REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te hoş ifadesini içeren 467 kelime bulundu...

merhaba

  • "Hoş geldiniz" mânâsına iltifât tâbiri.
  • "Râhat oturun" mânâsına bir iltifat tâbiri.

a'mar

  • (Tekili: Ömr) Ömürler, yaşayışlar.
  • Mes'ut hayat. Hoşa gidecek garib ve tuhaf şeyler.
  • Sinler, yaşlar.

a'zeb

  • Çok tatlı. Pek hoş.

abdar / âbdâr / آبدار

  • Sulu. (Farsça)
  • Parlak. (Farsça)
  • Hoş. (Farsça)

aceb

  • Taaccüb, şaşma, hayret.
  • Garib, hoş, lâtif ve nâdir-ül vücud olduğundan bir şey için inkâr ve istiğrab etme hâli.

adab-ı muaşeret / âdâb-ı muaşeret

  • Beraber yaşayışta, hoş ve İslâmca yaşama ve geçinme usulleri. Peygamberin (A.S.M.) sünnetine uygun olan hareket. İnsanlara karşı edebli olma, insanca ve İslâmca yaşama âdâbı. Adâba dair sünnet-i peygamberiyeye uymak.

adem-i rıza

  • Hoşnutsuzluk, memnun olmama.

adem-i tezkiye

  • Temize çıkarmama; hoş görmeme.

aheng-i ruhani / âheng-i rûhanî

  • Rûhanî âhenk, rûhun hoşuna giden âhengi.

ahsenü'l-kasas

  • Kur'ân'daki kıssaların en hoş ve güzel olanı.

alem-i istiğrak ve sekir / âlem-i istiğrak ve sekir

  • Kendinden geçme ve mânâ alemindeki sarhoşluk âlemi.

alempesend / âlempesend

  • Bütün herkesin hoşuna gidip beğendiği şey. (Farsça)

ank

  • Kapı, bâb.
  • Güzel, hoş, gökçek olmak.

atayıb

  • (Tekili: Atyeb) En iyiler. Çok hoş olanlar.

avam-firib

  • Halkın hoşuna gidecek tarzda hareket eden, halkı avlıyan, demagog. (Farsça)

avamperestane nümayiş

  • Avamca gösteriş, halka hoş görünmek için farklı tarzlara yeltenme.

avarız-ı müktesebe

  • Cehil, sarhoşluk, hezel, sefeh, hata, ikrah gibi insanın ibtidâen dahli bulunan şeyler.

ayyaş

  • Haram içki içen. şarhoş.
  • Alkolik, sarhoş.

azade-hatır / azade-hâtır

  • Başı dinç, gönlü hoş olan. (Farsça)

azb

  • Tatlı, lâtif, hoş ve şirin olan yiyilecek ve içilecek şey.
  • Fazla susuzluktan yemek yemeği terketme.
  • Men'etme.
  • Feragat.

azik

  • Hoşa giden.

azumet / azûmet

  • Eğlence. Neşeli ve hoşça vakit geçirten şey.

bad-ı saba / bâd-ı sabâ

  • Baharda esen hafif ve hoş rüzgar, seher yeli.

bahira / bahîra

  • Süryâni rahiblerindendir. Zamanın ilim ve fenlerine vâkıf ve bilhassa hey'et ve nücumda ihtisas sahibiydi. Bu sebepten rahiblerin câhilleri kendisinden hoşlanmazlardı. Hazret-i İsâ'nın ulûhiyetini ve Hz. Meryem'in ümmullah olduğunu inkâr ve ilân ettiğinden, bulunduğu manastırın reisi tarafından kovu

barid / bârid

  • Soğuk, bürudetli.
  • Mc: Hoş olmayan.
  • Soğuk.
  • Letafetten uzak nâhoş.

bed-ram

  • Lâtif, hoş, yakışıklı, süslü. (Farsça)
  • Sert başlı at. (Farsça)
  • Dâima, devamlı. (Farsça)

bedihe-gu / bedihe-gû

  • Güzel ve hoş söz söyleyen. Tatlı söz söylemeye alışık olan kimse. (Farsça)

bedmest

  • Kendinden geçmiş derecede sarhoş. (Farsça)

bekri / bekrî

  • Erken. Sabah.
  • İçkiye çok düşkün. Sarhoş.

belde-i tayyibe

  • Güzel ve hoş belde. Medine-i Münevvere.

benne

  • (Çoğulu: Binân) Güzel, hoş koku.

berfend

  • Asker, nefer, er. (Farsça)
  • Güzel ve hoş söz. (Farsça)
  • Derin yer. (Farsça)

berş

  • Afyon şurubu, keten yaprağı ile yapılan bir nevi sarhoş edici mâcun. (Farsça)
  • Arzu, gönül isteği. (Farsça)

beşam

  • Hicaz'da yetişen bir cins ağaçtır ki, hoş kokuludur ve dallarından misvak yapılır.

beşuşane / beşûşâne

  • Güler yüzlüce. Hoş olarak. (Farsça)

bezle

  • Lâtife, hoşa giden kibar ve nâzik söz. Şaka tarzında söylenen söz. (Farsça)
  • Ahenk ile okunan şiir. (Farsça)

bihoş / bîhoş

  • İyi ve hoş durumda değil, hâl ve durumu kötü.

canperver

  • Kalbi ferahlandıran. Ruha hoş gelen. (Farsça)

cazib

  • Çekici, cazibeli.
  • Hoş görünüşlü olup dikkati çeken.

cem'

  • Birleştirme, bir araya getirme.
  • İkindi namazını öğle namazıyla, yatsı namazını akşam namazıyla birlikte kılma.
  • Tasavvufta bir makam. Fenâ ve sekr (mânevî sarhoşluk) makâmı da denir.

cemile

  • Hoşa gitmek için yapılan hareket.

çeşm-i mest

  • Sarhoş göz, mest olmuş göz.

ceyyid

  • İyi, güzel, hoş. Saf.
  • İyi, güzel, hoş.

cilve

  • Esmâ-i İlâhînin tecellisi.
  • Tecelli.
  • Güzellere yakışır duruş ve davranış. Dilberâne hareket. Naz ve edâ. Hoşa giden görünüş.

cilveli

  • Güzel ve hoş bir şekilde görünme.

cins-i latif

  • Lâtif ve hoş cins, nev. İnsanlar nev'inde kadın.

dalkavuk

  • Menfaati için hoş görünmeye çalışan, yağcılık ve soytarılık eden.

dav'

  • Hoş kokular kokmak. Depretmek.

deh

  • İyi hoş. Lâtif, güzel. (Farsça)
  • Tabur. (Farsça)
  • Saf. (Farsça)

demagoji

  • yun. Halkı kendi menfaati için okşama siyâseti. Halkın hoşuna gidecek sözlerle insanların sevgisini kazanarak kendi maksadını elde etmeğe çalışmak. Halk avcılığı. Cerbeze.

demdeme

  • Hiddetli söz. Avâz. Hoşa gitmeyen sesler. (Farsça)
  • Sinek vızıltısı. (Farsça)
  • Öğütmek. Sürte sürte ezmek. (Farsça)
  • Azab vermek, eziyet etmek. (Farsça)
  • Hile. (Farsça)
  • Davul. (Farsça)
  • şöhret, nam, ün. (Farsça)

deri

  • Farsçanın sahihi, fasih olanı. (Kapı demek olan "der" ismi Farsça olduğu halde Arapça sayılarak müennesi "deriyye" yapılmıştır.) (Farsça)
  • Havası hoş ve lâtif. Yeşilliği bol olan dağ eteği. (Farsça)

devr-i dil-ara / devr-i dil-ârâ

  • En hoş devir. Gönlü hoş eden zaman.

dil-baz

  • Güzel konuşan. Sözü ve işi hoş olan. Gönül eğlendiren. (Farsça)

dil-huş

  • Yüreği rahat, gönlü hoş. (Farsça)

dil-nişin / dil-nişîn

  • Gönlüde yer tutan. Lâtif, hoş. (Farsça)
  • Hoşa giden, kalpte yerleşen.

dil-şad

  • Sevinmiş. Kalbi hoş olmuş. (Farsça)

dilnişin / dilnişîn / دلنشين

  • Makbul, hoş. (Farsça)

dilşad / dilşâd

  • Gönül hoşluğu.
  • Gönlü hoş olmuş.

efika

  • Fenâ, hoş olmayan, çirkin ve kötü şey.

ehl-i hevesat / ehl-i hevesât

  • Nefsin hoşlandığı, gelip geçici istek ve arzuların peşinde olanlar.

ehl-i sekr

  • Aklı ile hareket edemeyip hissi ve zevki ile hareket eden, sarhoş. (Farsça)
  • Tas: İlâhî bir tecelli ile istiğrak halinde olanın kendinden geçmesi hali. (Farsça)

ehlen sehlen

  • Hoş safa geldiniz.

ehlen ve sehlen

  • Hoş geldiniz, sefa geldiniz.
  • Hoş geldiniz, safâ geldiniz (meâlinde söylenir.)

ehlen-sehlen

  • Hoş geldiniz.

ejgan

  • (Ejgehân) : Tenbel, miskin, iş yapmaktan hoşlanmayan. (Farsça)

elhubbu-lillah

  • Allah için sevmek. Muhabbet, dostluk, sevgi sırf Allah içindir. Hoş geçim, insanlara olan muhabbet Cenab-ı Hakk'ın rızası içindir.

eltaf / eltâf / اَلْطَفْ

  • Daha lâtif. Daha hoş. Çok lâtif.
  • Lütuflar, en latîf, en hoş.
  • Çok hoş, daha güzel.

emare-i rıza

  • Hoşnutluğun işareti.

enfes

  • Daha hoş. Çok hoş. Daha iyi. Pek nefis.
  • Pek nefis, çok hoş.

enis

  • (Üns. den) Dost, arkadaş, ünsiyet edilmiş olan. Alışılmış, kendisi ile ülfet edilmiş olan. Sevgili.
  • Sulu ve ağaçlı yerlerde bulunan ve sesi gayet hoş bir kuş. Çeşitli nağmelerde öter, kâh deve gibi kükrer ve at gibi kişner; insana alışır.
  • Yaban horozu.

enuşe

  • Hoş, mes'ut, saadetli. (Farsça)
  • Genç padişah. (Farsça)
  • şarab, içki. (Farsça)

erec

  • Güzel ve hoş koku. Misk ü anber ve ıtır gibi şeylerin güzel kokusu.

ergande

  • Hırslı, öfkeli. (Farsça)
  • İçkiye düşkün olan sarhoş. (Farsça)

eric

  • Güzel koku. Misk, anber ve ıtır gibi hoş ve lâtif olan şeylerin kokusu.

esrik

  • Sarhoş, mest.
  • Azgın, kızgın.
  • Zayıf, hasta, hâlsiz, dermansız, tâkatsiz.

evreng

  • Taht, evrend. (Farsça)
  • Şan, şeref, nâm. (Farsça)
  • Zinet, süs. (Farsça)
  • Akıl, irfan. (Farsça)
  • Ağaç kurdu. (Farsça)
  • Hoş hâllilik, hâlin hoşluğu. (Farsça)
  • Hile, desise, hud'a, aldatma, oyun. (Farsça)
  • Yakışıklılık. (Farsça)

ezhar-ı latife / ezhâr-ı lâtife

  • Hoş, güzel çiçekler.

felence

  • Hoş kokulu sarı renkli bir tohumdur. Yemen'den gelir.
  • Besbâse yaprağı.

felsefe

  • Yunanca (Philosophos)dan Arapçalaşmış. Feylesofların mesleği.
  • İlm-i hikmet.
  • Maddeyi, hayatı ve bunların çeşitli tezâhürlerini, sebeblerini, ilk unsurları ve gaye cihetinden inceleyen fikri çalışma ve bu çalışmaların neticelerini toplayan ilim.
  • Herkesin hususi fikri. M

feza-yı latif / fezâ-yı lâtif

  • Güzel, hoş uzay.

fıkarat-ı latife / fıkarât-ı latife

  • Hoş ve lâtif hikâyeler.

fükahet

  • (Çoğulu: Fükâhât) Hoşa giden söz, lâtife, şaka, mizah.

füvh

  • (Çoğulu: Efvâh) Hoş koku.

galiye

  • Galeyan eden.
  • Değerinden çok pahalı.
  • Misk ve amberden yapılmış meşhur koku.
  • Hoş kokulu kıymetli madde.

ganiye

  • Çok hoş, çok lâtif.
  • Kadın şarkıcı.
  • Zengin kadın veya kız.

gaşan

  • (Gaşayân) Gönül dönmek.
  • Akıl gidip, bihoş olmak.

geş

  • Edâ ve naz yaparak yürüme.
  • Lâtif, hoş, güzel.

gibet / gîbet

  • Bir kimsenin, yüzüne karşı söylendiği zaman hoşlanmayacağı, kalbinin kırılacağı bir sözünü, hâlini veya hareketini, arkasından, bulunmadığı yerde söylemek, hareketiyle göstermek veya îmâ etmek. Dedi-kodu.

gıybet / غِيْبَتْ

  • Arkadan çekiştirmek. Hazır olmayan birisinin aleyhine konuşmak. Birisinin gıyabında hoşuna gitmeyen bir şeyi söylemek.
  • Arkadan çekiştirmek; hazır olmayan birisinin aleyhinde hoşlanmayacağı şekilde konuşmak.
  • Orada bulunmayan biri hakkında onun hoşuna gitmeyecek şeyler söyleyip ileri geri konuşma.
  • Birinin ardından hoşlanmayacağı şekilde konuşma, çekiştirme, dedikodu.

gülnefesi / gülnefesî

  • Lâtif ve hoş sözlülük. (Farsça)
  • Güzel kokulu olmak. (Farsça)

güvar

  • Hazmı kolay olan ve zaikaya hoş gelen, nefsin meylettiği şey.

güvarai / güvaraî

  • Tatlılık, hoşa gitme.

güzeşt / گذشت

  • Geçiş. (Farsça)
  • Hoşgörü. (Farsça)

habbeza

  • "Ne güzel, ne sevimli, ne hoş" mânâsında bir takdir edatıdır.

hadd-i sekr

  • Fık: Şarap haricindeki diğer içkilerin bil'ihtiyar içilmesinden hâsıl olan sarhoşluğun icab ettirdiği ceza.

hafif-ür ruh

  • Ruhu hafif olan, hoşsohbet.

hal-i sekir

  • Sarhoşluk hâli, durumu.

halas

  • Üzüm ağacına benzer bir ağaç (yanındaki ağaca sarılır gider; hoş kokusu vardır; akik gibi taneleri olur.)

halavet / halâvet

  • Şirinlik, tatlılık, hoşluk.

halim / halîm

  • Yumuşak huylu. Hoş muamele yapan.

hamr

  • Ekşi. Şarap. İçki olup sarhoşluk veren şey.
  • Birine bâde içirmek.
  • Bir hususu söylemeyip setreylemek. Ketmeylemek.
  • Şarab, sarhoşluk veren içki.

hannan / hannân

  • Rahmetin en hoş cilvelerini gösteren ve çok merhametli olan Allah.

hannan-ı mennan / hannân-ı mennân

  • Rahmetlerin en hoş cilvesini kullarına bağışlayan ve sonsuz minnete lâyık olduğunu gösterecek şekilde kullarını nimetlendiren Allah.

harab / harâb / خراب

  • Yıkık, harap. (Arapça)
  • Fitil gibi sarhoş. (Arapça)
  • Harâb etmek: Yıkmak, bozmak, tahrip etmek. (Arapça)
  • Harâb olmak: Yıkılmak, bozulmak, kırılmak. (Arapça)

hava-i nesimi / hava-i nesîmî

  • Hafif ve hoşça esen rüzgâr, tatlı, hoş hava.

hava-yı nesim / havâ-yı nesîm

  • Hoş ve hafif rüzgar havası.

hava-yı nesimi / havâ-yı nesîmî

  • Tatlı ve hoş bir şekilde esen rüzgar.

haz

  • Zevk, hoşlanma.

hazim / hazîm

  • Sarhoş. İçki içip akli müvazenesini kaybetmiş olan.

hazz

  • Sevinç duyma. Hoşlanma. Zevklenme. Saadet. Tali'. Nasib. Nimet ve süruru mucib şey.
  • Haz, hoşlanma.

hazz-ı nefsani / hazz-ı nefsânî

  • Nefsin hoşuna giden zevk ve lezzet.

hazzetmek

  • Hoşlanmak, zevk ve lezzet almak.

herkele

  • İncelik, nezafet, hoşluk, letâfet.
  • İnce, zarif, lâtif, hoş.

heva / hevâ

  • Heves, istek, arzu, sevgi, hoşlanma.
  • Nefsanî zevklere uyma.

heva ve heves / hevâ ve heves

  • Nefsin hoşuna giden faydasız ve gelip geçici arzular, hisler.

heva-i nesim

  • Güzel, lâtif, hoş hava. Lâtif mânevi gıda. (Farsça)
  • Hava (Atmosfer.) (Farsça)

heves

  • Gelip geçici istek. Nefsin hoşuna gitmek. Devran edip gezmek. Akıl ile olmayıp nefis ile olan istek.

hitamuhu miskün

  • Onun mühürü (sonu) misktir, meâlinde Mutaffifîn Suresi'nin 26. âyetinden bir kısımdır. Onda Cennet nimetlerinden bahsedildiği gibi, bu kelâm tatbikatta sözün, sohbetin sonunu hoş ve güzel sözle bitirmeğe denilir.

hoşa

  • Ne güzel, ne iyi, ne hoş. (Farsça)

hoşab / خوشاب

  • Suyu, havası iyi olan yer. Parlak, berrak. Elmas, inci gibi şeylerin parlaklığı. (Farsça)
  • Hoşaf. (Farsça)
  • Hoşaf, komposto. (Farsça)

hoşaf / خوشاب

  • Hoşaf, komposto. (Farsça)

hoşamed / hoşâmed

  • Hoş geldi. (Farsça)

hoşamed gu / hoşâmed gû

  • Hoş geldin, diye söyleyen. (Farsça)

hoşamedgu / hoşâmedgû / خوش آمد گو

  • Hoşgeldiniz diyen. (Farsça)

hoşamedi / hoşâmedî

  • Hoşgeldin.
  • Hoş geldin demek, hoş geldine gitmek.
  • Hoş geldin deme.

hoşamedi etme / hoşâmedî etme

  • Karşılama, hoş geldin deme.

hoşayende

  • (Çoğulu: Hoşâyendegân) Hoşa giden, hoşlanılan, beğenilen. (Farsça)

hoşbu / hoşbû / خوشبو

  • Güzel kokulu, hoş kokan. (Farsça)
  • Hoş kokulu. (Farsça)

hoşdil

  • Memnun, neşeli. Gönlü hoş. (Farsça)

hoşeda

  • Hareket ve davranışı hoş ve güzel olan. (Farsça)

hoşelhan

  • Güzel ve hoş makale okuyan. (Farsça)

hoşgu / hoşgû

  • Hoş konuşan, tatlı dilli. Konuşmaları kırıcı olmayan. (Farsça)

hoşgüvar

  • Hazmı kolay, tatlı, hoş, sindirici. (Farsça)

hoşgüzeşte

  • Hoş geçmiş tatlı zaman. (Farsça)

hoşlanmak

  • Hoşuna gitmek, sevmek.

hoşnişin

  • (Çoğulu: Hoş-nişinân) Göçebe. (Farsça)
  • Rahat yerleşmiş. (Farsça)

hoşnud

  • Memnun, râzı, gönlü hoş edilmiş. (Farsça)

hoşnudiyet-i peygamberi / hoşnudiyet-i peygamberî

  • Peygamberimizin hoşnut olması.

hoşnut

  • Bk. hoşnûd.

hoşter

  • Daha lâtif, daha hoş. (Farsça)

hub

  • Güzel, hoş, iyi.
  • Hoş, güzel, iyi. (Farsça)

hulv

  • Tatlı.
  • Hoş ve güzel. İyi.

humar / humâr

  • Sarhoşluk veren ve haram olan içkiden sonra gelen baş ağrısı.
  • Sersemlik.
  • Bir şeyin acısı burnundan gelmesi.
  • Sarhoşluğun verdiği sersemlik, başağrısı.

humari / humarî

  • Sarhoşluktan gelen sersemlik hâli.

hunük

  • Ne güzel! Ne hoş! Ne mutlu! (Farsça)

hurrem

  • Sevinçli. Mesrur. Şen. Ferahlık veren. Taze ve hoş. Güler yüzlü. (Farsça)

hüsn-ü rıza / hüsn-ü rızâ

  • Güzel bir şekilde razı olma, hoş karşılama.

hüsnünün letaifi / hüsnünün letâifi

  • Fiillerdeki güzelliğin hoşluğu, şirinliği.

huzuz

  • (Tekili: Hazz) Memnuniyetler. Hazlar. Zevkler. Hoşlanmalar.

huzuzat / huzuzât / huzûzât

  • (Tekili: Huzuz) İnsanın hoşuna giden şeyler.
  • Hazlar, hoşa giden şeyler.

huzuzat-ı nefsaniye / huzuzât-ı nefsâniye / huzûzât-ı nefsaniye

  • Nefsin hoşlandığı şeyler, zevkler ve hazlar.
  • Nefse hoş gelen şeyler.
  • Nefsin hoşlandığı şeyler, zevkler ve hazlar.

i'tab

  • Şikâyeti kendisinden def' ile razı ve hoşnud etmek. Hoşlandırmak.
  • Hışım etmek.

ibgaz

  • (Buğz. dan) Buğzetme, nefret etme, hoşlanmama, sevmeme.

içtimaat-ı ünsiyetkarane / içtimâât-ı ünsiyetkârâne

  • Toplu alışkanlıklar ve hoşlanılan kalabalıklar.

iczal

  • Birini sevindirme, mesrur etme, gönlünü hoş etme.

ifakat

  • (Fevk. den) İyileşme, hastalıktan kalkma. Hastalıktan kurtulup tamamen iyileşinceye kadar aradan geçen zaman.
  • Ayılma. Sarhoşluk veya baygınlıktan kurtulma.

ihtizaz

  • Titreme, hoşlanma.

ihtizazat / ihtizazât

  • Titremeler, hoşlanmalar.

iltifatat-ı fazılane / iltifâtât-ı fâzılâne

  • İyilik ve ihsan sahibinden gelen iltifatlar, hoş sözler.

iltizaz

  • (Lezzet. den) Lezzet duyma, hoş ve lâtif bulma.

irtiaş-ı mest

  • Sarhoş ve baygın titreyiş.

irza etmek / irzâ etmek

  • Bir kimseyi râzı etme, hoşnut etme.

işar

  • Birlikte geçinmek, muâşeret etmek. Hoş geçinmek.

iskar

  • (Sekir. den) Sekir verme, sarhoş etme.

isti'tab

  • Kendinden razı, hoşnut etme.

istifaka

  • Hastalıktan kurtulup iyileşme.
  • Sarhoşluktan ayılma.

istiğrak / istiğrâk / اِسْتِغْرَاقْ

  • Ma'nevî sarhoşluk.

istihale-i latife / istihale-i lâtife

  • Çok ince ve hoş bir şekilde bir halden başka bir hâle geçme; lâtif ve ince dönüşüm.

istihva

  • Şaşırıp kalmak. Divane olmak. Hevâ ve hevesi hoş görmek.

istilzaz

  • Hoşa gitmek, lezzet almak.

istiskal / istiskâl / استثقال

  • Hoşnutsuzluğu belli ederek karşı tarafı çekilmez görme.
  • Ağır bulup hoşlanmadığını anlatmak. Soğuk muamele ederek sevmediğini bildirmek.
  • Hoş karşılamama, yüz vermeme. (Arapça)

istiskal etme

  • Ağır bulup hoşlanmama, değer vermeme.

istiskal etmek

  • Ağır bulup hoşlanmamak.

istitabe

  • Hoş ve iyi bulma.

ıtabe

  • İyi etmek.
  • Hoş kokulu etmek.

ıtr

  • Hoş ve güzel koku. Güzel kokulu şey.
  • Yaprakları güzel kokulu bir bitki.

ıtrnak

  • Güzel ve hoş kokulu. (Farsça)

kabih / kabîh / قبيح

  • Çirkin, hoş olmayan. (Arapça)

kadere rıza / kadere rızâ

  • İnsanın, Allahü teâlânın kendisi hakkında takdîr ettiği şeylere rızâ göstermesi, hoşnud olması başına gelen belâ ve musîbetlere sabredip, boyun eğmesi.

kalb huzuru / kalb huzûru

  • İç rahatlığı, gönül hoşluğu. Kalbin Allahü teâlâdan başkası ile olmaması; Allah'tan başkasına bağlanmaması.

kalender

  • Dünyayı terkederek elini çekip Allah yolunda giden kimse. (Farsça)
  • Dünyâdan elini çekip herşeyi hoş gören kimse. (Farsça)
  • Dünya alâkalarından uzak, alâyişe aldanmaz hakikat adamı. Filozof. (Farsça)

karine-i latife / karine-i lâtife

  • Güzel, hoş belirti.

kecmizac

  • Mizaç ve tabiatı hoş olmıyan. Huysuz. (Farsça)

kelimat-ı latife / kelimat-ı lâtîfe

  • Çok hoş, güzel kelimeler.

kelime-i tayyibe

  • Güzel ve hoş söz.

kemal-i memnuniyet / kemâl-i memnuniyet

  • Tam bir memnuniyetlilik, hoşnutluk.

kemal-i rıza / kemâl-i rıza

  • Tam bir memnuniyet, hoşnutluk.

kerh

  • İğrenme, hoşlanmayıp tiksinme.
  • Zorlama.
  • Bir şey sonradan nâ-hoş ve kerih olmak.

kevser-i kur'ani / kevser-i kur'ânî / كَوْثَرِ قُرْآنِي

  • Kurânın (tatlı, hoş) ırmağı.

keyf

  • Afiyet, sağlık, sıhhat.
  • Memnunluk, hoşlanma.
  • Neş'e, sevinç, sürur.
  • Mizaç, tabiat.
  • İstek, taleb, arzu, heves.
  • Gönül açıklığı.

keyif

  • Hoş hâl.

latif / latîf / lâtîf / لطيف / لَط۪يفْ

  • Mülâyim. Yumuşak. Nâzik. Mütenasip.
  • Güzel. Şirin. Küçük ve hoşa giden.
  • Cisimle alâkası olmayan. Göze görünmeyen.
  • Çok lutf edici.
  • Derin, gizli.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından. Lütf ve ihsân edici, dâimâ güzel muâmelede bulunan.
  • Yumuşak, hoş, güzel, nâzik. Âdem oğlu aç gözünü, yeryüzüne kıl bir nazar, Gör bu latîf çiçekleri, hangi kuvvet yapar, bozar.
  • Gözle görülmeyen.
  • Hoş, güzel, ince.
  • Hoş.
  • Hoş, yumuşak. (Arapça)
  • Hoş.

latif tevafuk

  • İnce mânâlar içeren hoş, güzel uygunluk.

latifane / lâtifâne

  • Hoş ve güzel bir şekilde.

latife / latîfe / lâtife / لَط۪يفَه

  • Hoş söz. Şaka. Mizah. Söz ile iltifat. İnsanın çok ince ve hassas olup kalbe bağlı bir duygusu. (Mukabili ciddiyettir)
  • Hoş, tatlı söz, şaka.
  • Maddeli, zamanlı ve ölçülü olmayan Âlem-i emirdeki beş mertebeden her biri.
  • İnce duygu, hoş söz, nazik şaka.
  • Hoş söz.

latiflik / lâtiflik

  • Güzellik, hoşluk.

laya'kıl / lâya'kıl

  • Aklı başında olmıyan, dalgın, bîhoş. Yaptığını bilmez.

lest

  • Güzel, hoş, iyi. Kuvvetli, kavi. (Farsça)

letafet / letâfet / لطافت

  • Hoşluk, lâtiflik.
  • Cisimden alâkayı kesip bir nevi nurâniyet kesbetmek.
  • Güzellik, nezaket, yumuşaklık, hafiflik.
  • Hoşluk, yumuşaklık, tatlılık.
  • Hoşluk, güzellik.
  • Hoşluk, güzellik, incelik, yumuşaklık.
  • Hoşluk. (Arapça)
  • Yumuşaklık. (Arapça)
  • Güzellik. (Arapça)

letafet-i asliye / letâfet-i asliye

  • Bir şeyin aslında ve temelinde bulunan tatlılık, hoşluk.

letafet-i beyan / letâfet-i beyan

  • İfadenin güzelliği, hoşluğu.

letafet-i tab'

  • İnsan tabiatındaki, mizacındaki hoşluk, şirinlik.

letafetli / letâfetli

  • Hoş, güzel.

lezaiz

  • Lezzetler. Zevk duyulan, eğlendirici, hoşa giden şeyler.

leziz

  • (Lezize) Lezzetli. Tatlı, hoş. Tadı hoş ve güzel. (Lezzet umumidir, hâlavet ise hususidir.)

lezzat

  • (Tekili: Lezzet) Tatlılıklar. Lezzetler. Tadı hoş ve güzel olan şeyler.

lezzet

  • (Çoğulu: Lezzât) Tad, çeşni. Hoş ve güzel olan şey.

lükkah

  • Hoş kokulu bir ot.

lütf-u cemal / lütf-u cemâl

  • Hoş güzellik.

lütuf

  • Rıfk ve nevâziş. İltifatla mülâyemet üzere muâmele eylemek. Allah (C.C.) Hazretlerinin kullarını rıfk ve sühuletle murâdına muvaffak eylemesi.
  • Güzellik, hoşluk.
  • İyilik, iyi muâmele.

lütufname / lütufnâme

  • İltifat yazısı.
  • Güzel, hoş risale, yazı.

ma-i mevsufe / mâ-i mevsufe

  • Şey mânasında nekre olup bir sıfattan evvel kullanılır. (Nazartu ilâ mâ mu'cebin leke: Sana hoş gelen şeye baktım) cümlesindeki gibi...Bazan da sıfatsız olur. (Ni'me-mâ: Ne güzeldir) (Meselen-mâ: Bir misâl olarak) kelimelerinde gördüğümüz gibi.

macid

  • Çok âli. Şerif. Yüce. Kerim.
  • Hoş. Nâzik meşreb.

mahlukat-ı latife / mahlûkat-ı lâtife

  • Hoş, güzel mahlûklar, yaratılmışlar.

mahmur

  • (Hamr. dan) Sarhoşluğun verdiği sersemlik.
  • Uyku basmış ağırlaşmış göz. Baygın göz.

mahv ve sekir

  • Allah'ın varlığı karşısında kendini ve herşeyi yok sayma ve Onun karşısında mânevî sarhoşluk hâlinde olma.

mahzuz / mahzûz

  • Memnun. Hoşnud. Zevkli. Hoşlanmış. Hazzetmiş.
  • Memnun, hoşnut; hissedar.
  • Hoşlanan.

mahzuzat / mahzuzât / mahzûzât / mahzûzat / محظوظات

  • Hoşa giden şeyler. Hazlar.
  • Hoşlanılan şeyler.
  • Hoşa gidecek şeyler. (Arapça)

mahzuziyet

  • Mahzuzluk, hoşlanma, hoşa gitme.

makbuha

  • Kabih olan ve hoşa gitmeyip beğenilmeyen hâl veya iş.

marzat

  • Rızâ. Memnuniyet, hoşnudluk.

marziyat-ı ilahiye / marziyât-ı ilâhiye

  • Allah'ın rızasına uygun işler, Allah'ın hoşnut olacağı işler.

marziyat-ı rabbaniye / marziyât-ı rabbâniye

  • Allah'ın rızasına uygun işler, Allah'ın hoşnut olmasına sebep olan şeyler.

marziyatı / marziyâtı

  • Razı ve hoşnut olduğu şeyler; Allah'ın rızasına uygun şeyler.

marziye

  • Razı olma, hoşnud olma, memnuniyet.

marziyyat

  • Hoşa giden, razı olunan şeyler; Allah'ın razı olacağı şeyler.

matbu / matbû / مطبوع

  • Basılı. (Arapça)
  • Hoşa giden, hoş. (Arapça)

matbu'

  • Tabolunmuş, basılmış.
  • Hoş, latif, makbul.

maun

  • Eve lâzım şeyler. Ev eşyası.
  • Malın zekâtı.
  • Ufak tefek ihtiyaçlar.
  • Nefaseti sebebi ile (nefsin çok hoşuna gittiğinden) kimseye verilmek istenmeyen şey.

medar-ı gıybet / medâr-ı gıybet

  • Başkalarının arkasından hoşlanmayacağı şekilde konuşmaya, çekiştirmeye sebep olan.

mejeng

  • Keder, hüzün, tasa, gam. (Farsça)
  • Hoşa gitmeyen, beğenilmeyen, nefret edilen, iğrenilen. (Farsça)

mekruh / mekrûh

  • İğrenç, nahoş görülen şey.
  • Fık: Şeriatın haram etmediği, fakat zaruret olmadan yapılmasına izin vermediği, zanna dayanan delil ile işlenmesi caiz olmayan iş.
  • Mihnet. Şiddet.
  • İstenmeyen, hoş karşılanmayan.
  • Hoş görülmeyen, beğenilmeyen şey. Peygamber efendimizin beğenmediği ve ibâdetin sevâbını gideren şeyler. Yasak olduğu haram gibi kesin olmamakla berâber, Kur'ân-ı kerîmde, şüpheli delil ile, yâni açık olmayarak bildirilmiş veya bir sahâbînin (Peygamb er efendimizin arkadaşlarının) bildirmesi ile anl

memnun / memnûn

  • (Minnet. den) Hoşnud. Razı. Minnet altında bulunan. İyiliğe nâil kılınmış. Çok muteber olan şey. Çok beğenilen. Ölçülü ve hesaplı olan.
  • Kesilmiş.
  • Hoşnut.

memnuniyet

  • Hoşnutluk.

merdum-girizane / merdum-girîzâne

  • İnsanlardan sıkılarak, kalabalıktan hoşlanmayıp yalnızlık isteyerek.

merdümgiriz

  • İnsanlardan sıkılan, kalabalıktan hoşlanmayıp yalnızlık isteyen.

merdümgirizlik

  • İnsanlardan sıkılganlık, kalabalıktan hoşlanmayıp yalnızlık isteme hâli.

merhaba

  • Şâdlık, neşeli oluş.
  • Genişlik, vüs'at.
  • Müslümanlar arasında bir nevi selâmlaşma kelimesi olup, "rahat olunuz, serbest olun, hoş geldiniz" mânasında söylenir.
  • Nazımda medholunan kimseye hitâb olarak kullanılır.
  • Rahat olun, hoş geldiniz.

mertebe-i letafet / mertebe-i letâfet

  • Güzellik ve hoşluk derecesi.

merzat

  • Rıza, hoşnutluk. Râzı olma, kabul etme.

mesih

  • Mesh olunmuş. Başka bir şekle, hayvan kılığına girmiş.
  • Şuurunu kaybedecek hale gelen. Sarhoş ve şuursuz.
  • Acibe. Garibe.
  • Güzelliği olmayan.
  • Tuzsuz ve tatsız yemek.

meskur

  • Sarhoş olan.

mest / مست / مَسْتْ

  • Ayakkabı.
  • Sarhoş. Aklı başında olmayan. Kendinden geçercesine haz duymak mânasında "mest olmak" şeklinde kullanılır.
  • Sarhoş, mest. (Farsça)
  • (Mânevi) sarhoş.

mest-i gurur

  • Gururla sarhoş olan.

mest-i harab / mest-i harâb / مست خراب

  • Çok sarhoş olmuş kimse.
  • Körkütük sarhoş. (Farsça - Arapça)
  • Mest-i harâb olmak: Körkütük sarhoş olmak. (Farsça - Arapça)

mest-i laya'kıl / mest-i lâya'kıl

  • Aklı baştan gitmiş, sarhoş.

mest-i müdam

  • Her zaman, devamlı sarhoş.

mest-i serşar

  • Haddinden fazla sarhoş, çok sarhoş.

mest-i temaşa

  • Seyretme sarhoşu. Bakıp seyretmekten sarhoş gibi olan.

mestan

  • (Tekili: Mest) Sarhoşlar. (Farsça)

mestane / mestâne / مستانه

  • Sarhoşcasına. Sarhoş bir kimseye yakışır surette.
  • Sarhoşça. (Farsça)

mesti / mestî / مستى

  • Sarhoşluk. (Farsça)
  • Sarhoşluk. (Farsça)

mesti-aver / mestî-âver

  • Bayıltıcı, sarhoş edici. (Farsça)

mesti-bahş / mestî-bahş

  • Sarhoşluk veren, sarhoş edici. Bayıltıcı. (Farsça)

mey-hoş

  • Ekşimtrak, mayhoş. (Farsça)

misal-i latif / misal-i lâtif

  • Güzel ve hoş bir örnek, suret, şekil.

misk ü amber

  • Çok hoş bir koku.

misk ü anber

  • Hoş ve güzel koku.

misvak

  • Kullanılması pek çok faydalı olan ve Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ehemmiyetle tavsiye ettiği, diş fırçası vazifesini de gören, hoş kokulu ve meyvesiz bir ağacın dallarından kesilip kullanılan parça.

mizah

  • Şaka, lâtife.
  • Edb: Bâzı düşünceleri nükte, şaka veya takılmalarla süsleyip anlatan bir yazı çeşidi. Hoş, nükteli söz. (Zıddı ciddiyettir)

muanber / معنبر

  • Hoş kokulu, amberli. (Arapça)

muayeşe

  • Beraberce hoşça geçinme.

mücamelet

  • Karşılıklı olarak iyi muamelede bulunma. Güzel ve hoş geçinme.

müdmin-i hamr

  • Gece gündüz devamlı sarhoş olan kimse.

muganni / mugannî

  • Nağmeli ve çeşitli sesle okuyan, ahenkle okuyucu.
  • Hoş sesle öten.

mugarrid

  • Pek güzel öten kuş.
  • Yüksek sesle nefse hoş gelen şarkılar söyliyen.

muhaşşem

  • Sarhoş, mest.

muhaşşim

  • Keskinliği dolayısıyla sarhoş edici şey.

mükeyyif

  • Keyif verici, neşelendirici şey. Sarhoşluk veren.
  • Klima cihazı.

mükeyyifat / mükeyyifât

  • Keyif verici, sarhoşluk verici şeyler.

mültefet

  • (Left. den) Kendisine iltifat edilmiş olan. Güler yüz gösterilmiş ve hoş davranılmış.
  • Ehemmiyet verilmiş.

mümaşaat / mümâşaat

  • Maslahat namına hoş geçinme, anlaşma yolunu seçme.
  • Hoş geçinme, başkalarının fikrine katılıyormuş gibi görünme, uyuşma.

mümaşaatkar / mümaşaatkâr

  • Hoş geçinen, anlaşma yolunu seçen.

mümaşat

  • Birlikte hoş geçinmek.
  • Bir maslahat yolunu takib etmek.
  • Meslek işlerinde tesviye, tervic ve idare etmek.
  • Karışmamak.
  • Başkalarının zarar vermeyen fikirlerine uyarcasına hareket etmek ve sulh u salâh üzere durmak. Uygunluk.

munika

  • Hoşa giden, beğenilen şey. Güzel.

muntabı'

  • (Tab. dan) Yaradılışdan olan, fıtraten.
  • Basılmış, tab' edilmiş, damgalanmış.
  • Hoş görülen, güzel.

mürebbeb

  • Büluğ yaşına kadar beslenip terbiye olunmuş.
  • Güzel kokularla hoş ve lâtif olmuş.

müsamaha / müsâmaha / مسامحه

  • (Çoğulu: Müsamahât) Hoş görürlük, dikkat etmemek, aldırış etmemek. Kusurlara göz yummak.
  • Hoşgörü.
  • Hoş görü, tolerans, görmemezlikten gelme, göz yumma.
  • Hoş görü, başkasının kabahatini görmeme.
  • Terk edilmesi gerekmeyen şeyleri başkasına faydalı olmak için terk etmek.
  • Hoş görme, kusuru görmezlikten gelme.
  • Hoşgörü. (Arapça)

müsamahakar / müsamahakâr / müsâmahakâr / مسامحه كار

  • Hoşgörü gösteren, göz yuman.
  • Müsamaha eden. Göz yuman, hoş gören, görmemezlikten gelen. (Farsça)
  • Aldırmayan, ihmalci. (Farsça)
  • Hoş gören.
  • Hoşgörülü. (Arapça - Farsça)

müsamahakarane / müsamahakârâne / müsâmahakârâne

  • Görmemezliğe gelerek, müsamaha ederek, hoş görerek. (Farsça)
  • Hoş görerek.

müsamahat

  • (Tekili: Müsamaha) (Semâhat. dan) Müsamahalar, göz yummalar, görmezden gelmeler, hoş görmeler. Aldırış etmemeler.

müsamih

  • (Semâhat. dan) Aldırış etmeyen, göz yuman, hoş gören.

müskir / müskîr

  • (Sekr. den) Sarhoşluk veren, şuuru kaybettiren, kullanılması ve içilmesi haram olan zararlı madde.
  • Sarhoşluk veren, şuuru kaybettiren, aklı gideren ve keyf veren madde.
  • Sarhoş edici, şarap ve içki.
  • Sarhoş eden, sarhoşluk veren.
  • Çok sarhoş olan.

müskirat / müskirât / مسكرات

  • (Tekili: Müskir) İçilmesi ve kullanılması Allah (C.C.) tarafından men'edilmiş sarhoşluk veren şeyler.
  • Sarhoş edici şeyler.
  • Sarhoşluk veren şeyler.
  • Sarhoş edici şeyler. (Arapça)

müstecab

  • Hoş görülen.
  • İstediği kabul edilen. İcâbet olunmuş.

müşteheyat

  • Lezzetli şeyler. Nefsin hoşuna giden ve iştah için yenen şeyler.

müştehiyat / müştehiyât

  • Nefsin hoşuna giden şeyler.
  • Nefse hoş gelen lezzetli şeyler.

müştehiyat-ı nefsaniye

  • Nefsin hoşuna giden lezzetli şeyler.

mutayyeb

  • (Tayyib. den) Güzel kokular sürünmüş.
  • Gönlü hoş edilmiş, sevindirilmiş, taltif olunmuş.

mutayyiben

  • Güzel kokular sürünmüş olarak.
  • Sevindirilerek, gönlü hoş edilerek.

mutedil / معتدل

  • Ylıman. (Arapça)
  • Mülayim, hoşgörülü. (Arapça)

müteessif

  • Sevmemiş, hoşlanmamış. Elem ve keder etmiş.
  • Eseflenen, teessüf eden, kederlenen.

mütelezziz

  • Lezzet aldığından hoşnud olan, lezzet duyan.

müterazi

  • (Rıza. dan) Karşılıklı olarak birbirlerinden hoşnut ve razı olan.

müterennih

  • Sarhoşluktan veya başka bir sebepten dolayı sallana sallana yürüyen.

mütesamih

  • Müsamaha eden, göz yuman, görmemezlikten gelen, hoş gören.

mütesekkir

  • Sarhoş olan.

müzz

  • Meyhoş, ekşimtrak.

na'me

  • Derinin nazik olması.
  • Hoş dirlikli olmak.

na-hoş

  • Hoş olmayan, hoşa gitmeyen. (Farsça)

na-hoşi / na-hoşî

  • Nahoşluk, fenalık, iğrençlik. Hoşa gitmemeklik. (Farsça)

na-hoşnud

  • Razı ve hoşnud olmayan. Gayr-i memnun. (Farsça)

nadiret

  • Güzellik, parlaklık, tazelik.
  • Hoş ve lâtif.

nağamat-ı emvac / nağamât-ı emvac

  • Dalgaların nağmeleri, hoş sesleri.

nagz

  • Güzel, iyi. Göze hoş ve güzel görünen. (Farsça)

nağz / نغز

  • Güzel, hoş. (Farsça)

nahoş / nâhoş / ناخوش

  • Hoşa gitmeyen.
  • Hoş olmayan.
  • Hoş olmayan. (Farsça)

nazar-ı müsamaha

  • Hoşgörülü bakış.

nazenin

  • İnce, nazlı, zayıf, lâtif, hoş eda olan, nazlı yetişmiş, şımarık. Oynak. Nazik endamlı (Farsça)

nefaset

  • Hoşluk, güzellik.

nefs-i radiye / nefs-i râdiye

  • Rabbinden râzı ve hoşnûd olan nefs.
  • Rabbinden râzı ve hoşnud olanın nefsi. (Farsça)

nefsani / nefsanî / nefsânî

  • Nefsin hoşuna giden.
  • Nefsin hoşuna gider şekilde.

nefsani müştehiyat / nefsânî müştehiyat

  • Nefsin hoşuna giden arzu ve istekler.

nefsaniyet

  • Nefsin hoşuna gider şekilde arzular.

nekre

  • Belirsiz olan.
  • Çıban ve yaradan çıkan kan ve irin.
  • Garip ve gülünç fıkralar.
  • Hoş sohbet ve hazır cevap kimse.
  • Gr: Belirtilmemiş isim, neye delâlet ettiği belli olmayan (harf-i tarifsiz) isim.

neş'

  • Yiğit olmak.
  • Yüksek olmak.
  • Rüzgâr esmek.
  • İyi ve hoş kokulu şeyler koklamak.

neşat

  • Sevin. Şen şâd ve hoşdil olmak. Sürur, keyf.
  • Bir iş işlemek. Çalışmak.

nesem

  • Soluk ruh, nefes. Rahatı mucib hâlet.
  • Rüzgârın lâtif, hoş esmesi.

nesim / nesîm

  • Hoşa giden, hafif ve lâtif esen rüzgâr.
  • Hoş ve hafif rüzgâr.
  • Hoş esen yel.
  • Hoşa giden rüzgâr.

neşvan

  • Sarhoş.

neşve

  • (Nişve - Nüşve) Sevinç, keyif.
  • Büyümek ve yetişmek.
  • Koklamak.
  • Rayiha.
  • Bir şeyi tekrarlamak.
  • Mest ve sarhoş olmak.
  • İyice duyup vâkıf olmak.
  • Sevinç.
  • Büyümek ve yetişmek.
  • Mest ve sarhoş olmak.

neşve-i ümit

  • Ümit sarhoşluğu, sevinci.

neşvet

  • Keyif, neşe. Sevinç sarhoşluğu.

nevaz / nevâz

  • Okşayıcı, hoş ses.

nezf

  • Kuyunun suyunu tamamen boşaltma.
  • Aklı gitme, sarhoş olma. Zevâle gitme.

nezif

  • (Nezf. den) Çok kan kaybından kuvvetsiz kalan kimse.
  • Sarhoş kimse.

nezih

  • Temiz, pak, hoş.

nik

  • İyi, güzel, hoş. (Farsça)

nikmet

  • Şiddetli ceza. Hoş olmayan muamelelerle olan mücâzat.
  • Şiddetli ceza, hoşlanmayan muamelelerle olan mücazat.

niku

  • Güzel, iyi, hoş.

nimmest

  • Sarhoşça. (Farsça)

nükhet

  • Râyiha. Ağız kokusu.
  • Günahlı sözler. Hoş olmayan günah olan söz, kelime.

peri

  • Cisimleri çok lâtif ve görünmez olan hoş mahluk. (Farsça)
  • İnsana muhabbet eden, muvahhid ve müslim lâtif mahluk. (Farsça)
  • Mc: Güzel insan. Güzel kimse. (Farsça)

ra'na / ra'nâ / رعنا

  • İyi, güzel, hoş, lâtif. Pür ve revnak olan.
  • Güzel, hoş. (Arapça)

radiyen

  • Razı olarak, beğenilerek, hoşnud olmak suretiyle.

rağm

  • (Ragm) Bir şeyden hoşlanmayıp kerih görmek. Bir işi birisine zor ile tutturmak. Züll ve hakaret. Kahretmek.

rana / rânâ

  • Güzel, hoş.

rayiha / râyiha

  • Koku, hoş koku.
  • Güzel ve hoş koku.

rayiha-i tayyibe / râyiha-i tayyibe

  • Güzel, hoş koku.

rayihadar

  • Kokulu. Hoş kokulu. (Farsça)

razı / râzı

  • Hoşnud, rıza gösteren, kabul eden.
  • Boyun eğen, itaat eden.
  • Hoşnut.
  • Memnûn, hoşnûd olan.
  • Hoşnud, memnun.

razı olmak / râzı olmak

  • Hoşnut olmak.

rengin / رنگين

  • Renkli, boyalı. Parlak. Hoş. Süslü. Mülevven. Lâtif. (Farsça)
  • Renkli. (Farsça)
  • Hoş, havalı. (Farsça)

reşakat

  • Bel inceliği.
  • Davranma ve kımıldanıştaki incelik ve hoşluk.

retel

  • Muntazam, hoş. Gönül çeken.

revaih-i tayyibe / revâih-i tayyibe

  • Hoş ve güzel kokular.

revban

  • (Çoğulu: Rübâ) Sütün yoğurt olması.
  • Sarhoşluk şiddetinden birbirine karışmış olan insanlar.

revh u reyhan

  • Rahat ve rızık, bolluk ve hoşluk.

revnak-dar / revnak-dâr

  • Parlak, lâtif, güzel, hoş. (Farsça)

revnakdar / revnakdâr

  • Parlak, taze, hoş.

reyhan / reyhân

  • Fesleğen, hoş ve güzel koku.
  • Hoş güzel koku.
  • Rızık ve maişet, rahmet.
  • Ekin yaprağı.
  • Fesleğen denilen kokulu bir ot.
  • Güzel bir koku, hoş kokulu bir bitki.
  • Hoş ve güzel koku veren çiçek.

reyyan

  • (Çoğulu: Rivâ) Suya kanmış, sudan doymuş.
  • Sarhoş.

rıdvan

  • Memnunluk, razılık, hoşnudluk.
  • Cennet'in kapıcısı olan büyük melek.
  • Cennet kapıcısı olan melek.
  • Razılık, hoşnutluk.

rıfk

  • Yumuşak ve hoşgörülü davranma.

rih

  • Rüzgar, yel.
  • Sızı, romatizma.
  • Mc: Galebe, kuvvet. Rahmet.
  • Devlet. Hoş ve iyi şey.
  • Koku.

rih-ı reyhan

  • Hoş ve güzel kokulu rüzgâr.

rihireyhan / rîhireyhan

  • Hoş kokulu rüzgâr.

rikkat-i letafet

  • His ve duyguların son derece ince ve hoş olması.

rind

  • Kalender. Aldırışsız, dünya işlerini hoş gören. (Farsça)
  • Laübali meşreb feylesof. (Farsça)
  • Bâtını irfan ile müzeyyen olduğu halde zâhiri sâde görünen hakîm. Dış görünüşü laübali olduğu halde, aslında kâmil olan kimse. (Farsça)

ritl

  • (Retl) Hoş, lâtif, pâkize şey.

rıza / rızâ

  • Memnunluk, hoşluk, razı olmak.
  • İstek, arzu. Kendi isteği.
  • Hoşnutluk, memnunluk, razı olma, peki deme.
  • İstek, kendi isteği.
  • Allah'ın yazdığına boyun eğme.
  • Râzı olma, hoşnutluk, memnunluk.
  • Memnunluk, hoşnutluk.

rıza-i kalb

  • Kalb hoşnutluğu.

rızadade / rızâdâde

  • Hoşnut olmuş.

ruh-efza / ruh-efzâ

  • Ruha hoş gelen.

rüveyde

  • (Rüvide) İnce, hoş, nazik.
  • Bitmiş, neşvünema bulmuş.

saba / sabâ

  • Gün doğuşundan esen hoş ve lâtif rüzgar.
  • Gün doğusundan esen hoş ve lâtif rüzgâr.
  • Hoş bir rüzgâr.

sabareftar

  • (En fazla at için kullanılan bir tâbirdir) Rüzgâr gibi çabuk ve hafif giden. (Farsça)
  • Hoş ve lâtif yürüyüşlü. (Farsça)

sady

  • Taarruz eden kimse.
  • Bedeni, endamı hoş olan.
  • Dimağ. Başın içini dolduran haşev.
  • Ölü insan cesedi.
  • Baykuş.

safa geldin / safâ geldin

  • Hoş geldin.

safa-bahş

  • Eğlendiren, rahatlandıran, kederi def'eden, hatırı hoş eden. (Farsça)

safa-ender / safâ-ender

  • Gönül hoşluğu içinde.

safalar geldin / safâlar geldin

  • Hoş geldin.

saig

  • Boğazdan kolay ve hoş geçen yiyecek veya içecek.

şairane / şairâne

  • Şairce. şaire benzer surette konuşmakla. Mevzuu şiir sayılabilecek kadar hoş, lâtif olan şey. (Farsça)

sakil / ثقيل

  • Ağır. (Arapça)
  • Hoş olmayan, yakışmayan. (Arapça)

sanayi-i latife / sanayi-i lâtife

  • Güzel, hoş ve ince san'atlar.

sanayi-i nefise

  • Güzel san'atlar. insanın çok hoşuna giden ve çok üstün san'atkârlıkla yapılmış eserler.

şarab-ı kevser / şarâb-ı kevser

  • Cennetteki Kevser nehrinin sarhoş etmeyen leziz şarabı.

sarhoşane / sarhoşâne

  • Sarhoşça.
  • Sarhoşça.

şarib-ül leyli ve-n nehar

  • Gece gündüz içki içen. Devamlı sarhoş.

şatahat / şatâhat

  • Mânevi sarhoşluk.
  • Kendinden geçer bir hâle gelmek ve böyle istiğrak hâlinde iken söylenen müvazenesiz sözler.
  • Mânevî sarhoşluk ve cezbe halindeyken şeriata aykırı söz söyleme.
  • Mânevî sarhoşluk hâlindeyken söylenen dengesiz sözler.

şayan-ı af ve müsamaha

  • Affa ve hoşgörüye lâyık.

sebükruh

  • Hafif ruhlu. (Farsça)
  • Zarif ve şen olan. Hoşa giden, hoş sohbet. (Farsça)
  • Mc: Lâübâli. (Farsça)

secc

  • Gayet ince olan nesne.
  • Duvar sıvamak.
  • Hoş kokulu nesne ezmek.

sekerat

  • Sarhoşluk.
  • Hayretler. şiddetler.
  • Mestlikler.

sekerat-ı mevt

  • Ölüm sarhoşluğu, can çekişme anı.

sekerat-ül-mevt / sekerât-ül-mevt

  • Ölüm sarhoşluğu, can çekişmesi hâli.

sekir / سَكِرْ

  • Sekr, kendinden geçme hâli, sarhoşluk, esrime.
  • Sarhoşluk.
  • Mânâ alemindeki sarhoşluk.
  • Sarhoşluk.

sekr / سكر

  • (Sekir) Sarhoşluk.
  • Sarhoşluk.
  • Şuursuzluk, kendinde olmama hâli. Tasavvufta mânevî sarhoşluk.
  • Kendinden geçme hâli, sarhoşluk, esrime.
  • Sarhoşluk.
  • Sarhoşluk. (Arapça)

sekr-aver / sekr-âver

  • Sarhoş eden, sarhoşluk veren, baş döndüren. (Farsça)

sekran

  • Sarhoş, mest olan adam.

sekraver / sekrâver / سكر آور

  • Sarhoşluk veren. (Arapça - Farsça)

sekre

  • Sarhoşluk.
  • Şaşkınlık.
  • Şiddet.

semadir

  • Sarhoşluk vaktinde veya uyku geldiğinde göze ârız olan zayıflık.

semahatli / semâhatli

  • Hoşgörülü, cömert, iyiliksever.

semel

  • Sarhoşluk.

semil

  • Sarhoş.

şemim

  • Koku. Hoş koku.

şen

  • Naz, eda, cilve. (Farsça)
  • Göze ve gönüle hoş görünen hal. (Farsça)
  • Bayındır, ma'mur. (Farsça)
  • Sevinçli, ferahlı. (Farsça)

ser-giran

  • Başı ağır. (Farsça)
  • Mc: Çok sarhoş. (Farsça)

şerab / şerâb

  • Alkollü içkilerden. Pişmemiş üzüm suyunun havasız fıçılarda durmasıyla gaz habbeleri (kabarcıkları) ve köpük çıkararak kokuşup mayalanması netîcesinde meydana gelen ve içilince sarhoş eden içki. Hamr.

sergerm

  • Kızgın, öfkeli. Kafası kızmış. (Farsça)
  • Neşeli. Sarhoş. Mest. (Farsça)

sermest / سرمست

  • Sarhoş. (Farsça)

sermesti / sermestî / سرمستى

  • Sarhoşluk, kendinden geçiş.
  • Sarhoşluk. (Farsça)
  • Sarhoşluk. (Farsça)

şeylem

  • Sarhoşluk veren ve bazan buğdayların arasında çıkan siyah bir tohum.

şiir

  • Güzel tertibli manzume. Tahayyül ve tasavvurları ve bâzı hakikatları hoşa gidecek şekilde ifâde eden ölçülü söz.
  • Man: Muhayyelâttan terekküb eden kıyas.

sikkir / sikkîr

  • Devamlı sarhoş kimse.

şirinkar / şirinkâr

  • Hoş ve tatlı muamele eden. (Farsça)

sohbet

  • Berâberlik. İnsanın derece bakımından kendinin üstünde veya altında yahut akranı ile bir araya gelip, Allahü teâlânın ve Peygamber efendimizin beğendiği, hoşnud olduğu şeyleri konuşması.

süham

  • (Sühamî - Sühamiye) Lezzetli, sindirici, hoş içilecek şey.
  • Kuş yelekleri arasındaki yumuşak tüyler.
  • Yumuşak kumaş, elbise.

sükara

  • (Tekili: Sekren) Sarhoşlar.

şuur

  • Anlayış, idrak. Vicdan. Hiss-i zâhirle duymak.
  • Nefsin mânâya ilk vusul mertebeleridir.
  • Kendi varlığından haberi olma.
  • Bir şeyi hoşça tanıma.
  • İnceliklerini iyice idrak etme.
  • (Tekili: Şa'r) Kıllar.

ta'n

  • Hoş görmemek. Kötülemek. Birisinin ayıp ve kusurlarını beyan etmek.
  • Küfretmek.
  • Muhalifin iddialarını çürütmek.
  • Vurmak.
  • Duhul etmek, dâhil olmak, girmek.
  • Hoş görmemek, kötülemek.
  • Birisinin ayıp ve kusurlarını söylemek.
  • Küfretmek.
  • Muhalifin iddialarını çürütmek.

tabaka-i mevcudat-ı nefsiye

  • Nefsin hoşuna giden varlıklar tabakası.

tahammür

  • Mayalanmak. Ekşimek.
  • Sarhoşluk verecek hâle gelmek.

tarazi

  • Hoşnutlaşmak.

tartib

  • Islatma, rutubetlendirme. Islatılma.
  • Tâzelik verme.
  • Hoşlandırılma.
  • Hurmanın rutubetli olması.

tatyib

  • İyi davranma. İyi muâmele etme. Hoş etme. Gönlünü hoş etme.
  • Hoş etme.

tatyib-i hatır / tatyib-i hâtır

  • Gönlünü hoş etme, gönlünü alma.

tatyibat

  • (Tekili: Tatyib) İyi muâmeleler, gönlü hoş etmeler.

tayyib / طيب

  • İyi, hoş. İyi davranış. Temiz.
  • Hz. Peygamber'e (A.S.M.) Cenab-ı Allah (C.C.) en güzel kokular vermiştir. Bu yüzden kendisine Tayyib denilmiştir.
  • Fık: Helâlin her türlü şüphelerden uzak, saf ve temiz kısmına denir.
  • İyi, hoş, güzel.
  • Güzel, hoş. (Arapça)

tayyibe

  • İyi, güzel, hoş.
  • İyi, güzel, hoş iş ve hareket.

te'hil

  • Misafire "hoş geldiniz" demek olan ehlen ve sehlen cümlesini söylemek.
  • Ehliyetli kılmak.
  • Ürkekliğini gidermek. Alıştırmak.
  • Lâyık ve müstehak görmek.

tecelli-i eltaf / tecellî-i eltaf

  • Çok lâtif, çok hoş olan bir güzelliğin yansıması.

teellüf

  • Alışma. Hoş geçinme.
  • Barışma.
  • Huylanma.
  • Birikme.

teellüfat / teellüfât

  • (Tekili: Teellüf) Hoş geçinmeler, alışmalar. Bağdaşmalar.

tefekküh

  • Yemiş toplayıp vermek. Meyvedar olmak. Meyvelenmek.
  • Pişman olmak.
  • Pek hoşlanıp hayrette kalmak.

tefkih

  • Hayrete düşürme.
  • Hoşlandırma.
  • Yemiş yedirme.

tegalgul

  • Hoş kokulu şeyler sürünmek.
  • Zorluk, çetinlik, güçlük.
  • Bir şeyin, ilmin içine çok dalmak.

tegarrüd

  • (Çoğulu: Tegarrüdât) Kuşun hoş ve nağmeli bir şekilde ötmesi.

telh-nak

  • Lezzeti acı olan, lezzeti hoş olmayan. (Farsça)

temaşa

  • Hoşlanarak bakmak. Seyretmek. Seyre çıkmak. Gezmek. İbretle bakmak. (Farsça)

tenafür / tenâfür / تنافر

  • Birbirinden kaçmak. Ürkmek.
  • Uzağa çekilmek.
  • Bir mes'elenin halli için hâkime başvurmak.
  • Edb: Kulağa hoş gelmeyen hece veya kelimelerin bir arada bulunması.
  • Birbirinden nefret etme. (Arapça)
  • Kulağa hoş gelmeyen sözcükleri sık sık kullanma. (Arapça)

teneşşi

  • Neşvelenme, sarhoş olma.

tenkirat

  • Hoş görmeme, yasaklama.

tenperverlik

  • Devamlı kendi canını ve rahatını düşünme, tenbellikten hoşlanma.

terennüh

  • (Çoğulu: Terennühât) Sarhoşluktan veya başka bir sebepten dolayı sendeliyerek yürüme.

terennümat

  • Terennümler, nameler, güzel, hoş sesler.

tesakür

  • Sarhoş olmak.

tesamuh / tesâmuh

  • Hoş görme. Hoş görürlük. Birbirine kolaylık gösterme. Kayıtsız olma. Gaflet etmek.
  • İhmal etmek.
  • Hoş görme.

tesamüh / tesâmüh / تسامح

  • Hoşgörü. (Arapça)

tesamuhat

  • (Tekili: Tesâmuh) Hoş görmeler, müsâmahalar.
  • Dikkatsiz ve kayıtsız davranmalar.

tesamühkar / tesâmühkâr / تسامحكار

  • Hoşgörülü. (Arapça - Farsça)

tesamühkarlık / tesâmühkârlık

  • Hoşgörü. (Arapça - Farsça - Türkçe)

tesamühperver / tesâmühperver / تشامح پرور

  • Hoşgörülü. (Arapça - Farsça)

tesekkür

  • Sarhoş olma.
  • Şeker hastalığı.
  • Şeker hastalığına tutulma.

teskir

  • (Sekr. den) Sarhoş etme.
  • Gözü kamaştırıp görmesini zayıflatmak.

tevdi'

  • Emanet vermek, bırakmak.
  • Misafirin veda etmesi. Giderken kalanlara: Allah'a ısmarladık gibi veda etmesi, bolluk hoşluk duasıyla bırakıp gitmesi.
  • Mutlaka terkedip bırakmak.

teveccüh

  • Bir şeye doğru yönelme, bir tarafa dönme. Çevrilme.
  • Mânen üzerine düşme.
  • Ait olmak.
  • Hoşlanmak.
  • Sevgi, alâka.

tıyb-ı nefis

  • Nefsin rıza ile güzelce kabul etmesi, nefsin rıza ve hoşnutluğu.

tuba

  • Ne hoş. Ne iyi. Her şeyin iyisi ve efdali.
  • İyilik, güzellik. Baht.
  • Cennette bulunan ve kökü göklerde dalları aşağıda olan ağaç ismi.
  • Çok berrak ve saf olan.
  • Saâdet. Hayır. Devlet.

tuhaf

  • (Tekili: Tuhfe) Hediyeler.
  • Münâsebetsiz hâl.
  • Eğlenceli, gülünç.
  • Garip iş veya şey.
  • Hoşa giden ve az bulunur şeyler.

ucb

  • (Ucub) Kibir, gurur. Kendini beğenmişlik. Ameline, yaptıkları işe güvenmek.
  • Varlığı nâdir olan şeyi görünce istiğrab etmek hâli.
  • Yabancı kadın taifesiyle beraber oturmak ve konuşmaktan pek hoşlanan.

ud

  • Meşhur bir sazın adı.
  • Bir hoş kokulu buhur.
  • Ağaç parçası.
  • Budak.

veci

  • Güzel, hoş, lâtif. Uygun, münasib.
  • Bir kavmin büyüğü, reisi.
  • Hürmetli insan.
  • Sultan huzuruna girenler.
  • Makam ve şeref sâhibi.

vecih

  • Güzel, hoş, uygun.

vezaif-i latife / vezaif-i lâtife

  • Hoş ve şirin görev.

zarafet

  • Zariflik, incelik, kibarlık. Nâzik davranış. Muamelede, harekette ve giyimde hoşluk ve temizlik.

zaraif

  • Zârif, ince, hoş şeyler.

zemzeme

  • Nağme, hoş ses. Uzun uzadıya gürleyerek seslenmek. Geniz ve boğaz ile ezgili ses çıkarmak. Yavaş yavaş geniz ve boğazdan ses çıkararak türkü veya şarkı söylemek.
  • Cemaat.
  • Hoş ses, nağme.

zemzeme-i ezkar / zemzeme-i ezkâr

  • Allah'ı anmanın hoş, güzel nağmeleri.

zemzeme-i kur'aniye / zemzeme-i kur'âniye

  • Kur'ân'ın nağmesi, hoş sedâsı.

zen-dost

  • Kadınların peşinde dolaşan, kadınlardan hoşlanan, zampara. (Farsça)

zencebil / zencebîl

  • Hoş kokulu bir baharat adı.
  • Hoş kokulu bir baharat, zencefil.

zevk / ذوق

  • Lezzet alma, hoşa gitme, tatma.
  • Hoş, hoşa giden. Mânevi haz.
  • Boş vakit geçirmek. Eğlenmek.
  • Alay etmek. Güzeli çirkinden ayırma kabiliyeti.
  • Beğeni, hoşlanma. (Arapça)
  • Tat. (Arapça)

zevk-i nefsani / zevk-i nefsanî

  • Nefsin hoşlandığı bir zevk.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın