REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te ikin ifadesini içeren 612 kelime bulundu...

ishak aleyhisselam / ishâk aleyhisselâm

  • Şam ve Filistin ahâlisine (halkına) gönderilen peygamberlerden. İbrâhim aleyhisselâmın ikinci oğlu olup, annesi hazret-i Sâre'dir. İbrâhim aleyhisselâmın dînini insanlara tebliğ etti. İsmi, Kur'ân-ı kerîmde on yedi yerde bildirilmiştir.

ab-ı zen

  • Küçük havuz. (Farsça)
  • Su birikintisi. (Farsça)
  • Yumuşak, lâtif sözlerle hatır alan ve bu manâda emir. (Bak : Avzen) (Farsça)

abgir / âbgîr / آبگير

  • Havuz. (Farsça)
  • Su birikintisi. (Farsça)

adem

  • Yokluk, varlığın zıddı.
  • Tasavvufda sâlikin (tasavvuf yolcusunun) kendisini kaplayan mânevî hal sebebiyle kendinden geçmesi hâli.

adet / âdet

  • Bir şehir ve memleketteki insanların, yapageldikleri usûller, gelenekler, alışılmış şeyler. An'ane, örf.
  • Kitab, sünnet, icma' ve kıyasdan sonra ikinci derecedeki dînî delillerden biri. Dînin ve aklın beğendiği şeyler.

adreng

  • Keder, mihnet, sıkıntı. (Fransızca)

ahd-i cedid / ahd-i cedîd

  • Hıristiyanların kutsal kitabı olan Kitâb-ı mukaddes'in ikinci bölümü.

ahkam-ı fer'iyye / ahkâm-ı fer'iyye

  • Asla ait olmayan, ikinci derecedeki hükümler.

ahzan

  • (Tekili: Hüzn) Hüzünler, kederler, sıkıntılar, tasalar, gamlar.

aks-i nakiz / aks-i nakîz

  • Antitez, karşısav; biri diğerinin zıttı olan iki terimden, ikincisini oluşturan düşünce veya önerme.

akves

  • Sıkıntılı an.
  • İhtiyarlıktan beli bükülmüş kimse. Kamburu çıkmış ihtiyar kişi.

al-i imran / âl-i imrân

  • İmran soyundan gelenler. (İmran ikidir. Birisi: Hz. Musa ve Harun'un (A.S.) babaları olan İmran ibn-i Yashür ibn-i Lâvi ibn-i Yakub ibn-i İshak ibn-i İbrahim'dir (A.S.) İkincisi: Hz. Meryemin babası olan İmran ibn-i Metan ki, bu da Süleyman ibn-i Dâvud ibn-i İşa neslinden, bunlar da Yahuda ibn-i Yak

alel

  • İkinci defada içmek.

alet-i azap / âlet-i azap

  • Azap âleti, sıkıntı veren unsur.

aliyy-ül murtaza

  • Esedullah, Aliyy-ibni Ebi Talib, Ebutturâb, İmâm-ı Ali isimleri ile de anılır.Hz. Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) amcası Ebu Tâlib'in oğlu olup Hicretten yirmiüç yıl önce doğmuş ve Bi'setin ikinci günü daha on yaşında iken imân etmiş, hiç putlara tapmamıştır. Bunun için mübârek ismi söylendiğinde, Kerrema

allet

  • Kişinin, avreti üstüne aldığı ikinci avret.
  • Üvey ana.

amud

  • Dik, dikine. Sütun, direk.

amuden / amûden / عمودا

  • Dik olarak, dikine. Dik surette.
  • Dikine. (Arapça)

amudi / amûdî

  • Dikine, direk gibi.

an-küma / an-kümâ

  • İkinizden.
  • İkinizden.

anveten

  • Cebren, kahren, zorla, sıkıntı ile.

aram-gar / ârâm-gâr

  • Hiçbir sıkıntısı olmayan, rahat yaşayan adam.

aram-rüba / arâm-rüba

  • Sıkıntı veren, istirahatı bozan, rahatı kaçıran. (Farsça)

arman / آرمان

  • Hasret, özleyiş, özleme. (Farsça)
  • Nedâmet, pişman olma. (Farsça)
  • Eseflenme, teessüf. (Farsça)
  • Sıkıntı, rahatsızlık, zahmet. (Farsça)
  • Özlem. (Farsça)
  • Sıkıntı. (Farsça)

asal

  • (Tekili: Asil) İkindi ve akşam arası mânasına, öğleden geceye kadar olan müddet.
  • Zamanlar ve vakitler.

asamm

  • Sağır.
  • Sert, katı.
  • Güç, tahammül edilmez.
  • Gr: Muzaaf olan fiil. (İkinci veya üçüncü harf-i aslisi şeddeli olan fiil)

asr / عصر / عَصْرْ

  • (Asır) Bir devrelik zaman.
  • İkindi vakti.
  • Zamanın bir cüz'ü.
  • Konuşan kimselerin başkaları ile beraber yaşadığı müddet.
  • Yüz yıl.
  • Eskiden bazılarınca kırk, elli veya altmış yıllık müddet.
  • İnsanın ortalama yaşayış zamanı.
  • Gece ve gündüzden
  • İkindi namazı.
  • İkindi vakti.
  • Yüzyıl, çağ.
  • İkindi.
  • Zaman, devir, yüz yıllık zaman.
  • İkindi vakti.
  • İkindi vakti.
  • Yüzyıl. (Arapça)
  • İkindi vakti. (Arapça)
  • İkindi.

asr-ı evvel

  • İlk asır.
  • Ist: Fey-i zevâle ilâveten, herşeyin gölgesi kendisinin bir misli daha uzadığı zamandan başlayıp, iki misli uzayıncaya kadar süren ikindi vaktidir. (Fey-i zevâl; güneş tam ortada iken, gölgenin uzunluğudur.)
  • İmâmeyn'e (İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed'e) göre ikindi vaktinin başlama zamânı.

asr-ı sani / asr-ı sâni / asr-ı sânî

  • İkinci asır.
  • Ist: Fey-i zevâle ilâveten, herşeyin gölgesi kendi boyunun iki misli daha uzadığı zamandan başlayan ikindi vaktidir. (Fey-i zevâl; güneş tam ortada iken, gölgenin uzunluğudur.)
  • İmâm-ı a'zam'a göre ikindi namazının başlama zamânı.

aşr-ı sani-yi ramazan / aşr-ı sâni-yi ramazan

  • Ramazanın ikinci onuna ait günler.

asrem

  • Kulağı sakat, hasta.
  • Ailesini geçindirmek için sıkıntı çeken (kimse).
  • Bölük bölük.

asude-hal / asûde-hâl

  • Hâli rahat, sıkıntısı olmayan. (Farsça)

avarız

  • Arızalar. Sonradan olan noksanlıklar.
  • Girinti çıkıntı, noksanlık.
  • Mânialar. Engeller.
  • Fevkalâde hallerde ve bilhassa harp sebebi ile geçici olarak alınan vergi.

avez

  • Fakirlik, yoksulluk. Sıkıntı.

avl

  • Feryat, sıkıntı sebebi. Acınma.

azab / azâb

  • Dünyada işlenen suç ve kabahate karşılık olarak âhirette çekilecek ceza.
  • Eziyet. Büyük sıkıntı. Şiddetli elem.
  • Sıkıntı, acı çekme.
  • Büyük sıkıntı, şiddetli elem.
  • Dünyada işlenen günahlara karşı ahirette çekilecek ceza.

azab-ı cehennem

  • Cehennem azabı.
  • Mc: Büyük ıztırab, sıkıntı.

azap / azâp

  • Acı, sıkıntı.

azir / âzîr

  • Iztırab, sıkıntı. Ağrı, sızı. (Farsça)
  • Azar, tekdir. (Farsça)

babilik / bâbîlik

  • On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında İran'da el-Bâb Ali Muhammed isminde bir acem tarafından ortaya çıkarılan bozuk yol. Kendisinin Mehdî olduğunu iddiâ eden, beklenen imâma açılan bir bâb (kapı) olduğunu söyleyen Ali Muhammed'e el-Bab, onun yoluna da Bâbîlik denildi. Daha sonra Behâîlik adıyla de

bahz

  • Sıkıntılı olma, can sıkma.
  • Yük ağır gelip hayvanı çökertme.
  • Bir adamı çenesinden, sakalından tutup çekme.

bakara

  • Sığır, inek.
  • Kur'ân-ı Kerim'in ikinci sûresi: Bu sûrede yahudilere bir inek kurban etmeleri emredilip bu konuda geniş bilgi verildiğinden, sûre bu adı almıştır.

bar / bâr

  • Yük. Zahmet. Eziyet. Sıkıntı. (Farsça)
  • Def'a. Kerre. (Farsça)
  • Yemiş, meyve. (Farsça)
  • Sebeb-i masraf ve ıztırab olan şey. Kale duvarı. (Farsça)
  • İzin. (Farsça)

bar-ı sıklet / bâr-ı sıklet

  • Ağır yük, sıkıntı.

bast

  • Tasavvufta gönül ferahlığı, rûhen rahatlama. Sıkıntı ve gönül darlığının zıddı.

bayiiyye / bâyiiyye

  • Eskiden pazar kurulan yerlere gönderilen mevad ve eşyadan gümrük ihtisab vergisinin haricinde alınan ikinci vergi.

bazak

  • Üzüm sıkıntısı. (Kaynatıp koyarlar ve köpüklenir.)

be's

  • Azab, şiddet. Korku.
  • Zarar, ziyan.
  • Zorluk, meşakkat, zahmet.
  • Fenalık. (Arapçada: "Savaşta şiddetli harekette bulunmak veya sıkıntı ve fakirlikten fenâ durumda olmak" mânâlarına gelir.)

bedr muharebesi

  • Bedir, Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere arasında bir yer olup; Hz. Peygamber Efendimizin hicretinin ikinci senesi orada Kureyşîlere karşı kazandıkları muzafferiyetle meşhurdur. Bedir, bir ovanın kenarında olup Mescid-ül Gamame isminde bir câmi ve Bedir muharebesinde şehid olan sahabelerden 1

befm

  • Keder, tasa, iç sıkıntısı, üzüntü. (Farsça)

beis-be's

  • Zarar, ziyan.
  • Korku, azap, sıkıntı, fenalık.
  • Kuvvet, kudret.

bekara (bakara) suresi / bekara (bakara) sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin ikinci ve en uzun sûresi.

bela / belâ

  • (c.: Belâyâ) Afet. Sıkıntı. Tasa, kaygı. Musibet. Mücazat. İmtihan. Dâhiye.
  • Yaramaz nesne.
  • Musibet, sıkıntı.
  • Allahü teâlânın insanları imtihan etmek, denemek için verdiği maddî ve mânevî üzüntü, sıkıntı, musîbet, âfet.

belakeş / belâkeş

  • Belâ çeken. Sıkıntı içinde olan. (Farsça)

beldaran

  • Geçit yerleri muhafızlarının adı. Tanzimattan sonra bunlara zaptiye denmiştir. İkinci Meşrutiyetten beri jandarma olarak adlandırılırlar.

beliyyat / beliyyât

  • Belâlar, musibetler, sıkıntılar.

belva-yı am / belvâ-yı âm

  • Umûmî sıkıntı, meşakkat, kaçınılması mümkün olmayan zorluk.

belvaz

  • Çıkıntı. Duvardan dışarı doğru çıkan direğin ucu. (Farsça)

berh

  • Balık, semek. (Farsça)
  • Parça, kısım, hisse, nasib. (Farsça)
  • Su birikintisi. (Farsça)
  • Şimşek, berk. (Farsça)
  • Yaş olan odunun, yanarken çıkardığı yaşlık. (Farsça)

berzah

  • İki âlemin arası. Kabir. Dünya ile âhiret arası.
  • Perde.
  • Sıkıntılı yer.
  • İki yer arasındaki geçit.
  • Mani'a, engel,. Ölen insanların ruhları kıyamete kadar berzah âleminde bulunurlar. Berzah büyük ve mânevi bir âlemdir. Dindar olup cennetlik olanlar, berzah âlemin

bevas

  • Sıkıntı, keder, mihnet, elem, dert, kaygı, gam. (Farsça)
  • Yokluk. (Farsça)

bevr

  • Helâk olma. Yok olma.
  • Sınama, deneme.
  • Alış-veriş sıkıntısı.
  • Sürülmemiş yer.

bikeder / bîkeder

  • Kedersiz, sıkıntısız.

bityar

  • Elem, keder, tasa, sıkıntı. (Farsça)

bolşevik / بُولْشَوِيكْ

  • Çoğunluktan yana anlamına gelen Rusça kelime, 1903 yılında düzenlenen Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin İkinci Kongresi'nde Vladimir Lenin ve Julius Martov arasında yeni kurulmakta olan partinin üyelik tanımı üzerine başlayan görüş ayrılığı sonucu yaşanan ayrışmadaki taraflardan Lenin yanlısı grup.

bolşeviklik

  • Bolşevik, çoğunluktan yana anlamına gelen Rusça kelime, 1903 yılında düzenlenen Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin İkinci Kongresi'nde Vladimir Lenin ve Julius Martov arasında yeni kurulmakta olan partinin üyelik tanımı üzerine başlayan görüş ayrılığı sonucu yaşanan ayrışmadaki taraflardan Lenin yanlısı grup. Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça çoğunluk anlamına gelen Bolşevik olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılacaktır.

    Kongreden sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği'ni kuracaklardır.


bug

  • Elde omuzda, kucakta taşınmak üzere hazırlanmış eşya çıkını. (Farsça)

buhran

  • Sıkıntı. Darlık. Nöbet. Kriz. Hastalığın ağır zamanı.
  • Bir işin tehlikeli ve karışık hâl alması.

burc

  • Muayyen bir şekil ve sûrete benzeyen sâbit yıldız kümesi.
  • Tek hisar kule, kale çıkıntısı.
  • Dünyaya göre güneşin döndüğü yerin onikide bir kadarı.

büreha

  • Şiddetli azab. Sıkıntı.

caferiyye / câferiyye

  • Hazret-i Ali'nin torunlarından Ca'fer-i Sâdık'a bağlı olduklarını iddiâ eden, bozuk İmâmiyye fırkasının otuz ikinci kolu.

caka

  • (Argo) Gösteriş, çalım. Caka, mal mülk, giyim, kuşam, yahut hareket davranış yoluyla olabilir. İslâm'da gösterişin her şekli haram ve günahtır. Bugün bazı kimseler ve aileler gösteriş belâsı yüzünden maddî sıkıntılara düşmekte, israfa sürüklenmektedir. İşledikleri günahın cezasını bu dünyada da çeki

cam-ı zerrin

  • Altın kadeh. (Farsça)
  • Tas: Allah âşıkının kalbi. (Farsça)
  • Bir kasaba adı. (Farsça)
  • Bir şarab adı. (Farsça)

cebriyye

  • Hicrî birinci asrın sonlarında ve ikinci asrın başlarında Cehm bin Safvân tarafından ortaya çıkarılan bozuk yol. Buna mürcie fırkası da denir.

cefa / cefâ

  • Eziyet. Sıkıntı. Zulüm.
  • Bir şey yerinde durmayıp bir tarafa ayrılmak.
  • Eziyet, sıkıntı.

cefa-ender / cefâ-ender

  • Cefa ve sıkıntı içinde.

cehmiyye

  • Cebriyye fırkasının bir kolu olup, Hicrî ikinci asırda Cehm bin Saffân tarafından kurulan bozuk fırka.

celse-i hafife / celse-i hafîfe

  • İkinci secdeyi yapıp kıyâma kalkmadan önce olan kısa oturma.

cem'

  • Birleştirme, bir araya getirme.
  • İkindi namazını öğle namazıyla, yatsı namazını akşam namazıyla birlikte kılma.
  • Tasavvufta bir makam. Fenâ ve sekr (mânevî sarhoşluk) makâmı da denir.

cemre

  • Hacıların şeytan taşlarken attıkları taşlar veya bu taşların atıldığı yer. Çoğulu cimâr ve cemerât'tır. Minâ'da birbirlerine birer ok atımı mesâfede bulunan üç taş yığını vardır. Bunlardan birincisine Cemre-i ûlâ (birinci cemre), ikincisine Cemre-i vustâ (orta cemre) ve üçüncüsüne Cemre-i Akabe adı

cemre-i saniye / cemre-i sâniye

  • İkinci cemre ki, suya düşer.

cenah

  • Kanat, taraf, kısım. (Vicdanın ziyası ulum-u diniyyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacı ile hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassub, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder. Mün.)

cevir

  • (Cevr) Cefa, eziyet, sıkıntı, üzüntü. Zulüm.
  • Tas: Tarikat adamının ruhen ilerlemesine mâni olan şey.

ceza

  • Karşılık, mukabil, ivaz. Cürüm veya günâh işleyenlere verilen azab.
  • Gr: Şart cümlelerinde ikinci kısım.

ciğer

  • Ciğer. Bağır. (Farsça)
  • Keder, sıkıntı, elem. (Farsça)
  • Avaz. (Farsça)

çile / چله

  • Eziyet. Sıkıntı. (Farsça)
  • İplik. (Farsça)
  • Yay kirişi. (Farsça)
  • Tas: Dervişlerin kapalı bir yere çekilerek ibadetle geçirdikleri kırk gün. (Farsça)
  • Kırk günlük ibadet. (Farsça)
  • Sıkıntı, azap. (Farsça)
  • İplik demeti. (Farsça)

cimri

  • Hasis, varyemez, pinti. Elindeki mal veya parayı harcayamıyan ve türlü sıkıntılara katlanarak daha çok biriktirmeye çalışan kimse. Cimrilik, müsriflik (savurganlık) gibi İslâmda kötü huy olarak bilinir. Cömertlik ve tutumluluk ise övünülen ahlâkî vasıflardandır. Cömertlikte de ölçülü olmak tavsiye e (Farsça)

cum'a suresi / cum'â sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin altmış ikinci sûresi.

cümle-i cezaiye / cümle-i cezâiye

  • Şart cümlesinin ikinci kısmı. Misâl: "Eğer lügatı rehber edinirsen, kelimelerin mânasını anlarsın" cümlesindeki "kelimelerin mânasını anlarsın" cümlesi, cümle-i cezâiyedir.

cünah

  • Bir şeyi basıp meylettiren sıklet demek olup, harec, sıkıntı ve alel-ıtlak ism-i vebal mânasına da gelir ki, "günah" kelimesinin aslı budur.

cürcani / cürcanî

  • (Abdülkahir) Hicri beşinci asrın ikinci yarısında yaşamış büyük âlimlerden ve Arapçanın dâhi mütehassıslarındandır. Dindarlığı ve takvası da çok ileri olduğu nakledilir... Asıl adı: Abdülkahir-el Cürcanî olan bu Zâtın ilk tahsilini memleketi Cürcan'da yaptığı biliniyor. Adı ve künyesi şu şekilde olu

cürf

  • Dere kenarında selin dibini yalayıp oymuş olduğu bıçık üzerinde kalan toprak veya çamur çıkıntısıdır ki, her an için yıkılıp çökmeğe hazır bir vaziyette bulunur.
  • Estiyan adı verilen bir ot.

dacr

  • Darlık, kalbin sıkıntılı olması.

dağdağa / دغدغه / دَغْدَغَه

  • Sıkıntı, gürültü.
  • Zorluklar, sıkıntılar.
  • Sıkıntı.

dağdağa-i hayat

  • Hayatın sıkıntıları.

dağdağa-i hayat-ı cismaniye

  • Maddî hayatın sıkıntıları.

dağdağa-i kalbi / dağdağa-i kalbî / دَغْدَغَۀِ قَلْب۪ي

  • Kalp sıkıntısı, ızdırabı.
  • Kalb sıkıntısı.

dağdağalı

  • Sıkıntılı.

dağdağasız

  • Sıkıntısız.

danka'

  • Dar, sıkıntı. Zararlı, zarara sebeb olan.

dar-ı elem / dâr-ı elem

  • Elem ve sıkıntı yeri, dünya.

dar-üs selam

  • Cennetin ikinci katı.
  • Cennet. Selâmet yeri.

darra

  • Şiddet, mihnet. Belâ. Naks. Ziyan. Sıkıntı. Kötürümlük.

daym

  • Zulüm. Sıkıntı. İhtiyaç.

delil-i fer'i / delîl-i fer'î

  • Aslî delîllere bağlı ve onlardan elde edilen ikinci derecede delîller. İstihsân, İstishâb, İstislâh, Örf ve âdet, Sahâbî (Peygamber efendimizin arkadaşlarının) kavli (sözü), fer'î delîllerden bâzısıdır.

depresyon

  • Maddi veya manevi çöküntü. İç sıkıntısı. (Fransızca)

derd-i ser

  • Sıkıntı, baş derdi, başağrısı.

derhem

  • Karışık, karmakarışık. (Farsça)
  • Muztarib, sıkıntılı, ıztırab çeken. (Farsça)
  • İncinme. (Farsça)

devr-i batıl / devr-i bâtıl

  • Man: Kısır devir. Bir hükmü ikinci bir hüküm ile, bunu da birincisi ile isbatlamaya çalışma yolu.

dik / dîk

  • Darlık, sıkıntı. Gam. Kalbe sıkıntı veren.

dil-aşub

  • Kalbi sıkan, yüreğe sıkıntı veren, gönle eza veren. (Farsça)
  • Kalbi meftun eden güzel. (Farsça)

dil-gir

  • Kalbe sıkıntı veren gönül tutan. (Farsça)
  • Gücenmiş olan, kırgın. (Farsça)

dil-teng

  • Sıkıntılı, kederli, gönlü darda olan. (Farsça)

dil-tengi / dil-tengî

  • Gönlü darlığı, iç sıkıntısı. (Farsça)

dildil

  • Iztırab, acı, elem, sıkıntı, azab. İnilti. (Farsça)

dilteng / دل تنگ

  • Yüreği daralmış, sıkıntılı. (Farsça)

dü-vümin

  • İkinci, saniyen. (Farsça)

dua ordusu / duâ ordusu

  • Sıkıntı ve darda kalan müslümanlara duâları ile yardımda bulunan Allahü teâlânın sevgili kulları, velîler.

ducret

  • Sıkıntı, gönül darlığı, zahmet. Zaruret.

ducret-ver

  • Sıkıntılı. (Farsça)

düşenbih

  • Haftanın ikinci günü, pazartesi. (Farsça)

düvüm / دوم

  • İkinci. (Farsça)

ebedi şekavet / ebedî şekavet

  • Sonsuz sıkıntı ve azap.

ebu cehl

  • "Cehalet babası" demek olan bu kelime, Hazret-i Resul-i Ekrem (A.S.M.) zamanında, mu'cizeleri ve çok delilleri ve Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ı gördüğü halde iman etmeyen din düşmanı puta tapan gururlu bir müşrikin lâkabıdır. Bedir Gazasında öldürüldü.

ebva'

  • Medine-i Münevvere'ye bağlı olup, Mekke-i Mükerreme yolunda bir köyün adıdır. Medine'ye yirmiüç mil uzaklıktadır. Köyün üstünde dik ve kuru bir dağın adı da Ebvâ'dır. Bu köy iki şey ile meşhurdur. Biri: Peygamberimizin annesi Hz. Amine'nin kabri orada bulunmaktadır. İkincisi ise: Hicretin birinci se

edimme

  • Derinin ikinci tabakası.

edreng

  • Sıkıntı, içdarlığı. Musibet, belâ, felâket, âfet. (Farsça)

effaf

  • Çok of! çeken. Sıkıntılı, muztarib ve kederli kimse. Elemli, gamlı, tasalı adam.

ehadis-i meşhure / ehâdis-i meşhure

  • Meşhur hadis-i şerifler, ilk asırda âhâdî hadis iken (yani bir Sahabî tarafından rivayet edilmişken), ikinci asırda meşhur olan ve yalanda birleşmeleri mümkün olmayan topluluk tarafından rivâyet edilen hadisler.

ehl-i şekavet

  • Sıkıntı ehli, Cehennemlik olanlar.

elem

  • Acı, keder, sıkıntı.
  • Keder, dert, üzüntü, sıkıntı, acı.

elem-i elim / elem-i elîm

  • Çok acı veren sıkıntı, dert.

elem-i ye's

  • Ümidsizlik elemi, yeisten gelen sıkıntı.

elf-i sani / elf-i sâni

  • İkinci bin.

endeme

  • Mazideki sıkıntıları hatırlama, geçmişdeki ıztırabları tahattur etme. (Farsça)

endişnak

  • Endişeli, kederli, meyus, sıkıntılı, düşünceli. (Farsça)

enduh

  • (Endüh) : Keder, elem, gam, gussa, kaygı, sıkıntı, ıztırab, üzüntü. (Farsça)

enduh-güsar

  • Kederi yok eden. Gamı, sıkıntıyı gideren. (Farsça)

enduh-nak / enduh-nâk

  • Kederli, sıkıntılı, gamlı, üzüntülü. (Farsça)

enkaz / enkâz / انقاض

  • Yıkıntı, yıkılmış şeyin artıkları. Harabenin parçaları.
  • Yıkıntı, harabenin parçaları.
  • Yıkıntı.
  • Yıkıntı. (Arapça)

enkaz-ı maddiye

  • Maddi yıkıntılar.

enkaz-ı ümmid

  • Ümit yıkıntısı, ye'se düşme.

ervenan

  • Dik ses, sadâ.
  • Iztırablı, sıkıntılı, üzüntülü gün.

eşcan

  • (Tekili: Şecen) Şecenler, elemler, gamlar, kederler, tasalar, sıkıntılar, ıztırablar.

esil

  • (Çoğulu: Asal-Esail-Usul) İkindi sonrasından akşama kadar olan vakit.
  • Kavi, muhkem, sağlam.

etrah

  • (Tekili: Terah) Tasalar, kederler, elemler, gamlar, üzüntüler, sıkıntılar, ıztırablar.

ettehıyyatü / ettehıyyâtü

  • Namazların birinci ve ikinci oturuşlarında okunan duâ.

evkat-ı hamse

  • Beş vakit. Sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarının kılındığı vakitler.

eyvan-ı kisra

  • Dicle Nehri kenarında sol tarafta Medâyin şehrinde yıkıntıları bulunan eski İran (Acem) Padişahına mahsus bir saray. Bu saray, Peygamberimizin (A.S.M.) doğduğu gece çatlamıştır.

eyyam-ı nahr / eyyâm-ı nahr

  • Kurban kesme günleri. Kurban bayramında, kurbanın kesildiği birinci, ikinci ve üçüncü günler.

eza / ezâ

  • Ticarette kaybetme, zarar etme.
  • Kibir ve gururunu bıraktırma.
  • Sıkıntı, eziyet, zulüm, cevr, sitem, renc, incinmek. İnsanın kerih görüp mahzun olduğu şey.
  • Hayır ve sadaka yoluyla mal vermede gururlanmak. Tetavül etmek.
  • Sıkıntı, acı.

eziyet

  • İncinme. Sıkıntı çekme.
  • Büyük sıkıntı, incinme.

ezyak

  • (Zîk. dan) Pek dar ve sıkıntılı. Çok zor.

fedakarlık / fedakârlık

  • Varlığını feda edip her türlü sıkıntılara göğüs gererek dâvası uğruna sebat etme.

fer'

  • İkinci derecede olan, kol, dal.
  • Şube, kol. İkinci derecede olan. Dal budak.
  • Bir aslın neticesi.
  • Bir cemaatın şerefli ve daha meşhuru.
  • Kazancı olan mukayyed mal. Hâzır ve muhâfaza altında olan.
  • Yükseğe çıkmak ve iki nizalı olanın arasına girip ıslah etmek.
  • Asıl mes'eleden kollara ayrı

fer'i / fer'î / فرعى

  • Yan dal, tâli, ikincil. (Arapça)

ferah

  • Şen, sıkıntıda olmayan. İç açıcı. Şenlendiren.
  • İnşirah. Sevinç.

ferec / فَرَجْ

  • Sıkıntıdan kurtulmak, zafer, inşirah, kederden kurtulmak. Genişlik, ferahlık, fütuhat.
  • Girecek yerler.
  • Tasa ve sıkıntıdan kurtulma, ferahlık.
  • Sıkıntıdan kurtulma.

ferec-i umumi / ferec-i umumî

  • Genel ferahlık, sıkıntıdan kurtulma.

feth

  • Açma, başlama.
  • Zaptetme. Ele geçirme. Zafer. Nusret.
  • Faydalı şeyleri elde etmek için yolları açmak. Muğlak şeyleri açmak. Bu iki suretle olur. Biri, basâr ile idrâk olunur. Gam ve kederi gidermek gibi. İkinci de: İki nevi olup birincisi; dünya işlerinde olur. Sürur vermekle g

feylule / feylûle

  • İkindiden akşama kadar olan ve mekruh addedilen uyku.
  • İkindiden akşama kadarki zaman dilimi.
  • İkindiden akşama kadar olan mekruh uyku.

firak / firâk

  • Ayrılık, ayrılma.
  • Hüzün, keder, sıkıntı.

fitne / فتنه

  • Ayrılık, karışıklık, kargaşa; insanı hak ve hakîkatten saptıracak şey. İnsanları sıkıntıya, belâya düşüren, müslümanların zararına sebeb olan iş. Düşmanlığa sebeb olan şey.
  • Bölücülük, kargaşa çıkartma. (Arapça)
  • Sıkıntı. (Arapça)

gadir / gadîr

  • Durgun su, gölcük, sel suyu birikintisi.

gaile

  • Dert, sıkıntı, baş belâsı. Tasa, zor iş.
  • Düşünce.

gaile açmak

  • Sıkıntılı ve uğraştırıcı bir şeyler ortaya çıkarmak.

gaile çıkarmak

  • Sıkıntı meydana getirmek, üzüntü vermek.

gaile-i zaile / gaile-i zâile

  • Sona eren sıkıntı, ardı kesilen elem.

gam

  • Sıkıntı, üzüntü.

gam ve keder

  • Sıkıntı ve üzüntü.

gavail

  • (Tekili: Gaile) Musibetler, belâlar.
  • Dertler, sıkıntılar, kederler, hüzünler.
  • Felâketler, âfetler.

geçmiş olsun makamı

  • Bir kişinin başına gelen sıkıntıdan dolayı "geçmiş olsun" deme konumu.

gıllugış

  • Karar verememe, gönül sıkıntısı.

girift

  • Yakalama, tutma. (Farsça)
  • Dolaşık. Birbiri içine girik. Girintili çıkıntılı, karışık. (Farsça)
  • Motifleri birbirine girik ve içiçe geçme olan tezyinat tarzı. Buna aynı zamanda arabesk de denilir. (Farsça)
  • Türk musikisinin nefesli sazlarından olup, bugün unutulmak üzeredir. Ney'e benzer. Girift ç (Farsça)

girit madalyası

  • Tar: Biri Sultan Aziz diğeri Sultan II.Abdülhamid devrinde olmak üzere ihdas olunan madalyalar. Her ikisinin de altun ve gümüş olmak üzere iki türlüsü vardı. Girit işinde hizmeti görünen devlet ricaline altun, ikinci derecedeki memurlarla halka, gümüş olanı verilirdi.

günbed

  • Kümbet, kubbe, üst tarafı yuvarlak şekilde olan bina veya çıkıntı. (Farsça)

günindi

  • İkindi.

habal

  • Bozulma, düzensizlik. Karma karışıklık.
  • Sıkıntı, hüzün, keder, üzüntü.

habek

  • Üzülme, sıkıntı yapma. (Farsça)
  • Sıkılma, bunalma. (Farsça)

hac suresi / hac sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin yirmi ikinci sûresi.

hacegan-ı divan-ı hümayun / hâcegân-ı divan-ı hümayun

  • Eskiden devlet dairelerindeki yazı işlerinin başında ve bir takım mühim memuriyetlerde bulunanlar hakkında kullanılan bir tâbirdi. İkinci Mahmud zamanında yenilikler yapılıp memuriyete mahsus rütbeler ihdas olunurken hâcegânlık da rütbe sayılmış ve bunlara ait nişanla, resmi günlerde giyecekleri elb

hadis-i meşhur / hadîs-i meşhûr

  • İlk zamanda bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan, yâni bir kimsenin Resûl-i ekremden, o kimseden de, çok kimselerin ve bunlardan dahî, başka kimselerin işittiği hadîs-i şerîfler.

hadşe-aver

  • Rahatsızlık veren, insanı sıkıntıya koyan. (Farsça)

hadşe-i derun

  • İç sıkıntısı, gönül üzüntüsü.

hafakan

  • Sıkıntı. Kalb çarpıntısı. Iztırab.
  • Yürek oynaması, sıkıntı.

hafi okumak / hafî okumak

  • Namazda sessiz okumak. İmâmın öğlen, ikindi ve üç ve dört rek'atlı namazların üç ve dördüncü rek'atlarında sessiz okuması.

halice / halîce

  • İçinde hurma ıslanmış süt.
  • Üzüm sıkıntısı.

harabe / harâbe / خرابه

  • Şehir ve ev yıkıntısı, virane.
  • Harab yer. Şehir veya ev yıkıntısı. Perişan yerler.
  • Yıkıntı.
  • Yıkıntı, harabe. (Arapça)

harabegah / harâbegâh

  • Yıkıntı yeri.

harabezar

  • Viranelik. Yıkıntı yeri. (Farsça)

harac

  • Güçlük, sıkıntı, eziyet.
  • Bir farzı yapma veya haramdan sakınma esnâsında karşılaşılan güçlük.
  • Müslüman olmayan vatandaşlardan seneden seneye alınan toprak vergisi.

harec

  • Zorluk, sıkıntı.
  • Darlık, zorluk, sıkıntı.
  • Dar yer, sık ağaçlı yer.
  • Günâh.
  • Zorluk, sıkıntı.
  • Darlık, sıkıntı, zorluk.
  • Günah.

harhar

  • Devamlı arzu, sürekli istek. (Farsça)
  • Gönül üzüntüsü, iç sıkıntısı. (Farsça)
  • Devamlı kaşıntı. (Farsça)

hasis / hasîs

  • Parasını ve malını harcamamak için her türlü sıkıntıya, eziyete katlanan, paraya, mala aşırı düşkün olan; dînen verilmesi îcâb edeni, zekâtı ve sadakayı vermeyen, pinti, eli sıkı olan, bahîl, malda ve ilimde cimrilik eden.

haşv-i melih

  • Söz arasında ikinci bir kelime veya cümle ile ikinci derecede bir mâna ifade etmek.

hatrebe

  • (Hatribe) Dar gelirli olmak.
  • Maaş sıkıntısı.
  • Gevezelik etmek.

havass-ı refia / havâss-ı refia

  • Tar: Eyüp Kadılığı eskiden Çatalca'ya kadar uzanır ve Çatalca'da kadının bir vekili bulunurdu. İkinci meşrutiyete kadar bütün mahkeme işleri, kadının tayin ettiği bir naib tarafından idare edilirdi. Meşrutiyet devrinde diğer kadılara yapıldığı gibi, Eyüp Kadılığına da maaş bağlandı. Şer'î ve nizamî

havz

  • Sıvı maddelerin toplandığı yer, büyük su birikintisi, göl.

hayat-ı saniye

  • İkinci hayat.

haybet-zede

  • Sıkıntıya uğrayan, kedere düşen, kederli olan. (Farsça)

hayrat

  • (Tekili: Hayr) Sevap için Allah rızâsı yolunda yapılan iyilikler. Haseneler.Hayır iki çeşittir. Birincisi: Mutlak hayırdır; her halde, herkes için rağbet edilir ve sevilir, herkes için iyidir. İkincisi: Mukayyed olan hayırdır; birisinin yanında hayır olan, başkası için şer olabilir. İsraf ve sefâhet

helikopter

  • Pervanesi tepesinde bulunan ve olduğu yerde durabilen, dikine kalkış ve iniş yapabilen bir uçak. (Fransızca)

hemm

  • Gam, hüzün, sıkıntı.

hidayet / hidâyet

  • Doğru yolu gösterme, doğru, Allahü teâlânın râzı olduğu yolda bulunma.
  • Cenâb-ı Hakk'ın insanın kalbinden her sıkıntı ve darlığı çıkarıp, yerine rahatlık, genişlik verip, kendi emir ve yasaklarına uymada tam bir kolaylık ihsân etmesi ve kulun rızâsını kendi kazâ ve kaderine tâbi eylem

hızır

  • İkinci tabaka-i hayat mertebesine mazhar olan ve Kur'an-ı Kerim tefsirlerinde ismi zikredilen bir zât-ı kerim.

hufale

  • Arpa, buğday ve pirinç kabuğundan saçılan.
  • Her kabuklunun arınıp pâk olanı.
  • Her nesnenin kemi ve yaramazı.
  • Yağ tortusu.
  • Şıra sıkıntısı ve kepeği.

hürriyet / حُرِّيَتْ

  • İkinci Meşrutiyet.

hürriyet inkılabı / hürriyet inkılâbı

  • 1908'de ilân edilen ikinci Meşrutiyet.

hürriyetin ikinci senesi

  • 1908 yılında ilan edilen İkinci Meşrutiyetten iki sene sonrası.

hürriyetten sonra

  • 1908 yılında, İkinci Meşrutiyetin ilan edilmesinden sonra.

husare

  • Arpa, buğday ve pirinç gibi hububâtın kabuğundan düşen parçalar.
  • Her kabuklu nesnenin, kabuğundan ayrılıp temizlenmesi.
  • Şirâ sıkıntısı.
  • Her nesnenin fenâsı.

husban

  • Hesab.
  • Azab.
  • Sıkıntı.
  • Şer.
  • Koltuk yastığı.

hüsn-ü matla'

  • Edb: Bir gazelin ikinci beyti.

hüzn

  • (Hüzün) Gamlı olmak. Keder Sıkıntı.

hüzn-hüzün

  • Gam, keder, sıkıntı.

i'sar

  • İkindi zamanında bulunmak.
  • Kızın gelinlik çağına gelmesi.
  • Kasırga.

ibn-i uyeyne

  • (Hi: 107-198) Ebu Muhammed Süfyan bin Uyeyne, ikinci derecede tâbiinden olup aslen Kufeli olduğu hâlde Mekke-i Mükerreme'de kalmıştır. Hadisde, tefsirde ve bilhassa Hadis-i Şerifleri tefsir etmede derin âlim olup yedi bin Hadis-i Şerif nakletmişti. Zâhid, müttaki ve sâlih bir zât olup kuru arpa ekme

ibtila / ibtilâ

  • İmtihan. Allahü teâlânın, kulunu, çeşitli sıkıntılar vermek sûretiyle imtihan etmesi, denemesi.
  • Bir şeye düşkünlük. Mübtelâ olmak.

ibza'

  • Bir kimseyi sıkıntı ve kedere boğma. Mahvetme.

iç ezan

  • Cuma günleri hatib minberde iken müezzin tarafından mahfilde okunan ezan. Diğer namazlarda yalnız minarede ezan okunurken, cuma günleri öğle vaktinde hem minarede, hem de caminin içinde müezzin mahfilinde ezan okunur. İkinci ezan caminin içinde okunduğu için buna "iç ezan" denilir. (Türkçe)

ichad

  • Eziyet çekme, elem ve sıkıntıya mâruz bırakılma.
  • Gayret etme.

ifraz hazinesi

  • Tar: Kullanılmayan kıymetli eşyanın saklandığı yer. Bu gibi kıymetli şeylerden ikinci dereceden olanların muhafaza olunduğu yere de "Bodrum Hazinesi" denilirdi.

igsas

  • Sıkıştırma, tazyik etme.
  • Bir yer ahalisini sıkıntıya düşürme.

ihbar-ı faruki / ihbar-ı fârukî

  • Hicri ikinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbânî Ahmed el-Fârukî es-Sirhindî'nin (k.s.) bildirdiği, haber verdiği kişi.

ihlas suresi / ihlâs sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin yüz on ikinci sûresi. Tevhîd, Tefrîd, Tecrîd, Necâd, Vilâyet ve Mârifet sûresi de denilmiştir.

ihtiyaç / ihtiyâç

  • Ruh ve nafaka (yeme, içme, barınma) için ve bedeni sıkıntıdan korumak için lâzım olan şey.

ihvan-üs-safa / ihvân-üs-safâ

  • On birinci asrın ikinci yarısında Basra'da ortaya çıkan; "İslâmiyete birçok vehimler karışmış, onu bu vehimlerden temizlemek ancak felsefe ile mümkündür. İslâm dînini felsefe vâsıtasıyla saf hâle getirmelidir" diyen sapık ve gizli bir cemiyet, ekol.

iki harb-i umumi / iki harb-i umumî

  • Birinci ve İkinci Dünya Savaşları.

ikinci harb-i umumi / ikinci harb-i umumî

  • İkinci Dünya Savaşı.

ikindi divanı

  • Tanzimattan evvel sadrazamların kendi konaklarında yaptıkları divanlar. Bu divan ikindi namazından sonra toplandığı için bu adı almıştı. Bâb-ı Âlî teşkilâtının ilk şekli olarak Divan-ı Hümayun, muayyen günlerde toplandığı zaman, vezir-i azamlar da divanda bitirilemeyen veya arza lüzum görülmeyen işl (Türkçe)

ikindi namazı

  • İslâm'ın şartlarından biri olan beş vakit namazın üçüncüsü, öğle vakti ile akşam vakti arasında kılınan namaz.Gökten yere iner kamû (bütün) melekler, Meleklere müştâk olur (can atar) felekler, Kabûl olur anda bütün dilekler, İkindi namâzın kıldığın zaman.

iksa'

  • Kasvet. Sıkıntı vermek. Sıkıntı verilmek.

iksa-yi kalb

  • Gönül sıkıntısı, iç darlığı.

iktirani kıyas / iktiranî kıyas

  • Man: Neticenin aynı veya nakizı, mukaddemelerinin birisinde bilfiil zikredilmeyen kıyastır. Meselâ: "Her cisim muhdestir". Ve nakizı olan: "Bazı cisimler muhdes değildir" kaziyeleri, ne birinci ve ne de ikinci mukaddemede hey'et-i mecmuası ile zikredilmiş olmadığından iktirânidir.

ila / îlâ

  • Yemin etmek.
  • Erkeğin, bir müddet karısına yaklaşmaması. için yemin etmesi.
  • Sıkıntı ve derde uğrama.

ila'

  • Sıkıntı ve derde uğramak.
  • Karısına yaklaşmamak için erkeğin yemin etmesi.

ilmiye ricali

  • İlmiye tarikinin yüksek tabakasına verilen addır. Bunun yerine "ricâl-i ilmiye" tabiri de kullanılırdı. İlmiye mensubları cübbe ile sokağa çıktıkları halde ilmiye ricali lata yahut biniş giyerlerdi.

iltiya'

  • Heyecanlanmak, iç alevlenmesi.
  • İç sıkıntısı çekme, dertlenme.

inabe yolu / inâbe yolu

  • Müridlik. Sâlikin (tasavvuf yolunda) nefsin isteklerini yapmamak ve istemediklerini yapmak sûretiyle ve çeşitli sıkıntılara katlanarak Allahü teâlâya kavuşma yolu.

infitar suresi / infitar sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin seksen ikinci sûresi.

inhak

  • Çok eziyet etme. Çok fazla sıkıntı verme.

inkıbaz / inkıbâz / اِنْقِبَاضْ

  • Büzülme. Çekilip toplanma.
  • Sıkıntı. Gamlı olmak.
  • Kabızlık. Tutukluk.
  • Büzülüp toplanma, çekilme.
  • Kasvet, keder, sıkıntı.
  • Kabızlık, peklik.
  • (Rûhî) sıkıntı içinde olma.
  • (Ruhi) sıkıntı.

irhak

  • Sıkıntı ve eziyet etme.
  • Zorlama, sıkma.

irtiad

  • (Ra'd ve Ri'd. den) Iztırablı ve sıkıntılı olmak.
  • Deprenme. Titreme.

irtihaş

  • Rahatsız olma, huzuru kaçma. Sıkıntı ve ıztırâb içinde bulunma.

ısda'

  • (Sadâ. dan) Yankı. Aks-i sada. Sesin bir yere çarpıp dönmesiyle duyulan ikinci ses.

ishakiyye köşkü

  • Sadrazam İshak Paşa tarafından Sultan İkinci Bayezid için, Topkapı surları dahilinde yaptırılmış olan köşkün adıdır. Bânisinin ismine nisbetle bu adı almıştır.

ıskarmoz

  • Kayık ve sandallarda kürek takılmak üzere yan kenarlara dikine sokulmuş tahta çiviler.
  • Bir cins küçük balık.

ıstahar

  • Havuz, küçük göl. Su birikintisi.

istidradi / istidrâdî

  • Bir sözde asıl gayeden bahsederken bağlantılı olarak ikinci derece başka konulardan bahsetmek.

istihmam

  • Bir kimse, bağlı olduğu cemâate ait işler için her türlü sıkıntıya düşme.
  • Ehemmiyet verme.

istinca / istincâ

  • Önden ve arkadan necâset çıkınca bu yerleri yıkamak, temizlemek.

it'ab

  • Yormak. Yorgunluk vermek. Sıkıntı vermek.

ivar

  • İkindi vakti, ikindi zamanı.

ıyd-ı edha / ıyd-ı edhâ

  • Kurban bayramı. Kamerî seneye göre Zilhicce ayının onuncu, on birinci, on ikinci ve on üçüncü günleri.

izdiham

  • Kalabalık bir yerde halkın çok birikmesinden meydana gelen sıkıntı.

ızdırabat

  • Izdıraplar, acılar, darlıklar, sıkıntılar.

ızdırap

  • Sıkıntı, aşırı elem.

ıztırab / ıztırâb

  • Acı, elem, sıkıntı, vesvese, azab.
  • Aşırı elem, sıkıntı.
  • Acı, darlık, sıkıntı.

ıztırabat

  • Istıraplar, sıkıntılar.
  • (Tekili: Iztırâb) Elemler, acılar, sıkıntılar, azablar. Vesveseler.

ıztırap

  • Sıkıntı, acı duyma.

ka'de

  • Bir defa oturuş. Oturma.
  • Ist: Namazdaki bir defa oturuş. Teşehhüd için, Ettahiyyâtü duâsını okumak maksadı ile olan oturuş. Birinci oturuşa Ka'de-i ulâ, ikinciye de Ka'de-i âhire denir.

ka'de-i ula / ka'de-i ûlâ

  • Üç ve dört rekatli namazların ikinci rek'atındaki oturuş.

kaba necaset / kaba necâset

  • İnsandan çıkınca abdesti veya guslü gerektiren her şey, eti yenmeyen hayvanların, (yarasa hâriç) ve yavrularının yüzülmüş, dabağlanmamış derisi, eti, pisliği ve bevli ile süt çocuğunun pisliği, bevli ve ağız dolusu kusmuğu, insanın ve bütün hayvanlar ın kanı ile şarab, leş, domuz eti ve kümes ve yük

kabulde ıztırabı

  • Kabul etmekte zorlanması, sıkıntı çekmesi.

kabus / kâbus

  • Sıkıntı ve korku veren.

kabz u bast

  • Ruhen sıkıntı. Daralma ve genişleme. Sıkıntı ve ferahlık.
  • Birini diğeri üzerine tercih etme.
  • Münkabız bir adama ferahlık ve sürurluluk vermek, sevindirmek.
  • Beyan ve ifâde etmek.
  • Uzun uzun ve etraflıca anlatmak.

kabz ve bast

  • Tasavvuf yolunda ilerleyenlerde görülen sıkıntı ve ferahlık.

kaderiyye

  • Hicrî ikinci asırda Vâsıl bin Atâ tarafından kurulan ve "Kul kendi fiillerini kendi yaratır" diyerek kaderi yâni işlerin, Allahü teâlânın takdîri ile olduğunu inkâr eden bozuk fırka. Bu fırkaya Mu'tezile adı da verilir.

kahvaltı

  • Sabah ve ikindi vakitleri yenilen hafif yemek. (Türkçe)

kaid-ül cebel

  • Dağın çıkıntısı, burnu.

kalak / kalâk / قَلَقْ

  • Can sıkıntısı. Gönül darlığı. Kararsızlık.
  • Zahmet. Meşakkat.
  • Sıkıntı, huzursuzluk.
  • Gönül sıkıntısı.
  • Sıkıntı, ızdırab.

karabasan

  • t. Kâbus. Sıkıntılı ve korkunç rüya.
  • Bir kimsenin içine düştüğü pek sıkıntılı ruh durumu.

kasavet / kasâvet

  • Sıkıntı, keder.

kasavetli

  • Üzüntülü, sıkıntılı.

kaside / kasîde

  • Onbeş beyitten aşağı olmamak, bütün beyitlerin ikinci mısraları en başta bulunan mısra ile kafiyeli bulunmak ve daha çok büyükleri övmek üzere yazılan nazım. Koçaklama.

kasvet

  • Katılık.
  • Sıkıntı. İç sıkıntısı.
  • Kalb katılığı.
  • Sıkıntı.
  • Katılık, sertlik.
  • Merhametsizlik, acımasızlık.
  • Sıkıntı, gönül darlığı.
  • Sıkıntı, katılık.

kasvet-bahş

  • Kasvet ve sıkıntı veren. (Farsça)

kasvet-efza

  • Kasvet ve iç sıkıntısı veren. (Farsça)

kasvet-engiz

  • Kasvet ve iç sıkıntısı veren. (Farsça)

kasvet-nak / kasvet-nâk

  • İç sıkan, sıkıntı veren. (Farsça)

kasvetli

  • Katı; sıkıntılı.

kaza orucu / kazâ orucu

  • Oruç tutmamayı mubâh kılan (dînde bildirilen) bir özür sebebiyle vaktinde tutulamayan veya tutarken bir özür sebebiyle yâhut kast (bilerek) olmadan bozulup, Ramazân bayramının birinci, Kurban bayramının birinci, ikinci ve üçüncü günleri dışındaki zam anlarda gününe gün tutması gereken Ramazân-ı şerî

kaziye-i muhkeme

  • Tam, sağlam hüküm. Temyizin tasdikinden geçmiş, değişmez hâle gelmiş mahkeme kararı ki, böyle bir karara mazhar olan herhangi birşey hakkında tekrar dava açılamaz; dâva mevzuu yapılamaz. Aksi takdirde kanun namına kanunsuzluk yapılmış olur. Buna "Kaziye-i mahkumun bihâ" da denir.

keder

  • Tasa, kaygı, can sıkıntısı. Bulantı. Gam.
  • Sıkıntı, üzüntü.

kederefza / kederefzâ

  • Keder ve sıkıntı veren. Keder verici. (Farsça)

kederengiz

  • Üzüntü, keder ve sıkıntı meydana getiren. (Farsça)

kederli

  • Sıkıntılı, üzüntülü.

kedersiz

  • Sıkıntısız, üzüntüsüz.

kefa

  • Sıkıntı, meşakkat, mihnet. (Farsça)

kefaret / kefâret

  • Bir günahı affettirmek ümidiyle yapılan ibadet veya çekilen sıkıntı.

kelim

  • Kendine söz söylenilen, kendine hitab olunan.
  • Hz. Musa'nın (A.S.) bir ünvanı.
  • Söz söyleyen, konuşan. İkinci şahıs.
  • Yaralı kimse.

kemend-i mahbub-i ilahi / kemend-i mahbûb-i ilâhî

  • Allahü teâlânın sevdiklerini kendisine çekmek için gönderdiği sebebler, dert, belâ ve sıkıntılar.

keramet-i kevniye

  • Kudret-i Rabbaniyenin ihsanı ile letâfet kesbedip havada uçmak, uzun yolu kısa zamanda gitmek, bir mü'minin bir sıkıntısı hâlinde Cenab-ı Hakk'a dua edip ind-i İlâhîde makbul bir zâttan yardım istemekle, o zatın, izn-i İlâhi ile o muztar kimsenin imdadına yetişmesi, kale gibi muhkem bir yerde üzerin

kerempe

  • Yun. Denize doğru uzanan kayalık çıkıntı.
  • Dağın en yüksek yeri, tepesi.
  • Geminin baş tarafı.

kerempe burnu

  • Batı Karadeniz kıyısında Cide Kazasının sınırları içinde kalan kara çıkıntısı.

keş'

  • Kalb sıkıntısına uğrayıp huzursuz olmak.

keşakeş

  • Münâkaşa, çekişme. (Farsça)
  • Keder, hüzün, tasa, gam. (Farsça)
  • Sıkıntı, felâket, ıztırab. (Farsça)
  • Tereddüt, kararsızlık. (Farsça)
  • Pehlivanların birbirleriyle mücâdeleleri. (Farsça)
  • İki kişinin, bir şeyi birer uçlarından tutup, her birinin kendine doğru çekmesi. (Farsça)

kıllet-i nukud

  • Para darlığı. Para sıkıntısı.

kısm-ı sani / kısm-ı sâni

  • İkinci kısım, ikinci taraf.
  • İkinci kısım.

kıyamet

  • Dünyanın yıkılıp harab olması. Her şeyin mahvolması. Dünyanın sonu ve mahşer meydanına bütün insanların dirilip toplanacağı zaman.
  • Mc: Büyük belâ.
  • Fazla sıkıntı.

kritik

  • yun. Tenkid. Sıkışık durum, sıkıntılı.
  • Tıb: Hastalığın en kötü zamanı.

kübra

  • (Ekber'in müennesi) Büyük, daha büyük, en büyük.
  • Man: İkinci kaziye (İkinci önerme). Yâni, hadd-i ekberin bulunduğu cümle.

küdur

  • (Tekili: Keder) Kederler, hüzünler, üzüntüler, sıkıntılar, ıztırablar.

kuhut

  • Kıtlıktan sıkıntı ve eziyet çekme.

külbet

  • Sıkıntı, zorluk, ıztırab. Şiddet.
  • İki sahtiyan arasına konup dikilen kırmızı kayış.

külef

  • (Tekili: Külfet) Külfetler, zahmetler, sıkıntılar, zorluklar.
  • Merâsimler.

külfet

  • Zahmet. Sıkıntı. Yorgunluk. Zahmetli iş. Adetten ve lüzumundan çok yorularak çalışmakla iş yapmak.
  • Merâsim.

künc-i mihen

  • Mihnet, sıkıntı ve ıztırab köşesi.

kunut duası / kunût duâsı

  • İtâat etme, ibâdet. Hanefî mezhebinde, vitir namazının üçüncü rek'atinde zamm-ı sûre okunduktan sonra; Şafiî mezhebinde, sabah namazının farzının ikinci rek'atinde rükûdan kalktıktan sonra ve Ramazân-ı şerîf ayının yarısından sonra vitir namazının üç üncü rek'atinde rükûdan kalktıktan sonra okunan d

kurban

  • Allahü teâlâya yakınlık. Mükîm (yolcu olmayan), âkıl (akıllı), bâliğ (ergen, evlenecek çağa gelmiş), hür ve dînen zengin sayılan, müslüman erkek ve kadın tarafından, Allah rızâsı için kurban niyetiyle kurban bayramının ilk üç gününde (Zilhicce ayının on, on bir ve on ikinci günlerinin her hangi biri

kurban geceleri

  • Kurban bayramının birinci, ikinci ve üçüncü günlerinin geceleri.

kurbet / kûrbet

  • Sıkıntı, kötü hâl.

kürbet

  • (Kerb. den) Sıkıntı. Tasa. Keder.
  • Belâ. Musibet.

kürh

  • Sıkıntı, meşakkat, zahmet.

kütüb-i sitte

  • Altı kitab. Kur'ân-ı kerîmden sonra, İslâm dîninin ikinci kaynağı olan hadîs-i şerîfleri ihtivâ eden ve doğruluğu İslâm âlimleri tarafından tasdîk edilen altı hadîs kitâbının hepsine birden verilen ad. Bunlar; İmâm-ı Buhârî'nin Sahîh-i Buhârî'si, İmâ m-ı Müslim'in Câmi'us-Sahîh'i, İmâm-ı Mâlik'in Mu

kutur

  • Pintiliğinden dolayı ailesini sıkıntı içinde bırakan adam.

lahif

  • Zulüm görmüş, ıztırab ve sıkıntı çekmiş.

lakit / lakît

  • Geçim sıkıntısı veya nâmus korkusu (zinâ ithamlarından kaçınmak) için terkedilmiş, bir yere bırakılmış çocuk.

lasani / lâsani

  • Tek, vâhid. İkincisi olmayan.

leff ü neşr

  • Edb: Bir yazı veya şiirde söz simetrisi yapma san'atıdır. Önce iki veya daha fazla kelimeyi sıralamak, sonra da onlarla alâkalı şeyleri söylemek. İki çeşidi vardır;1- Leff ü Neşr-i Müretteb (Düzenli leff ü neşir) : Birinci cümlede sıralanan kelimelerle ikinci cümlede söylenen kelimelerin aynı sırayı

leşker-i dua / leşker-i duâ

  • Duâ ordusu. Sıkıntı ve darda kalan müslümanlara duâları ile yardımda bulunan Allahü teâlânın sevgili kulları, sâlih müslümanlar, velîler topluluğu.

leyl suresi / leyl sûresi

  • Kur'ân- kerîmin doksan ikinci sûresi.

lezn

  • Darlık. Şiddet. Sıkıntı.

lütf u kahr

  • Güzellik, insan ve kötülük, sıkıntı.

ma'mul

  • (Amel. den) Yapılmış, işlenmiş.
  • Gr: Avamil'in ikinci bâbı.

maani-i sanevi / maanî-i sânevi

  • İkinci derecedeki mânâlar. İşarî, mecazî, remzî mânâlar gibi.

madak

  • Sıkıntı, darlık.

magiz

  • İçinde ağaç bitmiş olan su birikintisi.

maglul

  • Susuz kalmış. Su sıkıntısında bulunan.
  • Eli bağlı. Zincirle bağlanmış kimse.
  • Hapsedilmiş olan.

magmum

  • Gamlı. Kederli. Tasalı. Sıkıntılı.
  • Bulutlu. Kapalı.

mahbun

  • Kıtlık için saklanan şey.
  • Edb: İkinci harfi düşürülmüş vezin.

mahkeme-i evkaf

  • İkinci meşrutiyetin ilânından sonra evkaf müfettişliği dairesine verilen ad.

makam-ı mahmud / makâm-ı mahmûd

  • Mahşer (kıyâmet) günü büyük bir sıkıntı ve ızdırab içerisinde bulunan mahlûkâtın hesaplarının bir an evvel görülmesi için Allahü teâlâ tarafından Muhammed aleyhisselâma verilen şefâat izni. Buna Şefâat-i Kübrâ da denir.

mazacir

  • (Tekili: Mazcer) Gönül daralacak ve sıkıntılı yerler.

mazayık

  • (Tekili: Mazîk) Zor güç işler.
  • Sıkıntılı ve dar yerler.

mazcer

  • (Çoğulu: Mazâcir) Gönül daralacak ve sıkıntılı yerler.

mebde'

  • Başlangıç.
  • Kaynak, kök.
  • Bilgilerin ilk kısımları.
  • İlke.
  • Tasavvufta sâlikin ilk başlangıcı.

medar-ı şekavet ve hasaret ve elem / medar-ı şekavet ve hasâret ve elem

  • Her türlü belâ ve sıkıntının, hüsrana uğramanın ve elemin kaynağı.

medar-ı taayyüş

  • Maişet tedarikine sebeb olan, geçim vesilesi.

mehmuz-ul ayn

  • Kelime kökündeki ikinci harf "hemze" olursa, o kelimeye denir. Birinci harfi "hemze" olursa ona: Mehmuz-ul fâ; üçüncü harf hemzeli olur ise ona da: Mehmuz-ül lâm denir.

mekarih / mekârih

  • (Tekili: Mekrehe) İnsana tiksinti veren şeyler.
  • Sıkıntılar, dertler.

melal / melâl / ملال

  • Can sıkıntısı. Usanç. Gamlılık. Zaaf ve fütur.
  • Can sıkıntısı.
  • Sıkıntı, usanma. (Arapça)

melalli

  • Sıkıntılı. (Arapça - Türkçe)

melzum

  • Birbirinden ayrılmayan iki şeyden ikinci derecede birisi geleni, ayrılmaya engel olunanı; meselâ, oğul melzumdur, babası lâzımdır (mevlûd-vâlid). Tefsir melzumdur, Kur'ân ise lâzımdır.

merak

  • Bir şeyi öğrenmek istemek. Çok şiddetli arzu. Heves. Düşkünlük.
  • Dalgınlık. Kara sevdâ.
  • Kuruntu, telâş. İç sıkıntısı. İç darlığı.

mercuh

  • Kendisine tercih edilen şey, ikinci derecede kalan şey.
  • (Rüchân. dan) Başkası ona tercih edilmiş olan.
  • Fık: Mahkemede hasmından evvel müddeasını isbata salâhiyyetli olmayan şahıs. Evvelâ hak iddiaya salâhiyetli olan râcih, ikinci derecede iddiaya sahib olan ise mercuh olur.

meric / merîc

  • Muzdarip, sıkıntılı.
  • Çeşitli nesne, muhtelif. Karışık, muhtelit.

meşak / meşâk

  • Eziyetler, sıkıntılar.

meşakk / meşâkk

  • Eziyetler. Sıkıntılar. Meşakkatler. Mihnetler.

meşakk-ı hayat / meşâkk-ı hayat

  • Hayatın meşakkat, zahmet ve sıkıntıları.

meşakkat / مشقت

  • Zahmet. Sıkıntı. Güçlük. Zorluk.
  • Zahmet, güçlük, zorluk, sıkıntı.
  • Zahmet, zorluk, sıkıntı.
  • Sıkıntı, güçlük. (Arapça)
  • Meşakkat çekmek: Sıkıntı çekmek, güçlüğe katlanmak. (Arapça)

meşakkat-i bedeniye

  • Bedenen çekilen zorluklar, sıkıntılar.

meşakkatli

  • Sıkıntılı.

mescid-i kıbleteyn

  • Peygamber efendimiz Medîne-i münevverede öğle veya ikindi namazında iken kıblenin Kudüs'ten Kâbe'ye döndürülmesi emrinin geldiği mescid.

meşhur hadis / meşhûr hadîs

  • İlk asırda âhâdî (bir Sahabî tarafından rivayet edilmiş) iken, ikinci asırda meşhur olan ve yalanda birleşmeleri mümkün olmayan topluluk tarafından rivâyet edilen hadis.
  • İslâm'ın ilk asrında bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan, yâni bir kimsenin Resûl-i ekremden, o kimseden de, çok kimselerin ve bunlardan dahî, başka kimselerin işittiği hadîs-i şerîfler.

meşhur hadis veya hadis-i meşhur

  • Asr-ı evvelde, Ahâdi hadis kabilinden iken ikinci asırda iştihar edip, kizb üzerine ittifakları aklen tecviz olunmayan bir cemaat tarafından rivâyet olunan hadis. İlm-i yakin derecesinde karib bir surette kalbe itmi'nan verir.

mesna

  • İkişer ikişer.
  • Derenin büklüm ve boğaz yeri.
  • Çalgının ikinci teli.

mevleviyyet

  • Mevlevilik. Mevlevi tarikından olmak.
  • Mollalık.
  • Müderrislikten sonra gelen ilmiye sınıfından oluş.
  • Eyâlet kadılığı; yani, bir eyâletin bütün hukuki ve kazai işlerine bilfiil bakan kadı. "Mevâli" de denir.

mevlid gecesi

  • Peygamberimiz Muhammed Mustafâ sallallahü aleyhi ve sellemin doğduğu Rebî'ul-evvel ayının on birinci ve on ikinci günleri arasındaki gece.

mezahim / mezâhim

  • Zahmetler. Sıkıntılar. Belâlar.
  • Zahmetler, sıkıntılar.

mezahim-i hazıra / mezâhim-i hazıra

  • Şimdiki sıkıntılar, zahmetler.

mezayık

  • Dar ve sıkıntılı yerler.

mezheb-i mercuha / mezheb-i mercûha

  • İkinci derecede tercih edilen mezhep, ekol.

mezil

  • Daralıp gönlündeki sırrı ifşâ eden, sıkıntıdan içindeki sırrı açıklayan.
  • Ayağı uyuşmuş.
  • Malını ve sırrını herkese gösterip açıklayan.
  • Küçük cüsseli, zayıf, hafif kimse.

mihan

  • (Tekili: Mihnet) Mihnetler, sıkıntılar.

mihen / محن

  • Sıkıntılar. (Arapça)

mihnet / محنت

  • Sıkıntı, tasa.
  • Sıkıntı, acı, dert. (Arapça)

mihrab

  • Camide imamın namaz kılarken cemaatin önünde durduğu yer.
  • Şiddetli harbeden cengâver. Bahadır.
  • Evin şerefli yüksek yeri, çardak.
  • Meclisin sadrı ve ekrem mevzii.
  • Mc: Harb âleti.
  • Orman.
  • Melikin hususi makamı.
  • Mc: Şeytan ve hevâ ile muhare

mil

  • İnce metal, sel birikintisi.

misbahü'l-iman

  • İman lâmbası anlamında Asâ-yı Mûsâ'nın ikinci bölümüne verilen ad.

mu'cem

  • İ'câm edilmiş, noktalanmış, noktalı.
  • Hadis şeyhlerinin herbirisi.
  • Harf-ı heca sırasına konularak, her birisinin tarikından müellife kadar gelen rivayetleri toplayan kitaba denir.

mu'tezile

  • Hicrî ikinci asırda Vâsıl bin Atâ tarafından kurulan ve aklı, nakilden yâni dînî delillerden önde tutan bozuk fırka. "Büyük günâh işleyen kimse ne kâfirdir, ne de mü'mindir, iki menzile (yer) arasında bir menzilededir (yerdedir)" diyen Vâsıl bin Atâ, hocası Hasen-ül-Basrî'nin ders halkasından ayrıld

mu'zi / mu'zî

  • (Ezâ. dan) Eziyet ve sıkıntı veren. Rahat bırakmayan, inciten.

muacciz

  • Sıkıntı verici, rahatsız edici.

mualecesiz / muâlecesiz

  • Zahmetsiz, sıkıntısız.

muazzeb

  • Eziyet çeken, azap içinde bulunan. Sıkıntıda kalan.
  • Azapta bulunan, çok sıkıntı gören, eziyet çeken.

muazzep

  • Eziyet çeken, sıkıntı gören.

mübtela / mübtelâ

  • Dertli. Hasta. Başı sıkıntılı. Rahatsız. Belâlı. Düşkün. Tutkun. Tutulmuş.

müceddid-i elf-i sani / müceddid-i elf-i sâni / müceddîd-i elf-i sânî

  • Hicrî ikinci bin yılının müceddidi, yenileyicisi olan İmam-ı Rabbânî (r.a.).
  • "İkinci bin senesinin müceddidi" demek olan bu tabir, İmam-ı Rabbani Ahmed-i Farukî Hazretlerinin nâmıdır.
  • Hicrî ikinci bin yılının yenileyicisi mânâsına İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin lakabı.

müdamere

  • Sıkıntı ve mihnet içinde sabahlama.

mudcer

  • (Ducret. den) Sıkıntılı olan. Sıkılmış.

mudcir

  • (Ducret. den) Sıkıntı veren, sıkan, gamlandıran.

müdellel

  • Delilli ve isbatlı olan. İsbat ve tasdikine delil gösterilmiş olan. İsbatlı.

müdgam

  • (Dagm. dan) Peş peşe gelen iki kelimeden birincisinin son, ikincisinin ilk harflerinin aynı olması.

müferrah

  • Ferahlanmış. Sıkıntıdan, üzüntüden kurtulmuş.

müflis

  • İflâs eden.
  • Dünyâda iken insanların haklarını yemiş, onları dövmüş, sıkıntı ve eziyet vermiş; bu sebeblerle âhirette hesâblar görülürken, hakkı olanlara bütün günahları verilip, hiç sevâbı kalmayan ve hak sâhiplerinin günâhlarını yüklenerek, Cehennemlik olan kimse.

muhadeşe

  • Tırmalama. Sıkıntı ve zahmet verme.

muhadiş

  • Zahmet, ıztırab ve sıkıntı verici. Tırmalayıcı.

muhatab

  • Söyleyeni dinleyen. Kendisine hitab edilen.
  • Gr: İkinci şahıs.

mukassi / mukassî

  • (Kasvet. den) Kasvet verici. Sıkıntılı, kasvetli. Sıkıcı, dar.

mükebbire

  • Büyük camilerde müezzinlerin, son cemaat yerlerinde namaz kılan halka, imamın tekbirlerini tekrar etmek üzere bulundukları çıkıntılı balkonlara verilen addır.

mükedder

  • Kederli. Sıkıntılı.
  • Tekdir edilmiş. Azarlanmış.
  • Bulandırılmış. Bulanık.

muktir

  • Dar hâlli, durumu sıkıntılı.
  • Kocasını nafaka bakımından sıkıştıran kadın.

münafıkun

  • (Bak: Münafıkîn)

munkabız

  • Sıkıntılı. Mânevi sıkıntı.
  • Çekilmiş. Büzülmüş. Daralmış. Toplanmış.
  • Barsakları sıkışmış. Kazâ-i hâcet edemeyen. Kabız.
  • Sıkıntılı, büzülmüş.

münkabız

  • Sıkıntılı, tutuk.

müşakat

  • Sıkıntı ve zorluklara dayanma hususunda yarışma. Aykırılık. Düşmanlık.

müsebbiha

  • Sağ elin ikinci parmağı. Şehâdet parmağı.

musibet / musîbet

  • Âfet, belâ, sıkıntı.

musibet-i hazıra

  • İçinde bulunulan şimdiki belâ ve sıkıntı.

musile

  • Müderrislikte ikinci yüksek derece.

müşkilat / müşkilât / مشكلات

  • Güçlükler, zorluklar. (Arapça)
  • Müşkilat çekmek: Zorluk çekmek, sıkıntı çekmek. (Arapça)

müşkilat-ı azime / müşkilât-ı azîme

  • Büyük zorluklar, sıkıntılar.

müşkülat-ı azime / müşkülât-ı azîme

  • Büyük zorluklar, sıkıntılar.

müslim

  • Mûteber ve güvenilir olduğu bütün İslâm âlimleri tarafından kabul edilen, Kütüb-i sitte denilen altı hadîs kitâbının ikincisi.
  • Allahü teâlânın, peygamberi Muhammed aleyhisselâm vâsıtasıyla gönderdiklerine îmân edip, O'nun emirlerini yerine getiren, yasaklarından kaçan kimse.

müstetbeü't-terakip / müstetbeü't-terâkip

  • İşaret, telmih, remiz gibi asıl sözün etrafında bulunan birbirine bağlı ikinci derecedeki mânâlar; çağrışımlar.

mutazaccır

  • Sıkıntılı. İçi sıkılan. Rahatsız.

müteanniyane

  • Sıkıntılı ve zahmet çekerek. Zahmetle. (Farsça)

mütefevvik

  • (Çoğulu: Mütefevvikîn) (Fevk. den) Üstün gelen, tefevvuk eden, üstün.

mütehallis

  • (Hulus. dan) Kurtulan, halâs bulan.
  • İkinci olarak başka bir ad takınan. Mahlâs alan.

mütenakız

  • Birbirine uymayan, birbirine zıt olan, birbirini bozup nakzeden, birbirini bozup nakzeder olan. İkinci söylediği sözü, birinci söylediği söze zıt olup uymayan.

mütereffik

  • (Çoğulu: Mütereffikîn) Sükûnetle ve yumuşaklıkla davranan.

müteşeddik

  • (Çoğulu: Müteşeddikîn) Söz ebeliği eden.

mütevecci'

  • Dertli, sıkıntılı.
  • Ağrı duyan.

mütevecciane / mütevecciâne

  • Sıkıntı ile. Dertli olarak. (Farsça)
  • Ağrı duyarak. (Farsça)

mütezahim / mütezâhim

  • (Çoğulu: Mütezahimîn) (Ziham. dan) Birbirini iterek, herbirinin üstüne çıkarak biriken kalabalık.
  • Halkın kalabalığından sıkıntıya uğrayan.
  • Kalabalıktan sıkıntı çeken.

müz'ic

  • Rahatsızlık, sıkıntı veren.

müz'iç olan

  • Sıkıntı veren.

müzahamet

  • Sıkıntı verme, bir noktaya yığılma.
  • Birbirine zahmet verme. Kalabalıktan gelen sıkıntı, sıkıştırma.
  • Bir yere itişe kakışa hücum etme.

müzahemet / müzâhemet

  • Karşılıklı olarak sıkıntı ve zahmet verme.

müzahim

  • Zahmet ve sıkıntı veren. Zıt gelen.

müzayaka

  • Sıkıntı, darlık, yokluk, parasızlık. Zorluk.
  • Sıkıntı, darlık, güçlük.

muzcer

  • Sıkıntılı, ıztırablı.

muzcir

  • Sıkıntı ve ıztırab veren.

muztarib

  • (Muzdarib) (Darb. dan) Sıkıntılı. Iztırab çeken. Hasta. Bir tarafı sızlayan. Ağrıyan. Ağlayan.

muztaribane

  • Rahatsız olarak, ıztırab ve sıkıntı çekerek. (Farsça)

muztarip

  • Izdıraplı, sıkıntılı.

muztarrin / muztarrîn

  • Çaresizler. Sıkıntı içinde olanlar.

nafis-ül kerb

  • Sıkıntı ve belâlara, göz değmesine, nazara te'sir edip kaldıran.

natıh

  • (Çoğulu: Nevâtıh) Boynuzuyla vuran, süsen hayvan.
  • Keder, sıkıntı, elem, mihnet.

nazile / nâzile / نازله

  • Belâ, sıkıntı.
  • İnme, nüzul.
  • Nezle hastalığı.
  • Nezle. (Arapça)
  • İnmiş. (Arapça)
  • Sıkıntı. (Arapça)

nefhat-ül-ba's

  • İsrâfil aleyhisselâmın, nasıl olduğu bizce bilinmeyen ve sûr denilen bir âlete ikinci defâ üflemesiyle bütün canlıların dirilmesi.

neked

  • Sıkıntı, dert, keder. Belâ, musibet.

neş'et-i saniyye / neş'et-i sâniyye

  • İkinci defa vücuda gelme.

nikz

  • (Çoğulu: Enkaz) Bina yıkıntısı.

nübüvvet yolu

  • Tasavvufta insanları Allahü teâlânın sevgisine, rızâsına kavuşturan iki yoldan birincisi ve en üstünü. Velî bir zâtın sohbetinde yetiştikten sonra arada sebeb ve vâsıta olmadan feyzin, kalb bilgilerinin asıl'dan yâni Resûlullah efendimizden alındığı yol. Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan ikinci yo

nuh aleyhisselam / nûh aleyhisselâm

  • Kur'ân-ı kerîmde adı geçen peygamberlerden. Peygamberlerin büyükleri olan ve kendilerine Ülü'l-azm denilen altı peygamberin ikincisi. İdrîs aleyhisselâmdan sonra peygamber olarak gönderildi.

nukz

  • (Çoğulu: Enkâz) Binâ yıkıntısı.

nütu

  • Yumru, çıkıntı.
  • Yumruluk.

ömer

  • Resül-ü Ekrem'in (A.S.M.) ikinci halifesi, Aşere-i Mübeşşere'den ve sahabenin en büyüklerindendir. Çok âdil, âbid, zâhid ve merhametli idi. Fakirce yaşadı. Adaleti, şecaat ve cesareti, İlâ-yı Kelimetullah için fedakârlığı meşhurdur. Çok Hadis-i Şeriflerle medhedildi. Zamanında çok fütühat ve ilerlem

ömer ibn-i abdülaziz

  • (Hi: 60-101) Emevî Devleti halifelerinden olup Hz. Ömer'in ahfadındandır. Siyaset âleminde bir dâhi ve adâlette bir ikinci Hz. Ömer'di. Malatya'yı Rumlardan yüzbin esir mukabilinde satın aldı. Zehirlenerek şehid edildi. (R. Aleyh)

ömr-ü sani / ömr-ü sâni

  • İkinci ömür; ahiret hayatı.
  • İkinci hayat, âhiret hayatı.

otuz sene halife olan bir zat / otuz sene halife olan bir zât

  • Sultan İkinci Abdülhamid.

pa-yab

  • Kuvvet, kudret, tâkat. (Farsça)
  • Su birikintisi. (Farsça)
  • Havuzun dibi. (Farsça)
  • Kuyu basamağı. (Farsça)
  • Son, nihayet. (Farsça)

padergil

  • (Pâ-der-gil) Ayağı çamurda. (Farsça)
  • Mc: Davranamaz. (Farsça)
  • Sıkıntıda. (Farsça)

padişah-ı sani / padişah-ı sâni

  • İkinci padişah.

pas

  • Gecenin sekizde biri. (Farsça)
  • Gözetleme, bekleme. (Farsça)
  • Keder, hüzün, gam. (Farsça)
  • İç sıkıntısı. (Farsça)

pay-der-gil

  • Ayağı çamurda. (Farsça)
  • Sıkıntıda, dertte. (Farsça)
  • Mc: Davranamaz. (Farsça)

pederze

  • Çıkın, bohça. (Farsça)

piç ü tab

  • Iztırab ve sıkıntı.

piçtab

  • Sıkıntı, telâş. (Farsça)
  • Şaşkınlık. (Farsça)

ra

  • Kur'an alfabesinde onikinci harftir. Ebced hesabında 200 sayısına işaret eder. Bu harfe "Rı" denildiği gibi, "Ra-i mühmele" de denilir. Bazı tarih kayıtlarında" Rebi-ül Evvel" ayına işaret olarak geçer.

ra'de

  • Muztarib oluş, azablı ve sıkıntılı hâl. (Rı'de şeklinde de okunur)

radife

  • Kıyametteki ikinci Sur'un ismi. (O'nunla bütün ölüler hayat bulurlar.)

rahat

  • Dinlenme, sıkıntısızlık, dinçlik.
  • Sıkıntısız, üzüntüsüzlük.

red'-i ceyb

  • Mc: İçinden sıkıntıyı atma.

reff

  • Elbise koymak için duvara çıkıntı yapmak veya duvara tahta çakmak. Raf.

rehide

  • Sıkıntı ve dertten kaçmış olan. (Farsça)

rek'at-ı saniye / rek'at-ı sâniye

  • İkinci rekât.

remy-i cimar / remy-i cimâr

  • Hac ibâdeti esnâsında Kurban bayramının birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü günlerinde Minâ'da bulunan ve Cemre adı verilen taş yığınlarına nohut büyüklüğündeki taşları atmak. Buna şeytan taşlama da denilmektedir.

renc / رنج

  • Sıkıntı, zahmet, eziyet. (Farsça)
  • Ağrı, sızı. (Farsça)
  • Öfke, gazab, hışım. (Farsça)
  • Sıkıntı, zahmet, meşakkat. (Farsça)

renc-ber

  • (Renc; sıkıntı, zahmet. Ber; çeken) Tarla ve bahçede yahut başka işlerde kazmak veya taş, toprak taşımak gibi işlerde çalıştırılan gündelikçi. Amele, ırgat. (Farsça)
  • Çiftçi. (Farsça)

rencber / رنجبر

  • Sıkıntı çeken. (Farsça)
  • Amele, yrgat. (Farsça)

renciş

  • Sızlanış, inciniş, eziyet ve sıkıntı veriş. Keder. (Farsça)

rencur

  • İncinmiş. Sıkıntılı, rahatsız, dertli, hasta. (Farsça)

ruhsat

  • (Çoğulu: Ruhas-Ruhsat) İzin, müsaade.
  • Genişlik.
  • Kolaylık.
  • Fık: Kulların özürlerine mebni, kendilerine bir suhulet ve müsaade olmak üzere, ikinci derecede meşru' kılınan şeydir. Sefer halinde Ramazan-ı Şerif orucunun tutulmaması gibi. Vuku' bulan ikraha mebni, birisini
  • İzin, müsaade; kulların özürlerine binaen, kendilerine bir kolaylık ve müsaade olmak üzere ikinci derecede meşru olan şeyler, yolculukta Ramazan orucunun tutulmaması gibi.

şa'ban

  • (Şâbân) Arabi ayların sekizincisi. Mübârek Şuhur-u selâsenin (Üç ayların) ikincisi.

şa'ban ayı / şa'bân ayı

  • Arabî ayların sekizincisi, üç aylardan ikincisi.

şa'ban-ı muazzam / şa'bân-ı muazzam / شَعْبَانِ مُعَظَّمْ

  • Üç aylardan ikincisi, kıymeti çok büyük olan şa'bân ayı.

şa'ban-ı şerif / şa'bân-ı şerîf / شَعْبَانِ شَر۪يفْ

  • Üç ayların ikincisi olan şerefli ay.

şaban-ı muazzam / şâbân-ı muazzam

  • Mübarek aylardan ikincisi olan Şaban ayı; hicrî ayların sekizincisi.

şaban-ı şerif / şâbân-ı şerif

  • Hicri ayların sekizincisi ve mübarek üç ayların ikincisi olan değerli ve şerefli Şâban ayı.

sadist

  • Başkasına eziyet ve sıkıntı vermekten, sapık işleri yapmaktan zevk alan ruh hastası kimse.

safer

  • (Çoğulu: Esfâr) Boş ve hâli olmak.
  • Arabi aylardan ikincisi.
  • Karın içinde durabilen bir yılanın adı.

şahide

  • (Müe.) Kadın şâhid. (Farsça)
  • Mezar taşı. (Farsça)
  • Mezara dikine dikilen ve üzerinde yazı ve çiçek motifi bulunan baş ve ayak taşları. (Farsça)
  • Dilber, güzel. (Farsça)

şahıs zamiri

  • İsim yerine kullanılan ve insanlara işaret eden kelimeler. Farsçada: (Men: ben), (Tu: sen), (U: o), (Mâ: biz), (Şümâ: siz), (İşân: onlar). Bunlar gayr-ı muttasıl (bitişik olmayan) zamirlerdir.Arapçada; gayr-ı muttasıl zamirler: (Ene: ben), (Ente-sen), (Entümâ: ikiniz), (Hu: O), (Entüm: siz), (Entünn

sahti

  • Sertlik, katılık. (Farsça)
  • Güçlük. (Farsça)
  • Sıkıntı. (Farsça)

salat-ül asr / salât-ül asr

  • İkindi namazı.

şamih

  • Ali şey, yüksek.
  • Mağrur, başını kaldırmış. Mütekebbir.
  • Tıb: Vücuddaki beyin ve kemik gibi yerlerdeki çıkıntılı, tümsek yerler.

sanevi / sanevî / sânevî / ثانوی

  • İkinci derecede.
  • İkinci. İkinci derecede.
  • İkinci. (Arapça)

sani / sânî / ثانى / ثَان۪ي

  • İkinci.
  • İkinci.
  • İkinci.
  • İkinci. (Arapça)
  • İkinci.

sani aşer / sâni aşer

  • Onikinci.

saniye / ثانيه

  • İkinci.
  • İkinci. (Arapça)

saniyen / sâniyen / ثانيا / ثَانِيًا

  • İkinci olarak. İkinci derecede.
  • İkinci olarak.
  • İkincisi.
  • İkincisi, ikinci olarak. (Arapça)
  • İkinci olarak.

sarfe mezhebi

  • Kur'an-ı Kerim'in mu'cize olduğuna dair ikinci mercuh bir mezheb ismi.

şart edatları

  • (Huruf-u şartiye) Bunlara "Şart isimleri" de denir. Arapçada şart mânâsını ifade eden edatlar: İn, Men, Ma, Mehmâ, Eyyü, Metâ, Eynemâ, Eyyâne, Ennâ, Haysümâ, Keyfemâ. Bu edatlar iki fiili (şart ve ceza fiillerini) cezmederler. Şart mânâsını ifade eden edatlardan sonra gelen ilk fiil, şart; ikincisi

savm

  • Oruç. İkinci fecirden başlıyarak güneşin batmasına kadar yemekten, içmekten ve cinsi mukarenetten nefsi men'etmek suretiyle yapılan ibâdet.

se'ir / se'îr

  • Cehennem'i meydana getiren tabakaların ikincisi. Burada Tevrât'ı değiştirenler yanacaktır.

sebbabe

  • Şehâdet parmağı. Sağ elin baştan ikinci parmağı.

secde suresi / secde sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin otuz ikinci sûresi.

şefa'at-ı kübra / şefâ'at-ı kübrâ

  • Kıyâmette, o günün dayanılmaz dehşeti ve şiddetli sıkıntıları sebebiyle, insanların mürâcaatları üzerine Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), onların muhâkeme ve hesâblarının bir an evvel görülmesi için Allahü teâlâya yalvarması ve bu dileğinin kabûl olması. O gün herkes kendi başını

sefalet

  • Fakirlik, yoksulluk. Fakirlikten gelen sıkıntı. Sefillik.

sefer

  • (Safer) Arabi ayların ikincisinin ismi.

sefer der vatan

  • Nakşibendiyye yolunun on bir temel esâsından biri. Sâlikin (tasavvuf yolunda bulunan kimsenin) kötü ahlâk, beşer (insan) tabiatının sıfatlarından kurtulması, beşerî sıfatlardan meleklere âit sıfatlara, kötü, çirkin vasıflardan, iyi, güzel ahlâka geçm esi.

sefil

  • Sefalet çeken, muhtaçlık içinde olan. Çok sıkıntıda bulunan.
  • Uslu huy sahibi.

seher

  • Tan. Sabah olmağa başladığı vakit.
  • Fık: İkinci fecirden biraz evvel olan vakit.

şehid-i ahiret / şehîd-i âhiret

  • Bir kimsenin Allah için olan cihâdın hazırlığı esnâsında tâlimlerde veya zulüm ile öldürülmesi veya cihâdda ve eşkıyâ, âsî, yol kesici, gece hırsızla vuruşmada yaralanarak hemen ölmeyip bir namaz vakti çıkıncaya kadar yaşayan veya başka yere götürülü p, orada ölen. Âhiret şehîdi.

şehnişin

  • Binanın dışarı çıkıntısı. Balkon. (Farsça)

şekavet / şekâvet

  • Her çeşit kötülük içinde olmak. Belâ ve zillete düşmek. Sıkıntıda kalmak.
  • Haydutluk, eşkiyalık.
  • Sıkıntı, azap, işkence.

şekavet-i daime

  • Sürekli bedbahtlık, hiç bitmeyen sıkıntı.

şekavet-i dünyeviye

  • Dünyanın nihayetsiz belâ, sıkıntı ve ıztırabı.

şekavet-i ebediye

  • Sonsuz sıkıntı ve mutsuzluk.

şekavet-i uhreviye

  • Âhiretteki sıkıntılar.

şekavetli

  • Sıkıntılı, mutsuz.

şerefe

  • Minarenin ezan okunan yeri. Yüksek kale ve emsali yerlerdeki burç, çıkıntı.

sevani

  • (Tekili: Saniye) Saniyeler.
  • İkinci derecede şeyler.

sevda

  • Fazla sevgi sebebiyle meydana gelen bir çeşit hastalık. Aşk. (Farsça)
  • Hırs. Tama. (Farsça)
  • Heves, istek. (Farsça)
  • Siyah. (Farsça)
  • Balgamdan, kandan ve safradan başka vücuddan çıkan bir nevi ifrazat. (Farsça)
  • Gam. Keder, Sıkıntı. (Farsça)

seyyiat

  • (Tekili: Seyyie) Kötülük, günahlar, suçlar. Kötülüğe karşı çekilen sıkıntılar.

şifa ayet-i kerimeleri / şifâ âyet-i kerîmeleri

  • Kur'ân-ı kerîmdeki altı şifâ âyeti. Tevbe sûresi on dördüncü âyetinin sonu, Yûnus sûresi elli yedinci âyetinin ortası, Nahl sûresi altmış dokuzuncu âyetinin orta kısmı, İsrâ sûresi seksen ikinci âyetinin baş tarafı, Şuarâ sûresinin sekseninci âyeti, Fussilet sûresi kırk dördüncü âyetinin ortası.

sıfat terkibi

  • Sıfat tamlaması. Meselâ: "Kâmil insan" kelimeleri bir sıfat terkibidir. Burada Türkçe ifâdeye göre "kâmil insan" terkibinden birinci kelime sıfat (belirten), ikinci kelime ise mevsuf (belirtilen) dir. Farsça kâideye göre "insan-ı kâmil" diye söylenir.

sıka'

  • Kadınların, kirlenmemesi için başörtülerinin üstüne örttükleri ikinci örtü.

şıkk

  • (Şikk) İslâmiyetin zuhurundan biraz önce yaşamış iki kâhinin adıdır. Bunlardan eskisi Arablarda ilk kâhindir. Acaib bir mahluk olup, alnının ortasında yalnız bir gözü (veya alnını ikiye ayıran bir alev) vardı. El Yaşkarî adındaki ikinci Şıkk, Satih ile birlikte devrinin en meşhur kâhiniydi. Satih'te

sıklet / ثقلت

  • Ağırlık. Mânevi sıkıntı.
  • Ağırlık. (Arapça)
  • Sıkıntı. (Arapça)
  • Sıklet vermek: Ağırlık vermek, rahatsız etmek, sıkıntı vermek. (Arapça)

sıla

  • Kavuşmak, ulaşmak, vuslat.
  • Âşıkın mâşukuna kavuşması.
  • Doğduğu yeri, hısım akrabayı gidip görme.
  • Bahşiş, hediye.
  • Gr: Cümlenin içinde ism-i mensub bulunmasıyla, dahil olduğu cümlenin evvelce mâlum olması iktiza eder. İçinde bulunduğu cümleyi sonradan gelen cümle

sırat-ı müstakim

  • En doğru yol, İslâmiyet yolu. Hak yolu. Allah'ın râzı olduğu en doğru yol. Peygamberlerin, evliya ve sâlihlerin, sıddıkinlerin gittikleri meslek.

siyah dutun bir meyvesi

  • On Yedinci Söz'ün İkinci Makamı'nda yer alan bir bölüm.

son harb-i umumi / son harb-i umumî

  • İkinci Dünya Savaşı.

stratosfer

  • Atmosferin ortalama 30 km. kalınlığındaki ikinci tabakası. (Fransızca)

şu'be

  • Bölük, bölüm.
  • Dal, budak.
  • İkinci derecedeki kollar. Kol.

suada'

  • Sıkıntıdan dolayı uzun uzadıya solumak.
  • Ev ortası.

sübhaneke / sübhâneke

  • Her namazın ilk rek'atinde, ayrıca ikindi ve yatsı namazlarının sünnetlerinin üçüncü rek'atinde, besmele çekmeden önce okunan duâ.

subre

  • Birikinti, yığın.

sücun

  • (Tekili: Sicn) Hapishaneler, zindanlar, ceza evleri.
  • Mc: Dünyanın sıkıntıları.

suda'

  • Baş ağrısı.
  • Rahatsız etme, sıkıntı verme, sıkma.

şükr secdesi

  • Kendisine nîmet gelen veya bir dertten ve sıkıntıdan kurtulan kimsenin, Allahü teâlâ için yaptığı secde.

sülale

  • Sıkınca parmakların arasından dışarı çıkan safi balçık.
  • Meni akıntısı.

sultan-ı mahlua / sultan-ı mahlûa

  • Tahtından indirilmiş Sultan; İkinci Abdülhamid.

sultan-ı mazlum / sultan-ı mazlûm

  • Suçsuz Sultan; İkinci Abdülhamid.

sultan-ı sabıka / sultan-ı sâbıka

  • Önceki Sultan, padişah; İkinci Abdülhamid.

sünnet

  • Kanun, yol, âdet.
  • Siret-i hasene.
  • Ist: Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sözü, emri, hal ve takriri. Müslümanların ittibâında ve dinlemesinde maddî ve manevî pek çok fazilet bulunan, tatbikinde mühim sevablar, terkinde mühim zararlar bulunan İslâmî emirler. Sünnet'e Farz-ı

şura suresi / şûrâ sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin kırk ikinci sûresi.

suret-ül infitar

  • Kur'an-ı Kerim'de seksenikinci Sure olup Mekkidir.

surre

  • (Çoğulu: Surer) Para kesesi, para çıkını.
  • Hac zamanında İslâm Devletinin pâdişahı tarafından fakir ve muhtaçlara dağıtılması için Mekke ve Medineye her yıl gönderilen para ve sâir şeyler.

sütuh

  • Yorgun, bezgin. (Farsça)
  • Sıkıntılı, kederli. (Farsça)
  • Beceriksiz. (Farsça)

ta'ciz

  • (Acz. den) Huzursuz kılmak, rahatsız etmek, sıkıntı vermek, canını sıkmak.
  • Eğlendirmek.
  • Âciz etmek.
  • Kadının ihtiyarlayıp âcizleşmesi.

ta'cizat / ta'cizât

  • (Tekili: Ta'ciz) Tacizler. Rahatsız etmeler, sıkıntı vermeler.

ta'ric

  • Meyletmek, eğilmek.
  • Bir nesne üzerinde durmak.
  • Çıkıntı. Tümsek peyda etme.

taab / تعب

  • Yorgunluk. Sıkıntı. Zahmet. Bezginlik. Eziyet.
  • Sıkıntı, zahmet. (Arapça)
  • Yorgunluk. (Arapça)

tabiat-ı sani / tabiat-ı sâni

  • İkincisinin yapısı.

tabiat-ı saniye / tabiat-ı sâniye

  • İkincil yapı; ikinci derecede kalan yapı, dünya görüşü.

taciz etme / tâciz etme

  • Rahatsız etme, sıkıntı verme.

tadaccur

  • (Ducret. den) Sıkılma, sıkıntı, iç sıkılması.

takdim tehir

  • Öne alma-sonraya bırakma; yolculukta öğleyi ikindi vaktinde, akşamı yatsı vaktinde kılmaya tehir denilir. Bunun zıttı ise takdimdir.

takdim ve te'hir / takdîm ve te'hîr

  • İkindi namazını öğle namazı ile veya öğleyi ikindi ile ve yatsı namazını akşam namazı ile veya akşamı yatsı ile birleştirerek kılmak.

tali / tâlî / تالى

  • Tilavet eden, okuyan.
  • İkinci derecede. Sonradan gelen.
  • Man: Birbirine bağlı iki kaziyeden ikincisi. Meselâ: "Duman çıkıyorsa ateş vardır" sözünde "Ateş vardır" sözü tâli'dir.
  • İkinci derecede.
  • İkinci derecede, sonradan gelen.
  • İkincil. (Arapça)

tarid

  • Kovulmuş, uzaklaştırılmış, sürülmüş, çıkarılmış.
  • Bir kimsenin birinci çocuğundan sonra doğan ikinci çocuğu.

tarihçe-i hayat-ı saniye

  • İkinci hayatın tarihçesi.

tasavvuf

  • Ahlâk ve kalb ilmi. Kalbi kötü huylardan temizleyip, iyi huylarla doldurmak. Kalbde îmânın vicdânileşmesi, yâni Ehl-i sünnet îtikâdının kalbde sağlamlaşması ve şüphe getirici te'sirlerle sarsılmaması, nefs-i emmâreden doğan tenbelliklerin ve sıkıntıl arın giderilip, ibâdetlerde kolaylık ve lezzet hâ

tazaccur

  • Sıkıntı. İç sıkılma.

tazyik

  • Daraltmak, sıkıştırmak.
  • İcbar etmek.
  • Sıkıntı ve ızdırab vermek.
  • Zorlama, baskı.
  • Fiz: Bir kuvvet harcayarak yapılan basma veya itme işi. Basınç. Katı cisimler, üzerine konuldukları satıhlara; sıvılar, içinde bulundukları kabın hem dibine ve hem de yanlarına; ga

tazyik eden

  • Sıkıntı veren, baskı yapan.

tazyik-i mecnunane / tazyik-i mecnunâne

  • Delicesine baskı ve sıkıntı verme.

tazyikat-ı dünyeviye

  • Dünyadaki sıkıntılar.

teb'an

  • Bir şeye bağlı olarak; bir şeye bağlı olduğu şeyi dikkate alarak ikinci derecede bakmak.

tebah

  • Harap yer, yıkıntı, yıkılmış.

teban / tebân

  • İkinci derecede.

tebe-i tabiin / tebe-i tabiîn

  • Tabiînden olan birisinden (yâni ikinci derecede olarak) hadis nakletmiş olan. Veya Tabiîn olanlardan ders almış, onlara uymuş müslümanlar.

tebehhül

  • Tahsil için sıkıntı ve zahmet çekme.

tecelli-i ef'al / tecellî-i ef'âl

  • Sâlikin, yâni tasavvuf yolcusunun, kulların fiillerini Allahü teâlânın fiilinin zılleri (görüntüleri) olarak görmesi ve bu fiillerin varlığının O'nun fiili ile olduğunu bilmesi. Âlem-i Emrin ilk adımında olan tecellîler.

tefavüt-ü şekavet

  • Sıkıntıların, musibetlerin farklılığı.

tefennün-i fi-l ibare / tefennün-i fi-l ibâre

  • Bir defa söylenilmiş olan bir sözü ikinci defa söylemek icabederse, o aynı kelimeyi tekrarlamamak için başka kelime veya sözle aynı mânâyı ifade etme san'atı.

tehiyyat / tehiyyât

  • Namazın ka'delerinde yâni birinci ve ikinci oturuşlarında okunan Ettehiyyâtü duâsı.

tekasür suresi / tekâsür sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin yüz ikinci sûresi.

tekbir-i zevaid / tekbîr-i zevâid

  • Bayram namazlarında birinci rek'atte Sübhâneke'den sonra üç, ikinci rek'atte zamm-ı sûreyi okuyup rükûa gitmeden önce de üç kerre olmak üzere alınan altı vâcib tekbir. Zevâid tekbiri.

temmuz

  • İkinci Meşrutiyet'in (Hürriyet) ilân edildiği tarih olan 23 Temmuz 1908 (Rumî 10 Temmuz 1324).

teng

  • Dar, sıkıntılı, melul, kederli. (Farsça)
  • Kıtlık. (Farsça)

tengdil

  • (Çoğulu: Tengdilân) Yüreği dar. İçi sıkıntılı. (Farsça)

tengna

  • Dar yer. Geçit, boğaz. Sıkıntılı yer. (Farsça)
  • Mezar. (Farsça)

tepide

  • Rahatsız, sıkıntıda. (Farsça)

terakku'

  • Sıkıntı ve emek ile kazanma.

teşri' eylemek

  • Dinî emir ve yasakları bildirmek. Kanun bildirmek. Bir emrin kanun gibi tatbikini istemek.

teşrik günleri

  • Kurban bayramının ikinci, üçüncü ve dördüncü günleri. Bayramın birinci gününe yevm-i nahr (nahr günü), ikinci ve üçüncü günleri de kurban günü olduğundan hepsine birden "eyyâm-ı nahr" denir. Ondan evvelki güne Arefe günü denir. Ramazân-ı şerîf bayram ında arefe yoktur. Arefe, kurban bayramına mahsus

teşrik tekbiri / teşrik tekbîri

  • Arefe günü yâni Kurban bayramından önceki gün, sabah namazından, bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar yirmi üç vakit her farz namazdan sonra getirilen tekbîr; "Allahü ekber, Allahü ekber, lâ ilâhe illallahü vallahü ekber. Allahü ekber ve lill ahil-hamd" sözleri.

teşrik tekbirleri

  • Zilhiccenin dokuzuncu günü, yani Kurban Bayramının arefe günü, sabah namazından başlayarak, bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar olan, her farz namazın selâmından sonraki alınan tekbirler.

tezahüm / tezâhüm

  • Birbirine sıkıntı vermek. Halk kalabalık edip birbirine sıkıntı vermek.
  • Birbirine sıkıntı verme, sürtüşme, sıkışma.

tezyinat-ı lafziyye / tezyinât-ı lafziyye

  • (Muhassınat-ı lafziyye de denir. İlm-i Bediin iki bölümünden ikinci bölümüdür. ) Kelâmın lafzında olan ve göze hitab eden edebî san'atlar. Cinas, seci' gibi.

tur suresi / tûr sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin elli ikinci sûresi.

üçüncü maksad

  • Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfında yer alan bölüm.

ufunet

  • Çıban veya yaranın çürüyüp fena kokması.
  • İltihab.
  • Her hangi bir maddenin çürümesinden hasıl olan pis koku, çürük kokusu.
  • Sıkıntı veren manevî ağırlık.

ülü'l-azm

  • Şerîat sâhibi, yeni din getiren peygamberlerden altı tânesine ve en büyüklerine verilen ad. Bunlar; Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed aleyhimüsselâmdır. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara anlatırken çok sıkıntı çektikleri ve bu sık ıntılara sabr ettikleri için kendilerine bu isim

umumi harpler / umumî harpler

  • Bütün dünyayı olumsuz olarak etkileyen savaşlar; Birinci ve İkinci Dünya Savaşları.

unsur-u belagat / unsur-u belâgat

  • Belâgat unsuru, Muhâkemât'ın ikinci makâlesi.

usr

  • Güçlük, zorluk. Zor iş.
  • Sıkıntı. Darlık. Kıtlık.

usret / عسرت

  • Zorluk, güçlük. Darlık, sıkıntı. İşlemezlik.
  • Güçlük, sıkıntı, zorluk. (Arapça)

üstad-ı sani / üstad-ı sâni

  • İkinci üstad.

vahdet-i vücud / vahdet-i vücûd

  • Sâlikin (tasavvuf yolunda bulunan kimsenin) muhabbetle zikir yapması esnâsında, Allahü teâlâdan başka her şeyi unutup, yalnız O'nu bilmesi hâli.

vakfe

  • Durma; haccın farzlarından olup, Arefe günü Arafat'ta öğle ve ikindi namazından sonra bir miktar durmak.

vakt-i asr

  • İkindi vakti.

vasıta-ı nakl-i hüzün ve elem ve gam

  • Üzüntü, acı ve sıkıntıya sebep olan.

vatan-ı sani / vatan-ı sânî

  • İkinci vatan. Sonradan yerleşilen yer.

vedud

  • Çok şefkatli. Kendisine çok sevgi beslenen. Cenâb-ı Hak. (Vedud ismine mazhar olan muhakkıkin-i evliya: "Bütün kâinatın mâyesi, muhabbettir. Bütün mevcudatın harekâtı muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizab ve cezbe ve câzibe kanunları, muhabbettendir." demişler.)

velik

  • (Velikin) Amma, lâkin, fakat. (Farsça)

vemye

  • Meşakkat, sıkıntı. Belâ, musibet.

vicdan-suz / vicdan-sûz

  • Vicdanen sıkıntı ve ızdırap veren, vicdanı yakan.

viran / vîrân / ویران

  • Yıkık, harap olmuş. (Farsça)
  • Yıkıntı, harabe. (Farsça)
  • Vîrân etmek: Yıkmak, harap etmek. (Farsça)
  • Vîrân olmak: (Farsça)
  • Yıkılmak, harap olmak. (Farsça)
  • Perişan olmak. (Farsça)

virane / virâne / vîrâne / ویرانه

  • Yıkıntı.
  • Yıkıntı alan, harap yer, harap bina. (Farsça)

yevm-i nahr

  • Kurban kesme günü. Zilhicce ayının onuncu yâni kurban bayramının birinci günü. On birinci ve on ikinci günleri de kurban kesme günü olduğundan hepsine birden eyyâm-ı nahr denildi.

yezid

  • (Hi: 26-64) Hz. Muaviye'nin (R.A.) oğlu ve Emeviye Devletinin ikinci halifesi. Şam'da doğdu. Zamanında Kerbelâ hâdise-i elîmesi meydana geldi.

yirmi ikinci nur deryası

  • Yirmi İkinci Söz.

yuhanna

  • Îsâ aleyhisselâma îmân eden on iki havârîden biri. İbrânî dilinde Yahyâ demektir.Rumca'da Yohannes, İngilizce'de Can, Fransızca'da Jan denir. Dört İncîl'i yazanlardan biridir. Îsâ aleyhisselâmın teyzesinin oğlu idi. Yüz senesinde Efes'te öldü. Hır istiyanlar, on ikinci ayın yirmi yedisinde y

yusuf suresi / yûsuf sûresi

  • Kur'ân-ı kerîmin on ikinci sûresi.

zahil

  • Sıkıntıdan sonra yüreği feraha erişen.
  • Unutan.

zahmet / زحمت

  • Sıkıntı, eziyet. Yorgunluk.
  • Zor, güç.
  • Sıkıntı, eziyet, zorluk.
  • Sıkıntı, zor, güç.
  • Sıkıntı, meşakkat. (Arapça)
  • Güç. (Arapça)

zaman-ı elim / zaman-ı elîm

  • Acı veren, sıkıntılı zaman.

zank

  • Dar yer. Dar şey.
  • Darlık, sıkıntı.

zarra' / zarrâ'

  • (Darrâ') Şiddet. Keder, mihnet, sıkıntı.

zarurat / zarûrât / ضرورات

  • (Tekili: Zaruret) Zaruretler. Sıkıntı ve muhtaçlıklar.
  • Sıkıntılar, mecburiyetler. (Arapça)

zaruret / zarûret / ضرورت

  • Çaresizlik. Muhtaçlık. Sıkıntı. Yoksulluk.
  • Sıkıntı. (Arapça)
  • Yoksulluk. (Arapça)
  • Zorunluluk. (Arapça)

zaruret-i maişet

  • Geçim sıkıntısı, zorluğu.

zebir

  • Sıkıntı, mihnet.
  • Yazılmış şey. Mektup.

zev'

  • Ölüm sebebiyle gelen sıkıntı, keder.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın