REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te gore ifadesini içeren 878 kelime bulundu...

a'ver

  • Tek gözlü. Bir gözü kör. Yek-çeşm. (Âhirzamanda gelecek Süfyan adındaki bir zâlimden "Aver" diye rivayetlerde bahsedilmesi, sadece dünyayı görecek bir gözü olduğu ve âhireti görecek imân gözünün olmadığından kinayedir.)

acaib vezaif / acaib vezâif

  • Acayip vazifeler, hayret ve hayranlık uyandıran görevler.

acbü'z-zeneb

  • Kuyruk sokumundan bulunan ve insanın tekrar yaratılışında çekirdek görevini görecek olan hücre; bir tür genetik şifre.

adalet-i izafiye / adalet-i izâfiye

  • Göreceli adalet; toplumun selâmeti için birey hukukunun feda edilmesini öngören adalet.

adalet-i nisbiye

  • Zamanın şartlarına göre değişebilen, toplumun selâmeti için ferdin feda edilmesini öngören göreceli adalet.

adaptasyon

  • Tatbik etme işi. Bir şeyin bir başkasına göre ayarlanması. Bir canlının, yaşadığı muhite uyması işi. (Fransızca)
  • Yabancı dilde yazılmış bir eseri yerli adlar ile ve yerli hayata uydurarak çevirme. (Fransızca)

adet / âdet

  • Usul, görenek, alışılmış davranış. Huy, tabiat. Toplumda nesiller boyunca uyulan ve kamuoyunda (umumî efkârda) saygı ve müeyyideye sahip hareket kaideleri (Sosyoloji). İslâm cemiyetinde âdetler de İslâmî olur, İslâma uygun olur. Müslüman, İslâma aykırı âdetlere uymaz. Cemiyetin yabancı âdetlerle boz
  • Görenek, alışkanlık.

adeten / âdeten / عدتا

  • Görenek şekliyle, âdet olarak.
  • Âdetlere göre.
  • Âdet olarak, geleneklere göre. (Arapça)

adil-i bilhak / âdil-i bilhak

  • Sonsuz adalet sahibi, adaletle iş gören, herşeyin hakkını veren Allah.

adil-i rahim / âdil-i rahîm

  • Adâletle iş gören, sonsuz rahmet ve merhamet sahibi Allah.

adliye

  • Adaleti sağlama görevi olan resmî makamlar.

aftab-gerdiş

  • Yer yüzü. (Farsça)
  • Kaya keleri. (Farsça)
  • Devamlı güneş gören yer. (Farsça)

aftab-gir

  • Güneşlik, şemsiye. (Farsça)
  • Güneş gören yer. (Farsça)

aftabgir / âftâbgîr / آفتابگير

  • Güneş alan, güneş gören. (Farsça)

ağleb-i enbiya

  • İlâhî mesajı insanlara iletmekle görevli olan peygamberlerin büyük çoğunluğu.

ahfeş

  • Küçük gözlü, zayıf bakışlı.
  • Yalnız gece gören kimse.
  • Üç büyük Arab âliminin lâkabı.
  • Bulutlu günde görüp bulutsuz günde görmeyen.

ahir-bin / âhir-bin

  • Sonunu gören, düşünen. (Farsça)

ahvel

  • Bir şeyi çift gören, şaşı.

ajan

  • Bir şahsın, bir şirketin veya bir devletin bazı işlerini gören kimse. (Fransızca)
  • Gizli vazifeli olan kişi. (Fransızca)

akağa

  • Osmanlı saraylarında hizmet gören beyaz hadımağası.

akibet-bin / âkibet-bin

  • İleri görüşlü. Sonunu evvelden gören. (Farsça)

akıbetbin / âkıbetbîn / عاقبت بين

  • Âkıbeti gören; ileri görüşlü.
  • İşin sonunu görebilen.
  • Sonu gören, ileri görüşlü. (Arapça - Farsça)

akl-ı dünyevi / عَقْلِ دُنْيَوِي

  • Sadece dünyayı gören akıl.

aklen ve naklen

  • Akıl ve haberlerin nakline göre. Akıl ve nakil yolu ile.

akliyat / akliyât

  • Aklın kapasitesine göre ele alınan meseleler, bilimsel şeyler.

ala-kavlin / alâ-kavlin

  • Bir kavle göre. Bir rivâyete nazaran.

ala-meratibihim / alâ-meratibihim

  • Rütbesine ve derecesine göre sırasıyla.

aladderecat / aladderecât

  • Derecelere göre.

alaturka

  • Eski Türk gelenek, görenek, töre ve hayatına uygun, alafranga karşıtı.

ale'l-usul / ale'l-usûl

  • Usûl üzere. Usûle göre, usulen.

ale-d-derecat

  • Derecelere göre, sırayla.

ale-l-kaide

  • (Ka, uzun okunur) Kurala, kaideye göre.

ale-l-kavl

  • Birinin sözüne, iddiasına göre.

alem-i ceberut / âlem-i ceberut

  • Âlem-i azamet ve kudret. (Bununla âlem-i esmâ ve sıfât kasdolunur. Muhakkıkların ekserisine göre bu, âlem-i evsattır. Yâni üstte olan Lâhut âlemi ile altta bulunan melekut âlemi arasındaki âlem. Amiriyyet-i umumiyyeyi muhit olan berzahtır. Ceberut, ibranice "kudret" mânasındadır).

aleniyet

  • Herkesin göreceği halde olma, açıklık.

alfabe

  • Bir lisandaki sesleri gösteren harflerin, belli bir sıraya göre dizilmiş takımı. (Fransızca)
  • Okuyup yazmayı yeni öğrenecekler için başlangıç kitabı. (Fransızca)
  • Bir işin başlangıcı. (Fransızca)

alfabetik

  • Alfabe sırasına göre dizilmiş. (Fransızca)

amel eden

  • Davranan, iş gören.

amil / âmil

  • İş yapan.
  • İslâmiyet'in emirlerini yapıp, yasaklarından sakınan.
  • Herhangi bir bölgenin zekât, harac, öşr ve ganîmetlerinin tahsîli (toplanması) için, halîfe, sultan, melik veya emir tarafından vazîfelendirilen ve yerine göre dînin emirlerini öğreten me'mur.

apulet

  • Askerlerin, sınıf ve rütbelerine göre sırma, ipek veya yünden omuzlarına taktıkları saçak. (Fransızca)

arabi tarih / arabî tarih

  • Arap takvimine göre belirlenen tarih.

arabice / arabîce

  • Hicrî takvime göre.

arif-i billah / ârif-i billah

  • Mürşid, ermiş, evliyâ. Hakkın nuru ile Cenab-ı Hakk'ı bilen. Âlemi, hâdiseleri İlahî feyz ve ilim ile gören veli.

aşen

  • Her nesnenin aslı ve kökü.
  • Sözü kendi kanaatine göre söylemek.

ases

  • Asâyişin muhafazası için geceleri dolaşan ve şimdiki polis vazifesini gören memurlar.

ashab / ashâb

  • Hz. Peygamber'i mümin olarak gören ve o iman üzere ölen kimseler.
  • Arkadaşlar, sahipler.
  • Sahabîler
  • Hz. Peygamber'i (a.s.m.) dünya gözüyle gören ve onun yolundan giden Müslümanlar.
  • Peygamber efendimizi sağlığında peygamber iken bir ân gören, eğer âmâ ise (gözleri görmüyorsa) bir ân konuşan büyük ve küçük müslümanlar. Tekili sâhib'dir.

ashab-ı vezaif / ashab-ı vezâif

  • Görevli kişiler.

aşık / âşık

  • Çok fazla seven. Mübtelâ. Birisine tutkun.
  • Saz şairi.
  • (Cümledeki yerine göre) : Ahbab, hazret, ma'hut, seninki gibi mânâlara gelir. (Müennesi: Aşıka)

asr-ı evvel

  • İmâmeyn'e (İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed'e) göre ikindi vaktinin başlama zamânı.

asr-ı hakikatbin / asr-ı hakikatbîn

  • Gerçeği gören asır.

asr-ı sani / asr-ı sânî

  • İmâm-ı a'zam'a göre ikindi namazının başlama zamânı.

atf için vav

  • Arap gramerine göre başına geldiği kelimeyi daha önce geçen bir kelime yapmayı sağlayan vav harfi.

avarız-ı divaniye

  • Tanzimat-ı Hayriye'den önce geçerli olan kanunlara göre alınan vergiler.

ayan

  • (İyân) Aşikâr. Belli. Herkesin bilebileceği ve görebileceği.
  • Çiftçi âletlerinden olan saban okunun bileziği.

ayin / âyin

  • Merâsim. Usûl. Görenek. Dinî âdâb. Âdet, örf ve kanun.
  • Ziynet, süs.İslâm'da fıkıh lisânı âyin kelimesini kabul etmemiştir. Bazı vakıflar, filân câmide herhangi bir tarikat âyini icra için te'sis yapacakları zaman vaki olan müracaatlarında fetvahâne tarafından verilen müsaadelerde âyi

ayine-i iskender

  • Makedonya kralı Büyük İskender'in aynası. Rivayetlere göre, bu ayna Aristo tarafından yapılmış ve İskenderiye şehrinde yüksekçe bir yere konulmuştur. Bu sayede İskender, yüz fersah uzaklıktaki düşmanlarını aynada görürmüş.

ayn-el yakin / ayn-el yakîn

  • (Ayn-ül yakîn) Göz ile görür derecede görerek, müşâhede ederek bilmek.

ayn-el-yakin / ayn-el-yakîn

  • Görerek bilme.
  • Hadîs-i şerîfte bildirilen ihsân (Allahü teâlâyı görüyormuş gibi ibâdet etme) mertebesinde bir ışığın kalbde parlaması. Zamanımızda tarîkata girmiş bir çok kimse, kendilerine tasavvufçu süsü vererek vahdet-i vücudu dillerine almış, bundan yüksek mertebe olmaz sanıyor.

aynelyakin / aynelyakîn

  • Gözle görerek kesin bilgi edinme.

ayyab

  • Kusur görücü, ayıb gören.

azer

  • Ateş. (Farsça)
  • Şemsî senenin dokuzuncu ayı. Kasım. Her şemsî ayın dokuzuncu günü. (Farsça)
  • Mecusilere göre güneşe memur meleğin adı. (Farsça)
  • Hz. İbrahim'in (A.S.) babasının veya amcasının ismi. (Farsça)

azerşeb

  • Batıl bir inanışa göre ateş içinde yaşadığı sanılan ve semender denilen bir hayvan. (Farsça)
  • Şimşek, berk. (Farsça)

azil / عزل

  • Görevden alma. (Arapça)

azl / عزل

  • Görevden alma. (Arapça)

azl olmak

  • Görevden alınmak.

azrail / azrâil

  • Ölüm meleği. Dört büyük melekten biridir, ölenlerin ruhlarını almak görevi vardır. Diğer bir ismi de "melek-ül mevt: Ölüm meleği"dir. Yeryüzünde hayatın var olması, insanın yaratılışı tesadüfle açıklanamıyacağı gibi, ölüm de tesadüfle açıklanamaz. Hayatı yaratan ölümü de yaratmıştır. Hayat gibi ölüm
  • Can almakla görevli melek.

ba / bâ

  • Arabçaya göre harfinin okunuşu. Ebced hesabında iki sayısını ifade eder. Mektup ve eski evraklarda Receb ayına işarettir.

babil kulesi / bâbil kulesi

  • Tevrat'ın rivayetine göre Hz. Nuh'un (A.S.) oğulları tarafından gökyüzüne ulaşmak için yaptırılmış büyük bir kuledir. Rabbimiz bu kulede çalışmakta olanların dillerini değiştirmiş ve birbirlerini anlamaz hale getirmiştir. Bundan dolayı tamamlanamamış ve 72 dil burada meydana gelmiştir. (Buna "tebelb

bakteri

  • Basit, çekirdeksiz, bölünerek çoğalan tek hücreli canlılara verilen addır. Çeşitli şekilleri vardır: Kürevî (coccus), çubuk şeklinde (basil), virgül şeklinde (vibriyon), burmalı (spiril).Bakteriler ya tek tek, ya da birkaçı bir arada bulunmalarına göre de ayrı adları vardır. Havanın oksijeni ile yaş (Fransızca)

banka

  • İtl. Faizle para alıp veren, kredi, iskonto, kambiyo işlerini gören ticari kuruluş.Faiz dinimizde günahtır. Bankalar dar gelirlilerin paralarını faiz karşılığı toplar, zenginlere daha yüksek faizle verir. Bunlar dar gelirlilerin tasarruf ettikleri paralarla bir iş yeri açar, bir mal üretir ve bu mal

barbar

  • Lât. Eski Yunan, Roma ve daha sonra Hristiyanlara göre kendi kavimleri dışında kalan herkes.
  • Vahşi, ilkel.

barik-bin / barik-bîn

  • İnce gören, dikkatle inceleyen, bir şeyi iyice gözden geçiren. (Farsça)

barotaksi

  • Bazı tek hücreli canlıların basınca göre hareketleri. (Fransızca)

basır / bâsır

  • Gören. Dikkatli ve göz kuvveti ile gören.
  • Gören.

basir / basîr / bâsir / بَص۪يرْ

  • Basiret sâhibi ve anlayışlı olan. Hakikatları anlayan. En iyi ve en çok anlayışlı. Kalb gözü ile gören.
  • İt, köpek, kelp.
  • Her şeyi gören Allah.
  • Her şeyi gören Allah.
  • Gören, görüp anlayan, ferasetli, zeki.
  • Her şeyi gören (Allah).

basirane / basîrâne

  • Görerek. Bilerek. Basiret sahibine yakışır halde. (Farsça)
  • Görerek, bilerek.
  • Görerek.

basiret / basîret

  • İşlerin iç yüzünü görebilme; kalb gözü.

basiret-i basir / basiret-i basîr

  • Kalp gözüyle gören, anlayan.

basiret-kar / basiret-kâr

  • Basiretli, ferâsetli, önceden gören. (Farsça)

batıl satış / bâtıl satış

  • Sahîh olmayan, yâni dînen bulunması lâzım gelen şartların hepsi veya bir kısmı bulunmayan satış, alış-veriş. Satılacak malın mütekavvim olması (kullanılmasına dînen izin verilmesi, kıymetli ve kullanılabilir olması) bu şartlardandır. Buna göre; domuz, içki ve denizdeki balık mütekavvim değildir.

be-kavl

  • Sözüne göre, dediğine göre. (Farsça)

bed-bin

  • Her şeyi kötü gören, karamsar.

bedbin / bedbîn / بَدْبِينْ

  • Kötümser, herşeyin kötü yönünü gören.
  • Kötü gören, kötümser.

belagat / belâgat

  • Sözün düzgün, kusursuz, hâlin ve makamın icabına göre söylenmesi.
  • Hitâbettiği kimselere göre uygun, tam yerinde, düzgün ve hakikatlı güzel söz söyleme san'atı. Muktezâ-yı hâle mutâbık söz söylemek.
  • Belâgat, hem düzgün, hem yerinde söz söylemeyi öğreten ilmin de adı olur. Ve maani, beyan, bedi' diye üç kısma ayrılır. Bu gün Edebiyat denilen bilgiye,

belağat / belâğat

  • Sözün düzgün, kusursuz, halin ve makamın icabına göre yerinde söylenmesi.

belağat-i ayet / belâğat-i âyet

  • Âyetin belâğati; düzgün, kusursuz, yerinde ve halin ve makamın icabına göre söz söyleme.

belagat-i nazmiye / belâgat-i nazmiye

  • Dizilişe ait belâgat; şiirin düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına göre söylenmesi.

belağatçe

  • Belâgat ilmine göre.

beliğ / belîğ

  • Düzgün ve adamına göre söylenmiş söz.

beliğane / belîğâne

  • Sözün düzgün, kusursuz, yerinde ve hâlin ve makamın icabına göre söylenmesi.

ber-mucib / ber-mûcib

  • Gereğince, icabına göre. (Farsça)

beyincik

  • Art kafa çukurunda beyin kökünün üst arka kısmında bulunan merkezi sinir sisteminin bir organıdır. Mühim bir görevi, hareketlerimizin âhenk içinde olmasını sağlamaktır.

bi'set-i muhammediye

  • Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamberlikle görevlendirilmesi.

biaynelyakin / biaynelyakîn

  • Gözle görerek kesin bilgi edinme.

biaynilyakin / biaynilyakîn

  • Gözle görerek kesin bilgi edinme.

bihasebi'l-adet / bihasebi'l-âdet

  • Alışıldık şartlara göre, normal şartlara göre.

bihazelemr / bihâzelemr / بهذا الامر

  • Buna göre, bu durumda, böylelikle. (Arapça)

bil'iltizam / bil'iltizâm / بِالْاِلْتِزَامْ

  • Gerekli görerek.
  • Lüzumlu görerek.

bilmüşahede / بالمشاهده

  • Görmek suretiyle, görerek.
  • Görerek.

bin / bîn

  • Kelime sonuna ilâve ile "gören, görücü" mânalarına gelir. Meselâ: (Farsça)
  • "Gören" mânâsında son ek.

bina / bînâ / بينا

  • Gören, görücü. (Farsça)
  • Göz. (Farsça)
  • Yapı, ev.
  • Yapma, kurma.
  • Göz, gören, görücü.
  • Gören, iyi gören. (Farsça)

binaen / binâen / بناء

  • Dayanarak, göre. (Arapça)

binende

  • Görücü, gören. (Farsça)
  • Tedbirli, ilerisini düşünen, akıllı. (Farsça)

biyoloji

  • yun. Canlı varlıkları inceliyen ilim. Hayvanları inceleyen bölümüne zooloji; bitkileri inceleyen bölümüne botanik denir. Biyoloji, incelediği konulara göre çeşitli isimler alır. Canlının dış yapısını inceleyen: Morfoloji; dokuları inceleyen; histoloji canlıların büyüyüp gelişmelerini: embriyoloji; h

bodur

  • Enine göre boyu kısa ve tıknaz olan.

Bolşevik

  • Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça "çoğunluk" anlamına gelen Bolşevik olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılacaktır.

    Kongreden sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği’ni kuracaklardır. Lenin ve Martov yandaşları kongredeki durumlarına göre Rusça “bolshinstvo” (çoğunluk) ve “menshinstvo” (azınlık) olarak adlandırılırlar. Kongredeki delegeler sürekli olarak saf değiştirdikleri için birleşim başarısız olacak ve parti fiilen ikiye bölünecektir.
  • Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça "çoğunluk" anlamına gelen Bolşevik olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılacaktır.

    Kongreden sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği’ni kuracaklardır. Lenin ve Martov yandaşları kongredeki durumlarına göre Rusça “bolshinstvo” (çoğunluk) ve “menshinstvo” (azınlık) olarak adlandırılırlar. Kongredeki delegeler sürekli olarak saf değiştirdikleri için birleşim başarısız olacak ve parti fiilen ikiye bölünecektir.

bülega / bülegâ

  • Adamına göre güzel söz söyleyenler.

burak

  • Binek. Cennet'e mahsus bir binek vâsıtası. (Kelimenin kökü; (Berk) dir. Burak'ın Hadis-i Şerife göre ta'rifi: "Merkepten büyük, katırdan küçük hacimde bir dâbbe ki; ayağını gözünün müntehasına basar." Bu ise bir berk ve elektrik sür'atini anlatır. (E.T. sh: 3150)

burc

  • Muayyen bir şekil ve sûrete benzeyen sâbit yıldız kümesi.
  • Tek hisar kule, kale çıkıntısı.
  • Dünyaya göre güneşin döndüğü yerin onikide bir kadarı.

bürokrasi

  • Hükûmet dairelerinde aşırı kırtasiyecilik, muamele çokluğu. İşlerin yürütülmesinde şekilciliğin ve idarî işlemlerin ağır basması hâli. Devlet görevlilerinden meydana gelen zümre veya sınıf. Memurlar sınıfı. Bürokrasi, her çeşit rejimde tahakküm vasıtası olmaktadır. Oysa İslâmiyet'te devlet makamları (Fransızca)

ca'feri / ca'ferî

  • Şiilerden İmam-ı Ca'fer-i Sâdık Hazretlerine bağlı olduklarını iddia edenler.Bütün mânâsıyla İslâmiyet'e bağlı olup şeriatın emirlerine göre amel eden ve Âl-i Beyt'in büyük bir dinî şahsiyeti olan İmam-ı Ca'fer-i Sâdık Hazretlerine bağlılık iddiasının doğru olması için, o zat gibi olmağa ve Hz. Muha

cadı

  • Avrupa'da putperestlik çağından beri gelen bir inanca göre, şeytanın gücünü kullanarak büyü yolu ile insanlara kötülük eden, felâketler getiren kadın. Bu bâtıl inanç yüzünden birçok yaşlı masum kadın, cadı diye Hristiyanların kurduğu Engizisyon mahkemeleri kararıyla yakılmıştır.

cadib

  • Kusur görücü. Başkalarının noksan taraflarını gören.

cahim / cahîm

  • Cehennem'in dördüncü tabakasına verilen ad. Güneşe ve yıldıza tapanların azab göreceği Cehennem.

cazibe kanunu

  • Madde âleminde geçerli olan Cenab-ı Hakk'ın tekvini bir kanunudur. Bu kanuna göre iki madde birbirini aralarındaki mesafe ile ters orantılı; kütle ve miktarlarıyla orantılı olarak çeker.

cebrail / cebrâil

  • Allah tarafından peygamberlere vahiy getirmekle görevli melek.

cehennem

  • Allah yerine, tabiat, madde, sebepler vb. yaratılmış şeyleri ilâh kabul eden; Allah'a kul olacaklarına, arzularına ve heveslerine, başka insanlara ve mahlukata kul olanların işledikleri cürüm ve suçtan dolayı İlâhi adaletle ceza görecekleri yer. Cehennem'in varlığını bütün geçmiş peygamberler ve onl
  • Kâfirlerin devamlı, günahkâr müslümanların ise, günahları kadar âhirette azab görecekleri yer.

ceher

  • Gündüzleyin bir şeyi görememek. (O kimseye "echer" derler)

cemaat

  • Topluluk. Bir yere toplanmış insanlar. Takım, bölük.
  • Fık: Bir imama uyup namaz kılan müslümanların heyeti. Bir mezhebe tâbi bir heyet teşkil eden ahali.
  • Aralarındaki münasebetleri din, örf ve âdetlere göre tanzim eden, akrabalık, komşuluk, hemşehrilik gibi rabıtalarla birbiri

cemaziyelahir

  • Hicrî takvime göre altıncı aya verilen isim.

cercis

  • (A.S.) : (Circis) Taberi tarihine göre: İsâ Aleyhisselâmdan sonra gelmiş ve Filistinde yaşamış ve onun şeriatı ile amel etmiş olan bir peygamberdir. Yedi sene içersinde tebliğde bulunarak çok işkencelere maruz kalmış, müteaddid defalar öldürülmüş ve mu'cize ile dirilerek tekrar tebliğ vazifesine dev

cereyan-ı nemrudane / cereyan-ı nemrudâne

  • Nemrud gibi zulüm ve zorbalıkla ve dinsizlikle iş gören akım.

çeşm-i istikbal-bini / çeşm-i istikbâl-binî

  • Gelecek zamanı, istikbâli gören göz. Kuvve-i kudsiye ve ferâset ve basiretle ileriyi bilen nazar.

cezalet

  • Rekâketsiz ifade.
  • Güzellik.
  • Müdebbirlik, akıllılık.
  • Azim, büyük.
  • Edb: Kelimeler, ince veya sert söylenişlerine göre; elfâz-ı cezle veya elfâz-ı rakika diye ikiye ayrılır. Elfâz-ı cezle: Söylenişte tatlılığı bulunan veya heybet, ululuk, çarpışma, korkutma, yıld

cifirce

  • Cifir ilmine göre.

cifren

  • Cifir ilmine göre.

cihan-bin

  • Dünyayı, cihanı gören. Allah. (Farsça)
  • Göz. (Farsça)

çımacı

  • Vapurda ve iskelede çımayı atıp tutmak vazifesiyle görevli tayfa.

cop

  • Polis ve polis görevlisi askerlerin taşıdığı, kauçuktan yapılma sopa.

cümmel

  • (Cümel) Harflerin, sayı kıymetine göre hesaplanması. Ebced.
  • Bir kaç urganın birleştirilmesinden meydana gelmiş olan çok kalın gemi halatı.

daire-i hindiyye / dâire-i hindiyye

  • Namaz vakitlerinin tesbitinde kullanılan ve güneş gören düz bir yere çizilen dâire veya bu şekle uygun olarak yapılan âlet.

dakika-bin

  • İncelikleri bilen, ince noktaları gören. (Farsça)

dall-i bi-l fehva / dâll-i bi-l fehvâ

  • (Dâllibilfehvâ) Fık: Söylenen sözün veya ifâdelerin hülâsasından çıkan mânaya göre delil ve işaret olmak.

dall-i bi-l işare

  • (Dâllibilişâre) Sözdeki mânanın işâretine göre delil olmak. Üç nevi delâletten biri ile sevkedildiği mânanın gayrisine yâni; söylenince maksud-u asli olmayan bir mânaya delâlet eden lâfızdır. Meselâ: "Cenab-ı Hak bey'i helâl, ribâyı haram kılmıştır." ibâresi, bey', yani alış-veriş ile ribâ (fâiz) ar

dare

  • Vazife, görev, ödev. (Farsça)

darül hikmetil islamiye

  • (Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye) Bu teşkilât, son devirlerde gerek imparatorluk ve gerekse İslâm Aleminde ortaya çıkan bir takım dini mes'elelerin halli ve İslâma yapılan hücumların İslâm ahkâmına göre cevaplandırılması için 12 Ağustos 1334 (25 Ağustos 1918) tarihinde 5. Mehmed Reşat ve Şeyhülislâm Musa

delil-i ihtirai / delil-i ihtirâî

  • Kâinatta her bir varlığın kendinden beklenen neticeleri yerine getirebilecek şekilde kabiliyetlerine göre en üst derecede yoktan yaratılması.

derecat-ı şemsiye

  • Eski Kozmoğrafyaya göre; güneşi döndüğü farzedilen dâirenin on iki burca tekabül eden kısımları.

dernek

  • Eğlence için yapılan toplanma.
  • Düğün.
  • Cemiyetler kanununa göre kurulmuş cemiyet.

ders-i belagat / ders-i belâgat

  • Belâgat dersi; sözün düzgün, kusursuz olarak hâlin ve makamın icabına göre söylenmesini öğreten ders.

deruhde

  • Deruhde edilmek: Üste alınmak, görev bilinmek.
  • Deruhde etmek: Üstüne almak.

diktatör

  • Mevcut kanunları çiğneyerek, örf ve adalet esaslarına aykırı olarak, devleti keyfine göre idare eden devlet adamı. Müstebid. (Fransızca)
  • Devleti keyfine göre idare eden "ulu" önder.

din

  • Peygamberin bildirdiği biçimde kulluk görevlerini belirleyen ilâhî nizam.

dirayet tefsiri / dirâyet tefsîri

  • Resûlullah'tan sallallahü aleyhi ve sellem gelen rivâyetler (açıklamalar) esas alınarak, Kur'ân-ı kerîmin lisan bilgilerine ve zamanın fen bilgilerine, aklî ilimlere göre yapılan açıklaması. Bu tefsîre ma'kul, re'y tefsîri ve te'vîl de denir.

divan-ı ahkam-ı adliye / divan-ı ahkâm-ı adliye

  • Huk: Kanunlara göre, bakılacak dâvalarla ilgilenmek üzere 1284 yılında kurulan ilk nizâmiye mahkemesi.

diyet-i kamile / diyet-i kâmile

  • Huk: Öldürülen şahsın nefsine bedel olarak, câniden veya ailesinden alınan tam diyet olup, miktarı öldürülen kişiye göre değişir.

duhan-ı mübin

  • Aşikâre duman. (Bu duhan hakkında iki tefsir rivayet olunmaktadır. Birisi: İbn-i Mesud Hazretlerinden mervi olduğuna göre; şiddetli açlık ve kaht seneleridir. Çünkü çok aç olan kimseye, gerek gözlerinin za'fından ve gerek çok kuraklık ve kahtlık senelerinde havanın fenalığından, semâ dumanlı görünür

dur-bin

  • Uzak gören. Uzağı gösteren âlet. (Farsça)

dürbin / dürbîn

  • Uzaktan gören, dürbün.

ebced

  • Arabça Eski Sâmi alfabesindeki harf sırasının sayı değerine göre tertiplenmesinden meydana gelen birinci kelime. Bu tertip İbrâni ve Süryâni Alfabesindeki harfleri içine alır. İbâredeki kelimelerin sırası ve harflerin rakam değerleri şu suretle gösterilmektedir (Ebced), (Hevvez), (Hutti), (Kelemen),

ebced hesabı

  • Arapça harflerin sayı değerlerine göre tarih düşürme işlemi.

eblağ

  • Yerinde adamına göre güzel söz söylemenin en üstünü.

eflatuniye

  • Eflâtuna göre olan felsefe, düşünüş (Plâtonizm). Çok ileri veya parlak devir.

ehl

  • (Ehil) Yabancı olmayan, alışık olduğumuz.
  • Dost, sahip, mensup. Evlâd, iyal. Kavm, müteallikat. Usta, muktedir ve becerikli anlamıyla ehil ve ehliyet İslâmiyette önemli bir husustur. Dinimiz, bize işleri ehline vermemizi emreder. Cemiyette işler, mevkiler, makamlar, görevler, ehline v

ehl-i hal / ehl-i hâl

  • Hâlden anlayıp, duruma göre idâre eden kimse. İlâhi tecellilere ve mânevi feyze mazhar olan. (Farsça)

ehl-i keşfe'l-kubur / ehl-i keşfe'l-kubûr / اَهْلِ كَشْفَ الْقُبُورْ

  • Kabir ehlinin hâlini görenler.

ehl-i keşif / اَهْلِ كَشِفْ

  • İlâhî sırları görenler.

ehl-i keşif ve şuhud

  • Gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Allah'ın lütuf ve ihsanıyla bilen ve gören kimseler.

ehl-i sahv

  • Uyanık iken hakikatlere görerek ulaşan Allah dostları.

ehl-i salahat / ehl-i salâhat

  • Dine göre yaşayanlar, salih kimseler.

ehl-i şuhud

  • Gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Allah'ın lütuf ve ihsanıyla gören kimseler.
  • Kâinatta tevhid delillerini aynen seyreden, İlâhi ve gizli sırlarını Hakkın izni ile gören şuhud ehli. Veli. (Farsça)
  • Görecek derecede kat'i kanaat sâhibi olan enbiyâ ve evliyalar. (Farsça)

ehl-i zahir / ehl-i zâhir

  • Âyet ve hadislerin sadece lâfızlarına, şeklî mânâlarına göre tefsir yapıp hüküm veren âlimler.

el-hükmü li'l-ekser

  • Hüküm çoğunluğa göre verilir.

elhükmü-li-l ekser

  • Çokluğa, ekseriyete göre karar verilir. Hüküm ekseriyete göredir.

elhükmülilekser

  • Hüküm eksere göre verilir.

elkab

  • (Tekili: Lakab) Lakablar, namlar. Rütbe ve makam sahiblerinin derecelerine göre söylenen ve çok zaman hürmet ifâde eden isimler.

elkıssa

  • Sözün kısası, sözden anlaşıldığına göre, hülâsa.

emanet-i hilafet / emanet-i hilâfet

  • Peygamberimizin (a.s.m.) vekili olarak Müslümanların din ve dünya işlerinin tedbirini gören genel başkanlık emaneti.

emanet-i kübra / emanet-i kübrâ

  • Benlik duygusu; büyük emanet; başka varlıkların yüklenmekten çekindiği ve insanın yüklendiği İlâhî görevler, yükümlülükler.

emirkulu

  • Aldığı emri yapmağa mecbur olan, verilen emri yerine getirmekle görevli kimse.

emr-i nisbi / emr-i nisbî

  • Bir diğerine göre var olduğu kabul edilen iş, olgu.
  • Kıyas ile olan emir. Öncekilerine veya diğerlerine göre olan iş veya emir veya hâdise. İllet-i tâmme istemiyen ve vücud-u haricisi bulunmayan emir.

emr-i rabbani / emr-i rabbânî

  • Bütün varlıkları yaratılış gayelerine göre terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutan Allah'ın emri.

emr-i teklif

  • Görev emri.

Emzik / Bibs / Kidful

  • About Page template By Adobe Dreamweaver CC
    sample

    Bibs Kauçuk Emzik


    Söz konusu emzik olunca, BIBS Colour gerçek bir klasik. Yaklaşık 40 yıldır Danimarka'da tasarlanıp üretilen BIBS Colour emzikler, %100 doğal kauçuk ucuyla, hava akışı sağlayan delikleri ve cilt tahrişini önlemek için geliştirilen hafif eğimli yapısı ile gerçek bir efsane! BIBS Colour, yuvarlak ve yumuşak kauçuk uç kısmı ile anne memesine en yakın forma sahip olduğundan, çocuklar tarafından kolay kabul ediliyor. Anne memesini taklit ederek, emiş sırasında hava akışı sağlıyor. Ultra hafif ve sağlam yapısı ile bebeğinizi yormuyor. BPA, PVC ve phthalates gibi zararlı maddeler içermiyor ve dünyaca geçerli EN 1400 standardına göre üretiliyor. Hiçbir emzik markasında göremeyeceğiniz kadar fazla renk çeşitine sahip olan BIBS Colour, klasikleşen zamansız tasarımı ve elegant duruşu ile tasarım ve işlevselliği birleştiriyor. BIBS Colour, bir emzikten beklenen tüm detaylara sahip olmasının yanısıra; bir emzikten beklenmeyen güzellikte tasarımı ile, tüm dünyada hem anneleri hem çocukları kendine hayran bırakıyor…

    https://www.kidnkind.com/bibs

sample

Kidful Bitkisel Boyalı Emzik Askısı


KIDFUL Emzik Askıları, çocuk ürünlerinde kullanıma uygun olan, en kaliteli %100 gerçek deriler kullanılarak EN 12586 standartlarına göre üretilir. KIDFUL'un organik serisinde kullanılan boyalar tamamen bitkiseldir ve kimyasal madde içermez. KIDFUL'un özel olarak üretilen metal klipsi kurşun ve krom içermez. Metal klipsin kıyafetlere zarar vermemesi için, klips içerisinde plastik aparatı bulunur. KIDFUL emzik askısını, güçlü lastik ve güçlü bağlantı yapısı ile, uzun seneler yıpranma sorunu yaşamadan kullanabilirsiniz...
https://www.kidnkind.com/kidful


Kidnkind Emzik Anne Bebek ve Tekstil Ürünleri Ticaret Limited Şirketi


Web sitesi :www.kidnkind.com

Telefon : 0(216) 606 21 06

(www.kidnkind.com)

erbab-ı belagat / erbab-ı belâgat

  • Belagatçılar; sözü düzgün, kusursuz, hâlin ve makamın icabına göre söyleme san'atını bilenler.

erdeb

  • Bir ağırlık ölçüsüdür. Arab ülkelerinde kullanılır. Miktarı, İstanbul kilesiyle dokuz kileyi karşıladığı gibi, kullanıldığı mahalle göre de değişir.

erzal

  • (Tekili: Rezil) Reziller. Kepâzeler. Herkesten hakaret ve nefret görenler.

eş'ari / eş'arî

  • Eş'arî mezhebi veya o mezhepte olan. Asıl adı Eb-ul Hasan-ül-Eş'arî olan İmam-ı Eş'arî, Ehl-i Sünnet itikadını âyetlere, hadislere göre izah ve şerh ederek tesbit etmiştir. Ehl-i Sünnet Mezhebi itikadına tercümanlık ederek İslâmiyet'e büyük hizmet etmiştir. (Hi. 260-324) İtikada dâir meydana koyduğu

eshab / eshâb

  • Mümin olarak Hz. Muhammed (s.a.v.)'i gören ve mümin olarak ölen müslümanlar. (Bak: ASHAB)

eshab-ı kiram / eshâb-ı kirâm

  • Mü'min olarak Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemi gören ve mü'min olarak öldüğü bilinen mübârek insanlar ve cinler.

etbautebe-i tabiin / etbautebe-i tâbiîn

  • Sahâbe ve Tâbiînden sonra Peygamber efendimizin övdüğü nesillerden üçüncüsü olan Tebe-i tâbiîni görenler.

evsaf-ı nisbiye / evsâf-ı nisbiye

  • Kıyaslamayla olan vasıflar; diğerlerine göre diye anlatılan vasıflar.
  • Ölçü ve kıyasa göre olan vasıflar. (Sıcaklık, soğuklukla bilindiği, karanlık derecesi aydınlıkla görüldüğü gibi.) (Farsça)

eyyam-ı kur'aniye

  • Kur'an-ı Kerim'e göre olan günler (...Semavatta herhangi bir kürenin kendi etrafında bir defa dönmesi ile gün; mensub olduğu seyyarenin etrafında bir defa dönmesi ile de senesi meydana gelir. Her yıldızın kendine göre bir günü ve senesi vardır. Meselâ: Şems-üş-şumusun bir günü ellibin sene ve Şi'ra

ezani saat / ezanî saat

  • Ezanın kendine göre ayarlandığı saat. Her hangi bir yerde güneşin tam gurub ettiği andan, sonraki gün aynı vakte kadar, 24 saat olmak üzere ayarlanmış saat.

farize-i hilkat

  • Yaratılış görevi.

farz

  • Zorunlu görev.

farz-ı kifaye-i cihad

  • Müslümanların bir kısmının mutlaka yapması gereken cihat görevi.

farziye

  • (Çoğulu: Farziyyât) Bazılarına göre kabul edilir sayılan. Mevhum ve itibarî olan. Aslı isbat edilmemiş hüküm.

fenafirresul

  • (Fenâ fir-resul) Tas: Bütün varlığını Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) manevî şahsiyetinde yok etmek mânasına gelir. Hassaten, sünnî olan tarikat mensubuna göre Hz. Peygamber'in (A.S.M.) rivayet yolu ile nakledilen hadisleri ile beraber hareketlerini benimsemek ve O'na en küçük mes'elede aykırı hareke

fennen ve hikmeten

  • Fenlere ve ilimlere göre.

feraiz-i ilahiye / ferâiz-i ilâhiye

  • Allah'ın zorunlu kıldığı görevler, farzlar.

ferraş

  • Cami, mescid, imaret gibi müesseselerin temizliğini sağlamak; ve kilim, halı ve hasır gibi mefruşatını yayma hizmetleriyle vazifeli olan kişiler hakkında kullanılır bir tâbirdir. Ferraş; arapçada, yayıcı, hizmetçi, döşeyici anlamlarına gelir. Yeniçeri teşkilâtında bu işi görenlerle, Kâbe'yi süpürenl

ferverdin / ferverdîn / فروردین

  • İran takvimine göre baharın ilk ayı. (Farsça)

filvaki'

  • Vâki hâle göre. Vakide olduğu gibi.

firavuncuk

  • Küçük bir Firavun; kendini Firavun gibi ilâh seviyesine çıkaracak derecede büyük gören.

firavuncuklar

  • Kendini Firavun gibi ilâh seviyesine çıkaracak derecede büyük görenler.

firavunlaşmış

  • Firavun gibi kendisini üstün gören, tanrılık iddiasında bulunan.

firavunluk

  • Firavun gibi kendini beğenen, kendini üstün gören.

fırka-i dalle / fırka-i dâlle

  • Âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere kendi görüş ve akıllarına göre mânâ vererek, doğru yoldan ayrılıp dalâlete (yanlış ve bozuk yollara) sapmış fırkalardan her biri.

fizyoloji

  • Doku ve organların vazifelerini ve bu görevlerin nasıl yapıldığını inceleyen ilim kolu.

gamtaş

  • Gözü zayıf gören.

gamz

  • (Çoğulu: Gamuz) Göz yummak, gizli olmak, yumuşak muamele etmek.
  • Kolay görerek ihmal etmek.
  • Çukur yer.

garameten

  • Herkese eşit olarak, taksim ederek, paylaştırarak, hakkına göre.

gardiyan

  • Hapistekileri bekleyen görevli.

gayb-bin / gayb-bîn

  • Gaybı gören, görünmeyen âlemden haber veren.
  • Gaybı gören. Herkesin bilemediği geleceği feraseti ile hissedip bilen. İstikbalden haber veren. (Farsça)

gaybbin / gaybbîn

  • Gaybı gören.

gayr-ı zahid / gayr-ı zâhid

  • Dünyanın zevk ve süslerine dalan ve kulluk görevini ihmal eden.

gılman / gılmân

  • (Tekili: Gulâm) Bıyığı yeni bitmiş gençler.
  • Cennet'te hizmet gören delikanlılar.
  • Köleler, esirler.
  • Hizmet gören delikanlılar. Köleler, esirler.

güfte

  • Her hangi bir makama göre bestelenen manzume.
  • Farsça "söylemek" demek olan "güften" mastarından gelen bu tabirin mânası, söylenmiş söz demektir.

gül

  • Küçük ve dikenli bir ağaçta olup şeklinin ve kokusunun güzelliği ile meşhurdur. Şairlere göre bülbülün sevgilisidir. Pek çok cinsi vardır. (Farsça)

güvah

  • Şahit. Gören. Bilen. Tanıyan. (Farsça)

h / ه ح خ

  • Osmanlı alfabesinin sekizinci harfi.
  • Ebced alfabesine göre sayısal değeri: 8.

habir-i basir / habîr-i basîr

  • Kendisine hiçbir şey gizli kalmayacak şekilde bilen, herşeyden haberdar olan ve her şeyi gören Allah.

haccam / haccâm

  • Kan alma görevlisi.

hacer-ül esved

  • (El-Hacer-ül Esved) Kâbe'de bulunan meşhur siyah taş. Rengi siyah olduğundan "Esved" denmektedir. (İslâm Ansiklopedisi'ne göre: Kâbe'nin şark köşesinde olup, yerden bir buçuk metre yükseklikte kapıya yakın bir yerde yerleştirilmiş, üç büyük ve bir kaç tane de küçük parçadan müteşekkil ve gümüş bir h

hadis-i mürsel / hadîs-i mürsel

  • Sahâbe-i kirâmın ismi söylenmeyip, Tâbiîn'den (Sahâbeyi görenlerden) birinin, doğruca Resûl-i ekrem buyurdu ki dediği hadîs-i şerîfler.

hadise-i muhammediye / hâdise-i muhammediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) peygamber olarak görevlendirilmesi.

haid / hâid

  • Hayız (âdet) gören kadın.

hak nazarında

  • Hak ve hukuk kurallarına göre; İlâhî adalete göre.

hak-bin / hak-bîn

  • Hakkı gören. Hak veren. Hakka imân eden. Hakka inanan. (Farsça)

hakaik-i hakikiye / hakâik-i hakikiye

  • Göreceli olmayan, asıl mahiyeti ve zatı itibariyle hakikat, gerçek olan şeyler.

hakaik-ı nisbiye

  • Nisbete, ölçüye göre olan hakikatlar.

hakaik-i nisbiye / hakâik-i nisbiye

  • Göreceli olan hakikatler, bir diğerine göre hakikat olan şeyler.

hakbin / hakbîn

  • Hakkı gören.

hakem

  • Her şey hakkında küllî ve genel hükmü veren ve her şeyi küllî hükme göre adalet ve denge ile yaratan Allah.

hakikat nazarı

  • Gerçeği gören bakış.

hakikat-bin / hakikat-bîn

  • Gerçeği gören.
  • Hakikatı gören.
  • Hakikatı gören, hakikatı anlayan. Hakikatşinas. Hakikata inanan. (Farsça)

hakikat-i rahimane-i müdebbirane / hakikat-i rahîmâne-i müdebbirâne

  • Merhamet ve tedbirle iş gören bir zâta yakışan hakikat.

hakikatbin / hakikatbîn / hakîkatbîn

  • Hakikati gören.
  • Hakikatı gören.

hakim-i müdebbir / hâkim-i müdebbir

  • İlmiyle herşeyin sonunu görüp idare eden, ona göre hikmetle iş yapan Allah.

hakk-binane / hakk-bînane

  • Hakkı tanıyana göre. (Farsça)

hal'i

  • Azli, görevine son verilmesi.

halife-i şahsi / halife-i şahsî

  • Fahr-i Kâinat (a.s.m.) Efendimizin vekili olarak Müslümanların başkanlığını yapan ve İslâmiyeti korumak ve yaşatmakla görevli olan zâtın şahsı, kendisi.

hamele-i arş

  • Arşı taşımakla görevli dört büyük melek.

hane-i avarız

  • Avarız ve bedel-i nüzul ve buna benzer vergiler ve tekâlifin toplanmasında tutulan ölçü. Buradaki hanenin, lügat mânası olan evle münasebeti yoktur. Kasabalar, köyler nüfuslarına ve emlâk ve arazilerinin miktar ve hâsılatlarına göre hane itibar edilir ve mahallî masraflarla sair vergiler ona göre ta

hanefice / hanefîce

  • Hanefî mezhebine göre.

harac-ı mukasseme

  • Arazinin hâsılatından yerin tahammülüne göre alınacak bir vergidir. bu harac, hâsılata taallûk eder. Bir sene içinde hâsılat tekerrür ederse bu harac da tekerrür der. Fakat mahsulât mevcud olmayınca bu vergi de alınmazdı.

hareket

  • Kımıldanma. Davranış. Yola çıkmak. Bir cismin sabit bir noktaya göre yerinin veya durumunun değişmesi. Sarsıntı.

harf-i mezid

  • Arabçada masdar olan kelimeye harf ilâvesi ile başka masdar yapılır. Bu ilâve edilen harflere "Harf-i mezid" denir. Meselâ: kelimesinde harf-i aslî üçtür. (mükâtebe) dendiği zaman, "Müfâale masdarı şekline göre, mim ve elif harfleri, harf-i meziddendir" denir.

harfiye

  • Kendi başına müstakilen bir mânası ve te'siri olmadığı halde, kendi cinsinden bir topluluğun içinde olduğu zaman ancak bir vazife gören şeylere denir.

harita

  • yun. Yeryüzünün veya bir parçasının belli bir ölçüye göre küçültülerek muvafık bir yere çizilen taslağı.
  • Dağarcık, kulplu kese.

hasb / حسب

  • Göre, nazaran, gereğince.
  • Göre, dolayı, için, cihetiyle.
  • Göre. (Arapça)

hasbel mevsim

  • (Hasb-el mevsim) Mevsime göre.

haseki

  • Tar: Vaktiyle sarayda görevli bazı subaylara verilen isim.

haşir ve neşir / حَشِرْ وَ نَشْرِ

  • Ölüleri dirilterek toplama ve amel defterlerine göre hak ettikleri yerlere dağıtma.

hasr-ı örfi / hasr-ı örfî

  • Örfen bir şeye ait kılma; örfe göre "el" takısı bazı cins isimleri özel isim derecesine yükseltir. Meselâ, "el-Kitap" sözüyle Kur'ân'ın kastedilmesi gibi.

havaic-i asliye

  • Fık: Mesken ile, eve lüzumlu eşyadan ve kışlık, yazlık elbise ile lüzumlu silâhtan, âletten, kitaptan ve binek (hayvan) ile hizmetçi ve bir aylık - sahih görülen diğer bir kavle göre; bir senelik - nafakaya mahsus erzaktan ibârettir.

haviye / hâviye

  • Cehennem'in yedinci tabakası. Burada inanmadıkları hâlde inanmış görünen münâfıklar ile müslüman iken İslâm dînini terk eden mürtedler azâb görecektir.

hayda'

  • Sıcak günlerde uzaktan görenin su sandığı serap.

hayr-i mukayyed

  • Bir kimseye hayırlı olduğu halde, diğer bir kimseye göre zararlı ve şer olan şey.

hayta

  • Serseri, serkeş kimse.
  • Ask: Osmanlılarda görevli bir sınıf askere verilen ad. Hayta birlikleri, üstün savaş kabiliyeti olan askerlerden kurulur, lüzumunda düşman topraklarına akın yapmak için de kullanılırdı. Sonraları düzenleri bozulduğunda eşkiyalığa başladılar; bundan dolayı "hayt

hayz

  • Sıhhatli bir kızın veya âdet zamânı son dakikasından îtibâren tam temizlik (hiç kan gelmeden en az on beş gün) geçmiş olan kadının önünden çıkan ve Hanefî mezhebine göre en az üç gün (ilk görülmesinden îtibâren yetmiş iki saat), en çok on gün devâm eden kan.

hazine-i amire / hazine-i âmire

  • Tar: Para işlerini yönetmek üzere kurulmuş olan müesseselerden birinin adı. Osmanlı Devleti'nin kuruluş devrelerinde para işleri "Beytülmal" denilen ve "Defterdar" adı verilen bir memurun idaresinde iken, sonraları teşkil olunan yeni idarelere göre çeşitli adlar verilmiştir. Hazine-i âmire, devlet k

hazinedar / hazînedâr

  • Hazine görevlisi.

hazır u nazır

  • Her yerde hazır olup, bilen ve gören, yardım eden veya herkese lâyık cezasını veren Allah (C.C.)

hazır ve nazır / hâzır ve nâzır / حَاضِرْ و نَاظِرْ

  • Bizzat bulunan ve gören.
  • Bulunucu, mevcut olucu ve gören.
  • Zaman ve mekandan münezzeh olarak her yerde var olan ve her şeyi gören, gözeten.

hazret-i azrail / hazret-i azrâil

  • Ruhları kabzetmekle görevli melek.

heca

  • (Hece) Dilin ve ağzın bir hareketi ile çıkan bir veya birkaç harf. Harflerin sesi. Harflerin seslendirilmesi.
  • Elif-bâ sırasına göre dizili harfler. Bir sözü harfleri ile söylemek.
  • Şekil. Kıyâfet.
  • Yemek.
  • Sükut etmek, susmak.

hem-kitab

  • Aynı dersi gören, talebe, öğrenci. (Farsça)
  • Aynı dinde olan, din kardeşi. (Farsça)

hem-matla'

  • Güneş ve ay gibi gök cisimlerinin ufakta doğdukları yerin veya zamanların aynı oluşu. Aynı meridyen üzerinde olup ay ve güneşi aynı saatlerde gören ülkeler.

heyet-i fa'ale / heyet-i fa'âle

  • Aktif, iş gören topluluk.

heyula / heyûlâ / هَيُولَا

  • Eski felsefecilere göre, cisimlerin aslı kabûl edilen madde.
  • Eski feylesoflara göre eşyânın aslı.

  • Arabça alfabede dokuzuncu harftir. Ebced hesabına göre 600 sayısına işaret eder.

hicri / hicrî

  • Resûlullah efendimizin hicreti ile başlayan hicrî kamerî veya hicrî şemsî takvime göre olan târih.
  • Hicretle başlayan takvime göre.

hidemat-ı amme / hidemat-ı âmme

  • Umuma ait vazifeler. Kamu görevleri. Millete fayda veren hizmetler.

hidemat-ı uhreviye / hidemât-ı uhreviye

  • Âhirete yönelik hizmetler, görevler.

hikmet-i basire / hikmet-i basîre

  • Her şeyi gören hikmet; herşeyi belli bir gayeye göre yerli yerinde yapan Allah'ın hikmeti.

hikmet-i san'at-ı rabbaniye

  • Bütün varlıkları yaratılış gayelerine göre terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutan Allah'ın san'atındaki hikmet, gaye, fayda, sır.

hilafet-i arziye / hilâfet-i arziye

  • Yeryüzü halifeliği; yeryüzünde Allah'ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde, insana verilen görev.

hilafet-i nübüvvet / hilâfet-i nübüvvet

  • Peygamberimizden sonra devam eden peygamberlik varisliği, vekilliği; tebliğ görevi.

hilafet-i ru-yi zemin / hilâfet-i rû-yi zemin

  • Yeryüzünde Allah'ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde insana verilen görev.

hin-i hacet / hîn-i hâcet

  • İhtiyaca göre, ihtiyaç vakti.

hiss-i zahiri / hiss-i zahirî

  • Dış dünyayı gören, algılayan his, duyu; göz gibi.

hizmet / خدمت

  • Hizmet, görev yapma. (Arapça)
  • Hizmet etmek: Görev yapmak. (Arapça)

hizmet-i cihadiye

  • Allah yolunda düşmanlara karşı savaşma görevi.

hizmet-i kur'an / hizmet-i kur'ân

  • Kur'ân hakikatlerini yayma görevi.

hodbin / hodbîn / خُودْب۪ينْ

  • Bencil, kendini gören.
  • Kendini gören, kendini beğenmiş.

hodrey

  • Kendi bildiğine giden. Kendi rey ve fikriyle iş gören. (Farsça)

hortlak

  • Bazıların hakikatsız ve batıl inanışına göre mezarda dirilip geceleri çıkarak dolaştığı tevehhüm edilen ölü. Cadı, vampir.

hudabin / hudâbîn

  • Hakkı ve hakikatı gören. Cenâb-ı Hakk'ı tanıyan.
  • Hakkı gören, Allahı tanıyan.

hükema ve ulema-yı zahiri / hükemâ ve ulemâ-yı zâhirî

  • Zahire ve dış görünüşe göre hüküm veren alimler ve filozoflar.

hükmi şahıs / hükmî şahıs

  • Şahıs gibi muamele gören cemiyet, şirket gibi birlik teşkil eden müessese.

hulefa / hulefâ

  • Halifeler; Fahr-i Kâinat (a.s.m.) Efendimizin vekili olarak Müslümanların başkanlığını yapan ve İslâmiyeti korumak ve yaşatmakla görevli olan zâtlar.

hulle

  • İslâmî nikâh hükümlerine göre üç defâ boşanmış bir kadının, tekrar aynı adam tarafından alınabilmesi için; başka bir erkek tarafından nikâhlanıp, düğün ve vaty olduktan sonra boşanması.

hurdebin-i akıl / hurdebîn-i akıl

  • Akıl mikroskobu; küçücük şeyleri görebilen akıl.

huruf-u heca / huruf-u hecâ

  • Alfabe sırasına göre dizili harfler.
  • Kelimelerdeki harflere ayrıca ses katan elif, vav, he, yâ harfleri.
  • Alfabe sırasına göre dizili harfler.

i'tibari / i'tibârî / اِعْتِبَار۪ي

  • Nisbi, göreceli.

iane-i cihadiye

  • Muharebe zamanında harbin icab ettirdiği fazla masrafları karşılamak ve yardım olmak için halktan alınan paralar. Miktarı, her mahallin iktidarı derecesine göre kaza ve liva üzerine merkezden tertib ve "tevzi defterleri"ne maktu' miktar olarak konulurdu. Bu çeşit vergi ve ianeler Tanzimat'tan sonra

ibahi / ibâhî / اباحى

  • Helal sayan, mübah gören. (Arapça)

ibn-i vakt

  • Zamanın uyarına giden, vaktin icaplarına göre hareket eden kişi. Zamane adamı.
  • Mizaç ve tabiata göre söz söyleyen kimse.

icab ve kabul-ü şer'i / icab ve kabul-ü şer'î

  • Şeriata göre "verdim" ve "aldım" ifadesi, ilkeleri.

icazet alma / icâzet alma

  • Eski medrese usûlüne göre bir öğrencinin hocasından öğrendiği ilimler hakkında yeterlilik belgesi alması.

icazet vermek

  • Medrese usulüne göre okuttuğu dersi bitiren talebeye hocası tarafından izin verilmesi. Bu tasdikan verilen mühürlü kâğıda "icazetname", icazet vermiş olan müderrise de "muciz" denilirdi.

idareten

  • İdare için. Kanun ile değil, işin gelişine göre yaparak. İdare yoluyla, işi idare ederek.

idbar

  • Geriye gitmek. Geri dönmek.
  • İşlerin ters gitmesi.
  • Talihsizlik.
  • Bir gezegenin diğer oniki burcun tertibine zıt olarak hareketi. (Asıl tertibe göre gitmesine de ikbal denir.)

ifa-i vazife / îfa-i vazife

  • Görevin yerine getirilmesi.

ifa-yı şükran / ifâ-yı şükran

  • Teşekkür görevini yerine getirme, teşekkür etme.

ifa-yi vazife

  • Görevini yapma, vazifesini yerine getirme.

ifa-yı vazife / îfâ-yı vazife / ایفای وظيفه

  • Görev yapma.
  • Îfâ-yı vazife etmek: Görev yapmak, görevini yerine getirmek.

ifa-yı vazife-i ubudiyet / ifâ-yı vazife-i ubudiyet

  • Kulluk görevini yerine getirme.

iksir

  • Çok te'sirli, her derde devâ sayılan mevhum cisim. Bir şeyin olmasına veya hastanın iyileşmesine sebeb olan ehemmiyetli madde.
  • Tıb: Oldukça şekerli ve kolayca alınabilen bir ilâç.
  • Eski kimyada: (Bazılarının söylediğine göre) kıymetsiz madenleri ve sair şeyleri altuna tebdile

iktidar / iktidâr / اقتدار

  • Güçlülük, kudret. (Arapça)
  • Görev başındaki yönetim. (Arapça)

iktifaen / iktifâen

  • Yetinerek, yeterli görerek.

ilm-i nahv

  • Arabî cümle bilgisi. Kelimelerin cümle içindeki yerlerini ve buna göre sonlarının aldığı durumlardan (harekelerden) bahseden ilim.

iltizamkarane / iltizamkârâne

  • Gerekli görerek.

ilyasin / ilyasîn

  • İlyas demektir. Bazı kıraetlerde "âl yasin" okunduğundan, her iki kıraete de mutabık olmak için imlâsı, "el yasin" suretinde yazılır.Yasin, İlyas Aleyhisselâm'ın babası olmakla Âl-i Yasin, yine İlyas demek olur. Yasin bir de Resul-i Ekrem'in isimlerinden olduğuna göre, bazıları Âl-i Yasin'den murad;

imam hatip mektebi

  • İmam ve hatip olarak din görevlisi yetiştirmek üzere kurulan okul.

imame / imâme

  • Eskiden müslümanların başlarına sardığı, bugün ise, sadece din görevlilerinin namaz kıldırırken ve dînî vazîfeleri yerine getirirken giydikleri başlık üzerine sarılan sarık.
  • Tesbîhin ucundaki uzun tâne.

iman-ı şühudi / îmân-ı şühûdî

  • Basîret (kalb gözü) ile müşâhede ederek, görerek olan îmân.

ind

  • Arapçada zaman veya mekân ismi yerine kullanılır. Hissî ve manevî mekân. Maddî ve manevî huzura delâlet eder. Nezd, huzur, yan, vakt, taraf gibi mânâlara gelir. Gayr-ı mütemekkindir. Yani harekeleri değişmez. İzafete göre zamanı ifade eder (Min) harf-i cerriyle birleşebilir. Bazan da zarf olmaz. Baz

indeke

  • Senin yanında. Sana göre.

indelba'z

  • (İnd-el ba'z) Bazılarına göre.

indelbüleğa

  • Adamına göre güzel söz söyleyenler yanında.

indelhace

  • İhtiyaca göre. İhtiyaç vaktinde.

indi / indî / عِنْد۪ي

  • Şahsi. Keyfi. Zati. Kendine göre.
  • Bana göre. Bence.
  • Kişiye göre.

indimizde

  • Bize göre, bizce, yanımızda. (Türkçe)

indiyyat

  • (Tekili: İndî) Birinin kendince uydurduğu şeyler. Bir kimsenin kendi görüş ve inanışına göre söylediği sözleri.

infaz

  • Sözünü geçirme. Bir hükmü yerine getirme.
  • Aldığı emre göre birisini öldürme.
  • Öte tarafa geçirme.

insan

  • (Bu kelimenin aslı, lugat âlimlerince "ins" den geldiği söylenir. Kamusta da kûfiun'a göre "Nisyan" kelimesinden geldiği zikredilmektedir.)Akıl, şuur ve imân ile diğer canlılardan ayrı, Cenab-ı Hakk'ın en mükerrem yarattığı mahluku olup, Rabbanî ni'metleri unutkanlığı dolayısıyla insan denil

insıraf

  • Çekilip gitme, çekilme, geri dönme.
  • Gr: İsimlerin kaide ve kurallara göre çekilebilmesi.

inzibat

  • Asayiş, düzen ve rahatlık. Umumi emniyetin iyi ve yolunda olması.
  • Sağlamlaşmak.
  • Polis vazifesini gören asker, ordu mensubu.

irade-i rabbaniye / irâde-i rabbâniye

  • Her şeyi yaratılış gayelerine göre terbiye ve idare edip, egemenliği altında tutan Allah'ın iradesi, dilemesi.

iris

  • yun. Gözümüzün saydam tabakasının arkasında olup, deliği, ışığın az veya çok miktarda olmasına göre genişleyip büzülen tabaka. Kuzahiye.İRKÂ' : Geciktirme.
  • İftira etme.

isbatiyecilik

  • Bu felsefe nazariyesine göre, isbat yolu ile yakîn, şüphesiz bilginin elde edilebilmesi, tecrübelerle müşahadelerle ve vakıalara istinaden mümkün olacağı iddia edilir. İsbat şeklini ve sahasını daraltıp sadece maddiyata münhasır kılan bu anlayış yalnız maddiyata ait mes'eleler için doğrudur.

ism-i hakem ve hakim / ism-i hakem ve hakîm

  • Varlıklar hakkında küllî hüküm veren ve o hükme göre sebepleri ve eşyayı hikmetle sevk eden Allah'ın ismi.

ism-i mensub

  • Gr: Kelimenin sonuna Türkçede "Li", Arabça ve Farsçada kelime sessiz harfle bitiyorsa, bir "î", sesli harfle bitiyorsa; yerine göre sesli harf atılarak veya atılmayarak "î" veya "vî" harfi getirilerek yapılan, nereli ve nereye mensub olduğunu ifade eden isimdir. İstanbullu, İstanbulî; Mekkeli, Mekkî

israfil / isrâfil

  • Sur borusunu üflemekle görevli büyük bir melek.

isti'fa / isti'fâ / استعفا

  • Affını isteme. (Arapça)
  • Görevinden ayrılma. (Arapça)

istibdad

  • Başlı başına olmak. Keyfî idare sistemi.
  • Zulüm ve tahakküm. İdaresi altındakilerin istemediği şeyleri yalnız kendi keyfine göre zorla ve zulümle yaptırmaya çalışmak. Kanun ve nizamlara bağlı olmayarak, çok defa da kanun namına kanunsuzluk yaparak, keyfi hükmünü icra ettirmek. Kimseyi

istidlal / istidlâl

  • Delîl getirme. Akıl ile, düşünerek, inceleyerek eseri (yapılan işi) görerek yapanı; yaratılmışları görerek yaratanı anlamak.

istihdam-ı ilahi / istihdam-ı ilâhî

  • Allah'ın hizmet ettirmesi, görevlendirmesi.

istihfafkarane / istihfafkârane

  • Küçümseyerek, küçük görerek, hafifseyerek, ehemmiyet vermeyerek. (Farsça)

istikbal-bin / istikbal-bîn

  • Geleceği gören.
  • Geleceği bilen ve gören. (Farsça)

istikbalbin / istikbâlbîn

  • Geleceği gören.

istisvaben

  • Beğenerek, doğru bularak, mâkul görerek.

iştiyak

  • Fazla arzu ve şevk. Tahassür. Hasret çekmek. Özlemek. Göreceği gelmek.

ita'at / itâ'at

  • Söz dinleme, boyun eğme, emre göre hareket etme. Sözünden çıkmama.

itaat

  • Alınan emre uymak. Söz dinlemek. İnkıyad etmek. Boyun eğmek. Âmirin meşru emirlerini dinleyip ona göre hareket etmek.

itibari / itibârî

  • Gerçekten öyle olmadığı hâlde öyle sanılan ve insanlar tarafından öyle kabul görmüş olan, göreceli.

ittifak-ı vazife

  • Aynı görevde birleşme.

ittihad-ı millet / ittihâd-ı millet

  • Milletin birliği; aynı topraklar üzerinde yaşayan ve aralarında din, dil, duygu, ortak tarih, ülkü, gelenek ve görenek birliği olan insan topluluğunun birlik ve beraberliği.

ıyd-ı edha / ıyd-ı edhâ

  • Kurban bayramı. Kamerî seneye göre Zilhicce ayının onuncu, on birinci, on ikinci ve on üçüncü günleri.

ıyd-ı fıtr

  • Ramazan bayramı. Kamerî seneye göre Şevvâl ayının birinci günü.

izafi / izâfî / اضافى

  • Başka bir şeye göre olan; bağlı olduğu şeye göre değişen; rölatif.
  • Nisbî, göreceli.
  • Göreli, göreceli.
  • Göreceli. (Arapça)

izafiyyet / izâfiyyet / اضافيت

  • Görecelilik. (Arapça)

jandarma

  • Asayişle görevli asker.

kadı / kâdı

  • İslâm hukûkuna göre hüküm veren hâkim.

kadir-danlık

  • Kadirbilirlik. Herkesin mertebesini bilip ona göre muamele yapan. Kadir ve kıymet bilen.

kaideten

  • Kaide ve hükümlere göre. Kurala uygun olarak.

kalender

  • Dünyayı terkederek elini çekip Allah yolunda giden kimse. (Farsça)
  • Dünyâdan elini çekip herşeyi hoş gören kimse. (Farsça)
  • Dünya alâkalarından uzak, alâyişe aldanmaz hakikat adamı. Filozof. (Farsça)

kamarot

  • Vapurlarda kamaraların hizmetini gören adam.

kameri sene / kamerî sene

  • Arabi aylara göre olan yıl. Senesi 360 gün olan yıl.

kamuflaj

  • Gizlenme, örtme. Aldatma gayesiyle yapılan tertibat. Daha ziyade harp zamanlarında araçlar ile insanların, bulundukları mekâna göre kılığa girmeleri. (Fransızca)

kanunen

  • Kanuna göre. Kanunca. Kanuna uyarak. Kanun yolu ile.

kanuni / kanunî

  • Kanuna göre, uygun.

kari'

  • (Kari'e) (A, uzun okunur) Okuyucu. Okuyan.
  • Âbid ve zâhid olan.
  • Kur'anı tecvide göre okuyan.

katibane / kâtibane

  • Kitâbet kaidesine göre, kâtipcesine.

kayd-ı haysiyet / قَيْدِ حَيْثِيَتْ

  • Bulunduğu yere göre.

kaynata

  • Karı ve kocaya göre birbirlerinin babası.
  • Kayınpeder.

kayyum

  • (Kıyâm. dan) Camilerde iş gören kimse. Cami hademesi.

kazaskerler

  • Osmanlı Devletinde ilmiye sınıfının en yüksek mertebesinde bulunan devlet görevlileri; askerî kadılar.

kazi

  • (A, uzun okunur) Dâvalara hüküm ve kaza eden. Şeriat kanunlarına göre dâvalara bakan hâkim. Kadı.
  • Yapan, yerine getiren.

kaziye-i felekiye

  • Gök ilmi hükmüne göre; astronomi ilminin hükmü.

kecbin

  • Şaşı. (Farsça)
  • Eğri gören. (Farsça)
  • Yanlış ve ters düşüren. (Farsça)

kefalet

  • Kefillik. Bir kimse kendine âid bir işi yapamadığı veya borcunu ödeyemediği takdirde, yerine onun işini göreceğini kabul etmek.
  • Birine kefil olmak. İşini üzerine almak.

kelil

  • Körleşmiş.
  • Az gören, donuk gören göz. Uzağı veya yakını iyi göremiyen göz. Miyop veya hipermetrop göz.
  • Kesmez olan âlet.
  • Çakal.
  • Yorulmuş kişi, yorgun kimse.

kelile / kelîle

  • Az gören, çakal.

kemal-i belagat / kemâl-i belâgat

  • Hal neyi gerektiriyorsa tam ona göre, mükemmel bir şekilde konuşma.

kemter

  • Aciz. Fakir. İtibarsız. (Farsça)
  • Başka şeylere göre daha az olan. Pek aşağı. (Farsça)
  • Noksan, eksik. (Farsça)

keşfen / كَشْفاً

  • Perdeli hakîkati görerek.

keyfi / keyfî

  • İsteğe, arzuya göre.

keyfi muamele / keyfî muamele

  • Kendi istek ve hislerine göre davranma.

kitabet

  • Yazmak. Kâtiblik. Usulüne göre bir şeyi yazmak.

kıyas

  • Bir şeyi bir şeye benzeterek veya ona göre tutarak hüküm verme.
  • Benzetme, genel kurala uydurma.
  • Hakkında âyet ve hadis olan benzerlerine göre hükmetme.

küçük günah

  • Fitne çıkarmak, adam öldürmek, zinâ etmek gibi büyük günahlara göre daha küçük sayılan günahlar, yasaklar, mekrûhlar.

küçük havuz

  • Hanefî mezhebine göre alanı yirmi beş metrekâreyi bulmayan havuz.

kühulet

  • Orta yaşlılık. (35-40 yaş arası) Olgunluk çağı. Bazılarına göre: Yirmibir ile altmış yaşa kadar olan insanın hayat devresi. Veya otuz ile elli arası.

Kulleteyn

  • Alıntı:
    "iki kulle" (yaklaşık 13 ton) su. Durağan suyun temiz ("tahir") sayılabilmesi için Şafii mezhebine göre bu kadar olması yeterliydi. Daha az olamazdı. Bu kadar oldu mu, içinde ne bulunursa bulunsun "temiz"di artık. "pislik"lerle dolu bile olsa...

    Turan Dursun, Kulleteyn,
    Akyüz Kitabevi, 1990


kurra

  • (Tekili: Kari') Okuyucular. Kur'ân-ı Kerimi usul ve tecvidine göre okuyanlar. Dindar ve sâlih kimse.

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

kutah-bin / kûtah-bîn

  • Neticeyi göremiyen, basiretsiz, kısa görüşlü. (Farsça)

kutehbin / kûtehbîn

  • Kısa görüşlü. İleriyi göremez. (Farsça)

kütübhane

  • Kitapların bulunduğu salon veya bina.
  • Belli bir kaideye göre tasnif edilmiş kitaplardan meydana gelen bütün.
  • Kitap koymağa yarayan bölmeli dolap.

kuvve-i amile / kuvve-i âmile

  • İş yapan kuvvet. İnsan rûhuna âit iki kuvvetten birisi olan, fâideli ve başarılı işlerin yapılmasını sağlayan bilici kuvvetlerle edinilen bilgilere göre iş yapan kuvvet.

la müdebbire illa hu / lâ müdebbire illâ hû

  • İdare eden, ilmiyle her şeyin sonunu görüp ona göre hikmetle iş yapan Allah'tan başka ilâh yoktur.

la nazime illa hu / lâ nâzime illâ hû

  • Bütün kâinat ve varlık âlemini bir fayda ve gayeye göre düzenleyen Allah'tan başka ilâh yoktur.

lazy

  • Hiçbir dîne inanmıyanlar ile müşriklerin (Allahü teâlâya ortak koşanların) azâb görecekleri, Cehennem'in altıncı tabakası.

ledün

  • İnd kelimesi gibi, zaman ve mekân zarfıdır.Hel-i istifhâmiye mânasına geldiği de vaki'dir. Kamus Müellifine göre ledün ile leda, aynı şeydir. Başkaları ise tefrik etmişlerdir. Demişlerdir ki: Ledün kelimesi zaman ve mekânın evvel ve ibtidasından muteberdir. Onun için ekseri harf-i cer olan "min" kel

ledünn

  • (İlm-i ledünn) Garib bir ilim ismidir. Ona vakıf olan, mesturat ve hafâyayı, gizlilikleri münkeşif bir halde göreceği gibi, esrar-ı İlâhiyyeye de ıttıla' kesbeder. Bu ilm-i şerifin hocası ve sultanı Fahr-i Kâinat Aleyhi Ekmelüttahiyyât vessalâvât Efendimiz Hz. leridir. Bu ilmin ehli ise, Enbiyâ-ı iz

leff-ü neşr

  • Sarıp bağlama ve çözüp yayma. Birkaç isim yazdıktan sonra onların her birine ait özellik veya görevleri ayrıca sıralama. Bu sıralama isimlerin sırasına uygun sırada olursa "mürettep" adını alır. Olmazsa "müşevveş" adını alır.

len-terani / len-teranî

  • Beni aslâ göremezsin (meâlinde).

lenf

  • (Lenfâ) Tıb: İnce damarların içinde dolaşan beyaz kan. Kanın esasını teşkil eden sıvı.
  • Eski tıbba göre; ahlât-ı erbaa'dan birisi.

lenterani / lenterânî

  • Beni asla göremezsin!

lezzet-i nisbiye

  • İzafî, göreceli lezzet.

li

  • Gr: Lâm harfinin esre ile okunuşu. Bir kelimenin başına geldiğinde, "için, dolayı, ötürü, yüzünden, sebebinden" gibi mânâlara gelir. Kendinden sonraki isimleri cerreder. Yerine göre muhtelif isimler alır. Lâm-üt-tahsis ve temellük gibi.

limited

  • Mes'uliyetleri, koydukları sermayeye göre hudutlu olan ortaklık.

lisan-ı belagat / lisân-ı belâgat

  • Düzgün, kusursuz, hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme dili, üslûbu.

ma'kul

  • Akla uygun, akıllıca iş gören, anlayışlı, mantıklı.

maani-i cifriye

  • Bir ifadenin cifir ilmine göre taşıdığı mânâlar.

maddi felsefe / maddî felsefe

  • Aklı esas alıp herşeyi maddî ölçülere göre değerlendiren düşünce sistemi; materyalist felsefe.

mahall-i memuriyet

  • Görev yeri.

mahkeme-i şer'iyye

  • Şeriat mahkemesi. şeriat hükümlerine göre dâvalara bakan mahkeme.

mahmi

  • Korunan, himaye gören. Hıfzolan.

mahsur

  • Fersiz göz. Yorulmuş, uzun uzadıya bakmaktan donuklaşmış ve göremez olmuş göz.

makam-ı cifri / makam-ı cifrî

  • Cifir hesabına göre olan netice, sayı değeri.

makam-ı cifri ve ebcedi / makam-ı cifrî ve ebcedî

  • Ebced ve cifir ilmine göre verilen sayısal değer.

makbul

  • Kabul gören, geçerli.

mal-ı mütekavvim / mâl-ı mütekavvim

  • Kıymetli mal. İslâm'a göre yenilmesi, içilmesi, kullanılması ve faydalanılması mümkün olan mal.

malik-i yevmiddin

  • Herkesin dünyâda yaptığının mükâfat ve cezasını göreceği yer olan âhiretin, din gününün, mâliki, sahibi olan Allah (C.C.)

mana-yı hilafet / mânâ-yı hilâfet

  • Hilâfetin anlamı; Peygamberimizin vekili olarak Müslümanların din ve dünya işlerinin tedbirini gören genel başkanlık makamının anlamı.

mana-yı saltanat / mânâ-yı saltanat

  • Saltanat makamının ifade ettiği mânâ, görev.

mantıkan

  • Mantığa göre, mantıkça.
  • Mantığa göre. Mantıkça.

mantıken

  • Mantığa göre, mantıkça.

manzara

  • Dışarıyı görecek pencere.

mazlum / مظلوم

  • Zulum gören.

mazul / mazûl / معزول

  • Görevden alınmış, azledilmiş. (Arapça)
  • Mazul olmak: Görevden alınmak, azledilmek. (Arapça)

me'ani ilmi / me'ânî ilmi

  • Sözün yerinde kullanılmasından, hâle, duruma göre uğrayacağı değişikliklerden bahseden ilim.

me'mur

  • Emir ile hareket eden. Emir altında olan. Vazifeli. Kendi istediği gibi olmayıp başka emre göre çalışan. Bir emir alan. Bir işe tâyin olunmuş adam.

me'muriyet

  • Me'murluk. Vazife, görev, hizmet.

mealen / meâlen

  • Mânâca aynısı olmadan eksiği ile anlaşılan neticesi. Mânaya göre.

mecelle

  • Tanzîmât'ın îlânından sonra, Ahmed Cevded Paşa'nın başkanlığında bir komisyon tarafından hazırlanan; İslâm hukûkunun muâmelâta (alışveriş, şirketler, hibe v.b.) âit hükümlerinin Hanefî mezhebine göre maddeler hâlinde tertibinden meydana gelen kânunlar veya bu kânunları içerisine alan mecmûa.

medar-ı teklif / medâr-ı teklif

  • Görev ve sorumluluk sebebi.

medd-i nazar

  • Uzağa bakma. Gözün görebildiği kadar göz alımı.

mede-l-basar

  • Gözün görebildiği kadar.

medeniyet

  • Adaletseverlik, insanca iyi ve ferah yaşayış. Şehirlilik. Yaşayışta, içtimaî münâsebetlerde, ilim, fenn ve san'atta tekâmül etmiş cemiyetlerin hâli.
  • İslâmiyetin emirlerine göre, usulü dâiresinde yaşayış.

mefhum-ı muhalif / mefhûm-ı muhâlif

  • Lafızda zikredilmeyen mânânın, bizzat zikredilen mânâya, hükümde zıt olan mânâ. Mefhûm-ı muhâlif; Şâfiîlere göre, hüküm için sahîh, mûteber bir delîl olduğu hâlde, Hanefîlere göre böyle değildir.

mefhum-u kıyasi / mefhum-u kıyasî

  • Kıyâsî kavram; bir ölçüye göre yapılmış kavram, kalıplaşmış kavram.

mehdi-i muntazır

  • (Şiilerin itikadına göre) Kıyameti bekleyen mehdi.

mehdi-yi abbasi / mehdi-yi abbasî

  • (Hi: 120-163) Abbâsi Halifesidir. Ebu Abdullah Muhammed diye de anılır. Halife Mansurun oğludur. Meşhur ve iyiliği ile umumi kabul gören bir zat olup hususan sulh zamanında imparatorluğun inkişafı için çok çalışmıştır. Yeni yollar yaptırmış, postayı ıslâh etmiş ve Abbâsi Sülâlesinin en iyi hükümdarı

melaike-i müekkel / melâike-i müekkel

  • Görevli melekler.

melek-i müekkel

  • Vekil tayin edilmiş, görevli melek.

memur / مأمور

  • Görevli.
  • Görevli. (Arapça)
  • Devlet memuru. (Arapça)

memur edilen

  • Görevlendirilen.

memur-u müşahhas

  • Görevlendirilmiş, atanmış memur.

memur-u siyasi / memur-u siyasî

  • Siyasette görevli memur.

memurin / memurîn / مأمورین

  • Memurlar, görevliler.
  • Memurlar, görevliler. (Arapça)

memurin-i siyasiye / memurîn-i siyasiye

  • Siyaset görevlileri.

men

  • (İsm-i Mevsuldür) Şahsa delâlet eder. "O kimse ki, yahut, kimi, kim, kim ki" gibi mânâlara gelir. İstifham için olur, yerine göre tesniye (Menân) şeklinde ve cemi (Menun) gibi okunabilir. Akıl sahibleri hakkında kullanılır. Mevsule, şartiye, nekre-i tâmme, nekre-i mevsule olur.

menasik / menâsik

  • İbadet yerleri, görevleri.

menasik-i hacc / menâsik-i hacc

  • Hac ibadeti için ziyaret edilecek yerler, görevler.

menfaatdar / menfaatdâr

  • Menfaat ve fayda gören. (Farsça)

meratib-i münkeşife-i meşhude

  • Bizzat görerek açığa çıkmış mertebeler (k-ş-f;.

meratib-i nisbiye

  • Göreceli olan mertebeler, başkalarına oranla ortaya çıkan dereceler.

mesih-üd deccal

  • Deccal'a da bu isim verilmesinin bir sırrı şudur ki: Bir gözü silik, yani kör ve ayıplı olmasındandır. Sadece bu dünyayı görüp, âhireti görecek gözünün kör olmasındandır.

meşihat / meşîhat

  • Osmanlı Devletinde bugünkü Diyanet İşleri Başkanlığı görevini yürüten Şeyhülislam makamı.

meslek ve meşrep erbabı / meslek ve meşrep erbâbı

  • İslâma hizmet yolunda kendilerine göre bir metod ve yöntem takip eden ehil kişiler ve önderler.

meşreb-i hıllet

  • Yakın dostluğu öngören hareket tarzı.

meşreb-i uhuvvetkarane / meşreb-i uhuvvetkârâne

  • Kardeşliği öngören hareket tarzı.

mesuk-un leh

  • Bir mânaya sevk olan, mânaya göre söylenen söz. Asıl mevzu (siyaka doğru) ve maksad için söylenen söz.

meşveret

  • Aklı, fikri kuvvetli, ileriyi gören kimse ile bir konu üzerinde fikir alış-verişinde bulunma; danışma.

mevcudat-ı süfliye / mevcudât-ı süfliye / مَوْجُودَاتِ سُفْلِيَه

  • (Semavata göre) Aşağıdaki varlıklar.

mezheb imamı / mezheb imâmı

  • Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan din bilgilerini, Eshâb-ı kirâmdan işiterek veya nakl ile toplayan, açıkça bildirilmemiş olanları da, kendi koydukları usûllere (metod) göre açıkça bildirilmiş olanlara benzeterek çıkaran derin âlim, mutlak müctehîd.

mezhebsiz

  • Müctehid (dînî delîllerden hüküm çıkarabilen büyük âlim) olmadığı hâlde, dört hak mezhebden birine tâbi olmayan, mezhebleri kabûl etmeyen ve dînî delillerden kendi anlayışına göre hüküm çıkarıp, buna göre amel eden veya böyle birine uyan kimse.

mikail / mikâil

  • Dünya işlerini düzenlemekle görevli melek.

mikail aleyhisselam / mîkâil aleyhisselâm

  • Dört büyük melekten biri. Ucuzluk, pahalılık, kıtlık, bolluk yapmak, ferah ve huzûr getirmek ve her maddeyi hareket ettirmekle görevli melek.

mimsiz medeniyet

  • Vahşilik, denîlik. Alçaklık.
  • Medeni kelimesinin, Kur'ân alfabesine göre "mim" harfini kaldırırsak, denî kelimesi kalır. Buna binaen, "mimsiz medeniyyet" de denî, alçak ve zâlim yerinde kullanılmıştır.

min-cihetin

  • Bir cihetten, bir bakıma göre.

mısra'

  • Kapı kanadı.
  • Edb: Bir manzum yazının her bir satırı. Tam bir vezin ölçüsüne göre tanzim edilmiş söz.

misvak

  • Kullanılması pek çok faydalı olan ve Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ehemmiyetle tavsiye ettiği, diş fırçası vazifesini de gören, hoş kokulu ve meyvesiz bir ağacın dallarından kesilip kullanılan parça.

misyoner

  • Hıristiyanlığı yaymakla görevli kimse.

mizacgir

  • Mizâc ve keyiflere göre hareket eden. (Farsça)

monarşi

  • Hâkimiyetin kaynağı birtek şahısta (Kral, padişah, han v.s.) olduğu kabul edilen devlet şeklidir. Bu şahsın, yani devlet başkanının yanında bir meclis (parlamento) olursa; meşruti monarşi; olmazsa; mutlak monarşi ismini alır. Ayrıca devlet başkanının iş başına gelmesi şekline göre, irsi veya seçimli (Fransızca)

mu'teber

  • İtibâr gören. Beğenilen.
  • İnanılır. Güvenilir. Hatırı sayılır. Hükmü geçen.

mu'temil

  • Zorlukları göze alarak tek başına iş gören.

muazzeb

  • Azapta bulunan, çok sıkıntı gören, eziyet çeken.

muazzep

  • Eziyet çeken, sıkıntı gören.

mubassır / مبصر

  • Okul düzenini sağlayan görevli. (Arapça)

mübtil

  • İptal eden. Hükümsüz eden. Battal edici. Faydasız hale getiren.
  • Hakkı bâtıl gören.

müceddid

  • Yenileyen. Yenileyici. Hadis-i sahihle bildirilen, her yüz yıl başında dini hakikatleri devrin ihtiyacına göre ders vermek üzere gönderilen büyük âlim ve Peygamberin (A.S.M.) vârisi olan zât.
  • Yenileyen, yenileyici; Hadîs-i Sahihle bildirilen, her yüzyılda bir dinî hakikatleri devrin ihtiyacına göre ders vermek üzere gönderilen büyük âlim ve Hz. Peygamber'in (a.s.m.) vârisi olan zât.
  • Yenileyici, hadîste her asırda geleceği müjdelenen ve îman hakikatlarını asrın anlayışına uygun olarak anlatmakla görevlendirilen nurlu âlim.

müceddid-i din

  • Yenileyici; sahih hadisle her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini, asrın ihtiyacına göre ders veren peygamber vârisi olan âlim zât.

müceddit

  • Yenileyen, yenileyici; sahih hadisle her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinî hakikatleri devrin ihtiyacına göre ders veren büyük âlim.

mücessime

  • Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih (mânâsı kapalı) âyetleri, zâhir (görünen)mânâsına göre açıklayıp, Allahü teâlânın el ve yüz gibi organlarının bulunduğunu, dolayısıyla madde ve cisim olduğunu iddiâ ederek doğru yoldan ayrılan bozuk fırka. Bu fırkaya müşe bbihe de denir.

mücevher

  • Cevher ile süslenmiş. Elmaslı. Çok kıymetli.
  • Mc: Kıymetli fikir veya söz.
  • Edb: Yalnız noktalı olan harfleri, ebced hesabına göre sayıldığı zaman, tarih çıkan beyt veya mısra.

mücevvid

  • (Tecvid. den) Kur'ân-ı Kerim'i tecvid usulüne göre okuyan ve tecvidi iyi bilen kimse.

müctehid fil-mes'ele

  • Mezheb reîsinin (imâmının) bildirmediği mes'eleler için mezhebin usûl ve kâidelerine göre hüküm çıkaran İslâm âlimi.

müctenih

  • (Cenah. dan) Meyillenen, bir tarafa eğilen.
  • Secdede usulüne göre ellerini yere koyup dirseklerini açarak kollarını kanat şeklinde tutan.

müdebbir / مُدَبِّرْ

  • İdare eden, ilmiyle herşeyin sonunu görüp ona göre hikmetle iş yapan Allah.
  • Evvelden düşünüp işleri ona göre ayarlayan. Her şeyin evvelden tedbirini yapan, gören.
  • İlmi ile her şeyin akibetini ihâta edip ona göre hikmetle iş yapan Allah (C.C.).
  • Sonunu görerek tedbîr alan.

müdebbir-i hakim / müdebbir-i hakîm / مُدَبِّرِ حَك۪يمْ

  • Sonunu görerek hikmetle önlem alan (Allah).

müdebbiriyet

  • Allah'ın idare etme ve ilmiyle herşeyin sonunu görüp ona göre hikmetle iş yapma sıfatı.

müdhir

  • Hor ve hakir gören. İdhar eden.

müekkel

  • Görevli, vekil tayin edilmiş.

muhakkir

  • Hakir gören, zelil ve hor gören.

muhammedi / muhammedî

  • Hz. Muhammed'e (A.S.M.) mensub olan. Müslüman. (Ecnebi dillerinde geçen bu mânadaki tabirlere göre Muhammedî, Muhammedîlik: Müslüman ve Müslümanlık mânasına gelmektedir.)

muhasebe

  • Hesablaşmak. Hesab görmek. Hesab işi ile uğraşmak. Hesab işini gören resmi makam.

müheymin

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden); her mahlûkun (yaratılmışın) ömrünü, amelini, rızkını, ecelini, nefeslerini, sözlerini bilen, gören, onların bütün hallerinden haberdâr olan.

mühimsaz

  • Mühim ve ehemmiyetli işler gören. (Farsça)

mührdar

  • Eskiden bir bakanlık veya dairenin resmi mührünü kullanmakla görevli olan kimseye verilen ad. Hususi kalem müdürü. (Farsça)

muhtar kavl / muhtâr kavl

  • Bir mes'elede, bir mezhebin âlimlerinin çoğu tarafından mezhebin içinde mevcûd ictihâdlardan (büyük âlimlerin kitâb ve sünnetten çıkardıkları hükümlerden) seçilen ve bu seçime göre üstün tutulan ve fetvâya esâs alınan kavl, söz.

muhtekir

  • Hakir ve hor gören. Aşağı ve adi kabul eden. İhtikar eden.

muhteşi'

  • Kendini aşağı gören.

muhzır

  • (Huzur. dan) Eskiden şeriat mahkemelerinde mübâşir hizmetini gören kimse. Alâkalı kimseleri mahkemeye çağırmaya memur kişi.

mükabere etme / mükâbere etme

  • Büyüklük taslayarak doğruyu kabul etmeme; göz göre göre inkâr etme.

mükabir / mükâbir

  • Kendini büyük gören, karşısındakini küçümsüyerek, doğru sözünü kabul etmeyen. Haksız olduğu hâlde hak iddiasında bulunan.
  • Büyüklük taslayarak doğruyu kabul etmeyen; göz göre göre yalanlayan.

mukaddirane / mukaddirâne

  • Takdir edercesine, kıymetini bilircesine, kıymetine göre sıralarcasına. Mukaddire yakışır hâlde. (Farsça)

mükellefiyet

  • Mükellef olma, yükümlülük, görevli oluş.

mükellefiyet-i askeriye

  • Askerî yükümlülük, askerlikteki zorunlu görev.

muksit

  • Adaletle iş gören. Haklı hareket eden.
  • Nefsine lâyık görmediği zararlı şeyi başkasına da münasib görmeyen.

muksitin / muksitîn

  • (Tekili: Muksit) Haklı iş görenler. Hakkı edâ edenler.

mukteza-i hal / mukteza-i hâl

  • Duruma göre. İcabına göre. Hal ve vaziyetin gerektirdiğine göre.

mukteza-yı hal / muktezâ-yı hâl

  • Halin gerektirdiği şekilde, icabına göre.

mülazemeten

  • Staj görerek. Maaşsız ve aylıksız olarak.

mülzim

  • İlzam eden, susturucu.
  • Lüzumlu gören. Gerektiren.
  • Verilen hükmün mutlak yerine getirilmesindeki mecburiyet.

mümevvehat / mümevvehât

  • Hayâli, görünüşe göre haklı olanlar.

münkemiş

  • Acele eden, işini çabuk gören.
  • Buruşan, büzüşen.

müntefi'

  • (Nef'. den) Fayda gören, menfaatlenen, istifade eden.

murahhas

  • Delege, devlet adına görevli kimse.

mürebbi-i rahim / mürebbî-i rahîm

  • Şefkat ve merhamet herbir varlık üzerinde görülen ve herşeyi yaratılış gayelerine göre terbiye eden Allah.

müreccih

  • Tercih eden, üstün tutan, bir şeyi daha iyi ve mühim gören.
  • Tercih ettiren sebep.
  • Meyilli ve sakil, ağır şey.

mürettil

  • Kur'ân-ı Kerimi ağır ağır ve tecvid kaidelerine göre okuyan.

murteza

  • Beğenilmiş. Seçilmiş. Makbul. Rağbet gören. Beğenilen.
  • Hz. Ali'nin (R.A.) bir lâkabı.

müsab

  • Sevab kazanan, ettiği iyiliğin Allah'tan karşılığını gören.

müsadere

  • (Sudur. dan) Yasak edilen bir şeyin kanuna göre elden alınması. Zulüm ve cebir.

müşahede eden

  • Gören, gözlemleyen.

müşahid / müşâhid

  • Gören, seyreden. Görmekle tetkik eden.
  • Gören, şahid olan.

müşahidin / müşahidîn

  • (Tekili: Müşahid) Görenler, bakanlar. Müşahede edenler.

müşahit

  • Gören, şahit olan.

müsamahakar / müsamahakâr / müsâmahakâr

  • Müsamaha eden. Göz yuman, hoş gören, görmemezlikten gelen. (Farsça)
  • Aldırmayan, ihmalci. (Farsça)
  • Hoş gören.

müsamahakarane / müsamahakârâne / müsâmahakârâne

  • Görmemezliğe gelerek, müsamaha ederek, hoş görerek. (Farsça)
  • Hoş görerek.

müsamih

  • (Semâhat. dan) Aldırış etmeyen, göz yuman, hoş gören.

müşavere / müşâvere

  • Aklı, fikri kuvvetli, ileriyi gören kimseler ile bir konu üzerinde konuşma, görüşme, danışma, meşveret etme, görüşüne baş vurma.

müşebbihe

  • Allahü teâlâyı cisim ve varlıklara benzeten, Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih (mânâsı kapalı) âyetleri görünen lugat mânâsına göre açıklayıp, Allahü teâlânın el ve yüz gibi organlarının olduğunu iddiâ eden bozuk fırka.

musibetzede / musîbetzede

  • Musibet gören.

müşrif

  • Etrafı gören, etrafa bakan.
  • Yüce yer, yüksek yer.
  • Yükselen, çıkan.
  • Bir hal almağa yüz tutmuş olan.
  • Yükselen, çıkan.
  • Ölüme pek yakın bulunan.
  • Etrafa bakan, etrafı gören.
  • Vakıf malı koruyan kimse.

müsta'zım

  • (Azm. den) Büyük gören, isti'zam eden, büyük tutan.
  • Gururlu, kibirli, enaniyetli.

müstahkır

  • (Hakaret. den) Hakir gören, istihkar eden, küçük gören, küçümsiyen.

müstahsin

  • Beğenen, iyi gören, iyi bulan.

müstas'ib

  • (Suubet. den) Her şeyi güç sayan ve zor gören kimse.

müstasgir

  • (Sagir. dan) Küçük gören, istisgar eden, küçümseyen.

müstasgirane / müstasgirâne

  • Küçümseyerek, küçük görerek. (Farsça)

müstasvib

  • (Savâb. dan) Doğru sayan, mâkul gören.

müsteb'id

  • Uzak farzeden, uzak gören, uzak sayan. Uzaklaşmış.

müstebid / müstebîd

  • Uzak gören.

müstecab

  • Kabul gören.

müstefid

  • (Çoğulu: Müstefidân) İstifade eden, fayda gören, faydalanan.

müstehcin

  • (Hücnet. den) Kötü, çirkin ve ayıp sayan. Fenâ gören.

müstekbir

  • (Kibir. den) Kibirlenen, kendini büyük gören, büyüklenen.

müstekbirin / müstekbirîn

  • (Tekili: Müstekbir) Kibirlenenler, kendini büyük görenler.

müstekrih

  • (Kerâhet. den) İğrenen, tiksinen, istikrah eden, kerih gören, nefret eden.

müsteksir

  • (Kesret. den) Çok gören, çok kabul eden, büyüten.

müstezill

  • (Zelil. den) Birini hor ve hakir gören. Bir kimseyi zelil gören.

mutasarrıf

  • Tasarruf hakkı ve salâhiyyeti olan. Tasarruf eden. Bir işi kendi isteğine göre idâre eden. Bir malın sahibi.
  • Eskiden, vilâyetten küçük olan Sancağın en büyük idâre âmiri.

mutasarrıf-ı hakiki / mutasarrıf-ı hakikî

  • Gerçek tasarruf sahibi olan, her işi kendi istek ve kurallarına göre idare eden Allah.

mutazanni

  • (Mutazannin) (Zan. dan) Zan ile iş gören.

mutazarrır / متضرر

  • Zarar gören.
  • Zarar gören. (Arapça)
  • Mutazarrır olmak: Zarar görmek. (Arapça)

mütebassır

  • (Basar. dan) Dikkatle bakan, ilerisini gören, iyice düşünen. Basiretli.

mütebassırane / mütebassırâne

  • İyice düşünerek, basiretle, ileriyi görerek. (Farsça)

mütecevviz

  • Sözü mecazla söyliyen. Mecazlı konuşan.
  • Caiz olmayan şeyi caiz gören.

mütecevvizin / mütecevvizîn

  • (Tekili: Mütecevviz) Mecazlı konuşanlar. Mecazlı söz söyleyenler.
  • Caiz olmayan şeyleri caiz görenler.

mütedebbir

  • İleriyi gören, tedbirli ve ölçülü hareket eden.

mütedebbirane / mütedebbirâne

  • İlerisini görerek. Tedbirli ve ölçülü olarak. (Farsça)

müteezzi

  • Ezâ duyan. Üzgün, incinen. Cefa gören.

müteferrika

  • Çeşitli işler gören.
  • Padişahın, vezirlerin veya sadrazamın emirlerini götüren kimse.
  • Muhtelif masraflar ve bunlara karşı verilen para, ücret.

mütehannin

  • Özleyen, göreceği gelen.

mütekabir / mütekâbir

  • (Kibr. den) Kibirli. Kendini büyük gören.

mütekallid

  • Bir görevi üzerine alan ve yapan.

mütekebbir

  • Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden. Yaratılanların sıfatlarından uzak, vehim ve aklın anlamasından yüksek, azamet ve kibriyâ (büyüklük) sıfatıyla her şeyden ayrılmış olup, her şeyden yüce ve yüksek olan.
  • Kibirlenen, kendisini başkalarından üstün gören, kendini beğenen.

mütekerrih

  • (İkrah. dan) Kerih gören, tekerrüh eden, ikrah eden. Tiksinen.
  • Surat asan.

mütenevvim

  • (Nevm. den) Rüya gören. Uyuyan, uyuklayan.

müteşabihat-ı kur'aniye / müteşabihât-ı kur'aniye

  • Beşer lisanının, lügatını vaz etmediği, sezip düşünemediği, misalini göremediği hakikatların teşbih ve temsiller ile anlatıldığı âyet-i kerimeler.

mütesamih

  • Müsamaha eden, göz yuman, görmemezlikten gelen, hoş gören.

mütevakkıf

  • Bir şeye bağlı olan, onunla iş görecek olan, ilerlemeyip duran.
  • Bekleyen, tevakkuf eden, duran, eğlenen.

mütezahhir

  • (Zahr. dan) Bir kimse tarafından yardım edilen, yardım gören.
  • Karısına, nikâhı bozacak bir söz söyleyen.

mütezavir

  • (Çoğulu: Mütezavirîn) Birbirini ziyaret eden. Gidip gören.

mütezavirin

  • (Tekili: Mütezavir) Birbirlerini gidip görenler, birbirleriyle gidip görüşenler, ziyaret edenler.

muvazzaf / موظف

  • Görevli.
  • Vazifeli, görevli.
  • Görevli. (Arapça)

müverrih

  • Tarihçi, tarih yazan.
  • Ebced hesabına göre tarih düşüren şair.

muzafun ileyh

  • Arapça gramerine göre kendisine bir sıfatın izafe edildiği kelime.

müztaz'if

  • (Za'f. dan) Zayıf gören.

nabigat-ül ca'di / nabigat-ül ca'dî

  • Resül-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın duasına mazhar olmuş mühim bir Arab şâiridir. İran'ın fethinde bulundu. Rivayete göre Mi: 684'de İsfehan'da Rahmet-i Rahman'a kavuştu.

nabız-gir

  • Her mizaç ve tabiata göre davranıp muamele etmesini bilen. (Farsça)

nabz-gir

  • Mizaca göre hareket etmesinden anlıyan, nabza göre davranmasını bilen. (Farsça)

nabzgir / nabzgîr / نبض گير

  • Nabza göre şerbet veren. (Arapça - Farsça)

nahv ilmi

  • Cümle bilgisi. Kelimelerin cümle içinde fiil, fâil (özne), mef'ûl (nesne, tümleç) olma gibi durumlarından ve buna göre sonlarının aldıkları i'râbdan (harekelerden) bahseden ilim.

nazar-ı belagat / nazar-ı belâgat

  • Belâgat ilmine göre.

nazar-ı belağat / nazar-ı belâğat

  • Belağat ilmine göre.

nazar-ı gayb-bini / nazar-ı gayb-bînî

  • Gaybı gören bakış.

nazar-ı hafi-i gaybi / nazar-ı hafî-i gaybî

  • Görünmeyeni, ileride olacakları görecek şekilde gizli bakış.

nazar-ı hafiyy-i gaybi / nazar-ı hafiyy-i gaybî

  • Gaybı gören.

nazar-ı istihsan

  • Güzel gören ve beğenen bakış.

nazar-ı külli / nazar-ı küllî

  • Herşeyi görebilen bakış.

nazar-ı maddi / nazar-ı maddî

  • Olayları ve varlıkları sadece dış görünüşüne göre değerlendirme.

nazar-ı şer'i / nazar-ı şer'î

  • Şeriata, dinin bakışına göre.

nazar-ı şeriat

  • Şeriata, dinin bakışına göre.

nazaran / نظرا

  • Bakarak, –göre.
  • Nisbeten, nisbetle kıyaslıyarak.
  • Bakarak, görerek.
  • Göre, bakarak.
  • Göre, nispetle, bakılırsa. (Arapça)

nazarında

  • Göre, fikrince, gözünde. (Arapça - Türkçe)

nazır / nâzır

  • Gören, görücü.
  • Vakfın işlerini, dînin emirlerine uygun olarak idâre etmek üzere vâkıf (vakıf yapan) veya hâkim tarafından tâyin edilen mütevellînin vakıf işlerindeki tasarruflarını murâkabe (kontrol) etmesi ve gerektiğinde ona re'yleri (görüşleri) ile yardımcı o lması için vazîfelend

necaset-i hafife

  • Hanefî mezhebine göre pis olduğuna dair şer'î bir delil mevcud olan şeydir. Diğer bir tabire göre murdar olmadığı rivayet edilen şeydir. (Eti yenen hayvanların bevilleri gibi.) Bedenin veya elbisenin dörtte birinden az miktarı namaza mani olmaz.

necaşi

  • Habeş Meliki olan "Eshame" nin lâkabıdır. Kamus Şârihinin dediğine göre, mutlaka bu isim, Habeş Meliklerinin has isimleridir.

necm

  • (Necim) Yıldız, ahter, kevkeb. Ülker yıldızına da denir. Ülker, onbir yıldızdır. Altısı görünür, gözü kuvvetli olan yedinciyi de görebilir.
  • Belirli olan vakit. (Araplar, vakti yıldızlarla tahdit ederlerdi)
  • Kabak ve hıyar gibi yayvan nebat.
  • Belirli vakitte yapılan vazi

nef'

  • Fayda, yararlılık.
  • Fls: Faydacılık. Yani: Bir şeyin doğru olup olmadığını, o şeyin faidesine göre değerlendiren yanlış bir nazariyedir. Kudsi dinimiz olan İslâmiyette ise: Bir şeyin doğru veya yanlış; iyi ve kötü olması, Allahın emir ve nehyine tâbidir.

neşter-i ümid

  • Bir neşter görevini gören umut.

nev'an-ma

  • Bir dereceye kadar, bir bakıma göre, bir suretle.

nevvab

  • Nâiblik eden. Birinin yerine vekil olarak iş gören.

nezd

  • Yan. Yakın. Karib. (Farsça)
  • Göre, nazarında, fikrince. (Arapçadaki "ind" mânâsındadır) (Farsça)
  • Kat, huzur, göre, fikrince.
  • Yan.
  • Göre, fikrince.

nifas

  • Yeni doğurmuş kadının hâli. Loğusalık. Böyle bir kadına "Nüfesâ" da denir. Hanefi Mezhebine göre bu hâl kırk gün devam eder.

nikbin

  • (Nîk-bin) İyi gören, iyimser, her şeyi iyi tarafından gören. (Farsça)

nimetdide / nîmetdîde

  • Nimet gören.

nisbeten

  • Nisbetle, oranla, göre.
  • Nisbetle, kıyaslanarak. Öncekine göre. Bir dereceye kadar. Şöyle böyle.

nisbi / nisbî / نسبى

  • Kıyaslama ile olan, göreceli.
  • (Nisbiye) Kıyaslama ile olan. Diğerine, öncekine göre. Diğerlerine göre kıyaslıyarak olan. Nisbete, ölçüye göre.
  • Diğerine göre.
  • Göreceli. (Arapça)

nizam

  • Sıra, dizi, düzen. Dizilmiş olan şey, sıralanmış.
  • İcaba göre yapılan kanun. Bir kaideye binaen tertib olunmak ve ona binaen tertib olundukları kaide.
  • Bir işin sebat ve kıyamına medar, sebep olan şey ve hâlet.

nokta-i hilafet / nokta-i hilâfet

  • Peygamberimizin (a.s.m.) vekili olarak Müslümanların din ve dünya işlerinin tedbirini gören genel başkanlık noktası.

nüktebin / nüktebîn

  • İnceliği gören, nükteyi anlıyabilen. Kavrayışlı, anlayışlı, zeki. (Farsça)

nun

  • Kur'an alfabesinde yirmibeşinci harf. Ebced hesabına göre değeri ellidir.
  • Divid, kalem.
  • Kılıcın ağzı. Kılıç.
  • Çene çukuru.
  • Balık, semek.

nüşuta

  • Devenin ayağındaki ilmikli düğüm. (İcabına göre çekip uzatılarak çözülür.)

ocak imamı

  • Tar: Yeniçeri Ocağı'nın imamı. Cami-i Miyane adını alan ve ilkin mescid halinde bulunan Orta camii, Hicri 1000 senesinde büyütülerek cami haline getirilmiştir. Camiin imamı, hatibi, müezzini, muarrifi ve kayyumu vardı. İmam, Yeniçeriler arasında okuyup yazan ve tahsil görenlerden seçilirdi.

okiyye

  • (Veya hemzenin hazfı ile "Vekiyye") Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Yerlere ve muhitlere göre değişir. Dörtyüz dirhem ağırlık. Yedi miskal veya kırk dirhem ağırlık. Şer'an kırk dirhem kabul edilmiş. En tanınmışı dörtyüz dirhemdir.

örfen / عرفا

  • Örf bakımından, âdetlere göre.
  • Örfe göre.
  • Geleneğe göre. (Arapça)

örfi idare / örfî idare

  • (İdare-i örfî) Askerî kuvvete ihtiyacı gerektiren ve cemiyet hayatında zuhur eden müşkil hallerde vaktin icablarına göre ve vaziyet düzelinceye kadar sivil idare yerine askeri idare konması. Sıkı yönetim.

orijinal

  • Bir şeyin aslı. Tuhaf, garib hâli olan. (Fransızca)
  • Değişik. (Fransızca)
  • Nev'i şahsına mahsus, kendine mahsus. (Fransızca)
  • Vasıf ve keyfiyetleri cihetinden benzerlerinden ayrı ve üstün. (Fransızca)
  • Bir nümuneye göre olan. (Fransızca)

paskalya

  • Hıristiyanların inanışlarına göre, Îsâ aleyhisselâmın haça gerildikten sonra dirilerek göğe yükselmesi ile ilgili olarak her yıl Mart ayının on dördüncü gününden sonra gelen ilk Pazar günü yaptıkları şenlik, âyin.

perdedar / پرده دار

  • Kapı görevlisi. (Farsça)

perverişyab / perverişyâb

  • Beslenen. (Farsça)
  • Terbiye edilen, terbiye gören, eğitilen, yetiştirilen. (Farsça)

pişbin

  • İlerisini gören. Basiretli, ihtiyatlı. (Farsça)

pişi / pişî

  • İlerleme, üstünlük, tefevvuk. (Farsça)
  • Önünü gören, ileri görüşlü. (Farsça)

rabıta-i mevt / râbıta-i mevt

  • Ölümü her an hatırlama ve hayatını buna göre şekillendirme.

rahibe / râhibe

  • Kadın râhib. Hiç evlenmeyen, yalnız ve bekâr olarak yaşayan, kilisede ibâdetle meşgûl olan görevli kadın.

rai

  • (Rü'yet. den) Görücü, gören.
  • Gr: R harfiyle alâkalı. R harfine mensub.

rakib / rakîb

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi hakkıyla gören, gözeten, koruyan, bir an onlardan habersiz olmayan, murâkabesi (gözetmesi) devamlı olan.

ramazan

  • Mübarek ayların en mühimmi ve mübarek üç ayların sonuncusu. Kur'an-ı Kerim'in nâzil olmağa başladığı oruç ayı. Arabî ve Kamerî olan takvime göre 9. ay. Oruç tutanın günahlarını yaktığı, mahveylediği için bu isim verildiği rivayet edilir.

rastbin / râstbin / راست بين

  • Gerçekçi, doğruları gören. (Farsça)

ratibehar / ratibehâr

  • Vazifeli. Görevli. (Farsça)

re'y-ül ayn

  • Kendi gözüyle görerek.

re'yel-ayn

  • Kendi gözüyle görerek.

recep

  • Hicrî takvime göre yedinci ay.

resmen

  • Devlet namına, resmî olarak, devlet tarafından.
  • Kat'i olarak anlaşıldığına göre.
  • İsteye isteye. Bile bile.
  • Görünüşte, âdet yerini bulsun diye. Nezaket icabı olarak.

rev'a

  • Korkak kadın.
  • Kendisini görenleri şaşırtacak derecede güzel olan kadın veya kız. (Müz: Ervâ)REVA' : Tatlı.

rical-i gayb

  • Her devirde bulunan ve herkesçe görülmeyen ve bilinmeyen ve Allah'ın (C.C.) emirlerine göre çalışan mübârek, büyük zatlar. Ricâlullâh.

rind

  • Kalender. Aldırışsız, dünya işlerini hoş gören. (Farsça)
  • Laübali meşreb feylesof. (Farsça)
  • Bâtını irfan ile müzeyyen olduğu halde zâhiri sâde görünen hakîm. Dış görünüşü laübali olduğu halde, aslında kâmil olan kimse. (Farsça)

rumi tarih / rumî tarih

  • Rûmî takvime göre belirlenen tarih.

rumice / rumîce / rûmîce

  • Rumî takvime göre.
  • Rûmî takvime göre.

rüşvet

  • Bir iş gördürmek, haksızı haklı göstermek gibi maksatlarla bir görevliye verilen para, mal veya sağlanan menfaat.

rütebi / rütebî

  • Derecelere göre sıralama.

ruzname / rûznâme

  • Günlük, olayların zaman sırasına göre yazıldığı defter, takvim.

sa'y

  • Çalışma, Çalışıp çabalama. Gayret sarfetme. Bir maksadın meydana gelmesi için elden geleni yapma.
  • Hızlı yürüme.
  • Cür'et etme.
  • Ziyaret etme.
  • Gammazlık yapma.
  • Ist: Hac veya Umre'de Safâ ile Merve arasında usulüne göre yedi defa gelip gitmektir.
  • Hac ve ömre ibâdeti için Mekke-i mükerremeye gelen kimsenin Mescid-i Haram (Kâbe ve avlusu) yakınındaki Safâ ve Merve tepeleri arasında usûlüne göre Safâ'dan başlayarak Merve'ye ve Merve'den Safâ'ya yedi kere gidip gelmesi. Sa'y, dört gidiş ve üç gelişten ibârettir.
  • Çalışmak, iş görm

şaban

  • Hicrî takvime göre sekizinci ay.

sadr-ı evvel

  • Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının (sahâbe-i kirâmın) ve onları gören müslümanların (Tâbiînin) yaşadığı asır.

şafiice / şâfiîce

  • Şâfiî mezhebine göre.

sahabe / sahâbe

  • Hz. Peygamberi (a.s.m.) dünya gözüyle gören ve onun yolundan giden Müslümanlar.
  • Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem sağlığında bir an gören, eğer âmâ ise (gözü görmüyorsa), bir an konuşan, îmân etmiş büyük-küçük mü'minlerin birkaç tânesine veya daha fazlasına verilen isim. Sâhib kelimesinin çokluk şeklidir. Hürmet ve saygı için, "Resûlullah'ın kıymetli ve mübârek a

sahabi / sahabî / sahâbî

  • Hz. Peygamberi (a.s.m.) dünya gözüyle gören ve onun yolundan giden Müslüman.
  • Peygamber efendimizi sağlığında ve peygamber iken bir ân gören, eğer âmâ (gözü görmüyor) ise bir ân konuşan büyük ve küçük müslümanlardan bir tânesine verilen isim.
  • Peygamberimizi görerek îman eden hayırlı kimseler.

şahid / şâhid

  • Şahitlik yapan. Bilen, tanıyan. Senet yerine geçecek kadar mâkul ve mu'teber sayılan. Gören.
  • Resul-ü Ekrem Efendimizin (A.S.M.) bir vasfı.
  • Melâike-i kiram.
  • Hazır.
  • Şahit, tanık, gören.
  • Bütün zamanlardaki yaratıkları ve onların her hâlini gören Allah.

şahid-i ezeli / şâhid-i ezelî

  • Ezelden beri bütün zamanları ve herşeyi gören ve herşeye şahid olan Allah.

sahih kan / sahîh kan

  • Sekiz yaşını bitirip, dokuz yaşına bastıktan birkaç gün veya ay, yâhut seneler sonra, sıhhatli bir kızın veya âdet zamânı son dakikasından îtibâren tam temizlik (on beş gün) geçmiş olan kadının önünden çıkan ve Hanefî mezhebine göre, en az üç gün (ye tmiş iki saat) devâm eden kan; hayız ve aybaşı ka

şahne / شحنه

  • Güvenlik görevlisi, polis. (Arapça)

şahşah

  • Görevli, vazifeli.

şahsen

  • Şahıs olarak, ferd olarak. Şahısça, kendi.
  • Yalnız uzaktan görerek.

sakim akıl / sakîm akıl

  • Hasta, ileriyi göremeyen akıl.

sani-i basir / sâni-i basîr

  • Herşeyi gören ve sanatla yaratan Allah.

sani-i hakem-i hakim / sâni-i hakem-i hakîm

  • Her bir varlığın bütün keyfiyetleri hakkında genel hüküm veren ve o hükme göre sebepleri ve eşyayı hikmetle sevk edip san'atla yaratan Allah.

sani-i semi ve basir / sâni-i semî ve basîr

  • Her şeyi işiten ve gören ve her şeyi sonsuz mükemmellikteki san'atlarla yaratan Allah.

sarf ve nahv ilmi

  • Arabî dilbilgisi. Sarf; kelime bilgisi; kelimelerde meydana gelen değişikliklerden ve birbirlerinden türemelerinden bahseden ilim. Nahv; cümle bilgisi; kelimelerin cümle içinde fiil, fâil (özne), mef'ûl (nesne, tümleç) olma gibi durumlarından ve buna göre sonlarının aldıkları i'râbdan (harekelerden)

sathi / sathî

  • Görünüşe göre, derinliğine dalmadan, üstünkörü olarak, satha dâir ve âit.

saye-nişin

  • Gölgede oturan. (Farsça)
  • Bir şeyin gölgesine sığınan. Korunan, himaye gören. (Farsça)

şebhiz

  • (Çoğulu: Şebhizân) Geceleri uyanıp kalkarak iş gören. (Farsça)

sekar

  • Cehennem'i meydana getiren tabakalardan üçüncüsü. Burada İncîl'i değiştirenler azâb görecektir.

selef / سلف

  • Önce gelenler. Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn (Eshâb-ı kirâmı gören büyükler) ve Tebe-i tâbiîne (Tâbiîn'i gören büyüklere) verilen isim.
  • Öncekiler, önceki görevliler. (Arapça)

selim akıl / selîm akıl

  • Yanılmayan, pişman olacak bir işi yapmayan ve peygamberlere, âlim ve evliyâlara mahsus, ileriyi gören akıl.

semi-i basir / semî-i basîr

  • İşiten ve gören.

sene-i efrenciye

  • Efrenci (Frenkler, Avrupalılar) takvimine göre yılbaşı Ocak'tan başlayan milâdi sene.

sene-i şemsiye

  • 22 Mart'tan ertesi senenin 21 Martına kadar süren İranlıların milli takvimine göre olan nesne.

şer'an / شرعا / شَرْعًا

  • Şeriatça, şeriata göre. Kanunca, kanuna göre.
  • Şer'î olarak, şeriat hükümlerine göre. (Arapça)
  • Şerîate göre.

şeran / şerân

  • Şeriata göre, dinî kanunlar bakımından.

şeref-i keramet

  • Şerefli vazife, görev.

serhadlu / serhadlû

  • Hudut boylarını bekleyen, hudutlardaki kalelerde vazife gören askerler.

şey'an

  • Uzaktan gören.
  • İleriyi gören, her şeyin sonunu düşünen.

şeyhülislam / şeyhülislâm

  • Osmanlılarda en büyük din görevlisi.

sıfat terkibi

  • Sıfat tamlaması. Meselâ: "Kâmil insan" kelimeleri bir sıfat terkibidir. Burada Türkçe ifâdeye göre "kâmil insan" terkibinden birinci kelime sıfat (belirten), ikinci kelime ise mevsuf (belirtilen) dir. Farsça kâideye göre "insan-ı kâmil" diye söylenir.

şıhne / شحنه

  • Güvenlik görevlisi, inzibat görevlisi. (Arapça)

şirhar

  • Tar: Acemiliğe alınmayan veya sayısı beşten az olan esirlerden bir kısmı. Pencik kanuni hükümlerine göre esirler: Şirhâr, beççe, gulamçe, gulâm, sakallı ve pir olmak üzere sınıflara ayrılır ve bu tertibe göre vergiye tâbi tutulurdu. Üç yaşına kadar olan çocuklara, süt emen mânâsına gelen şirhâr; üç (Farsça)

siyonist

  • (Kudüs'ün eski adı olan Sion. dan) Filistin'de bağımsız bir Yahudi devleti kurmak isteyen. Yahudi fikrinin taraftarı. Bir şeyi Yahudilerin gaye ve menfaatına göre değerlendiren. Yahudilik.
  • Yahudi dinine giren.

skolastik

  • Orta Çağda Hıristiyan âleminde, papazların dinî görüşüne ve onların baskısı altındaki dinî fikirlerine göre verilen felsefî fikirler.
  • Lât. Kurun-u vustâda (Orta çağlarda) Hristiyan âleminde, papazların dinî görüşüne ve onların baskısı altındaki dinî fikirlerine göre yapılan tedrisat usulü.

subaşı

  • Şimdiki zabıta ve daha ziyade belediye memurlarının gördükleri işleri gören ve kasabaların idaresi başında bulunan memurun ünvanı idi.

sübjektif

  • Bilen akıl ile alâkalı. (Fransızca)
  • Eşyanın hakikatına değil de ferdin düşünce ve duygularına dayanan. Şahsî görüşe göre olan. İndî, nefsî olan. (Fransızca)
  • Şahsî görüşe göre olan, indî.

süfyani / süfyanî

  • Süfyan'dan olan, Süfyan'a mensub, Süfyan'a müteallik. Zübdet-ül Buharî Tercemesine göre, Süfyanî: Müslümanlara kötülük eden, sefil, kötü, alçak olan kimse demektir.

süha

  • Bir yıldız ismi. Dübb-ü ekber (Büyük Ayı) yıldız kümesinden gözü kuvvetli olan kimselerin görebileceği en küçük yıldız.

suhre

  • Maskara, gülünç, eğlenceli.
  • Zoraki iş gören, ücretsiz zoraki çalışan kimse ve hayvan.

şuhuden

  • Görerek.

suret-i vahşiyane / sûret-i vahşiyâne

  • Görenleri ürküten ve korkutan görüntü.

ta'zir / ta'zîr

  • Suça ve şahsa göre değişen tenbîh (uyarma), ihtâr, tekdîr ve dövmek gibi cezâlarla cezâlandırma.

tabakat-ı müfessirin / tabakât-ı müfessirîn

  • Kur'ân-ı kerîmdeki murâd-ı ilâhîyi, yâni kastedilen mânâyı açıklayan tefsîr ilmi ile meşgûl olan İslâm âlimlerinin dereceleri.
  • Tefsîr âlimlerini derecelerine göre sıralayıp, hayatlarını ve eserlerini anlatan kitaplar.

tabakat-ı muhaddisin / tabakât-ı muhaddisîn

  • Resûlullah efendimizin işleri, sözleri ve hâllerini öğreten hadîs ilmi ile uğraşan İslâm âlimlerinin dereceleri.
  • Hadîs âlimlerini derecelerine göre sıralayıp, hayatlarını ve eserlerini anlatan kitaplar.

tabakat-ül-fukaha / tabakât-ül-fukahâ

  • Fıkıh âlimlerinin tabakası. Helâl ve haramı, emir ve yasakları bildiren fıkıh ilmi ile uğraşan âlimlerin dereceleri.
  • Fıkıh âlimlerini derecelerine göre tertîb edip (sıralayıp), hayatlarını ve eserlerini anlatan kitablar.

tabi'

  • Birinin arkası sıra giden, ona uyan. Boyun eğen. İtaat eden.
  • Gr: Kendinden evvelki kelimeye göre hareke alan.
  • Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ı görmüş olanları, ashabını görüp, onlardan hadis dinlemiş olan.

tabi'iyyeciler / tabî'iyyeciler

  • Canlılarda ve cansızlardaki, akıllara hayret veren intizâmı (düzeni) ve incelikleri görerek, bir yaratanın varlığını söylemekle berâber; öldükten sonra tekrar dirilmeği, âhireti, Cennet'i ve Cehennem'i inkâr edenler (red edip, kabûl etmeyen, inanmaya nlar).

tabiatı taklid

  • Tabiatta cari olan kanunları kelâmda da kendine göre tatbik etme.

tabiin / tabiîn / tâbiîn / تَابِع۪ينْ

  • Sahabeleri görenler.
  • Sahabeleri gören mü'minler.
  • Sahâbeleri görenler.

tabiun / tâbiûn

  • Sahabeleri görenler.

taganni / tagannî / تغنى

  • Zenginlik. (Arapça)
  • Makamına göre şarkı söyleme. (Arapça)
  • Tagannî etmek: Şarkı söylemek. (Arapça)

tağut

  • Azgın, sapkın, îmansız, ilâh gibi saygı gören, heykellerine bile saygı duyulan, sapan ve saptıran.

taht-ı silah / taht-ı silâh

  • Silâh altı, askerlik görevine alınma.

taklid / taklîd

  • İnanılacak şeylerde düşünmeden, anlamadan, yalnız başkasından işiterek, görerek inanma, îmân etme.
  • Amelde yâni yapılacak işlerde delîlini araştırmadan bir müctehidin ictihâdlarına (mezhebine) uyma, bağlanma.
  • Kendi mezhebine göre yapmasında harâc (meşakkat) veya zarûret buluna

takribi / takribî

  • İhtimale göre olan. Takribe ait.

takti' / taktî' / تقطيع

  • Kesme. (Arapça)
  • Şiiri veznine göre parçalara ayırma. (Arapça)

tamam-ı vazife

  • Görevin son bulması.

tamam-ı vazife ve terhis

  • Görevin son bulması, salıverilme.

tard / طرد

  • Kovma. (Arapça)
  • Görevden uzaklaştırma. (Arapça)
  • Tard etmek: Kovmak. (Arapça)

tarif-i şer'i / târif-i şer'î

  • Bir şeyin İslâm hukukuna göre tarifi, tanımı.

tarih-i arabi / tarih-i arabî

  • Arap takvimine göre belirlenen tarih.

tarz-ı vazife

  • Görev şekli.

tasadduk

  • Sadaka vermek. Allah rızası için fakirlere ve ihtiyacı olanlara, para veyahut ihtiyaca göre herhangi bir şey vermek.
  • Sadık ve gerçek olduğu tahakkuk etmek, meydana çıkmak. (İlmi olan kimse ilminden, malı olan kimse malından tasadduk etsin.) (Hadis meâli)

tasrif

  • İstediği şekilde idare etmek. Maslahatta tasarrufa izin vererek mutasarrıf kılmak.
  • Bir şeyi bozup değiştirerek türlü şekillere koymak, evirip çevirmek.
  • Gr: Bir kelimenin veya fiilin çeşitli zamanlara göre sıra ile söylenişi. Sarf kaidesi üzere kelimenin şeklini başka kelimele

tasviben

  • Doğru bularak, tasvib ederek, münâsib görerek.

tasvir

  • Hiss ve mahsusata münhasır olan ifâde.
  • Bir şeyi söz veya yazı ile anlatmak. Resim yapmak.
  • Bir şeye şekil ve suret vermek. Resim.
  • Edb: Görebildiğimiz ve hissedebildiğimiz şeyleri bize gösterebilecek veya hariçte vücudu olmayan fakat hissedilen şeyleri duyurabilecek mel

tatil-i eşgal / tâtil-i eşgâl

  • Çalışmayı durdurma, görevini yapmama.

tavzif / tavzîf / توظيف

  • Vazifelendirme, görevlendirme.
  • Görevlendirme.
  • Görevlendirme. (Arapça)

tavzif eden

  • Görevlendiren.

tavzif edilen

  • Vazifelendirilen, görevlendirilen.

tavzif etmek

  • Görevlendirmek.

tavzifat / tavzifât

  • Görevlendirmeler.

tayin / tâyin

  • Belirleme, görevlendirme.

tayin edilen

  • Atanan, görevlendirilen.

tayınat senedi

  • Görevlendirme belgesi.

tazarru'

  • Kendini alçaltarak, aşağı görerek, Allahü teâlâya yalvarma.
  • Tövbe etmek.

te'vil

  • (Tef'il veznindendir) Bir nesneye redd ve irca' etmek. Döndürmek. Te'vil kelimesi, bazı müfessirlere göre, rücu' mânasına olan "Evl: " den alınmıştır. Müfessirlerce: Bir âyet-i kerimenin mânasını bir nesneye irca' ile beyan etmektir. Bazılarınca da (Evvel: ) lâfzından alınmış olup kelâmı evveline sa

teayyün-i imkani / teayyün-i imkânî

  • İnsanın hakîkati olan teayyün-i vücûbîsinin zılli yâni görüntüsü. Ehlullah (evliyâ) kendi yaratılışlarına, güçlerine göre tasavvuf mertebelerine kavuşmakta birbirlerinden çok ayrıdırlar. Evliyâ arasında Allahü teâlânın ismine kavuşanlar pek azdır. Ço ğu bu ismin teayyün-i imkânîsine kavuşmuştur. (İm

tebe-i tabiin / tebe-i tâbiîn

  • Peygamber efendimizin Eshâbını gören ve sohbetinde bulunmakla Tâbiîn denen büyükleri görmekle şereflenenler.

teberrüken / تبركا

  • Mübarek görerek,uğur sayarak. (Arapça)

tecvid / tecvîd / تجوید

  • Kur'ân'ı usûlüne göre okuma. (Arapça)

tedbir / tedbîr / تَدْب۪يرْ

  • Sonunu görerek önlem alma.

tehannün

  • Çok arzu ve istek göstermek.
  • Göreceği gelmek. Özlemek.

teklif

  • Görev yükleme, önerme.

teklif-i ilahi / teklif-i ilâhî

  • İlâhî yükümlülük Allah'ın kullarına yüklediği görev.

tekvini emr-i rabbani / tekvînî emr-i rabbânî

  • Bütün varlıkları yaratılış gayelerine göre terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutan Allah'ın birşeye "Ol" deyince onu hemen olduruveren emri.

telakkiyat-ı amme / telâkkiyât-ı âmme

  • Genel kabul gören anlayışlar.

temyiz mahkemesi

  • Yargıtay; alt mahkeme kararlarının doğru verilip verilmediğini incelemekle görevli üst makam.

tenasüh

  • İslâmdan hariç olan batıl bir fırkaya göre, ruhun bir bedenden başka birinin bedenine intikâl eder diye olan batıl inanışları.
  • Miras sahibinin ölümü ile malının vârisine geçmesi.

tenezzül

  • (Çoğulu: Tenezzülât) İnme, düşme. Aşağılama.
  • Gönül alçaklığı. Karşısındakinin seviyesine göre tevâzu ile konuşmak.
  • Yavaş yavaş inmek. Mekânını yukarıdan aşağıya nakletmek.

tenezzül-ü ilahi / tenezzül-ü ilâhî

  • Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'de emirlerini kullarının anlayabilecekleri şekilde bildirmesi, onların anlayış seviyelerine göre hitap etmesi.

tenezzülat-ı ilahiye / tenezzülât-ı ilâhiye

  • Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'de emirlerini kullarının anlayabilecekleri şekilde bildirmesi, onların anlayış seviyelerine göre hitap etmesi.
  • Cenab-ı Hakk kelâmiyle, kullarının anlayış seviyelerine göre konuşması ve derin hakikatları, anlıyabilecekleri ifadelerle beyan etmesi.

tenezzülat-ı kelamiye / tenezzülât-ı kelâmiye

  • Sözün muhatapların seviyelerine göre ayarlanması.

teokrasi

  • (Theocratie) Din hükümlerine göre idare edilen ve dinî esaslara bağlı olan idare şekli. Allah namına papazlar idaresi. (Fransızca)

terettüb / ترتب

  • Gerekme. (Arapça)
  • Üzerine görev düşmek. (Arapça)
  • Terettüb etmek: (Arapça)
  • Gerekmek. (Arapça)
  • Üzerine görev düşmek. (Arapça)

terhis

  • Göreve son verme.

terhis edilmek

  • Salıverilmek, görevi bitince işine son verilmek.

terhis etmek

  • Göreve son vermek.

terhis olunan

  • Görevi sona eren.

terhis tezkeresi

  • Göreve son verme belgesi.

tertib

  • (Çoğulu: Tertibât) Tanzim etme. Dizme, sıralama, düzene koymak.
  • Tedarik edip hazır ve müheyya kılmak.
  • Bir şeyi bir yere sabit ve pâyidar kılmak.
  • Mertebelere göre davranmak.
  • Hile ile aldatma.

tertib-i mukaddemat / tertib-i mukaddemât

  • Bir neticenin meydana gelmesi için lâzım olan sebeplerin sıralarına göre tertib edilmesi. Bir neticeye varılması için sırasıyla riayet edilmesi icab eden sebebler.

tertil

  • Muvafık ve yerli yerinde, güzel, uygun ve lâtif konuşmak.
  • Düşüne düşüne, yavaş yavaş, anlayarak okumak. Beyan eylemek ve âşikâr kılmak.
  • Kur'an-ı Kerim'i usul ve kaidesine göre, acele etmeksizin dura dura anlaya anlaya okumaktır. Kur'an-ı Kerim tertil üzere nâzil olmuştur.

teşahhusat-ı itibariye / teşahhusât-ı itibariye

  • Varlıkların duruma göre çeşitli görünümler alması.

tesahül

  • Kolay görerek ihmal etme, gevşeklik gösterme.

tesnim

  • Hörgüçleyerek yukarı yükseltmek, terfi etmek mânasına masdar olup, yükseklik mânasıyla Cennet çeşmelerinden bir çeşmenin ismidir. İbn-i Abbas'tan rivayet edildiğine göre Cennet meşrubatının en yükseğidir.

teşri'-i evamir

  • Emirleri, işleri şeriata göre yürütme, idare etme, işleri şeriata uygun kılma.

teşri'i / teşrî'î

  • Şeriat hükümleriyle ilgili.
  • Kanun yapma kuvveti ve görevi ile ilgili.

teşrifatçı / teşrîfatçı

  • Protokol görevlisi. (Arapça - Türkçe)

teşrin

  • Rumi takvime göre yılın on ve on birinci aylarına verilen isim.

tevabi'

  • (Tekili: Tabi') Maiyyet. Bir kimseye tâbi olanlar. İman ve İslâmiyet veya herhangi bir hususta birisine bağlı bulunanlar.
  • Uşaklar.
  • Bir merkeze bağlı olan yerler.
  • Gr: Evvelki kelimeye göre hareke alan kelimeler.

tevafuk-u cifri / tevafuk-u cifrî

  • Cifir ilmine göre kelime veya cümlelerin rakamsal değeri ile anlamı arasındaki uyum.

tevbe-i istigfar / tevbe-i istigfâr

  • Kendini kusurlu görerek, günâhlara tövbe etmek, Allahü teâlâdan af dilemek.

tevdi' / tevdî' / تودیع

  • Bırakma, görev verme. (Arapça)
  • Tevdî' etmek: Bırakmak. (Arapça)

tevekkül-ü tembelane / tevekkül-ü tembelâne

  • Tembelce tevekkülde bulunma; üzerine düşen görev ve sorumlulukları yerine getirmeden sonucu Allah'tan isteme.

tevfikan / tevfîkan / توفيقا

  • -e göre, uyarak, bakılarak. (Arapça)

tevşih

  • (Vişah. dan) (Çoğulu: Tevşihât) Süslü elbise giydirme. Süsleme veya süslendirme.
  • Kur'ân-ı Kerimi usul ve kaidelerine göre okuma.
  • Bir kimseye mücevher gerdanlık takmak.
  • Ist: Bir eseri, büyük bir adamın adıyla süsleme. Eski ilim adamları, bazı kimselerin adına kitap yaz

tilavet / tilâvet / تلاوت

  • Güzel Kur'ân okuma. (Arapça)
  • Tilâvet etmek: Usûlüne göre Kur'ân okumak. (Arapça)

tilavet-i kur'an / tilavet-i kur'ân

  • Kur'an-ı Kerim'i usulüne göre okumak, mânâsını tefekkür etmek.

tiz-dest

  • Çabuk iş gören, eline çabuk. (Farsça)

tonaj

  • Bir vasıtanın iç hacmine göre taşıma kapasitesi.

türbedar

  • Türbede hizmet gören, bekçilik yapan kimse.

üf'ule / üf'ûle / افعوله

  • Vazife, görev.
  • .görev, fonksiyon. (Arapça)

üf'ulevi / üf'ûlevî / افعولوی

  • Görevle ilgili, fonksiyonel. (Arapça)

ufk-u nazar

  • Bakış ufku, görüş mesafesi; insanın görebileceği alan.

ukul-u aşere

  • On akıl; eski bir felsefî iddiaya göre kâinatı on aklın idare etmesi.

ukul-ü aşere / ukûl-ü aşere

  • Bazı eski felsefecilere göre kâinatı idare eden on akıl; birincisi Allah'ın yarattığı akıl, diğerleri de ondan türemiş akıllar.
  • Bazı eski felsefecilere göre kâinatı idare eden on akıl (Onlara göre birinci akıl Allah'ın yarattığı akıldır, diğerleri ise, her biri, sırasıyla bir sonrasını türetmiştir.).

ulema-i amilin / ulema-i âmilîn

  • İlmine ve bilgisine göre amel eden, ilmini tatbik eden âlimler.

ulema-i ehl-i zahir / ulema-i ehl-i zâhir

  • Dış görünüşe göre yorum yapan âlimler.

ulema-i zahir / ulema-i zâhir / ulemâ-i zâhir

  • Kur'an-ı Kerimin zâhir mânâsına göre hakikatları değerlendiren âlimler. Şeriatın mâna ve esrarından daha çok, zâhirini ve hükümlerini bilen âlimler.
  • Kur'ân-ı Kerimin zâhir mânâsına göre hüküm veren ve hakikatlerini değerlendiren âlimler.

ümdud

  • Usûl, âdet, görenek.

ummal / ummâl / عمال

  • Görevliler. (Arapça)
  • Yöneticiler. (Arapça)

üslub-u hakim / üslub-u hakîm

  • Edebî san'atlardan biridir. Sorulan bir suale, soranın halini nazara alarak başka bir sual gibi telâkki edip, ona göre cevab vermek demektir. Meselâ : Bazı Ashab Resulüllah'a (A.S.M.) hilâlin ince başlayıp, kalınlaşarak bedr şekline gelip, sonra yine başladığı şekle dönmesinin sebebini sordular. Bun

üveys-el karani / üveys-el karanî

  • Hz. Ebu Bekir ve Ömer (R.A.) devirlerinde Medine-i Münevvere'de çok hürmet gören ve Tabiînin büyüklerinden olup hadis-i şerif ile medh ü senâsı yapılan büyük bir veli. Peygamberimiz (A.S.M.) zamanında yaşamış ise de vâlidesine çok hürmetinden dolayı Peygamberimizle görüşememiş, fakat ona bütün ruh u

üveysi / üveysî

  • Üstâdı, hocası olsun olmasın, hayatta veya vefât etmiş bir büyüğün rûhâniyetinden istifâde ederek, terbiye görerek yetişen, olgunlaşan kimse. Bu şekilde yetişme yoluna üveysîlik denir.

vacib / vâcib

  • Kur'ân-ı kerîmde açık olmayarak bildirilmiş veya bir sahâbînin açıkça bildirmesi ile anlaşılmış olan emirler. Şâfiîlere göre vâcib denince farz anlaşılır.

vahdet-i vücut

  • "Allah'ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık' adını almaya lâyık değiller" tarzında, Allah'tan başka varlıkları âdeta inkar eden bir tasavvufî görüş.

vahdetü'l-vücud

  • "Allah'ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve varlık adını almaya lâyık değildirler" şeklinde bir görüş; Allah'tan başka varlıkları yok saymak.

vahdetü'l-vücud ehli

  • "Allah'ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık' adını almaya lâyık değiller" tarzındaki tasavvufî görüş sahipleri.

vahid-i itibari / vahid-i itibarî

  • Hakikatte olmayıp farazî olarak kabul edilen tek bir şey, göreceli birim.

vakt-i zeval

  • Güneşin tam ortada, bize göre doğu ve batı ortasında bulunduğu ve gölgenin gündüzde en kısa olduğu zaman. Zeval vakti.

vasi / vasî

  • Çocuk, yetim, hasta, deli gibi zayıf kimselerin mal ve işlerini idare eden görevli.

vazaif / vazâif / وظائف

  • Görevler, ödevler. (Arapça)

vazife / vazîfe / وظيفه

  • Görev, yapılacak iş.
  • Görev.
  • Görev. (Arapça)
  • Ödev. (Arapça)

vazife-i ailevi / vazife-i ailevî

  • Aile ile ilgili görev.

vazife-i aliye / vazife-i âliye

  • Yüce görev.

vazife-i beşeriye

  • İnsanlık görevi.

vazife-i beşeriyet

  • İnsanlığın görevi.

vazife-i devriye

  • Dönme görevi.

vazife-i diniye

  • Dini görev.

vazife-i diniye ve ilmiye / vazife-i dîniye ve ilmiye

  • Din ve ilimle ilgili görev.

vazife-i fıtriye

  • Yaratılıştan gelen görev.

vazife-i fıtriye-i ilmiye

  • Yaratılıştan gelen ilim öğrenme görevi.

vazife-i fıtriye-i rabbaniye / vazife-i fıtriye-i rabbâniye

  • Allah'ın herbir varlığa yüklediği yaratılış görevi.

vazife-i hayat

  • Hayat vazifesi, görevi.

vazife-i hayat külfeti

  • Hayat görevinin zorlukları.

vazife-i hıfz

  • Hıfz etme, koruma görevi.

vazife-i hilafet / vazife-i hilâfet

  • Halifelik görevi.

vazife-i hizmet

  • Hizmet görevi.

vazife-i ibadet

  • İbadet görevi.

vazife-i içtimaiye

  • Sosyal görev.

vazife-i ilahi / vazife-i ilâhi

  • Allah'a ait görev.

vazife-i ilmiye

  • İlmî vazife, görev.

vazife-i ilmiye ve diniye

  • İlim ve din görevi.

vazife-i imaniye

  • İman hakikatlerini yayma görevi.

vazife-i insaniye

  • İnsanlık görevi.

vazife-i insaniyet / vazife-i insâniyet

  • İnsanlık görevi.

vazife-i ırsiyet

  • Varis olma görevi.

vazife-i kudsiye-i imaniye

  • Mukaddes iman vazifesi, kutsal imanî görev.

vazife-i külliye

  • Büyük ve kapsamlı görev.

vazife-i kur'aniye ve imaniye / vazife-i kur'âniye ve imaniye

  • Kur'ân ve iman ile ilgili görev.

vazife-i maneviye / vazife-i mâneviye

  • Mânevî görev.

vazife-i memure

  • Yapılması emredilen görev.

vazife-i memure-i maneviye / vazife-i memure-i mâneviye

  • Mânevî memuriyet görevi.

vazife-i meşkure-i maneviye / vazife-i meşkûre-i mâneviye

  • Şükür ve övgüye lâyık mânevî görev.

vazife-i milliye ve vataniye

  • Millî ve vatanî görev.

vazife-i muavenet

  • Yardımlaşma görevi.

vazife-i müdafaat

  • Savunma görevi.

vazife-i mühimme

  • Önemli görev.

vazife-i rabbaniye / vazife-i rabbâniye

  • Her şeyin Rabbi olan Allah'a karşı yapılan görev.

vazife-i resmiye

  • Resmî görev.

vazife-i risalet ve davet / vazife-i risalet ve dâvet

  • Peygamberlik ve davet görevi.

vazife-i şahane / vazife-i şâhâne

  • Özel görev.

vazife-i şahsiye

  • Şahsî vazife, kişisel görev.

vazife-i sakile / vazife-i sakîle

  • Ağır görev.

vazife-i seyyie

  • Kötü görev.

vazife-i şükraniye / vazife-i şükrâniye

  • Şükür görevi.

vazife-i tahkikat

  • Araştırma, inceleme görevi.

vazife-i tashih

  • Tashih görevi.

vazife-i teceddüd-ü din

  • Dini yenileme vazifesi, mücedditlik görevi.

vazife-i tefekkür

  • Tefekkür görevi.

vazife-i tefekküriye ve ubudiyet

  • Varlıklar ve olaylar üzerinde düşünüp Allah'ı tanıma ve Ona kullukta bulunma görevi.

vazife-i tenviriye

  • Aydınlatma görevi.

vazife-i tesbihiye

  • Allah'ı övme ve şanına layık ifadelerle anma görevi.

vazife-i teşekküriye

  • Teşekkür vazifesi, şükür görevi.

vazife-i teslim ve tefviz

  • Kendini Allah'a teslim etme ve herşeyini Ona havale etme görevi.

vazife-i ubudiyet / vazife-i ubûdiyet

  • İbadet vazifesi, kulluk görevi.
  • Kulluk görevi.

vazife-i ubudiyet-i dünyeviye / vazife-i ubûdiyet-i dünyeviye

  • Dünyadaki kulluk görevi.

vazife-i uhreviye

  • Âhirete ait görev.

vazife-i umumiye

  • Genel görev.

vazife-i vataniye

  • Vatan görevi.

vazife-i zaruriye

  • Zaruri vazife, zorunlu görev.

vazife-i zaruriye-i insaniye

  • İnsanın zorunlu vazifesi, görevi.

vazifedar / vazifedâr / vazîfedâr / وظيفه دار

  • (Çoğulu: Vazifedârân) Vazifeli, görevli. (Farsça)
  • Memur. (Farsça)
  • Vazifeli, görevli.
  • Görevli. (Arapça - Farsça)

vazifedarlık

  • Görevlilik.

vazifeperver

  • Görevini seven.

vazifeşinas / vazifeşinâs / vazîfeşinas / وظيفه شناس

  • Görevini seve seve yapan.
  • Görevine düşkün. (Arapça)

vazifeten

  • Görevli olarak.

vaziyet-i insaniye

  • İnsanlıkgörevi.

vaziyet-i itibariye

  • Göreceli bir durum.

ve'l-hükmü li'l-ekser

  • Hüküm çoğunluğa göre verilir.

vecibe / vecîbe / وجيبه

  • Çok gerekli ve şart olan şey. Borç hükmünde olan görev, yapılması mecburi iş.
  • Borç, zorunlu vazife, görev.
  • Yapılması gereken, görev. (Arapça)

vekar

  • Ağır başlı olup yerine göre uygun davranmak, şahsiyetli olmak.

vekil / vekîl

  • Başkasının işini gören. Bir adamın yerine hareket etme selâhiyeti olan kimse.
  • Nâzır. Bakan.
  • Başkası adına iş gören.

vera'

  • Takvânın ileri derecesi. Bilmediği ve şüphe ettiğini öğrenip iyiye ve doğruya göre hareket edip bütün günahlardan çekinme hâleti.

veraset

  • Miras sahibi olma. Ölen bir kimsenin mallarının Allah'ın (C.C.) emrine göre, şeriatça mirasçılara geçmesi.
  • İrsiyet. Varislik, mirasçılık. Mirasta hak sahibi olma.

vezaif / vezâif / وظائف

  • Vazifeler, görevler.
  • Görevler, vazifeler.
  • Görevler, ödevler. (Arapça)

vezaif-i diniye / vezâif-i diniye

  • Dini görev.

vezaif-i havaiye / vezâif-i havâiye

  • Havanın görevleri.

vezaif-i hayatiye / vezâif-i hayatiye

  • Hayat görevleri.

vezaif-i islamiyet / vezâif-i islâmiyet

  • İslâmiyetle ilgili görevler.

vezaif-i latife / vezaif-i lâtife

  • Hoş ve şirin görev.

vezaif-i nübüvvet / vezâif-i nübüvvet

  • Peygamberlik görevleri.

vezir / vezîr / وزیر

  • Eskiden bakanlık görevini üstlenen kişi. (Arapça)

veznedar / veznedâr / وزنه دار

  • Gişe görevlisi. (Arapça - Farsça)

vicdan-ı münsıfane / vicdan-ı münsıfâne

  • İnsaf ölçülerine göre hareket eden vicdan.

vicdanen

  • Vicdanca, iyilik hissine göre.

vukuf-i adedi / vukûf-i adedî

  • Nakşibendiyye yolunun on temel esâsından biri. Tasavvuf yolunda ilerlemek ve yükselip olgunlaşmak için yapılan zikri, bildirilen adede (sayıya) göre yapmak. Meselâ bir nefeste 1, 3, 5, 7, 11 kerre Allah demek gibi teke riâyet ederek zikretmek.

yahya

  • Zekeriya'nın (A.S.) oğludur. Benî İsrail Peygamberlerinden ve İsa Aleyhisselâm'ın şeriatı ile amel edenlerden olmuştu. Hz. İsa'dan (A.S.) önce Tevrat'a göre hareket ederdi. Kudüs'ün o zamanki reisi, Hz. Yahya'nın, Hz. Musa şeriatı üzere amel etmediğini ileri sürdüklerinden şehid ettiler.

yakin / yakîn

  • Şüphesiz, sağlam ve kat'i olarak bilmek. (Yakîn: Ma'rifet ve dirayetin ve emsalinin fevkinde olan ilmin sıfatıdır. İlm-i yakîn denir, ma'rifet-i yakîn denilmez. Ayn-el yakîn: (kelimenin merfu hali ayn-ul yakîndir.) Göz ile görür derecede veya görerek, müşahede ederek bilmek. Meselâ; uzakta bir duman

yaver / yâver

  • Komutanların yanında bulunan ve onların emirlerini yazmakla ve gerektiğinde yerine ulaştırmakla görevli subay.

yezdan / yezdân

  • Allah (c.c.).
  • Mecûsilere göre hayırları yaratan hayır tanrısı.

yılbaşı

  • Sene başı. Yeni bir senenin başlaması. Başlangıç zamânına göre iki çeşit sene vardır. Mîlâdî ve hicrî sene.

zabıta / zâbıta / ضابطه / ضَابِطَه

  • Emniyet görevlisi.
  • Güvenlik görevlisi. (Arapça)
  • Emniyet görevlisi.

zahir

  • (Zuhur. dan) Görünen, âşikâr olan. Açık, belli, meydanda olan.
  • Görünüşe göre.
  • Şüphesiz.
  • Suret. Dış yüz. Görünüş.
  • Anlaşılan.
  • Meğer. Galiba. Zannederim. Elbette.

zahiren / zâhiren / ظاهرا / ظَاهِرًا

  • Görünüşe göre.
  • Görünüşe göre. Meydanda olduğu gibi. Göründüğü gibi.
  • Görünüşte, görünüşe göre. (Arapça)
  • Görünüşe göre.

zahiriyyun / zâhiriyyun

  • Zahirciler, dış görünüşe aldananlar, dışa yansıyan yönlere göre hüküm verenler.
  • Görünüşe göre hükmedenler. İç yüzünü, hakikatını iyi bilmeyenler. Ehl-i zâhir olanlar.
  • İlm-i Kelâm'da: Nassların zâhir mânalarına göre hüküm çıkaran ve te'vil ve tevcihten geri duranlar ve tarafdarları.

zangoç

  • (Ermenice) Kilisenin hizmetlerini gören ve çan çalan kimse.

zarardide / zarardîde / ضرردیده

  • Zarar gören.
  • Zarar gören. (Arapça - Farsça)

zat-ı peygamberi / zât-ı peygamberî

  • Peygamberlik görevini ifa eden zât; Hz. Peygamber efendimizin (a.s.m.) kendisi.

zebani

  • Cehennem'de vazife gören melek.

zevi-l ukul

  • Akıl sahipleri. Aklı olanlar.
  • Tas: Halkı zâhiren, Hakkı bâtınen görenler.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın