kamu hukuku.

hukuk-u zevciye

  • Karı ile kocanın birbirlerine karşı hâiz olduğu haklar. Aile hukuku.

hüküm / حكم

  • Karar.

hülagu / hülagû

  • Kan dökücü bir hükümdar.

hülasa-i camia / hülâsa-i câmia

  • Kapsamlı özet.

hulefa-i aklam / hulefâ-i aklâm

  • Kalem memurları.

hulus-i kalb

  • Kalbden, gönülden, içten samimiyet.

humak

  • Kabarcık gibi bir şeydir ve insana ârız olur.

humtane

  • Kadının kaynanası.

hun / hûn / خون

  • Kan. (Farsça)

hun-alud

  • Kana bulanmış. (Farsça)

hun-aşam

  • Kan içici, kan içen. (Farsça)

hunalud / hûnâlûd / خون آلود

  • Kanlı, kana bulanmış. (Farsça)

hunat'e

  • Kalın, yassı nesne.

hunbaha

  • Kan bahası, diyet. (Farsça)

hunbar

  • Kan yağdıran, kan yağdırıcı. (Farsça)

hunefşan

  • Kan saçan, kan serpen. (Farsça)

hunfeşan

  • Kan saçan, kan serpen. (Farsça)

hunhar / hunhâr / خونخوار

  • Kan içici. Zâlim. Kan akıtan. Öldüren, öldürücü. (Farsça)
  • Kan dökücü.
  • Kan dökücü.
  • Kan içen. (Farsça)

hunharane / hunharâne

  • Kan içercesine. Çok zâlimce. Öldürerek. (Farsça)
  • Kan içercesine, zalimce.

huni / hunî

  • Kanlı, kan dökmeye meyilli. (Farsça)

hunin / hunîn

  • Kana bulanmış, kanlı. (Farsça)

hunpaş

  • Kan döken, kan saçan. (Farsça)

hunriz / hunrîz / خونریز

  • Kan dökücü, kan döken, kan akıtan. (Farsça)
  • Kan dökücü. (Farsça)

hürmet-i mütekabile

  • Karşılıklı saygı göstermek.

hurremgah / hurremgâh

  • Kalbi ferahlandıran yer. (Farsça)

hürriyet-i mutlaka

  • Kayıtsız serbestiyet, sınırsız hürriyet.

hürriyet-i nisvan

  • Kadınların serbestliği.

hursendane

  • Kanaatkârâne, tokgözlülükle. (Farsça)

huşkcan

  • Kalın kafalı, câhil kimse. (Farsça)

husumet-i kafirane / husumet-i kâfirâne

  • Kâfirce düşmanlık yapılma.

huşunet / huşûnet

  • Kabalık, sertlik, inatçılık.
  • Kabalık, kırıcılık.

husve

  • Kap içinde bir içim su.

huvve

  • Karalık. Siyahlık.

hüzn-ü müştakane

  • Kavuşmanın gecikmesinden doğan hüzün, üzüntü.

huzur-u kalb

  • Kalb huzuru, gönül rahatlığı.
  • Kalb huzuru, gönül rahatlığı.

huzur-u kalbi / huzur-u kalbî

  • Kalp huzuru.

i'kar

  • Kadının dölyatağını sakatlama.

iade-i ziyaret

  • Karşı ziyarette bulunma.

ibadetgah / ibadetgâh

  • Kanunlarla tanınmış bir dine, bir mezhebe ait ibadetlerin icrasına tahsis olunan yerler. Mabet, ibadethane. (Farsça)

ibham / ibhâm

  • Kapalı bırakma, açıklamama.

ibn-ül-vakt

  • Kalbi halden hâle değişen velî. Tasavvuf yolunda ilerlerken halleri değişen, her zaman başka türlü olan, bâzan şuurlu, bâzan şuursuz (kendilerinden geçen, kendilerini unutan) kimseler. Bunlara erbâb-ı kulûb da denir.

iç kale

  • Kale duvarlarıyla çevrilmiş şehir ve kasabaların bazılarının ortasında ve en yüksek yerinde yapılan küçük kaleler. Bu çeşit kalelere "bâlâ hisâr" da denilirdi. Bu iç kaleler, düşmanın, surları geçmesi hâlinde veya şehirde bir isyân çıktığı zaman, hükümdar veya kumandanın çekilip kendini müdafaa etme (Türkçe)

icabet / اجابت

  • Kabul etme.

icabetgah / icabetgâh

  • Kabul etme yeri. (Farsça)

icar

  • Kadının başına bağladığı nesne.

icaz

  • Kadın eşarbı. Baş örtü.

icram

  • Kabahat yapma, cürüm işleme.

ictihah

  • Kadının veya dişi hayvanların hâmile olması.

ictinab / ictinâb / اجتناب

  • Kaçınma, uzak durma, çekinme. (Arapça)
  • İctinâb etmek: Kaçınmak, uzak durmak, çekinmek. (Arapça)

ictinap

  • Kaçınma, sakınma.

içtinap

  • Kaçınma, çekinme.

içtinap etmek

  • Kaçınmak.

ictiram

  • Kabahat yapma, cürüm işleme.

idam

  • Katık. Ekmekle beraber yenen şey.

ıdgan

  • Kalbinde bir kimseye kin ve adavet olmak.

idli'mam

  • Kararmak.

idrak / idrâk

  • Kavrayış.

ifkad

  • Kaybettirme, kazandırmama.

ifrar

  • Kaçırmak. Kaçırılmak. Firara mecbur etmek.

ifsatçı

  • Karıştıran, karışıklık çıkaran.

iğerçin

  • Karar veremeyen, mütereddit, kuşkulu.

iğfal etme

  • Kandırma, aldatma.

iğlak / iğlâk

  • Kapalılık, anlaşılmazlık.
  • Kapalılık.

igriz

  • Kabuğundan henüz çıkan çiçek.

igtaş

  • Karanlık olmak.

iğtişaş / iğtişâş / اغتشاش

  • Karışıklık.
  • Karışıklık, kargaşa, anarşi. (Arapça)

iğtişaşat / iğtişâşât / اغتشاشات

  • Karışıklıklar, anarşiler. (Arapça)

iğtişaşçı

  • Karışıklık çıkaran, hilekâr.

ihata edilme

  • Kavranma, anlaşılma, kuşatılma.

ihrab

  • Kavgayı kızıştırma, muharebeyi alevlendirme.

ihraz / ihrâz / احراز / اَحْرَازْ

  • Kazanma, elde etme.
  • Kazanma, erişme.
  • Kazanma, elde etme. (Arapça)
  • İhraz etmek: Kazanmak, elde etmek. (Arapça)
  • Kazanma, elde etme.

ihraz eden

  • Kazanan.

ihsas

  • Kandırmak, tergib, teşvik etmek.

ıhşişan / ıhşîşan

  • Kabalığı, inatçılığı ve katılığı fazla olmak.

ihtar-ı kalbi / ihtar-ı kalbî

  • Kalbe gelen uyarı, ikaz.

ihtica'

  • Karşılıklı olarak birbirini hicvetme.

ihticac / ihticâc / احتجاج

  • Kanıt gösterme. (Arapça)

ihtilal / ihtilâl / اِخْتِلَالْ

  • Karışıklık, ayaklanma.

ihtilalkarane / ihtilâlkârâne

  • Karışıklık çıkararak.

ihtilat / ihtilât / اختلاط / اِخْتِلَاطْ

  • Karışmak, karışıp görüşmek.
  • Karışma, karışıp görüşme komplikasyon.
  • Karışıp görüşmek.
  • Karışma, görüşme.
  • Karışmak.
  • Kaynaşma, karışma.

ihtilatat / ihtilâtat

  • Karışıklıklar.
  • Karışmalar, görüşmeler.

ıhtirak

  • Kat'etmek, kesmek.

ihtiraz / ihtirâz / احتراز

  • Kaçınma, çekinme, uzak durma, geri durma. (Arapça)
  • İhtirâz etmek: Kaçınmak, çekinmek, uzak durmak, geri durmak. (Arapça)

ihvan / ihvân / اخوان / اِخْوَانْ

  • Kardeşler, arkadaşlar, aynı tarikata mensup olanlar.
  • Kardeşler.
  • Kardeşler.
  • Kardeşler.
  • Kardeşler.

ihvani / ihvânî

  • Kardeşlikle ilgili.

ihve

  • Kardeşler. Arkadaşlar.

ihveti / ihvetî

  • Kardeşim.

ihzak

  • Kahkaha ile gülme. Çok gülme.

ikad-ı kanadil

  • Kandillerin yakılması.

ikbar

  • Kabre koyma, mezara koyma veya konulma.

ıkhar / ıkhâr

  • Kahr etme, kahr edilme, kahr edilmiş olma.

ikrar

  • Kabul etme, doğrulama.

ikrar etme

  • Kabul etme, doğrulama.

ikrar etmek

  • Kabul etmek, doğrulamak.

iksa'

  • Kasvet. Sıkıntı vermek. Sıkıntı verilmek.

ıksam

  • Kasem etme, and içme, yemin etme.

iksam

  • Kasem etme, yemin etme, and içme.

iktila'

  • Kapıp alma, koparma.

iktinan-ı nisvan

  • Kadınların örtünmesi.

iktisab / iktisâb / اكتساب

  • Kazanmak. Tahsil etmek. Elde etmek.
  • Kazanma, edinme.
  • Kazanma, çalışarak kazanma. (Arapça)
  • İktisâb etmek: Kazanmak. (Arapça)
  • İktisâb eylemek: Kazanmak. (Arapça)

iktisab etmek

  • Kazanmak, edinmek.

ilga

  • Kaldırmak. Hükümsüz bırakmak. Lağvetmek. Bâtıl eylemek.
  • Kaldırmak, lağvetmek, hükümsüz bırakmak.
  • Kaldırma.

ilhak / ilhâk / اِلْحَاقْ

  • Katma, ekleme.
  • Katma.

ilham / الهام / ilhâm / اِلْهَامْ

  • Kalbe gelen ilâhî söz.
  • Kalbe gelen rahmânî ma'nâ.

ilham eden / ilhâm eden

  • Kalbe getiren, gönle doğuran.

ilham etmek

  • Kalb yoluyla bildirmek.

ilhami / ilhâmî / اِلْهَام۪ي

  • Kalbe gelen rahmânî ma'nâya âit.

ille-i ıztırari / ille-i ıztırarî

  • Kabul edilmesi mecburi görülen sebeb.

ilm-i batın / ilm-i bâtın

  • Kalb ilmi, mânâ ilmi, tasavvuf ilmi.

iltibas / التباس

  • Karıştırma.
  • Karıştırma, ayıramama.
  • Karıştıma.

iltibas etmek

  • Karıştırmak.

iltibas olmamak

  • Karışmamak.

iltihak / التحاق / iltihâk / اِلْتِحَاقْ

  • Karışmak. Katılmak. Yetişmek. Bitişmek.
  • Katılma.
  • Katılma.
  • Katılma. (Arapça)
  • İltihak etmek: Katılmak. (Arapça)
  • Katılma.

iltihak eden

  • Katılan.

iltihak etme

  • Katılma.

iltihak etmek

  • Katılmak.

iltihaken

  • Katılarak.

iltiham / iltihâm

  • Kaynaşma.

iltika

  • Kavuşma.

iltimas / iltimâs / التماس

  • Kayırma.
  • Kayırma. (Arapça)

iltisak / iltisâk / التصاق

  • Kavuşma.
  • Kavuşma, yapışma. (Arapça)
  • İltisak etmek: Kavuşmak. (Arapça)

iltisam-ı nisvan

  • Kadınların örtünmeleri.

iltiyam / iltiyâm

  • Kaynaşma.

iltizam / التزام

  • Kayırma, taraf tutma, gerekli bulma.
  • Kabul,gerekli bulma.

iltizam-ı muhalif

  • Karşı tarafın fikrine taraftar olma.

ilyeteyn

  • Kaba etler. Sağ ve sol butlar.

iman-ı bi'l-kader

  • Kadere iman.

iman-ı bil-kader

  • Kadere iman.

iman-ı bilkader

  • Kadere iman.

iman-ı hakiki / îmân-ı hakîkî

  • Kalbe yerleşen, şüphe ve tereddüd karşısında hiç sarsılmayan îmân.

imreet

  • Kadın. Hâtun. Avrat.

imtina / imtinâ / امتناع

  • Kaçınma. (Arapça)
  • İmtinâ etmek: Kaçınmak, geri durmak. (Arapça)

imtizac etmek

  • Kaynaşmak, uyum sağlamak.

imtizacat / imtizâcât

  • Kaynaşmalar.
  • Kaynaşmalar, uyuşmalar.

imtizackarane / imtizâckârâne

  • Kaynaşarak, uyuşarak.

inas / inâs

  • Kadınlar, kızlar.
  • Kadınlar.

inayet-i şamile / inâyet-i şâmile / عِنَايَتِ شَامِلَه

  • Kapsayıcı yardım.

infitah-ı ebvab

  • Kapıların açılması.

infitahiyyet

  • Kapalılığın açılıp inkişaf etmesi. (Tohumların açılarak nebât hâline gelmesi gibi olan hâl.)

ingımam

  • Kaygılanma, gamlanma, tasalanma.

inhidar-ı nisvan

  • Kadınların örtünmesi.

inhikak

  • Kaşınma.

inhimak

  • Kapılma, düşkünlük.

inka-yı kalb

  • Kalb temizliği, gönül temizliği.

inkibaz / inkibâz / انقباض

  • Kabızlık. (Arapça)

inkılabat-ı berzahiye ve uhreviye / inkılâbât-ı berzahiye ve uhreviye

  • Kabir ve âhiret âlemlerinde meydana gelen büyük değişiklikler.

inkişaf-ı kalbi / inkişaf-ı kalbî

  • Kalbin gelişmesi, açılması.

inkişaf-ı nisvan

  • Kadınların açılması.

inkişaf-ı uhuvvet / inkişâf-ı uhuvvet / اِنْكِشَافِ اُخُوَّتْ

  • Kardeşliğin açığa çıkması, gelişmesi.
  • Kardeşliğin açığa çıkması.

inşihab-ı dem

  • Kanın fışkırması.

inşikak-ı kulub / inşikak-ı kulûb

  • Kalplerin bölünmesi, fikir ayrılığı.

inşirah-ı kalb / inşirâh-ı kalb

  • Kalp rahatlığı.

insiyag

  • Kalıba dökülüp düzelme.

intaf

  • Kabahat yükleme.

intibah-ı kalbi / intibah-ı kalbî

  • Kalbi uyanış.

intibar

  • Kabarma, şişme.

intifah-ı batni / intifah-ı batnî

  • Karnın, gazların birikmesinden dolayı şişmesi.

intihab

  • Kapışmak. Yağma suretiyle mal almak.

intımas

  • Kaybolma, belirsiz olma.

intizam-ı alem / intizam-ı âlem

  • Kâinattaki düzenlilik.

intizam-ı kader

  • Kaderin düzeni.

intizam-ı kainat / intizam-ı kâinat

  • Kâinattaki düzenlilik.

intizam-ı kamil-i kainat / intizam-ı kâmil-i kâinat

  • Kâinattaki mükemmel intizam, düzenlilik.

intizamat-ı kazaiye

  • Kaderde olanların düzenli bir şekilde ortaya çıkması.

inzimam / inzimâm / اِنْضِمَامْ

  • Katılma, ilave olunma.

iptida-i hilkat-i alem / iptida-i hilkat-i âlem

  • Kâinatın yaratılışının başlangıcı.

ıra

  • Karakter, seciye.

ıraka-i dem / ırâka-i dem

  • Kan akıtma.

iraka-i dem

  • Kan akıtmak. İnsan öldürmek.
  • Kan akıtılması.

iraza

  • Kandırmak, kandırılmak. Râzı etmek.

irbe

  • Kadına ihtiyaç duymayan erkek.

irs

  • Karı ile kocadan her biri.

irsen / ارثا

  • Kalıtımsal, miras yoluyla. (Arapça)

irsi / irsî / ارثى

  • Kalıtımsal. (Arapça)

irsiyet

  • Kalıtım.

irsiyyet / ارثيت

  • Kalıtımsallık, irsîlik. (Arapça)

irtifad

  • Kazanma, kesbetme, kazanıp kâr etme.

irtiha'

  • Katılma, karışma.

isabet-i kanuniye

  • Kanunî isabet, doğruluk.

isaga

  • Kalıba dökme veya dökülme.

isal / îsâl / ایصال

  • Kavuşturma, ulaştırma. (Arapça)
  • İsâl etmek: Ulaştırmak. (Arapça)

isale / îsâle

  • Kavuşturma, ulaştırma.

isb

  • Kasık tüyü.

isbat / isbât / اثبات

  • Kanıtlama. (Arapça)

ıskat-ı cenin

  • Kadının çocuk düşürmesi.

islac

  • Kara tutulma. Karlı olma.

ism-i camid

  • Katı, donuk isim.

ispat

  • Kanıt göstererek birşeyin gerçek yönünü ortaya çıkarma.

ispidkar / ispidkâr

  • Kalaycı. (Farsça)

isti'ab / istî'âb / استيعاب

  • Kapasite, alım gücü, sığıdırma. (Arapça)

isti'dad / استعداد

  • Kabiliyet.

istiaza

  • Karşılık olarak, ivaz olarak bir şey istemek.

istib'al

  • Kadını nikâh ile alma.

iştibak

  • Karışıklık; birbirine geçme.

istibka

  • Kalıcı kılma.

isticabet / isticâbet / استجابت

  • Kabul edilme. (Arapça)

istidad / istidâd

  • Kabiliyet, yetenek.

istidadat-ı kalbiye / istidâdât-ı kalbiye

  • Kalpteki yetenekler.

istidaden

  • Kabiliyet, yetenek olarak.

istidadi / istidadî

  • Kàbiliyet ve yetenek icabı, gereği.

istidadsız

  • Kabiliyetsiz, yeteneksiz.

istidat

  • Kabiliyet, yetenek.

istidatça

  • Kabiliyetçe.

istidrac / istidrâc

  • Kâfir ve fâsıklarda görülen hârikulâde, olağanüstü haller.

istiğna etme / istiğnâ etme

  • Kaçınma, ihtiyaç duymama.

istiğna etmek / istiğnâ etmek

  • Kaçınmak, ihtiyaç duymamak.

istihaza / istihâza

  • Kadın âdet görürken fazla kan gelmesi. (Rahimden değil de hastalıktan dolayı bir damardan gelip, tenâsül cihazı yolu ile akan kokusuz bir kandır. Buna "istihâza veya özür kanı" dendiği gibi, böyle bir kadına da "müstahâza" denir.)
  • Kadınlarda âdet ve lohusalık dışında gelen ve oruç ile namaza mânî olmayan kan.

istikbal / istikbâl / اِسْتِقْبَالْ

  • Karşılama.

istikbal etmek

  • Karşılamak.

istikbalinde

  • Karşısında.

istikrar / istikrâr / استقرار

  • Karar ve sebat üzere olmak. Karar kılma. Sâkin olmak. Yerleşmek.
  • Kararlı olma, devamlı bir hal üzere olma.
  • Karar kılma, yerleşme.
  • Kararlılık.
  • Kararlılık. (Arapça)

istiksab

  • Kazanma, kesbetme.

istikvas

  • Kavislenme, kıvrılma, yay gibi eğilme.

istila / istilâ / istîlâ / اِسْت۪يلَا

  • Kaplama.
  • Kaplama, ele geçirme.

istilakarane / istilâkârâne

  • Kaplarcasına.

iştimal / iştimâl / اشتمال

  • Kapsama. (Arapça)

istimlak / istimlâk / استملاک

  • Kamulaştırma.
  • Kamulaştırma. (Arapça)
  • İstimlâk edilmek: Kamulaştırılmak. (Arapça)
  • İstimlâk etmek: Kamulaştırmak. (Arapça)

istimrar / istimrâr

  • Kadından âdet hâlinde gelen kanın devâm etmesi.

istimzac / istimzâc

  • Kaynaşma, karışma.

istimzaç

  • Kaynaşmaya çalışma, uyum sağlamaya çalışma.

istimzaç etmek

  • Kaynaşmak, kaynaştırmak.

istinkaf / istinkâf

  • Kabul etmeme, yüz çevirme, çekimser kalma, reddetme.
  • Kabul etmemek. Çekimser kalmak.

istirahat-i kalb

  • Kalp rahatlığı.

istirahat-i kalbiye

  • Kalp rahatlığı, iç huzuru.

iştirak eden

  • Katılan, ortak olan.

iştirak etmek

  • Katılmak.

iştirak ettirme

  • Katma, karıştırma.

istitaf

  • Kaplama, ihtiva etme.

istitar

  • Kapanmak, örtünmek.

isvidad

  • Kararma, kara olma, esmerleşme. Siyahlanma.

isyan / isyân

  • Karşı gelme, baş kaldırma, âsî olma.

itad

  • Kazık çakma.

ıtaf

  • Kaftan.

ıtfal

  • Kadının oğlanını getirmesi.

itham

  • Kabahatli görmek. Suç isnad etmek. Töhmetlendirmek. Kabahatli görünmek. Töhmetli olmak.

itidal-i mizacı

  • Karakterinin, tabiatının ölçülülü ve aşırılıklardan uzak olması.

itikad-ı kalbi / itikad-ı kalbî

  • Kalben inanma.

itiraf

  • Kabahatını saklamamak, suçunu söylemeyi kabul etmek, açıklamak.

itiraf ettirmek

  • Kabul ettirmek.

itiraz / îtiraz / اعتراض

  • Kabul etmediğini belirtme, karşı çıkma.
  • Karşı çıkma, karşı söz.
  • Kabul etmeme.

ıtlak / ıtlâk

  • Kayıtsız, sınırsız, mutlak olma; teklik, çokluk veya nitelik gibi şeylere bakılmaksızın kullanıldığı mânâya delâlet eden lâfız; kitap kelimesi gibi.

itminan-ı kalb / itminân-ı kalb

  • Kalbden ve gönülden inanma.
  • Kalben tam kanaatle inanma.

ıtrar

  • Kandırmak, igra.

ittihad-ı kulub / ittihad-ı kulûb

  • Kalplerin birleşmesi, kalp birliği.
  • Kalplerin birleşmesi, kalp birliği.

ittihaz / اتخاذ

  • Kabul etme.

ittihaz etme

  • Kabullenme.

ıvaz

  • Karşılık, bedel.

ivaz / عوض

  • Karşılık olarak verilen şey. Bedel.
  • Karşılık, bedel.
  • Karşılık olarak verilen şey, bedel.
  • Karşılık.
  • Karşılık, bedel. (Arapça)

ivazan / عوضا

  • Karşılık olarak, mukabilinde, karşılığında.
  • Karşılığında, karşılık olarak. (Arapça)

ivazsız

  • Karşılıksız, bedelsiz.

iz'an-ı kalb / iz'ân-ı kalb

  • Kalbin kabul ve tasdîki.

iz'an-ı kalbi / iz'ân-ı kalbî

  • Kalben kesin olarak kabul etme.

iz'an-rüba-i kainat / iz'an-rüba-i kâinat

  • Kâinatın aklı alan vechesi, herkese hayret ve şaşkınlık veren yüzü.

iz'an-rüba-yı kainat / iz'an-rübâ-yı kâinat

  • Kâinatın herkese iman veren yüzü.

izafe

  • Katma, ilâve etme, bağlama.

izdiham

  • Kalabalık bir yerde halkın çok birikmesinden meydana gelen sıkıntı.

izdiyal

  • Kaybetme, yok etme.

izhar-ı muhalefet

  • Karşı olduğunu ortaya koyma; açık bir şekilde muhalefet yapma.

izlam

  • Karanlık olmak. Zulme giriftar olmak. Zulme tutulmak.

jerfin

  • Kapı sürmesi. Kapının ardına konulan dayak. (Farsça)

kabaih

  • Kabahatlar.

kabail / kabâil / قبائل

  • Kabileler, aşiretler.
  • Kabileler.
  • Kâbileler. (Arapça)

kabil

  • Kabul eden. Olabilir, istidatlı, mümkün olan, önde ve ileride olan.

kabil-i iltiyam

  • Kaynaşabilir, kapanabilir.

kabil-i nesh

  • Kaldırılması, iptal edilmesi mümkün olan.

kabiliyat / kabiliyât

  • Kabiliyetler, yetenekler.

kàbiliyet

  • Kabul edilebilirlik.

kabız

  • Kabzeden, tutan.

kabkab

  • Karın, batn.

kabr

  • Kabir, mezar.

kabri / kabrî

  • Kabir âlemine ait.

kabul-i adem

  • Kalben ademi kabul etmektir. Hakkı inkâr etmek, hatalı bir hüküm ve itikattır. Hak mesleği kabul etmeyip indi ve şahsi görüşünü ileri sürerek başka bir yolda gitmektir, bir iltizamdır. İmânın zıddına şahsi görüşüne tâbi olmak, bâtılı kabul etmektir.

kabulde ıztırabı

  • Kabul etmekte zorlanması, sıkıntı çekmesi.

kabule şayan

  • Kabul edilmeye lâyık.

kabulgah / kabulgâh

  • Kabul yeri. (Farsça)

kabus / kâbûs / كابوس

  • Karabasan. (Arapça)

kaderi / kaderî / قَدَر۪ي

  • Kaderle belirlenmiş.
  • Kader ile alâkalı. Kader, tali' nev'inden olan.
  • Kadere âit.

kadi / kadî

  • Kadı, hâkim.

kadi naibi / kadî naibi

  • Kadıların (hâkimlerin), gitmedikleri yerlere gönderdikleri vekiller.

kadi-l kudat

  • Kadıların kadısı. En büyük kadı. Kazasker veya şeyhül islâm makamında bulunan kimse.

kadir-danlık

  • Kadirbilirlik. Herkesin mertebesini bilip ona göre muamele yapan. Kadir ve kıymet bilen.

kadir-naşinas / kadir-nâşinas

  • Kadir, kıymet bilmeyen.

kadir-u kayyum

  • Kadir ve Kayyum (Allah).

kadirdan

  • Kadirbilir. Değerbilir. (Farsça)

kadr

  • Kadir, kıymet, değer.

kaf

  • Kaf Dağı; yeryüzünü çepeçevre kuşattığı kabul edilen efsanevî dağ.

kafar

  • Katıksız ekmek.

kafavi / kafavî

  • Kafa ile alâkalı.

kafile-salar / kafile-sâlâr

  • Kafile reisi. Kafile başı. (Farsça)

kafine / kafîne

  • Kafasından kesilen koyun.

kafir-i matrud / kâfir-i matrud

  • Kavulmuş kâfir, uzaklaştırılmış, tard edilmiş kâfir.

kafirane / kâfirane / kâfirâne

  • Kâfire yakışır şekilde, kâfir gibi. (Farsça)
  • Kâfirce, inkâr ederek.
  • Kâfirce.

kafirun / kâfirûn

  • Kâfirler.

kafiye-perestlik

  • Kafiye için mânâyı feda edecek derecede kafiyeye önem vermek, birinci derecede kafiyeyi düşünüp, mânâyı arka plâna atmak.

kafiyeperdaz / kafiyeperdâz

  • Kafiye uyduran. Şair, nâzım. (Farsça)

kafiyeperestlik

  • Kafiye için safiyeyi feda edecek derecede kafiyeye ehemmiyet vermek. Birinci derecede kafiyeyi düşünüp, mânayı arka plana atmak.

kafiyesenc

  • Kafiye dizen. Nâzım, şair. (Farsça)

kafkas

  • Kafkaslar'da yaşayan toplumlar.

kafn

  • Kafa.

kagaz / kâgaz

  • Kâğıt. (Farsça)

kağıd / kâğıd / كاغد

  • Kağıt. (Farsça)

kahf

  • Kap içindeki suyun tamamını içme.

kahhar / kahhâr / قهار

  • Kahreden.
  • Kahredici. (Arapça)

kahhar hakim / kahhar hâkim

  • Kahreden ve herşeye hükmeden güç ve kuvvet sahibi.

kahharane / kahhârâne

  • Kahharcasına. Kahredercesine.
  • Kahredercesine.

kahinane / kâhinane

  • Kâhin gibi ve ona benzer şeklide haberler veren. Bir nevi zan ile gaibden haber verir gibi. (Farsça)

kahine / kâhine

  • Kadın kâhin.

kahir / kâhir / قاهر

  • Kahreden, yok eden. (Arapça)

kahkahazen

  • Kahkaha atan, fazlaca yüksek sesle gülen. (Farsça)

kahkar

  • Katı, sert, sağlam taş.

kahramanane / kahramanâne

  • Kahramanca, yiğitçe, cesurane. (Farsça)
  • Kahramanca.
  • Kahramanca.

kahreni / kahrenî

  • Kahr ile, zorla. Ezerek, cebren.

kahve / قهوه

  • Kahve. (Arapça)

kaideşiken

  • Kaide ve usullere uymayarak. Kuralları çiğniyerek. (Farsça)

kaideten / قَاعِدَةً

  • Kaide ve hükümlere göre. Kurala uygun olarak.
  • Kaide olarak.

kainat mecmuası / kâinat mecmuası

  • Kâinat kitabı, bütün yaratılmışlar.

kainat seması / kâinat seması

  • Kâinatın ve bütün varlıkların üzerinde duran gökyüzü; burada bütün varlıklar âlemi dünyaya, onu kuşatan gökyüzü ise yücelerde bulunan manevî âlemlere benzetilmiştir.

kainat sultan / kâinat sultan

  • Kâinatın ve bütün varlıkların sultanı olan Allah.

kainat-efruz / kâinat-efruz

  • Kâinatı süsleyen, cihanı donatan. (Farsça)

kainatça / kâinatça

  • Kâinat çapında.

kainatın aktarı / kâinatın aktârı

  • Kâinatın dört bir tarafı.

kainatın imkan-ı mevti / kâinatın imkân-ı mevti

  • Kâinatın ölümünün mümkün olması, ihtimal dahilinde olması; kıyametin kopması ihtimâli.

kainatın sanii / kâinatın sânii

  • Kâinatı, evreni ve içindeki herşeyi sanatla yaratan Allah.

kakunc

  • Kanbel otu. (İt üzümünün bir nevidir.)

kal'a / قلعه

  • Kale.
  • Kale (Arapça)

kal'a-dar / kal'a-dâr

  • Kale koruyucusu, kal'a muhafızı. Dizdar. (Farsça)

kal'a-gir

  • Kale tutan. (Farsça)

kal'a-küşa

  • Kale zapteden. (Farsça)

kal'a-misal / kal'a-misâl

  • Kale gibi, kaleye benzeyen.

kal'a-nişin

  • Kalede oturan. (Farsça)

kala / kalâ

  • Kale.

kalb hastalığı

  • Kalbin Allahü teâlâdan başkasına bağlanması.

kalb itminanı / kalb itminânı

  • Kalb huzûru.

kalb selameti / kalb selâmeti

  • Kalbin kibir, riyâ, kıskançlık, kin ve düşmanlık gibi kötü düşüncelerden kurtulup, iyi ahlâk ile ahlâklanması.

kalb tasfiyesi

  • Kalbi, İslâmiyet'in beğenmediği şeylerden, günâhlardan, kötü düşüncelerden kurtarmak, temizlemek.

kalb temizliği

  • Kalbin İslâmiyet'e uymayan şeylerden, dünyâya düşkünlükten, kötü düşünceden kurtulması.

kalb toparlanması

  • Kalbin Allahü teâlâdan başka şeylere bağlanmaktan kurtulması.

kalb-i kainat / kalb-i kâinat

  • Kâinatın kalbi.

kalben

  • Kalp yoluyla.

kalben terketme

  • Kalbini bağlamama.

kalbi / kalbî

  • Kalble ilgili, kalbe ait.

kalbzen / قلب زن

  • Kalpazan. (Arapça - Farsça)

kalem-i kader

  • Kader kalemi; Allah'ın olacak hâdiseleri olmadan önce bilip belirlemesi.

kalemdan

  • Kalem kutusu, kalemlik. (Farsça)

kalemen

  • Kalemle.

kalenderane / kalenderâne

  • Kalenderce. Kalender olan bir kimseye yakışır surette. (Farsça)

kalib-i kalb / kalîb-i kalb

  • Kalp kuyusu; kuyu gibi derinliği olan his ve özellikler.

kalih / kâlih

  • Katı, şiddetli, şedid.

kallaş / kallâş / قلاش

  • Kalleş. Hileci, dönek.
  • Kalleş. (Arapça)

kamatır

  • Katı, sağlam.

kamet / kâmet

  • Kalkmak, ayakta durmak; farz namazlardan önce okunması sünnet olan ve ezana benzeyen sözler.

kamha

  • Kasap merhemi adı verilen ilaç.

kamıh

  • Kam' eden, ezip kıran, mahveden, perişan eden. Kahreden, yok eden. Alçaltan, zelil eden.

kamilane / kâmilâne

  • Kâmilce.

kamilin / kâmilîn

  • Kâmiller.

kanaat-bahş

  • Kanaat verici, tatmin eden, doyurucu.

kanaat-i kalbiye

  • Kalbî kanaat, kalben tatmin olma.

kanaatbahş / kanaâtbahş

  • Kanaat verici, inandırıcı. (Farsça)
  • Kanaat veren.

kanaatçe

  • Kanaat olarak, fikirce.

kanaatkar / kanaatkâr

  • Kanaat sâhibi. Kanaat edip az şeyle iktifâ eden. (Farsça)

kanaatkarane / kanaatkârane / kanaâtkârâne

  • Kanaat sâhibi bir kimseye yakışır tarzda. (Farsça)
  • Kanaat edercesine.

kanadil / kanâdil

  • Kandiller.

kani / kanî

  • Kanaat eden, inanmış.

kantariyye

  • Kantar ücreti. Tartma parası.

kanu'

  • Kanaat sâhibi. Kanaatkâr, kanaatli. Hakkına razı olan.

kanun-u kader

  • Kader kanunu.

kanun-u mübareze

  • Karşılıklı mücadele, çatışma kanunu.

kanunen

  • Kanuna göre. Kanunca. Kanuna uyarak. Kanun yolu ile.
  • Kanunca.

kanuni / kanunî / kanûnî

  • Kanunlar gereği.
  • Kanuna göre, uygun.
  • Kanun tarzında.

kānuni / kānûnî / قَانُونِي

  • Kanunla olan.

kanuniyet

  • Kanun haline gelme.
  • Kanunluluk. Kanun haline gelmek.
  • Kanunluk.

kanunname / kanunnâme

  • Kanun kitabı. Anayasa. (Farsça)
  • Kanun kitabı, kanunların yazılı olduğu kitap.
  • Kanun yazısı.

kanunperest

  • Kanun düşkünü.
  • Kanun kuvvetine önem veren, kanuna saygılı.

kanunşinas

  • Kanun ve nizam koyan, kanunun inceliklerini bilen. (Farsça)

kara'belane

  • Karnı büyük, yassı bir böcek.

karabet-i kalb

  • Kalb yakınlığı, gönül yakınlığı.

karabet-i nesebiye

  • Kan bağından gelen yakınlık.

karain / karâin

  • Karineler, ip uçları.

karargah / karargâh

  • Karar yeri.
  • Karar yeri, askeriyede kurmayların yeri.

karargir / karargîr / قرارگير

  • Karara bağlanmış. Kararı verilmiş. (Farsça)
  • Karar verilmiş. (Arapça - Farsça)
  • Karargîr olmak: Karara bağlanmak. (Arapça - Farsça)

kararname / kararnâme

  • Kararların yazısı.

karavol

  • Karakol. (Farsça)

karded

  • Kaba mekan. Düz arz.

kardeşane / kardeşâne

  • Kardeşce.
  • Kardeşçesine.

kardinal

  • Katolik mezhebinde en büyük pâye. (Fransızca)

kariha-zad / kariha-zâd

  • Karihadan doğan, karihadan meydana gelen. (Farsça)

karin-i icabet / karîn-i icabet

  • Kabule yakın.

karındaş

  • Kardeş.

karine / karîne

  • Karışık bir iş veya meselenin anlaşılmasına yarayan hal, ipucu.

karnabit

  • Karnıbahar.

kartaban

  • Karısı ile nâmahrem kimseyi gördüğü hâlde aldırış etmeyen.

kasab-ül faris / kasab-ül fâris

  • Kalem kamışı.

kasaba / قصبه

  • Kasaba. (Arapça)

kasaid / kasâid / قصائد

  • Kasideler; kâfiyeli olarak büyük şahsiyetleri övmek için yazılan şiirler.
  • Kasideler, övgü için yazılan şiirler.
  • Kasideler. (Arapça)

kasavet / kasâvet / قَسَاوَتْ

  • Katılık.
  • Katılık.

kasavet-i kalb / kasâvet-i kalb

  • Kalp sertliği, kalp katılığı.

kasavet-i kalbiye / kasâvet-i kalbiye

  • Kalp katılığı, gaflet.

kasavet-i vahşiyane / kasavet-i vahşiyâne

  • Kaskatı bir vahşet.

kasb

  • Kat'etmek, kesmek.

kasba

  • Kamış. Kamışlık.

kasden / قصدا

  • Kasıtlı olarak. (Arapça)

kasdi / kasdî

  • Kasıtlı olarak, kasıtla ilgili.

kase / kâse

  • Kap, çanak.

kase-ger / kâse-ger

  • Kâseci, kâse yapan. (Farsça)

kase-i ser / kâse-i ser / كاسهء سر

  • Kafatası.
  • Kafatası.

kashab

  • Kalın, yoğun, büyük.

kasi / kasî / kâsî

  • Katı.
  • Katı, hissiz.

kasib / kâsib / كاسب

  • Kazanç sahibi. Kazanmak için çalışan. Kesbeden. Marifet için çalışan.
  • Kazanmaya çalışan.
  • Kazanan. (Arapça)

kasıd

  • Kasd eden, niyet eden, isteyen.
  • Kasteden, niyetli.

kasid

  • Kaside.

kaside / قصيده

  • Kaside. (Arapça)

kaside-gu / kaside-gû

  • Kaside yazan, kaside söyliyen. (Farsça)

kaside-i kader

  • Kader kasidesi; yaratıcısının medhine lâyık, İlâhî takdir ve ölçülerle yaratılmış bir kaside gibi olan varlıklar.

kaside-perdaz

  • Kaside yazan, kaside düzenliyen. (Farsça)

kaside-sera / kaside-serâ

  • Kaside söyliyen, kaside yazan. (Farsça)

kasidehan / kasîdehân

  • Kaside okuyan.

kasidesera / kasîdeserâ / قصيده سرا

  • Kaside şairi. (Arapça - Farsça)

kasık

  • Karnın alt tarafı. (Türkçe)

kasiyye / kasîyye

  • Katılık.

kasr / قصر

  • Kasır, köşk. (Arapça)

kasr-ı kainat / kasr-ı kâinat

  • Kâinat sarayı.

kassab / قصاب

  • Kasap. (Arapça)

kasta makrun

  • Kasten, kasıt ile beraber.

kaşv

  • Kabuğu soyulmuş olan.

kasvet

  • Katılık, sertlik, kalbden hayır (iyilik) ve yumuşaklığın çıkması.

kasvet-bahş

  • Kasvet ve sıkıntı veren. (Farsça)

kasvet-efza

  • Kasvet ve iç sıkıntısı veren. (Farsça)

kasvet-engiz

  • Kasvet ve iç sıkıntısı veren. (Farsça)

kasvetli

  • Katı; sıkıntılı.

kat-ender-kat

  • Kat kat.

katmer

  • Kat kat oluş.

katmerli

  • Kat kat.

kavad

  • Kaltaban. Arsız, gayretsiz.
  • Katili maktul yerine kısas etmek.

kavafil / kavâfil / قوافل

  • Kafileler. (Arapça)

kavaid / kavâid / قواعد

  • Kaideler, usüller, kurallar.
  • Kaideler.

kavanin / kavânin / kavânîn / قوانين

  • Kanunlar.
  • Kanunlar.
  • Kanunlar.
  • Kanunlar. (Arapça)

kavanin-i icraat / kavânîn-i icraat

  • Kâinattaki, tabiattaki İlâhî icraat ve faaliyet kanunları.

kavanin-i kader

  • Kader kanunları.

kavişger / kâvişger

  • Kazıcı, eşici, kazan. (Farsça)

kavl-i racih / kavl-i râcih

  • Kabul ve tercih edilmiş söz.

kavliyyat

  • Kaviller, kuru lâflar, boş sözler.

kavm / قوم

  • Kavim, millet, halk.
  • Kavim, aynı ırka mensub olanların oluşturduğu topluluk.
  • Kavim, topluluk. (Arapça)

kavmi / kavmî / قومى

  • Kavme ait; olumsuz mânâda milliyetçilikle ilgili.
  • Kavme âit, kavimle alâkalı.
  • Kavme dayalı. (Arapça)

kavmiyet / قوميت

  • Kavimcilik. Milliyetçilik. Bir kavmin hususiyetleri.
  • Kavimlik.
  • Kavimlik. (Arapça)

kavmiyeten

  • Kavim olma bakımından.

kavsaf

  • Kadife.

kayın

  • Kadının veya kocanın erkek kardeşi.

kayınço

  • Kayın. Kayınbirader.

kayyum-i alem / kayyûm-i âlem

  • Kayyûmiyyet makâmında bulunan velî zât. İnsanların âhirete âit derece ve seâdetleri bu mertebedeki velîlerin imdâdına verildiğinden kayyûm denilmiştir.

kayyumiyet / kayyûmiyet

  • Kayyumluk.

kaza / kazâ / قَضَا

  • Kaderde yazılanın gerçekleşmesi.
  • Kaderde olanın meydâna gelmesi.

kaza-zede

  • Kazaya uğramış, başına felâket gelmiş.

kazab

  • Katılık, şiddet.

kazaen

  • Kaza olarak, tesadüfen. İstemiyerek. Bilerek değil. Beklenmedik halde.
  • Kaza ile, elde olmayarak.

kazai / kazaî

  • Kaza ile alâkalı. Hüküm vermeğe ait.

kazara / kazârâ

  • Kazâ olarak. Rastlayarak. (Farsça)
  • Kaza olarak.

kazaya / kazâyâ

  • Kaziyeler, önermeler, işler, meseleler.
  • Kaziyeler, hükümler, önermeler.
  • Kaziyeler, hükümler.

kazazede / kazâzede

  • Kazaya uğramış

kazi / kâzî / قاضى

  • Kadı. (Arapça)

kazib

  • Karada ve denizde ticarete hırslı olan kimse.

kaziye-i makbule

  • Kabule mazhar olmuş hüküm ve iddia. İtimad edilir zâtların söyledikleri ve bu itimada binâen kabul edilen kaziyye.

kebed / كبد

  • Karaciğer. (Arapça)

kedhüda / كدخدا

  • Kâhya. (Farsça)
  • Kâhya. (Farsça)

kedu / kedû / كدو

  • Kabak. (Farsça)

kefa'

  • Kabı başaşağı etmek, ters çevirmek.

kefel / كفل

  • Kalça. (Arapça)

kefere / كفره

  • Kâfirler, inkârcılar.
  • Kâfirler, inanmayanlar.
  • Kâfirler.
  • Kafirler. (Arapça)

keffaret-i salat / keffâret-i salât

  • Kazâya kalmış namazları bulunan ve bunları îmâ ile dahi kılması mümkün iken kılmayıp ölen kimsenin kılmadığı namazlar için verilen keffâret.

kefh

  • Karşı karşıya savaşma.

kehanet / kehânet

  • Kâhinlik, gaipten haber verme, falcılık.
  • Kâhinlik. Gaybı, gizli şeyleri bilirim iddiâsında bulunmak. Bu işi yapana kâhin, falcı denir.

kehanetfuruş

  • Kâhinlik, falcılık yapan.

kehene / كهنه

  • Kahinler. (Arapça)

kelacu

  • Kadeh. (Farsça)

kelağ / kelâğ / كلاغ

  • Karakarga, kuzgun. (Farsça)

kelbiyyun

  • Kalenderane yaşamayı alışkanlık haline getiren meşhur Diyojenin de içinde bulunduğu bir fırka. Bunlara Kelbiye tâifesi veya Melâmiyyun da denir.

kelh

  • Katı yüzlülük.

kelimat-ı kitab-ı kainat / kelimât-ı kitab-ı kâinat

  • Kâinat kitabının ifade ettiği mânâlı ifadeler.

kelime-i gaddare

  • Kahredici, öldürücü, zâlim ve merhametsiz söz.

kemal-i rahat-ı kalb / kemâl-i rahat-ı kalb

  • Kalbin tam rahatlığı.

kemalat-perver / kemalât-perver

  • Kâmil ve olgun insan. Kemalât sahibi. (Farsça)

keman-ebru

  • Kaşları yay gibi olan. Keman kaşlı.

kemanebru / kemânebrû / كمان ابرو

  • Kaşı yay gibi olan sevgili. (Farsça)

kemer

  • Kavisli yapı, kuşak.

kenak

  • Karın ağrısı. Buruntu. (Farsça)

kenfile

  • Kaba ve uzun sakal.

keri / kerî

  • Kazmak.

kerker

  • Karındaş sığır.

kervan / كروان

  • Kafile, kervan. (Farsça)

kery

  • Kazmak.

keş'

  • Kalb sıkıntısına uğrayıp huzursuz olmak.

kesb / كسب / كَسْبْ

  • Kazanma.
  • Kazanma, edinme, işleme.
  • Kazanma.
  • Kazanma.

kesb eden

  • Kazanan.

kesb etme

  • Kazanma.

kesb etmek

  • Kazanmak.

kesb-i külliyet

  • Kapsamlılık, genellik özelliği kazanma.

kesbetmek

  • Kazanmak.

keşef

  • Kaplumbağa. (Farsça)

keşf-ül kubur

  • Kabirdeki ölünün hâlinden anlamak. Ölünün azab çekip çekmediği ve sair bazı hususların bâzı veli kimselerce bilinmesi.

keşfü'l-kubur

  • Kabirdeki ölülerin hallerini görme.

keşfü'l-kubur velisi / keşfü'l-kubur velîsi

  • Kabirdeki ölülerin hallerini anlayan ve bilen Allah dostu zât, evliya.

kesif / kesîf

  • Katı, yoğun, mat.

keşiş

  • Karabaş, evlenmez rahip, manastır rahibi.

keşmekeş / كشمكش / كَشْمَكَشْ

  • Karışıklık.
  • Karışıklık.
  • Kararsızlık. Karışıklık. Tereddüd. Kavga. Çekişme. (Farsça)
  • Kargaşa, çekişme. (Farsça)
  • Karma karışıklık.

keşmekeşlik

  • Karışıklık.

keştiban / keştîbân / كشتيبان

  • Kaptan. (Farsça)

kevahin

  • Kâhinler, falcılar.

kevlan

  • Kandıra adı verilen ot.

kevn ü mekan / kevn ü mekân / كَونُ و مَكَانْ

  • Kâinat, âlem, dünya.
  • Kâinat, âlem; bütün varlıklar.
  • Kainat ve her yer.

kıble

  • Kâbenin bulunduğu taraf.

kıdd

  • Kayış.

kıla' / kılâ' / قلاع

  • Kaleler. (Arapça)

kılıbık

  • Karısının sözünden çıkmayan erkek. Karısının baskısı altında olan adam.

kilk / كلك

  • Kalem.
  • Kamış kalem. (Farsça)

kımt

  • Kamıştan yapılan evlerin kamışlarını bağladıkları ip.

kindir

  • Kaba eşek.

kir / kîr

  • Katran, zift.

kırf

  • Kabuk.

kırtab

  • Kafası üstüne yıkmak.

kırtas

  • Kâğıt.

kırtasiye / kırtâsiye / قرطاسيه

  • Kâğıt işleri. Kâğıtla alâkalı. Onunla yapılan muâmeleler.
  • Kağıt işleri. (Arapça)

kisb ü kar / kisb ü kâr

  • Kazanç, iş güç.

kisbi / kisbî

  • Kazanılmış, kesbedilmiş. Kesb ile alâkalı.

kışır / قِشِرْ

  • Kabuk, dış.
  • Kabuk.
  • Kabuk.

kışr / قشر

  • Kabuk, dış.
  • Kabuk.
  • Kabuk. (Arapça)

kışri / kışrî

  • Kabuk.

kıt'a

  • Kara parçası.

kıta / kıtâ

  • Kara parçası, şiir parçası.

kitab-ı ilzam ve iskat / kitab-ı ilzam ve iskât

  • Karşısındakini delillerle mağlup edip susturan kitap.

kitab-ı kainat / kitab-ı kâinat

  • Kâinat kitabı; bir kitap gibi yazılmış olan bütün âlem.

kitab-ı mübin / kitâb-ı mübîn / كِتَابِ مُب۪ينْ

  • Kaderde olan her şeyin gerçekleşmesinde esas tutulan kānunların bütünü; Allahın geçmiş ve gelecekten ziyâde, şimdiki hâle bakan ilmi.

kitab-ı şeriat ve ahkam / kitab-ı şeriat ve ahkâm

  • Kanun ve hükümler kitabı.

kitabet / kitâbet

  • Kâtiblik, yazıcılık, yazı yazma ilmi.
  • Güzel yazı ve güzel ifâde için lâzım olan yazı yazma usûl ve kâideleri.
  • Kölenin belirli bir ücreti ödemek veya bildirilen şartları yerine getirmek karşılığında âzâd edileceğine (serbest bırakılacağına) dâir sâhibi ile yaptığı akid, sözleşme.

kıtlık

  • Kahtlık.

kıyas / kıyâs / قياس

  • Karşılaştırma.
  • Karşılaştırma.
  • Karşılaştırma, mukayese. (Arapça)

kıyas etme

  • Karşılaştırma.

kıyasat / kıyâsât

  • Karşılaştırmalar.

kıyasen / kıyâsen / قِيَاسًا

  • Karşılaştırarak.
  • Karşılaştırarak.

kıymetşinas

  • Kadir kıymet bilen.

kıyr / قير

  • Katran, zift. (Arapça)

kızm

  • Katı, şiddetli, şedit.

kompleks

  • Karmaşık, şuur dışı meyillerin tümü.

kubur / kubûr / قُبُورْ

  • Kabirler, mezarlar.
  • Kabirler, mezârlar.
  • Kabirler, mezarlar.
  • Kabirler.

kudat / kudât / قضات

  • Kadılar. (Arapça)

kuddise sirruhu

  • Kalbi mukaddes olsun, sırrı temiz olsun.

kudema / kudemâ

  • Kadimler, eskiler, büyükler.

kudmus

  • Kadim nesne, eski.

kudret-i alemşümul / kudret-i âlemşümul

  • Kâinatı kaplayan güç ve iktidar.

kudret-i mümkinat

  • Kâinattaki varlıkların kudreti, gücü.

küdye

  • Kazılması güç olan sert yer.

küffar / küffâr / كفار / كُفَّارْ

  • Kâfirler, inkârcılar.
  • Kâfirler.
  • Kâfirler, inanmayanlar.
  • Kafirler.
  • Kafirler. (Arapça)
  • Kafirler.

küfr alametleri / küfr alâmetleri

  • Kâfirlerin ibâdet olarak yaptıkları ve kâfirlik alâmeti olan şeyler.

küfr ü dalal / küfr ü dalâl

  • Kafirlik ve sapıklık. Dinsizlik.
  • Kâfirlik, sapıklık, dinsizlik.

küfr-i cuhudi / küfr-i cuhudî

  • Kalb ve dil ile ikrar etmemektir. (şeytan gibi)

kuhpüşt

  • Kanbur. (Farsça)

külam

  • Kaba, muhkem ve sağlam yer.

kullab / kullâb / قلاب

  • Kanca, çengel. (Arapça)

külliye

  • Kapsamlı.

külliye ise

  • Kapsamlı ve genel ise; hüküm bir sınıf veya türün bütün fertlerini kapsıyor ise.

külliyen

  • Kâmilen, tamamen. Cüz'î olmamak üzere. Büsbütün. Tamamıyla, toptan, kâffesi.

külliyetli

  • Kapsamlı.

kulub / kulûb / قلوب

  • Kalpler, gönüller.
  • Kalpler.
  • Kalbler.
  • Kalpler. (Arapça)

kulub-u münevvere aktabı / kulûb-u münevvere aktâbı

  • Kalp aracılığıyla nurlara ulaşan ve manevî bir kutup hâline gelen insanlar.

küluh

  • Katı yüzlülük.

kümme

  • Kavuk.

kümmelin / kümmelîn

  • Kâmiller; büyük mâneviyat ve fazilet sahibi olgun kimseler.

künc-i kanaat

  • Kanaat köşesi.

kunta

  • Karalık.

künübdür

  • Kaba nesne.

kuraa

  • Kalem kesintisi. Kalem yongası.

küreyvat

  • Kandaki küçük yuvarlak cisimler. Küçük küreler.

küreyvat-ı beyza

  • Kandaki beyaz renkte ve çok küçük kürecikler. Kan ve lenf gibi vücud mâyilerinde bulunan çekirdekli ve yuvarlak hücreler. Kırmızı küreciklere nisbetle azdırlar. Vazifeleri hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdafaadır. Ne zaman müdafaaya girseler Mevlevi gibi iki hareket-i devriye ile sür'atl

kurra / kurrâ

  • Kârîler, kırâat âlimleri, Kur'ân-ı kerîm okuyucuları.

kurzum

  • Kavafların ve kunduracıların üzerinde gön ve sahtiyan kesip düzelttikleri yuvarlak tahtalar.

kusame

  • Kassamlara verilen taksim ücreti.

küsbüre

  • Kanbel otu.

kuşe-i kabr / kûşe-i kabr

  • Kabir köşesi.

küsfüre

  • Kanbel otunun tohumu.

küsse

  • Kaba sakal.

küsuf / küsûf

  • Kararma, tutulma (güneş tutulması).
  • Kararma, güneş tutulması.

küsufat / küsûfât

  • Kararmalar, güneş tutulmaları.

kut-u kulub / kut-u kulûb

  • Kalplerin gıdası.

küttab / küttâb / كتاب

  • Kâtipler.
  • Kâtipler, yazıcılar. (Arapça)

kütüb-ü mezbure

  • Kaleme alınan, yazılan kitaplar.

kütüb-ü sitte-i makbule

  • Kabul görmüş, güvenilir altı büyük hadis kitabı (Sahih-i Buharı, Sahîh-i Müslim, İbn-i Mâce, Ebû Davud, Tirmizî ve Neseî).

kuva-yı sariye / kuvâ-yı sâriye

  • Kâinattaki herşeye sirayet edip giren mânevî güçler, kuvvetler.

kuva-yı umumiye / kuvâ-yı umumiye

  • Kâinatın genelinde işleyen güçler, kuvvetler.

kuvve / قوه / قُوَّه

  • Kabiliyet.
  • Kābiliyet, his.

kuvve-i kalemiye

  • Kalem gücü, yazma becerisi.

kuyud / kuyûd

  • Kayıtlar, sınırlamalar.
  • Kayıtlar, bağlar.

kuyudat / kuyûdât / kuyûdat / قيودات

  • Kayıtlar; bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi parçaları, bütün unsurları.
  • Kayıtlar.
  • Kayıtlar; bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi parçalarıyla bunların sarf ve nahiv (dilbilgisi) yönünden özellikleri; meselâ, erkeklik-dişilik, belirlilik-belirsizlik, isim-sıfat gibi.
  • Kayıtlar. (Arapça)

kuz

  • Kambur. (Farsça)

kuzat / kuzât / قضات

  • Kadılar. (Arapça)

lafz-ı kadir / lâfz-ı kadîr

  • Kadîr kelimesi.

lagz

  • Kayma, sürçme.

lagzan

  • Kayan, sürçen. (Farsça)

lagzide

  • Kaymış, sürçmüş. (Farsça)

lahd

  • Kabir kazıldıktan sonra, kabrin taban sathından kıble cihetine kabir boyunca, içine ölü sığacak kadar genişlik ve derinlikte kazılan yer.

lahham

  • Kaz gibi büyük, başı kızıl, kanadı kara bir kuş. Vezega dedikleri keler.

lahv

  • Kabuğunu soymak.

lakayd / lâkayd / لاقيد

  • Kayıtsız. Alâkasız. Karışmayan. Kıymet ve ehemmiyet vermeyen. Aldırış etmeyen.
  • Kayıtsız, ilgisiz.
  • Kayıtsız, ilgisiz.
  • Kayıtsız. (Arapça)

lakaydane / lâkaydane

  • Kayıtsızca, ilgisizce.
  • Kayıtsız ve alâkasızca. Mühimsemiyerek.

lakaydi / lâkaydî / لاقيدی

  • Kayıtsızlık, ilgisizlik, alâkasızlık.
  • Kayıtsızlık. (Arapça)

lakayt / lâkayt

  • Kayıtsız, duyarsız, ilgisiz.

lakpüşte

  • Kaplumbağa. (Farsça)

laubali / lâubali / لاابالى

  • Kayıtsız, gamsız. (Arapça)

laubalilik / lâubalîlik

  • Kayıtsızlık, gamsızlık. (Arapça - Türkçe)

layiha / lâyiha / لَايِحَه

  • Kaleme alınan yazı.

layiha-ı kanuniye

  • Kanun taslağı.

leded

  • Katı husumet, şiddetli düşmanlık.

lehef

  • Kaybolan bir şeyden dolayı müteessir olup üzülme.

lehfan

  • Kalbi yanık, hasret çeken. Özleyen.

lehfe

  • Kaybolan veya yok olan birşey için üzülme.

letafet-i kalb / letâfet-i kalb

  • Kalbin nurluluk kazanması, maddî şeylerden soyutlanması.

lethan

  • Karnı aç olan kişi.

levh-i kaza / levh-i kazâ

  • Kazâ levhası; olmuş ve olacak şeylerin Allah'ın ilmindeki varlıkları.

levh-i kaza ve kader / levh-i kazâ ve kader

  • Kader ve kazanın levhası, yani: Olmuş ve olacak her bir şeyin ilm-i İlâhîdeki vücudları; yani, ilmen mevcudiyyetleri.

levh-i mahfuz / levh-i mahfûz / لَوْحِ مَحْفُوظْ

  • Kader levhası.

levs

  • Kapı aralığından veya örtü ve perde kenarından bir nesneyi görmek.

leyl-i tarık / leyl-i târık

  • Karanlık gece.

leyle-i kadir / leyle-i kadîr / لَيْلَۀِ قَدِرْ

  • Kadir gecesi.
  • Kadir Gecesi.

leyle-i kadr

  • Kadir Gecesi.

leyle-i süveyda / leyle-i süveydâ

  • Karanlık gece, göz bebeğindeki siyah nokta.

leyle-i zu-kadir / leyle-i zû-kadîr

  • Kadir sahibi gece, kadir gecesi.

libs

  • Kâbe-i Muazzama'ya örtülen örtü.

licaf

  • Kapının üst eşiği.

lika / likâ

  • Kavuşma.
  • Kavuşma, buluşma.

lisan-ı istidad

  • Kabiliyet dili.

lizaz

  • Kapı ardına konulan ağaç sürgü.

lü'ka

  • Kaşıkla alınan şey.

lümme

  • Kalpte şeytanın iş gördüğü yer.

lümme-i şeytaniye

  • Kalpte şeytanın vesvese verdiği yer.

ma'kum

  • Kapalı.

ma'nevi hastalık / ma'nevî hastalık

  • Kalbe gelen yanlış îtikâd (inanç); insanın doğruyu, gerçeği görmesine mâni olan perde; îtikâdî bozukluk ve düşünce. Dünyâya ve haramlara düşkün olma; kibir ve riyâ gibi kalb hastalığı.

ma'ret

  • Kabahat, suç, ayıp, günah.

ma'zuz

  • Katı, şiddetli, şedid.

ma-fat

  • Kaybolan. Fevt olan. Elden çıkan şey. Kaybedilen.

ma-fi-l-bab

  • Kapı içinde. Bir kitabın içindeki bölümde (babda) olan şey.

ma-fi-z zamir

  • Kalbde ve gönülde olan.

maal-kifaye

  • Kâfi olmakla, yetmekle beraber.

maarizü'l-kelam / maarîzü'l-kelâm

  • Kapalı mânâlar; birden fazla anlamlı kelimelerin en uzak mânâsı.

maaş

  • Kazanma yeri ve zamanı; dünya hayatı.

macun / mâcun

  • Karışım halinde ilaç.

madde-i esir

  • Kâinatı kapladığına inanılan ince madde.

madde-i kanuni / madde-i kanunî

  • Kanun maddesi.

madde-i kanuniye

  • Kanun maddesi.

maden / mâden

  • Kaynak.

mafat / mâfât

  • Kaybolan, elden çıkan.

magib

  • Kaybolma.

mağlata

  • Kafa karıştıran aldatıcı söz.

magluk

  • Kapalı. Kilitli.

magmaga

  • Karışmak, ihtilat.

magmuz

  • Kabâhatli, suçlu.

mağrib-i ihtifa / mağrib-i ihtifâ

  • Kaybolup gizlenme yeri olan batı (tarih, güneşin gizleip kaybolduğu yer olan, batıya benzetilmiş).

magşuş

  • Katışık. Karışık. Saf olmayan.

mağşuş / مغشوش

  • Karışık, katışık, saf olmayan.
  • Sikke-i mağşuş: Karışık, hileli madenî para.
  • Karışmış. (Arapça)

magtuş

  • Karanlık yer.

mahall-i karar

  • Karar yeri.

mahazz

  • Kat'edecek, kesecek yer.

mahbub-u kulub / mahbub-u kulûb

  • Kalplerin sevgilisi.

mahbuk

  • Katı, şiddetli, şedid.

mahfel

  • Kapalı bölme, oda.
  • Kapalı yer, camilerde yüksek yer.

mahfur

  • Kazılmış toprak. Hafriyat olunmuş.

mahiyat-ı eşya / mâhiyât-ı eşya

  • Kâinattaki eşya ve varlıkların mâhiyetleri, temel özellikleri ve asıl yapıları.

mahiyat-ı mümkinat / mâhiyât-ı mümkinât

  • Kâinattaki varlıkların mâhiyetleri; varlığıyla yokluğu eşit olan ve varlığı Cenâb-ı Hakkın var etmesine bağlı olan varlıkların temel özellikleri, asıl yapıları.

mahiyet-i camia / mâhiyet-i câmia

  • Kapsamlı mahiyet, içyapı, nitelik.

mahkuk / mahkûk / محكوک

  • Kazılmış, kazılarak yazılmış, yontulmuş. (Arapça)

mahlut / mahlût / مخلوط / مَخْلُوطْ

  • Karıştırılmış, karışık.
  • Karışık. (Arapça)
  • Karışık, karıştırılan.

mahrut

  • Kasnı denilen zamkın ağacı.

mahz / محض

  • Katıksız.

makam-ı ibrahim / makâm-ı ibrâhim

  • Kâbe'de bulunan ve Hz. İbrahim'in ayak izi olduğu söylenen taş.
  • Kâbe'de İbrâhim aleyhisselâmın, Kâbe'yi inşâ ederken veya insanları hacca dâvet ederken üstüne çıktığı taşın bulunduğu yer.

makam-ı ifham ve ilzam

  • Karşı tarafı susturma, âciz bırakma makamı.

makarr

  • Karar yeri, durulan yer.

makbuha

  • Kabih olan ve hoşa gitmeyip beğenilmeyen hâl veya iş.

makbul / makbûl / مقبول / مَقْبُولْ

  • Kabul gören, geçerli.
  • Kabul edilen, geçerli.
  • Kabul edilmiş.
  • Kabul edilen, beğenilen. (Arapça)
  • Kabûl edilen.

makbul olan

  • Kabul edilen.

makbul olma

  • Kabul görme.

makbuliyet / makbûliyet

  • Kabul edilmişlik.
  • Kabul edilebilirlik, geçerlilik.

makdurat

  • Kader programıyla takdir edilen, belirlenen şeyler.

makes-i rahmet-i alem / mâkes-i rahmet-i âlem

  • Kâinatı kuşatan İlâhî rahmetin aynası.

makhur / makhûr

  • Kahredilmiş, ezilmiş.

makhurane

  • Kahr ve gazaba uğramış hâlde. Gazaba uğramış olanlara benzer şekilde.

makhuriyet

  • Kahrolmuşluk, ezilmişlik, bitkinlik. Allah'ın kahr ve gazabına uğrama.

makine-i vücud

  • Kâinatın küçük bir örneği olan vücut makinası.

makis / mâkis

  • Karşılaştırma.

maksud / maksûd / مَقْصُودْ

  • Kastolunan, istenilen şey, emel.
  • Kast edilen şey, gaye.
  • Kasdedilen.

maktul / maktûl

  • Kâtil tarafından öldürülen.

maktur

  • Katranlı. Katran sürülmüş.

makule / makûle / مقوله

  • Kategori. (Arapça)

makzi / makzî

  • Kaza olunan, ödenen.

mal müdürü

  • Kazâ mâliye memuru.

malumat-ı kalbiye / malûmat-ı kalbiye

  • Kalbe ait bilgiler; kalb yoluyla bilinenler.

mana-yı kinai / mânâ-yı kinâî

  • Kastedilen mânâ.

mana-yı maksud / mânâ-yı maksud

  • Kastedilen mânâ, anlam.

mana-yı maksut / mânâ-yı maksut

  • Kastedilen anlam.

mana-yı murad / mânâ-yı murad

  • Kastedilen, istenilen mânâ.

mande / mânde

  • Kalmış, gitmemiş olan. (Farsça)
  • Kalmış, yaramaz.

maneviyat-ı kalbiye / mâneviyat-ı kalbiye

  • Kalpteki mânevî lâtifeler, mânâlar.

manzum kaside

  • Kâfiyeli bir şekilde yazılan şiir.

manzume-i kainat / manzume-i kâinat

  • Kâinat sistemi; son derece mükemmel bir denge ve düzen içinde işleyen kâinat.

maraz-ı kalb

  • Kalbî hastalık.

maraz-ı kalbi / maraz-ı kalbî

  • Kalpteki hastalık.
  • Kalb hastalığı, bozuk îtikâd; kibir, hased (kıskançlık), kin ve riyâ (gösteriş) gibi kalb hastalıkları. Kalbin Allahü teâlâdan başka şeylere tutulması.

maruz bırakmak

  • Karşı karşıya bırakmak.

masdar / مَصْدَرْ

  • Kaynak.
  • Kaynak.

masdariyet

  • Kaynaklık.

maşıta / mâşıta / ماشطه

  • Kadın makyajcısı, kadın kuaförü. (Arapça)

masl-üd dem

  • Kanın sulu kısmı.

maslahat-ı amme / maslahat-ı âmme

  • Kamu işler.

matara

  • Kavanoz; özellikle askerlerin kullandığı veya yolculukta kullanılan bir çeşit su kabı.

matlub / matlûb

  • Kavuşmak istenilen, aranılan şey, maksat.

mazbutat / مضبوطات

  • Kayda geçirilenler. (Arapça)

mazhar eden

  • Kavuşturan.

mazhar-ı cami' / mazhar-ı câmi'

  • Kapsamlı bir görüntü yeri.

mazhar-ı kabul

  • Kabul görme, kabul edilme.

mazhar-ı rahmet-i alem / mazhar-ı rahmet-i âlem

  • Kâinatı kuşatan ilâhî rahmetin mazharı, aynası.

mazmun / mazmûn / مَضْمُونْ

  • Kavram, ince ma'nalı söz.

me'haz / مأخذ / مَأْخَذْ

  • Kaynak.
  • Kaynak.
  • Kaynak.

me'zuniyet-i kat'iye

  • Kat'i mezuniyet, kesin izin.

meahiz / meâhiz / مآخذ

  • Kaynaklar. (Arapça)

mearif / meârif

  • Kalb bilgileri. Çokluk şekli ma'rifet'tir.

meb'uc

  • Karnı delinmiş.

mebtun

  • Karnı hasta olan kimse.

meclis-i ihvan / meclis-i ihvân / مَجْلِسِ اِخْوَانْ

  • Kardeşler meclisi.
  • Kardeşler meclisi.

meclis-i vükela / meclis-i vükelâ

  • Kabine toplantısı. Bakanlar kurulu toplantısı.

mecmu-u kainat / mecmu-u kâinat

  • Kâinatın tamamı, bütünü.

mecmua-i kainat / mecmua-i kâinat

  • Kâinat kitabı.

mecmua-i kavanin / mecmua-i kavânîn

  • Kanunlar kitabı.

mecmuu kainat / mecmuu kâinat

  • Kâinatın tamamı, hepsi.

mecra açmak / mecrâ açmak

  • Kanal açmak.

medar-ı iltibas

  • Karıştırma sebebi.

medar-ı müfaharet

  • Karşılıklı övünç vesilesi, gurur sebebi.

medar-ı niza / medâr-ı nizâ

  • Kavga, çekişme sebebi.

medd

  • Kabarma, uzatma.

medenk

  • Kapı sürgüsü. Kilit. (Farsça)

medlul / medlûl / مدلول

  • Kanıt olarak gösterilen. (Arapça)

medmec

  • Kadeh.

mef'em

  • Karnı geniş olan kişi.

meferr

  • Kaçılacak yer.

mefhum / مفهوم / mefhûm / مَفْهُومْ

  • Kavram.
  • Kavram. (Arapça)
  • Mefhûm olmak: Anlaşılmak. (Arapça)
  • Kavram.

mefis / mefîs

  • Kaçacak yer.

mefkad

  • Kaybolacak yer.

mefkut

  • Kayıp, bilinmeyen.

mehaz

  • Kaynak.

mêhaz

  • Kaynak.

mehaz / مأخذ

  • Kaynak. (Arapça)

mehd-i uhuvvet

  • Kardeşlik beşiği.

mehmedcik

  • Kahraman ve mücahid mânasında Türk askerine verilen ünvandır.

mekke

  • Kabenin bulunduğu mukaddes şehir.

meksub / meksûb

  • Kazanılmış.

meksube / meksûbe

  • Kazanılan.

mektubat-ı kaderiye

  • Kaderle ilgili mektuplar.

melas

  • Kaypakça olmak.

melhed

  • Kabrin çukur açılacak yeri.

melhuk

  • Karışmış, kavuşmuş. İltihak etmiş.

melike / melîke

  • Kadın hükümdar. Hükümdar karısı. Kraliçe.
  • Kadın hükümdar.

meltut

  • Karışmış, mahlut.

memzuc / memzûc

  • Kaynaşmış, birbiri içine girmiş, karışmış.
  • Karışık.
  • Karışık, karışmış, mezc olmuş.

memzuç

  • Karışmış.

memzuc / ممزوج

  • Karışık. (Arapça)

menabi / menâbi / menâbî

  • Kaynaklar.
  • Kaynaklar.

menabi' / menâbi' / منابع

  • Kaynaklar. (Arapça)

menba / menbâ

  • Kaynak.
  • Kaynak.

menba' / منبع

  • Kaynak.
  • Kaynak. Nimetin veya herhangi bir şeyin çıktığı yer. Suyun çıktığı yer. Pınar.
  • Kaynak.

menşe / منشأ

  • Kaynak.

menşe' / مَنْشَأْ

  • Kaynak, esas.
  • Kaynak.

menvi / menvî

  • Kastedilen, murad edilen.

merbutiyet-i kalbiye

  • Kalp bağlılığı.

merdümgirizane

  • Kalabalıktan sıkılıp yalnızlık isteyerek.

merdümküş

  • Katil. Adam öldüren. İnsan katleden. (Farsça)

merhale

  • Kademe, aşama.

merhamet-i camia / merhamet-i câmia

  • Kapsamlı merhamet; her şeyi kuşatan şefkat.

merhamet-i mütekabile

  • Karşılıklı merhamet besleme.

merkez-i kalb

  • Kalbin merkezi.

merkez-i menba / merkez-i menbâ

  • Kaynağın merkezi.

merkez-i teşri'

  • Kanun yapma merkezi.

merve

  • Kâbe-i muazzamanın yakınında bulunan ve hacda, aralarında sa'y denilen ibâdetin yapıldığı iki tepeden biri.

meş'ale

  • Karanlıkları aydınlatmaya yarayan âlet; lâmba.

mesag-i kanuni / mesag-i kanunî

  • Kanunen izin ve ruhsat verilmiş.

mesall

  • Kabından çıkmış nesne.

meşc

  • Karıştırmak. Haltetmek.

mescid-i haram / mescid-i harâm

  • Ka'be-i muazzamanın etrâfında üstü açık olan câmi.

mesdud / mesdûd / مسدود

  • Kapalı, set çekili, tıkalı. (Arapça)

mesele-i kainat / mesele-i kâinat

  • Kâinatı ilgilendiren mesele.

meşher-i kainat / meşher-i kâinat

  • Kâinatın en büyük sergisi.

mesil / mesîl

  • Kanal, benzer.

meskub

  • Kalıba dökülmüş. Akıtılmış.

meslec

  • Karlık.

meslek-i uhuvvet / مَسْلَكِ اُخُوَّتْ

  • Kardeşlik mesleği.
  • Kardeşlik mesleği.

mesluk

  • Kaynamış.

mesmese

  • Karıştırmak.
  • Karışık ve mültebis olmak.

meşreb-i uhuvvetkarane / meşreb-i uhuvvetkârâne

  • Kardeşliği öngören hareket tarzı.

mess-i nisvan

  • Kadınlara dokunma.

mesturiyet / mestûriyet

  • Kapalılık, gizlilik.

mesturiyet-i nisvan

  • Kadınların örtünmesi.

meşub

  • Karışmış.

metalip / metâlip

  • Kaziyyeler, kàideler, ispat istemeyen konular.

metanet-i kalbiye

  • Kalb sağlamlığı.

mevacid / mevâcid

  • Kalbe gelen zevkler, vecdler (mânevî coşkunluk halleri).
  • Kalbe zevk veren hâller.

mevadd-ı kanuniye

  • Kanun maddeleri.

mevahib / mevâhib

  • Karşılıksız verilenler, ihsanlar.

mevcudat-ı alem / mevcudat-ı âlem

  • Kâinattaki varlıklar.

mevcudat-ı kainat / mevcudat-ı kâinat

  • Kâinattaki bütün varlıklar.

mevcudat-ı muntazama-i kainat / mevcudat-ı muntazama-i kâinat

  • Kâinattaki düzenli varlıklar.

mevhube

  • Karşılıksız olarak verilen; hibe edilen.

mevkib

  • Kafile, alay, kortej.
  • Kafile. Alay. Atlı veya yaya giden kafile. Cemaat.
  • Kafile, topluluk.

mevsul / mevsûl

  • Kavuşan, ulaşan, bitişen.

mevzua

  • Kabul edilmiş esas. İlk önce ele alınan fikir. Müsellem ve âşikâr olan kaziyye, hüküm.

mevzuat / mevzûât / مَوْضُوعَاتْ

  • Kanunlar, kaideler.

meylü't-tehaddi / meylü't-tehaddî

  • Karşı koyma meyli, eğilimi.

meyve-i alem / meyve-i âlem

  • Kâinatın meyvesi.

meyve-i baki / meyve-i bâki

  • Kalıcı, sonsuzluğa ait meyve.

meyyite

  • Kadın cenazesi.

mezar / mezâr

  • Kabir, ölünün gömüldüğü yer.
  • Kabir, ziyaret yeri.

mezaret

  • Kalbin şiddeti.

mezc / مزج / مَزْجْ

  • Katma. Karıştırma.
  • Karıştırma, birbiri içinde bütünleştirme.
  • Katma, karıştırma.
  • Karıştırma, katıştırma.
  • Karıştırma. (Arapça)
  • Karıştırma, katma.

mezc etmek

  • Kaynaştırmak, bütünleştirmek.

mezc olma

  • Karışma.

mezcen

  • Karıştırmakla. Katma suretiyle.

mezcetmek

  • Katmak. Karıştırmak.
  • Karıştırmak.

mezcetmek:

  • Karıştırmak. (Arapça - Türkçe)

mezci / mezcî

  • Katıp karıştırmakla alâkalı. Mezce dair.

mia-i galiz / miâ-i galiz

  • Kalınbağırsak.

mibree

  • Kalemtraş. Kalem açmağa yarıyan âlet.

mibza'

  • Kan almakta kullanılan âlet. Neşter.

micenn

  • Kalkan, siper.

midad-ı aklam / midâd-ı aklâm

  • Kalem mürekkebi.

mifsad

  • Kan almakta kullanılan âlet. Neşter.

mikleme

  • Kalemlik, kalem konacak âlet.

miktar-ı mukabil

  • Karşılığının bir miktarı, en ufak karşılık.

miktar-ı mukabili

  • Karşılığı olan miktarı.

mıkzaf

  • Kayık küreği.

mil-i berri / mil-i berrî

  • Kara mili. (1609 metre)

milezz

  • Katı, şiddetli, şedid.

milhafe

  • Kadının sokağa çıkarken giydiği manto ve ferâce gibi uzun geniş örtü.

mir'at-ı rahmet-i alem / mir'ât-ı rahmet-i âlem

  • Kâinatı kuşatan İlâhî rahmetin aynası.

mirgah

  • Kaymak alacak âlet.

misal-i rahmet-i alem / misal-i rahmet-i âlem

  • Kâinatı kuşatan İlâhî rahmetin misali, örneği.

mısbah / مصباح

  • Kandil. Çıra. Meş'ale. Lâmba. (Aya, güneşe, yıldızlara ve mecâzen de Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) bu isim verilmiştir.)Sabah ve sabahat maddesinden ism-i âlettir ki; sabah gibi lâtif ve kuvvetli aydınlık veren lâmba demektir.
  • Kandil. (Arapça)

mişkat / mişkât

  • Kandil, içinde lamba olan küçük hücre.

mismas

  • Karıştırmak.

mişmel

  • Kaftan altında götürüldüğü hâlde görünmeyen küçük kılıç.

mistar-ı kader

  • Kader şablonu.

misvat

  • Kazan kepçesi.

mitres

  • Kapı ardınca koydukları ağaç.

miyah-ı harre / miyah-ı hârre

  • Kaplıca suları gibi olan sıcak sular.

mizan-ı kaza / mîzân-ı kazâ / م۪يزَانِ قَضَا

  • Kaderde olan hükmün gerçekleşmesindeki belirleyici ölçü.

mizan-ı kaza ve kader / mizan-ı kazâ ve kader

  • Kazâ ve kader terazisi.

mızrak / مزراق

  • Kargı. (Arapça)

mü'min-i kalb-hüşyar

  • Kalbi uyanık mü'min.

mü'min-i kalb-i hüşyar

  • Kalbi uyanık mü'min.

mü'minat

  • Kadın mü'minler.

mü'teşeb

  • Karışmış, mahlut.

muadat

  • Karşılıklı düşmanlık, karşılıklı husumet.

muahat

  • Kardeşlik edinme.

muahede / muâhede

  • Karşılıklı yeminleşme, anlaşma. Devletler arasında andlaşma.
  • Karşılıklı and içme, antlaşma.

muallekatıseba / muallekatısebâ

  • Kâbe duvarına asılan yedi ünlü şiir.

muamele-i zevciye

  • Karı koca ilişkisi.

muanid / muânid

  • Karşı, zıt.

muaraza / معارضه / muâraza / مُعَارَضَه

  • Karşı gelme.
  • Karşı çıkma.

muarefe / muârefe

  • Karşılıklı görüşme, tanışma.

muareke / muâreke

  • Kavga.

muarız / muârız / معارض / مُعَارِضْ

  • Karşı gelen.
  • Karşıt, itirazcı. (Arapça)
  • Karşı çıkan.

muarız kalma

  • Karşı gelme, aykırı tavır sergileme.

muarız kalmak

  • Karşı gelmek, muhalif kalmak.

muarız olma

  • Karşı olma, karşı gelme.

muaşere

  • Karışmak.

mübagat

  • Kanunsuz evlenme.

mübahase / mübâhase / مُبَاحَثَه

  • Karşılıklı konuşma, fikir belirtme, sohbet.
  • Karşılıklı konuşma.

mübahese

  • Karşılıklı konuşma, bahse giriş.

mübareze etmek

  • Karşı koymak, çarpışmak.

mübarezekarane / mübarezekârâne

  • Karşı koyarcasına.

mübaşeret-i fahişe / mübâşeret-i fâhişe

  • Kadın ile erkeğin, çıplak olarak çirkin yerlerini birbiriyle sürtünmesi.

mübhem

  • Kapalı, belirsiz.

mübrem / مبرم

  • Kaçınılmaz olan. Vazgeçilmez olan. Acele yapılması lüzumlu bulunan. Elzem.
  • Kaçınılmaz, vazgeçilmez.
  • Kaçınılmaz, vazgeçilmez.
  • Kaçınılmaz, zorunlu. (Arapça)

mübremleşmek

  • Kaçınılmaz bir hal almak.

mübtehic-ül kalb

  • Kalbi mesrur olan. Sevinçli, memnun.

mübzi'

  • Kârı ve kazancı tamamen kendisine kalmak üzere birine sermaye veren.

mücab / mücâb

  • Kabul cevabı alan.

mücadele / mücâdele

  • Karşısındakinin câhilliğini veya haksızlığını ortaya koymak ve kendisinin akıl, fazîlet ve şeref bakımından üstün olduğunu isbât etmek için iki kişinin bir şey üzerinde tartışması.

mücamelet

  • Karşılıklı olarak iyi muamelede bulunma. Güzel ve hoş geçinme.

mücanebet

  • Kaçınma, uzak durma.

mücazebe

  • Karşılıklı birbirini çekme ve cezbetme.

mucib-i tetkik ve nakz

  • Kararı bozma ve tekrar araştırıp inceleme gerektirici durum, gerekçe.

mücmere

  • Katı ve sağlam.

mücna'

  • Kalkan.

mücrim

  • Kâfir. Günâhkâr.

müctenibane / müctenibâne

  • Kaçınırcasına, sakınırcasına.

müdahale / müdâhale / مداخله

  • Karışma.
  • Karışma, girme.
  • Karışma. (Arapça)

müdahale etme

  • Karışma.

müdakee

  • Kalabalık, izdiham, müzahame.

müddet-i ikamet

  • Kalış süresi.

müdire / müdîre

  • Kadın müdür.

müdkı'

  • Katı, şiddetli, şedid.

müdlehimm

  • Karanlık.

müdruz

  • Kapı üstünde veya sokak başında duran kimse.

müeddi-i niza

  • Kavgaya sebebiyet veren. Nizaya sebep olan.

müellefe-i kulub / müellefe-i kulûb

  • Kalbleri İslâm'a ısındırılmak istenenler. Kalblerine îmân yerleştirilmesi istenilen veya yeni îmân etmiş müslümanlar ve kötülükleri önlemek istenilen bâzı kâfirler olup, zekât verilen sekiz sınıftan biri iken hazret-i Ebû Bekr zamânında kendilerine zekât verilmesinin nesh yâni hükmünün kaldırıldığı

müf'am

  • Kabarmış ve yükselmiş su.

müfahare

  • Karşılıklı övünme.

müfettehatü'l-ebvab / müfettehatü'l-ebvâb

  • Kapıları açık.

müftasıd

  • Kan alan. Kan alıcı.

mugabese

  • Karıştırmak.

mugasmer

  • Kaba dokunmuş kötü bez.

mugassas

  • Kalıba dökülmüş.

mugazebe

  • Karşılıklı olarak birbirini kızdırıp gazaba getirme.

muğlak / muğlâk / مغلق

  • Kapalı, anlaşılması zor.
  • Kapalı, anlaşılması zor.
  • Karmaşık, çapraşık. (Arapça)

muğlakiyet / مغلقيت

  • Karmaşıklık, çapraşıklık. (Arapça)

mugliyy

  • Kaynamış çiçek, papatya veya ıhlamur suyu.

muhaddeb

  • Kamburlu, tümsekli, üstü yumru olan. Dürbin camı gibi yumru olan.

muhafaza-i şamil / muhafaza-i şâmil

  • Kapsamlı bir koruma.

muhafaza-i şamile / muhafaza-i şâmile

  • Kapsamlı bir koruma.

muhalaa / muhâlaa

  • Kadının mal karşılığı kocasına kendini boşattırması.

muhalefet / muhâlefet / مخالفت

  • Kabulsüzlük. Karşı durma. Uyuşmazlık. Zıt gitmek. Zıddiyet. Muvafık olmamak.
  • Karşı gelme, ayrı düşünme, uymama.
  • Karşıt olma, aykırılık.
  • Karşı gelme itâat etmeme, uymamak.
  • Karşı çıkma.
  • Karşı düşüncede olma. (Arapça)

muhalefet etme

  • Karşıt olma, aykırı davranma.

muhalif / muhâlif / مخالف

  • Karşı, zıt, aykırı, uymaz.
  • Karşı olan.

muhannens / مخنث

  • Kalleş. (Arapça)

muhannes

  • Kadınlaşmış erkek.
  • Kadınlaşmış erkek.

muhanneslik

  • Kadınlaşma işi.

muhannet / محنط

  • Kalleş. (Arapça)

müharebe

  • Kaçmak, firar.

muhasamet

  • Karşılıklı düşmanlık besleme.

muhassın

  • Kale gibi mahfuz ve sağlam kalan ve kendini haramdan koruyan.

mühavat

  • Katı yürümek.

muhaverat / muhaverât

  • Karşılıklı konuşmalar.

muhavere / muhâvere / مُحَاوَرَه

  • Karşılıklı konuşma.
  • Karşılıklı konuşma.

muhavere-i latife / muhâvere-i lâtife

  • Karşılıklı olarak yapılan güzel ve nükteli bir sohbet.

muhazat / muhâzât

  • Kadının aynı imâma uymuş olan erkeğin önünde veya hizâsında bulunması.

muhazreb

  • Katı bükülmüş ip.

muhibbe

  • Kadın sevgili. Kadın dost.

muhit / muhît

  • Kaplayan, kuşatan.

muhit-i enfüsi / muhit-i enfüsî

  • Kapsamlı olan kendi dünyası; kâinattaki bütün mükemmelliklerin ve olgun hâsiyetlerin kapsamlı bir nümunesi hükmünde olan kendi zâtı ve iç dünyası.

muhsın

  • Kale gibi mahfuz ve sağlam olan. Kendini haramdan saklayan.

muhtelit / مختلط

  • Karışmış. Karışık. Karma.
  • Karışmış, iç içe girmiş.
  • Karışmış.
  • Karışık. (Arapça)

muhtelit olma

  • Karışma.

muhteriz / محترز

  • Kaçınan, uzak duran. (Arapça)

muk'abe

  • Kadeh gibi çukur göbek.

mukabele / مقابله

  • Karşılık.
  • Karşılık verme.
  • Karşılık verme.

mukabele eden

  • Karşılık veren.

mukabele etmek / mukâbele etmek

  • Karşılık vermek.

mukabele-i bilmisil

  • Karşılaştığı aynı muameleyi sahibine iade etmek, o kimseye aynı muameleyi yapmak. Mukabil hareketi karşısındakine icra etmek.

mukabelesiz

  • Karşılık vermeksizin.

mukabeleten

  • Karşılık olarak.
  • Karşılık vererek.

mukabil

  • Karşılık.
  • Karşılık olan. Karşı taraf. İvaz, bedel, karşılığı.

mukàbil

  • Karşılık.

mukabil / mukâbil / مقابل

  • Karşılık.
  • Karşı olan.

mukabildir

  • Karşı karşıyadır, karşısındadır.

mukabilinde

  • Karşılığında.

mukàbilinde

  • Karşılığında.

mukabilsiz

  • Karşılıksız.

mukadder / مقدر

  • Kader ile belirlenmiş.
  • Kaderde belli.

mukadderat / mukadderât

  • Kader ile belirlenenler.

mukadderat-ı kainat / mukadderât-ı kâinat

  • Kâinatın plânları, programları.

mükafele / mükâfele

  • Karşılıklı olarak birbirine kefil olma.

mukaffa

  • Kafiyeli, kafiyelenmiş. Birbirini tâkib eden.
  • Kafiyeli.

mükafil / mükâfil

  • Karşılıklı kefillerden herbiri.

mükaleme / mükâleme / مُكَالَمَه

  • Karşılıklı konuşma.
  • Karşılıklı konuşma. Anlaşma. Müzakere. Muhavere. Söyleşme.
  • Karşılıklı konuşma.

mükaleme-i kalbi / mükâleme-i kalbî

  • Kalpten konuşma.

mükaleme-i kudsiye / mükâleme-i kudsiye

  • Karşılıklı kutsal konuşma.

mukallef

  • Kalafatlanmış, taklif edilmiş.

mukanat

  • Karıştırmak.

mukannen / مُقَنَّنْ

  • Kanunla belirlenmiş, düzenli.
  • Kanunla belirli.

mukannin

  • Kanun yapan. İntizama koyan. Kanun tertib ve ihdas edici olan.
  • Kanun koyan.
  • Kanun koyan, düzenleyen.

mukaraza

  • Kazanca ortak olup zararı sermâyeye ait olmak üzere bir kimseye belirli bir miktar sermaye verme.

mukarrer

  • Kararlaşmış. Takrir edilmiş. Karar verilmiş. Kat'i. Şek ve şüpheden beri olan. Muhakkak ve müsellem olan. Anlatılmış. Bildirilmiş.
  • Kararlaşmış.

mukarrerat / mukarrerât / مقررات

  • Kararlaştırılan şeyler, kararlar.
  • Kararlar. (Arapça)

mükaşefe / mükâşefe

  • Kalb gözü ile görmek.

mukavemet / مقاومت

  • Karşı durmak, dayanmak. Karşı koymak. Muhalefetle kıyam etmek.
  • Karşı koyma, direnme. (Arapça)
  • Mukavemet etmek: Karşı koymak, direnmek. (Arapça)

mukavemet-suz / mukavemet-sûz

  • Karşı konulmaz.

mukavemetsiz

  • Karşı konulmaz, direnilmez.

mukavim / مقاوم

  • Karşı koyan, direnen, dirençli. (Arapça)

mukavves

  • Kavisli, eğrilmiş.

mukavvis

  • Kavisli, eğri.

mukayed

  • Kayıtlı, kaydedilmiş.

mukayese / مقايسه

  • Karşılaştırma.
  • Karşılaştırma.

mukayyed

  • Kayıtlanmış, bağlanmış; mutlak olmayan, bir sıfat, hâl, gâye veya şarta bağlı olan lafız (söz).
  • Kayıtlı, sınırlı.
  • Kayıtlı, bağlı, sınırlı.

mukayyet

  • Kayıtlı, sınırlı.

mukayyi

  • Kay ettiren, kusturan.

mukayyid

  • Kayd eden. Kayıt me'muru. Kayıt takan.

mükteseb / مكتسب

  • Kazanılmış.
  • Kazanılmış. (Arapça)

mükteseb hak

  • Kazanılmış, ele geçirilmiş, elde edilmiş hak.

müktesebe / مكتسبه

  • Kazanılmış. (Arapça)

mukteza-yı seciye

  • Karakter ve yaratılışın gereği.

mülaane

  • Karşılıklı beddua etme, ilenme, lânet etme.

mülabeset / mülâbeset

  • Karışma, münasebet, iki şeyin karıştırılarak birbirine benzetilmesi.
  • Karışma, bulaşma.

mülakat / mülâkat

  • Kavuşma, konuşma.
  • Karşılıklı görüşme.

mülakāt / mülâkāt / مُلَاقَاتْ

  • Kavuşma, buluşma.

mülaki / mülâkî / مُلَاق۪ي

  • Kavuşan, görüşen.

mülatefe / mülâtefe

  • Karşılıklı lâtifede bulunma, espiri yapma.

mülga / ملغا

  • Kaldırılmış, terkedilmiş.
  • Kaldırılmış.
  • Kaldırılmış. (Arapça)

mülhak

  • Katılmış.

mülhem

  • Kalbe doğmuş. Allahın, ilham ile kalbe bildirdiği.

mülhim

  • Kalbe feyiz veren, ilham eden Allah (C.C.)

mültebis / مُلْتَبِسْ

  • Karıştırmış, yanılmış.
  • Karıştırılan.

mülteka

  • Kavuşma yeri, kavşak.

mültezem

  • Kâbe-i muazzamanın kapısı ile Hacer-ül-esved denilen mübârek siyah taş arasında kalan Kâbe duvarı.

mültezim

  • Kabul edip bağlanan.

mümalata / mümâlata

  • Karşılıklı şiir söyleme.

mümanea / mümânea

  • Karşılıklı menetme, ruhsat vermeyip önleme.
  • Karşılıklı engelleme.

mümazeka

  • Karışmak.

müminat / müminât

  • Kadın müminler.

mümtezic / مُمْتَزِجْ

  • Kaynaşmış.

mümtezicen

  • Karışmış olarak. Birbirine tamamen uyar bir hâlde.
  • Kaynaşmış olarak.

münaferet / münâferet

  • Karşılıklı nefret.

münakale

  • Karşılıklı iletişim, etkileşim, alış-veriş.

münazara / münâzara

  • Karşılıklı konuşmak. İlmî ve kaideye uygun olarak yapılan münakaşa. Mübahese.
  • Karşılıklı fikir alışverişi, ilmi tartışma.

münevver

  • Kalbi aydınlanmış, mânevî kirlerden ve paslardan temizlenmiş.

münkabız

  • Kabız hâli, tutukluluk.

münker

  • Kabirdeki sual meleklerinden biri.

münker ve nekir

  • Kabirde suâl soran melekler.

münkesir-ül kalb

  • Kalbi kırılmış. İncitilmiş, gücenmiş.

münkir-i sani / münkir-i sâni

  • Kâinatı san'atla yaratan Cenâb-ı Hakkı inkâr eden.

münşeat

  • Kaleme alınmış şeyler. Nesir yazılar. Mektublar.

münzelik

  • Kaygan, kaypak.

müphem

  • Kapalı, örtülü, belirsiz.

mur / mûr / مور

  • Karınca. Neml. (Farsça)
  • Karınca. (Farsça)

murabba

  • Kare.

murad etmek

  • Kastetmek.

murane

  • Karıncavâri, karınca gibi. (Farsça)

mürebbi-i dil / mürebbî-i dil

  • Kalbi ıslah ve terbiye eden.
  • Kalbi, gönlü terbiye eden.

müreccil

  • Kazancı.

mürekkebat-ı müteşabike-i mütesaide-i kainat / mürekkebat-ı müteşâbike-i mütesâide-i kâinat

  • Kâinatta bir ağ gibi birbirine bağlanarak gittikçe genişleyen terkipler, bileşikler.

mürhe

  • Karışmamış, saf, katıksız.

mürtefid

  • Kazanan, faydalanan, edinen.

müsabaka

  • Karşılıklı yarışma. Hangisinin ileride olduğunu anlamak için yapılan tecrübe, imtihan. Bir şeyde derece anlama için iki veya daha çok şahıslar arasında bazı şartlarla yapılan tecrübe.

musaberet

  • Karşılıklı sabır. Sabırlılık. Katlanmak.

musaddak-kerde-i erbab-ı basiret

  • Kalp gözü açık basiret sahipleri tarafından tasdik ve kabul edilmiş.

müsadere / müsâdere / مُصَادَرَه

  • Kanunen el koyma.

musahabe / musâhabe

  • Karşılıklı sohbet etme, konuşma.

musahabet

  • Karşılıklı sohbet.

müşahedat / müşâhedât

  • Kalb gözüyle görmeler veya bu yolla görülen şeyler. Müşâhede kelimesinin çoğuludur.

müşahhat

  • Kavga, niza, çekişme.
  • Kavga etmek, niza etmek, çekişmek.

musahibe

  • Kadın musâhib. Kadın arkadaş.

musalaha

  • Karşılıklı anlaşmak. Barışmak. Sulh akd etmek.

müsalemet / müsâlemet

  • Karşılıklı barış içinde olma.

musammem / مُصَمَّمْ

  • Kararlaştırılmış, hakkında karar verilmiş.
  • Kararlaştırılmış.

müsenna / müsennâ

  • Kat kat.

müsevved

  • Karalanmış.

müşevveş / مشوش / مُشَوَّشْ

  • Karmakarışık, anlaşılmaz, düzensiz.
  • Karışık. (Arapça)
  • Karışık.

müşevveş etme

  • Karıştırma.

müşevveşiyet / مُشَوَّشِيَتْ

  • Karışıklık.
  • Karışıklık, karmakarışık vaziyet.
  • Karışıklık, dağınıklık.
  • Karışıklık.

müşevviş

  • Karıştıran, anlaşılmaz ve içinden çıkılmaz hâle koyan.

müşkil istiare

  • Kapalı istiare; içinde "kendisine benzetilen"in bizzat yer almadığı ancak ona işaret edilen bir istiare.

müslimat / müslimât

  • Kadın müslümanlar.
  • Kadın Müslümanlar.

müstaid / مُسْتَعِدْ

  • Kābiliyetli.

müstait

  • Kabiliyetli, yetenekli.

müstakar

  • Kararlı.

müstakzer

  • Kazurat hâline gelmiş, pis.

müstebdı'

  • Kazancı, kârı kendine yani veren kişiye âit olmak üzere sermaye verilen kimse.

müstecab

  • Kabul edilen.
  • Kabul gören.

müstecap olan

  • Kabul edilen, cevap verilen.

müstekar

  • Karar kılan, yerleşen, sabit.

müştemil

  • Kavrayan, saran, içine alan. Büsbütün örten.

müştemilat / müştemilât

  • Kaplanan şeyler, içeriye alınanlar.

müstenkif

  • Kaçınan, çekimser.

müstenşie

  • Kâhinlik yapan kadın.

mutabaat

  • Karşılıklı anlaşma. Uyma tâbi olma. Bir şeye uyup muvafakat etme.

mütamettia

  • Kâr eden, kazanan, kârlı. (Doğrusu: Mütemettia)

mütareke / mütâreke / مُتَارَكَه

  • Karşılıklı ateşkes.

mütarik

  • Karşılıklı olarak terkeden, bırakan. Mütâreke eden.

müteammid

  • Kasteden, kasden yapan. Tasarlıyarak yapan.

mütearife / müteârife / متعارفه

  • Kanıtlanmak gerektirmeyecek kadar açık. (Arapça)

mütearris

  • Karısına sevgisini bildiren.

mütebaki / متباقى

  • Kalan, geriye kalan. (Arapça)

mütecavib

  • Karşılıklı cevap veren.

mütehaddib

  • Kamburlaşan. Kambur olan.

mütehalhıl

  • Kabarmış veya kabartılmış olan. Açılıp parçaları ayrılmış olan.

mütehallit

  • Karışan, karışık olan, tahallüt eden.

müteharhır

  • Karnı büyük olanın karnının oynaması, sallanması.

mütehasım

  • Karşılıklı düşmanlık eden; karşılıklı olarak dâvâ eden.

mütekabil / mütekâbil / متقابل

  • Karşılıklı, bir diğerinin karşısında.
  • Karşılıklı.
  • Karşılıklı.
  • Karşılıklı. (Arapça)

mütekabile / mütekâbile / متقابله

  • Karşılıklı olan.
  • Karşılıklı davranış veya vaziyet.
  • Karşılıklı. (Arapça)

mütekabilen / mütekâbilen / متقابلا

  • Karşılıklı olarak, karşı karşıya.
  • Karşılıklı olarak. (Arapça)

mütekabiliyet

  • Karşılıklı vaziyet, karşılıklı durum.

mütekalkıl

  • Kararsız, şüpheci, endişeli.

mütekatı'

  • Karşılıklı kesişen, birbirini kesen.

mütekebkib

  • Kaftanına bürünmüş.

mütenemmil

  • Karınca gibi kaynaşan.

mütereddid / مُتَرَدِّدْ

  • Kararsız.

mütereddit

  • Kararsız, şüpheye düşmüş.

mütesallib

  • Katılaşmış.

müteşettit / متشتت

  • Karışık, dağınık. (Arapça)

müteseyyibane / müteseyyibâne

  • Kayıtsız davranarak, aldırış etmiyerek, duymazdan gelerek. (Farsça)

mütevacihen

  • Karşılaşarak, karşı karşıya olarak. Yüz yüze gelerek, yüzleşerek.

mütezahim / mütezâhim

  • Kalabalıktan sıkıntı çeken.

mütezendik

  • Kâfir olan. Zındık olan.

mutlak

  • Kayıtsız, sınırsız; teklik, çokluk veya nitelik gibi şeylere bakılmaksızın kullanıldığı mânâya delâlet eden lâfız; kitap kelimesi gibi.
  • Kayıtsız, şartsız. Teklik, çokluk veya herhangi bir vasıf ile kayıtlı olmayan, delâlet ettiği (gösterdiği) fertlerden (şeylerden) her hangi birini ifâde eden lafız (söz).

mutlakıyyet

  • Kayıtsız şartsız bir hükümdarın idaresi altında bulunan hükümet şekli.

mutmein

  • Kalben inanma.

muvacehe / muvâcehe / مواجهه

  • Karşı, ön, yüz yüze geliş.
  • Karşı, ön, yüzleşme.
  • Karşı, yüzyüze. (Arapça)

muvacehesinde

  • Karşısında, önünde, çerçevesinde.

muvaceheten

  • Karşı karşıya. Yüz yüze.

muvasalat / muvâsalât

  • Kavuşmalar, ulaşmalar.

müvasebe

  • Kaşkışmak, sıçramak.

muvazene etmek

  • Karşılaştırmak; dengeye getirmek.

muvazene-i kainat / muvazene-i kâinat

  • Kâinattaki denge ve ölçü.

muvazene-i mevcudat

  • Kâinattaki varlıkların ölçü ve denge içinde olması.

muzaaf / muzâaf / مُضَاعَفْ

  • Katmerli, kat kat.
  • Kat kat.

muzaaf aşk

  • Kat kat, şiddetli aşk.

muzaaf ihtiyaç

  • Kat kat, şiddetli ihtiyaç.

muzaaf iştiyak

  • Kat kat, şiddetli özlem.

muzaaf meyil

  • Kat kat, şiddetli eğilim.

muzaf

  • Katılmış, bağlanmış, bağlı.

muzaffer

  • Kahraman. Gâlip gelmiş. Başarmış. Muvaffak olmuş. Zafer kazanmış, zafer kazanan.

muzafferiyet-i kalbiye

  • Kalple kazanılan mânevî zafer.

müzahemet / müzâhemet

  • Karşılıklı olarak sıkıntı ve zahmet verme.

müzakere

  • Karşılıklı fikir alışverişi, görüşme.

muzalla'

  • Kabuğu üzerinde beş dilim olan kavun.

muzarreb

  • Kaba dikişli kaftan.

müzdehimgah / müzdehimgâh

  • Kalabalık yer. (Farsça)

müzdelife

  • Kâbede mukaddes bir yer.

müzebzib

  • Karıştıran. Karmakarışık eden.

müzeyyelen

  • Kâğıdın altına, ek karşılığı yazılarak.

muzlim / مظلم / مُظْلِمْ

  • Karanlık.
  • Karanlıklı.
  • Karanlık. (Arapça)
  • Karanlık.

muztali'

  • Kavi, kuvvetli kimse.

na'b

  • Karga veya horoz ibiği.

na-güşade

  • Kapalı, açılmamış. (Farsça)

na-kabul

  • Kabiliyetsiz, istidatsız. (Farsça)

na-kafi / na-kâfi

  • Kâfi olmayan. Yetersiz, kâfi değil. (Farsça)

nafize

  • Karından vurulup arkaya çıkmış olan yara.

nahil

  • Kalburcu.

nahuda / nâhudâ / ناخدا

  • Kaptan. (Farsça)

nahvi lisan / nahvî lisan

  • Kaidelere bağlı olan çok tertibli, ince ve geniş mânâlı lisan.

naib

  • Karga gibi çirkin sesli kuşların ötüşü.

nakıs temizlik / nâkıs temizlik

  • Kadının âdetinin kesilmesinden sonra on beş gün devâm etmeyen veya âdet müddeti içinde kan görmediği günler.

nakizeyn

  • Karşılıklı iki zıt şey.

nakl-üd dem

  • Kan aktarma.

nakş-bendi / nakş-bendî

  • Kalbde zikir yoluyla, tefekkür ile İlâhî sevgiyi, uyanıklığı nakşa çalışan mânâsiyle, Şeyh Bahâüddin Nakş-bendî nâmındaki azîm bir velinin kurduğu ve en ziyade hafî zikre dayanan tarikata mensub olan. (Silsile-i Nakşî'nin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbanî (R.A.) Mektubat'ında demiş ki: "Ha (Farsça)

nakş-ı kader

  • Kader yazısı, nakşı.

nakş-ı kalem

  • Kalemin nakşı.

nakş-ı kilki / nakş-ı kilkî

  • Kalemin ucuyla yapılan nakış.
  • Kalemle yapılan nakış.

nameşru / nâmeşru

  • Kanunî ve yasal olmayan.

namık

  • Kâtib, yazıcı.

namus / nâmus / نَامُوسْ / nâmûs

  • Kanun, düstur.
  • Kânun, nizam.
  • Kânun, nizam.

napayidar / nâpâyidar / ناپایدار

  • Kalıcı olmayan. (Farsça)

nayin

  • Kamıştan yapılmış, sazdan yapılmış. (Farsça)

nazar-ı şari' / nazar-ı şâri'

  • Kanun koyucu olan Allah'ın nazarı.

nazzam-ı kevn / nazzâm-ı kevn

  • Kâinata ve bütün varlık âlemine düzen veren Allah.

ne-şebperestem

  • Karanlık ve zulümatı seven ve isteyen değilim.

neba

  • Kaynak olma, fışkırma.

nebean / nebeân

  • Kaynayıp yerden çıkmak. Pınar suyunun çıkışı. Fışkırmak.
  • Kaynama, akma.
  • Kaynayıp çıkma.

necadet

  • Kahramanlık, efelik, yiğitlik.

necaset-i kalile

  • Katı şeylerden ise miskalden; sıvı ise el ayası sahasından geniş olan necaset, namaza mânidir. Bu miktardan fazlası necaset-i galizadır.

necm-i sakıb / necm-i sâkıb

  • Karanlığı delerek geçen parlak yıldız.

necm-i sakıp / necm-i sâkıp

  • Karanlığı delip geçen parlak yıldız.

necmisakıb

  • Karanlığı delen parlak yıldız.

nef u zarar

  • Kâr ve zarar.

nefit

  • Kaynamak, galeyan.

nefs-i natıka-i kainat / nefs-i nâtıka-i kâinat

  • Kâinatın konuşan ruhu anlamında Peygamber Efendimiz (a.s.m.).

nefy-i sani / nefy-i sâni

  • Kâinatın san'atkârı olan Allah'ı reddetme, yok sayma.

nehbe

  • Kapmak.

nehide

  • Kalın kaymak.

nekir / nekîr

  • Kabirde suâl soran meleklerden biri.
  • Kabirdeki sual meleklerinden biri.

neml / نمل

  • Karınca.
  • Karınca.
  • Karınca.
  • Karınca. (Arapça)

neş'et / نشئت

  • Kaynaklanma, ileri gelme, doğma, doğuş. (Arapça)
  • Neş'et etmek: Kaynaklanmak, ileri gelmek. (Arapça)

neşet eden

  • Kaynaklanan.

neseviyyet

  • Kadınlık.

nesh

  • Kaldırma, hükümsüz bırakma.

nesil

  • Kazıldığında çıkan kuyu toprağı.

neşiş

  • Kaynayan şeyden çıkan ses.

netice-i hilkat-i kainat / netice-i hilkat-i kâinat

  • Kâinatın yaratılışının neticesi.

netice-i karar

  • Kararın sonucu.

nev-i kainat / nev-i kâinat

  • Kâinattaki herbir tür.

nevakıs-ı kanuniye

  • Kanunî noksanlık, yasal eksiklik.

nevamis / nevâmis

  • Kanunlar, yasalar.

neydelan

  • Kâbus denilen ağırlık ki uyku arasında olur.

neyistan

  • Kamışlık, sazlık. (Farsça)

neypare

  • Kamış parçası. (Farsça)

neyseb

  • Karıncaların birbirine bitişerek yol almaları.

neyzar

  • Kamışlık, sazlık. (Farsça)

nezd

  • Kat, huzur, göre, fikrince.

nezzam-ı hakiki / nezzam-ı hakikî

  • Kâinatın ve bütün varlık âleminin gerçek düzenleyicisi ve düzen koyucusu olan Allah.

nicaf

  • Kapının üst eşiği.

nigahdaşt / nigâhdâşt

  • Kalbde yalnız Allahü teâlâyı anıp, O'ndan başka her şeyi unutma hâlinin devâmını muhâfaza.

nisa / nisâ / نسا

  • Kadınlar.
  • Kadınlar.
  • Kadın, hanım.
  • Kadınlar. (Arapça)

nisa taifesi / nisâ taifesi

  • Kadınlar topluluğu.

nisaen / nisâen

  • Kadınlar olarak.
  • Kadın olarak.

nisvan / nisvân / نسوان

  • Kadınlar. (Arapça)

niyet

  • Kasıt, amaç.
  • Kalbin bir işe yönelmesi.

niyet-i içtinab

  • Kaçınma, sakınma niyeti.

niyyet

  • Kasd etme, kalbin bir şeye yönelmesi. İbâdetleri, emre itâat ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için yaptığını kalbinden geçirmek.

niza / nizâ / نزاع

  • Kavga, çekişme.
  • Kavga, çekişme. (Arapça)

niza etme / nizâ etme

  • Kavga etme, uyuşmama.

nizam-ı alem / nizam-ı âlem

  • Kâinatta Allah'ın koyduğu umumi nizam.

nizam-ı hilkat-i alem / nizam-ı hilkat-i âlem

  • Kâinatın yaratılışındaki düzen.

nizam-ı kaderi / nizam-ı kaderî

  • Kader ölçüsü.

nizam-ı kainat / nizam-ı kâinat

  • Kâinattaki düzen.

nizam-ı kamil-i kainat / nizam-ı kâmil-i kâinat

  • Kâinattaki mükemmel düzen.

nizam-ı kanun

  • Kanun düzeni.

nizam-ı kevn

  • Kâinattaki düzen.

nizamat-ı kainat / nizâmât-ı kâinat

  • Kâinattaki düzenler.

nizamat-ı külliye / nizâmât-ı külliye

  • Kapsamlı ve her yerde geçerli olan düzenler.

nokta-i camia / nokta-i câmia

  • Kapsamlı bir nokta.

nokta-i iltisak

  • Kavuşma noktası, birleşme noksatı.

nokta-i muzlim

  • Karanlık nokta.

nuhl

  • Karşılıksız hediye ve hibe.

nur-i kasd

  • Kasd ve irâdenin nuru. Kasd ve iradeden gelen parlaklık. Bir istek ve kasıtla yapıldığına âit alâmet ışığı.

nur-u ayn-ı alem / nur-u ayn-ı âlem

  • Kâinatın gözünün nuru.

nur-u berzah

  • Kabir hayatının aydınlığı.

nur-u kabir

  • Kabri mânevî olarak aydınlatan ışık.

nur-u kalb / nûr-u kalb

  • Kalp nuru.
  • Kalbin nuru, kalb aydınlığı.

nur-u rahmet-i alem / nur-u rahmet-i âlem

  • Kâinatı kuşatan İlâhî rahmetin bu asırda yansıyan nuru.

nüşuz / nüşûz

  • Kadının kocasına kafa tutup isyan edici bir durum almasıdır. Güya kendisini yüksek sayıp itaatını kaldırmış olur.
  • Kadının kocasına itaat etmemesi.

pa-çile

  • Karda yürüyüp yol açmak gayesiyle ayağa giyilen bir çeşit ayakkabı. (Farsça)

paluş

  • Karışık. (Farsça)

papa

  • Katolik mezhebine mensûb hıristiyanların en yüksek rûhânî (dînî) lideri.

pasuh

  • Karşılık, cevap. (Farsça)

paydar / pâydâr / پایدار

  • Kalıcı, sağlam, sürekli, devamlı. (Farsça)

payidar / pâyidâr / pâyidar / پایدار

  • Kalıcı, kalımlı.
  • Kalıcı, sağlam, sürekli, devamlı. (Farsça)

peçe

  • Kadınların tesettür için yüzlerine örttükleri tüle benzer örtü.

pençe-i kahr

  • Kahir pençesi. Mahveden el.
  • Kahır pencesi; haksız yere uygulanan şiddet.

per

  • Kanat. (Farsça)

per-aver

  • Kanat açan, kanat açıcı. Keskin uçan. (Farsça)

perçem

  • Kakül, zülüf.

perdedar / پرده دار

  • Kapı görevlisi. (Farsça)

pervaz ü perdaz / pervâz ü perdâz

  • Kanat çırparak uçan.

pesavend

  • Kafiye. (Farsça)

peyda etmek / peydâ etmek

  • Kazanmak, elde etmek.

peygamber-i azimü'l-kadr / peygamber-i azîmü'l-kadr

  • Kadri yüce olan peygamber.

peymane / peymâne / پيمانه

  • Kadeh.
  • Kadeh. (Farsça)

peymane-şikest

  • Kadehi kırık. (Farsça)

pezira

  • Kabul eden. (Farsça)

pezire

  • Karşılama, karşılayış. (Farsça)

peziriş

  • Kabul edilmiş. Kabul ediş. (Farsça)

piç-a-piç

  • Karma karış, pek dolaşık, kıvrım kıvrım. (Farsça)

piçide

  • Karışmış, bükülmüş, kıvrılmış. (Farsça)

piyale

  • Kadeh. Şarap bardağı. (Farsça)

pujine

  • Kantar. (Farsça)

pülpül

  • Karabiber. (Farsça)

pür-hun

  • Kan içinde. Kan dolu.

pürhun / pürhûn / پرخون

  • Kan dolu, kanlı. (Farsça)

ra'd-ı kaza

  • Kaza yıldırımı, kaza şimşeği.

rabbat

  • Kadınların efendileri, sâhipleri, kocaları.

rabbu'l-berri ve'l-bahr

  • Karaların ve denizlerin Rabbi olan Allah.

rabıta-i kalbiye

  • Kalbî bağ, kalp bağı.

rabt-ı kalb

  • Kalb bağlama, gönül bağlama.

rahat-ı kalb

  • Kalb rahatlığı, kalbin huzurlu ve tasasız oluşu.

rahibe / râhibe

  • Kadın rahib.
  • Kadın râhib. Hiç evlenmeyen, yalnız ve bekâr olarak yaşayan, kilisede ibâdetle meşgûl olan görevli kadın.
  • Kadın rahip.

rahyan

  • Kaburganın omuz kemiği ile bitişmesi.

rak'

  • Kaftana yama vurmak. Elbiseyi yamamak.

rapt-ı kalb

  • Kalben bağlanma.

rasaf

  • Kaldırım. Kaldırım taşları.

rassas

  • Kalaycı.

rebk

  • Karıştırmak.

red

  • Kabul etmeme.

redd-i müdahale / redd-i müdâhale / رَدِّ مُدَاخَلَه

  • Karışmayı reddetme.

reddedilme

  • Kabul edilmeme.

ref

  • Kaldırma.

ref'-i cidal

  • Kavga ve çekişmeye son verme.

ref'i kabil

  • Kaldırılması mümkün.

refetmek

  • Kaldırmak.

refl

  • Kaftanını uzun diktirip yürürken eteklerini çekip sallamak.

rehhas

  • Kârgir bina yapan.

reis-i kabile

  • Kabile reisi.

remiz

  • Kapalı söyleyiş, işaretle anlatma.

remz-i hikmet-i kainat / remz-i hikmet-i kâinat / remz-i hikmet-i kâinât / رَمْزِ حِكْمَتِ كَائِنَاتْ

  • Kâinattaki hikmetin ince işareti.
  • Kâinatın yaratılışındaki gayenin ince işareti.

remz-i kader / رَمْزِ قَدَرْ

  • Kader işareti.
  • Kaderin ince işareti.

reşahat-i kalem

  • Kalem sızıntısı, kalemden dökülen fikirler, yazılar.

retc

  • Kapıyı sürgülemek. Kapının kilitlenmesi.

retn

  • Karıştırmak.

revabıt-ı kevniye / revâbıt-ı kevnîye

  • Kâinatla irtibatlı meseleler, kâinatla ilgili bağlar.

revak-ül ayn

  • Kaş.

ribac

  • Kanatlarının ortasında küçük kapısı bulunan büyük kapı.

rıbh

  • Kâr, kazanç.

ribh

  • Kazanç, kâr.
  • Kazanç.

rihat

  • Kayış yapımında kullanılan deri.

rikkat

  • Kalb inceliği ve yumuşaklığı.

rikkat-i kalb

  • Kalb rikkati, kalb yufkalığı.

rindi / rindî

  • Kalenderlik, rindlik, aldırışsızlık. (Farsça)

riş

  • Kabuk, yara.

risale-i camia / risale-i câmia

  • Kapsamlı risale, kitapçık.

riyazetü'l-kalb

  • Kalb eğitimi.

rıza-i kalb

  • Kalb hoşnutluğu.

rızadade / rızadâde

  • Kabul eden.

rizam

  • Kabile, kavim, topluluk.

ru-siyah

  • Kara yüzlü. Ayıbı olan. (Farsça)

rüba

  • Kapan, çalan, alan (mânâsına birleşik kelimeler yapılır). Meselâ: Dil-rüba : Gönül kapan, gönül alan. İz'an-rüba : Aklı alan, hayret veren. (Farsça)

rubban

  • Kaptan.

rübude

  • Kapılmış, kapılan. (Farsça)

rükn-i hacer-ül-esved

  • Kâbe'de Hacer-ül-esved'in bulunduğu köşe.

rükn-i ıraki / rükn-i ırâkî

  • Kâbe'nin Bağdâd'a karşı olan köşesi.

rükn-i şami / rükn-i şâmî

  • Kâbe'nin Şam'a karşı olan köşesi.

rükn-i yemani / rükn-i yemânî

  • Kâbe'nin Yemen tarafında olan köşesi.

ruşendil

  • Kalbi nurlanmış. Kâmil ve çok temiz dindar.

rüşvet

  • Kanunen bir iş gördürmek gayesi ile vazifeli olan kimseye, gayr-i meşru olarak verilen para vesâir menfaat ve fayda.

rütbe-i kabiliyet

  • Kabiliyet rütbesi, derecesi.

rütbe-i makbuliyet

  • Kabul edilme derecesi.

ruzban

  • Kapıcı. (Farsça)

sa'y-i dimaği / sa'y-i dimağî

  • Kafa çalışması, fikrî çalışma.

sabbur

  • Katı, şiddetli, şedid.

sabit-kadem / sâbit-kadem

  • Kararlı.

sadat-ı kabile

  • Kabilenin ileri gelenleri.

sade-dil / سَادَه دِلْ

  • Kalbi safi olan.

sadedil

  • Kalb sâfi, derin mes'elelere aklı ermeyen insan. Temiz kalbli olup, kolayca aldatılabilen kimse. (Farsça)

sadef

  • Kap, kabuk.

sadıh

  • Kavi, sağlam, kuvvetli.

sadır

  • Kalp, göğüs.

saf / sâf

  • Katkısız, duru, temiz, bön.

safa ve merve / safâ ve merve

  • Kâbe-i muazzamanın yakınındaki iki tepenin adı. Hac ve umre esnâsında sa'y denilen hac vazîfesini yaparken Safâ tepesinden sonra Merve tepesine gidilir.

safa-yı kalb

  • Kalbin safiliği, temizliği.

safderunane

  • Kalbi safi olanlara ve kolay aldananlara yakışır surette. (Farsça)

safdilane / sâfdilâne

  • Kalbi saf biri gibi, safça.

safi / صافي

  • Katıksız.

safiyy-ül kalb

  • Kalbi temiz.

safizm

  • Kadının kadına şehvetle bakması ve dokunması. Kadınlar arasındaki homoseksüellik.

safvet-i kalb

  • Kalbin saflığı, temizliği.

sagar / sâgar / ساغر

  • Kadeh, içki kadehi. (Arapça)

sahaif-i kainat / sahaif-i kâinat

  • Kâinatın sayfaları; görünen bir Kur'an olan kâinattaki varlıklar ve hâdiseler.

sahari / saharî

  • Kaya cinsinden. Kaya ile alâkalı.

şahbal / شاهبال

  • Kanattaki en uzun tüy. (Farsça)

sahib-i arş-ı azam / sahib-i arş-ı âzam

  • Kâinatın payitahtı ve merkezi olan büyük Arşın sahibi.

sahib-i şeriat / sâhib-i şeriat

  • Kanun koyucu; şeriat sahibi; Peygamber efendimiz.

sahife-i kader

  • Kader sayfası.

sahife-i kevn ve vücud

  • Kâinat kitabındaki yaratılmış, varlıklar sayfası.

sahife-i mukadderat

  • Kader sayfası; Allah tarafından takdir edilen şeylerin yazılı bulunduğu sayfa.

sahife-i zulmaniye / sahife-i zulmâniye

  • Karanlık sayfa.

sahr / صخر

  • Kaya. (Arapça)

sahra-yı alem / sahrâ-yı âlem

  • Kâinat çölü.

sahre / صخره

  • Kaya. (Arapça)

sahtdil

  • Katı yürekli. (Farsça)

sakam-ı kalbi / sakam-ı kalbî

  • Kalp hastalığı.

salabet / salâbet

  • Katılık, sağlamlık, merdane tavır.

salahdem

  • Katı, şiddetli, şedid.

salahdi

  • Kavi, sağlam, dayanıklı ve muhkem.

salar / sâlâr

  • Kafile veya kabile reisi. Baş. Başkan. Reis. En büyük âmir. Başkumandan. (Farsça)

salih

  • Kara yılan.

sam'ar

  • Katı şiddetli, şedid.

şamil / şâmil / شامل

  • Kaplayan.
  • Kaplayan, çevreleyen, içine alan, genel.
  • Kapsayan. (Arapça)
  • Şâmil olmak: Kapsamak. (Arapça)

şamil olma / şâmil olma

  • Kapsama, içine alma.

samim-ül kalb

  • Kalbin içi.

samkuk

  • Kaba adam.

sanem

  • Kâfirlerin önünde ibadet ettikleri heykel, put, put severlerin ilâhı, çok güzel kadın.

sani-i kainat / sâni-i kâinat

  • Kâinatı ve herşeyi mükemmel bir sanatla yaratan Allah.

saray-ı kainat / saray-ı kâinat

  • Kâinat sarayı.

şari / şâri

  • Kanun koyucu, şeriatı gönderen Allah.

şari' / şâri'

  • Kanun koyucu; kullarına yapmaları ve yapmamaları gerekli davranışlarla ilgili kanun ve kurallar koyan Allah.

sarık

  • Kavuk, fes, takke gibi başlıkların üzerine sarılan tülbent veya şal.

sarir-i hame / sarir-i hâme

  • Kalem cızırtısı.

sary

  • Kalem ve kapı cızıltısı.

sath-ı alem / sath-ı âlem

  • Kâinat ve dünya zemini.

saye-i muzlimane / sâye-i muzlimâne

  • Karanlık yapan gölge; kötü koruma.

sayha-i gurab / sayha-i gurâb

  • Karga bağırışı.

şaz / şâz

  • Kaide dışı, istisna.

se'sem

  • Kara abnus ağacı.

şe'z

  • Kaba ve katı.

şebaket

  • Kafes veya ağ gibi örülme.

sebat etme

  • Kararlılıkla devam etme, sabit olma.

sebat etmek

  • Kararlılık göstermek, gevşememek, sabretmek.

sebat eyleme

  • Kararlı olma.

sebatkarane / sebatkârâne

  • Kararlılıkla.

sebeb-i tefrika-i kulub / sebeb-i tefrika-i kulûb

  • Kalplerin ayrılma sebebi.

şebk

  • Karıştırmak.

sebt / ثبت

  • Kayda geçirme. (Arapça)
  • Sebt edilmek: Kayda geçirilmek. (Arapça)
  • Sebt etmek: Kayda geçirmek. (Arapça)

secaya / secâyâ / سجایا

  • Karakterler. (Arapça)

şecere-i alem / şecere-i âlem

  • Kâinat ağacı; bir ağacı andıran âlem.

şecere-i kainat / şecere-i kâinat

  • Kâinat ağacı.

şecere-i yaktin / şecere-i yaktîn

  • Kabak ağacı.

şeci'

  • Kahraman. Yiğit. Şecaatli.

seciye

  • Karakter, huy.
  • Karakter.

seciyeten

  • Karakter itibariyle.

seciyevi / seciyevî / سجيوی

  • Karakter ile ilgili. (Arapça)

seciyye / سجيه

  • Karakter. (Arapça)

seciyyesiz

  • Karaktersiz. (Arapça - Türkçe)

sedd-i bab / sedd-i bâb

  • Kapı örtme.

şedide-i mehmuse

  • Kaf ve tâ harfleri.

şedidü'ş-sekime / şedîdü'ş-sekîme

  • Karşı koymaya muktedir, sebatlı ve çok güçlü.

seffak / seffâk / سفاک

  • Kandökücü. (Arapça)

sefk

  • Kan dökme, kan akıtma.
  • Kan akıtma, kan dökme.

sefk-i dem

  • Kan dökme.

sefk-i dima / sefk-i dimâ

  • Kan dökmeler, akıtmalar.

sefk-i dima' / sefk-i dimâ'

  • Kan dökme, kan dökücülük.

şehamet / şehâmet / شَهَامَتْ

  • Kahramanlık.

şehazan

  • Karnı aç olan kimse.

şehbal / şehbâl / شهبال

  • Kanattaki en uzun tüy. (Farsça)

şehbaz ü şehnaz / şehbâz ü şehnâz

  • Kahramanlık ve güzellik.

sehme

  • Karalık, siyahlık.

şehrü'l-haram

  • Kan dökmek ve savaş yapmak haram olan ay: Muharrem, Recep, Şaban, Ramazan ayları.

şehşeh

  • Karışmak.

sekaf

  • Kabile, soy. Nisbet.

şekavet / şekâvet

  • Kâfir veya fâsık olma, cehennemlik olma. Seâdetin zıddı.

sekte-i kalb

  • Kalbin durması. Kalbin sekteye uğraması.

selb

  • Kapma, alma, silme, kaldırma, red.

selt

  • Karın gürüldemesi.

selukiyye

  • Kaptan kamarası.

selv

  • Kanaat vermek.

selvet

  • Kalb rahatı. Gönül rahatı.

sembol

  • Kararlaştırılmış bir mânası olan işaret. Bir mânanın şekil veya madde halinde gösterilmiş sureti. (Fransızca)

semele

  • Kap dibinde kalan artık.
  • Kap dibinde kalan azıcık su.

semere-i alem / semere-i âlem

  • Kâinatın meyvesi.

semere-i kainat / semere-i kâinat

  • Kâinatın meyvesi.

semire

  • Kaymağı çalkalayıp bir yere toplamadan evvel üstünde görünen yağ parçaları.

şemirr

  • Katı, şiddetli, şedid.

şemit

  • Karışık.

sene-i kameriyye / سنهء قمریه

  • Kamerî yıl.

sene-i miladiye / sene-i milâdiye

  • Kânun-i sâni (Ocak) 1'de başlayan sene. Milâdi sene.

seng-i kaza

  • Kaza taşı. Belâ, musibet.

ser-be-ceyb

  • Kaderden, düşünceden veya hayâdan dolayı başını önüne eğmiş olan. (Farsça)

şerait-i kabul / şerâit-i kabul

  • Kabul şartları.

şerait-i makbuliyet

  • Kabul şartları, kabul edilme şartları .

şeraze

  • Katı kurumak.

serbestiyet-i nisvan

  • Kadınların serbestliği; özgürlükte aşırıya kaçmaları.

şerbin

  • Katran ağacı.

şeref-i mülaki / şeref-i mülâki

  • Karşılaşma ve tanışma şerefi.

serendi / serendî

  • Katı, şiddetli, şedid. (Müe: Serendât)

seretan

  • Kanser.
  • Kangren, kanser hastalığı.

şeriat-ı fıtriye-i kübra / şeriat-ı fıtriye-i kübrâ

  • Kâinattaki düzen ve intizamı sağlayan, bütün varlıkların tabi olduğu büyük kanun; tabiat kanunlarının bütünü.

şeriat-ı fıtriye-i kübra-yı ilahiye / şeriat-ı fıtriye-i kübrâ-yı ilâhiye

  • Kainattaki düzen ve intizamı sağlayan, bütün varlıkların tabi olduğu büyük, İlâhi kanunlar.

şeride

  • Kavun dilimi.

server-i kainat / server-i kâinât

  • Kâinâtın efendisi, en kıymetlisi Muhammed aleyhisselâm.

server-i kainat efendimiz hazretleri / server-i kâinat efendimiz hazretleri

  • Kâinatın reisi olan Peygamber Efendimiz.

sev'eteyn

  • Kadın ve erkeğin galiz yâni kaba avret mahalli, ön ve arka uzuvları; iki abdest bozma uzvu.

sevad / sevâd

  • Karartı.
  • Karartı.

sevad-ül kalb

  • Kalbin ortasında var olduğu farzedilen kara leke.

sevda-ül kalb

  • Kalbdeki siyah nokta.

sevde

  • Karalık, siyahlık.

şevh

  • Kara ve çirkin olmak.

sevit

  • Karışmış, muhtelit.

sevk-i kaderi / sevk-i kaderî

  • Kaderin sevk etmesi, yönlendirmesi.

sevl

  • Karnı göbeğinden aşağıya sarkmak.

şevsa

  • Karın içinde olan yel.

şevşeb

  • Karınca.

seyahat-ı kalbiye

  • Kalben yapılan seyahat.

seyahat-i kalbiye

  • Kalple yapılan manevî yolculuk.

seyelan-ı dem

  • Kan akma.

seyhek

  • Katı yel. Şiddetli rüzgâr.

seyl-i kainat / seyl-i kâinat / seyl-i kâinât / سَيْلِ كَائِنَاتْ

  • Kâinatın akışı, sürekli değişmesi.
  • Kainat seli.

seylabe-i hun

  • Kan seli.

seyr ü süluk-i kalbi / seyr ü sülûk-i kalbî

  • Kalp yoluyla mânevî makamlarda İlâhî hakikatlara ulaşmak için bir rehberin öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk.

seyr-i kalbi / seyr-i kalbî

  • Kalbin seyahati, dolaşması.

seyyib

  • Kadın görmüş erkek, erkek görmüş kadın. Dul kadın.

seyyid-i kainat / seyyid-i kâinat

  • Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (a.s.m.).

şeyzem

  • Katı ve uzun.

şibr

  • Karış.

sicil

  • Kayıt.

sicill / سجل

  • Kayıt kütüğü. (Arapça)

sıdak

  • Kadın eşe verilen nikâh parası. Nikâh akçesi.

sıdk-ı cenan

  • Kalblerin sâdık oluşu, sadakatlı.

sıdk-ı cenani / sıdk-ı cenanî

  • Kalpten gelen doğruluk.

sıdk-ı derun

  • Kalb temizliği.

şifahane-i kalb / şifahâne-i kalb

  • Kalplerin şifâ yeri, kalp hastanesi.

şiftegi / şiftegî

  • Kaçıklık, tutkunluk, meftuniyet. (Farsça)

sıftit

  • Kavi, kuvvetli, iri yarı, cesim kimse.

siga-i hitap

  • Karşılıklı konuşma kipi.

şihab / şihâb / شِهَابْ

  • Kayan yıldız.

sıhre

  • Kaynana, kayınvâlide.

sıka'

  • Kadınların, kirlenmemesi için başörtülerinin üstüne örttükleri ikinci örtü.

şikem

  • Karın. (Farsça)

şikemderd / شكم درد

  • Karın ağrısı.
  • Karın ağrısı. (Farsça)

şıkk-ı muhalif / şıkk-ı muhâlif / شِقِّ مُخَالِفْ

  • Karşıt görüş.
  • Karşı taraf.

sıla / sılâ

  • Kavuşma, asıl memleket.

silsil

  • Kapı halkası.

silsile-i hilkat-i kainat / silsile-i hilkat-i kâinat

  • Kâinatın yaratılış devreleri.

silsile-i kainat / silsile-i kâinat

  • Kâinat halkası, varlıklar zinciri.

sımame

  • Kan damarlarında tıkanıklık yapan kan pıhtısı.

simurga

  • Kanatlı ve çok büyük hayvan olup eski devirlerde yaşadığı rivâyet edilir.

sinyal

  • Kararlaştırılmış bir haberi verme işareti. İşaret. (Fransızca)

sirac / sirâc

  • Kandil, lamba.

sırac / sırâc / سراج

  • Kandil. (Arapça)

sırr-ı hikmet-i kainat / sırr-ı hikmet-i kâinat

  • Kâinatın maksat, fayda ve san'atının sırrı, esprisi.

sırr-ı kader

  • Kader sırrı.

sırr-ı uhuvvet / سِرِّ اُخُوَّتْ

  • Kardeşlik sırrı.
  • Kardeşlik sırrı.

sitebr

  • Kalın, kaba, yoğun. (Farsça)

sitize-cu

  • Kavgacı. (Farsça)

sitize-kar / sitize-kâr

  • Kavgacı. (Farsça)

siyah / siyâh / سياه

  • Kara. (Farsça)

siyahbaht / siyâhbaht / سياه بخت

  • Karatalihli. (Farsça)

siyahkede

  • Kapkara yer. (Farsça)

siyahlika

  • Kara yüzlü. (Farsça)

siyasetü'l-medeniyye

  • Kamu yönetimi.

siyeh / سيه

  • Kara, siyah. (Farsça)

şizaf

  • Katılık, sertlik.

sofestailer / sofestâîler

  • Kâinatın yaratıcısını kabul etmemek için herşeyi, hatta kendilerini dahi inkâr edenler.

şübbut

  • Kalkan balığı.

sücle

  • Karnın geniş ve büyük olması. Şişmanlık.

sud

  • Kâr, faide, kazanç. (Farsça)

sudmend

  • Kazançlı, faydalı, kârlı. (Farsça)

şüfafe

  • Kap dibinde kalan su.

şuha

  • Karın ağrısı.

suhme

  • Karalık, siyahlık.

şuhud-u kalbi / şuhud-u kalbî

  • Kalbin görmesi.

şuhud-u kevniye

  • Kâinatta görünüp yaşanan şeyler, gözlemler.

sühuk

  • Kaftanın eskimesi.

sühunet

  • Katılık, peklik.

sükl

  • Kadının çocuğunu kaybetmesi.

sulb

  • Katı, taş gibi olan, sülâle, zürriyet, bel.

şule-i rahmet-i alem / şule-i rahmet-i âlem

  • Kâinatı kuşatan İlâhî rahmetin bir parıltısı.

sultan-ı kainat / sultan-ı kâinat

  • Kâinatın sultanı olan Allah.

sümne

  • Kadınların şişmanlamak için kullandıkları bir ilâç.

sümul

  • Kaftanın eskimesi, elbisenin yıpranması.

şumul

  • Kapsam.

şümul / şümûl

  • Kapsam.
  • Kapsamlı ve kuşatıcı olma.
  • Kapsam.

şumullü

  • Kapsamlı.

şümullü / şümûllü

  • Kapsamlı.
  • Kapsamlı.

sünnetullah

  • Kâinatta yürürlükte olan İlâhî kanunlar.

sünuhat / sünûhat

  • Kalbe gelen mânâlar, doğuşlar.

Sünuhat / Sünûhat

  • Kalbe doğan mânâ ve hakikatler

sünuhat kabilinde

  • Kalbe gelen mânâlar şeklinde.

sur / sûr

  • Kale duvarı.
  • Kale duvarı.
  • Kale duvarı. Kıyamet günü İsrafil (a.s.)'in çalacağı boru.

sür'at-i kalem

  • Kaleminin hızlı olması, hızlı yazı yazma.

şur-efgen

  • Karma karışık yapan, kargaşalık çıkaran. (Farsça)

suret-i camia / suret-i câmia

  • Kapsamlı görünüm ve şekil.

şuriş / şûriş / شورش

  • Karışıklık, kargaşalık. (Farsça)
  • Kargaşa. (Farsça)

sürtüm

  • Kap içinde kalan yemek artığı.

sürun

  • Kalça başı.

şüş / شش

  • Karaciğer. (Farsça)
  • Karaciğer. (Farsça)

sutur-u kainat-ı dehr / sutur-u kâinat-ı dehr

  • Kâinatın her biri asırlara karşılık gelen satırları, kâinat zamanlarının satırları.

şuur-u külli / şuur-u küllî

  • Kapsamlı şuur, bilinç.

süveyda / süveydâ / سُوَيْدَا

  • Kalbin siyah noktası; kalpteki basiret ve idrak merkezi, İlâhî aşkın tecelli ettiği yer.
  • Kalbdeki siyah nokta.

süveyda hücresi

  • Kalbin ortasında bulunduğuna inanılan küçük siyah nokta; İlâhi aşkın tecelli ettiği yer.

süveyda-i kalb / süveydâ-i kalb

  • Kalbin ortasındaki siyah nokta.

süveyda-yı kalb / süveydâ-yı kalb / سُوَيْدَايِ قَلْبْ

  • Kalbin gözbebeği hükmündeki siyah nokta.

şuzuzat-ı kanuniye / şuzûzât-ı kanuniye

  • Kanun dışılıklar.

ta / tâ / تا

  • Kat. Kıvrım. Büklüm. Misil, mânend. Nihayet. Gayet. Kadar, beri, dek. (mânalarına gelir) Meselâ : (Farsça)
  • Kadar. (Farsça)

ta'vizen

  • Karşılık olarak, karşılık alınmak suretiyle. Gelecekte gelirinden kesilmek şartıyla.

taarüf

  • Karşılıklı tanışma, birbirini tanıma.

taassub-u baride

  • Katı, soğuk taassup.

taavvuz-ı tams

  • Kadınların âdet görmesi.

tabaka

  • Kat, katman.

tabakat-ı kainat / tabakat-ı kâinat

  • Kâinat tabakaları, yaratılmış sınıflar.

tabib-i kulub / tabib-i kulûb

  • Kalplerin doktoru.

tabla

  • Kap, yiyecek sunulan kap.

tadauf

  • Kat kat olmak.

tadli'

  • Kavunu dilim dilim kesmek.

tadric

  • Kanatmak.

tağliz / tağlîz

  • Katılaştırma, kalınlaştırma, sertleştirme.

tağşiş

  • Karıştırma.

tagyib

  • Kaybetmek.

tahabbüb

  • Karşılıklı sevgi gösterme.

tahaddüs-ü visal / tahaddüs-ü visâl

  • Kavuşmayı idrak etmek, tahmin etmek.

tahakkük

  • Kaşınmak. Ovunmak.

tahammül eden

  • Katlanan, yüklenen.

tahammül etme

  • Katlanma, yüklenme, dayanma.

taharrüf / تَحَرُّفْ

  • Kalem karıştırma neticesinde bozulma.

tahassür-i dem

  • Kanın pıhtılaşması.

tahdib

  • Kamburlaştırma. Kubbelendirme.

tahdid-i kayıt

  • Kayıt altına alınma.

tahlit / تخليط

  • Karıştırma. (Arapça)

tahmis-hane / tahmis-hâne

  • Kahvenin kavrulup öğütülüp satıldığı yer. (Farsça)

tahya

  • Karanlık gece.

taife-i nisa / taife-i nisâ

  • Kadınlar topluluğu.

taife-i nisaiye / taife-i nisâiye

  • Kadınlar topluluğu.

takabuz

  • Kabz edişmek.

takahhur

  • Kahrolmak.

takallüs / تقلص

  • Kasılma. Bir şeyin büzülüp gerilmesi. Bir uzvun çekilip toplanması. Kıvrılma.
  • Kasılma, çekilme.
  • Kasılma.
  • Kasılma. (Arapça)
  • Takallüs etmek: Kasılmak. (Arapça)

takannün

  • Kanunlaşma. Değişmez halde, kat'i olarak belirme.

takarrür

  • Kararlaşma, yerleşme.

takarrur / تَقَرُّرْ

  • Karar kılma.

takas

  • Karşılıklı değişme.

takayyüd

  • Kayıt altında olma, sınırlılık.

takbih / takbîh / تَقْب۪يحْ

  • Kabâhatli bulma.

takdiriyle

  • Kararıyla.

takrir / takrîr / تَقْر۪يرْ

  • Kararlaştırma, yerleştirme.

taktib

  • Kaş çatıp yüz ekşitme.

takvimci kandil

  • Kamer, ay.

taleb-i visal

  • Kavuşma isteği, arzusu.

tali / tâli

  • Kader, baht.

talih

  • Kader, kısmet.

taly

  • Karışmak.

tansiyon

  • Kan basıncı.

taraf-ı muhalif

  • Karşıt taraf.

tarafdari / tarafdarî

  • Kayırıcılık, taraftarlık. (Farsça)

taran

  • Karanlık. (Farsça)

tardin

  • Kaftana yen etmek.

tari / tarî

  • Karanlık, meçhul.

tarih-i kabul

  • Kabul tarihi.

tarik / târîk / تاریك

  • Karanlık. (Farsça)
  • Karanlık. (Farsça)

tarik-i berzahiye

  • Kabir yolu.

tarik-i telakki / tarik-i telâkki

  • Kabul etme yolu, anlama yöntemi.

tarik-i zulmani / tarik-i zulmanî

  • Karanlıklı yol.

taris

  • Kavi, kuvvetli.

tarz-ı mükaleme / tarz-ı mükâleme

  • Karşılıklı konuşma tarzı.

tasallub / tasallûb

  • Katılaşma.
  • Katılaşma, sertleşme.

tasallüb / تَصَلُّبْ

  • Katılaşma, sertleşme.
  • Katılaşma, sertleşme.

tasarruf-u mutlak

  • Kayıtsız, sınırsız tasarruf, dilediği şeyi dilediği gibi yapma.

tasavül

  • Karşılıklı hamle etmek.

tasavvuf / تَصَوُّفْ

  • Kalbi dünyanın fâni işlerinden ayırıp Allah (C.C.) sevgisi ile bağlamak. Tarikat ehli olmak.
  • Kalbi dünyadan arındırma yolu, tarikat.
  • Kalb ayağıyla rûhânî mertebelerde ilerleyerek nefsi terbiye etme yolu.

tasdik / tasdîk

  • Kabûl etmek, inanmak, doğrulamak.

tasdik ettirmek

  • Kabul ettirmek, onaylatmak.

tasdik-gerde

  • Kabul edilmiş, tasdik edilmiş.

tasdikgerde

  • Kabul edilmiş, tasdik edilmiş. Doğru olduğu bilinmiş.

tasfiye-i kalb

  • Kalbini temizleme, yüreğini temizleme.

tasme

  • Kayış halka. Tasma. (Farsça)

tasvir / tasvîr

  • Kâğıda, kumaşa, duvara ve başka yerlere canlı ve cansız resimleri yapmak veya bu şekilde yapılan resimler.

tavaf / tavâf / طَوَافْ

  • Kâbe-i muazzamanın etrâfında Hacer-i esvedin bulunduğu köşeden başlamak sûretiyle Kâbe sola alınarak yedi defâ dolaşmak. Tavâf edene tâif; Kâbe etrâfında tavâfa mahsûs mahalle (yere) metâf denir.
  • Ka'benin etrafını yedi kez dolanma.

taviz / tâviz

  • Karşılık, bedel.

tavr-ı kalb

  • Kalbin merkezi.

tavtiş

  • Karşılıklı olarak reddetmek.

te'lib

  • Kandırmak.

te'lifat / te'lîfât / تأليفات

  • Kaleme alınmış eserler. (Arapça)

te'mim

  • Kasdetmek.

te'şib

  • Kandırmak.

teakkün

  • Karın buruşukluğu.

tearuz / teâruz / تعارض

  • Karşılıklı zıtlık, çelişme. (Arapça)
  • Teâruz etmek: Çelişmek. (Arapça)

teattul

  • Kadının elinde ve ayağında kınası, saçında boyası, kolunda ve boynunda mücevherleri olmaması.

teba'ul

  • Kadının kocasıyla konuşup görüşmesi.

tebekkül

  • Karışmak.

tebelbül-ü akvam / tebelbül-ü akvâm

  • Kavimlerin, ayrı ayrı milletlerin farklı dilleri konuşması.

tebyiz

  • Karalama şeklinde yazılan bir yazıyı temize geçme.

tecazüb / tecâzüb

  • Karşılıklı çekicilik.

tecelli-i kader / tecellî-i kader

  • Kaderin tecelli etmesi, görünmesi.

tecelliyat-ı kahriye / tecelliyât-ı kahriye

  • Kahredici tecellîler, yansımalar.

teczir / teczîr / تجذیر

  • Karekök alma. (Arapça)

tedahük

  • Karşılıklı gülüşme.

tedaüm

  • Kalabalık, izdiham.

tedvir-i kainat / tedvîr-i kâinat / tedvîr-i kâinât / تَدْو۪يرِكَائِنَاتْ

  • Kâinatın idaresi.
  • Kâinâtın idaresi.

tefani / tefânî

  • Kardeşler arasında fani olmak.

tefe'ül

  • Kapalı bir kitabı, belirli dualar okuyarak rastgele açma ve açılan sayfayı ibret alma maksadıyla okuma işlemi.

tefezzür

  • Kaftan giymek.

tegaşmür

  • Kahra uğratmak.

tegavvut

  • Kazâ-i hâcet etmek.

tehabbüb / tehâbbüb

  • Karşılıklı sevme.

tehadüb

  • Kamburlaşma.

tehadür

  • Kaynamak. Galeyan.

tehattuf

  • Kapmak.

tehayüc

  • Kandırmak.

tehendüm

  • Kapanmak.

tehn

  • Kâim olmak, var ve mevcud olmak.

tehrib

  • Kaçırma. Kaçırılma. Firar ettirme.

tekabbel

  • Kabul etsin.

tekabbül

  • Kabul etmek.

tekabül / تقابل

  • Karşılıklı olma.
  • Karşılıklı olma, bir şeyin karşılığı olma, yüzleşme, karşılık olma, karşılama.
  • Karşılama. (Arapça)
  • Tekabül etmek: Karşılamak. (Arapça)

tekabül edecek

  • Karşılığı olacak, yerini tutacak.

tekallüs

  • Kasılma.

tekavvüs

  • Kavislenme. Bükülme. Eğilme. Kavis şekline girme.

tekehhün

  • Kâhinlik yapma, falcılık etme.

tekessüb

  • Kazanmak.

tekfir / tekfîr / تكفير / تَكْف۪يرْ

  • Kafirlikle suçlama. (Arapça)
  • Kafir sayma.

tekvinen / tekvînen

  • Kâinat ve fıtrat kanunları ile.

tekvini evamir / tekvînî evâmir

  • Kâinattaki kanunlar, İlâhî emirler.

telahuk / telâhuk

  • Katılma, eklenme.

telaki / telâki / telâkî

  • Kavuşma. Buluşma, birbirine kavuşma.
  • Kavuşma, buluşma.
  • Kavuşma.

telakki / telâkki / telakkî / تَلَقّ۪ي

  • Kabul etme.
  • Kabul etme, anlayış.

telakki eden / telâkki eden

  • Kabul eden.

telakki edilen / telâkki edilen

  • Kabul edilen.

telakki etmek / telâkki etmek

  • Kabul etmek, saymak.

telakki-i bi-l-kabul

  • Kabul ile karşılamak, kabul etmek.

telakki-i bilkabul / telâkki-i bilkabul

  • Kabul ile karşılama.

telazum / telâzum

  • Karşılıklı gerektirme, birbirini gerekli kılma.

tele / تله

  • Kapan, tuzak. (Arapça)

telhih

  • Kavuşturmak.

têlif

  • Kaynaştırma, eser yazma.

telif-i müşevveş

  • Karışık ve anlaşılması zor olan bir kitap.

temayülat-ı kalbiye / temâyülât-ı kalbiye

  • Kalbin meyilleri, eğilimleri.

temazüc

  • Kaynaşma.

temazüç

  • Kaynaşma; iç içe geçme.

temekkük

  • Karışmak.

temennu'

  • Kavi olmak. Kuvvetlenmek.

temettü / تمتع

  • Kazanç, kâr. (Arapça)

temeyyüh-i dem

  • Kanın sulanması.

temim

  • Katı, şiddetli, şedid.

temsil-i rahmet-i alem / temsil-i rahmet-i âlem

  • Kâinatı kuşatan İlâhî rahmetin örneği.

temzic

  • Kaynaştırma.

ten'ab

  • Karga sesi.

tenafür / tenâfür

  • Karşılıklı nefret.

tenafur-u kulub / tenafur-u kulûb

  • Kalplerin birbirinden nefret etmesi.

tenafür-ü kulub / tenafür-ü kulûb

  • Kalblerin birbirinden nefret etmesi.

tenasuh / tenâsuh

  • Kaybolan birşeyin başka bir şekle bürünerek tekrar ortaya çıkması. Reenkarnasyon.

tenazu'

  • Kavgalaşmak, çekişmek. Birbirine husumet etmek.

tenehhus

  • Kadınların kaşlarını ve yüzlerindeki kılları yolmaları.

tenevvüb

  • Katran ağacı.

tenevvür-ü kalb

  • Kalbin nurlanması.

tennub

  • Katran ağacı.

tennur / tennûr

  • Kapalı ocak, fırın, tandır.

terahün

  • Karşılıklı olarak rehin vermek.

terakus

  • Karşılıklı olarak oynaşıp raksetme.

teraset

  • Kalkancılık.

tercüman-ı ayat-ı tekviniye / tercüman-ı âyât-ı tekviniye

  • Kâinatta Allah'ın varlığının birer delili olan maddî ayetleri insanlara tercüme eden, rehber.

tereddüd

  • Kararsızlık. Bir mes'ele hakkında karar veremiyerek şüphede kalmak.
  • Kararsızlık.

terkin-i kayd

  • Kaydını silme, defterden çıkarma.

terras

  • Kalkan kullanan. Kalkancı.

tervic

  • Kabul ettirme, geçerli kılma.

terziz

  • Kâğıda nişan ve alâmet etmek, işaret koymak.

teşa'ub-u akvam

  • Kavimlerin kısım kısım, şube şube olması.

teşaff

  • Kap içinde olan suyu içmek.

tesallüb

  • Katılaşma.

tesanüd

  • Karşılıklı yardımlaşma. Birbirine istinad etme.

teşbi'

  • Karnını doyurma.

tescil / tescîl / تسجيل

  • Kayıt defterine geçirme, sicile kaydetme. (Arapça)
  • Tescîl edilmek: Sicile kaydedilmek. (Arapça)
  • Tescîl etmek: Sicile kaydetmek. (Arapça)

tesekkün-i niza'

  • Kavganın yatışması.

teselli-i kalp

  • Kalbin tesellisi, rahatı.

teşennüc / تشنج

  • Kasılma, spazm. (Arapça)

tesettür-ü nisa / tesettür-ü nisâ / تَسَتُّرِ نِسَا

  • Kadınların örtünmesi.
  • Kadınların örtünmesi.

tesettür-ü nisvan

  • Kadınların örtünmesi.
  • Kadınların örtünmesi.

tesevvür

  • Kadının çok doğurucu olması.

teşevvüş / تشوش

  • Karışıklık, bulanıklık.
  • Karışıklık. (Arapça)

teşhit

  • Kana bulaştırmak.

tesis ve tecdid-i uhuvvet

  • Kardeşliği kurma ve devamlı pekiştirme.

teslim / teslîm / تَسْل۪يمْ

  • Kabûl etme.

teslim-i kalb ve vicdan

  • Kalbin ve vicdanın teslim oluşu.

teşri / teşrî

  • Kânun koyma. Allahü teâlânın ve peygamberlerinin, insan hayâtının maddî ve mânevî bütün yönlerine dâir emir ve yasaklar koyması.
  • Kanun yapma.

teşri' / teşrî' / تَشْرِيعْ

  • Kanun yapma.

teşrifat

  • Kabul töreni, protokol.

teşrik etmek

  • Katmak, ortak etmek.

teşrin-i sani / teşrin-i sâni / teşrîn-i sânî / تشرین ثانى / تَشْر۪ينِ ثَان۪ي

  • Kasım ayı.
  • Kasım ayı.
  • Kasım. (Arapça - Farsça)
  • Kasım ayı.

teşrinisani / teşrînisani

  • Kasım ayı.

tesvid

  • Karartma. Yazı ile karalama. Yazmak, müsvedde yapmak.

teşviş / teşvîş / تَشْو۪يشْ

  • Karıştırma. Karma karışık etme. Bulandırma.
  • Karıştırma.
  • Karıştırma, bulandırma.
  • Karıştırma.

teşvişiyyet

  • Karışıklık, bozukluk.

tesvit

  • Karıştırmak.

tetellu'

  • Kalkmak için boynunu uzatmak.

teterrüs

  • Kalkanla siper yapmak.

teveccüh-ü amme / teveccüh-ü âmme

  • Kamuoyunun teveccühü, halkın ilgisi.

teveccüs

  • Karnını boşaltmak.

teverrük

  • Kadınların namazda oturma şekli; kaba etlerini yere koyup, uyluklarını birbirine yaklaştırarak, ayaklarını sağ taraftan dışarı çıkarıp, sol uylukları üzerine oturmaları.

tevezzüf

  • Kabuğunu soymak.

tevhid-i ceberut / tevhid-i ceberût

  • Kâinatın simasına akseden azamet, kibriya, haşmet, kudret gibi yüce sıfatları bir olan Allah'a verme ve Ona ait kılma.

tevhid-i celal / tevhid-i celâl

  • Kâinatta var olan heybet, haşmet, görkem gibi her türlü celâlî hâlin bir olan Allah'a ait olduğunu kabul etme ve heybet ve haşmet hususunda hiçbirşeyi Ona ortak koşmama.

tevhid-i kulub / tevhid-i kulûb

  • Kalblerin birliği.

tevriş

  • Kandırmak.

tevtid

  • Kazık kakma.

tezauf / tezâuf

  • Katlanma; artma.
  • Kat kat oluş.

tezebzüb

  • Karışıklık. Mütereddit olmak. Kararsızlık.
  • Kararsızlık.

tezelluk

  • Kayma, sürçme.

tılsım-ı kainat / tılsım-ı kâinat

  • Kâinatın tılsımı, gizemi.
  • Kâinatın tılsımı, kâinattaki anlaşılması zor olup herkesin yalnız kendi akliyle bilemeyeceği gizli ve ince hakikatlar.

tılsım-ı muğlak-ı alem / tılsım-ı muğlâk-ı âlem

  • Kâinattaki anlaşılması zor sır.

tire

  • Karanlık. Bulanık. (Farsça)

tiregi / tiregî

  • Karalık. Bulanıklık. (Farsça)

tireşeb

  • Karanlık gece. (Farsça)

tırmesa

  • Karanlık, zulmet.

tuhla

  • Kara ile boz arasındaki renk.

tuhyan

  • Karlık gibi su soğutacak kap. Buzluk, buzdolabı.

tuluat / tulûat

  • Kalbe gelen ilhamlar, ani doğuşlar.

tuluat olma / tulûat olma

  • Kalbe ilhâmın gelmesi.

tuluat-ı kalbiye / tulûât-ı kalbiye

  • Kalbe gelen ilham ve mânâlar.

tume

  • Kadınlar topluluğu. Avretler cemaati.

tündbad / tündbâd / تندباد

  • Kasırga. (Farsça)

türra'

  • Kapıcı.

türras

  • Kalkancı.

tuy

  • Katmer, kat. (Farsça)

uccet

  • Kaygana aşı.

ücum

  • Kale.

udmus

  • Karanlık.

üfürre

  • Karışmak.

uhuvvet / اخوت / اُخُوَّتْ

  • Kardeşlik.
  • Kardeşlik. Din kardeşliği. Samimi dostluk.
  • Kardeşlik.
  • Kardeşlik, dostluk, bağlılık.
  • Kardeşlik.
  • Kardeşlik. (Arapça)
  • Kardeşlik.

uhuvvetkar / uhuvvetkâr

  • Kardeş gibi davranan. Kardeş gibi muâmelede bulunan. (Farsça)

uhuvvetkarane / uhuvvetkârane / uhuvvetkârâne

  • Kardeşçesine, kardeş gibi olarak. Birlik, beraberlik ve karşılıklı sevgi ile. (Farsça)
  • Kardeşcesine.
  • Kardeşçesine.

ukab / ukâb / عقاب

  • Kartal. (Arapça)

ukaykan

  • Karınca.

ulü-l azm

  • Kat'i azim sahibi, ciddiyet, sabır, sebat sahibi büyük zâtlar, hususan peygamberler (Aleyhimüsselâm). Başta Hz. Muhammed (A.S.M.), İsa, Musa, İbrahim, Nuh (A.S.).

uluhiyet-i mutlaka

  • Kayıt altında olmayan, mutlak uluhiyet. Ancak bir tek İlâhın mâbud oluşu.

ulum-u kevniye

  • Kâinatın ilmi. Yaratılışa dair olan ilimler.

umumiyet-i ihvan / umûmiyet-i ihvân / عُمُومِيَتِ اِخْوَانْ

  • Kardeşlerin geneli.
  • Kardeşlerin umumu.

umur-u kevniye

  • Kâinatla, oluşla ilgili şeyler, işler.

unf

  • Kabalık. Sertlik. Cebir ve zor.

urgan

  • Kalın ip.

uruk

  • Kadının hayız görmesi.

usde

  • Kaftan altına giyilen küçük gömlek.

üstad-ı alikadr / üstad-ı âlîkadr

  • Kadir ve kıymeti büyük Üstad.

üstad-ı kader

  • Kader Üstadı; Allah'ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce bilmesi, takdir edip, plânlaması demek olan kader ilmi, kader kalemi.

üştülüm

  • Kavga, gürültü. (Farsça)

üştülümkar / üştülümkâr

  • Kavgacı, gürültücü. (Farsça)

usul-i din / usûl-i din

  • Kalb ile inanılması lâzım olan bilgiler, îmân ve îtikâd bilgileri.

utun

  • Katı şey. Şiddetli.

uzafire

  • Katı. şiddetli, şedid.

uzlufe

  • Kayalık. Yalçın kaya.

uzub

  • Kayıp ve görünmez olmak.

vadi-i hamuşan / vadi-i hâmuşan

  • Kabristan, mezarlık.

vahdet-i kalem / وَحْدَتِ قَلَمْ

  • Kalem birliği.
  • Kalemin birliği.

vakıa-i kalbiye-i hayaliye

  • Kalb ile bağlantılı hayalî vak'a, olay.

varaka / وَرَقَه

  • Kâğıt.

varakpare

  • Kağıt parçası.

varidat / vâridat / vâridât / واردات

  • Kaynaklar, gelirler.
  • Kazanç, gelir. (Arapça)

varis-i istidad / vâris-i istidad

  • Kabiliyetin mirasçısı.

vasid / vasîd

  • Kapı eşiği.

vasıl / vâsıl

  • Kavuşan, ulaşan, erişen.

vasıl olmuş / vâsıl olmuş

  • Kavuşmuş, ulaşmış.

vasılin / vâsılîn

  • Kavuşanlar, erişenler.

vasl

  • Kavuşma.

vasvas

  • Kadınların örtündükleri ve ancak gözleri görünecek derecede dar olan yüz örtüsü.

vazı-ı kanun / vâzı-ı kanun

  • Kanun koyan otorite.
  • Kanun koyan. Kanun yerleştiren. Kanun hazırlayan.

vaziyet-i kanaatkarane / vaziyet-i kanaatkârâne

  • Kanaatkâr bir durum.

vega'

  • Kavga gürültüsü. Harp yerinden çıkan sesler. Savt. Patırtı.

veleh

  • Kahr, gazab, şiddet, hışım. (Farsça)

veli'

  • Kabuğunda olan hurma çiçeği.

velkalemi

  • Kalem hakkı için. Kaleme yemin olsun.

verrak

  • Kâğıtçı.

vesile-i kabul

  • Kabul sebebi.

vesile-i vusul / vesile-i vusûl

  • Kavuşma vesilesi.
  • Kavuşma vesilesi.

vesile-i vüsul

  • Kavuşma sebebi.

veted / وتد

  • Kazık. (Arapça)

veyn

  • Kara üzüm.

vezn-i kasdi / vezn-i kasdî

  • Kasıtlı, bir hedefe yönelik yapılan ölçü.

viaiyyet / viâiyyet

  • Kap halinde olma.

vicdan

  • Kalbe ait hislerin mazharı ve aynası.

vicdan-ı beşer

  • Kalbî hislerin mazharı ve aynası olan insan vicdanı.

vicdani iz'an / vicdanî iz'ân

  • Kalbe ait hislerin aynası olan vicdanın kesin kabulü.

visal / visâl / وصال / وِصَالْ

  • Kavuşma.
  • Kavuşma.
  • Kavuşma, sevdiğine ulaşma, ayrılıktan kurtulma.
  • Kavuşma.
  • Kavuşma.

visata

  • Kavim arasında şerefli ve aziz olmak.

vüs'at-i istidat

  • Kabiliyet genişliği, kapasitesi.

vüs'at-i şümul

  • Kapsamının genişliği.

vuslat / وُصْلَتْ

  • Kavuşmak.
  • Kavuşma.
  • Kavuşma.

vusul

  • Kavuşma, erişme.

vüsul / vüsûl

  • Kavuşma, erişme.
  • Kavuşma, erişme.
  • Kavuşma, erişme, ulaşma.

vuz'

  • Kadının temizliğinin sonunda hayızdan evvel hâmile olması.

vüzub-i dem

  • Kan akma, kanama.

yakık

  • Katı nesne.

yaktin / yaktîn

  • Kabak, kavun ve karpuz gibi dalları yerde yayılan bir nebat adı.

yazma

  • Kadınların başına örttüğü ince eşarp.

yed-i emin / yed-i emîn

  • Kânûnen güvenilir kimse olarak seçilen şahıs.Mahkemece kendisine bir şey emânet olunan kimse; güvenilir, emin el.

yed-i haşin / yed-i haşîn

  • Katı el.

yerer

  • Katı ve sert nesne.

yuz

  • Kaplanı andırır yırtıcı bir hayvan, pars. (Farsça)

zaaf-ı kalb

  • Kalb zayıflığı.

zac

  • Kara boya.

zafire

  • Kapı perdesi.

zağ / zâğ / زاغ

  • Karga. (Farsça)

zag-beçe

  • Karga yavrusu. Yavru karga. (Farsça)

zahib / zâhib

  • Kanaat ve fikre sahip olan.

zahriye / ظهریه

  • Kağıdın arka yüzündeki yazı. (Arapça)

zaif

  • Kalp, eksik akçe.

zalam / zalâm / ظلام

  • Karanlık. Zulmet.
  • Karanlıklar.
  • Karanlık.
  • Karanlık. (Arapça)

zapt

  • Kayıt, kayıt altına alma.

zarf

  • Kab, kılıf.

zarfiyyet / ظرفيت

  • Kapasite. (Arapça)

zari / zarî

  • Kanı durmayan damar.

zaruret-i kat'i / zaruret-i kat'î

  • Kat'î zorunluluk, kesin ihtiyaç.

zay'at

  • Kaybolma, kaybetme.

zayi / ضايع

  • Kaybolan.
  • Kaybolan.

zayi eden / zâyi eden

  • Kaybeden.

zayi etme / zâyi etme

  • Kaybetme.

zayi olma

  • Kaybolma, ziyan olma.

zayi' / zâyi' / ضایع / ضَايِعْ

  • Kaybolan. (Arapça)
  • Zâyi' etmek: Kaybetmek, yitirmek. (Arapça)
  • Zâyi' olmak: Kaybolmak, yitmek. (Arapça)
  • Kayıp.

zayi'at / zâyi'ât / ضایعات

  • Kayıplar. (Arapça)

zayiat / zayîât / zâyiat / zâyiât / ضَايِعَاتْ

  • Kayıplar, yitikler.
  • Kayıplar, zararlar.
  • Kayıplar, zararlar.
  • Kayıplar.

zebab

  • Karasinek.

zebeb

  • Kaşın kıllı ve yoğun olması.

zecec

  • Kaşın uzun ve ince olması.

zelec

  • Kaymak yer.

zeluh

  • Kaypak yer.

zelzele-i hercümerc

  • Karma karışıklığın sarsıntısı.

zemar

  • Kamışa (ney'e) üfleyen.

zemheri

  • Karakış dönümünden (12 Aralıktan) 31 Ocağa kadar olan şiddetli soğuk devresi.

zemherir / zemherîr / زمهریر

  • Karakış.
  • Karakış. (Arapça)

zemzem

  • Kâbe-i muazzamanın Hacer-ül-esved köşesi karşısındaki kuyudan çıkan mübârek su.
  • Kâbe yakınlarındaki mübârek su.
  • Kâbedeki mukaddes su.

zemzem kuyusu

  • Kâbe-i muazzamanın Hacer-i esved köşesi karşısında bulunan, mübârek suyun çıktığı kuyu.

zen / زن

  • Kadın, nisa. (Farsça)
  • Kadın. (Farsça)

zen-dost

  • Kadınların peşinde dolaşan, kadınlardan hoşlanan, zampara. (Farsça)

zenan

  • Kadınlar.

zenane

  • Kadınla alâkalı, kadına mahsus. Kadın işi. (Farsça)

zendeka

  • Kâfirlik, dinsizlik. (Zendeka sâhibine zındık denir. Bazılarınca zındık; hem dinsiz, hem emvâl ve ezvacın iştirakine ve dehrin bekasına kail olan kimsedir.)

zenne / زنه

  • Kadın rolünü üstlenen erkek sanatçı. (Farsça)

zenperest / زن پرست

  • Kadın düşkünü. (Farsça)

zerrat-ı kainat / zerrât-ı kâinat

  • Kâinattaki zerreler, atomlar.

zerşek

  • Kadın tuzluğu. Pars anberi.

zevce

  • Kadın eş. Nikâhlı kadın, eş.
  • Kadın, eş, karı.

zevceteyn / زوجتين

  • Karıkoca. (Arapça)

zevceyn / زوجين

  • Karı ile koca. Kadın ile erkek çift.
  • Karıkoca. (Arapça)

zevciyyet

  • Karı kocalık.

zevcyen

  • Karı-koca, iki eş.

zevrak / زورق

  • Kayık. (Arapça)

zevraksüvar / zevraksüvâr

  • Kayığa binen. Sandala binmiş olan. (Farsça)

zımnen

  • Kapalı olarak.

zırar

  • Karşılıklı zarar vermek.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın