REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te irsa ifadesini içeren 166 kelime bulundu...

ahşa'

  • (Tekili: Haşâ) Vücuttaki bağırsak, ciğer gibi organlar.
  • Mahaller, bölgeler, cihetler.

aksab

  • (Tekili: Kusb) Kalın bağırsaklar.

ala-rivayetin / alâ-rivayetin

  • Rivayet edildiği üzere. Söylenenlere bakılırsa.

alem-i irşad / âlem-i irşad

  • İrşat, doğru yolu gösterme âlemi.

alim-i mürşid / âlim-i mürşid

  • İrşâd eden âlim.

asal

  • (Çoğulu: Asâl) Davarın kuyruğu devrik olmak.
  • Bağırsak.

asib

  • Dolmuş bağırsak.
  • Katı nesne, şedid.
  • Şiddetli sıcak, çok sıcaklık.
  • Talihsizlik.

avam / avâm

  • Amme'nin çoğulu, halk, topluluk.
  • Müctehid (âyet ve hadîslerden şer'î yâni dînî hükümler çıkaran İslâm âlimi) olmayan, mukallid (yâni mezhebinin usûl ve kâidelerini anlayıp taklîd eden).
  • Dînî ilimlerden haberi olmayan câhiller.
  • Olgunlaşmamış, irşâda (öğrenip, aydınlanmaya) muht

ba-i kasem / bâ-i kasem

  • Arabçada yemin maksadı ile kelime başına getirilen bâ. "Billâhi" gibi.
  • Farsçada: Bâ diye yazılırsa; ile, beraber, birlikte, sâhip mânalarına gelir. Arapçadaki Zû gibidir.

bahane-cu / bahane-cû

  • Bahane arayan, fırsat kollayan. (Farsça)

basur / bâsûr

  • (Çoğulu: Bevâsir) Tıb: Mayasıl. Kalın bağırsakta ve makadın etrafındaki siyah kan damarlarının şişmesi ve bazen iltihablanması sebebiyle, makadın içinde ve dışında meydana gelen memeler yüzünden makaddan kan ve cerahat gelmesi hastalığı.

bedevi / bedevî

  • Köylü, kırlarda yaşayan, kırsal bölge insanı.

bi-fasal / bî-fasal

  • (Kürtçe) Fırsat vermeyen, kocaman mahlûk.

birsam

  • (Hallüsinasyon) Akıl hastalarının, gerçekten var olmayan bir şeyi varmış gibi yanlış idrak etmeleri halidir. Meselâ karınlarında veya başlarının içinde yılan bulunduğunu söylemeleri yahut bir canavarın ağzını açıp kendilerine baktığını söylemeleri birsam hâlini gösterir.

bumbar

  • Koyun ve benzeri gibi hayvanların kalın bağırsağı. (Farsça)
  • İçine kıyma, pirinç vs. doldurulmuş bağırsakla yapılan bir cins yemek. (Farsça)

bumehen

  • (Bumehin) Deprem, zelzele, yer sarsıntısı. (Farsça)
  • Koyun bağırsağı. (Farsça)

bun

  • Nihâyet, dip. (Farsça)
  • Kolay, suhûletli. (Farsça)
  • Rahim. (Farsça)
  • Temizlenmiş olan koyun bağırsağı. (Farsça)

ca'l

  • Yaratmak, halk.
  • Almak.
  • İş işlemek. Yapmak.
  • Bu kelime Kur'ân-ı Kerim'de onüç vecihle kullanılmıştır:1- Tafak ve ahz (inşâ ve ikbal) mânasına; bir işi işlemeğe müteveccih olup başlamak ve işler olmak.2- Halketmek, yaratmak.3- Kavl ve irsal.4- Tehiyye ve tesviye (tanzim

cinn

  • Bir cins ateşten yaratılmış olup, dünyanın insandan sonra en mühim sekenesidir. Akıl ve şuur sâhibi olup pekçok şer ve isyan yapabildikleri gibi "Peygamberlerin ve semâvî kitabların irşadlarıyla" insana yetişememekle beraber terakki edip yüksek kemâlatlara çıkabilen mahluktur. İnsanlar gibi

deris

  • (Çoğulu: Dirsân) Eski kaftan, eski elbise.

dıkak

  • Herşeyin ufalmışı, incesi, kırıntısı.
  • Şirden adı verilen bağırsak.

ehl-i irşad

  • İrşad eden, doğru yola sevk eden.

ehl-i kura / ehl-i kurâ

  • Köylerde yaşayanlar; kırsal kesimde olanlar.

el-hannas / el-hannâs

  • Fırsatını bulamayınca gizlenen, bulunca vesvese vermek için gelen sinsi şeytan.

em'a / em'â / امعا

  • (Tekili: Miâ) Bağırsaklar.
  • Bağırsaklar. (Arapça)

em'a-i galiza / em'â-i galiza

  • Kalın bağırsaklar.

em'a-i rakika / em'â-i rakika

  • İnce bağırsaklar.

fasık-ı mahrum / fâsık-ı mahrum

  • Günah işlemeye hazır olduğu halde buna fırsat bulamayan.
  • Günah işlemeye hazır olduğu halde fırsat bulamayan.

fatik

  • (Çoğulu: Futtâk-Fevatik) Eline fırsat geçtikçe adam öldüren kimse.

ferdiyet

  • Cenâb-ı Hakk'ın birliği. Vahdetle bütün kâinata birden tasarruf eden Allah'ın (C.C.) sıfatı.Ferdiyet mânası insanlara isnad edilirse: Sadece bir olup, benzeri dünyada bulunmayan kimsenin sıfatı olur. Sadece Kur'andan ders alarak irşadda bulunabilen büyük velilik. Hiçbir şahsı merci yapmadan doğrudan

fevt-i fursat

  • Fırsat kaçırma. Fırsatı değerlendirememe. Ele geçen bir imkânı kullanamama.

fırsat / فرصت

  • Uygun an, fırsat. (Arapça)

firşata

  • (Bak: FİRŞAT)

fursat / فرصت

  • Fırsat, uygun an. (Arapça)

fursat-cu / fursat-cû

  • Fırsat bekleyen, fırsat arıyan. (Farsça)

fursat-yab / fursat-yâb

  • Eline fırsat geçen, fırsat bulan. (Farsça)

fursatcu / fursatcû / فرصت جو

  • Fırsatçı. (Arapça - Farsça)

füttak

  • (Tekili: Fâtik) Fırsat buldukça adam öldürenler.

garr

  • Aldatmak.
  • Hırsa düşmek.
  • Alnında dirhemden büyücek beyazlık bulunan at.

gavsü'l-vasılin / gavsü'l-vâsılîn

  • Hakikate, marifete ermiş anlamına gelen, Allah'ın sevgili kulu, irşad eden büyük zât.

gulüvv

  • Ayaklanma. Taşkınlık.
  • Üşüşme. Hücum. Saldırış.
  • Edb: Mübalağanın son derecesi. Üçe ayrılan mübalağanın diğer iki derecesinden biri tebliğ, öteki iğraktır. Aşağıdaki parçada mübalağa gulüv derecesindedir: Gökler gürüldese, şimşekler çaksa Volkanlar fışkırsa, lâvları aksa,Kıyısı

hacıyatmaz

  • Dibindeki ağırlıktan dolayı yere ne şekilde bırakılırsa bırakılsın, dik bir durum alan oyuncak.
  • Mc: Zor durumlarda kendisini çabucak toparlamayı beceren kişi.

hakile / hakîle

  • Uzun buğday.
  • Bağırsak içinde olan su.

halka-i irşad

  • İrşad halkası.

hanekah / hânekâh

  • Tekke, dergah. İrşâd (doğru yolu gösterme) ve sohbet ile insanları olgunlaştırma hizmetlerinin yapıldığı yer.

hannas

  • (El-Hannâs) (Hunus. dan) Geri çekilerek veya büzülerek, sinerek fırsat bulunca vesvese vermek için dönüp gelen. Sinsi şeytan. Besmeleyi işitince kaçan, gaflete dalınca musallat olan şeytan.

harisun aleyküm / harîsun aleyküm

  • Tevbe Suresi'nin bir âyetinde geçen bu ifade, birinci derecede Peygamberimiz (A.S.M.) hakkında olup ümmetini ve bütün insanları doğru yola irşadda yılmadan, büyük bir sebat ve azim ve gayretle devam etmesine işaret edilerek böylece tavsif edilmiştir.

haşa-i batın / haşâ-i batın

  • Bağırsaklar.

hasıl-ı darb / hâsıl-ı darb

  • Mat: Çarpım. Çarpmak işinin neticesi. 5 sayısı 2 sayısıyla çarpılırsa, çıkan 10 sayısı, hâsıl-ı darbdır.

haviyye

  • (Çoğulu: Havâyâ) Yağlı bağırsak.
  • Bağırsak.
  • Deve palanı.

hazaze

  • Tıb: Bulaşıcı, müzmin bir cilt hastalığı olup sonradan bağırsaklara geçerse öldürücü olur.

hıkd

  • Kin, buğz, adâvet.
  • İntikam almak için fırsat beklemek.
  • Kin tutma, öç almak için fırsat bekleme.

hilafetname

  • Tarikata intisab ile usulü dairesinde belirli mevkilere çıkarak irşad mertebesine yükselenlerden isteklilerin irşad ve terbiyesine ruhsat ve izni mutazammın şeyhi tarafından verilen mühürlü vesika.

hıyata

  • Terzilik, dikiş dikme işi.
  • Tıb: Ameliyat esnasında kesilip yarılan yerin tekrar kaynaması için dikilmesi.
  • Ameliyatta dikiş için kullanılan bağırsak ve benzeri şeylerden yapılan iplik.

hulse

  • Kapmak.
  • Karışmak.
  • Fırsat.

ibcal

  • Büyük saygı, tâzim ve tekrim. (Bu mânâlarda kullanılırsa da tebcil şeklinde kullanılması doğrudur.)

iddet

  • Bekleme müddeti.
  • Sayılmış. Madud.
  • Cemaat.
  • Hıfz.
  • Fık: Kocasından ayrılan kadının, başkası ile evlenebilmesi için, üç defa hayız görüp temiz oluncaya kadar geçen zaman. (Kocasından boşanırsa 100 gün, kocası ölürse 130 gün.)

iddianame

  • Müddei umuminin (savcının), iddialarını topladığı ve soruşturma sonunda mahkemede okuduğu yazı. (Ceza işlerinde hazırlık tahkikatının neticesi, davasının açılması için kâfi olduğu anlaşılırsa savcı bu dâvayı, ya ilk tahkikatın açılması hakkında sorgu hakimine bir talepname veya doğrudan doğruya mahk

ifate-i fırsat

  • Fırsatı kaçırma. Fırsatı değerlendirememe.

ifras

  • Fırsat ele geçme.

iftiras

  • Fırsat gözlemek. Fırsatı ganimet bilmek.

igtinam

  • Yağma etmek. Fırsatı ganimet bilmek.

igtinam-ı fırsat

  • Fırsatı yakalama, fırsattan istifade etme.

ihtida

  • Hidayete ermek. Delâlet ve irşadı kabul edip doğru yola girmek. Allah'a ve Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimize iman etmek.
  • Başkasına tekaddüm etmek.

ilbas-ı hırka

  • Bir tarikata intisab ile mutad olan menzilleri geçerek irşad mertebesine yükselenlere, şeyhlerinden gördükleri yolda başkalarını irşad ile izin verme salâhiyetini ihtiva eden "İcazetname: hilâfetname" verme.

iltihab-ı a'ver

  • Tıb: Körbağırsağın iltihabı.

iltiva-yi em'a / iltiva-yi em'â

  • Tıb: Bağırsağın kendi üzerine helezoni biçimde kıvrılması.

insidad-ı em'a / insidad-ı em'â

  • Tıb: Bağırsakların birbirine dolanması neticesinde tıkanması.

intihaz

  • Fırsat bilip kaçırmamak. Fırsat gözlemek.

irad-ı mesel

  • Edb: Bir fikri isbat için misal getirme. Buna İrsal-i mesel de denir.

irhem yareb

  • Tıb: Bağırsak tıkanması veya dolanması.

irşad / irşâd / ارشاد

  • Hidayete erdirme, doğru yolu gösterme. (Arapça)
  • İrşâd etmek: Hidayete erdirmek, doğru yolu göstermek. (Arapça)

irşad-ı alevi / irşad-ı alevî

  • Hz. Ali'nin irşadı.

irşad-ı gaybi / irşad-ı gaybî

  • Gaybî irşad; gelecekteki hâdiselere işaret etmek suretiyle rehberlik yapma.

irşad-ı i'cazkarane / irşad-ı i'câzkârâne

  • Harika bir tarzda irşad edip doğru yolu gösterme.

irşad-ı mahz

  • Salt irşad ve tebliğ.

irşadat / irşâdât

  • (Tekili: İrşad) İrşadlar. Hak ve hakikatı ve doğru yolu bildirmeler. İkazlar.
  • İrşatlar.

irşadat-ı aliye / irşâdât-ı âliye

  • Yüksek irşatlar, doğru yolu göstermeler.

irşadgah / irşâdgâh

  • İrşat yeri.

irşadi / irşâdî

  • İrşatla ilgili.

irşadkar / irşadkâr / irşâdkâr

  • İrşad eden, doğru yolu gösteren.
  • İrşatçı.

irşadkarane / irşadkârâne / irşâdkârâne

  • İrşad ederek, doğru yolu göstererek.
  • İrşat edercesine.

irsalat

  • (Tekili: İrsal) Göndermeler. Gönderilen şeyler.

isa'

  • Teselli verip sabra irşad etmek.

isra / isrâ

  • Yürütmek, göndermek.
  • Gece seferi yapmak.
  • İrsâl etmek.

istiare-i mekniye

  • (Kapalı istiare) Teşbihin temel unsurlarından yalnız benzetilenle yapılan istiare. Meselâ: Merhum Mehmed Akif'in:Şu karşımızda mahşer kudursa, çıldırsa,Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa,Değil mi ortada bir sine çarpıyor, yılmaz.Cihan yıkılsa, emin ol bu cephe sarsılmaz...beyitlerinde düşman k

istihda'

  • (Hüdâ. dan) İrşad ve hidâyet istemek. Hak, hakikat, imân ve İslâmiyet yolunu istemek.

iza

  • Arabça kelimelerin başında kullanılırsa; birdenbire, bir de bakılır ki, gibi mânalara gelir. İsim cümlesinin evvelinde bulunur.

keşfiyat

  • (Tekili: Keşf) Keşifler. Bulup meydana çıkarılan şeyler.
  • Cenâb-ı Hakkın ihsan ve ilhamı ile evliyâullahın, hususan evliya-ı izâm hazeratının ve hasseten Kur'ân-ı Hakimin irşadı ile ve feyzi ile Rüesâ-i Evliyâ ve Server-i Kâinat olan Peygamberimiz Resul-i Ekrem (A.S.M.) Efendimizin de

kıtb

  • (Çoğulu: Aktâb) Bağırsak.

kulunç

  • Tıb: Şiddetli bağırsak ağrısı. Omuzlarda ve vücutta bir ağrı.

kusb

  • (Çoğulu: Aksâb) Göden bağırsak denilen büyük bağırsak.

kusbe

  • (Çoğulu: Kuseb) Göden bağırsak.

kutb

  • İşlerin görülmesine veya insanların doğru yolu bulmasına vâsıta kılınan büyük zât. Dünyâ işleri ve madde âlemindeki olaylarla alâkalı olana medâr kutbu (kutb-ül-aktâb), din ve irşâd işi ile vazîfeli kılınana irşâd kutbu denir.

kutb-i irşad / kutb-i irşâd

  • İnsanların irşâdına (doğru yolu bulmasına) ve hidâyetine (saâdete ve kurtuluşa ermesine) vesîle kılınan zâtların reisi.

kutbü'l-irşad

  • Büyük irşad edici, doğru yolu gösteren.

mags

  • Bağırsak ağrısı.

mahluk-u bifasal / mahlûk-u bîfasal

  • Fırsat vermeyen yaratık.

masarin / masarîn

  • Bağırsaklar.

mecal / mecâl / مجال

  • Tâkat. Güç. Kuvvet.
  • İktidar. İmkân.
  • Fırsat.
  • Güç, kuvvet. (Arapça)
  • Fırsat. (Arapça)

men talebe ve cedde, vecede

  • Kim birşeyi ister ve elde etmek için ciddî çalışırsa istediği şeye ulaşır.

mertebe-i irşad

  • İrşad derecesi, doğru yolu gösterme derecesi.

mest

  • Adamın elini deve karnında yavrunun yattığı yere sokması.
  • Bağırsak içinde iken sıvayıp çıkarmak.

mevlana halid

  • (Hi: 1192-1242) Yüzyıl evvelinin müceddidi olduğu milyonlarca irşad ettiği kimselerin şehadetiyle sabit olmuştur. Şam'da vefat etmiştir. Hz. Osman bin Affan (R.A.) soyundandır. İlim ve takvada ve her çeşit makbul vasıflarda, devrindeki en ileri âlimlerin ve velilerin fevkinde idi. Bütün ömrünü zühd

mia' / miâ'

  • (Çoğulu: Em'â) Bağırsak.

mia-i a'ver / miâ-i a'ver

  • Körbağırsak.

mia-i galiz / miâ-i galiz

  • Kalınbağırsak.

mia-i isna-aşer / miâ-i isnâ-aşer

  • Oniki parmak bağırsağı.

mia-i rakik / miâ-i rakik

  • İncebağırsak.

miai / miâî

  • (Miâiyye) Bağırsakla alâkalı.

mimsiz medeniyet

  • Vahşilik, denîlik. Alçaklık.
  • Medeni kelimesinin, Kur'ân alfabesine göre "mim" harfini kaldırırsak, denî kelimesi kalır. Buna binaen, "mimsiz medeniyyet" de denî, alçak ve zâlim yerinde kullanılmıştır.

minhac-ı irşad

  • İrşad yolu.

mirşah

  • (Mirşaha) Süzgeç.

müdla

  • Sarkıtılmış. İrsal olunmuş.

müfteris

  • Fırsat bilen. Fırsat bulan.

muhrenbık

  • Başını eğip tınmayan, sükut eden, susan ve fırsat bulduğu gibi fevri söyleyen kimse.

muhyi / muhyî

  • Maddî mânevî hayat veren, dirilten, canlandıran, can ve ruh veren mânalarında olup, Cenab-ı Hakk'ın bir ismidir. (Ehl-i dünya küfür ve dalâlet karanlığında mânen ölü gibi iken Resul-i Ekremin (A.S.M.) mübarek irşadları ve iman nurları ile dirilmelerine ve o mânevî ölümden kurtulmalarına binaen Peyga

mülayemet

  • Lâtife etmek, şaka yapmak.
  • Sevinç izhar etmek.
  • Yumuşaklık. Uygunluk. Yumuşak huyluluk.
  • Bağırsakların yumuşaklığı.

müntehiz

  • (Nehz. den) Vakit ve fırsatı kaçırmayan.

mürsel

  • (Resel. den) İrsal olunmuş, gönderilmiş, yollanmış.
  • Nebi. Peygamber.

mürsele

  • İrsal edilen, gönderilen.
  • Mektup, pusula, kâğıt.

mürşid / مرشد

  • (Rüşd. den) İrşad eden, doğru yolu gösteren, gafletten uyandıran. Peygamber vârisi olan, kılavuz. Tarikat piri, şeyhi.
  • İrşâd eden, doğru yolu gösteren rehber zât. İyi bir müslüman olmaları için, insanları terbiye eden, âlim ve velî.
  • İrşad eden, îman yolunu gösteren.
  • Şeyh. (Arapça)
  • Doğru yolu gösteren, irşad eden. (Arapça)

mürşid-i hakiki / mürşid-i hakikî

  • Gerçek irşad edici, yol gösterici.

mürşid-i mucib / mürşîd-i mûcîb

  • Sorulara cevap verip irşad eden, aydınlatıcı cevap veren.

mürşid-i mutlak

  • Mutlak irşad edici, doğru yolu gösteren.

mürşidan / mürşidân

  • İrşad edenler, doğru ve hak yolu gösterenler.

mürşidane / mürşidâne

  • İrşad edici olarak, hak ve doğru yolu göstererek.

mürşidlik

  • İrşad etme, doğru yolu gösterme.

müshil

  • (Çoğulu: Müshilât) (Sehl. den) Kolaylaştıran.
  • Bağırsakları temizleyen. İshal veren. Kazuratı kolaylıkla dışarı attıran ilâç.

müshilat / müshilât

  • (Tekili: Müshil) İshal veren, bağırsakların temizlenmesine yardımcı olan ilâçlar.

müsterşid

  • (Çoğulu: Müsterşidîn) (Rüşd. den) Doğru yolun gösterilmesini ve irşad edilmesini isteyen.

müsterşidin / müsterşidîn

  • (Tekili: Müsterşid) Doğru ve hak yolun gösterilmesini, irşad edilmesini isteyenler.

nazaran / نظرا

  • Göre, nispetle, bakılırsa. (Arapça)

niyazi-i mısri / niyazi-i mısrî

  • (Mi: 1618 - 1694) Malatya'nın Soğanlı köyünde doğdu. Şâir ve tasavvufçu olup Halvetî tarikatının Niyaziye veya Mısriye şubesini kurmuştur. Mısır'da Câmi-ül-Ezher'de tahsil gördü. 1646'da İstanbul'a döndü ve Sokollu Mehmed Paşa Medresesinde irşada başladı. Eserlerinden bazıları şunlardır: Risale-i Ha

nühze

  • Fırsat.

nüzul / nüzûl

  • İnmek. Tasavvuf yolunda ilerleyerek, sebebler âlemini görmeyip yalnız sebeblerin sâhibini yâni Allahü teâlâyı bilme hâline ulaşan bir velînin insanları irşâd ve terbiye için, tekrar sebebler âlemine inmesi.

rebaz

  • Şehrin yarısı ve etrafı.
  • Her nesnenin eğlenecek ve duracak yeri.
  • Koyun ağılı.
  • "Göden bağırsak" denilen büyük bağırsak.

rude

  • (Çoğulu: Rudegân) Bağırsak. (Farsça)

rüşd ü irşad

  • Rüşd ve irşad. Doğru yola sevketmenin mükemmeliyeti. İslâmiyeti en mükemmel şekilde öğretmek.

sahc

  • Bağırsağın yaş olup cerahat vermesi.
  • Kaşımak.
  • Tırmalamak.

sahibü'l-ihlas ve'n-nur ve'l-kemal ve'l-irşad / sahibü'l-ihlâs ve'n-nur ve'l-kemal ve'l-irşad

  • İhlâs, nur, kemâl ve irşad sahibi.

sahibü'n-nur ve'l-azm ve'l-irade ve'l-irşad

  • Nurun, azmin, iradenin ve doğrulara ulaştırıcı irşadın sahibi.

sarad

  • Yer bağırsağı.

sedl

  • İrsal etmek, göndermek, yollamak.

sedr

  • Tenbel olmak.
  • İrsal, gönderme.
  • Gözü hareket ettirmek.

semit

  • Temiz pişirilmiş olan kebap.
  • Arınmış, temizlenmiş ve pâk olmuş.
  • Doldurulmuş bağırsak.
  • Birbiri üstüne yığılmış kiremit.
  • Bir kat sahtiyan.

semsam

  • Eline ne alırsa kıran.

serh

  • Kıl taramak.
  • Halâs etmek, kurtarmak.
  • Uzun, büyük ağaç.
  • Güdülen davar ve sığır sürüsü.
  • Otlak, mera.
  • İrsal etmek.

şeyh-i mürşid

  • İrşad eden, doğru yolu gösteren şeyh.

siyaset

  • Memleket idare etme san'atı. Devlet idare tarzı.
  • Dünya ve âhirette necatlarına sebeb olacak bir yola, insanları irşad ile beşeriyetin salâhına çalışmak.
  • Diplomatlık. Politika.
  • Seyislik, at idare işleriyle uğraşma.

siyer-i nebi

  • Mevzuu Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) hayatı, ahlâkı ve yaşayışı olan, O'nun gaye ve cihanı irşad eden mesleğinden bahseden kitap.

su-i istimal / su-i istimâl

  • Kötüye kullanma. Eldeki nimeti veya fırsatı boşuna yahut kendi menfaatine kullanma.

tavaf-ı nafile / tavâf-ı nâfile

  • Mekke-i mükerremede bulunanların fırsat buldukça yaptıkları tavâf.

tekabkub

  • Bağırsaklarda gazların meydana getirdiği gurultu.

tensik

  • Nizam üzere dizmek. Nizâma koymak.
  • Edb: Bir ibârede zikredilecek birkaç şeyi sırasıyla irad eylemek. Sıra tertibi ile mânâ yükselirse tensik-i irtifâî, alçalırsa tensik-i inhitatî denir.

tevhid-i şuhud

  • Her nereye bakılırsa Allah'ın birliğini anlamak, hissetmek.
  • Görüş birliği.

ufuc

  • (Çoğulu: Afâc) Vurmak.
  • Göden bağırsağı denilen bağırsak.

üstad-ı mübelliğ

  • Tebliğ edici, irşad edip tanıtıcı ve bildirici üstad.

va'z

  • Cemaati irşad amacıyla Kur'ân ve hadisleri yorumlayarak yapılan konuşma.

vahiy

  • Bir fikrin, bir hakikatın veya emrin Allah (C.C.) tarafından Peygambere bildirilmesi.
  • Lügatte vahiy: Kelâm, kitap, işaret, irsal, ilham, ifham, emir, teshir, bir şeyi harfiyyen i'lâm, bazı hususi maksadları tebliğ gibi mânalara gelir.
  • Şeriatta vahiy: Dilediği ahkâmı, esrar ve

vakt

  • (Vakit) Zaman. Saat. Çağ. Mevsim.
  • Boş zaman.
  • Geçim.
  • Fırsat.
  • Muayyen, belli bir zaman.

verşan

  • (Çoğulu: Virşân-Verâşin) Yaban güvercini.
  • Kumru kuşunun erkeği.

vesile / vesîle

  • (Vâsile) Bahane, sebeb.
  • Fırsat.
  • Elverişli durum.
  • Vasıta. Yol.
  • Pâye, rütbe.
  • Baba.
  • Kurbiyet.
  • Kendisi ile başkasına yaklaşılan şey.
  • Cennet'te bir menzil adı. (El-Vesiletü menziletün fi-l Cenneti hadis-i şerifi bunu te'yid ediyor.)<
  • Bahane, sebep, fırsat, uygun durum.

vesile-i cemile

  • Güzel sebep. Güzel fırsat.

vüs'

  • Genişlik. Bolluk.
  • Fırsat.
  • Boş meydan.
  • Kuvvet, güç, tâkat.
  • Varlık, zenginlik.
  • Fls: Bir şeyin boşlukta doldurduğu yer.

yunus emre

  • (Vefat Mi: 1320) Porsuk Nehri'nin Sakarya'ya döküldüğü yere yakın Sarıköy'de doğduğu söylenir. Tasavvufî halk edebiyatının veli şâiri olan Yunus Emre, yaşadığı devirde halk tabakasını irşad ve tenvir etmiştir. Bir çok memleketleri ve bu arada Konya, Şam ve Azerbeycan'ı dolaştı. Konya'da Mevlâna ile

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın