REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te haki ifadesini içeren 1042 kelime bulundu...

hakk-ul-yakin / hakk-ul-yakîn

  • Bir şeyin hakîkatine kavuşma, mâhiyetine erişme, bulma, tatma. Allahü teâlânın beğendiği ahlâk ile ahlâklanıp, kalb gözünün açılması ve mânevî perdelerin kaldırılması neticesinde elde edilen kesin ilim, bilgi.
  • Bir şeyin hakîkatine kavuşma, mâhiyetine erişme, bulma, tatma. Allahü teâlânın beğendiği ahlâk ile ahlâklanıp, kalb gözünün açılması ve mânevî perdelerin kaldırılması neticesinde elde edilen kesin ilim, bilgi.

a'yan-ı sabite / a'yan-ı sâbite

  • Tas: İlm-i İlâhide eşyanın ezelden beri sâbit olan sûret ve hakikatları. Mevcudat-ı ilmiye.

ab-ı hayat

  • Kan. Ebedî hayata sebep olan hayat suyu (diye tâbir edilen) bu kelime, edebiyatta : "çok güzel ifâde, lâtif söz, parlaklık, letâfet" mânalarında geçer.
  • Tas : Aşk-ı hakiki, aşk-ı ilâhi, ilm-i ledün, mârifetullah'tan kinayedir. Âb-ı Hızır, âb-ı hayvan, âb-ı beka gibi isimlerle de söyle

abide

  • Uzun müddet dillerde destan olup kalan beliye ve dâhiye.
  • Bir milletin târihinde büyük bir değeri hâiz olan vak'a.
  • Fesahat ve belâgatı dolayısıyle benzeri söylenemeyen şiir.
  • Tarihte yüksek ve hâkim bir mevkide olan vak'aları veya büyükleri yaşatmak için yapılan bina.

adalet-i hakiki / adâlet-i hakiki

  • Hakikî, gerçek adalet.

adalet-i mahza / adâlet-i mahza

  • Adaletin tam hakikisi, tam adalet.

adem-i hakimiyet / adem-i hâkimiyet

  • Hâkimlik ve hükümranlığın bulunmaması.

adem-i ilm-i hakikat / âdem-i ilm-i hakikat

  • Hakikat ilminin eri, ta kendisi.

agleb-i hükema / agleb-i hükemâ

  • Hakîmlerin çoğu. Hakîmlerin ekserisi.

agnostisizm

  • fels. Gerçeğin, mutlak hakikatın bilinemez olduğunu; insanın gerçeği, tam uygun bilgiyi elde edecek yaradılışta olmadığını kabul eden felsefe görüşü.

ahir

  • Herşeyden sonra da var olan, varlıkların sonrasına da hâkim.

ahkar

  • En hakir, pek âciz ve değersiz. (Daha çok tevazu makamında söylenir.)

ahkar-ı mahlukat / ahkar-ı mahlûkat

  • Varlıkların en hakir ve en küçüğü.

ahkar-ul ibad / ahkar-ul ibâd

  • Kulların en hakiri.

ahkem

  • En sağlam. En kuvvetli.
  • En çok hükmeden.
  • En hakim ve akıllı.

ahkem-ül hakimin / ahkem-ül hâkimîn

  • Hükümdarların hükümdarı. Hâkimlerin en hâkimi. Cenâb-ı Hak (C.C.)

ahkemu'l-hakimin / ahkemu'l-hâkimin

  • Hükümdarların hükümdarı, hâkimlerin hâkimi olan Allah.

ahkemü'l-hakimin / ahkemü'l-hâkimîn

  • Hâkimlerin hâkimi olan Allah.

ahkemülhakimin / ahkemülhâkimîn

  • Hâkimlerin hâkimi olan Allah.

ahlakıyyun / ahlâkıyyun

  • Ahlâk ilmi ile uğraşan âlimler; bunlar iki kısımdır. Bir kısmı ahlâk-ı hasene olan İslam ahlâkını telkin eder, diğer kısmı ise, dine tâbi olmayan ve hakiki ahlâkı bulamamış olanlardır.

ahval-i şahsiye

  • Huk: Hakiki şahısların, hukuki varlıklariyle alâkalı olan hukuki durumlar. (Doğum, evlenme, boşanma, evlat edinme, ölüm hadiseleri gibi)

akaid

  • (Tekili: Akide) Akideler. İtikad olunan hakikatlar. İtikada dâir kaziye ve hükümler, esaslar.
  • Akideler, inanılan hakikatlar.

akalliyet

  • (Ekalliyet) Azlık. Azınlık.
  • Bir ülkede hâkim unsurların haricinde olan ve ekseriyet teşkil edemiyen insanlar.

akl-ı selim

  • (Hiss-i selim) İyiyi kötüyü farkedip, insana hak ve hakikatı, iman ve İslâmiyeti tâkib ettiren akıl ve düşünüş. Normal ve müsbet düşünce.

akliyyun

  • (Rasyonalistler) Herşeyin hakikatını akıl ile bulma iddiasında olan, hadiseleri yalnız akıl ile araştırıp hakikat ve hikmetlerini tam bulamayıp, aklına güvenip dine tâbi olmayan filozoflar ve onların yolunda kalarak dalâlete gidenler. Bunlar iki kola ayrılır. Uluhiyeti ve vahyi inkâr eden birinci kı

aks-i sada / aks-i sadâ

  • Sesin bir yere çarpıp geri gelmesi. Yankı. Çok evvelden söylenen bir hakikatın sonradan tekrar edilmesi.

aktivizm

  • Hakikatin, düşüncede kalmasından ziyade, hayat ve fiile intikalini ve bütün ilimlerin, cemiyetin gelişmesine hizmet etmesini isteyen ve böylece iradenin faaliyet ve tesirliliğini açıklayan felsefî bir meslek.

alaka / alâka

  • İlişik, rabıta, merbutiyet.
  • Gönül bağlama, sevgi, münasebet, taalluk, irtibat, mâlikiyet. Tasarruf. Müdâhale hakkı. Hisse.
  • Edb: Bir kelimenin hakiki mânâsından mecâzi mânâsına nakledilmesinin sebebidir. (Temiz ahlâklı, güzel huylu kimselere melek denildiği gibi.)

alem-i rububiyet / âlem-i rububiyet

  • Rubûbiyet âlemi, Cenâb-ı Hakkın terbiye, idare ve hâkimiyetinin icra edildiği âlem.

alem-i şahadet / âlem-i şahadet

  • Şahâdet âlemi. Bu dünya. Cenâb-ı Hakkın âyetlerine ve emirlerine imân edenlerin, hakka, hakikate şahadette bulundukları ve Allah'a itaat ve ibadetle mükellef oldukları dünya âlemi.

alettahkik

  • (Ale-t-tahkik) Hakikat üzere, kat'i surette. Besbelli.

allah

  • Esmâ-i hüsnâdan. Varlığı muhakkak lâzım olan, îmân ve ibâdet edilecek hakîkî mâbûd. Her şeyi yoktan var eden yüce yaratıcı.

amig

  • Karışık. (Farsça)
  • Hakikat. (Farsça)
  • Mc: Çiftleşme. (Farsça)

amin

  • Yâ Rabbi! Öyle olsun, kabul eyle! (meâlinde olup, duânın sonunda söylenir). İncil'de iki yerde geçer. Tevrat'ta da geçer. İbranice ve Süryanicede de vardır. Hakikat, çok doğru, tamam mânâsındadır.

amir-i mutlak / âmir-i mutlak

  • Kayıtsız şartsız herşeye hâkim olan.

an-asl

  • Aslında, hakikatında, aslından.

apriori

  • fels. Tecrübeden önce insan aklında varlığı kabul edilen bilgi ve düşünceyi anlatmak için kullanılan bir sıfat. Meselâ: "Her sayı kendine eşittir" hakikatı hiçbir deneye baş vurmadan bilinen bir apriori bilgidir.

areng

  • Dirsek. (Farsça)
  • Dert, keder. (Farsça)
  • Hile, dubârâ. (Farsça)
  • Tarz, tavır, üslüb. (Farsça)
  • Vali, hakim. (Farsça)
  • Zannolunur ki, galiba, öyledir, benzer gibi bir yakınlık ve benzerlik ifâde eder. (Farsça)

arif-i esrar / ârif-i esrar

  • İlâhî sır ve hakikatlara vâkıf olan.

arifin / ârifîn

  • İrfan sahipleri, İlâhî hakikatlere vakıf olanlar.

aristokrasi

  • yun. Âlimlerin ve cemiyette en iyilerin iktidarına dayanan hükümet şekli. Tarihte soylu, imtiyazlı, toprak sahibi, zenginlerin hâkimiyetine dayanan hükümet şekli. Bu şekli ile oligarşi veya plütokrasi adıyla da anılmaktadır. İmtiyazlı azınlığın, çoğunluğu idare etmesidir.

arız / ârız

  • Sonradan olan şey. Bir şeyin zâtına ve hakikatına ait ve lâzım olmayıp başka bir varlıktan bazan vâki ve kaim olan. Takılan. Yapışan.
  • Bir şeyi arz ve takdim edici olan.
  • Kalın ve geniş bulut.
  • Ön dişlerin haricindeki onaltı dişin herbiri.
  • İnsanın yanağı.

arş-ı hakikat

  • Hakikat zirvesi, seması.

arzu-yu tenzih-i hakikat

  • Hakikati temize çıkarma arzusu.

asayiş

  • Emniyet, güvenlik, korku ve endişeden uzak hâl. Kanun, nizam hakimiyeti. İnsan cemiyetlerinde iktidar, hâkimiyet, bir zümrenin, bir sınıfın elinde olmaktan kurtulamamasından ve bir kısım insanlarca yapılan, istedikleri zaman değiştirilen kanunlara diğer insanların saygısı temin edilemediğinden asayi (Farsça)

asayiş berkemal / âsâyiş berkemâl / آسایش بركمال

  • Her yerde huzur hakim.

asfiya-i müdekkikin / asfiya-i müdekkikîn

  • İslâmî hakikatların tetkik ve bilinmesinde çok dikkatli ve sâdık olan büyük İslâm âlimleri.

asfiya-i muhakkikin / asfiya-i muhakkikîn

  • Hz. Peygamberin çizgisinde yaşayan ve hakikatleri delilleriyle bilen ilim ve takvâ sahibi büyük zatlar.
  • Hakikatı tam araştıran, delillerle isbat eden, ilim ve fazilette terakki etmiş olan büyük İslâm âlimleri.

ashab-ı hakikat

  • Hakikat ehli, doğru ve hak yolda olanlar.

ashab-ı keşif

  • İmanın hakikatlerine ve sırlarına, mânevi terakki ile ulaşan kimseler.

ashab-ı şuhud

  • Görülmeyen âlemlerdeki hakikatleri gözlemleyebilen kişiler.

aşina-yı bezm-i hak / âşina-yı bezm-i hak

  • Hak meclisinin âşinası; Kur'ân ve iman hakikatlerine dair yapılan sohbetlere aşina olan.

aşk-ı hakikat

  • Hakikat sevgisi.

aşk-ı hakiki / aşk-ı hakikî

  • Hakiki aşk. Allah için sevmek. Allah sevgisi.

aşk-ı lahuti / aşk-ı lâhûtî

  • Cenab-ı Hakk'a olan sevgi ve muhabbet. Aşk-ı İlâhî, aşk-ı hakikî, aşk-ı mânevî gibi tâbirler Cenab-ı Vacib-ül Vücud'a dâir şiddetli muhabbet ve sevgiyi ifâde eder.

asl

  • Temel, esas, kök. Bidâyet. Mebde', dip, hakikat. Hâlis, sâfi. Haseb ve neseb. Soy sop. Zâten, en ziyâde.

asl-ı şeriat

  • Allah tarafından bildirilen hükümlerin aslı, özü, hakikati.

avam

  • Halktan ilmi irfanı kıt olan kimse. Okuyup yazması az olan. Fakirler sınıfından.
  • Tas : Hakikata tam erememiş, tevhidin derin hakikatlarından haberi olmayan.
  • Halkın ekseriyeti.

avamil

  • (Tekili: Amil) Sebepler.
  • Ayaklar.
  • Valiler. Hâkimler.
  • Gr: Arabçada kelime sonlarının okunuşuna te'sir eden hususları öğreten ilim ve ona dâir kitab.
  • Birgivi Hazretlerinin "Nahiv" ilmine dâir olan kitabının ismi.

avije

  • Has, hâlis, hakiki, temiz. (Farsça)

ayanısabite / ayânısâbite

  • Varlıkların ilâhî ilimde ezelden beri bulunan hakikatları.

ayn

  • (Çoğulu: A'yan-A'yun-Uyûn) Göz.
  • Pınar, kaynak. Çeşme.
  • Tıpkısı, tâ kendisi.
  • Zât.
  • Eşyanın hakikatı.
  • Kavmin şereflisi.
  • Diz.
  • Altın.
  • Nazar değme.
  • Casus.
  • Her şeyin en iyisi.
  • Muayene etmek.
  • Göz.
  • Pınar.
  • Eşyanın hakikatı.

ayn-ı hakikat / ayn-ı hakîkat / عَيْنِ حَق۪يقَتْ

  • Hakîkatin ta kendisi.

azim / azîm

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Büyüklüğüne, beşer (insan) aklının ve hiçbir mahlûkun (yaratılmışın) düşüncesinin erişemediği, hakîkatini kimsenin bilemediği zât. Allahü teâlânın büyüklüğü bildiğimiz gördüğümüz şeylerdeki büy üklük ve küçüklük gibi değildir. Bu bizim bilgimi

bahr-i hakaik / bahr-i hakâik

  • Hakikatler, gerçekler denizi.

bahr-i hakikat / bahr-i hakîkat / بَحْرِ حَق۪يقَتْ

  • Hakikat denizi.
  • Hakîkat denizi.

bahs

  • Kazmak.
  • Ayırmak.
  • Saçmak.
  • Birşey hakkında etrafiyle söz söyleyip hakikatı araştırma. Konuşulan şey.
  • Teftiş.
  • Söz münazarası, muaraza, mübahese.
  • Bir mevzû hakkında tafsilât, açıklama.
  • İddialaşma.

barika-i hakikat / bârika-i hakikat

  • Hakikat parıltısı.
  • Hakikatın parıltısı ve parlaklığı. Hakikat nuru.

basar-ı basiret / basar-ı basîret

  • Basiret gözü, feraset; kalbin, hakikati anlayan gözü.

basir

  • Basiret sâhibi ve anlayışlı olan. Hakikatları anlayan. En iyi ve en çok anlayışlı. Kalb gözü ile gören.
  • İt, köpek, kelp.

basiret

  • Hakikatı kalbiyle hissedip anlama. Kalbde eşyanın hakikatlarını bilen kuvve-i kudsiyye. Ferâset. İm'ân-ı dikkat.
  • İbret alınacak hidâyet sebepleri. Beyyine. Hüccet.
  • Bir evin iki tarafının arası.
  • Yer üstündeki kan.

batıl / bâtıl / بَاطِلْ

  • Hakikatsız, hurafe. Hak ve doğru olmayan, yalan. Şartlarını yapmamakla kabul olmayan ibadet ve muâmele. Meselâ: Bir özür bulunmaksızın taharetsiz kılınan namaz gibi.
  • Hakikat dışı, hurafe; hak ve doğru olmayan, yalan. (hakk'ın zıddı).
  • Hakîkate zıd.

becidd

  • Ciddi, gerçek, hakikat. (Farsça)
  • Cidden, gerçekten. (Farsça)

beka-billah / bekâ-billah

  • Dâimâ Allahü teâlâyı anma ve hatırlama hâli üzere olma. Hakîkî kulluk derecesi. Fenâ fillah'tan sonraki makam.

belagat / belâgat

  • Hitâbettiği kimselere göre uygun, tam yerinde, düzgün ve hakikatlı güzel söz söyleme san'atı. Muktezâ-yı hâle mutâbık söz söylemek.
  • Belâgat, hem düzgün, hem yerinde söz söylemeyi öğreten ilmin de adı olur. Ve maani, beyan, bedi' diye üç kısma ayrılır. Bu gün Edebiyat denilen bilgiye,

berhemen

  • (Çoğulu: Berhemûn) Hakîm.
  • Efsun okuyucu.

beyan

  • İzah. Açıklama. Anlatma. Açık söyleme.
  • Öğretme.
  • Fesahat ve belâgat.
  • Edb: Belâgat ilminin hakikat, mecaz, kinâye, teşbih, istiâre gibi bahislerini öğreten kısmı.
  • Söz olsun, iş olsun; vukû' bulan şeyden murad ne olduğunu o şey ile alâkası ve münâsebeti bulunan b

beyan ilmi

  • Belâgat ilminin,hakikat, mecaz, kinaye, teşbih ve istiare gibi konularından bahseden bölümü.

beyzat-ül islam

  • İslâm milleti.
  • İslâm'ın yayıldığı saha, İslâm ülkesi.
  • İslâm'ın hakiki merkezi.

bezze

  • Hor ve hakir olmak.

bi-dad / bî-dad

  • Zâlimlik. Zulüm. İşkence. Adaletsizlik.Ne mümkün zulm ile bî-dâd ile imhâ-yı hakikat.Çalış, kalbi kaldır muktedirsen âdemiyyetten.

bia-biyat / bîa-biyat

  • Birinin hakimiyetini kabul etmek, emirlerine uyacağına söz vermek.

bicişk

  • Bilgin, hakîm. (Farsça)
  • Serçe kuşu. (Farsça)

bina-dil

  • Basiretli. Kalbi hakikatı kavrayan. (Farsça)

bü'bü'

  • Her nesnenin aslı.
  • İzzet, kerem.
  • Zeyrek akıllı, zarif kişi.
  • Hâkim, seyyid.
  • Gözbebeği.
  • Mc: Çok kıymetli ve değerli olan şey.

bürhan

  • Delil, hüccet, isbat vasıtası.
  • Man: Yakînî mukaddemelerden meydana gelen kıyas.
  • Red ve inkâr için itiraz kabul edilmeyecek surette isbat-ı hakikat eden kavi hüccet.

burhan-ı hakikat

  • Hakikat delili.

bürhan-ı natık / bürhan-ı nâtık

  • Konuşan bürhan. Mecaz olarak Peygamberimiz Hz. Muhammed (A.S.M) kastedilir ki; bütün hakikatları isbat ve izhar etmiştir.

cadde-i hakikat

  • Hakikatin, doğrunun olduğu cadde.

cahid

  • Mânen, kavlen, kalemen ve maddeten cihad eden. Mücâhid olan. Din düşmanı ile elinden geldiği kadar mânen, kavlen, kalemen ve maddeten cenkeden, vuruşan. Mümkün olduğu kadar gayretle çalışan. Kur'an ve İman hakikatlarının neşrinde çalışmak suretiyle mücahede eden.

cahiliye devri / câhiliye devri

  • İslâmiyet'ten önce hissin akla, kötülüğün iyiliğe hâkim olduğu, puta tapılan karanlık devir.

cami' / câmi'

  • Toplayan.
  • Müslümanların ibâdet etmek için toplandıkları yer, mâbed.
  • Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden. Çeşitli hakîkatleri ve enfüs (iç) ve âfâktaki (dıştaki) zıt işleri birleştirici, kıyâmet gününde yeryüzünde olan cinleri, insanları ve mahlûkâtı bir araya getirici insanların dağı

caslik

  • (Cesâlik) Nasrâniler hakîmi.
  • Çokluk, kesret.

ceberut

  • Azametin daha dâimîsi ve bâtınîsi. Büyüklük. Hâkimlik. Kudret, celadet. Fart-ı kibir ve azamet.

cehabize

  • Hakikatlerden, gerçeklerden haberi olanlar.

cehalet-i avra / cehâlet-i avrâ

  • Tek gözü kör cehalet, insanların hakikatleri görmesini engelleyen cahillik.

cehd

  • Fazla çalışma. Güç ve kuvvetini sarfetme. İnsanın nefsine hâkim olması.
  • Azim, gayret, fedakârlık.
  • Takat.

cenah

  • Kanat, taraf, kısım. (Vicdanın ziyası ulum-u diniyyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacı ile hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassub, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder. Mün.)

cennet-i kur'aniye / cennet-i kur'âniye

  • Kur'ânî cennet; bu tabirle, insana dünya ve âhiret saadetini bahşeden Kur'ân'î hakikatler ve esaslar kastediliyor.

cerbeze

  • Aldatıcı sözlerle kurnazlık etme. Fazla sözlerle aldatıcılık. Haklı ve haksız sözlerle hakikatı gizleme.
  • Beceriklilik, fetânet ile temyiz ve cesaret-i mutedile ve kuvvet-i idareden ibâret olan sıfat-ı zihniye. (Bu kelime, Arabçada: Hilekârlık, kurnazlık gibi aşağılayıcı bir mânâda ku

cerh

  • Yara.
  • Baş ve yüzden başka uzuvlardan birisini yaralamak.
  • Bir kimseye söğmek. Taan etmek. Sözle gönül incitmek.
  • Birisinin fikrini çürütüp kabul etmemek.
  • Şahid, yalancı ve fâsık olduğundan dolayı mahkemede hâkimin şâhidin şehâdetini reddetmesi.
  • Kesb u kâ

cerhetmek

  • Yaralamak. Herhangi bir meseleyi hak ve hakikatle çürütmek. Yanlış veya yalanını bulup hurafe ve bâtıl olduğunu isbât edip herhangi bir kimsenin veya cereyanın fikrini kabul etmemek.

cesaret-i medeniye

  • Her türlü baskılara karşı çekinmeden hakikatı söylemek. Müsbet harekette korkmamak. Haklı olduğu bir mes'elede korku göstermemek. İçtimai münasebetlerde girişkenlik.

cevher-i hakikat

  • Hakikatin cevheri, özü.

cevher-i iman

  • İman cevherî, iman hakikati.

cevher-i imani / cevher-i imanî

  • İmana ait öz, cevher, iman hakikati.

ciddi / ciddî

  • Gerçek. Hakikat.
  • Ağırbaşlı, hâlleri sakin olan kişi.
  • Mühim.

ciddiyat

  • Hakiki sözler. Ciddiyetler.

cihan-cuy

  • Dünyaya hâkim olmaya çalışan sultan, hükümdar. (Farsça)

cihet-i melekutiyet / cihet-i melekûtiyet

  • Birşeyin iç yüzü, aslı, hakikati; varlıklara hükmeden İlâhî fiil, isim, sıfat ve şuûnâta bakan yön.

cumhur-u muhakkıkin / cumhûr-u muhakkıkîn

  • Hakikati araştırıp bulan kişilerden oluşan seçkin topluluk.

cumhuriyet

  • Devlet reisi, millet veya Millet Meclisleri tarafından seçilen hükümet şekli. Demokraside temsili hükûmet şekli. Halkın hür olarak seçtiği temsilciler (Millet vekilleri ve senatörler) aracılığı ile egemenliğini, (hâkimiyetini) kullanmasına dayanan hükûmet şekli. Cumhuriyetin birbirinden farklı üç ta

cüz-ü hakikat-ı imaniye

  • İman hakikatinin bir parçası, iman esaslarının biri.

dahilek ya dellale'l-kur'an / dahîlek yâ dellâle'l-kur'ân

  • "Sana tâbi oldum ey Kur'ân hakikatlerinin dellalı olan Üstad".

dahr

  • Alçalma. Küçülme. Hor ve hakir olma.

daire-i kudret

  • Allah'ın sonsuz güç ve iktidarının hâkim olduğu daire.

dalalet

  • İman ve İslâmiyetten ayrılmak. Azmak. Hak ve hakikatten, İslâmiyet yolundan sapmak. Allah'a isyankâr olmak.
  • Şaşkınlık.

dallin / dallîn

  • (Dâllûn) Sapkınlar. Müslümanlıktan ayrılanlar. Kur'an hakikatlerinden ayrılıp sapanlar.

dane-i hakikat / dâne-i hakikat

  • Hakikat çekirdeği, tanesi.

dar-ı ridde / dâr-ı ridde

  • Aslında Müslim iken sonradan irtidâd eden veya bir zaman İslâmiyeti kabul etmiş iken sonradan mürted olan şahısların hâkim bulundukları yer.

dara'

  • Zayıf. Zelil, hakir.
  • Muti, itâat eden, boyun eğen.

darayi / darayî

  • Sahib, mâlik olma. (Farsça)
  • Hüküm sürme, hâkimiyet kurma. (Farsça)
  • Bir nevi kumaş. (Farsça)

darül harb

  • (Dâr-ül harb) Harp yeri. Müslümanlarla gayr-i müslimler arasında sulh akdedilmemiş memleket. Kâfirlerin ve onların gayr-i islâmi hükümlerinin hâkim olduğu yer.

darül islam

  • (Dâr-ül İslâm) İslâmiyet merkezi. Müslümanların hâkim olduğu yer.

daver / dâver

  • Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) bir ismidir.
  • Âdil, insaflı ve doğru olan hükümdar, vezir veya hâkim.

daverane / dâverâne

  • Doğruluk ve adaleti seven bir büyüğe yakışacak tarzda. (Farsça)
  • Hâkim ve vezirle alâkalı olan. (Farsça)

daveri / dâverî

  • Hâkimlik, hükümdarlık. (Farsça)
  • Mahkeme ve dâvâ. (Farsça)
  • Kötü ile iyiyi birbirinden ayırt etme. (Farsça)
  • Kavga, mücadele. (Farsça)

deha-i kudsi / deha-i kudsî

  • Dinin derin hakikatlarını anlamakta yüksek mahareti olan dehâ. Dinî dehâ.

dehan-ı hakikat

  • Hakikat ve gerçekleri haykıran, konuşan ağız.

dellal-ı kitab-ı mübin / dellâl-ı kitab-ı mübîn

  • Bütün hakikatleri açıklayan Kur'ân-ı Kerimdeki gizil sırları insanlara duyuran.

demokrasi

  • yun. (Demos: Halk; Kratia: İdare, iktidar) Halk iktidarına dayanan hükümet şekli. Devlet iktidarını elinde bulunduranların, halkın çoğunluğunun iradesiyle seçildiği hükümet şeklidir. Tatbikatı üç şekildir:1- Vasıtasız hükümet şekli: Halk, devlet iktidar ve hâkimiyetini vasıtasız olarak kullanır. Kan

derece-i şuhud

  • İmanı ve mânevi hakikatları, mânevi terakki yoluyla görmek seviyesinde olan iman mertebesi.

dereziler / derezîler

  • Anuştekin ed-Derezî adlı bir bâtınî dâî (propagandacı) tarafından ortaya çıkarılan bozuk yol. Bunlar; Bâtıniyyeden ayrılarak ortaya çıkan, Fâtımî hükümdârı Hâkim bi-emrillah'ın ilâh olduğuna ve onun vezîri Hamza'nın imamlığına inanırlar. Kelimenin do ğrusu Derezî olup, yanlış olarak Dürzü denilmekte

ders-i hakaik / ders-i hakâik

  • Hakikatler dersi.

ders-i hakaik-i kur'aniye / ders-i hakaik-i kur'âniye

  • Kur'ân hakikatlerini ders verme.

ders-i hakikat

  • Hakikat dersi.

derya-yı hakaik

  • Hakikatler, gerçekler denizi.

derya-yı hakikat

  • Hakikat denizi.

devh

  • Hor, hakir olmak. Hor, hakir etmek.
  • Kahretmek.

devlet

  • Sınırları belli olan bir memleketin sahibi olan insanların kurduğu siyasî, hukukî, idarî mahiyetteki merkezî teşkilât. Devlet, teşekkül tarzı, takip ettiği esas siyaset, temsil ettiği hâkimiyet ve iktidarın mahiyeti bakımından çeşitlere ayrılır:1- Kapitalist Devlet: İktisadî siyasete, şahsî mülkiyet

deyyan / deyyân

  • Herkesin hesabını ve hakkını en iyi bilen ve veren. Hâk Teâla. Kahhar. Hâsib. Hâkim. Kadir. Râi. Cenâb-ı Hak.
  • Mükâfatlandıran veya cezalandıran, hâkim. Allah.

dihkan

  • (Çoğulu: Dehâkin) Sipâhi.
  • Köy kethüdâsı.
  • Emirlerin tasarrufunda kuvvetli olan, sözü geçen adam.
  • Bezirgân.
  • Acem fellahlarının maslahatgüzarı.

din

  • Ceza, ivaz.
  • İman ve amel mevzuu olarak insanlara Cenab-ı Hak tarafından teklif olunan Hak ve hakikat kanunlarının hey'et-i mecmuasıdır. Din, kâinatın, dünyanın hayatın ve insanın yaratılış gayeleri ve var oluş şekillerini açıklıyarak, onları mânasızlıktan ve abesiyetten kurtarır. İns

din-i mübin / din-i mübîn

  • Hak ve hakikati açıklayan din, İslâm.

din-i mübin-i islam / din-i mübîn-i islâm

  • Hak ve hakikati açıklayan İslâm dini.

diyar-ı irfan / diyâr-ı irfan

  • İrfan ülkesi; uçsuz bucaksız bir beldeyi andıran Allah'ı tanıma, İlâhî hakikatlere ulaşma özelliği.

diza

  • Noksanlaştırmak.
  • Eziyet vermek.
  • Ezâ etmek.
  • Hor ve hakir etmek.

dost

  • (Çoğulu: Dostân) Sevilen insan, muhib, yâr. (Farsça)
  • Erkek veya kadın sevgili, mâşuk, mahbub, mâşuka, mahbube. (Farsça)
  • Hakiki dost ve âşıkların ve âriflerin âşık oldukları Allah. (Farsça)

duhan

  • Duman. Tütün.
  • Kur'an-ı Kerim'in 44. suresinin adı.
  • Mc: Gaflet ve dalâlet dumanı ki, hakikatların görünmesine mâni olur. Arap lisanında galib olan şerre, duhan tesmiye ederler.
  • Kıtlık ve kuraklık.

duhur

  • Zillet, zelillik, hakirlik, aşağılık. Adilik.

dünu'

  • Horluk, hakirlik.

dure

  • Hakir ve şânı küçük olan adam.

dürer-i semavi / dürer-i semavî

  • Aslı vahiy ile gelen, parlak hakikatlı mânalar. Semâvi inciler.

düvvac

  • Hâkimlerin giydiği bol kaftan.
  • Yorgan.
  • Tac.

ebatil

  • (Tekili: Ubtule) Beyhude, bâtıl, hurâfe, mantıksız, hakikatsız şeyler.

ebu-d derda

  • Uveymir adı ile de meşhurdur. Ashab-ı kirâmın âlim ve hakîmlerindendi. Peygamberimiz: "Uveymir, Ümmetimin hakimlerindendir" buyurmuştur. Uhud'dan itibaren bütün muharebelerde bulunmuştur. 179 hadis rivâyet etmiştir. Hikmetli sözlerinden birisi şudur: "Âlim olmayınca insan müttaki olamaz, bir âlim âm

edebiyat

  • Düşünce, duygu veya herhangi bir hakikatı veya herhangi bir fikri yazı veya sözle, manzum veya nesir halinde güzel şekilde ifâde san'atı. Bu san'atla uğraşan ilim kolu.
  • Edebiyata âit yazıları toplayan kitap.Edebiyatın sözlük anlamından biri de edebe, yani terbiyeye uygun söz söylemek

edyan-ı batıla / edyan-ı bâtıla

  • Bâtıl dinler. Bozuk, hükmü hakikatten ayrılmış olan dinler.

efendi

  • (Rumcadan) Sahib, mâlik, mevlâ. Ağa. Şer'î hâkim, kadı, molla. (Saygı ve nezâket mübalağası olarak kullanılır. Eskiden büyüklere ve şâyân-ı hürmet zâtlara Efendimiz denildiği gibi, her zaman için Hz. Peygamber Aleyhissalâtu Vesselâm'a da, mü'minler Efendimiz diyerek hürmet ve sevgilerini ifade ederl

ehadis

  • Hadisler. Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) sözleri, hareketleri ve emirlerini bildiren hakikatler.

ehakk

  • Daha haklı, pek haklı. Daha doğrusu. En hakiki.

ehl-i hak

  • İmân, İslâmiyet ve Hak yolunda olan. Hak mezhebde olan. Hakka, hakikata vâsıl olmuş olan. (Farsça)

ehl-i hak ve hakikat

  • Hak ve hakikat üzere olanlar.

ehl-i hakikat

  • Hakikat ehli, doğru ve hak yolda olanlar.

ehl-i hakikat ve keşif

  • Gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Cenâb-ı Allah'ın lütfu ve ihsanıyla bilen kimseler.

ehl-i hakim

  • Hakimler heyeti.

ehl-i ihtisas ve müşahede

  • Görünmeyen âlemlere ait hakikatleri bizzat gözleyen ve bu konuda uzmanlaşan kimseler.

ehl-i irfan

  • Cenab-ı Hakkı tanıyıp bilen, hak ve hakikatin özüne ve esasına ulaşan, bilgi ve marifet sahibi kimseler.

ehl-i keşf

  • Maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözlemleme seviyesine ulaşmış insanlar.
  • Perdeli olan ve zâhir hislerle bilinmeyen hakikatları, Cenab-ı Hak'kın lütf u ihsanı ile bilen veliler. (Farsça)

ehl-i keşif

  • Maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözlemleme seviyesine ulaşmış insanlar.

ehl-i keşif ve hakikat

  • Gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Cenâb-ı Allah'ın lütfu ve ihsanıyla bilen kimseler.

ehl-i keşif ve ilham

  • Görünmeyen ve bilinmeyen âlemlere ait olan hakikatleri Cenâb-ı Allah'ın lütfu ve yardımıyla bilen kimseler.

ehl-i keşif ve keramet

  • Allah'ın bir ikramı olarak, olağanüstü hal ve hareketlerin kendilerinde görüldüğü velî zâtlar ve mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler.

ehl-i keşif ve şuhud

  • Gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Allah'ın lütuf ve ihsanıyla bilen ve gören kimseler.

ehl-i keşif ve tahkik

  • Gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Cenâb-ı Allah'ın lütfu ve ihsanıyla bilen kimseler.

ehl-i keşif ve velayet / ehl-i keşif ve velâyet

  • Maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler.

ehl-i keşif ve zevk ve şuhud ve müşahede

  • Maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini Allah'ın lütuf ve ihsanıyla gözleme yeteneğine sahip olan veli zâtlar (k-ş-f;.

ehl-i kitab

  • Allah'ın gönderdiği kitaplara inanan. (Farsça)
  • Müslüman, Hristiyan veya Yahudi olan. (Hakiki Hristiyanlık veya Yahudilikten çıkmamış bulunan.) (Farsça)

ehl-i sahv

  • Uyanık iken hakikatlere görerek ulaşan Allah dostları.

ehl-i şuhud

  • Gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Allah'ın lütuf ve ihsanıyla gören kimseler.

ehl-i tahkik

  • Hakikatleri delilleri ile bilen âlimler.
  • Tahkik ehli.

ehl-i tahkik ve keşif

  • Maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar.

ehl-i tarikat ve hakikat

  • Tarikata mensup olanlar ve hakikat mesleğinde olanlar.

ehl-i velayet ve keşif / ehl-i velâyet ve keşif

  • Mânevî mertebelere yükselen ve maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini keşfeden insanlar.

ehl-i velayet ve şuhud / ehl-i velâyet ve şuhud

  • Mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini Allah'ın lütuf ve ihsanıyla gözleme yeteneğine sahip insanlar, velîler.

ehl-i velayet ve tahkik / ehl-i velâyet ve tahkik

  • Maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini delilleriyle bilen Allah dostu âlim kimseler.

ehl-i zevk

  • Allah'a yakınlıkla ve uyanık kalple iman eden ve Kur'ân hakikatlerinden zevk alanlar.
  • Zevklenenler, lezzet alanlar.
  • Tas: Cenab-ı Hakk'a yakınlıkla, kurbiyetle veya uyanık kalble iman ve Kur'an hakikatlarından zevk alanlar.

ehl-i zevk ve keşif

  • İman hakikatleri kendilerine açılan ve bu hakikatlerin zevkine erişen kimseler.

ehl-i zevk ve şevk

  • İman hakikatlerinin zevkine erişen ve bu sayede şevki artanlar.

ehlihakikat / ehlihakîkat

  • Hakikatı bulan kimseler.

el-hakim / el-hakîm

  • (Bak. HAKÎM)

elektrik-i hakaik-i islamiyet / elektrik-i hakaik-i islâmiyet

  • İslâmiyetin hakikat ve esaslarının elektriği, ışığı.

elhak

  • Hakikaten, doğrusu.

emr-i bi-l-maruf, nehy-i anil-münker

  • Dinin emirlerini, Kur'âni ve İslâmi hakikatleri neşretmek ve bildirmek, men'edilen şeyleri de yaptırmamak. İyiliği, İslâmi hususları emretmek ve teşvik etmek, kötülüğü men'edip yaptırmamağa sevketmek. (Fakat bu kudsi vazifeyi âdabına itaat ve riâyet ederek ifâ etmek lâzımdır, zirâ bu itaat da dinimi

emr-i itibari / emr-i itibârî

  • Hakikatta, hariçte vücudu olmayıp, var kabul edilen emir, iş. (İnsanın fiilleri, kesbi gibi.)

enva-ı hakaik / envâ-ı hakaik

  • Bütün hakikatler.

envar-ı hakaik / envâr-ı hakaik

  • Hakikatlerin nurları, aydınlığı.

envar-ı hakikat / envâr-ı hakikat

  • Hakikat nurları, ışıkları.

esas

  • Temel. Kök. Rükün. şart. Hakikat ve mahiyetler.

esasat-ı aliye / esasat-ı âliye

  • Yüksek esaslar, hakikatler.

esbab-ı hakikiye

  • Gerçek sebepler, hakiki sebepler.

esbab-ı inkişaf / esbâb-ı inkişaf

  • Gizli kalmış hakikatlerin ortaya çıkmasını sağlayan sebepler.

esbabperest

  • Allah'ı unutarak sebeblere haddinden ziyade değer veren. Her şeyi bir sebebe bağlayıp, Allah'ın fâil ve her şeyin hâkimi olduğunu inkâr eden veya ona kıymet vermek istemeyen.

esdaf

  • Sedefler, inci kabukları; sedef gibi içinde hakikat incilerini saklayan Kur'ân ifadeleri.

esrar-ı hakikat

  • Hakikat sırları.

ey kari-i müteharri-i hakikat / ey kâri-i müteharri-i hakikat

  • Ey hakikati, gerçeği araştıran okuyucu.

ezvak-ı arifin / ezvâk-ı ârifîn

  • İrfan sahiplerinin, İlâhî hakikatlere vakıf olanların aldığı mânevî zevkler.

fail-i hakiki / fâil-i hakikî

  • Bir işte hakiki te'sir sahibi. Onu hakkı ile yapan (Allah C.C.)

fasil / fasîl

  • (Çoğulu: Fisâl-Fuslân)
  • Hâkim.
  • Kale duvarından kısa duvar.
  • Deve yavrusu.

fasl-ı hitab / fasl-ı hitâb

  • İki söz arasını ayıran kelime veya isimlerden biri. Önsözden sonra asıl maksada giriş.
  • Fık: Şahitlerin gösterdiği delil veya yeminlerinden sonra hâkimin hükmetmesi.
  • Hakkı bâtıldan ayırarak, nizaı ayırt edip kesmek ve halletmek. Herşeyi kemal-i vüzuh ile fasledip hakikatını gö

fatımi / fatımî

  • (Fâtımiyye) Hz. Fatıma Sülâlesinden olmak iddiasında bulunan, önce kuzey Afrika, sonra Mısırda hükümet süren sülâleye mensub meliklerin takındıkları isimdir. (Mi: 910-1171) İsmâiliye nâmında bâtıl fırkadandırlar. Salâhaddin-i Eyyubî, ordusu ile, Fâtımîlerin hâkimiyetine son verdi.

fecr-i sadık

  • (Hakiki fecir) şafak sökme.

felsefe

  • Madde, hayat, yaratılış, kâinât, ruh, ölüm, ölüm sonrası gibi konularda insan gücünün akla dayanarak ortaya koyduğu düşünce ve görüşlerin tamâmı. Beğendiği düşüncelerini hakîkat olarak anlatmak, yaldızlı, heyecan verici laflarla inandırmaya çalışmak. Tecrübeye, hesâba dayanmayan şahsî düşünceler.

ferid

  • Kutup gibi mürşidlerin gözetimi dışında doğrudan Kur'ân ve sünnetle gayba eren ve hakikati bulan kimse.

ferzane

  • Bilgili kimse. Hakîm, feylesof. (Farsça)
  • Tas: Nefsanî alâkalardan sıyrılmış kimse. (Farsça)

feth-i mübin

  • Açık ve parlak zafer. Hakkı, bâtılın tahakkümünden kurtaran veya birbirine zıd olan hak ile batılın karışıklığını ayırarak hakkı galip kılan feth ve zafer Bu zafer, harp ile olabileceği gibi harpsiz de olur. (Hakikatın ve ilmin galebesi gibi.)Fetih suresinin birinci âyetinde geçen "Feth-i mübin"in i

feylesof

  • Beğendiği düşüncelerini hakîkat olarak anlatıp, yaldızlı, heyecanlı sözlerle inandırmaya çalışan kimse. Felsefeci.

fi'l-i hakiki

  • Gerçek eylem, hakiki fiil.

fiilen

  • Gerçekten, işleyerek, hakikatte.

fikr-i hakikat

  • Hakikat fikri.

filhakika

  • (Fi-l-hakika) Hakikatte, esasında, hakikaten, doğrusu.

filvaki / filvâki

  • Hakikatte, gerçekte.

fitne

  • İnsanın akıl ve kalbini doğrudan doğruya, hak ve hakikatten saptıracak şey.
  • Muhârebe.
  • Azdırma.
  • Karışıklık. Ara bozmak. Dedikodu.
  • Küfr. Fikir ihtilâfı.
  • Şikak. Kavga.
  • Delilik.
  • Mihnet ve beliye.
  • Mal ve evlâd.
  • Potada altın v
  • Ayrılık, karışıklık, kargaşa; insanı hak ve hakîkatten saptıracak şey. İnsanları sıkıntıya, belâya düşüren, müslümanların zararına sebeb olan iş. Düşmanlığa sebeb olan şey.

fıtrat-ı hayat-ı hakiki

  • Hakiki hayatın mahiyeti.

fünun-u hakikiye

  • Hakikî ilimler.

galib-i mutlak

  • Tam olarak galip. Kayıtsız şartsız hâkimiyet sahibi.

gams

  • Suyu şiddetli içmek.
  • Bir şeyi hakir görmek, birisine iftira etmek.
  • Nimete şükretmemek.
  • Göz yummak.

gamt

  • Minnetsiz ve şükürsüz olmak.
  • Horlamak, hakir görmek.

gavamız

  • (Tekili: Gamız) Anlaşılması zor hakikatler. İnce ve derin mes'eleler.

gavr

  • Bir şeyin dibi. Çukur.
  • Batmak.
  • Derinlik, nihayet. Kök, esas, temel.
  • Tefekkür, teemmül.
  • Dolanmak.
  • Hakikat.

gavs

  • Suya dalmak. Dalgıçlık.
  • Mc: Bir mes'elenin derinliğine ve hakikatine muttali' olup bilmek.
  • İyi anlamak.
  • Maslahata gayret ile girmek.

gavsu'l-vasılin / gavsu'l-vâsılîn

  • Hakikate, marifete ermiş kişilerin başı.

gavsü'l-vasılin / gavsü'l-vâsılîn

  • Hakikate, marifete ermiş anlamına gelen, Allah'ın sevgili kulu, irşad eden büyük zât.

gavvas-ı hakikat / gavvâs-ı hakikat

  • Hakikat dalgıcı, gerçekleri derinlemesine araştıran.

gaye-i hakiki / gaye-i hakikî

  • Hakikî gaye, asıl amaç.

gevher

  • Akıl ve edeb. (Farsça)
  • Asıl ve neseb. (Farsça)
  • Elmas, cevher, mücevher. İnci. (Farsça)
  • Bir şeyin künhü ve esası. Hakikat. (Farsça)
  • Noktalı olan harf. (Farsça)

habes

  • (Tekili: Habis) Kötüler. Alçaklar. Pisler.
  • Necaset denilen ve maddeten pis şeyler (Necis veya necaset-i hakikiye de denir.)

habir / habîr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyin hakîkatini, kâinâtın, varlıkların, görünen ve görünmeyen her şeyi hakkıyla bilen, hiçbir zerrenin hareketi ve hareketsizliği ilminden hâriç olmayan, nefslerin ne ile mutmain (huzurlu) ne ile huzursuz olduğundan, sükûnete kavuştuğunda

hadim-i hak / hâdim-i hak

  • Hak ve hakikat hizmetçisi.

hafız-ı hakiki / hâfız-ı hakikî

  • Hakiki ve tam muhafaza eden. (Allah)

hak ruhu

  • Doğru, gerçek, hakikatin ruhu, Hz. Muhammed (a.s.m.).

hakaik / hakâik / حقائق

  • (Tekili: Hakayık) (Hakikat) Hakikatler.
  • Hakikatler, gerçekler.
  • Hakikatler, gerçekler, esaslar.
  • Hakikatlar, gerçekler.
  • Hakikatler.

hakaik-ı akaid-i islamiye / hakâik-ı akâid-i islâmiye

  • İslâmın temellerini meydana getiren iman hakikatleri, inanç esasları.

hakaik-i alem / hakaik-i âlem

  • Kâinattaki hakikatler, gerçekler.

hakaik-i aliye / hakaik-i âliye

  • Yüce, yüksek hakikatler, esaslar.

hakaik-ı aliye-i ilahiye / hakaik-ı âliye-i ilâhiye

  • İlâhî yüce hakikatler.

hakaik-i aliye-i ilahiye / hakaik-i âliye-i ilâhiye

  • Allah'a ait yüksek, yüce hakikatler, gerçekler.

hakaik-i aliye-i imaniye / hakaik-i âliye-i imaniye

  • İmanın yüce hakikatleri, esasları.

hakaik-i aliye-i kur'aniye / hakaik-i âliye-i kur'âniye

  • Kur'ân'ın yüce hakikatleri, esasları.

hakaik-i azime / hakaik-i azîme

  • Büyük hakikatler, gerçekler.

hakaik-i cemile / hakaik-i cemîle

  • Güzel hakikatler, gerçekler.

hakaik-ı dakika

  • İnce hakikatler.

hakaik-i diniye

  • Dini esaslar, dini meselelere ait hakikatler, gerçekler.

hakaik-i diniye ve imaniye

  • Din ve iman hakikatleri.

hakaik-i erkan-ı imaniye / hakaik-i erkân-ı imaniye

  • İman esaslarının hakikatleri.

hakaik-i esasiye-i kur'aniye ve imaniye / hakaik-i esasiye-i kur'âniye ve imaniye

  • Kur'ân ve imânın temel hakikatleri.

hakaik-i esma / hakaik-i esmâ

  • İsimlerin hakikatleri.

hakaik-ı eşya

  • Varlıkların hakikatı, içyüzü.

hakaik-i eşya

  • Varlıkların hakikatleri, asıl mahiyetleri ve hüviyetleri.

hakaik-i gàmıza

  • Derin hakikatler.

hakaik-i hafiye

  • Gizli hakikatler.

hakaik-i hakikiye / hakâik-i hakikiye

  • Göreceli olmayan, asıl mahiyeti ve zatı itibariyle hakikat, gerçek olan şeyler.

hakaik-i hayat

  • Hayatın içindeki gizli hakikatler, gerçekler.

hakaik-i i'caz / hakaik-i i'câz

  • Mu'cizeliğin hakikatleri, esasları.

hakaik-i iman

  • İman hakikatleri, esasları.

hakaik-ı imaniye

  • İman hakikatleri, esasları.

hakàik-ı imaniye / hakàik-ı îmâniye

  • İman hakikatleri.

hakaik-i imaniye / hakaik-i imâniye

  • İman hakikatleri, esasları.

hakaik-i imaniye ve islamiye / hakaik-i imaniye ve islâmiye

  • İman ve İslâm hakikatleri, gerçekleri.

hakaik-i imaniye ve kur'aniye / hakaik-i imaniye ve kur'âniye

  • Kur'ân ve iman hakikatleri, esasları.

hakaik-i imaniye-i kur'aniye / hakaik-i imaniye-i kur'âniye

  • İman ve Kur'ân hakikatleri, esasları.

hakaik-i imaniyenin tercümanı

  • İman hakikatlerinin tercümanı.

hakaik-i islamiye / hakaik-i islâmiye

  • İslâmî hakikatler, esaslar.

hakaik-i islamiyet / hakaik-i islâmiyet

  • İslâmın hakikatleri.

hakaik-i kainat / hakaik-i kâinat

  • Kâinatta gizli olan hakikatler, gerçekler.

hakaik-i kevniye

  • Kâinatla, yaratılışla ilgili hakikatler.

hakaik-ı kudsiye

  • Mukaddes, yüce hakikatler.

hakaik-i kudsiye

  • Mukaddes hakikatler, gerçekler.

hakaik-i kudsiye-i ilahiye / hakaik-i kudsiye-i ilâhiye

  • Allah'a ait olan kutsal hakikatler, gerçekler.

hakaik-ı kudsiye-i imaniye / hakaik-ı kudsiye-i imâniye

  • Kutsal iman hakikatleri, esasları.

hakaik-i kudsiye-i imaniye

  • İmanın kutsal hakikatleri, esasları.

hakaik-i kudsiye-i imaniye ve kur'aniye / hakaik-i kudsiye-i imaniye ve kur'âniye

  • Kur'ân'ın ve imanın mukaddes ve kutsal hakikatleri.

hakaik-i kur'an / hakaik-i kur'ân

  • Kur'ân'ın hakikatleri, esasları.

hakaik-ı kur'aniye / hakaik-ı kur'âniye

  • Kur'ân'ın hakikatleri.

hakaik-i kur'aniye / hakaik-i kur'âniye

  • Kur'ân'ın hakikatleri, esasları.

hakaik-ı kur'aniye ve imaniye / hakaik-ı kur'âniye ve imâniye

  • Kur'ân ve imân hakikatleri.

hakaik-i kur'aniye ve imaniye / hakaik-i kur'âniye ve imâniye

  • Kur'ân ve iman hakikatleri, gerçekleri.

hakaik-i kur'aniye ve islamiye / hakaik-i kur'âniye ve islâmiye

  • İslâm ve Kur'ân hakikatleri, esasları.

hakaik-i latife / hakaik-i lâtife

  • Tatlı, şirin hakikatlar, ince mânâlı gerçekler.

hakaik-i maani / hakaik-i maânî

  • Mânâlara ait hakikatler.

hakaik-i maneviye / hakaik-i mâneviye

  • Mânevî hakikatler, gerçekler.

hakaik-i meşrutiyet

  • Meşrutiyetin hakikat ve esasları.

hakaik-i müberhene ve ilmiye

  • İlmî ve delillerle ispatlanan hakikatler, gerçekler.

hakaik-ı mücerrede / hakâik-ı mücerrede

  • Soyut hakikatler, gerçekler.

hakaik-i muhkeme

  • Sağlam hakikatler, esaslar.

hakaik-i namütenahi / hakaik-i nâmütenâhî

  • Sonsuz hakikatler, gerçekler.

hakaik-i namütenahiye / hakaik-i nâmütenâhiye

  • Sonu gelmeyen hakikatler, gerçekler.

hakaik-ı nisbiye

  • Nisbete, ölçüye göre olan hakikatlar.

hakaik-i nisbiye / hakâik-i nisbiye

  • Göreceli olan hakikatler, bir diğerine göre hakikat olan şeyler.

hakaik-i sabite / hakaik-i sâbite

  • Sabit, değişmez hakikatler, gerçekler.
  • Değişmez hakikatler.

hakaik-i seb'a

  • Yedi hakikat.

hakaik-i semavat / hakaik-i semâvât

  • Gökler gibi yüksek hakikatler.

hakaik-ı şeriat / hakâik-ı şeriat

  • Allah'ın koyduğu kanunlarda bulunan hakikatler.

hakaik-i şeriat

  • Şeriatin hakikatleri, esas ve gerçekleri.

hakaik-i tarihiye / hakâik-i tarihiye

  • Tarihî hakikatler, gerçekler.

hakaik-i uhreviye

  • Uhrevî, âhirete ait hakikatler, gerçekler.

hakaik-i uzma

  • Büyük hakikatler, gerçekler.

hakaikaşina / hakâikâşinâ

  • Hakikatlere alışık.

hakaiknüma / hakâiknümâ

  • Hakikatları gösteren.

hakàiku'l-eşyai sabitetün / hakàiku'l-eşyâi sâbitetün

  • Eşyanın ve varlıkların hakikatı, aslı sabittir.

hakaiku'l-eşyai sabitetün / hakâiku'l-eşyâi sâbitetün

  • Varlıkların hakikatleri sabittir, hiç değişmez.

hakaret

  • Küçüklük. İtibarsızlık. Hor ve hakir görmek. Küçümseme. Küçük görme. Tâzimsizlik.

hakayık

  • Hakikatler, gerçekler.

hakayık-ı seb'a

  • Yedi hakikat. Fatiha suresinin yedi âyeti. İmanın altı şartı ve İslâmiyet ile yedi olan mühim hakikatlar. Kur'an-ı Kerim'in yedi vechile hârika olması gibi hakikatlar.

hakayık-ül vekayi'

  • Hâdiselerin hakikatları.

haki / hâkî / خاكى

  • Hâki, toprak rengi. (Farsça)
  • Toprak ile ilgili. (Farsça)

hakikat-bin / hakikat-bîn

  • Hakikatı gören.
  • Hakikatı gören, hakikatı anlayan. Hakikatşinas. Hakikata inanan. (Farsça)

hakikat-i akrebiyet-i ilahiye / hakikat-i akrebiyet-i ilâhiye

  • Cenâb-ı Hakkın insana yakın oluşunun hakikati.

hakikat-i arşiye

  • Arşa ait olan hakikat (Allah'tan gelen doğru gerçek).

hakikat-ı azam / hakikat-ı âzam

  • En büyük hakikat.

hakikat-i azam / hakikat-i âzam

  • En büyük hakikat.

hakikat-i azime-i hakimane-i amirane / hakikat-i azîme-i hâkimâne-i âmirâne

  • Büyük bir âmire ve hâkime yakışan büyük hakikat.

hakikat-i bahire / hakikat-i bâhire

  • Ap açık hakikat, gerçek.

hakikat-i bakiye / hakikat-i bâkiye

  • Devamlı, kalıcı hakikat.

hakikat-i camia / hakikat-i câmia / hakîkat-i câmia

  • Çok mânâları içinde toplayan hakikat.
  • Toplayıcı hakîkat. Tasavvufta kalb.

hakikat-ı cazibe / hakikat-ı câzibe

  • Cezp edici, çekici hakikat.

hakikat-ı cazibedar / hakikat-ı câzibedar

  • Çekici hakikat, gerçek.

hakikat-i cazibedar / hakikat-i câzibedar

  • Asıl ve esasıyla çekici olan hakikat.

hakikat-i daime

  • Devamlı hakikat.

hakikat-i din

  • Dinin hakikati, esası.

hakikat-ı ekber-i haşriye

  • Büyük, haşir hakikati.

hakikat-i fıtriye

  • Doğuştan var olan hakikat, doğal gerçek.

hakikat-i hadisiye / hakikat-i hadîsiye

  • Hadîsin hakikati, mânâsı.

hakikat-ı hal

  • Hakikat-ı halde: aslında, gerçekte, işin aslında.

hakikat-i hariciye / hakîkat-i hâriciye / حَق۪يقَتِ خَارِجِيَه

  • Mevcûd bir hakîkat.

hakikat-i hayat

  • Hayatın hakikati, gerçeği.

hakikat-ı imaniye

  • İman hakikatı, gerçeği.

hakikat-i imaniye

  • İman hakikatı, gerçeği.

hakikat-ı insaniye

  • İnsanın hakikati, mahiyeti.

hakikat-ı islamiye / hakikat-ı islâmiye

  • İslâm hakikatleri, gerçekleri.

hakikat-i islamiye / hakikat-i islâmiye

  • İslâmiyet'in hakikati, aslı, esası.

hakikat-i kemalat / hakikat-i kemâlât

  • Mükemmelliklerin hakikati, esası.

hakikat-i kıble-i iman

  • İman hakikatlerinin toplandığı yer.

hakikat-ı kübra / hakikat-ı kübrâ

  • Büyük hakikat.

hakikat-i kudsiye

  • Kutsal hakikatler.

hakikat-i küfriye

  • Küfrün hakikati, inkâr ve inançsızlığın gerçeği.

hakikat-i külli / hakikat-i küllî

  • Kapsamlı ve büyük bir hakikat.

hakikat-i külliye

  • Herşeyle ilgisi olan, çok büyük ve geniş hakikat.

hakikat-i külliye-i daime

  • Devam eden büyük ve geniş hakikat.

hakikat-i kur'an / hakikat-i kur'ân

  • Kur'ân'ın hakikati, gerçeği.

hakikat-ı kur'aniye / hakikat-ı kur'âniye

  • Kur'an'da bulunan hakikat.

hakikat-i kur'aniye / hakikat-i kur'âniye

  • Kur'ân hakikati, öz mânâsı.

hakikat-i mahbube

  • Sevilen hakikat, gerçek.

hakikat-i mahz

  • Bütün yönleriyle hakikat ve gerçek olan.

hakikat-i mahza / hakikat-i mahzâ

  • Bir şeyin özü, esası, tam hakikati.

hakikat-i mevcudat

  • Varlıkların hakikati, gerçek mahiyeti, içyüzü.

hakikat-i muazzama

  • Çok büyük hakikat, gerçek.

hakikat-i muazzama-i mevtiye

  • Ölümün ardındaki çok büyük hakikat.

hakikat-ı muhammediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) hakikati.

hakikat-i muhammediye

  • Hz. Muhammed'in hakikati, mânevî şahsiyeti.

hakikat-i mutlaka

  • Bir sınırı olmayan sınırsız hakikat, gerçek.

hakikat-i nefsü'l-emriye

  • Hakikatin (gerçeğin) bizzat kendisi; gerçekte var olan iş.

hakikat-i nev'iye

  • Türün temel özelliği, hakikati.

hakikat-i rahimane-i müdebbirane / hakikat-i rahîmâne-i müdebbirâne

  • Merhamet ve tedbirle iş gören bir zâta yakışan hakikat.

hakikat-i rakibane / hakikat-i rakîbâne

  • Herşeyi gözetleyen bir zâta yakışan hakikat.

hakikat-ı sabite / hakikat-ı sâbite

  • Sâbit, değişmez hakikat. (Farsça)

hakikat-i sabite / hakîkat-i sâbite / حَقِيقَتِ ثَابِتَه

  • Sabit, değişmez hakikat.

hakikat-i şahika / hakikat-i şâhika

  • Çok yüce ve yüksek hakikat.

hakikat-i salat / hakikat-i salât

  • Namazın hakikati, anlam ve niteliği.

hakikat-i şeriat

  • Şeriatın hakikat ve esası.

hakikat-i tarikat

  • Tarikatin özü, tarikatle ulaşılan hakikat ve eşyanın gerçeği.

hakikat-ı tevhid

  • Herşeyin bir olan Allah'a ait olduğunu bilme ve inanma hakikati, gerçeği.

hakikat-i umumiye-i uzma / hakikat-i umumiye-i uzmâ

  • Büyük ve umumî hakikat.

hakikat-i uzma / hakikat-i uzmâ

  • En büyük hakikat.

hakikat-ı uzma-yı kainat / hakikat-ı uzmâ-yı kâinat

  • Kâinattaki en büyük hakikat.

hakikat-i zişuur / hakikat-i zîşuur

  • Bilinç sahibi hakikat.

hakikat-perest

  • Hakkı ve hakikatı seven, hakikata inanan. Dürüst, hakikat âşığı. (Farsça)

hakikat-şinas

  • Hakikatı doğru tanıyan, bilen. Hakikata imân eden. (Farsça)

hakikat-şinasane / hakikat-şinasâne

  • Gerçeği, hakikatı tanıyana yakışacak surette. (Farsça)

hakikatbin / hakikatbîn / hakîkatbîn

  • Hakikati gören.
  • Hakikatı gören.

hakikatdar / hakîkatdâr

  • Hakikatlı.

hakikaten

  • Doğrusu, gerçekten, hakikat olarak.

hakikatfeşan / hakîkatfeşân

  • Hakikat saçan.

hakikatmedar / hakîkatmedâr

  • Hakikatın kaynağı.

hakikatperest / hakîkatperest

  • Hakikate taraftar olan, gerçeğin ve doğrunun tarafını tutan.
  • Hakikata pek düşkün.

hakikatperestane / hakikatperestâne / hakîkatperestâne

  • Hakkı ve hakikatı severek.
  • Hakikata düşküncesine.

hakikatperestlik

  • Hakikate taraftarlık, gerçeğin ve doğrunun tarafını tutmak.

hakikatperver

  • Hakikat aşığı.

hakikatşiken / hakîkatşiken

  • Hakikatı kıran.

hakikatü'l-hakaik

  • Gerçeklerin gerçeği, en büyük hakikat.

hakiki / hakikî

  • Gerçek. Hakikate mensub. Sâhici, doğru.

hakim / hakîm / hâkim / حكيم

  • Hikmetle muttasıf olan ve mevcudatın hakikatına vâkıf olan. Hikmet mütehasssı. İlm-i hikmette mütebahhir ve mütehassıs olan. İş ve emirleri hikmetli ve yanlışsız olan.
  • Tabib, doktor.
  • Hakim, yargıç, hüküm veren, hükmeden, hükümran olan, üstün olan.
  • Galib. Haklı ve haksızı ayırıp hak ve adalet üzere hükmeden. Başkasını müdahale ettirmeden idare eden, Allah (C.C.)
  • Memleketi idare eden.
  • Mahkeme reisi. (Hâkim-i Hakikî, Hâkim-i Ezelî, Hâkim-i Mutlak, Hâkim-i Zülcelâl, Hâkim-i Lemyezel... gibi isimlerle, Cenab-ı Hakk'a âit ol
  • Tanrı. (Arapça)
  • Hakim, yargıç. (Arapça)

hakim-i arz ve semavat / hâkim-i arz ve semâvât

  • Göklerin ve yerin hâkimi Allah.

hakim-i evvel ve ahir / hâkim-i evvel ve âhir

  • İlk ve son hâkimi.

hakim-i ezel / hâkim-i ezel

  • Hükümranlığı ve hâkimiyeti bütün zamanları kaplayan Allah.

hakim-i ezel ve ebed / hâkim-i ezel ve ebed / حَاكِمِ اَزَلْ وَ اَبَدْ

  • Varlığının başı ve sonu olmayan, hâkimiyeti zaman öncesinden sonsuza kadar devam eden Allah.
  • Başlangıç ve sonu olmamanın mutlak hakimi (Allah).

hakim-i hakem-i hakim-i zülcelali ve'l-cemal / hâkim-i hakem-i hakîm-i zülcelâli ve'l-cemâl

  • Herşeyin hâkimi, her varlığın küllî hükmünü veren, her şeyi hikmetle ve yerli yerinde yaratan, sonsuz büyüklük ve güzellik sahibi.

hakim-i namdar / hâkim-i namdar

  • Ün sahibi meşhur padişah, hâkim.

hakim-i ruhani / hâkim-i rûhânî

  • Rûhânî hâkim; gözle görülmez idareci.

hakim-üş şer' / hâkim-üş şer'

  • Kadılar (hâkimler) için kullanılan bir tâbirdir. Kadılar davaları şer'î hükümler dairesinde hall ü faslettikleri için bu tâbir meydana gelmiştir. Şeriat hâkimi demektir.

hakimane / hakîmane / hâkimane

  • Hikmetli olarak. Hakîm olana yakışır surette. (Farsça)
  • Hükmederek, hâkim olarak. Hâkime yakışır tarzda.

hakime / hâkime

  • Kadın hâkim.

hakimiyet / hakîmiyet / hâkimiyet

  • Hakîmlik.
  • Hâkimlik.
  • Hakimlik, üstünlük, egemenlik.

hakimiyet-i amme / hâkimiyet-i âmme

  • Genel hâkimiyet, egemenlik.

hakimiyet-i dünya / hâkimiyet-i dünya

  • Dünya hakimiyeti, dünyaya hükmetme.

hakimiyet-i esma / hâkimiyet-i esmâ

  • Allah'ın isimlerinin egemenliği, hâkim olması.

hakimiyet-i islamiye / hâkimiyet-i islâmiye

  • İslâmiyetin egemenlik ve hakimiyeti.

hakimiyet-i kudsiye / hâkimiyet-i kudsiye

  • Kusur ve eksiklikten yüce, mukaddes egemenlik, hâkimiyet.

hakimiyet-i nuraniye

  • Nurlu hakimiyet, egemenlik.

hakimiyet-i umumiye

  • Genel hâkimiyet, hükümranlık, egemenlik.

hakimiyyet / hâkimiyyet

  • Hâkim oluş. Hükmediş. Âmirlik. Üstünlük. Müdahale ve rakibi kabul etmemek hali.

hakirane / hakirâne

  • Hakircesine. Hakir bir kimseye yakışacak tarz ve şekilde. (Farsça)

hakiyan

  • (Tekili: Hâki) İnsanlar, nev'-i beşer, dünya halkı.

hakk

  • (Bâtılın zıddı) Doğru. Gerçek. Vâcib ve lâzım olan. Her sâbit ve doğru olan şey. Adalet. Herkesin meşru olan salahiyeti, iktidarı, bir şey üzerindeki mâlikiyyeti.
  • Dâva ve iddia.
  • Hakikate uygunluk.
  • Geçmiş, harcanmış emek. Pay, hisse.
  • Münasib
  • Din. İslâmi

hakk-ul yakin / hakk-ul yakîn

  • (Hakk-al yakîn) Mârifet mertebesinin en yükseği. En yakînî bir surette hakikatı müşahede edip yaşamak hali. Ateşin yakıcı olduğunu bütün hislerimizle yakından duyup yaşadığımız gibi.

hakka / حَقَّا

  • (Hakkan) Doğru olarak. Gerçek. Hakikat olarak. Lâzım ve sâbit kılmak.
  • Doğrusu, hakikaten.

hakkan

  • Hakikaten, doğrusu.

halbuki

  • (Hâl bu ki) Hakikat ve doğrusu şudur ki, öyle iken.

halet-i şuhud / hâlet-i şuhud

  • İlâhî hakikatleri seyir hali.

halık-ı hakim ve rahim ve vedud / hâlık-ı hakîm ve rahîm ve vedûd

  • Hakîm, Rahîm ve Vedûd olan yaratıcı.

halk-ı ef'al / halk-ı ef'âl

  • Mu'tezile fırkasının bir tabiridir. Hayvan ve insanların, kendi fiillerinin hakiki müessiri olduğunu iddia etmelerine verilen isimdir. (Bu iddiâlarını Ehl-i Sünnet ulemâsı müsbet delillerle reddetmiştir.)

halka-i hakikat

  • Hakikat halkası; gerçeğin dünyasında kurulan halka.

hallüsinasyon

  • Lât. Tıb: Hakikatte olmayan bir şeyi varmış gibi görme ve işitme.

har

  • Hor, hakir, âdi. Aşağı. (Dinsiz, imansız ve din düşmanı ahlaksızların ve sefihlerin vasıfları.) (Farsça)

hari / harî

  • Hakirlik, horluk. (Farsça)

hariciler / hâricîler

  • Sıffîn muhârebesinde, taraflar hakem tâyinine râzı olup anlaşmayı kabûl ettiği için hazret-i Ali'nin ordusundan ayrılarak "Hâkim ancak Allah'tır. Hazret-i Ali iki hakemin hükmüne uyarak halîfeliği hazret-i Muâviye'ye bırakmakla büyük günah işledi" di yen ve kendileri gibi düşünmeyen Eshâb-ı kirâm il

harika-i hakikat / hârika-i hakikat

  • Hakikat hârikası, varlıkların ardındaki gerçeğe ulaşmada hârika olan.

hasıl-ı bilmasdar / hâsıl-ı bilmasdar

  • Hakiki müessirden hâsıl olan fiildir. Kendi sebeb ve şartlarından meydana gelen şey. Meselâ: Bir şeye vurmak, masdardır; o vurmaktan hâsıl olan ses çıkmak, hâsıl-ı bilmasdır'dır. Tüfek atarak bir adamı öldürmekte tüfek atmak fiili, masdar: adamın ölmesi ve tüfeğin sesi çıkması da hâsıl-ı bilmasdar'd

hasm-ı ca'li / hasm-ı ca'lî

  • Huk: Hakikatta hasım olmadığı halde, hasım imiş gibi hâkim önünde husumeti kabul eden kimse.

haşmet-i hakimiyet / haşmet-i hâkimiyet

  • Allah'ın hâkimiyetinin ihtişamı ve görkemi.

hatim

  • Kadı, hâkim.
  • Sağlamlaştıran.

hatıra-i hakikat

  • Hakikate ulaşma yönünde yaşanmış bir hatıra.

hatt-ı hakiki / hatt-ı hakîki / hatt-ı hakîkî / خَطِّ حَقِيقِي

  • Hakikî hat, gerçek yazı.
  • Hakiki hat (yazı).

hava-i gıll ü gış / havâ-i gıll ü gış

  • Hile, yalan ve dolanın hâkim olduğu ortam, hava.

hayal

  • (Çoğulu: Hayâlât) Zihnen tasarlanan şey. Hakikatı bilinmeyip akılla tasarlanan veya gölgeli görünen şey.
  • Asıl olmayan ve akıldan geçen fikir.

hayal-perestlik

  • Kelâmda hakikatı rencide edecek şekilde lüzumsuz hayallere yer vermek.
  • Sözde, hakikati rencide edecek şekilde lüzumsuz hayallere yer vermek.

hayr-ul fasilin / hayr-ul fâsilîn

  • Âdil olanların, hâkimlerin en hayırlısı.

hayy-ı meyyit

  • Ölü halinde canlı.
  • Mc: Hiçbir işe yaramayan, hakiki vazifelerini yapmayan insan.

hazine-i hakaik / hazine-i hakâik

  • Hakikatler, gerçekler hazinesi.

hazine-i hakikat

  • Hakikat hazinesi.

hazine-i rabbaniye / hazine-i rabbâniye

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve hâkimiyeti altında bulunduran Allah'ın hazinesi.

hazret-i kahhar / hazret-i kahhâr

  • Her şeyi hükmüne itaat ettirebilen bir hâkimiyet sahibi, düşmanlarını kahrederek zelil ve perişan eden ve kudretinin karşısında her şeyi âciz bırakan Allah.

hekim

  • (Bak: Hakîm)

hey'et-i hakime / hey'et-i hâkime

  • Hâkimler hey'eti.

heyet-i hakim / heyet-i hâkim

  • Hâkimler heyeti, kurulu.

heyet-i hakime / heyet-i hâkime

  • Hakimler kurulu.

hidayet güneşi

  • Bütün hak ve hakikatleri güneş gibi ortaya çıkaran, insanlara iman yolunu gösteren Kur'ân.

hidayet serdarı / hidâyet serdarı

  • İman ve Kur'ân hakikatlerini açıklayarak doğru ve hak yolu gösteren komutan.

hikmet

  • İnsanın, mevcudatın hakikatlerini bilip hayırlı işleri yapmak sıfatı. Hakîmlik. Eşyanın ahvâlinden, hârici ve bâtini keyfiyetlerinden bahseden ilim. (Buna İlm-i Hikmet deniyor)
  • Herkesin bilmediği gizli sebeb. Kâinattaki ve yaradılıştaki İlâhî gaye.
  • Ahlâka ve hakikata faydalı
  • Hakimlik, bilgelik.
  • Sebep.
  • Felsefe.

hikmetşinas / hikmetşinâs / حكمت شناس

  • Hakîm, felsefeci. (Arapça - Farsça)

hilaf-ı hakikat

  • Hakikata muhalif. Gerçeğe ve hakikata zıt.

hizbü'l-kur'an / hizbü'l-kur'ân

  • Kur'ân'daki iman hakikatlerini insanlara ulaştırma hizmetini yürütenler.

hizbü'l-kur'ani / hizbü'l-kur'ânî

  • Kur'ân'a hizmet eden, onun hakikatlerini yaşayıp yaşatmaya çalışan grup.

hizbullah

  • Allah için din uğrunda ciddi gayret sâhibi olan ve din düşmanlarıyla aslâ hakiki dost olmayan mücahid cemaat. "Hizb-ül Kur'an" tabiri de aynı mânada kullanılır. (Kur'an-ı Kerim'de 5:56 ve 58:22 âyetlerinde zikredilir.)

hizmet-i imaniye

  • İmana ait hizmet. İman ve Kur'an hakikatlarının mukni ve ilmi delillerle anlaşılmasına hizmet etmek; neşrinde, tebliğinde çalışmak.

hizmet-i kudsiye-i imaniye

  • Mukaddes olan iman hakikatlerini muhtaç insanlara ulaştırma hizmeti.

hizmet-i kur'an / hizmet-i kur'ân

  • Kur'ân hakikatlerini yayma görevi.

hizmet-i kur'aniye ve islamiye / hizmet-i kur'âniye ve islâmiye

  • İslâmın ve Kur'ân'ın hakikatlerini insanlara ulaştırma hizmeti.

hizmet-i neşriye

  • Kur'ân-ı Kerimin hakikatlerini yayma hizmeti.

hizy

  • Horluk, hakirlik. Züll. Sırrı fâş olmuş, rüsvay olmuş kimse.

holding

  • ing. Bir şirketin diğer bir şirkete, onun idaresine hâkim olacak oranda iştirak etmesini ifade eden hukuki alâka.

hortlak

  • Bazıların hakikatsız ve batıl inanışına göre mezarda dirilip geceleri çıkarak dolaştığı tevehhüm edilen ölü. Cadı, vampir.

hudabin

  • Hakkı ve hakikatı gören. Cenâb-ı Hakk'ı tanıyan.

hudavend

  • Allah, Hâlık, Rabb. (Farsça)
  • Sâhib, malik, efendi. (Farsça)
  • Hükümdar, hâkim. (Farsça)

hudaver

  • Sahip, mâlik.
  • Bey, hâkim, efendi.

hudus ve imkan / hudus ve imkân

  • Usul-üd din ve İlm-i kelâmın dâhi ulemâsının ve Hükemâ-i İslâmiyyenin gördükleri ve hadsiz bürhanlar ile isbat ettikleri hudus ve imkân hakikatları.

hükema / hükemâ / حكما

  • Hakîmler, bilginler, filozoflar.
  • (Tekili: Hakîm) Âlimler. Çok bilgili kimseler.
  • Hakîmler, düşünürler.
  • Bilgeler, hakîmler. (Arapça)

hükkam / hükkâm / حكام

  • (Tekili: Hâkim) Hâkimler.
  • Hâkimler, söz sahipleri, devlet adamları.
  • Hakimler. (Arapça)

hükkam-ı adliyye / hükkâm-ı adliyye

  • Adliye hâkimleri.

hükm

  • (Hüküm) Karar. Emir. Kuvvet. Hâkimlik. Amirlik.
  • İrade. Kumanda. Nüfuz.
  • Kadılık etmek.
  • Tesir. Cari olmak.
  • Makam.
  • Bir dâvanın veya bir meselenin tedkik edilmesinden sonra varılan karar.
  • Man: Fikirler ve tasavvurlar arasındaki râbıtayı tasdik veya

hükm-i zımni / hükm-i zımnî

  • Fık: Zımnen vaki olan hüküm. (Bir kimse diğer bir kimse aleyhine; "Benim filân şahıs zimmetinde sâbit olacak şu kadar lira alacağıma onun emriyle kefil olmuş idin" diye dâva ve o kimse kefâleti ikrar ve borcu inkâr etmekle müddei, borcu isbat ederek hâkim dahi hükmetse bu hüküm kefil aleyhine sarâhe

hükmeden

  • Yöneten, hakimiyeti altında bulunduran.

hükmü

  • Hakimiyeti.

hukuk

  • Haklar.
  • Hakikatler.
  • Kanunların verdiği hak.

hukukçu

  • Hukuk mütehassısı. Hukuku meslek edinen kimse. Avukat, müdde-i umumi "savcı" ve hâkim.

hüküm-ferma

  • Hüküm süren, hâkimiyetinde olan.

hükümet / حكومت

  • Hükümet. (Arapça)
  • Hakimiyet. (Arapça)
  • Devlet. (Arapça)
  • Hükümet sürmek: Hakim olmak, hükmetmek, hüküm sürmek. (Arapça)

hükumet-i gayr-i müstakille / hükûmet-i gayr-i müstakille

  • İstiklâliyet ve hâkimiyet haklarını tamamen haiz olmayıp, diğer bir devletin boyunduruğu altında bulunan hükûmet.

hükumet-i müstakille / hükûmet-i müstakille

  • İstiklâliyet ve hâkimiyet ve haklarını tamâmen hâiz olan hükümet.

hükümferma

  • Hükümrân, hüküm süren, hâkimiyetle idare eden.
  • Hükümrân, hüküm süren. Hâkimiyetle idâre eden. (Farsça)

hükümran / حكمران

  • Hâkim, hükümdar. Hüküm ve saltanat süren. Hükümfermâ.
  • Hüküm süren, hakim olan. (Arapça - Farsça)
  • Hükümran olmak: Hakim olmak. (Arapça - Farsça)

hümanizm

  • Lât. Edb: İslâmiyete mugayir ve aykırı eski Yunan ve Lâtin edebiyatı ve felsefesi taraftarlığı hareketi.
  • Fls: İnsan menfaatını hayatta değer ölçüsü kabul eden ve dine tâbi olmayan, insana aşırı hâkimiyet tanımak isteyen ve maddeperest, dinsiz, imansız bir cereyan, bir fikir ve bâtıl

hüseyin-i cisri / hüseyin-i cisrî

  • (Hi: 1261- 1327) Suriye ulemasındandır. Baba ve annesi Ehl-i Beyt'tendir. Câmi-ül Ezher'de tahsil görmüş ve zamanının dinî, edebî ve felsefî ilimleriyle iştigal etmiştir. En meşhur eseri "Risale-i Hamidiye"sidir. Türkçeye ve Orducaya tercüme edilmiştir. 1307 senesinde Tercüman-ı Hakikat gazetesi, ki

hüsn-ü ta'lil

  • Edb: Herhangi bir hâdisenin hakiki sebebini saklayarak, güzel ve hayalî bir sebep göstermeye hüsn-ü ta'lil denir. Bu gösterilen sebep hakiki olmamalı, fakat güzel olmalıdır.Bağ-ı âlemde yüzün menendi bir gül isteyüp.Cüst ü cu idüp gezer gülzarı bülbül şah şah. (Fatih Sultan Mehmed)Bülbülün, gül bahç

i'la-yı kelimetullah

  • Allah kelâmının, İslâmiyetin ulviyetini ve hakikatlarının kıymetini bildirmek ve yaymak. Hakaik-ı Kur'âniye ve imâniyenin neşir ve tâmimine cehd ile çalışmak.

i'mal

  • Yapmak. İşlemek. İhdas eylemek.
  • Kullanmak.
  • Zabt, idare ve hâkimlik etmek.
  • Fık: Sözü mühmel bırakmayıp bir mâna ile mukayyed ve yüklü eylemek.

i'rab / i'râb

  • Düzgün konuşmak ve hakikatı açıklamak.
  • Gr: Kelime ve fiillerin sonunda bulunan harf veya harekelerin değişmesi ve bu değişikliği ve sebeblerini öğreten ilim.
  • Düzgün konuşma ve hakikatı belirtme.
  • Arapça kelimelerin sonundaki harf veya harekenin değişmesi.

i'tibari / i'tibarî

  • (İtibarî) Hakiki kıymeti olmayıp kıymeti var kabul edilme. Farazî ve izafî olan. Varlığı, başka şeylere nisbet edilmesi halinde bilinen.

ibtisar

  • (Basar. dan) Kalb gözüyle görme. Basiret.
  • Görüp hakikatına varma.

iddianame

  • Müddei umuminin (savcının), iddialarını topladığı ve soruşturma sonunda mahkemede okuduğu yazı. (Ceza işlerinde hazırlık tahkikatının neticesi, davasının açılması için kâfi olduğu anlaşılırsa savcı bu dâvayı, ya ilk tahkikatın açılması hakkında sorgu hakimine bir talepname veya doğrudan doğruya mahk

idhar

  • Hakir görme, tahkir etme, aşağılatma, hor görme.

ıdlal

  • (İdlâl) Hak dinden, imân ve islâmiyetten saptırmak. Doğrudan, Hak ve hakikat caddesinden ayırmak. Azdırmak.

idrak / idrâk

  • Bir şeyin aslını, mâhiyetini, hakîkatini bilmek, anlamak.

ifade

  • Konuşma, hakikatleri dile getirme.

ifade-i hakaik

  • Hakikatlerin ifade edilmesi.

iftihas

  • Gerçeği ve hakikatını dikkatle araştırma. İçyüzünü iyice tetkik etme.
  • İmtihan etme, deneme.

igtimas

  • Hor ve hâkir görme.
  • Nankörlük.

ihanet

  • (Hevn. den) Alçak ve hakir addedip itibar etmemek, kıymet vermemek.
  • Hainlik. Haksızlık. Kötülük.

ihlas

  • (Hulus. dan) Kalbini safi etmek. İçten, samimi, riyasız sevgi. İçten gelen sevgi ile doğruluk ve bağlılık.
  • Sırf Allah emretmiş olduğu için ibadet etmek. Yapılan ibadet ve işlerde hiçbir karşılık ve menfaati, hakiki ve esas gaye etmeyerek yalnız ve yalnız Allah rızasını esas maksat ve

ihtikar

  • Hor ve hakir görmek. Hakarete katlanmak.

iktiham

  • Hücum ve istilâ eylemek.
  • Dayanmak. Tahammül etmek. Katlanmak. Güçlükleri yenmek.
  • Mülâhazasız bir işe başlamak.
  • Bir şeyi hakir addetmek.

ilanname-i ilahi / ilânnâme-i ilâhî

  • İlâhî hakikatleri aktaran duyuru yazısı.

ilim ve hak erbabı

  • Hak, hakikat ve ilim sahipleri.

ılkid

  • Şişman, kısa boylu, hakir ve hayrı az olan kadın.
  • Katı yoğurt.

illet-i zillet / عِلَّتِ ذِلَّتْ

  • Alçalmışlığın, hor-hakir olmanın hakiki sebebi.

ilm

  • (İlim) Okumakla veya görmek ve dinlemekle veya ihsan-ı Hak'la elde edilen malumat. Bilmek. İdrak etmek. (İlim, hakikatı bilmekten ibarettir. İlim, marifetten daha umumidir. Marifet, tefekkürle bilmek mânasına olmakla beraber, Cenab-ı Hakk'a nisbeti câiz olmaz. Gerek huzurî olsun (ilm-i İlâhî

ilm ü hakikat

  • İlim ve hakikat.

ilm-i beyan / ilm-i beyân

  • Belâğat ilminin, hakikat, teşbih, istiâre, mecaz, kinâye kısımlarından bahseden kısmı.
  • Belâgat ilminin, yâni edebiyatın, hakikat, teşbih, istiâre, mecaz, kinaye kısımlarından bahseden ilim dalıdır.
  • Belâgât ilminin hakîkat, mecaz, kinâye, teşbîh (benzetme) ve istiâre gibi konularından bahseden ilim.

ilm-i hakaik-i kur'aniye / ilm-i hakaik-i kur'âniye

  • Kur'ân hakikatlerinin ilmi.

ilm-i hakikat

  • Hakikat ilmi.

ilm-i kelam / ilm-i kelâm

  • İman hakikatlerini ispat eden ve açıklayan bilim dalı.

ilm-i nahiv ve beyan

  • Dilbilgisi ve belâğatın hakikat, mecaz, kinâye, teşbih ve istiâre gibi konularını öğreten ilim dalı.

ilm-i tahkik

  • Gerçekleri ve hakikatleri araştırma ilmi.

ilm-i tasavvuf ve tarikat

  • İlâhî hakikatlere ulaşmak için, şeyhin gözetiminde takip edilen yolun ilmi; tarikat ve tasavvuf ilmi.

ilmiye

  • Fıkıh ve şeriat ilimleri, iman ve Kur'an hakikatları ve tahkiki iman dersleri ile iştigal eden zatların mensub oldukları yol. Alimlerin mesleği.

imam

  • Öne geçmek.
  • Önde ve ileride olan. Delil ve rehber.
  • Cemaate namaz kıldıran.
  • İçtihad sahibi zat. Mezheb sahibi olan.
  • Bir mahallenin lüzumlu işlerine ve içtimaî vazifelerine nezaret eden.
  • Müslümanların imamı olan halife ve askerlerin başı. Sultan. Hâkim.

imam-ı beyhaki / imam-ı beyhakî

  • (Bak: Beyhaki)

iman

  • İnanmak. İtikad. Hakkı kabul, tasdik ve iz'ân etmek. İslâmiyeti kabul edip amel etmek. Dini bütün hakikatleri kabul edip gereğini yerine getirmek.

iman hizmeti

  • İman hakikatlerini yayma hizmeti.

iman-ı hakiki / iman-ı hakikî

  • Hakiki, gerçek iman.

imha-yı hakikat / imhâ-yı hakikat

  • Hakikatin ortadan kaldırılması.

imsak

  • Kendini tutmak. Bir şeyden el çekme.
  • Oruca başlama zamanı.
  • Hapsetmek.
  • Şer'an müftirat denen şeylerden (orucu bozan şeylerden) nefsi hakikaten veya hükmen men' etmek.
  • Yemez içmez adamın hâli. Cimrilik, hasislik, pintilik.

imtihan

  • Deneme, Tecrübe etmek.
  • Bir şeyin hakikatına ıttılâ peyda etmek için çok dikkatle düşünmek.
  • Salâhiyet veya salâhiyetsizliğini anlamak için yapılan teftiş ve tecrübe.

inadiye

  • Eşyanın hakikatlarını, varlığını inkâr eden bir zümre.

inadiyye

  • Eşyanın hakikatini inkâr etme felsefesine bağlılık.

inayetname

  • Allah'ın yardım ve inayetine mazhar olmaya, Kur'ân ve iman hakikatlerini anlamaya vesile olacak mektup, yazı.

inkılab-ı hakaik / inkılâb-ı hakaik

  • Hakikatlerin tam zıddına dönmesi (ki, böyle bir şey mümkün değildir.)

inkişaf-ı hakaik-i imaniye

  • İman hakikatlerinin inkişafı, gelişmesi.

inkişafat-ı imaniye

  • İman hakikatlerinin açılması, açığa çıkması.

insaf

  • Merhamet ve adâlet dâiresinde hareket. Hakikatı kabul ve itiraf.

intak-ı bi-l hak

  • Hakk'ın söyletmesi. Cenab-ı Hakk'ın konuşturması. İnayet-i Hak ile hakikatı olduğu gibi dile getirmek.

intibah

  • Uyanıklık, göz açıklığı. Hassasiyet. Agâh ve münebbih olmak. Hakikatı ve hakkı anlayıp yanlıştan, fenadan dönmek.
  • Sinirlerin uyanması. Uzuvların harekete gelmesi.

irfan

  • Bilmek, anlayış, tecrübe ve zekâdan ileri gelen zihnî kemal.
  • İkrar.
  • Mücazat.
  • Fık: Esrar-ı İlâhiyeye, iman ve Kur'an hakikatlarına vukufiyet. (İlim ile irfan ve ma'rifet arasında fark vardır: İlim, vech-i küllî ile, yani her vechesiyle bilmektir. İrfan ve marifet ise;

irfan mektebi

  • İrfan okulu; Cenâb-ı Hakkı tanıtan, bildiren, hak ve hakikate ulaştıracak bilgiyi ders veren okul.

irgam

  • Aşağılatma. Hor, hakir kılma.
  • Burunu kırma.
  • Yere sürtme.
  • Galip olma.
  • Kahretme.

irşadat

  • (Tekili: İrşad) İrşadlar. Hak ve hakikatı ve doğru yolu bildirmeler. İkazlar.

isa

  • Dört büyük peygamberden birisidir. Hakiki Hristiyanlık dininin peygamberidir. Kur'an-ı Kerim'de meziyet ve senası geçmektedir. İncil, mukaddes kitabıdır. Vahiy ile kendine gönderilmiştir. Ancak kendisinden sonra Havarileri tarafından yazılmıştır.

isbat / isbât

  • Delil göstererek hakikatı ortaya koyma.

ısgar

  • (Sagir. den) Hakir ve hor görme.
  • Küçültme.

iskandil

  • ing. Denizin derinliğini ölçmeğe yarayan ve gemilerde kullanılan bir âlet.
  • Bir şeyin hakikatını anlamağa çalışma. Yoklama, deneme, tecrübe etme.

ism-i hakim / ism-i hakîm

  • Her şeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan mânâsında Allah'ın Hakîm ismi.

istanbul efendisi

  • İstanbul kadıları (hâkimleri). Bu tabir hicri 1000 tarihinden sonra kullanılmağa başlanmış ve daha sonraları terkolunmuştur.

istiarat / istiârât

  • İstiareler; hakiki mânâ ile mecâzî mânâ arasındaki benzerlikten dolayı bir kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir kelime için kullanma san'atı.

istiare / istiâre

  • Hakiki mânâ ile mecâzi mânâ arasındaki benzerlikten dolayı bir kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir kelime için kullanma san'atı; "arslan" kelimesini "cesur adam" için kullanmak gibi.

istibdal / istibdâl

  • Değiştirmek. Hâkimin harâb olmuş vakıf binâsını satıp, semeni (bedeli) ile başkasını alarak mütevellîye (vakfın idârecisine) teslim etmesi.

istidrac

  • Derece derece yükselmeyi isteyiş.
  • Ist: Hakkı ve hakiki değeri olmadığı halde ve kabiliyetsizliğine rağmen bir kimsenin kesret-i nimete mazhar olması ve bu sebeple küfür ve isyana devam etmesi ile azab ve gazab-ı İlâhiyeye yaklaşması.

istifta

  • Fetva istemek. Şeriata ait bir mes'ele hakkında salâhiyetli zatlardan hakikati öğrenmek.

istihane

  • Hor ve hakir görme.

istihda'

  • (Hüdâ. dan) İrşad ve hidâyet istemek. Hak, hakikat, imân ve İslâmiyet yolunu istemek.

istihkar

  • Hakaret etmek. Küçük görmek.
  • Hakir görülmek. Hor bakılmak.

istikamet yolu

  • Hak ve hakikate ulaştıran yol; İslâm dini.

istiknah

  • (Künh. den) Bir şeyin hakikatını ve künhünü araştırma.

istimsak

  • (İmsak. dan) Nefsine hâkim olma, kendini tutma.

itkan

  • Pürüzsüz yapmak veya yapılmak. Sağlamlaştırmak. Hakikata yakından vakıf olmak, delileriyle bilmek, inanmak. Bilerek emin olmak. Muhkem kılmak, muhkem yapmak. Sâbit kılmak.

ittihad-ı hakiki / ittihâd-ı hakîkî / اِتِّحَادِ حَق۪يق۪ي

  • Hakîkî birleşme.

ivec

  • Eğrilik, çarpıklık, yanlışlık.
  • Hakkı ve hakikatı eğri büğrü heveslerle tahrif etmek, gayr-i müstakim şekle getirmek.

izdira'

  • Tahkir etme, hakir ve âdi görme.

izlal

  • (Züll. den) Alçaltmak. Haysiyetsiz ve hakir etmek.

ızra'

  • Zelil etmek, hor hakir etmek, alçaltmak.

kabale

  • Kadı'nın (hâkimin) verdiği hüccet.
  • Toptan, götürü ile yapılan satış.
  • Yahudilerin kendi cemaatlarına verdikleri vergi.

kadı / kâdı

  • İslâm hukûkuna göre hüküm veren hâkim.

kadi / kadî

  • Hâkim. Peygamber (A.S.M.) nâmına suçluyu ve suçsuzu ayırıp şeriatla hükmeden hâkim.
  • Kaza eden.
  • Kadı, hâkim.

kadi naibi / kadî naibi

  • Kadıların (hâkimlerin), gitmedikleri yerlere gönderdikleri vekiller.

kadi-ül hacat / kadî-ül hâcât

  • Bütün ihtiyaçları yerine getiren Hâkim. Allah (C.C.)

kadir / kâdir

  • Gücü yeten, kudret sâhibi.
  • Allahü teâlânın sıfatlarından biri; gücü her şeye yeten, hakîkî kudret sâhibi.
  • Gücü yeten.

kahhar / kahhâr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Düşmanlarından, cebbâr (kibirli, zorba, zâlim), inâdcı, nîmetlere nânkörlük edenleri öldürüp, onları zelîl (aşağı, hakîr) etmekle dünyâda kahreden, âhirette düşmanları olan kâfirlere ebedî; îmâ nlı ölen mü'minlere, af ve mağfiret etmezse (bağı

kain ve bain / kâin ve bâin

  • Tasavvuf ilmi terimlerinden. Halk (insanlar) ile berâber görünen, fakat hakîkatte onlardan uzak ve kalben Allahü teâlâ ile berâber olan.

kalender

  • Dünyayı terkederek elini çekip Allah yolunda giden kimse. (Farsça)
  • Dünyâdan elini çekip herşeyi hoş gören kimse. (Farsça)
  • Dünya alâkalarından uzak, alâyişe aldanmaz hakikat adamı. Filozof. (Farsça)

kalfa

  • Sarayla konaklardaki cariyeler hakkında kullanılan bir tâbir idi. Konaklarda bu tâbir, daha çok bunların eskileri ve yaşlıları hakında kullanılırdı. Gençlerine "kız" denilir ve adlarıyla çağrılırlardı.
  • Eski tarz mekteblerde öğretmen yardımcısı.
  • Bir san'atta usta ile çırak ara

kamez

  • Menfaatsiz, hor hakir nesne.

kanun-u hakikat

  • Hakikat kanunu.

karine / karîne

  • Bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ip ucu. Anlaşılması zor olan hususun hak ve hakikatına dâir cüz'i delil olan şey. İşaret.
  • Emâre, alâmet. Bir şeyin hakîkatine delil olan şey.

karine-i mecaz

  • Mecaza ait işaret. Kelimenin mecaz olmasını gerektiren, hakiki mânasında alınmasına mâni olan kayıt. Buna Karine-i mânia da denir.

kavmiyetçilik

  • İslâmiyetin âyet-i kerime ve hadis-i şerifle men'ettiği, soy sop üstünlüğü ileri sürerek, kendi kavminden olmayanlardan ayrılmak ve onları hakir görmek.

kaza

  • Birdenbire olan musibet. Beklenmedik belâ.
  • Vaktinde kılınmayan namazı sonradan kılmak.
  • Allah'ın takdirinin ve emrinin yerine gelmesi.
  • Hâkimlik, hâkimin hükmü.
  • İstemeden yapılan zarar.
  • Hükmeylemek, hüküm.
  • Bir şeyi birbirine lâzım kılmak.

kazi

  • (A, uzun okunur) Dâvalara hüküm ve kaza eden. Şeriat kanunlarına göre dâvalara bakan hâkim. Kadı.
  • Yapan, yerine getiren.

kebt

  • Zelil etmek, hor hakir etmek.
  • Sarfetmek, harcamak.

kem

  • Az, noksan, eksik. (Farsça)
  • Kötü. Fenâ. Ayarı bozuk. (Farsça)
  • Fakir, hakir. (Farsça)

kemal sıfatları / kemâl sıfatları

  • Allahü teâlânın zâtında ve işlerinde hiçbir kusûr, karışıklık, değişiklik ve noksanlık olmadığını gösteren hayât (diri olmak), ilim (bilmek), sem' (işitmek), basar (görmek), kudret (gücü yetmek), irâde (istemek), kelâm (söylemek) ve tekvîn (yaratmak) sıfatları. Bunlara Subûtî, Hakîkî ve Kâmil sıfatl

kemal-i me'yusiyet

  • Her yönden ümitsizliğin hakim olması.

kemalat-ı hakikiye / kemâlât-ı hakikiye

  • Hakikî, gerçek mükemmellikler ve üstünlükler.

kemine

  • Hakir. Aşağı. Dûn. Âciz. Noksan. Eksik.

kemter

  • Âciz, fakir, hakir.

kemterin / kemterîn

  • Pek âciz ve güçsüz. Çok hakir. (Farsça)
  • En küçük, en âşağı. Pek çok noksan veya eksik. (Farsça)

keşf

  • Açığa çıkarma; mânevî âlemlere ait bazı hakikatleri kalb gözüyle görme.

keşf ü keramat / keşf ü kerâmât

  • Allah'ın bir ikramı olarak mânevî âlemlerde bazı hakikatleri görme ve olağanüstü hâllere mazhar olma.

keşf-i evliya

  • Velilerin mânevî âlemlerde bazı olayları ve hakikatleri görmesi.

keşf-i kat'i / keşf-i kat'î

  • Kesin keşif, mânevî âlemlerde bazı hakikatleri görme ve ortaya çıkarma.

keşf-i sadık / keşf-i sâdık

  • Allah'ın velî kullarının mânevî âlemlere ait bazı sır ve hakikatleri Allah'ın ilham etmesiyle görmeleri.

keşf-i sahih / keşf-i sahîh / كَشْفِ صَحِيحْ

  • Doğru olarak perdeli hakîkati görme.

keşfen / كَشْفاً

  • Perdeli hakîkati görerek.

keşfi / keşfî / كَشْف۪ي

  • Gaybî hususları, bilinmeyen hakikatleri keşfetmekle bilmek.
  • Perdeli hakîkati görmeye dayalı.

keşfiyat / keşfiyât

  • (Tekili: Keşf) Keşifler. Bulup meydana çıkarılan şeyler.
  • Cenâb-ı Hakkın ihsan ve ilhamı ile evliyâullahın, hususan evliya-ı izâm hazeratının ve hasseten Kur'ân-ı Hakimin irşadı ile ve feyzi ile Rüesâ-i Evliyâ ve Server-i Kâinat olan Peygamberimiz Resul-i Ekrem (A.S.M.) Efendimizin de
  • Keşifler, bazı hakikatleri ortaya çıkarma, keşfetme hâlleri.

keşfiyat-ı kat'iye

  • Kesinliğinde şüphe olmayan keşifler; mânevî âlemlerde bazı hakikatleri görme.

keşfiyat-ı kudsiye-i kur'aniye / keşfiyat-ı kudsiye-i kur'âniye

  • Kur'ân'ın kudsî hakikatlerinin keşfedilmesi.

keşfiyat-ı sadıka

  • Doğru keşifler; manevî âlemlerde bazı olayları ve hakikatleri görme.

keşif / كَشِفْ

  • Perdeli hakîkati görme.

kıl-ı zulmettar

  • Büyük bir hakikatin önünü kapatan bir kıl.

kinaye

  • Dolayısı ile dokunaklı söz. Maksadı dolayısı ile anlatan söz. Üstü örtülü dokunaklı söz. Açıktan olmayıp hakiki mânâyı başka ifâde ile dokunaklı konuşmak.

kirpik-i akıl

  • Mc: Akıl gözünün kirpiği. Aklın, hakikatleri anlamasına engel olan şey.

kitab-ı davet / kitab-ı dâvet

  • Hak ve hakikate çağrı kitabı.

kitab-ı hakikat

  • Hakikat kitabı.

kitab-ı hakim / kitab-ı hakîm

  • Hikmetli kitap; Kur'ân-ı Hakîm.

kitab-ı rabbani / kitab-ı rabbânî

  • Allah'ın bu âlemde hakimiyetini ve Rablığını bir kitap gibi anlatan eseri, kâinat.

kıtmir

  • Ashab-ı Kehf'in köpeğinin adı.
  • Hurma ile çekirdeğinin arasındaki ince zar. Çekirdeğin arasındaki ince pürüz.
  • Hakir ve küçük olan şeylerde mesel olmuştur.

kıyas-ı maalfarık / kıyas-ı maalfârık

  • Birbirine benzemiyen şeyler arasında yapılan kıyas. Yani, doğru olmayan ve hakikata uymayan mukayese.

kıymet-i hakikiye

  • Hakiki ve gerçek değer.

kudat

  • (Tekili: Kadı) Kadılar. Şeriat kanunlarıyla hâkimlik edenler.

kuddise sırruhu

  • "Sırrı ve hakikatı muazzez ve müşerref olsun" meâlinde bir hürmet ifadesidir.
  • 'Sırrı ve hakikati muazzez ve müşerref olsun' meâlinde bir hürmet ifadesi.

kudsi hakaik / kudsî hakaik

  • Kutsal hakikatler, esaslar.

küfr-i inadi / küfr-i inadî

  • İnadî dinsizlik, inadî küfür. Hakikat isbat edildiği halde yine imana gelmemek. Bilip de kabul etmez olmak.

küfr-i inkari / küfr-i inkârî

  • Aslâ Cenab-ı Hakk'ı tanımayıp, İslâmiyet hakikatlarını ikrar ve tasdik etmemektir.

küfr-i mutlak

  • Hiç bir imâni hükmü olmamak, dine âit hiç bir hakikatı, Allah'ın varlığına âit hiç bir delili kabul etmemek. İhsan ve inayet-i İlâhiyyeye karşı şükür etmiyerek fiilen ve kavlen inkâr etmek. ("Neuzü billâh" dine söğmek gibi) Küfr-ü icabettiren bazı çirkin sözlere de "küfür" denilmiştir.

kur'an-ı hakim / kur'an-ı hakîm

  • Hakim olan Kur'an-ı Kerim. Hakim: Hikmetli, hikmet sâhibi, yahut çok hâkim ve muhkem mânalarına gelir.

kur'an-ı mübin / kur'ân-ı mübîn

  • Hak ve hakikati açıklayan Kur'ân.

kuss ibn-i saide

  • İslâmiyetten önce Arabistan'da yaşamış İyâd Kabilesinin ileri gelenlerinden, mühim hakikatlı bir şâirdir. Cârud gibi hakperesttir. Henüz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm genç iken Suk-ı Ukaz panayırındaki hitabeti ile meşhurdur. Hitabesinde bir Hak Peygamber geleceğini ve onun en güzel bir d

küşuf / küşûf

  • Keşifler, mânevî âlemlere ait bazı hakikatleri görme işlemleri.

kutb-ul aktab

  • Kutubların başı. Hilafet-i mâneviye-i Muhammediye (A.S.M.). Velâyet-i mâneviye makamlarının en yükseği, nübüvvet-i Muhammediyeye (A.S.M.) veraset makamı olup, bu makama ancak Cenâb-ı Hakkın bir atiyyesi olarak nâil olunur. Bu makamda bulunan zât, Hakikat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) mazharı ve Esmâ-i İ

kütüb-ü imaniye ve islamiye / kütüb-ü imaniye ve islâmiye

  • İman hakikatlerini ve İslâmın temel özelliklerini anlatan kitaplar.

kütüb-ü kelamiye / kütüb-ü kelâmiye

  • İman hakikatlerini ispat eden ve açıklayan ilim dalına ait kitaplar.

kütüb-ü muhakkikin / kütüb-ü muhakkikîn

  • Gerçekleri araştıran, hakikatleri delilleriyle bilen âlimlerin kitapları, eserleri.

kuvvet-i hakikiye

  • Gerçek güç; hakikate, gerçeğe ait güç.

kuzat

  • Şeriat nâmına hükmeden hâkimler. Kadılar.

la malike illa hu / lâ mâlike illâ hû

  • Her şeyin hakiki sahibi olan Allah'tan başka ilâh yoktur.

lafz-ı hakim / lâfz-ı hakîm

  • Hakîm kelimesi.

lafz-ı kafir / lafz-ı kâfir / لَفْظِ كَافِرْ

  • Hakkı hakîkati örten söz, kelime.

lak

  • Hakir, zelil, aşağı. (Farsça)
  • Tahta kadeh. (Farsça)

laka'

  • (Çoğulu: Elkâ) Kıymetsiz hakir nesne.

lan / lân

  • Hakikatsızlık, vefasızlık. (Farsça)

laş

  • Hakir ve aşağılık kimse. Adi, zelil, itibarsız ve alçak kişi. (Farsça)
  • Çapul, yağma. (Farsça)

latife-i rabbaniye / lâtife-i rabbâniye

  • İnsanın kalbine bağlı ve bütün duygularının sultanı olan ince bir duygudur ki, İlâhî hakikatlar onunla hissedilip zevkedilir.
  • İlâhî hakikatleri hisseden ve mânevî zevkleri alan his, duygu.

leka'

  • (Lek'â) : Yaramaz, hakire kadın.

leki'

  • Hor ve hakir kimse.

levha-i hakikat

  • Hakikat levhası.

lian / liân

  • Lânetleşmek. İki kişinin birbirini lânetlemesi.
  • Fık: Zevc ile zevcenin hâkim huzurunda şer'i usulüne uygun olarak dörder defa şahitlikte bulunduktan sonra, nefislerine lânet ve gadab okumak suretiyle olan yeminleri. Buna: Mülâene, telâun, iltiân da denir.
  • Lânetleşmek, erkeğin zevcesini (hanımını) zinâ etmekle suçlaması veya bu çocuk benden değildir demesi hâlinde dört şâhid getiremezse, zevcenin isteği üzerine eşlerin hâkim huzûruna çağrılarak usûlüne uygun (âyet-i kerîmedeki bildirildiği şekilde) kar şılıklı yemîn etmeleri ve lânetleşmeleri. Buna mu

lisanü'l-hak

  • Hak ve hakikati söyleyen dil.

lugavi / lugavî

  • Lügata mensup. Lügata, kelimeye âit. Lügattan anlayan. Mecazî olmayıp hakiki bir mânaya delâlet eden kelimeye âit olan.

lühkuk

  • (Çoğulu: Lehâkik) Yer yarığı.

lüka'

  • Hor ve hakir kimse.
  • Ufak çocuk.
  • At.

ma fiz-zamir / mâ fiz-zamir

  • Bir şeyin içinde gizli olan hakikatler.

ma'bud-u hakiki / ma'bud-u hakikî / ma'bûd-u hakîkî / مَعْبُودُ حَق۪يق۪ي

  • Hakiki ma'bud olan Cenab-ı Hak (C.C.)
  • Hakîkî olarak yegane ibadete layık olan (Allah).

ma'kul-ül-ma'na

  • Bir sebebe, illete ve maslahata dayanan şer'i mesele. (Fakat, hakiki sebeb ise emr-i İlâhidir.) Bir hikmete ve bir maslahata binâen tercih edilmiş veya o hükmün teşriine müreccih olmuş olan şer'i mes'ele.

ma'rifetullah

  • Masnuat-ı İlâhiyeyi ve Kur'âni hakikatleri tefekkür ve tahsil ile veya lütf-i İlâhi ile kalbi inkişâf ve basirete sâhib olmak. Esmâ-i İlâhiyyeyi tanımak. İlâhi hakikatlara vukufiyet. Her işte Allah rızâsına en uygun hareket tarzını bilip amel etmek.

ma'şuk-u mecazi / ma'şûk-u mecâzî / مَعْشُوقُ مَجَاز۪ي

  • Hakîkî olmayan fânî sevgili.

maden-i ilm-i hakikat / mâden-i ilm-i hakikat

  • Hakikat ilminin kaynağı.

mahiyat

  • Mahiyetler. Esaslar. Hakikatlar. İç yüzleri.

mahiyet

  • Bir şeyin içyüzü, aslı, esası. Bir şeyin neden ibâret olduğu, künhü, esası, hakikatı.

mahiyet-i hayatiye

  • Hayatın yapısı, esası, hakikatı.

mahsusattaki vehmiyat bedihiyattandır / mahsûsattaki vehmiyat bedihiyattandır

  • Dış duyular vasıtasıyla elde edilen bilgiye vehim karışamaz. Zira hakikati sabittir. Dış duyularla gödüğümüz şeyler dış dünyada vardır. Vehimde olduğu gibi kuruntu ile olmayan bir şeyin varlığına hükmetmek değildir.

mahz-ı hakikat / مَحْضِ حَقِيقَتْ

  • Hakikatin, gerçeğin ta kendisi.
  • Tam bir hakikat.

mahz-ı tahkik

  • Hakikati araştırmanın ta kendisi, sırf araştırarak.

mahzen-i hakaik

  • Hakikatler, gerçekler hazinesi.

mahzul

  • Hakir. Kıymetsiz. Perişan. Hor. Rüsvay.

mahzulen

  • Hakir, kepaze, rezil ve rüsvay olarak.

main mehin

  • Zayıf, hakir su.
  • Meni.

maişet-i hakikat

  • Hakikat gıdası.

makarr-ı saltanat

  • Saltanat, otorite ve hâkimiyet merkezi.

makrun-u sıhhat

  • Sıhhat ve hakikata yakın. Doğruluk derecesi fazla.

malik

  • Sâhib. Malı elinde bulunduran. Bir şeyin mülkiyetini elinde tutan.
  • Her şeyin sâhibi olan Allah.
  • Cehennem zebânilerine hâkim ve onları idare eden meleğin adı.

malik-ül mülk

  • Bütün mülkün hakiki mâliki olan Allah (C.C.)

mana-yı zahiri-yi mecazi / mânâ-yı zâhirî-yi mecazi

  • Sözün zahirine ait mecazî mânâsı; sözün ilk etapta anlaşılan açık mânâsının mecâzî anlamı (Hakiki anlamı değil. Çünkü hayat vermek Allah'a mahsustur.).

manevi tefsir / mânevî tefsir

  • Kur'ân-ı Kerimin işaret ettiği hakikatleri asrın ilmî gelişmeleri ışığında ortaya koyarak, iman hakikatlerini güçlü ve sarsılmaz delillerle açıklayan, yorumlayan eser.

manzume-i hakikat

  • Hakikat manzumesi; belli bir düzen içinde yerleşmiş hakikatler.

masduka

  • (Çoğulu: Masdukat) Doğru söz. Hakikat ve gerçek olan kelâm.

matlub-ı hakiki / matlûb-ı hakîkî

  • Gerçekte taleb olunacak, kavuşmak istenilecek ve gönül bağlanacak olan Allahü teâlâ. Hakîkî Matlûb.

mebadi-i zaruriyye

  • Bir hakikat tam bilinmeden önceki isbat edici zaruri emâreler, başlangıçlar, hazırlıklar.

mecaz / mecâz / مَجَازْ

  • Yerinden ve haddinden tecavüz etmek. Hududunu aşmak.
  • (Cevaz. dan) Geçecek yer. Yol.
  • Edb: Hakiki mânâsı ile değil de ona benzer başka bir mânâ ile veya istenileni hatırlatır bir kelime ile konuşmak. İstenilene benzer bir mâna ifadesi.
  • Hakiki olmayan.

mecazi / mecâzî / مَجَاز۪ي

  • Hakîkî olmayana âit.

mecbur

  • Zor görmüş. Zorla bir işe girişmiş. İcbar görmüş.
  • Hatırı alınmış, gönlü yapılmış. (Hakiki manası: Kırıldıktan sonra bütünlenmiş.)

mecma-ı hakaik

  • Hakikatlerin toplandığı yer.
  • Hakikatlerin toplandığı yer. Hakikatlerin merkezi.

mecma-i hakikat

  • Hakikatlerin, doğruların toplandığı yer.

mecmua-i hakaik / mecmua-i hakâik

  • Hakikatler kitabı.

medeniyet-i hakikiye

  • Gerçek ve doğruların hakim olduğu medeniyet.

mehakim

  • (Bak: Mahâkim)

mehasin-i hakikat-ı muhammediye / mehâsin-i hakikat-ı muhammediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) bütün kâinatı kaplayan hakikatinin güzellikleri.

mehdi / mehdî

  • Kıyâmete yakın geleceği, Peygamber efendimiz tarafından haber verilen ve İslâmiyet'i ve adâleti yeryüzüne hâkim kılacak olan mübârek zât.

mehin / mehîn

  • Hor ve hakir. Zayıf. Zebun.
  • Az şey.
  • Rey', fikir ve tedbirde temyizi zayıf, ahmak.

mektub-u samedani / mektub-u samedanî

  • Hiç bir şeye muhtaç olmayan Allah'ın eserleri. Yeryüzü. İnsanlar, ağaçlar, çiçekler, çekirdekler, dağlar, denizler gibi çok hakikatlı mâna ifâde eden Allah'ın mektupları.

melam

  • Kınanmış.
  • Rezillik. Hakirlik. Kıymetsizlik.

melekut

  • Tam bir hâkimiyyetle, Saltanat-ı İlâhiyyenin müessiriyyet ve idâresinin esrarı. Her şeyin kendi mertebesinde, o mertebeye münâsib ruhu, canı, hakikatı. Bir şeyin iç yüzü, iç ciheti.
  • Hükümdarlık. Saltanat.
  • Ruhlar âlemi.

melekuten / melekûten

  • Birşeyin görünmeyen iç yüzü, aslı, hakikati olarak.

melekutiyet / melekûtiyet

  • Bir şeyin görünmeyen iç yüzü, aslı, hakikati.

melik / melîk

  • Hâkim-i Mutlak. Hükümdar. Sultan. Memleket sahibi. Padişah. Kadir. (Daimî sıfattır.)

menahic-i hükema / menahic-i hükemâ

  • Hakîmlerin, ilm-i kelâm âlimlerinin meslekleri ve gittikleri mânevi yollar.

menba-ı envar-ı hakaik / menba-ı envâr-ı hakaik

  • Hakikat nurlarının kaynağı.

menba-ı hakaik

  • Hakikatlerin kaynağı.

menba-ı hakikat

  • Hakikat kaynağı.

menba-ı hakiki / menba-ı hakîki

  • Hakiki, gerçek kaynak.

menba-ı nur-u hakikat

  • Hakikat nurunun kaynağı.

menfi / menfî

  • Müsbetin zıddı. Müsbet olmayan.
  • Nefyedilmiş, sürgün edilmiş. Sürgün.
  • Bir şeyin olmayacak cihetini düşünen.
  • Hakikatın aksini iddia eden.
  • Gr: Başında nefiy edatı bulunan kelime veya cümle.
  • Nâkıs. Negatif, olumsuz.

menşur-u hakikat

  • Hakikatlerin neşredilmesi, ilân edilmesi.

merşed

  • Hakiki maksada ulaştıran doğru yol.

mertebe-i uzma-yı tevhid / mertebe-i uzmâ-yı tevhid

  • Tevhid hakikatlerine ulaşmada varılacak olan en büyük mertebe.

meslek-i hakikat

  • Hakikate ulaşmak için takip edilen yöntem.

meşşaiyyun

  • Meşşâiler. Derslerini gezerek veren, peygamberlere uymayarak yalnız akıl ve fikir ile hakikatı bulmaya çalışan ehl-i dalâlet. Dinsizlik yolunu açanlar, sadece akla itimad eden ve vahye tâbi olmayan imânsızlar.

mev'iza

  • Mev'ize. Öğüt. Nasihat.
  • Bir cemaate veya kimseye kalbini yumuşatacak ve iyiliğe sevkedecek surette hakikatları ders vermek.

mevcudiyet-i rabbaniye / mevcudiyet-i rabbâniye

  • Herşeye hâkim olan ve herşeyi istediği şekilde terbiye eden Allah'ın varlığı.

mevhum / mevhûm / مَوْهُومْ

  • Hakîkatte olmayan, asılsız.
  • Vehimde olup, hakîkatte olmayan.

mevsuk

  • Kendisine inanılır olan. Şâyân-ı itimad olan.
  • Sağlam.
  • Vesikalı. Delile dayanan hakikat.

mevzu'

  • Bahis. Üzerinde durulan mes'ele.
  • Aşağılanmış olan.
  • Konulmuş. Vaz olunmuş.
  • Uydurma. Doğru ve hakikat olmayan.
  • Geçer olan, muteber, işlemekte olan, câri.

meyl-i tahakküm

  • İnsanları zorla hâkimiyeti altına alma meyli, eğilimi.

meyve-i hak

  • Hakikat, gerçek denilen meyve.

millet-i hakime / millet-i hâkime

  • Hâkim millet, egemen millet.
  • Hâkim millet.

milliyet-i hakikiye

  • Gerçek, hakiki milliyet.

mir'at-ı üstad / mir'ât-ı üstad

  • Kur'ân hakikatlerini bir ayna gibi yansıtan Üstad.

mizan

  • Terazi, ölçü, tartı.
  • Akıl, idrak, muhakeme. Mikyas.
  • Fık: Mahşerde herkesin amellerini tartmağa mahsus bir adâlet ölçüsü olup, hakiki mâhiyeti ancak âhirette bilinecektir.
  • Mat: Yapılan hesabın doğruluğunu anlamak için yapılan diğer bir hesap. Sağlama.

monarşi

  • Hâkimiyetin kaynağı birtek şahısta (Kral, padişah, han v.s.) olduğu kabul edilen devlet şeklidir. Bu şahsın, yani devlet başkanının yanında bir meclis (parlamento) olursa; meşruti monarşi; olmazsa; mutlak monarşi ismini alır. Ayrıca devlet başkanının iş başına gelmesi şekline göre, irsi veya seçimli (Fransızca)

muahhir

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Peygamberlerini, evliyâsını, sevdiklerini kendine yaklaştırıp, kâfirleri (inanmayanları), fâcirleri, düşmanlarını, sevmediklerini kendisinden uzaklaştıran, hor ve hakîr edip alçaltan.

mübeddel-i hakikat

  • Hakikate, gerçeğe dönüşmüş, çevrilmiş.

müceddid

  • Yenileyen. Yenileyici. Hadis-i sahihle bildirilen, her yüz yıl başında dini hakikatleri devrin ihtiyacına göre ders vermek üzere gönderilen büyük âlim ve Peygamberin (A.S.M.) vârisi olan zât.
  • Yenileyen, yenileyici; Hadîs-i Sahihle bildirilen, her yüzyılda bir dinî hakikatleri devrin ihtiyacına göre ders vermek üzere gönderilen büyük âlim ve Hz. Peygamber'in (a.s.m.) vârisi olan zât.
  • Yenileyici, hadîste her asırda geleceği müjdelenen ve îman hakikatlarını asrın anlayışına uygun olarak anlatmakla görevlendirilen nurlu âlim.

müceddid-i din

  • Yenileyici; sahih hadisle her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini, asrın ihtiyacına göre ders veren peygamber vârisi olan âlim zât.

müceddit

  • Yenileyen, yenileyici; sahih hadisle her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinî hakikatleri devrin ihtiyacına göre ders veren büyük âlim.

mucid-i hakiki / mûcid-i hakiki / مُوجِدِ حَقِيقِي

  • Hakiki icad eden(Allah).

müdavele-i efkar / müdavele-i efkâr

  • Birbirinin fikirlerinden istifade ile karşılıklı konuşmak ve fikir alış-verişi yapmak. (Müdavele-i efkârdan bârika-i hakikat çıkar. N.Kemal)

müdhar

  • Hor ve hakir görülmüş. İdhâr olunmuş.

müdhir

  • Hor ve hakir gören. İdhar eden.

müennes

  • Dişi. Müzekkerin mukabili.
  • Gr: Hakiki, itibarî veya söylenişi cihetiyle "dişi" olan kelime.Müennes-i hakikî : Müzekker kelimenin sonuna bir "e-a" ilâve ederek yapılan kelime. Meselâ: (Kâtib: ): Erkek yazıcı. (Kâtibe: ): Kadın yazıcı.Sonu "e" ile biten kelimeler ekseriyetle müennestir
  • Dişi.
  • Hakiki itibarıyla ve söyleniş itibarıyla dişi olan kelime.

müessir-i hakiki / müessir-i hakîki / مُؤَثِّرِ حَقِيقِي

  • Hakîkî te'sir sahibi (Allah).

muhakkak

  • (Hakk. dan) Hakikatı ve gerçeği belli olmuş. Tahkik edilmiş. Doğru.
  • Mutlaka ne olursa olsun.

muhakkar

  • Hakir görülen. Hakarete uğramış.

muhakkik

  • Hakikatı araştırıp bulan. İç yüzüne inceliyerek vakıf olan.
  • Hakikat âlimi. Hakikatlara hakkı ile vakıf ve ehl-i tahkik olan büyük İslâm âlimi.

muhakkikane

  • Gerçeği ve hakikatı araştıran bir kimseye yakışır surette. Muhakkik olan bir insana yakışacak şekilde. (Farsça)

muhakkıkin / muhakkıkîn

  • Gerçekleri araştıran ve hakikatleri delilleriyle bilen âlimler.
  • Hakikati, gerçeği bulup meydana çıkaranlar, araştırıcılar.

muhakkikin / muhakkikîn

  • Gerçekleri araştıran ve hakikatleri delilleriyle bilen tasavvuf erbabı âlimler.
  • Hakikatı bulup meydana çıkaranlar.
  • İç yüzünü araştırıp bulan büyük İslâm âlimleri ve velileri. Hakikat araştıran, hak âlimleri.

muhakkıkin-i asfiya / muhakkıkîn-i asfiyâ

  • Hz. Peygamberin çizgisinde yaşayan ve hakikatleri delilleriyle bilen ilim ve takvâ sahibi büyük zatlar.

muhakkıkin-i islam / muhakkıkîn-i islâm

  • İslâm'ın hakikatlerini araştıran ve delilleriyle bilen âlimler.

muhakkikin-i islam / muhakkikîn-i islâm

  • Gerçekleri araştıran, hakikatleri delilleriyle bilen İslâm âlimleri.

muhakkıkin-i islamiye / muhakkıkîn-i islâmiye

  • Hakikatleri araştırıp delilleriyle bilen büyük İslâm âlimleri.

muhakkikin-i nev-i beşer / muhakkikîn-i nev-i beşer

  • İnsan türünün gerçekleri araştıran ve hakikatleri delilleriyle bilen fertleri.

muhakkıkin-i sofiye / muhakkıkîn-i sofiye

  • Gerçekleri araştıran ve hakikatleri delilleriyle bilen tasavvuf ehilleri.

muhakkıkin-i sufiye / muhakkıkîn-i sufiye

  • Gerçekleri araştıran ve hakikatleri delilleriyle bilen tasavvuf ehilleri.

muhakkikin-i ulema / muhakkikîn-i ulema

  • Gerçekleri araştıran, hakikatleri delilleriyle bilen âlimler.

muhakkir

  • Hakir gören, zelil ve hor gören.

muhazele

  • Hakirlik, aşağılık, rezillik.

muhbir-i sadık / muhbir-i sâdık

  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi. Diğer Peygamberlere de denebilir. Çünkü hepsi sâdık, sağlam, doğru haberleri insanlara ulaştırmışlar, kendilerine bildirilenleri aynen bildirmişler, insanları doğruluğa, felâha, hakka, hakikata, imana dâvet etmişlerdir.

muhin / mûhin

  • Zayıflatan, hor ve hakir eden. İhanet eden.
  • Hor ve hakir eden.

mühin / mühîn

  • (Hevn. den) İhanet eden. Tahkir ve tezlil eden.
  • Hor, hakir, alçak. Hâin.

muhtac-ı ilm-i hakikat

  • Hakikat ilmine muhtaç olan.

muhtekir

  • Hakir ve hor gören. Aşağı ve adi kabul eden. İhtikar eden.

mukabele-i bilhuruf

  • Söz ile konuşmak ve hakikatı müdafaa etmek suretiyle karşı çıkıp mukabele etmek.

mükerrem

  • Hürmet ve tâzim edilen. İkram olunmuş. Muhterem. Kerim olan. (İnsan fıtraten mükerrem olduğundan, hakkı arıyor. Bazan batıl eline gelir, Hak zannederek koynunda saklar. Hakikatı kazarken, ihtiyarsız, dalâlet başına düşer; hakikat zannederek kafasına giydiriyor. Mek.)

mukınun / mûkınûn

  • Yakîn sahibi olanlar. Şüphesiz ve tereddüdsüz olarak imanî ve Kur'anî hakikatlara vâkıf olanlar.

mukteza-yı hak ve hakikat

  • Hak ve hakikatin, doğru ve gerçeğin gereği.

mukteza-yı hakikat ve hikmet

  • İlâhî gaye ve hakikatın gereği.

mukteza-yı hikmet ve hakikat

  • Hikmet ve hakikatin gereği.

mülaane / mülâane

  • Zevcesini (eşini) zinâ ile suçlayan erkeğin dört şâhit getirememesi hâlinde, zevcenin isteği üzerine eşlerin hâkim huzûruna çıkarak usûlüne uygun (âyet-i kerîmelerde bildirilen ifâdelerle) karşılıklı yemin etmeleri ve lânetleşmeleri.

mülahaza

  • Mütâlaa. Dikkatle bakmak. İyice düşünüp bir işin hakikatını tetkik etmek. Tefekkür, düşünce.

mülhim-i hakikat

  • Hakikati ilham eden.

mümkin

  • Olabilir hakikat.

münafık

  • İki yüzlü, araya nifak sokan. Fitnekâr.
  • Ahdini bozan, yalan söyleyen, hıyanet eden.
  • Görünüşte müslüman olup hakikatte kâfir ve düşman olan.

münib

  • Hakk'a yönelen, günahları terk ile hakka dönen. Pişman olup dönen.
  • Kâinattan yüzünü çevirip Bâki-yi Hakiki'ye yönelen.
  • Güzel yağan faydalı yağmur.
  • Bereketli ve verimli bahar.

münkir

  • (Nekr. den) İnkâr eden, kabul etmiyen, hakikatı tasdik etmiyen, dinsiz.

münkir-i hakikat

  • Hakkı, hakikatı inkâr eden.
  • İmansız.

murafaa

  • Karşılıklı hak iddia ederek konuşmak.
  • Bir dâvâ için birisini hâkim huzuruna celb ettirmek. Yüzleşerek muhakeme olunmak.

mürteci'

  • (Rücu'. dan) Geri dönen, geri dönmek isteyen. İrticâa giden.
  • Her cihetle en yüksek saadet ve selâmete sevkeden İslâmiyete muhalefetle İslâmdan önceki câhiliyet ve ahlâksızlığa dönmek isteyenlerin vasfı.
  • İslâmiyete muhalif olanların; hakikat, İslâmiyet ve iman fedakârlarına, İ

müsbit

  • İsbat eden, tesbit eden. Hakikat olduğunu, doğruluğunu belli eden.

müsebbib-ül esbab

  • Bütün sebeplere sâhip olan, hakiki müsebbib (Cenab-ı Hak). Bütün sebepleri meydana getiren, Allah (C.C.)

müstahkar

  • (Hakaret. den) Hakir, hor görülen, küçümsenen.

müstahkır

  • (Hakaret. den) Hakir gören, istihkar eden, küçük gören, küçümsiyen.

müstantık

  • İstintak eden, soran.
  • Mahkemede ilk ifadeyi alan, ilk soruşturma tahkikatı açan hâkim.
  • Sorgu hâkimi.
  • Sual soran. Sorguya çeken.
  • Mahkemede ilk ifadeyi alan sorgu hâkimi.
  • Sual soran, sorgu hakimi.

müstantik

  • Sorguya çeken, sorgu hâkimi.

müstedrek-i hakim / müstedrek-i hâkim

  • (Bak: Hâkim Ebu Abdullah)

müstehan

  • Değersiz, alçak, âdi, hakir sayılan.

müstehiff

  • Hor ve hakir görüp aşağı ve bayağı sayarak alay edip eğlenen.

müstezill

  • (Zelil. den) Birini hor ve hakir gören. Bir kimseyi zelil gören.

mütearefe

  • Hakikat olduğu apaçık belli olan. İsbata ihtiyacı olmayan.

mütehakkim

  • Zorba, zorbalık eden, tahakküm eden. Hâkimlik taslayan.

mütehassıs

  • Bir işin hakikatını, içyüzünü çok iyi bilen. Bir meslekte mahir olan.
  • Has ve mahsus olan.
  • İhtisas sâhibi, uzman. Bir işin hakîkatini, iç yüzünü çok iyi bilen, bir ilim dalında veya meslekte mâhir olan.

mütemalik

  • Kendini tutan, nefsine hâkim olan.

müterafi

  • Duruşma için hâkime giden.

müteşabih

  • Birbirine benzeyenler.
  • Fık: Mânası açık olmayan âyet ve hadis. Kur'an-ı Kerim'in ve hadislerin mecazî mânalara gelen ifadeleri. "Muhkem" olmayan âyet veya hadis.
  • Zâhirî mânası kastedilmeyen ve teşbih ve temsil yoluyla hakikatlerin beyanında kullanılan ifade.

müteşabihat / müteşâbihât

  • Kur'ân ve hadîste temsil ve benzetmelerle açıklanan, anlaşılması zor, çok yüksek hakikatler.

müteşabihat-ı kur'aniye / müteşabihât-ı kur'aniye

  • Beşer lisanının, lügatını vaz etmediği, sezip düşünemediği, misalini göremediği hakikatların teşbih ve temsiller ile anlatıldığı âyet-i kerimeler.

müteşabihat-ı kur'aniyye / müteşabihat-ı kur'âniyye

  • Kur'ân'da temsil ve benzetmelerle açıklanan, anlaşılması zor olan yüksek hakikatler.

müteva'ir

  • Hakir, zelil. Nefret edip kimse yanına gelmeyen.

mütevelli / mütevellî

  • Bir vakfın işlerini şer'î (dînî) hükümler ve vakf şartları dâiresinde idâre etmek üzere, vakfeden veya hâkim tarafından tâyin edilen kimse.

müttekın

  • Mutmain. İyice bilen, doğruluğunu, hakikatini tamamlayan. Ayn-el yakin bilen.

muvazaa

  • Bir mes'elede bahse girişmek.
  • Mc: Danışıklı döğüş.
  • Hakikatte olmayan bir durumu varmış gibi göstermek için yapılan bir anlaşma.

müzal

  • Ek, ilâve, zeyl.
  • Etek, kuyruk.
  • Hor ve hakir.

müzekki

  • (Zekâ. dan) Temizleyen, ıslâh eden, tezkiye eden.
  • Huk: Şâhitleri gizli olarak tezkiye eden kimse. Eskiden hâkimler, şâhit olarak gösterilen kişilerin iyi kimse olup olmadıklarını, şehadetlerinin kabul olunabilip olunamıyacağını icab eden kimselerden sorarlar, haklarında; "İyidir" den

müzellil

  • Zelil eden, zelil kılan, alçaltıcı, hakirleştiren.

müzill

  • Zelil kılan, hakir eyleyen.

muzmer-i hakaik

  • Saklı, gizli kalmış, meydana çıkarılmamış hakikatler. Hakikatlerin gizlisi.

nafaka-i makziyye

  • Fık: Hâkim tarafından takdir olunan nafaka.

naib

  • (Nevb. den) Vekil, birinin yerine geçen.
  • Şeriat hâkimi olan kadı vekili.
  • Nöbet bekleyen.

nakli / naklî

  • Nakliye ile, taşıma ile ilgili.
  • Akla değil de nakle dayanan, yani söylenen hakikat.

naşize

  • Kocasının hanesinden, izni olmaksızın çıkıp kendisini kocasından haksız yere men'eden kadın. Bu çıkış hakikaten olabileceği gibi, hükmen de olabilir.
  • Kabarmış, şişmiş.

nazar-ı gaflet

  • Hakikatten habersiz şekilde bakış.

nazar-ı gaflet ve dalalet / nazar-ı gaflet ve dalâlet

  • İman hakikatlerine karşı duyarsız davranan ve hak yoldan sapanların bakışı.

nazır / nâzır

  • (Çoğulu: Nüzzâr) Nazar eden, bakan.
  • Bir idarenin veya dairenin umur ve işlerine bakan en büyük memur. Bir işin idaresine memur reis.
  • Kabine azalarından herbiri. Nâzır. Vekil. Bakan.
  • Vâsinin yapacağı tasarruflara nezarette bulunmak üzere musi veya hâkim tarafından tayi
  • Gören, görücü.
  • Vakfın işlerini, dînin emirlerine uygun olarak idâre etmek üzere vâkıf (vakıf yapan) veya hâkim tarafından tâyin edilen mütevellînin vakıf işlerindeki tasarruflarını murâkabe (kontrol) etmesi ve gerektiğinde ona re'yleri (görüşleri) ile yardımcı o lması için vazîfelend

nefs

  • Can.
  • İnsanın kendisi, kişi, beden.
  • Hakîkat, cevher, asıl, öz. İnsanda ve cinde şer, kötülük kuvveti. Şerîate yâni dîne uymayan isteklerin kaynağı. Buna nefs-i emmâre de denir.

nefs-i hak

  • Hak ve hakikatin bizzat kendisi.

nefs-i hakikat / nefs-i hakîkat / نَفْسِ حَق۪يقَتْ

  • Hakîkatin kendisi.

nefs-i ilim

  • İlmin hakikati, ilmin kendisi.

nefs-i mülheme

  • Tas: Lüzumu hâlinde Cenab-ı Hak tarafından kendisine hakikatlar ilham edilen, tasaffi ve tekâmül etmiş nefis.

nefs-i mülhime

  • Gerektiği zaman Allahü teâlâ tarafından kendisine hakîkatler ilhâm edilen, kötülüklerden arınmış nefs.

nefs-ül emir

  • Hakikatın kendisi. İşin hakikatı.

nefs-ül-emr

  • Hayâl, düşünce olmayan, zihnin hâricinde kendisi var olan, hakîkat.

nefsü'l-emir

  • İşin hakikati, aslı.

nefsülemir

  • İşin kendisi, hakikatı.

nesh

  • Ist: Şer'i bir hükmü yine şer'i bir emirle kaldırmaktır. (İtikada ait olan ve zamanla değişmeyen hükümlerde nesih olmaz, bunlar sabit birer hakikattırlar.)
  • Bir şeyin aynını kopya etmek, aynını çoğaltmak.
  • İbtal etmek, hükümsüz bırakmak, değiştirmek.
  • Nakletmek, kaldırma

neşr-i envar-ı hakaik-i kur'an / neşr-i envâr-ı hakaik-i kur'ân

  • Kur'ân hakikatlerinin nurlarını yayma, duyurma.

neşr-i hakaik

  • İman hakikatlerini yayma.

neşr-i hakaik-i imaniye

  • İman hakikatlerinin yayılması.

neşr-i hakikat

  • Hakikatlerin yayılması.

neyyirat / neyyirât

  • Nurlu hakikatler.

neyyirat-ı islamiye / neyyirât-ı islâmiye

  • İslâmın nurlu hakikatleri.

nimet-i rabbaniye / nimet-i rabbâniye

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve hâkimiyeti altında bulunduran Allah'ın nimet ve ihsanı.

nur-i iman

  • İman nuru. Kur'an ve kâinat hakikatlarının görünmesine ve bulunmasına vesile olan imanın mânevi nuru.

nur-u hakikat

  • Hakikat nuru.

nur-u hakikat-eda / nur-u hakikat-edâ

  • Hakikati gösteren nur.

nur-u hakikat-feşan / nur-u hakikat-feşân

  • Hakikat saçan nur.

objektif

  • Hakikatı olduğu gibi aksettiren. (Fransızca)
  • Fotoğraf makinası ve dürbün gibi cihazlardaki mercekler. (Fransızca)
  • Gaye. (Fransızca)
  • Fls: Varlıkla alâkalı. (Fransızca)
  • Nesnel, tarafsız; hakikati olduğu gibi aksettirme.

perde-i cümud

  • Donmuş, katı perde.
  • Mc: Alem, tabiat.
  • Akıl ve hissiyatı kendisi ile meşgul edip, dini ve ulvi hakikatlardan ayıran, gaflet veren perde.

perde-i zahiri / perde-i zâhirî / پَرْدَۀِ ظَاهِر۪ي

  • (Hakîkati gizleyen) görünürdeki perde.

perde-i zāhiriye / پَرْدَۀِ ظَاهِرِيَه

  • (Hakikati gizleyen) görünürdeki perde.

peygamber

  • İlâhî hakikatları insanlara bildirmek ve onlara örnek olmak üzere Allah tarafından tayin edilen, vahiy yoluyla sahip olduğu ilmini yaşayıp neşreden mübarek zatların umumî ismi.

pişva

  • (Pişuva) Reis, baş. Hâkim. (Farsça)
  • Mukteda, imâm. (Farsça)

pişvayan

  • (Tekili: Pişvay) Reisler, başkanlar. Hâkimler.

pozitivizm

  • Fls: Hakikatın yalnız tecrübe ve müşahede ile vakıalara istinaden tam olarak bilineceği iddiasında olan felsefe sistemi. (Fransızca)

ra'd

  • Gök gürültüsü.
  • Bulutları sevk ve nezaret ile vazifeli bir melek adı.
  • Tehdit etmek, korkutmak. (Terennümat-ı hava, na'rât-ı ra'diye, nağamat-ı emvac, birer zikr-i azamet. Yağmurun hezecatı, kuşların seceatı birer tesbih-i rahmet, hakikata bir mecaz... Lemeat'tan)

rahmaniyyet

  • Cenab-ı Hakk'ın Rahman oluşu. (Yâni: Gözümüzle görüyoruz, birisi var ki, bize zemin yüzünü rahmetin binlerle hediyeleri ile doldurmuş, bir ziyafetgâh yapmış ve Rahmâniyetin yüz binlerle ayrı ayrı lezzetli taamları içinde dizilmiş bir sofra etmiş ve zemin içini rahimiyyet ve hakîmiyetin binlerle kıym

rayet-i ulviyet-i şeyh-i hakkani / râyet-i ulviyet-i şeyh-i hakkanî

  • Mânevî mertebelere ulaşma ve hakikatleri elde etme yolunda Şeyh Abdülkadir-i Geylânî'nin elinde tuttuğu yücelik sembolü olan sancak.

razık-ı hakiki

  • Hakiki rızık veren. Hiç bir vasıtaya ihtiyacı olmadan en güzel nimetleri yaratan ve bütün rızıkları ancak kendisi veren Allah (C.C.)

realist

  • Fls: Hakikatçı. Nefs-ül emre uygun düşünen. Realizm taraftarı. (Fransızca)

realizm

  • Umumi fikirleri birer hakikat sayan felsefi görüş. Hadiseleri olduğu gibi anlatma ve gösterme gayesi güden san'at çığırı, fikri.

redd-i hakim / redd-i hâkim

  • Taraf tutan hâkimi kabul etmeyip reddetmek.

reel

  • Gerçek, hakiki, sahici. (Fransızca)

resül-ür rahat

  • Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) bir ismidir. Kendisine tâbi olup onun getirdiği hakikatları tasdik ve iman ile insanlar büyük nimetlere ve rahatlara mazhar olduklarından kendisine bu isim verilmiştir. Ve kendisi buyurmuştur ki: "Ben dinin doğruluğu ve kolaylığı için peygamber gönderildim." ... İnsanlara e

rind

  • Kalender. Aldırışsız, dünya işlerini hoş gören. (Farsça)
  • Laübali meşreb feylesof. (Farsça)
  • Bâtını irfan ile müzeyyen olduğu halde zâhiri sâde görünen hakîm. Dış görünüşü laübali olduğu halde, aslında kâmil olan kimse. (Farsça)

roman

  • Hayalî veya hakiki, kitap halinde yazılmış büyük hikâye.
  • Eski Roma devletinin diline de Roman denirdi.

roman-vari / roman-vâri

  • Roman gibi hayalî olabilen. Hakikatla alâkası olmayan veya az olan. (Farsça)

ruh / rûh

  • Can; bedene hayâtiyet (canlılık) veren kuvvet.
  • Bir şeyin özü, cevheri, hakîkati.
  • Emr âleminin beş latîfesinden biri.

ruşenzamir

  • Hakikatları bilen. Kalbi, gönlü hakikatlara vakıf olan.

rüya-yı sadıka / rüya-yı sâdıka

  • Makbul ve muteber kimselerin gördükleri ve gördükleri gibi dünyada hakikatları zuhur eden sâdık rüya.

rüyuh

  • Zelillik, horluk, hakirlik.
  • Zayıflık.

saadet-saray-ı medeniyet / saâdet-saray-ı medeniyet

  • Hakikî ve İslâmî bir medeniyet vasıtasıyla olan bir hayat saâdeti.

sada-yı hakikat / sadâ-yı hakikat

  • Hakikatin sesi.

sadi / sâdî

  • Gülistan isimli ünlü eserin de yazarı olan hakîm bir zat.

sadık

  • Doğru, hakikatli, sadakatlı, dürüst.

safsaf

  • (Çoğulu: Safsâfe) Her nesnenin kemi, kötüsü, hor ve hakiri.
  • Döğülmüş yumuşak toprak.
  • Mâkul olmayan kelimeler.
  • Mânâsız şiir.
  • Yaramaz ve kötü işler.

safsafa

  • Elemek.
  • Asılsız yapmak.
  • İşe yaramaz hâle getirmek, yaramaz etmek. Hor ve hakir etmek.

safsata

  • Hezeyan, yalan, uydurma. Zâhirde doğru, hakikatte yanlış ve yalan olan kıyas.

şah

  • Pâdişah. İran veya Afgan hükümdarlarının nâmı. (Farsça)
  • Bir yere hâkim olan zât. Sâhip. (Farsça)
  • Asıl. (Farsça)
  • Atın ön ayaklarını yukarı kaldırarak durması. (Farsça)

şahid / şâhid

  • Şâhidlik eden, görüp bilen. Birinin başkasında hakkının bulunduğunu isbat için şehâdet (şâhidlik) ederim demek sûretiyle hâkimin huzûrunda ve hasmın karşısında haber veren.

sahihan

  • Doğru olarak, cidden, hakikaten, gerçekten.

sahra-yı hakikat / sahrâ-yı hakikat

  • Hakikat sahrâsı.

salibe-i külliye

  • Man: Bir şeyin nefyine delâlet eden kaziye. Bir şeyin bütün bütün olmadığını veya mevcudattan hiç birisine hâkim ve müessir olmadığını iddia ve isbat eden hüküm.

saltanat / سلطنت

  • Kudret, kuvvet.
  • Hâkimiyet, padişahlık.
  • Tantana, gösteriş, debdebe.
  • Şatafatlı hayat. Bolluk. Zenginlik.
  • İdarî kuvvet ve kudret, hâkimiyet, sultanlık, padişahlık.
  • Hakimiyet.

saltanat alemi / saltanat âlemi

  • Bir ülkenin hakimiyeti ve yönetimiyle ilgili alan.

saltanat-ı arab

  • Arapların saltanatı, idaresi, hâkimiyeti.

saltanat-ı daime

  • Devamlı, kesintisiz bir egemenlik, hâkimiyet.

saltanat-ı ebediye

  • Sonsuz hakimiyet; Allah'ın sonsuz egemenliği, hâkimiyeti.

saltanat-ı islamiye / saltanat-ı islâmiye

  • İslâmiyetin hâkimiyeti, saltanatı.

saltanat-ı maddiye ve maneviye / saltanat-ı maddiye ve mâneviye

  • Maddî ve mânevî yönlerden kurulan egemenlik, hakimiyet.

saltanat-ı mutlaka

  • Allah'ın bütün varlık âlemi üzerindeki sınırsız hâkimiyeti.

samediyet

  • Allahın hiçbir şeye ihtiyacı bulunmaması ve bütün varlıkların kendisine muhtaç olması hakikatı.

seb'a-i meşhure

  • Altı iman rüknü ile beraber İslâmiyetin esası olan ibadet hakikati.

şecere-i hakikat

  • Hakikat ağacı.

şecere-i muhammediye

  • Muhammedî ağaç; Hz. Muhammed'in (a.s.m.) hakikati ve o hakikati doğrulayan her şey ve herkes.

sefsaf

  • (Çoğulu: Sefâsif) Alçak, kemter şey, hakir iş.
  • Un elerken elekten kalkan toz.

şehadet / şehâdet

  • Birinin başkasında hakkı bulunduğunu bildirmek için, hâkim karşısında ve iki hasmın yanında, şehâdet ederim diyerek haber vermek.
  • Şehîdlik, şehîd olmak.

şehbaz-ı edvar-pervaz / şehbâz-ı edvar-pervaz

  • Her devirde uçarcasına hâkimiyetini kuran.

şehd-i şehadet

  • Şehadet balı; İlâhî hakikatleri bilmenin ve idrak etmenin dünyadaki lezzeti.

şehr

  • Cemâati, en büyük câmiye sığmayan yer veyâ İslâmiyet'in emrini yapabilecek güçte müslüman vâli ve hâkimi bulunan yer.

şehr-i ayin / şehr-i âyin

  • (Şehrâyin) Şenlik. Büyük hâkimiyet ve kuvvete ait sürur, sevinç, donanma. (İslâmda ilk şehr-i âyin Hz. Peygamber Efendimiz hicret sureti ile Medine'ye vâsıl olunca yapıldı.) (Farsça)

şem'-i ilahi / şem'-i ilâhî

  • İlâhî ışık, İlâhî nur. Kur'an hakikatları.

semavat-ı hakaik / semâvât-ı hakaik

  • Hakikatlerin semâsı, yüceliği.

semen-i misl

  • Ehl-i vukuf tarafından hakiki kıymetini tâyin etme.

semen-i müsemma / semen-i müsemmâ

  • Bâyi' (satıcı) ile müşterinin karşılıklı rızâ ile mebî (mal) için hakîkî kıymetine uygun olsun veya olmasın, tâyin ettikleri yâni uyuştukları bedel.

şems-i hakikat / şems-i hakîkat / شَمْسِ حَق۪يقَتْ

  • Hakikat güneşi.
  • Hakîkat güneşi.

şems-i hakikat ve marifet / şems-i hakikat ve mârifet

  • Hakikat ve mârifet güneşi, Allah'ı ve iman hakikatlerini bilme aydınlığı.

sened-i hakiki ve kat'i / sened-i hakikî ve kat'î

  • Hakiki, sağlam ve kesin senet, dayanak.

şevk ve cezbe

  • İlâhî hakikat ve tecellîler karşısında duyulan sevinç ve coşku.

seyl-i şuunat / seyl-i şuunât

  • İcraat-ı Rabbaniyenin dâima görünmesi ve hakiki müessir olan Allah'ın (C.C.) iradesiyle devamlı olan, cereyan eden her çeşit hâdiseler. Hâdiseler akıntısı, seli.

seyr ü süluk / seyr ü sülûk

  • İlâhî hakikatlere ulaşmak için bir rehberin öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk.

seyr ü süluk-i kalbi / seyr ü sülûk-i kalbî

  • Kalp yoluyla mânevî makamlarda İlâhî hakikatlara ulaşmak için bir rehberin öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk.

seyr-i afaki / seyr-i âfâkî

  • Terbiye ve mâneviyatta tekâmül yollarında, hariç âlemden, âfaktan başlamak suretiyle bulunan delillerle tekâmül edip nefsini ıslâh ve imâni ve Kur'âni hakikatlarda terakki etmek usulü.

seyr-i süluk

  • Hak ve hakikate ermek için bir rehber öncülüğünde ve denetiminde mânevî makamlarda yapılan seyir ve seyahat.

seyr-i şuunat / seyr-i şuunât

  • Kâinattaki hâdiseleri seyredip, görüp hakikatını anlamağa çalışmak.
  • Hâdiselerin bir halde kalmayıp akışı, değişmesi.

sıddıkin-i muhakkıkin / sıddıkîn-i muhakkıkîn

  • Allah'a bağlılıkta en önde olan ve hakikatleri araştıran âlimler.

sıddikin-i muhakkikin / sıddîkîn-i muhakkikîn

  • Daima doğruluk üzere ve Allah'a ve peygambere sadakatte en ileride olan, hakikatleri delilleriyle bilen büyük araştırmacı âlimler.

sıdk

  • Doğruluk, gerçeklik, hakikat.
  • İyi niyet.
  • Doğru söz. Hakikata muvâfık olan. Bir şeyin her hususu tam ve kâmil olması.
  • Ahdinde sâbit olmak.
  • Peygamberlere mahsus en mühim beş hasletten birisi.
  • Kalb temizliği.

sıfat-ı sübutiyye / sıfat-ı sübûtiyye

  • Allahü teâlânın zâtında (kendisinde) bulunmakla birlikte başka varlıklarda da sınırlı olarak bulunan sıfatları. Bu sıfatlara sıfat-ı hakîkiyye de denir.

sıgar-ı nefs

  • Zelil ve hakir olma hali. Küçüklük, kıymetsizlik.

şiir

  • Güzel tertibli manzume. Tahayyül ve tasavvurları ve bâzı hakikatları hoşa gidecek şekilde ifâde eden ölçülü söz.
  • Man: Muhayyelâttan terekküb eden kıyas.

şir'a

  • (Şeria-Meşrea) Lügat mânası, bir ırmak veya herhangi bir su menbaından su içmek veya almak için girilen yol demektir. Bunda insanların, hayat-ı ebediye ve saadet-i hakikiyeye vusulü için Allah'ın vaz' u teklif ettiği ahkâm-ı mahsusaya ve mezheb-i müstakime bil'istiare ıtlak edilmiştir ki, din demekt

sirac-ı hakikat / sirâc-ı hakikat

  • Hakikatın ışığı.

sırr

  • Gizli hakikat. Gizli iş. Herkese söylenmeyen şey.
  • Müşâhedetullah'ın mahalli bulunan kalbdeki lâtife.
  • İnsanın aklının ermediği şey. Allah'ın hikmeti. (Sırrını kimseye fâş etme sırrın fâş olur.Sen kendi sırrını saklayamazsanEl sana nasıl sırdâş olur.)

sırr-ı acip

  • Hayret verici sır; hakikat.

sırr-ı dekaik

  • İnceliklerin sırrı; Kur'ân ve imanın ince hakikatlerinin sırrı.

sırr-ı esas

  • Esas sır, asıl hakikat.

sırr-ı islamiyet / sırr-ı islâmiyet

  • İslâmiyetin sırrı, hakikati.

sırr-ı mühim

  • Önemli sır, hakikat.

sırr-ı uhuvvet-i hakikiye / sırr-ı uhuvvet-i hakîkiye / سِرِّ اُخُوَّتِ حَق۪يقِيَه

  • Hakîkî kardeşlik sırrı.

sırr-ı veraset-i nübüvvet / sırr-ı verâset-i nübüvvet

  • Peygamber varisliğinin sırrı, hikmeti, hakikati.

sırrentenevveret

  • Görünmeden nurlandırma, îman hakikatlarını örtülü hizmetlerle yayma.

sofestai / sofestaî

  • (Sevfestâi) Kâinatın yaratıcısını, Cenab-ı Hakkı kabul etmemek için herşeyi inkâr eden. Müsbet veya menfi hiç bir hükme varmayan, daima şüphe içinde kalmayı esas alan felsefi bir doktrinin (Septisizm) mensubu. Septik. Alemde hakikat namına hiç bir şey tanımayan ve hakikatı araştırmaktan sarf-ı nazar

sofi

  • Ehl-i tasavvuf. Riyazet ve nefisle mücahede ile hakikate ermeğe çalışan. Tarikata mensub, mânevi kemâlât için çalışan.
  • Yanıltıcı, safsatacı.

sofizm

  • Fls: Sofestaiye. Safsatacılık. Alemde hakikat olarak hiç bir şey tanımayan ve hakikatı araştırmaktan sarf-ı nazar ederek zevk ü safâ ve şiir gibi şeylerle eğlenmeği tercih eden bâtıl bir meslek. İnâdiye, indiye ve Lâedriye "Septizm" adlarıyla üç kısma ayrılırlar. (Mesail-i İlm-i Kelâm'dan) (Fransızca)
  • Hakikatı tanımayan şüpheci filozofların felsefesi.

sohbet

  • Konuşma, sevdiği kimselerle yapılan toplantı.
  • Birlikte oturup tatlı tatlı hakikat üzerine konuşmak.

sohbet-i ihvan

  • Din kardeşleri ile faydalı hakikatlar üzerine sohbet etmek.Resül-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm buyurmuştur ki: Üç şey müstesna, dünyada rahat yoktur:1- Tilâvet-i Kur'an2- Münacat-ı Rahman3- Sohbet-i İhvan.

şua-ı hakikat / şuâ-ı hakikat

  • Hakikat ışığı, parıltısı.

şua-yı hakikat / şuâ-yı hakikat

  • Hakikat ışığı, ışını.

şuayb

  • Ashab-ı Eyke ile Medyen ahâlisine gönderilen bir peygamberdir. Çok hakikatlı ve güzel sözlerle bu iki kavmi Hakka davet ettiği halde kendisini dinlemediler. Cenab-ı Hak Eykeliler üzerine şiddetli sıcaklık ve Medyen ahalisine de şiddetli sayha ile azab verdi ve onları mahveyledi. Şuayb Aleyhisselâm k

sübjektif

  • Bilen akıl ile alâkalı. (Fransızca)
  • Eşyanın hakikatına değil de ferdin düşünce ve duygularına dayanan. Şahsî görüşe göre olan. İndî, nefsî olan. (Fransızca)
  • Objektif olmayan, kişisel, duygusal; eşyanın hakikatine değil de ferdin düşünce ve duygularına dayanan.

sudeka

  • (Tekili: Sadik) Doğru ve hakiki dostlar.

sudkan

  • (Tekili: Sadîk) Hakiki ve doğru dostlar. Sadîkler.

şühud-i enfüsi / şühûd-i enfüsî

  • Kendi hakîkatini görme. Tasavvuf yolunda Allahü teâlâya yakın olma hâli. Tasavvuf makamlarını kalb gözüyle görme.

sultan / sultân

  • Reis. İslâm Hükümdarı. Hâkimiyet sahibi. Padişah.
  • Allah. (C.C.)
  • Kuvvet, kudret ve hâkimiyet sâhibi.
  • Hükümdar âilesinden olan anne, kız gibi kadınlardan her biri.
  • Hüccet ve delil.
  • Kahr ve tegallüb mânasında masdardır. Her şeyin yavuz, şiddet ve satvetin
  • Hükümdâr, yönetici.
  • Her şeyin hâkimi olan Allah.

sultan-ı ezel

  • Sonsuz otorite ve hâkimiyet sahibi Ezelî Sultan, Allah.

suluh

  • Sahte olmayıp geçer akçalar. Sağlam ve hakiki paralar.

şümus-u kur'an / şümus-u kur'ân

  • Kur'ân-ı Kerimin içinde bulunan ve her birisi güneş gibi iman hakikatlerini açıkça gösteren temel özellikleri.

Sünuhat / Sünûhat

  • Kalbe doğan mânâ ve hakikatler

sünuhat-ı kur'aniye / sünuhat-ı kur'âniye

  • Kur'ân'ın nuruyla kalbe gelen mânâlar, hakikatler.

şura-yı hakikiye / şûrâ-yı hakikiye

  • Hakiki şûrâ, doğru meşveret.

suret-i zaife-i vahiye / suret-i zaife-i vâhiye

  • Hakikatsız, saçma sapan zayıf suret ve vesvese.

suri / surî

  • Surete ait, görünüşe ait ve müteallik. Hakiki, ciddi ve samimi olmayan. Zâhirî.

tabaka-i hakimiyet / tabaka-i hâkimiyet

  • Hâkimiyet dairesi.

tahakkuk

  • Bir şeyin doğruluğunun meydana çıkması. Gerçekleşmek. Delil ile isbat edilmek. Sabit ve hakikat olduğu aşikâr olmak.

taharri-i hakikat / taharrî-i hakikat

  • Hakikatı, doğruyu araştırmak, aramak.
  • Hakikati araştırma, doğruyu arama.

taharri-i hakikat meyelanı / taharrî-i hakikat meyelânı

  • Gerçeği araştırma meyli, hakikati araştırma eyilimi.

tahattur-u hakàik

  • Hakikatleri hatırlamak.

tahkik

  • Doğru olup olmadığını araştırmak veya doğruluğunu, yanlışlığını meydana çıkarmak. İncelemek. İçyüzünü araştırmak.
  • Bir şeyi eksiksiz ve ziyâdesiz yapmakta mübâlağa etmektir. Bir şeyin hakikatına ermek, künhüne vâkıf olmak, nihayetine erişmek demektir. Kur'an kıraat ıstılahında ise: He

tahkikan

  • İnceleyerek. Araştırma suretiyle. Hakikatını öğrenerek.

tahkikat

  • Araştırmalar. Hakikati ve doğruyu inceleyip öğrenmek için yapılan taharriyat.

tahkim

  • Hakem tayin etmek. Hâkim nasbeylemek.
  • Kuvvetlendirme. Sağlamlaştırmak, kavileştirmek.
  • Birisini fesattan men'eylemek.
  • Mahkemede hasmın dâvalarının açıkça belli olması için hâkimi değiştirmek.

taht-ı hakikat

  • Hakikat taht'ı (hakikat, padişahın oturduğu taht'a benzetilmiş).

taht-ı hakimiyet / taht-ı hâkimiyet / تَحْتِ حَاكِمِيَتْ

  • Hakimiyeti altında.
  • Hakimiyeti altında.

takıyye

  • İdâre, korunmak, sakınmak; iki yüzlülük; sevmediği kimse ile dost geçinmek. Bir kimsenin hakîkatte sâhib olduğu görüş ve inancını saklaması.

taklit

  • Hakikatini araştırmadan kabul etme.

talim-i hakaik

  • Hakikatlerin öğretilmesi.

tarik-i hak / tarîk-i hak

  • Hak ve hakikat yolu.

tarik-i hakikat / tarîk-i hakikat / tarîk-i hakîkat / طَر۪يقِ حَقِيقَتْ

  • Hakikat yolu.
  • Hakîkat yolu.

tarikatçı

  • İlâhî hakikatlere ulaşmak için, şeyhin gözetiminde olan.

tasallut etmek

  • Baskı kurmak, hâkim olmak.

tasallut-u medeniyet

  • Medeniyetin musallat olması, hâkimiyeti.

tasgir

  • Küçültmek. Cirm ve kadrini eksiltmek. Hakir eylemek.

tasniat / tasniât

  • (Tekili: Tasni') Hakiki olmayan yapmacık hareketler.

tasvir-i hakikat / tasvîr-i hakîkat / تَصْوِيرِ حَقِيقَتْ

  • Hakikatın tasviri, gerçeğin resmedilmesi.
  • Hakikati resmederek tarif etme.

teayyün-i imkani / teayyün-i imkânî

  • İnsanın hakîkati olan teayyün-i vücûbîsinin zılli yâni görüntüsü. Ehlullah (evliyâ) kendi yaratılışlarına, güçlerine göre tasavvuf mertebelerine kavuşmakta birbirlerinden çok ayrıdırlar. Evliyâ arasında Allahü teâlânın ismine kavuşanlar pek azdır. Ço ğu bu ismin teayyün-i imkânîsine kavuşmuştur. (İm

teayyün-i vücubi / teayyün-i vücûbî

  • Bir şeyin, insanın hakîkati.

tebai / tebaî

  • Hakiki maksat olmayıp dolayısıyla olan.
  • Başkasına uyarak.
  • Cüz'î olarak.

tebarüz-ü uluhiyet / tebarüz-ü ulûhiyet

  • Allah'ın yaratıcılık ve herşeye hâkimiyetinin kendisini göstermesi.

tecelli

  • Görünme. Bilinme.
  • Kader.
  • Allah'ın (C.C.) lütfuna uğrama.
  • İlâhi kudretin meydana çıkması, görünmesi. Hak nurunun te'siriyle kulun kalbinde hakikatın bilinmesi.

tecelli-i hakimiyet / tecellî-i hâkimiyet

  • Hakimiyetin tecellisi, yansıması.

tedbir

  • Bir şeyi te'min edecek veya def' edecek yol.
  • Cenab-ı Hakk'ın Hakîm ismine uygun hareket, riayet.
  • Bir şeyde muvaffakiyet için lâzım gelen hazırlık.

tedebbür

  • Birşeyin sonunu, hakikatini düşünme.

tedkik

  • Hakikatı anlamak ve meydana çıkarmak için inceden inceye araştırma.

tefahe

  • Horluk, hakirlik.
  • Tatsızlık.

tefih

  • Hakir, zelil.
  • Lezzeti olmayan.

tefsir-i hakaik-i kur'aniye / tefsir-i hakaik-i kur'âniye

  • Kur'ân'daki hakikatlerin tefsiri, açıklaması.

tehalüf

  • (Half. dan) Hâkimin her iki tarafa da yemin ettirmesi.

tehavün

  • Mühimsememek, ehemmiyet vermemek, ağır davranmak. Aldırış etmemek.
  • İstihkar, horlama, hakir görme.

tehekküm

  • İstihza.
  • Tevbih. Şiddetle azarlama. Görünüşte ciddi, hakikatta alaydan ibaret olan eğlenme.
  • Edb: Tarizin tesirli olan kısmı.
  • "Hekeme"den:
  • Alay etme, eğlenme.
  • Görünüşte ciddi, hakikatte alaydan ibaret olan eğlenme.

tehevvün

  • Hakir kılınma. Horlanma. Hakaret görme. Aşağılanma.

tehvin

  • (Hevn. den) Kolaylaştırma.
  • Ucuzlatma. Ucuzlatılma.
  • Alçaltma. Alçaltılma.
  • Cevr ve hakaret eylemek. Saymamak. Hakir görmek.

telmih

  • Ana fikri ispata veya güçlendirmeye yönelik herkes tarafından bilinen bir şeyle, bir hakikatle işarette bulunma.

temalük

  • Nefsini zaptetme. Kendine hâkim olma.

temkin zamanı / temkîn zamânı

  • Güneşin doğuş, batış vakti ve namaz vakti hesapları yapılırken, vakitlere eklenen veya çıkarılan zaman miktârı. Bu vakitler hesâb edilirken deniz ve ova gibi düz yerlerde güneş merkezinin hakîkî ufkun altına inmesi esas alınır. Hâlbuki o yerin en yük sek tepesinde bulunan bir kimsenin gördüğü ufukta

temsilat-ı hakikiye / temsilât-ı hakikiye

  • Hakikate götüren temsiller.

tenafür

  • Birbirinden kaçmak. Ürkmek.
  • Uzağa çekilmek.
  • Bir mes'elenin halli için hâkime başvurmak.
  • Edb: Kulağa hoş gelmeyen hece veya kelimelerin bir arada bulunması.

tenezzülat-ı ilahiye / tenezzülât-ı ilâhiye

  • Cenab-ı Hakk kelâmiyle, kullarının anlayış seviyelerine göre konuşması ve derin hakikatları, anlıyabilecekleri ifadelerle beyan etmesi.

tenkid

  • Bir kimse veya şeyin iyi veya kötü taraflarını bulup meydana çıkarmak.Tenkid yapıcı veya yıkıcı olabilir. Tenkitten maksat, doğrunun ve yanlışın iyi niyetle ortaya konulması, hakikate ulaştıracak yolun ve imkânların gösterilmesidir. Sadece yanlışı söylemek, doğruyu göstermemek yıkıcı bir tenkiddir.

tenkih

  • Araştırıp, dikkat edip bir şeyin sonuna hakikatına ermek.
  • Bir şeyin fazla ve gereksiz kısımlarını çıkarıp kısaltarak düzeltmek.
  • Temizlemek.
  • Bütçe tanzimi için maaşları azaltmak.

tergim

  • Yere sürtme.
  • Zelil etmek, hor ve hakir etmek. Rezil, kepaze etmek.

tesanüd-ü hakikiye ve meşrua / tesanüd-ü hakikîye ve meşrua

  • Hakikî ve dinin emrettiği dayanışma.

teshir

  • Zaptetme, hâkim olma, zorla ele geçirme.
  • İtaat ettirme.
  • Hakir ve zelil etmek.
  • Büyüleme, sihir yapma, aldatma.
  • Zaptetme, hakim olma. Zorla ele geçirme. İtaat ettirme. Hakîr ve zelil etmek.

tevatür-ü mevcudat

  • Bütün varlıkların aynı hakikatte birleşmeleri ve aynı noktaya parmak basmaları.

tevekkül-i imani / tevekkül-i imanî

  • İman edenlere yakışır tevekkül. İman kuvvetinin ve hakikatının neticesi olan tevekkül.

tevhid

  • Birleme. Bir Allah'tan başka İlâh olmadığına inanma. Lâ ilahe illallah sözünü tekrarlama. Her yerde ve her şeyde Allah'tan başkasının te'sir hâkimiyeti olmadığını anlamak, bilmek ve bilerek yaşamak.
  • Edb: Allah'ın varlığına ve birliğine dair yazılan manzume.

tevhid-i hakiki / tevhîd-i hakîkî / تَوْحِيدِ حَقِيقِي

  • Delil ve isbata dayalı hakiki ma'nadaAllahı birleme.

tevrat

  • Hz. Musâ Aleyhisselâm'a nâzil olan kitab-ı mukaddesin nâm-ı celili. (Hakiki Tevrat, Kur'an-ı Kerim ile barışıktır. Şimdiki ise, çok yerleri değiştirilmiş, tahrif edilmiştir. Bu kitabın aslından az bir şey kalmıştır. Aklı başında ve İslâmiyeti, Kur'an-ı Kerim'i tetkik eden Yahudiler de hidayeti seçmi

tezellül

  • Zillete katlanmak. Aşağılanmak. Alçalmak. Hor ve hakir olmak. Kendini alçak tutmak.

tezkir-i müsellemat / tezkir-i müsellemât

  • Müsellematı, hakikat olduğu aşikâr bilinen şeyleri, hususları hatırlatmak, tekrar etmek.

tezlil

  • Birisini tahkir etme, aşağılatma. Zelil ve hakir bulma.
  • Aşağılama, hor ve hakir görme.

tılsım-ı kainat / tılsım-ı kâinat

  • Kâinatın tılsımı, kâinattaki anlaşılması zor olup herkesin yalnız kendi akliyle bilemeyeceği gizli ve ince hakikatlar.

tılsım-ı kur'ani / tılsım-ı kur'ânî

  • Harika sonuçlar doğuran Kur'ân hakikatleri; Kur'ân'ın gayet tesirli, derin hakikatleri.

tılsım-ı müşkilküşa / tılsım-ı müşkilküşâ

  • Açılması ve anlaşılması zor olan İlâhî gizli mânaları, hakikatları açan tılsım.

tuhut

  • Hor ve hakir kimse.

uhuvvet-i hakikiye

  • Hakikî, gerçek kardeşlik.

ukul-ü nuraniye erbabı

  • Nuranî akıl sahipleri; akıl yoluyla manevî hakikatlerin nuruna ulaşan kişiler.

ulema-i hakikat

  • İman hakikatlerini araştırıp elde eden âlimler.

ulema-i muhakikin / ulema-i muhakikîn

  • Gerçeği, hakikati bulup araştıran âlimler.

ulema-i muhakkikin

  • Gerçeği, hakikati bulup araştıran âlimler.

ulema-i rasihin / ulema-i râsihîn

  • Hak ve hakikat ilminde meleke kazanmış âlimler.

ulema-i rüsum

  • Resmî, merasim âlimleri. Kendileri resmen âlim bilinen fakat hakiki âlim olmayan kimseler. (Zâhirî ulema da denir.)

ulema-i zahir / ulema-i zâhir / ulemâ-i zâhir

  • Kur'an-ı Kerimin zâhir mânâsına göre hakikatları değerlendiren âlimler. Şeriatın mâna ve esrarından daha çok, zâhirini ve hükümlerini bilen âlimler.
  • Kur'ân-ı Kerimin zâhir mânâsına göre hüküm veren ve hakikatlerini değerlendiren âlimler.

ulema-üs su' / ulema-üs sû'

  • Kötü âlimler. Dünya için âhiretini unutan âlimler. Dünyayı dine tercih eden âlimler. Menfaat için hakikatı örten âlimler.

ulemau's-su / ulemâû's-sû

  • Kötü âlimler; menfaat için hakikati örten âlimler.

ulemaü's-su / ulemâü's-sû

  • Kötü âlimler; geçici menfaatlar veya baskılar karşısında hakikatları gizleyen ve gerçekleri çarpıtan âlimler.

ulemaü's-su' / ulemâü's-sû'

  • Kötü âlimler; geçici menfaatlar uğruna hakikatları gizleyen ve gerçekleri çarpıtan âlimler.

uluhiyet / ulûhiyet

  • İlâhlık.
  • Allah'ın kâinattaki tasarruf ve hâkimiyeti ile herşeyi kendisine ibadet ve itaat ettirmesi.
  • İlâhlık, kısaca "ibadet edilmeye lâyık olan yegâne mabud bütün varlıkları yaratan Allahtır" diye ifade edilebilen hakikat.

ulum-u hafiye / ulûm-u hafiye

  • Gizli ilimler. Ancak veraset-i Nübüvvet muhakkiklerince veya bir kısım hakikatların esrarına vakıf âlimlerce bilinen ilimler.
  • Gizli ilimler, ancak peygambere ve bir kısım hakikatlerin sırlarını bilen alimlerce bilinen ilimler.

ümmet

  • Cemaat, kavim, taife.
  • Bir hâkim milletin ashabından olan hey'et-i içtimaiye.
  • Bir peygambere inanıp onun yolundan giden insanların hepsi. Bir peygamberin Hakka davet ettiği cemaat.
  • Bir dille konuşan millet.
  • Arkasına düşülecek bir cemaat veya tarikat.

umur-u hakikiye

  • Hakiki işler; maddi âlemde gerçekliği bulunan şeyler, işler.

unsur-u hakikat

  • Hakikat unsuru.

unsuriyet

  • Irkçılık. Bir kavmi veya kendi soyunu daha şerefli sayarak diğer insanları hakir görmek. Menfî milliyetçilik.

ünvan-ı mülahaza / ünvan-ı mülâhaza

  • Bir şeyin hakikatini bir derece düşünebilmek için konulan isim veya ünvan.
  • Bir şeyin hakikatını bir derece düşünebilmek için olan isim, tabir ve vasıta.

üss-ül esas

  • Hakiki sağlam temel.

üstad-ı ezeli / üstad-ı ezelî

  • Cenab-ı Hak. Bütün ilim ve bilgilerin, marifetlerin öğreticisi. Alîm-i Mutlak ve Hakîm-i Ezelî.

vahid-i i'tibari / vâhid-i i'tibarî

  • Hakikatta olmayıp varlığı farazî olarak kabul edilen bir şey. Varlığına itibar edilen şey. (Ağırlık için kilo, uzunluk için metre bir vâhid-i itibarîdir.)

vahid-i itibari / vahid-i itibarî

  • Hakikatte olmayıp farazî olarak kabul edilen tek bir şey, göreceli birim.

vahiy

  • Bir fikrin, bir hakikatın veya emrin Allah (C.C.) tarafından Peygambere bildirilmesi.
  • Lügatte vahiy: Kelâm, kitap, işaret, irsal, ilham, ifham, emir, teshir, bir şeyi harfiyyen i'lâm, bazı hususi maksadları tebliğ gibi mânalara gelir.
  • Şeriatta vahiy: Dilediği ahkâmı, esrar ve
  • Bir emrin veya bir hakikatin Allah tarafından Peygambere bildirilmesi.

vaki-i hal / vâki-i hâl

  • Hâlin hakikatı, o işin hakikatı.

vakide / vâkide

  • Hakikatte, gerçekte.

vakıf / vâkıf

  • Bir şeye hâkim olacak derecede bilgi sahibi olan.

vakıfane / vâkıfâne

  • Bilerek, hakim olarak.

varis / vâris / وَارِثْ

  • Servetlerin hakiki sahibi olan (Allah).

vasati saat / vasatî saat

  • Hakiki güneşe tâbi olmak üzere, muntazam hareket ettiği tasavvur olunan mevhum bir güneşin, o yerin nısfun nehârından (meridyeninden) arka arkaya iki defa geçişi arasındaki zamanın yirmi dörtte biri.

vasılun / vâsılûn

  • (Vâsılîn) Hakka, hakikata, marifete ermiş kimseler. Hakka erenler. Yetişenler.

vazife-i imaniye

  • İman hakikatlerini yayma görevi.

ve'd-ül benat

  • İslâmiyetten evvelki câhiliyet devrindeki Arablarda kızlarını hakir gördüklerinden diri iken defnetmek âdeti.

velayet-i amm / velayet-i âmm

  • Huk: Umum mallara ve fertlere şâmil olan velayet. (Şeriat hâkimleri, kadılar ve valilerin velayetleri gibi)

velayet-i kübra / velâyet-i kübrâ

  • Büyük velilik. Akrebiyet-i İlâhiyenin inkişafına bakan ve veraset-i nübüvvetten gelen gayet kısa, fakat yüksek olan ve tarikat berzahına uğramadan zâhirden hakikata geçen velilik mesleği. (Sahabeler gibi)
  • En büyük velîlik; tarikat berzahına uğramadan, zahirden hakikate geçen ve peygamber varisliğinden gelen velîlik.

veraset-i muhammediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) varisliği; Peygamberimizin iman ve Kur'ân hakikatlerini tebliğ vazifesine varis olma.

vilayet-i hassa / vilâyet-i hâssa

  • Tasavvufta, nefsin îmân ve itâate geldiği ve bütün ibâdetlerin hakîkî ve kusursuz olduğu makam.

vukuf-u tamme / vukuf-u tâmme

  • Tam vukufiyet, konuya tamamıyla hakim olma.

vukufiyet

  • Vâkıf olma, meselelere hakimiyet.

vuzu'

  • Hakir etme. Kendini, nefsini tezlil ve tahkir etme, küçümseme.

yed-i tasarruf

  • Tasarruf eli; yönetimi ve hakimiyeti altında tutma.

yed-i zapt

  • Hâkimiyet eli.

yıldız-ı hakikat

  • Hakikat yıldızı.

yuşa

  • Hz. Musa'dan (A.S.) sonra peygamber olmuş ve Benî İsrail'i çöllerden kurtarmıştı. Ondan sonra pek çok reisler Yahudilerin idaresinde bulundu, bazan da hâkimsiz kalarak esaret hayatı yaşadılar. Tâ bir müddet sonra İsmail (A.S.) hâkim oldu. Onbir sene Benî İsrail'i idare etti. Sonra içlerinden bir mel

zahir-perest / zâhir-perest

  • Bir şeyin iç yüzüne, hakikatına kıymet vermeyip görünüşüne kıymet veren. Dış yüzüne ehemmiyet veren. İç yüzüne aldırış etmeyip, hakikatını bilemeyen. (Farsça)

zahiri / zâhirî

  • (Zâhiriyye) Görünüşte olduğu gibi. Zâhire âit ve müteallik. Asıl ve hakiki olmayan.
  • Zâhiriyyun mezhebine âit olan.

zahiriyyun / zâhiriyyun

  • Görünüşe göre hükmedenler. İç yüzünü, hakikatını iyi bilmeyenler. Ehl-i zâhir olanlar.
  • İlm-i Kelâm'da: Nassların zâhir mânalarına göre hüküm çıkaran ve te'vil ve tevcihten geri duranlar ve tarafdarları.

zalif

  • Çok hor, çok hakir kimse.

zann-ı galib

  • Kuvvetli, hakikate en yakın olan zann.

zari

  • Ağlayıp sızlama. (Farsça)
  • Hakirlik ve itibarsızlık. (Farsça)

zat-ı ruşen-zamir / zât-ı rûşen-zamir

  • Hakikatleri bilen, gönlü aydın kişi.

ze'b

  • Ayıp.
  • Reddetmek. Hor ve hakir etmek, kepaze yapmak.

zeberdest

  • En üstün, galib, hâkim, âmir. (Farsça)
  • Mâhir. (Farsça)

zelalet

  • Alçaklık, hakirlik, horluk. Zillet.

zelil / zelîl

  • Hor, hakir, alçak. Aşağı tutulan.
  • Hor, hakir, alçak.
  • Aşağı, alçak, hor, hakîr.

zelil gösterme

  • Aşağılama, hor, hakir görme.

zelilane / zelilâne

  • Alçakça. Hakir ve aşağılık kimselere yakışır şekilde. (Farsça)

zelili / zelilî

  • Hakirlik, horluk, zelillik, alçaklık.

zemin-dar / zemin-dâr

  • (Çoğulu: Zemindârân) Hâkim. Vâli. (Farsça)

zemzeme-i azime

  • Kur'ân hakikatleri için, "hayat veren mübarek ve lezzetli su" anlamında kullanılan bir ifade.

zevk

  • Mânevî âlemlerde iman hakikatlerinin hazzına erişme.

zevk-i hakiki / zevk-i hakikî

  • Hakikî, gerçek zevk.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın