Menu
İletişim
LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK
{ lügât . lügat . لغت }
Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.
Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "
OSMANLICA ARA
" ya da "
TÜRKÇE ARA
" butonlarına tıklayın.
İfadenin içinde geçtiği kelimeleri de göster.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük
'te
fâk
ifadesini içeren
623
kelime bulundu...
aba-puş
Aba giyen, derviş.
(Farsça)
Fakir.
(Farsça)
abdullah ibn-i abbas
Ashab-ı Kiram'ın fakih ve müctehidlerindendir. Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) amcasının oğludur. Ashâb-ı Kirâm arasında mümtaz bir mevki'e hâizdir. Sahih-i Buhari'de mezkûr olduğu üzere Resul-i Ekrem (A.S.M.), Abdullah hakkında : "İlâhi onu dinde fakih kıl ve kitabını ona öğret!" diye dua buyurmuştu. Bu
aciziyyet / âciziyyet
Acizlik, beceriksizlik, kabiliyetsizlik.
Fakirlik, tevâzu.
acz-mendi / acz-mendî
Âcizlik, iktidarsızlık. Fakr.
(Farsça)
adem
Yokluk, olmama, bulunmama.
Fakirlik. (Vücudun zıddı)
adem-i harici / adem-i haricî
Maddeten yok olma hâli; Allah'ın ilminde var olup fakat maddî varlığı olmayan.
adem-i ittifak
İttifaksızlık. Uyuşmazlık.
İttifaksızlık, birlik oluşturmamak.
adem-i muvafakat
Râzı olmayış, muvâfakat etmeme.
adim / adîm
Mâlik ve sahib olmayan. Yok olan. Birşeyi olmayan. Fakir.
adya'
Boynuzu ufak koyun.
Nebiyyi Zişân Aleyhisselam Efendimizin devesinin adı.
afak / âfâk
"Ufuk"un çoğulu. Ufuk, yerle göğün birleştiği gibi görünen uzak daire. Âfak, ufuklar, dış âlemler.
ahin / âhin
(Çoğulu: Avâhin) Fakir.
Hazır, sabit kimse.
Yumuşak hurma ağacı.
ahzer
Devamlı gözünü kırpan adam.
Ufak gözlü olan kimse.
ail
Ailesini geçindiren, idare eden. Kalabalık ailesi olan. Fakir.
ale / âle
Güneş, yağmur gibi etkenlerden korunmak için yapılmış barınak.
Fakirlik.
alet / âlet
Fakir.
Dağda ve tarlada yaptıkları künbet.
algı
(İdrak) İnsanın kendi varlığından veya çevresinden aldığı uyarımların, zihinde yorumlanması, mânalandırılması. Doğru idrak gibi yanlış idrak da olabilir. Yanlış idrak göz yanılması yâhut olmıyan bir şeyi görmek şeklinde olabilir. Dünyayı, idrak sayesinde tanıyoruz. Bir idrakte hem afâki (objektif, n
alye
Fakirlik.
amair / amâir
(Tekili: Amâyir) (İmâret) İmâretler. Mâmur etmeler.
Sâlih fakirlerin veya kendisini idare edemiyen veya çalışamıyan talebe-i ulumun, fukarâ-i sâlihînin iâşesinin te'min edilmeleri.
amil / âmil / عامل
Yapan, işleyen.
(Arapça)
Faktör, etken.
(Arapça)
Vergi memuru.
(Arapça)
Vali.
(Arapça)
anakat
Muvaffakiyetsizlik. Ümidi boşa çıkma.
ararot
Ufak çocuklara yedirilen besleyici bir cins nişasta ki, Amerika'da hasıl olan bir kökten çıkarılır.
arazi-i öşriyye / arâzi-i öşriyye
Huk: Ziraat olundukça her sene hâsılatından beytülmâle, beytüssadakaya konulmak üzere, fakirlerin hakkı olan öşür alınan arâziler.
arz-ı iftikar etmemek
Fakirliğini bildirmemek, ihtiyacını göstermemek.
aş-hane
Aşevi, mutfak.
(Farsça)
asar / asâr
Fakirlik.
Güçlük.
Şiddet.
aşevi
Yoksullara parasız olarak yemek yedirilen veya dağıtılan yer, aşhane.
Para ile yemek yenilen yer, lokanta.
Düğün gibi toplantılarda, yemekleri hazırlamak için iğreti mutfak olarak kullanılan yer.
Bazı tekkelerde yemek pişirilen yer.
ashab-ı ress / ashâb-ı ress
Kur'anda bahsi geçen bir kavim adıdır. Kimler oldukları kati bir şekilde tesbit edilemiyor. Râvilerin ekserisi, peygamberlerine isyan eden ve onu öldürüp kuyuya atan, bundan dolayı da Cenab-ı Hakkın helâk ettiği bir kavim olduğu hakkında ittifak etmektedir. (Furkan Suresi, 38 inci Ayet)
aşhane / aşhâne / آشخانه
Mutfak.
(Farsça)
atıs
Şafak.
Aksıran.
ats
Aksırık.
Şafak sökme.
avakır
(Tekili: Akıra) Fakirler, yoksullar.
Kısırlar, verimsiz olanlar.
Kudurmuş olanlar.
avam
Halktan ilmi irfanı kıt olan kimse. Okuyup yazması az olan. Fakirler sınıfından.
Tas : Hakikata tam erememiş, tevhidin derin hakikatlarından haberi olmayan.
Halkın ekseriyeti.
avamil / avâmil / عوامل
Etkenler, faktörler.
(Arapça)
avez
Fakirlik, yoksulluk. Sıkıntı.
avz
Hâcet. İhtiyaç. Bir şeyin bulunmaması.
Fakir.
Fakirlik, muhtaç olma.
ayil
Ailesi kalabalık olan.
Ailesini besleyen.
Aşırı.
Fakir.
Dengede olmayan terazi.
ayle
Fakirlik.
ayyil
(Çoğulu: İyâl) Nafakası lâzım olan kişi.
baceng
Baca.
(Farsça)
Ufak pencere. Tepe penceresi.
(Farsça)
badia
Derisini ve etini yarıp kanatmış olan, fakat kanı çıkmayıp akmayan baş yarası.
bais
Fakir.
Şiddet ve zahmete uğramış kimse.
bay u geda
Zengin ve fakir.
be's
Azab, şiddet. Korku.
Zarar, ziyan.
Zorluk, meşakkat, zahmet.
Fenalık. (Arapçada: "Savaşta şiddetli harekette bulunmak veya sıkıntı ve fakirlikten fenâ durumda olmak" mânâlarına gelir.)
be'sa
Fakirlik, muhtaçlık ve benzerleri.
bed-hal
Kötü ahlâklı. Kötü huylu. Hâli düşkün. Fakir olan.
(Farsça)
bedel
(Çoğulu: Bedelât) Elde ve ayakta olan zahmet ve ağrı.
Karşılık. Bir şeyin yerine verilen ve yerini tutan şey. İvaz.
Başkasının adına hacca giden.
Gr: Söz esnâsında bir şeyi sıfatı veya vasfı ile beraber söylersek ve fakat kasdımız o şeyin vasfı veya sıfatı değil de zâ
ben
(Bak: Ene) t. Psk: Şuurlu kişiliğimiz. Başlangıçta çocuğun benliği şuurlu değildir. Kendisini başkasından ayıramaz. Fakat canlı olarak ihtiyaç ve istekleri vardır. Benin bu şuursuz haline "alt ben" denir. Kendisi ile başkası arasındaki farkı anlamaya, münasebetler kurmaya, düşünmeğe başlayınca şuurl
bendeka
Hiddetle bakma, sert bakış.
Bir şeyi fındık kadar ufak yapma.
ber-bend
Ufak çocuğu annesinin sırtına bağlamağa yarıyan göğüs kuşağı.
(Farsça)
beraber
Birlikte bulunan.
(Farsça)
Müsavi, eşit.
(Farsça)
Bir hizada olan.
(Farsça)
Refakat, birlik.
(Farsça)
berceste
Sağlam ve lâtif.
(Farsça)
Seçme.
(Farsça)
Edb: Zahmetsizce hatıra geliveren ve fakat çok kıymetli olan söz.
(Farsça)
besise
Bir çeşit yemek.
Yağ ve undan yapılan bir çeşit bulamaç.
Ayrılık, nifak, iftira, ihtilaf.
besr
(Besere) (Çoğulu: Besûr) Vücutta çıkan bir çeşit ufak sivilce.
betiha
(Çoğulu: Bitâh-Betâyih) Ufak taşlı büyük dere.
Kamışlık ve sazlık yer.
bevt
Zengin iken fakir düşme. Düşkünlük.
bey'-i fasid / bey'-i fâsid
Aslı İslâmiyet'e uygun, fakat sıfatı uygun olmayan satış.
bi'l-icma / bi'l-icmâ
İttifakla, fikir birliğiyle.
bi'l-ittifak
İttifakla.
bi-vare / bî-vare
Âciz, fakir, miskin, zavallı, kimsesiz, garib.
(Farsça)
bid'a-i hasene
Hz. Muhammed'den (a.s.m.) sonra ortaya çıkan, fakat Kur'ân ve Sünnete aykırı olmayan şey.
bil'icma / bil'icmâ
İttifakla, fikir birliğiyle.
bil'ittifak / bil'ittifâk / بِالْاِيِّفَاقْ
İttifakla, söz birliğiyle.
İttifâkla.
bilittifak
İttifakla, beraberce, el birliğiyle.
İttifak ile. Beraberce, birlikte, elbirliğiyle.
İttifakla, hep birlikte.
bitke
Kesinti.
Kesilen bir nesnenin ufak parçaları, cüz'leri.
bivaz
Yarasa kuşu. Muvâfakat, kabul.
(Farsça)
biyah
(Çoğulu: Büyâh) Ufak balık.
bü's
Güçlük, zorluk.
Fakirlik.
bügas
(Çoğulu: Bügasât-Ebgıse) Ufak, küçük kuşlar.
bügase
Ufak kuş.
burjuva
Orta halli olup, ne çok zengin ve ne de çok fakir olan halk. Eskiden Avrupa'da köylü ve asilzade olmayıp şehirde yaşayan halka denirdi. Kendi başına işi ve malı olan, ücretle çalışmayan, ferde bağlı iş hayatını güden sınıftan olan.
(Fransızca)
burjuvazi
Burjuvaların meydana getirdiği içtimaî (sosyal) sınıf. Avrupa'da burjuvazi, ticaret ve sanayi ile zenginleşti. Soylular sınıfı ile mücadele ederek Fransız İhtilali ile iktidara geldi. İhtilalde işçilerin, köylülerin, fakir halk tabakalarının desteğini sağladı. Onlara eşitlik, hürriyet, adalet vaad e
(Fransızca)
büşiy
Fakir ve evlâdı çok olan kimse.
ca'l
Yaratmak, halk.
Almak.
İş işlemek. Yapmak.
Bu kelime Kur'ân-ı Kerim'de onüç vecihle kullanılmıştır:1- Tafak ve ahz (inşâ ve ikbal) mânasına; bir işi işlemeğe müteveccih olup başlamak ve işler olmak.2- Halketmek, yaratmak.3- Kavl ve irsal.4- Tehiyye ve tesviye (tanzim
cami' / câmi'
Toplayan.
Müslümanların ibâdet etmek için toplandıkları yer, mâbed.
Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden. Çeşitli hakîkatleri ve enfüs (iç) ve âfâktaki (dıştaki) zıt işleri birleştirici, kıyâmet gününde yeryüzünde olan cinleri, insanları ve mahlûkâtı bir araya getirici insanların dağı
çarşaf
Yatağın üstüne serilen veya yorgana kaplanan bez örtü.
Kadınların kullandığı baştan örtülen, pelerinli eteklikli sokak elbisesi. Kadınların örtünmesi farzdır. Bu maksatla çarşaf ucuz, pratik, hafif olması ve zengin fakir herkesin kolayca sağlıyabilmesi bakımından yaygın olarak kulanı
celacil
(Tekili: Cülcül) Küçük çanlar, ufak çıngıraklar.
cemahir-i müttefika
Birbiriyle anlaşmış, ittifak etmiş devletler. Müttefik cumhuriyetler.
cemel vak'ası
Müslümanlar arasında vuku bulan elem verici ilk muharebedir. Peygamber Efendimizin (A.S.M.) Zevcesi Hz. Aişe (R.A.) ile Aşere-i Mübeşşereden Talha ve Zübeyr'in (R.A.) Hz. Ali'ye (R.A.) karşı kıyamlarından doğmuştur. Bu harpte Hz. Aişe ile Talha ve Zübeyr'in maiyetinde otuzbin; ve Hz. Ali'nin refakat
cesed-i misali / cesed-i misalî
Misalî ve lâtif bir cesed. Varlığı maddî olmayan fakat cinsinin cesedine benzeyen beden.
cülcül
(Çoğulu: Celâcil) Ufak çıngırak, küçük çan.
cüz'iyyat
Cüz'î olan şeyler. Ufak tefek şeyler. Mânası düşünüldüğünde zihinde ortaklık kabul etmeyen şeyler. Mânası başka şeylere şâmil olmayanlar.
cüz-i asgar
En küçük cüz. En ufak parça.
dacc
Hacıların hizmetkârı ve devecileri.
Hacılar ile birlikte giden, fakat, hac maksudu olmayan bezirgân.
dadan
Kesmez kılıç.
Fakir, muhtaç kişi.
daka'
Fakirlik.
dakik
(Ekseri mânevi mânalar için) Pek ince. Nâzik. Ufak.
İnce, ufak, nâzik.
Toz haline getirilmiş şey, un.
Dikkatli ölçülü davranan titiz kimse.
dall-i bi-l ibare / dâll-i bi-l ibare
(Dâllibilibâre) Fık: Bir ifade veya sözden muayyen bir mânanın ve hükmün anlaşılması. Meselâ: "Zekât, müslümanların fakirlerine verilir, hiçbir zengine verilmez" ibaresi zekâtın yalnız müslüman fakirlere verileceğine delâlet-i mutabıkıyye ile delâletidir. Zengin olan belli şahıslara da verilemeyeceğ
dar-ül-gurur / dâr-ül-gurûr
İnsanın gönlünü cezbeden, çeken fakat ele geçtiğinde faydalanamadan kaybolup giden yer. Dünyâ.
darir
(Çoğulu: Edirrâ) Kör, a'mâ.
Nefis.
Cismin bakiyyesi.
İri vücutlu fakir kişi.
daş
İsimlerin sonlarına eklenerek eşlik, refakat ve ortaklık bildirir. Meselâ: Arka-daş : Refik.
davta
Fakir.
Gövdeli, cesim.
dehan-ı teng / dehân-ı teng
Ufak ağız. Dar ağız.
dehişt
İttifak, ittihad, birlik.
(Farsça)
Bir tarzda hareket, aynı şekilde hareket.
(Farsça)
dekan
Lât. Üniversitelerde bir fakültenin başkanı.
delail-i afakiye / delail-i âfâkiye
Afaka âit deliller. Kâinattaki deliller.
derviş
Gayet mütevazi ve kanaatkâr olan.
(Farsça)
Kimsesiz, fakir.
(Farsça)
Mâneviyâtla gönlü zengin olan fakir.
(Farsça)
Mürid veya şeyh.
(Farsça)
dervişane / dervişâne
Dervişe yakışır halde, saflık ve kalenderlikle. Müstağni ve fakir bir surette.
(Farsça)
dest-bürd
Kuvvet, kudret.
(Farsça)
Üstünlük, zafer, muvaffakiyet.
(Farsça)
dest-pak
Fakir, fukara.
(Farsça)
Mendil.
(Farsça)
Dindar.
(Farsça)
devr
Bir şeyi elden ele aktarma. Vefât eden bir müslümanın sağlığında kılamadığı namaz, tutamadığı oruç ve veremediği zekât gibi borçlardan kurtulması için birkaç fakirin kendilerine ölünün vasî veya velîsi tarafından verilen fidyeyi alıp, gönül rızâsıyla tekrar geri vermek sûretiyle yapılan muâmele.
divan-ı deavi nezareti / divan-ı deâvî nezareti
Çavuşbaşılığın kaldırıldığı 1836 (Hi: 1252) tarihinde bunun yerine kurulan daire. Fakat 1870 (Hi: 1287) tarihinde Adliye Nezareti'nin teşekkülü üzerine kaldırılmıştır.
dua
Allah'a (C.C.) karşı rağbet, niyaz, yalvarış, tazarru.
Salât, namaz.
Cenab-ı Hak'tan hayır ve rahmet dilemek. Allah'ın rızâsını, hidayet ve istikamete muvaffakiyyeti dilemek, yalvarmak.
Peygamber'e (A.S.M.) salavat getirmek.
Birisini çağırmak.
Birisini
duhl
(Çoğulu: Dehâhil) Ufak kuşlar.
düvel-i müttefika
İttifak etmiş, birlik olmuş, birleşmiş devletler.
(Farsça)
ebu bekir-i sıddık
Asıl adı Abdullah, künyesi Ebu Bekir, lâkabı Sıddık ve Atik. Erkekler içerisinde Resul-i Ekreme (A.S.M.) ilk iman eden; bütün muharebelerde ona refakat eden; seferde, hazarda, bütün tehlikeli anlarda Peygamber Efendimizle (A.S.M.) beraber çalışmış ve onun en yakın Sahâbesi. Onun sohbetinden feyz alm
eclah
Devenin veya üstü düz olan arabaların üzerlerine yapılan ufak kulübe.
Başı kel olan adam.
edfa
(Edfâk) Beli kamburlaşıp bükülmüş kimse.
Uzun boynuzlu keçi.
Kanadı uzun kuş.
edm
Üns tutmak.
İttifak etmek, birleşmek.
Islâh etmek.
efkar
Pek fakir, çok fakir.
efkar-ı fukara
Fakirlerin en fakiri, çok fakir.
efkel
(Çoğulu: Efâkil) Titremek.
ehl-i fakr ve hacet
Fakirler ve ihtiyaç sahipleri.
ehl-i vifak
Beğenilen işlerde birbirine muvafakat edip uyanlar, anlaşanlar.
ejah
Vücutta ve bilhassa ellerde çıkan ufak urlar, siğil, sivilce.
(Farsça)
ekess
Ufak dişli, küt dişli.
ekvah
(Tekili: Kûh) Kamıştan yapılan penceresiz ufak kulübeler.
emr-i bi-l-maruf, nehy-i anil-münker
Dinin emirlerini, Kur'âni ve İslâmi hakikatleri neşretmek ve bildirmek, men'edilen şeyleri de yaptırmamak. İyiliği, İslâmi hususları emretmek ve teşvik etmek, kötülüğü men'edip yaptırmamağa sevketmek. (Fakat bu kudsi vazifeyi âdabına itaat ve riâyet ederek ifâ etmek lâzımdır, zirâ bu itaat da dinimi
encin
Tane tane, ufak ufak, parça parça.
(Farsça)
Sıvacı.
(Farsça)
enes ibn-i malik
Ensardan ve Ashâb-ı Kiram'ın fakihlerindendir. Hicretin ibtidasından itibaren on sene Resul-i Ekrem Efendimizin (A.S.M.) hizmetinde bulunmakla şeref kazanmıştır.Resul-i Ekrem'den (A.S.M.) 2630 Hadis-i Şerif rivâyet etmiştir. 100 yaşına kadar yaşamış, hicri 92 veya 94 senelerinde Basra'da ebedî hayat
engüşt-i nil
Fakirlik, fukaralık.
ermagan
Armağan, hediye. Bir kimseye bir işteki muvaffakiyetinden dolayı verilen hediye.
(Farsça)
erzani / erzanî
Ucuzluk.
(Farsça)
Lâyıklık, liyakat, münasiblik, muvafakat, uygunluk.
(Farsça)
eshab-ı fil / eshâb-ı fîl
Peygamber efendimizin doğmasına yaklaşık iki ay kala Kâbe'yi yıkmak için Mekke yakınlarına kadar gelen, fakat Allahü teâlânın gönderdiği Ebâbîl kuşlarının üzerlerine bıraktıkları mercimek büyüklüğündeki taşlarla perişân olan Ebrehe ve içinde bir çok fillerin de bulunduğu ordu.
eshab-ı suffa / eshâb-ı suffa
Suffe ehli. Peygamber efendimizin Mekke'den hicretinden sonra, Medîne-i münevverede yaptırdığı câminin (Mescid-i Nebevî'nin) örtülü bölümünde ilim ve ibâdetle meşgul olan fakir ve kimsesiz müslümanlar.
eyvallah
Bir kısım müslümanlar arasında tasdik işareti veya yemin ifade eden bir tâbirdir. Bazan Allaha ısmarladık yerine söyliyenler de vardır. Fakat makbul olanı; ayrılırken de buluşurken de selâmlaşmaktır ve bu sünnet-i seniyyedir.
ezfeli / ezfelî
Cemaat-ı kalile. Az cemaat. Ufak topluluk.
fail-i ferd-i samed / fâil-i ferd-i samed
Kendisinin hiçbir şeye muhtaç olmadığı fakat her şeyin Kendisine muhtaç olduğu ve her şeyi tek başına yapan Allah.
faka / fâka
(Bak: FÂKAT)
fakat / fâkat / فَاقَتْ
Zaruret, ihtiyaç. Yoksulluk, fakirlik.
Fakirlik, ihtiyaç.
fake
Fakirlik.
fakih / fakîh / فقيه
(Fâkihe) Yaş meyve, yemiş, yaş hurma ağacı.
Şenlendiren, sevindiren.
İslam hukukçusu, fakih.
(Arapça)
fakihani / fâkihanî
(Bak: FAKİHİYY)
fakir
Biçâre, muhtaç, yoksul. İslâm dini, ev kirası, yiyecek, içecek, giyecek, ilaç, yakacak gibi zorunlu ihtiyaçları karşılandıktan sonra yılda 96 gram altın alabilecek kadar geliri olmayanları fakir sayar. Fakirlerden vergi alınmaz, İslâm devleti zorunlu ihtiyaçlarını karşılamada, tedavi, tahsil (öğreni
Aslî (temel) ihtiyâçlarından başka nisâb miktârı (dînen zengin sayılacak kadar) malı olmayan.
Tasavvufta fakir: Derviş. Her zaman her işte yalnız Allahü teâlâya muhtaç olduğunu bilen, bütün ihtiyaçlarını hep Allahü teâlâya arz eden.
fakir-i müstağni / fakir-i müstağnî
Fakir olmakla birlikte Allah'tan başkasına muhtaç olmayan kişi.
fakir-i pür-taksir / fakir-i pür-taksîr
Kusurlarla dolu fakir anlamına gelen, tevazu ifadesi olarak "ben" yerine kullanılan ifade.
fakirane / fakirâne / fakîrâne / فَق۪يرَانَه
Fakir bir kimseye yakışacak surette. Fakircesine.
(Farsça)
Fakirce.
Fakir bir sûrette.
fakirü'l-hal / fakîrü'l-hal
Muhtaç ve fakirlik içinde olma.
fakirülhal / fakîrülhâl
Fakir hâlde.
fakr / فقر / فَقْرْ
İhtiyaç, yoksulluk.
Azlık, muhtaçlık.
Cenab-ı Hakk'a karşı fakrını, ihtiyacını hissetmek.
Tas: Kendisindeki bütün her şeyin Allah'a âit olduğunu bilmek.
Fakirlik.
Fakirlik. Tasavvufta her zaman her işte Allahü teâlâya muhtaç olduğunu bilmek.
Fakirlik, yoksulluk, züğürtlük.
Fakirlik.
Fakirlik, ihtiyacını karşılayamama.
fakr u istiğna
Fakirlik ve tok gözlülük; muhtaç olunmasına rağmen kimseden bir şey istememe.
fakr u zaruret / fakr u zarûret / فَقْرُو ضَرُورَتْ
Şiddetli fakirlik.
fakr-ı beşeri / fakr-ı beşerî
İnsandaki fakirlik, her şeye muhtaç olma özelliği.
fakr-ı hal / fakr-ı hâl
Fakirlik.
Fakirlik hâli.
fakr-i hal
Fakirlik, muhtaçlık.
fakr-ı insani / fakr-ı insanî
İnsanın fakirliği.
fakr-ı mutlak
Mutlak fakirlik. Mü'min bir kulun Cenâb-ı Hakka karşı mutlak muhtaç halde olduğunu bilişi. Nihayetsiz muhtaç olduğu Allaha (C.C.) ve emirlerine tam teslimiyyetle sığınması hâleti.
fakr-ı şedid
Çok şiddetli yoksulluk, fakirlik.
fakr-pişe / fakr-pîşe
Fakirliğe alışmış, fakirlik içinde, muhtaçlık içinde.
(Farsça)
Fakirlik, muhtaçlık.
fakrıhal / fakrıhâl
Fakir hâllilik.
fakrımutlak
Tam ve sınırsız fakirlik.
fakrpişe / fakrpîşe
Fakirlik yolunda.
fakruzaruret / fakruzarûret
Fakirlik ve yoksulluk.
falic
Muzaffer, galib. Muvaffak.
(Farsça)
fecr
Tan yerinin ağarması. Şafak. Sabah vakti, güneş doğmadan evvel şarkta hâsıl olan kızıllık.
Bir şeyi genişçe ikiye ayırmak.
Günah işlemek. Fücur ve fısk işlemek. Yalan söylemek.
Tekzib eylemek.
İsyan ve muhalefet eylemek.
Haktan sapmak. Meyletmek.
<
fecr-i sadık / fecr-i sâdık / فجر صادق
(Hakiki fecir) şafak sökme.
Tan ağartısı, şafak sökmesi.
fekahet
(Bak: Fakahet, Fakih)
fekus
(Bak: FAKS)
fetk
Şak etme. Ayırma. Yarma. Yarılma.
Tıb: Dikilmiş bir şeyi söküp ayırmak.
Kasık yarığı, kasık zarının yarılması ile barsakların torba içine dolmasından ibaret sakatlık. Fıtık hastalığı.
Şafak sökmesi. Fecir ağarması.
Parçalanıp birbirine düşmüş cemaat.
fevakih
(Tekili: Fâkihe) Meyveler, yemişler, fâkiheler.
fevz
Kurtuluş. Zafer. Necat. Muvaffakiyet. Selâmet.
fi'l-i hikaye / fi'l-i hikâye
Gr: Geçmiş zamanda olmuş fakat konuşan kimsenin görmüş olduğu bir işi anlatan fiil. Meselâ: Okumuş idi, yazmış idi, vurdu gibi.
fidye
Herhangi bir farzından birini yerine getirmeye gücü olmayan bir kimsenin Cenâb-ı Hak'tan özür dilemek kasdı ile, verdiği para veya sadaka.
Esir veya kölelikten kurtulmak için verilen para.
Fık: Fakirin sabahlı akşamlı bir günlük yiyeceği.
fık'
(Bak: FAK')
fıtra
Fitre; ihtiyâcı olan eşyâdan ve borçlarından fazla olarak nisab (dinde zenginlik ölçüsü) miktârı malı, parası olan her hür müslümanın Ramazan bayramının birinci günü sabahı fakirlere vermekle yükümlü oldukları belli miktardaki buğday veya arpa yahut hurma veya kuru üzüm veya kıymetleri kadar altın v
fukaha / fukahâ
(Tekili: Fakih) Fakihler. Fıkıh âlimleri.
Fıkıh âlimleri. Fakîhin çokluk şekli.
Fakihler, İslâm hukukçuları, Fıkıh âlimleri.
fukaha-i seb'a / fukahâ-i seb'a
Medîne'de yetişen yedi büyük fakîh (âlim).
fukara / fukarâ
Fakirler, yoksullar.
(Tekili: Fakir) Yoksullar, fakirler.
Fakirler.
Fakirler.
fukara-i müslimin / fukara-i müslimîn
Müslüman fakirler.
fukara-i sabirin / fukara-i sâbirin
Sabreden, dayanan, oruç açmayan fakirler.
fukara-perver
Fakire bakan. Fukarayı koruyan.
(Farsça)
fukara-yı muhacirin / fukara-yı muhacirîn
Mekke'den Medine'ye hicret edenlerin fakirleri, yoksulları.
fukara-yı sabirin / fukara-yı sâbirîn / fukarâ-yı sâbirîn
Sabreden ve avuç açmayan fakirler.
Dilenmeyip sabreden ve şerî'ate (İslâmiyet'e) uyan fakirler.
fuku'
(Çoğulu: Faki) Çok sarı olmak.
Safi olmak.
füru' / fürû'
Dal, asıldan türeyen. Fer'in çokluk şeklidir.
Fıkıh ilminde (İslâm hukûkunda) çocuklar, torunlar ve onların çocukları.
Ahkâm-ı şer'iyye yâni İslâm dîninde ibâdet, münâkehât (nikâh, boşanma, nafaka), muâmelât (alış-veriş, ticâret, kirâlama v.b) ve ukûbâtla (cezâlarla) ilgili hükümler.
gass ü semin
Fakir ve zengin. Zayıf ve semiz.
gayb alemi / gayb âlemi
Görünmeyen, fakat varlığı kesin olan ve mahiyeti Allah tarafından bilinen başka dünyalar.
ged
(Gedbe) Yoksul, dilenci, fakir, dilenen.
(Farsça)
Dilencilik.
(Farsça)
geda / gedâ
Fakir. Kimsesiz. Dilenci.
(Farsça)
Fakir.
Fakir, kimsesiz.
gedayan
Fakirler. Kimsesizler. Gedâlar.
(Farsça)
gevar
Ark. Bahçeleri sulamak için çayırdan ufak bir arkla alının kol.
(Türkçe)
göynük
Arpa torbası.
Ufak süt kabı.
Kıldan yapılmış yoğurt torbası.
gudde-i nekfiyye
Tıb: Kulak memesinden çeneye kadar olan kısımda bazan ufak ufak meydana gelen bezler.
gürisne
(Çoğulu: Gürisnegân) Aç, fukara, fakir.
(Farsça)
gürisne-gan / gürisne-gân
(Tekili: Gürisne) Açlar, fakirler, yoksullar.
(Farsça)
haber-i meşhur
Bidayette râvisi mahdut iken sonraki devirlerde, yalan üzere ittifakları muhal olan bir cemaat tarafından nakledilegelen makbul hadistir. (Ist. Fık.K.)
haber-i mütevatir / haber-i mütevâtir
Yalan üzerinde ittifâk etmeleri (birleşmeleri) mümkün olmayan bir cemâat (topluluk) tarafından nakledilen, bildirilen haber, hadîs-i şerîf.
haber-i vahid / haber-i vâhid
Bir kişinin ettiği rivâyet, verdiği haber, hep bir kimse tarafınan fakat Peygamber efendimize kadar, rivâyet edenlerden (nakledenlerden) hiçbiri noksan olmayan hadîs-i şerîfler. Buna, haber-i âhad da denir.
habi
Sürünüp emekleyen ufak çocuk.
haccac
Çok eskiden Irakta vâlilik yapan fakat, Hz. Resul-ü Ekremin (A.S.M.) soyundan gelenlere ve onlara taraftar olanlara çok zulmeden, haddini aşmış bir zâlimin ünvânı. Asıl ismi Yusuf bin Sakafi'dir. Haccac-ı Zâlim diye de anılır.
haddam
Muvaffakiyetli kişi.
İşlerinde başarılı ve becerikli kimse.
Çalışkan ve gayretli olan.
Hademe, hizmetçi.
hadim-ül fukara / hâdim-ül fukara
Fakirlere hizmet eden.
hadis-i mütevatir / hadîs-i mütevatir
Kizb üzerine ittifakları aklen tecviz olunmayan cemaatlerin birbirinden ve ilk cemaatin de bizzat Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmdan rivâyet ettiği Hadis-i şeriftir..
hadsi / hadsî
Zihnin sür'atli fakat doğru bir şekilde netîceye ulaşması ile bilinen şey.
hafakan
(Bak: HAFAK)
hafef
Fakirlik. Darlık.
Şiddet.
hafıza / hâfıza
Hıfz etme (ezberleme) ve hatırda tutma kuvveti. His organları ile duyulmayan fakat duyulanlardan çıkarılan mânâları saklayan mânevî duygu merkezlerinden biri.
haiben
Muvaffakiyetsiz olarak. Mahrum olarak.
hak-nişin / hâk-nişin
Dilenci, sâil, fakir.
(Farsça)
hak-nişini / hâk-nişinî
Dilencilik, yoksulluk, fakirlik, sefâlet.
(Farsça)
hakim ebu abdullah
Muhammed bin Abdullah ibn-i Beyyi' (Hi: 321-405) Sâmâniye Devleti Nişabur Kadılığında bulunmuş büyük muhaddislerden, Şafiî fakihlerinden, asrının en büyük din âlimi diye bilinen bir zattır. Bir çok eser te'lif etmiştir. Başlıcaları: El Müstedrek Ale-s Sahihayn, Kitab-ül İlel, El-İklil, El-Emali, Ter
hakir kalb / hakîr kalb
Bir tevazu ifadesi olarak, bu fakirin ehemmiyetsiz, kıymetsiz kalbi mânâsında kullanılan bir deyim.
hakk-ı fakiranemde / hakk-ı fakirânemde
Fakir ve muhtaç olan benim hakkımda (tevazu ifadesi).
halid bin sinan
Benî Abes kabilesinin Bin-Bagis'ten ehl-i tevhid bir zat olup; Hz. Peygamber Efendimiz, bu zat hakkında: "O bir nebi idi, fakat onun kavmi onu zâyi etti" buyurmuşlardır. Kendisi Peygamberimizin zamanına yetişememiştir.
halil
Samimi dost. Sâdık dost.
Nahif ve fakir kimse.
hall
Sağlamlaştırmak.
Dostluk, sadâkat.
Fakir, hastalıklı, nahif insan.
Sirke.
halle
Fakirlik.
Hâcet, ihtiyaç.
Kum içindeki yol ve gedik.
hançe / hânçe
Küçük tepsi, ufak sini.
(Farsça)
hangah
Allah rızası için ve misafirleri minnet altında bırakmamak ihlâsı ile fakir ve dervişlere ve talebe-i uluma yemek verilen ve misafir edilen yer.
(Farsça)
harac-ı mukasseme
Arazinin hâsılatından yerin tahammülüne göre alınacak bir vergidir. bu harac, hâsılata taallûk eder. Bir sene içinde hâsılat tekerrür ederse bu harac da tekerrür der. Fakat mahsulât mevcud olmayınca bu vergi de alınmazdı.
haramilik
Tar: Akıncı kumandanının iştirak etmediği ufak kuvvetler tarafından düşman memleketlerine yapılan akınlar. Bu akınlara yüz ve daha fazla akıncı iştirak ederdi. Akıncı kuvvetleri yüzden az olduğu takdirde "çete" ismini alırlardı. Büyük akınlarda olduğu gibi haramilik suretiyle yapılan akınlarda da al
harc
Gider, sarfiyat, bir iş için kullanılan madde.
Vergi.
Çıkmak.
Yeni çıkan bulut.
Yemâme vilayetinde bir yer.
Ecir.
Buğday. (Dinimizde lüzumsuz harcamak, israf haramdır. Zillet ve fakirliğe sebeptir.)
hardale
Hardal tanesi.
Nesneyi ufak edip kesmek.
harim / hârim
Fakir.
hasa'
Suya kanmak ve kandırmak.
Dolmak.
Doymak.
Ufak taş.
hasasa
(Çoğulu: Hasâs) Fakirlik.
Hali yaramaz olmak.
Küçük delik.
İki kişinin arasındaki açıklık.
hasb
(Çoğulu: Havâsıb) Taş atmak.
Ufak taşları savuran rüzgâr.
hasba'
(Çoğulu: Hasubâ) Ufak taş.
hasen hadis / hasen hadîs
Bildirenler sâdık (doğru) ve emîn (güvenilir) olup, fakat hâfızası (anlayışı) sahîh hadîsleri bildirenler kadar kuvvetli olmayan râvîlerin, kimselerin bildirdiği hadîs-i şerîf.
hashas
Toprak.
Ufak taş.
hasis / hasîs
(Hisset. den) Kötü huy, fena tabiat.
Ufak, değersiz.
Tamahkâr, cimri.
Basit, ufak, kötü.
hasr-ı fikir
Bir şeye bütün fikrini vermek ve başka şeyle meşgul olmamak tarzı ve düsturu ile o şeyde veya meslekte mütehassıs ve muvaffak olmaya çalışmak. Bütün fikri çalışmayı bir şey üzerinde toplamak.
hasr-ı nazar
Sadece bir şeye bakıp dikkat etmek.
Yalnız bir mevzu veya meslek üzerinde çalışıp onda mütehassıs ve muvaffak olmaya çalışmak.
hatai
Tezhib ıstılahlarındandır. Resim gibi tabiatı taklid ederek yapılmayıp, san'atkârlar arasında kabul edilen çeşitli gül şekli gibi irili ufaklı yapılan şekiller.
Türkistan'da Hatay şehrinde imal edilen bir cins dayanıklı kâğıt.
hati / hatî
Fakir kavutu.
hatif / hâtif / هَاتِفْ
Sesi işitilen fakat kendisi görülmeyen seslenici.
havaic-i asliye
Fık: Mesken ile, eve lüzumlu eşyadan ve kışlık, yazlık elbise ile lüzumlu silâhtan, âletten, kitaptan ve binek (hayvan) ile hizmetçi ve bir aylık - sahih görülen diğer bir kavle göre; bir senelik - nafakaya mahsus erzaktan ibârettir.
havb
(Hub - Havbet) Günah, ma'siyet.
Fakirlik.
Meşakkat.
Maraz, ağrı, dert.
Ana, baba.
Fakir ve muhtaç olmak.
havf-ı fakr
Fakirlik korkusu.
hayt-ul esved
Güneş battıktan sonra ufakta görülen siyahlık.
hazire / hazîre
Eti ufak ufak doğrayıp, çok su ile çömlek içinde pişirip erimeye yakın olduğu anda üzerine un koyup karıştırarak yapılan yemek. (İçinde et olmayınca "aside" derler.)
hazzal
Ehline ve ailesine sarfedecek birşey bulamayan fakir.
hebbur
Ufak inci.
hedbe
Ufak tesbih böceği.
hediye
Fakir veya zengin bir kimseye ikrâm için hîbe (bağış) olarak verilen veya gönderilen mal.
heft-kalem
Yedi çeşit yazı. Tâlik, sülüs, tevki, muhfak, reyhanî, rik'a ve nesih.
helak
Yıkılma, bitme, mahvolma.
Harislik ve pek düşkünlük.
Azab. Korku, havf.
Fakr.
hem-matla'
Güneş ve ay gibi gök cisimlerinin ufakta doğdukları yerin veya zamanların aynı oluşu. Aynı meridyen üzerinde olup ay ve güneşi aynı saatlerde gören ülkeler.
hemime / hemîme
Yumuşak rüzgâr.
Ufak taneli yağmur.
herna'
Ufak bit.
hers
Ufak kurt.
hevade
Yavaşlık.
Yumuşaklık.
Kavmin içinde salah ve muvâfakata sebep olması mümkün olan kimse.
hevdec
(Çoğulu: Hevâdic) Kadınların binmesi için devenin sırtına konulan ufak mahfel.
hevn
Kolaylık, sühulet.
Vakar. Teenni.
Sükunet. Sekine. Rıfk.
Ufak şey. Hor ve zelil olmak.
hezarpare
Bin parça, çok ufak.
(Farsça)
hilaf-ı evla / hilâf-ı evlâ
Yapılması sevâb fakat yapmamakla günâha girilmeyen hareket.
hilf
(Çoğulu: Ahlâf) Sözleşme, söz verme.
Yardımlaşma, dayanışma. Birlik maksadıyla ittifak.
Yardımlaşma, ittifak, sözleşme.
hıra
Zayıf, cılız.
Küçük, ufak.
hirc
(Çoğulu: Ahrâc) Yılan başı dedikleri ufak beyaz boncuk.
Günah.
Göz kamaşmak.
hırkapuşane
Fakircesine, dervişçesine.
(Farsça)
hırkapuşi / hırkapuşî
Fakirlik, dervişlik.
(Farsça)
hubeb
(Tekili: Habbe) Buğday, mısır, arpa gibi ufak ve yuvarlak nebatatın taneleri.
hubeyb
(Hubeybe) (Çoğulu: Hubeybât) Küçük tane, ufak tane, tanecik.
hudena
(Tekili: Hadîn) Sâdık dostlar, vefakâr arkadaşlar.
hukeşan
Tar: Hacı Bektaş şeyhinin Yeniçeri Ocağı nezdindeki vekiline mahsus doksandokuzuncu ortaya 1591 senesinde tâyin olunan Bektaşi müritleri hakkında kullanılır bir tâbirdi. Yeniçeri ocağından yiyip içen ve yeniçeri odalarında yatıp kalkan bu duacıların vazifeleri sabah akşam ordunun selâmet ve muvaffak
(Farsça)
humret-i şafak
Şafak kırmızılığı, şafak kızıllığı.
huraşe
Ufak parça, küçük şey.
hurd / خرد
Küçük. Ufak. İnce.
(Farsça)
Kırık.
(Farsça)
Ehemmiyetsiz, önemsiz.
(Farsça)
Küçük, ufak.
(Farsça)
hurd ü mürd
Parça parça. Ufak tefek kimse.
(Farsça)
hurde
Bir şeyin küçüğü, ufağı.
(Farsça)
Ufak şey, ufak parça. Ufak ve kırıntıdan ibaret olan.
(Farsça)
Pek ince ve küçük.
(Farsça)
hurdebin / hurdebîn
(Hurde-bîn) Mikroskop. Çok küçük, ufak şeyleri, mikropları gösteren âlet.
hurdefuruş
Ufak tefek şeyler satan kimse.
(Farsça)
hüsn-ü mücerred
Gayr olsun olmasın bizzat güzel olan şey. Bazı âza veya çizgilerin mütenasib terkib ve tertibiyle hâsıl olan hüsün, hüsn-ü mücerred değildir. Şartları zâil olsa, hüsün de zâil olur. Fakat, vücud, hayat, iman gibi varlıklar hüsn-ü mücerreddir ve bizzat güzeldirler. Güzellikleri başka şeylere
hüsn-ü ta'lil
Edb: Herhangi bir hâdisenin hakiki sebebini saklayarak, güzel ve hayalî bir sebep göstermeye hüsn-ü ta'lil denir. Bu gösterilen sebep hakiki olmamalı, fakat güzel olmalıdır.Bağ-ı âlemde yüzün menendi bir gül isteyüp.Cüst ü cu idüp gezer gülzarı bülbül şah şah. (Fatih Sultan Mehmed)Bülbülün, gül bahç
hüsn-ü tedbir
İyi düşünülerek tutulan yol. Tefekkür ile tasmim etmek, ihtiyar olunacak meslek ve harekete karar vermek.
Bir kimseden bir haberi nakil ve rivâyet eylemek.
Bir şeye iyi muvaffak olmak için o işe muvafık ve hesaplı hareket etmek.
i'lamat-ı şer'iye
Huk: Şer'iye mahkemelerinden nafaka, nikâh vs. ye dâir verilen i'lâmlar.
ı'sar
Fakir olmak.
Güç olmak, zor olmak.
i'sar
Fakirlik.
Borçluya karşı takaza etmek, sıkıştırarak alacağını istemek, güçleştirmek.
iale
Çoluk çocuğun nafakasını te'min etme. Evlâd u iyâlin maişetini tedarik etme.
İyali çoğalmak, çoluk çocuğu artmak.
ibrahim bin edhem
Babası Belh Şehrinin Pâdişahı idi. Hicri 2. asırda yetişmiş büyük bir veliyullahtır. Bir çok kerametleri görülmüş, Allah rızası yolunda dünya saltanatını terk ederek fakirliği kabul etmiş ve bütün ömrünü ibadet ve taat ile geçirmiştir. Kerametleri dillere destandır.
icabe-i dua / icabe-i duâ
Duânın kabul olması. Duâya cevap verilmesi. Muvafakat edilmesi.
icabet / icâbet / اجابت
Kabul olmak. Kabul etmek.
Râzı olma, rızâ gösterme, muvafakat etme.
Kabul etme.
Muvafakat etme.
Kabul edilme.
(Arapça)
Uyma.
(Arapça)
İcâbet etmek:
Uymak, muvafakat etmek.
(Arapça)
icma'
Toplanma. Dağınık şeyleri toplamak.
Hazırlamak.
Azm ve kasdeylemek.
Topluluk. Fikir birliği. Bir mes'eleden âlimlerin ittihad etmesi.
Fık: Sahabe-i Güzin Hazretlerinin (R.A.) ittifakları üzere akaid hükmüne geçmiş umur-u diniyenin tamamı.
icma-ı manevi / icmâ-ı mânevî
Mânevi olarak görüş birliğine varma; uzmanların aynı konuyu faklı tarzlarda belirtmeleriyle veya susmak sûretiyle onu tasdik etmeleriyle görüş birliğine varmaları.
icma-ı ümmet / icmâ-ı ümmet
Büyük fakihlerin dinle ilgili bir konuda görüş birliğinde olmaları.
ifakat / ifâkat / افاقت
İyileşme.
(Arapça)
İfâkat bulmak:
İyileşmek.
(Arapça)
ifakat-yab / ifakat-yâb
İfakat bulucu, iyileşen.
(Farsça)
ifka'
Fakir ve kötü durumda bulunma.
ifkar'
Fakir düşürme, fakirleştirme.
Hayvanı kirâya verme.
iflah
Mübarek ve muvaffakiyetli olmak. Selâmete çıkmak. Felâha kavuşmak.
Nimette dâim ve kararlı olmak.
iflas / iflâs
Fakirleşme.
iftikar / iftikâr
Yoksulluğunu, fakirliğini açığa vurmak.
Çok ihtiyacı olmak.
Tevazu'. Alçak gönüllülük.
Fakirliğini gösterme.
Fakirliğini bilip gösterme.
Fakîr olmak, muhtâc olmak.
iftikarat / iftikarât
Fakirliğini bilip göstermeler.
Fakirlik, yoksulluk.
iftiyak
Fakirleşmek, yoksullaşmak.
ihsanperver
İhsan edici. İyiliği çok sever. (İhsan ihsandır, eğer nev'e olsa veya muhtaca ve fakire olsa. Sehavet o vakit tam sehavettir, eğer millet için olsa, yahut milleti tazammun eden bir ferde olsa güzeldir. Şayet muhtaç olmayan şahsa olsa, şahsı tembel eder. Çingeneliğe alıştırır. Elhasıl, millet bâkidir
(Farsça)
ihtilaf-ı din
Biri müslim, diğeri gayr-ı müslim olmak gibi ayrı dinde bulunmak. Din ayrılığı miras almağa mânidir. Binaenaleyh gayr-i müslim, müslimin; müslim de gayr-i müslimin mirasına nâil olamaz. Fakat müslim olmayan milletler arasında din ayrılığı miras almağa mani değildir.
ihtiyac
Çaresiz kalıp istemek. Muhabbetle meyletmek. Acz, fakr ve yoksulluk. Zaruret hali.
ihtiyaç / ihtiyâç
Ruh ve nafaka (yeme, içme, barınma) için ve bedeni sıkıntıdan korumak için lâzım olan şey.
ıknat
Allah'a dua etme. Aczini ve fakrını anlayarak Allah'a yalvarma.
Namazda kıyamı uzatma.
İnkisar etmek.
imam-ı muhammed
(Hi: 135-189) Kufe'de yetişti. 99 kitab te'lif etmiştir. İmâm-ı Mâlik'ten hadis okudu. En meşhur Hanefî fakihlerindendir. (K.S.)
imam-ı şafii / imam-ı şâfiî
(Hi: 150-204) İmam-ı Abdullah bin Muhammed diye de anılır. Üçüncü ceddi olan Şâfiî, hayatında Resulüllâh'ı (A.S.M.) gördüğü için o isimle anılır. Nesebi, Abd-i Menaf'da Peygamberimiz (A.S.M.) ile birleşir. Gençliğinde çok fakir bir hayat yaşadı. Çok ileri muhaddis ve müfessir-i Kur'andır. Usul-ü Had
imaret / imâret
Mâmur etmek, şenlendirmek. Mâmurluk.
Hayrat için fakirlere yemek verilen yer.
Bayındırlık, fakirlere yemek verilen yer.
imlak
Çok fakir düşmek.
imtina'
Feragat edip geri durma.
Muvafakat etmeme. Çekinme. İstememe. Yapmama.
İmkânsızlık, mümkün olmayış.
imtisal
Nümune kabul etme.
Uymak. Ayrılmamak üzere inkıyad etme.
Mesel ve kıssa söyleme.
Bir şeyin suretine girme.
Muvafakat ve mutabakat etme.
Katili kısas etme.
infak / infâk / انفاق / اِنْفَاقْ
Nafaka verme. Besleme. Geçindirme.
Harcayıp tüketme.
Fakir olma.
Nafaka verme, besleme, geçindirme.
Nafaka vererek geçindirme, besleme.
Malı, Allahü teâlânın yolunda harcama. Nafaka zekat gibi verilmesi lâzım olan malı hak sâhibine verme.
Nafaka verme.
Geçindirme, nafakalandırma.
(Arapça)
Geçimini temîn etme, nafaka verme.
insan-ı hakir / insan-ı hakîr
Ufak tefek olan insan.
intıbak
(Tıbk. dan) Uygun olmak, muvâfakat. Mutabık, mümâsil ve muvâfık olmak.
irfitat
Ufak ufak yapma, ufalama.
irmad
Fakir düşme. Sefil olma.
Göz ağartma.
iş'ar-ı samedani / iş'âr-ı samedânî
Her şeyin Kendisine muhtaç olduğu, fakat Kendisi hiçbirşeye muhtaç olmayan Cenâb-ı Hakkın bildirmesi.
istifkad
(Fakd. den) Kaybolmuş olan bir şeyi araştırıp soruşturma.
istihvaz
Zafer kazanma, muzaffer ve muvaffak olma, galib gelme.
ıstılah
Tabir, deyim. Belirli bir topluluğun, bir lafzı lügat mânasından çıkararak başka bir mânada kullanmaları.
Bir ilim veya mesleğe âid kelime. Terim. Erbab-ı ilim arasındaki ve herkesin anlamadığı kelime.
Muvafakat. Uygunluk. Barışmak. İttifak.
istinfak
Malı harcıyarak tüketme.
Nafaka peydâ etme.
istirzak
(Rızk. dan) Rızk ve nafaka elde etmek için çalışma.
it'amiyye
Bazı vakıf müesseselerinde fakirlerin doyurulması için ayrılan tahsisat.
itbak
(Itbak) Kaplamak. Kapamak. Kapaklamak.
İttifak etmek.
Tecvidde: Harf okunduğunda, dilin üst damağa kapanması. (Bu halde okunan harfler sad, dât, tı, zı harfleridir.
itilaf
Anlaşmak. Görüşmek. Uyuşmak. Muvafakat.
Cem' olmak, birikmek.
ittifak
Beraber hareket için sözleşmek. İttihad ve muvafakat etmek. Söz birliği etmek. Anlaşmak.(İttifak hüdâdadır, hevâda ve heveste değil.)
ittifak-ı edyan / ittifak-ı edyân
Dinlerin ittifakı, aynı hususta birleşmesi.
ittifakat
(Tekili: İttifak) İttifaklar, sözleşmeler, ittihadlar.
ittifaki / ittifakî
(İttifakiyye) Birleşmeye, sözleşmeye, ittifaka veya uyuşmaya ait. Tesadüfle, rastgele.
ittifakıyet-i avra / ittifakıyet-i avrâ
Tek gözü kör olan ittifak, beraberlik; arkasında hükmeden İlâhî kudret görülmediği için sadece maddî güce sahip olduğu sanılan birlik ve beraberlik.
ittifakpezir
İttifak ve ittihad kabul eden.
(Farsça)
ittihad-ı islam / ittihad-ı islâm
İslâm birliği. İttihad-ı İslâmın varlığı ve devamı için: 1-İslâm milliyetini esas alıp, menfi unsuriyet fikrini bırakmak. 2-İslâm dünyasındaki dini cemaatler, gayede ve dinî esaslarda ittifak edip teferruat meseleleri medar-ı niza etmemek. 3-İslâm devletleri arasında meşveret-i şer'iyeyi yapmak.Bunl
ıyal
Fık : Bir adamın üzerine nafakasını vermek vacip olan, kendilerini geçindirdiği kimseler.
jendepuş
Yamalı hırka giyen kimse. Fakir.
(Farsça)
kadı
Tanzimat'a kadar her türlü davaya, Tanzimat ile Medeni Kanun arasındaki dönemde ise yalnız evlenme, boşanma, nafaka, miras davalarına bakan mahkemelerin başkanları.
kaht ü gala / kaht ü galâ
Yokluk. Kıtlık. Fakirlik.
Pahalılık.
kain ve bain / kâin ve bâin
Tasavvuf ilmi terimlerinden. Halk (insanlar) ile berâber görünen, fakat hakîkatte onlardan uzak ve kalben Allahü teâlâ ile berâber olan.
kalb-i selim / kalb-i selîm
Şek (şüphe) ve şirkten (Allahü teâlâya ortak koşmaktan), küfür ve nifâktan arınmış, dâimâ Allahü teâlâya bağlı kalb.
kanber
Hz. Ali'nin (R.A.) sâdık, vefakâr ve sevgili kölesinin adı.
Mc: Bir evin gediklisi.
Herşeye burnunu sokan, her düğün ve eğlencede bulunan bir adamdan kinâye olarak kullanılır.
kasir / kasîr
(Kasr. dan) Kısa, boynuz, ufak boylu.
kasma
Ufak boynuzlu dişi koyun.
kastalani / kastalanî
Ok atmak.
Şafak kızıllığı.
kavm-i semud
Hz. Salih'in peygamber olarak gönderildiği fakat azgınlıklarından dolayı Allah'ın yok ettiği kavim.
kayy
Fakirlik.
kazaz
Ufak taş.
Döşek üstünde olan toprak.
Toz toprak bulaşmaz nesne.
kaziye-i şartiyye
Man: İki cümleden ibâret, fakat bunlardan birinde olan hüküm diğerinde gösterilen şarta mütevakkıf olan, yâni; aralarında mülâzemet ve irtibat bulunan kaziyedir.
kaziz
Ufak taşlar, taş parçaları.
Topluluk, cemaat.
kefaf-ı nefs
Bir kimsenin ölmeyecek kadar olan nafakası.
kefen-i kifaye / kefen-i kifâye
Fakir veya çok borçlu olarak vefât etmiş erkek ve kadın için yeterli sayılan ve bedeni örtecek kadar olan kefen.
keffaret-i savm
Ramazan-ı Şerifte özürü bulunmaksızın muayyen şartlar dâhilinde orucunu bozan bir mükellefin, müslim veya gayr-i müslim bir köle veya câriye azâd etmesinden; buna muktedir değilse, iki ay muttasıl oruç tutmasından; buna da muktedir değilse, altmış fakire yemek yedirmesinden ibârettir.
keffaret-i yemin
Yaptığı bir yemine sadık kalmayıp bozan bir müslümana lâzım gelen keffâret demektir ki: Muktedir ise, müslim veya gayr-i müslim bir köle veya câriye azad etmekten; muktedir değil ise, on fakiri akşamlı sabahlı doyurmaktan veya on fakire birer parça libas giydirmekten; bu üç şeyden birine muktedir ol
keffaret-i zıhar
Zıhar keffareti.Keffâret-i zıharın vâcib olmasının şartı kudrettir. Muktedir olan, köle azad eder; değilse iki ay oruç tutar, buna da gücü yetmezse altmış fakire yemek verir.
kell
(Çoğulu: Külul) Ağırlık.
Yorgunluk.
Ufak taneli yağmur.
Yetim.
Semizlik, besililik.
Cibinlik dedikleri ince örtü.
kem
Az, noksan, eksik.
(Farsça)
Kötü. Fenâ. Ayarı bozuk.
(Farsça)
Fakir, hakir.
(Farsça)
kemal-i iftikar / kemâl-i iftikar
Allah'a karşı fakirliğini tam hissetme.
kemin
Pek küçük, çok ufak. Çok az.
(Farsça)
kemter
Aciz. Fakir. İtibarsız.
(Farsça)
Başka şeylere göre daha az olan. Pek aşağı.
(Farsça)
Noksan, eksik.
(Farsça)
Âciz, fakir, hakir.
kemterane
Fakirce. Acizce. Çok küçük nisbette.
(Farsça)
kerahet
İğrenme, istemeyerek zor altında yapma.
Şeriatin yasaklamadığı fakat harama yakın olma ihtimali olan ve çekinilmesi gereken husus.
kıllet
Azlık, fakirlik.
kıraat
Okuma. Düzgün ve çabuk okuma.
Okuma kitabı.
Fık: Namazda Kur'an-ı Kerim'den bir miktar okumak.İnsan bir yazıyı ya kendi kendine yahut başkasına dinletmek üzere okur. Hususi mütâlaa nasıl olsa olur. Fakat dinletmekten maksad, anlatmak olduğu için o yolda okumanın dikkat edilec
kıraet-i şazze / kırâet-i şâzze
Arabî gramer şartlarına uyan ve mânâyı değiştirmeyen, fakat bâzı kelimeleri hazret-i Osman'ın çoğalttığı nüshaya benzemeyen Kur'ân-ı kerîm kırâeti (okunuş şekli).
kış'ame
Fak dedikleri nesne.
Küçük arı.
Kene.
kisve
Giyecek. Nafaka vermekle vazîfeli kimsenin bakmakla mükellef bulunduğu kimselere te'min etmekle yükümlü olduğu giyecek.
kıtkıt
Ufak taneli yağmur.
kızze
Ufak taş.
Taşlı çukur yer.
Kızlık dedikleri hâlet.
komprime
Toz halinde iken sıkıştırılıp ufak hap haline getirilmiş ilaç.
(Fransızca)
kudret-i samedaniye matbahları / kudret-i samedâniye matbahları
Rızıkların İlâhî kudretle olgunlaştırıldığı mutfaklar.
kurban
Allah'ın rızasını kazanmağa sebep olan şey.
Etleri, fakirlere parasız olarak dağıtılmak niyetiyle farz, vâcib veya sünnet olarak kesilen koyun, keçi, deve, sığır.. gibi hayvan.
Bir maksad uğrunda feda olma.
Beylerin ve meliklerin yakınlarından olan kimse.
kurzub
Fakir kimse.
kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار
Kut'ül Amare ne demektir?
Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.
İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.
Kut'ül Amare zaferinin önemi
Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.
28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.
Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.
Kût'a tramvayla asker sevkiyatı
İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.
Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.
Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.
Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.
Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.
Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.
Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.
Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.
Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.
kutahter / kûtahter
Pek kısa, çok ufak.
(Farsça)
kutbe
Nişan okunun temreni.
Erkek ismi.
Nişanlara atılan ufak ok.
kütüb-i salife / kütüb-i sâlife
Allahü teâlâ tarafından, Peygamber efendimizden önce gelmiş olan peygamberlere gönderilen fakat sonradan tahrif edilmiş, değiştirilmiş olan ilâhî kitablar. Bunlara semâvî kitablar da denir.
kuvve-i azm
Azim kuvveti. Emele muvaffak olmak için gösterilen azim, cehd kuvveti.
(Farsça)
lakin / lâkin
Amma. Fakat. Ancak. şu kadar var ki.
Ama, fakat.
Ama, fakat.
lefh
Yakmak.
Vurmak.
Fakirlik, fakir.
İflas.
Tavşancıl kuşu.
Karga.
leyk
Ammâ, lâkin, fakat.
(Farsça)
leykin
Lâkin, ammâ, fakat.
(Farsça)
lik / lîk
Lâkin, amma, ancak, fakat.
(Farsça)
likin / lîkin
Lâkin, eğer, amma, fakat.
(Farsça)
lisan-ı acz ve fakr
Fakirlik ve acizlik dili.
lüka'
Hor ve hakir kimse.
Ufak çocuk.
At.
lütfiye
İsmail Fakazlı'nın eşi.
lütuf
Rıfk ve nevâziş. İltifatla mülâyemet üzere muâmele eylemek. Allah (C.C.) Hazretlerinin kullarını rıfk ve sühuletle murâdına muvaffak eylemesi.
Güzellik, hoşluk.
İyilik, iyi muâmele.
ma'kul-ül-ma'na
Bir sebebe, illete ve maslahata dayanan şer'i mesele. (Fakat, hakiki sebeb ise emr-i İlâhidir.) Bir hikmete ve bir maslahata binâen tercih edilmiş veya o hükmün teşriine müreccih olmuş olan şer'i mes'ele.
ma-i müsta'mel / mâ-i müsta'mel
Kullanılmış su. Abdest ve guslde (boy abdestinde) yâhut kurbet olarak kullanılan su. Temiz fakat temizleyici değildir.
madalya
İtl. Büyük işlerde muvaffak olanlara veya büyük fedakârlık ve kahramanlık gösterenlere hediye ve hatıra olarak verilen ve çok defa yuvarlak biçimde, göğüse takılacak şekilde olan kıymetli madeni parça.
mahfuk
Hafakanlı, ikide bir yüreği oynıyan.
maiz
Keçi.
Az miktar keçi. Ufak keçi sürüsü.
maksur
(Kasr. dan) Kasrolunmuş, kısaltılmış, kasılmış, alıkonulmuş.
Mahbus.
Kasrolunmuş nesne.
Gelinin üzerine tutulan duvak.
Gr: Bir kısım arapça kelimelerin sonunda yâ şeklinde yazılan, fakat elif gibi okunan harf. ( : Dâ'vâ) kelimesinde olduğu gibi. Buna, "Elif-i
malikane
Büyük ve gösterişli köşk.
(Farsça)
Tar: Bir kimseye, gelirinden hayatı boyunca istifade etmek; fakat satamamak ve miras bırakamamak şartıyla verilen beylik arazi.
(Farsça)
mansuriyyet
Allah'ın (C.C.) yardımıyla muvaffak ve muzaffer olma, başarma.
mantıki kıraet / mantıkî kırâet
Acele etmeyerek fakat imlâ kaidelerine dikkat ederek, yâni virgüllerde biraz, noktalı virgüllerde biraz daha durmak, teâcüb ve istifhamları anlatmak, muhaverelerde konuşanların sözlerini ayırmak suretiyle okumaktır.
maslahat-ı mürsele
Şeriat tarafından ne itibar ve ne de ibtâl ve ilgâ edildiği mâlum olmayan bir mes'elenin maslahat üzere fakihler tarafından hükümlendirilmesi.
matabih
(Tekili: Matbah) Mutfaklar. Yemek pişirilen yerler.
matbah / مطبخ / مَطْبَخْ
Mutfak.
Mutfak.
Mutfak.
(Arapça)
Mutfak.
matbah-ı rabbani / matbah-ı rabbânî
Rabbanî mutfak.
matbah-ı şahane
Şahane, mükemmel mutfak.
matbaha-i mu'ciznüma / matbaha-i mu'ciznümâ
Mu'cizeli mutfak.
materyalizm
Allahü teâlâyı inkâr ve maddeyi her şeyin esâsı kabûl eden görüş, düşünce; toplum hayâtını ve fertler arasındaki münâsebetleri ve davranışları belirleyen tek faktörün madde olduğunu savunan felsefe akımı; maddecilik.
maun
Eve lâzım şeyler. Ev eşyası.
Malın zekâtı.
Ufak tefek ihtiyaçlar.
Nefaseti sebebi ile (nefsin çok hoşuna gittiğinden) kimseye verilmek istenmeyen şey.
mazhariyet
Mazhar ve nâil olma. Elde etme. Muvaffakiyet.
mecma-i aleyh
Hakkında toplanılan, ittifak edilen, birleşilen şey.
mefkuk
(Çoğulu: Mefakik) Ayrılmış olan.
Sökülmüş, çıkarılmış.
mefkur
(Çoğulu: Mefâkir) Omurga kemikleri kırılmış olan hayvan veya insan.
megavil
(Tekili: Migvel) Hançerler. Ufak ve ince kılınçlar.
mekruh
İğrenç, nahoş görülen şey.
Fık: Şeriatın haram etmediği, fakat zaruret olmadan yapılmasına izin vermediği, zanna dayanan delil ile işlenmesi caiz olmayan iş.
Mihnet. Şiddet.
mekteb-i mülkiye
Siyaset ve yönetim biliminin okutulduğu okul; Siyasal Bilgiler Fakültesi.
men'uş
Hayır ile yâdedilen ölü.
Yukarı kaldırılmış.
Fakir olduktan sonra sevindirilmiş.
Tabuta konulmuş.
merafık
(Tekili: Mirfak) Dirsekler.
Ev kilerleri.
Mutfaklar.
mesakin / mesakîn / mesâkin
(Tekili: Miskin) Ziyadesiyle fakir olanlar. Miskinler. Uyuşuklar. Zavallı, fakir kimseler.
Oturanlar.
Miskinler, zavallı fakir kimseler.
Miskinler, fakirler.
mesemme
(Çoğulu: Mesâmm-Mesâmmât) Ciltteki ufak delik. Gözenek.
mesha'
İnişi ve yokuşu olmayan düz yer. Düzlük.
Ufak taşlı, otsuz düz yer.
Yürüdüğünde iki uyluğu birbirine sürüşen zayıf kadın.
Uylukları ince ve zayıf olan kadın.
meşhur hadis veya hadis-i meşhur
Asr-ı evvelde, Ahâdi hadis kabilinden iken ikinci asırda iştihar edip, kizb üzerine ittifakları aklen tecviz olunmayan bir cemaat tarafından rivâyet olunan hadis. İlm-i yakin derecesinde karib bir surette kalbe itmi'nan verir.
meskenet
Miskinlik. Tembellik. Uyuşukluk. Bitkinlik. Beceriksizlik. Fakirlik. Yoksulluk.
Miskinlik, fakirlik.
mesmur
Cismen ufak olmakla beraber, sinirleri kuvvetli olan adam.
metabih
(Tekili: Matbah) Mutfaklar.
metrebe
Fakirlik, miskinlik.
mevn
Bir kimsenin zahmetini çekmek.
Nafakalarını vermek.
mi'za
Ufak taşlı sert yapılı sağlam yer.
mihanikiyyet
yun. (Mihanik. den) Makine sanayiini ihate eden fen ve ilimler. Makine gibi cansız şeyler.
Cansız ve duygusuz fakat ahenkli hareket ve hareket kabiliyeti.
miktar-ı mukabil
Karşılığının bir miktarı, en ufak karşılık.
minfak
Çok fazla nafaka veren.
mirfak
Dirsek.
Mutfak. Kiler.
Semânın şimal tarafında bir yıldız ismi.
mirfat
İttifak etmek, bir olmak, birleşmek.
miskin / miskîn / مِسْك۪ينْ
Bir günlük nafakasından (yiyeceğinden, giyeceğinden) fazla bir şeyi olmayan müslüman.
Dervîş. Miskîn Yûnus var yârına, Koma bugünü yârına, Yârın Hakk'ın dîvânına, Varam Allah deyü deyü!..
Zavallı, fakir.
Zavallı, fakir.
moloz
Yapılardan artan veya viranelerden çıkartılan ufak taşlar.
Bir işe yaramaz insan.
mu'sir
Fakir kimse.
mu'terr
Pek fakir olduğu hâlde dilenmeyip lisân-ı hâl ile durumunu anlatan kimse.
mu'vez
Fakir kimse.
muasere
Fakirlik.
Zorluk, güçlük.
muaz ibn-i cebel
(Ebu Abdurrahman el Ensarî) Ashâb-ı Kirâm arasında hürmetle yâd olunan büyük fakihlerdendir. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sağlığında Kur'an-ı Kerim'i cem'edip ezberleyen bahtiyarlardandır. Peygamberimiz, "Kur'ânı, Muaz İbn-i Cebel'den alınız" buyurmuştur. 157 hadis rivâyet etmiştir. Ürdün
mücahid
Cihad eden. Çalışan. Din için çalışan. Düşmanlara karşı koyan. Çarpışan.
Fık: Allah (C.C.) yolunda gönüllü olarak cihada iştirak etmek istediği halde nefakadan, silâh ve saireden mahrum olan gazi demektir. Âyet meâli: "Bizim uğrumuzda mücahede edenlere mutlaka yollarımızı gösteririz
muciz / mûciz
Kısa, fakat çok mânâlı, özlü.
mücma-ı aleyh
Hakkında ittifak edilen.
müdekkik
Dikkatle araştıran. İnceden inceye tetkik eden. En ufak gizli şeyleri bilmeğe, görmeğe çalışan. (Konuşurken ekseriyetle müdakkik denir.)
müfik / müfîk
İyileşen, ifâkat bulan hasta.
müfkir
(Fakr. dan) Fakirleştiren.
müfsid
İfsad eden, fenalaştıran. Bozan.
Başlanmış ibadeti bozan.
Nifak koyan, fesad ilka eden. (Hiç bir müfsid, ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut, bâtılı hak görür. Evet kimse demez "ayranım ekşidir." Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz tic
müfsidane / müfsidâne
İfsad etmek suretiyle. Nifak meydana getirmekle. Fesadlıkla. Ara bozuculukla.
(Farsça)
müftekir
(Fakr. dan) Muhtaç.
Fakir, züğürt.
muharef
Fakir.
muhatab-ı samedaniye / muhatab-ı samedâniye
Her şeyin Kendine muhtaç olduğu, fakat Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın muhatabı.
mühdi / mühdî
Hediye veren. Hediye gönderen. İhda eden.
Hidayete getiren. Hidayete vesile olan.
Mürşid, muvaffak.
Risalet ve nübüvveti bütün âlemlere rahmet ve saadet sebebi olduğundan, Cenab-ı Hakk'ın bütün âlemlere hediye ve atiyyesi mânasında Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) mübarek bi
mühr-ü samediyet
Allah'ın hiçbir şeye muhtaç olmadığını, fakat her şeyin Kendisine muhtaç olduğunu gösteren mühür.
muhtac / muhtâc
İhtiyacı olan. Akşam evinde yiyeceğini bulamayacak derecede fakir olan. Bir şey kendine lâzım olan kimse. Bir eksiğini tamamlamak isteyen. Fakir.
İhtiyâc sâhibi. Akşam evinde yiyecek bulamayacak derecede fakîr kimse.
muhtacin / muhtacîn
(Tekili: Muhtac) Muhtaç kimseler. İhtiyaç sâhibleri. Fakirler, yoksullar.
muhtaciyet
İhtiyaç sahibi olmak. Muhtaçlık, fakirlik, sefalet, yoksulluk.
muhtell
Bozuk. Berbâd. Karışmış. İşgal ve ihlâl edilmiş.
İntizamsız. Nizamsız olmuş.
Fakir kimse.
Çok susuz kalmış olan.
mükafat / mükâfat
(Kifâyet. den) Bir hizmet veya muvaffakiyete ve iyiliğe karşı verilen karşılık.
Berâberlik.
Takdirnâme.
mukıll
Malı az olan. Fakir.
mukıllin / mukıllîn
Fakirler. Muhtaç olanlar.
muktir
Dar hâlli, durumu sıkıntılı.
Kocasını nafaka bakımından sıkıştıran kadın.
müleffaka
(Bak: MÜLEFFAK)
münafaka
(Nifak. dan) İkiyüzlülük, münafıklık.
münafık / منافق
İki yüzlü, araya nifak sokan. Fitnekâr.
Ahdini bozan, yalan söyleyen, hıyanet eden.
Görünüşte müslüman olup hakikatte kâfir ve düşman olan.
Nifak sokan, iki yüzlü.
Kâfir olduğu halde kendisini müslüman gösteren.
İkiyüzlü, nifak sokucu.
(Arapça)
münafıkin / münafıkîn
(Tekili: Münafık) Münafıklar. Fitnekârlar. İkiyüzlüler. Araya nifak sokanlar.
münakehat / münâkehât
Fıkıh ilminin dört büyük kısmından biri. Evlenme, boşanma, nafaka gibi hususlar.
münfik
(Nafaka. dan) Nafaka veren, besliyen.
münharif
(Harf. den) İnhiraf eden, yoldan çıkmış. Eğilmiş, çarpık. Usulünden çıkmış, sağlam olmayan.
Tecviddeki mânâsı için "İnhirâf"a bakınız.
Geo: Dört kenarlı, fakat hiçbir kenarı birbirine müsâvi ve müvâzi (eşit ve paralel) olmayan şekil. Sadece iki kenarı birbirine müvâzi (parale
murafık
Refakat eden, beraber bulunan, yoldaş, arkadaş.
müsalefe
(Müsâlefet) Birine refakat etme, yol arkadaşı olma.
İleride ve önde bulunma.
Biriyle birlikte seyretme.
musfir
Eli boş fakir kimse.
müşt
(Çoğulu: Emşât) Taramak.
Ayak üstündeki ufak kemikler. (Ayak tarağı derler.)
mutabaat
Karşılıklı anlaşma. Uyma tâbi olma. Bir şeye uyup muvafakat etme.
mütefakkıh
(Çoğulu: Mütefakkıhin) (Fıkh. dan) Fıkıh âlimi. Fıkıh ilmiyle uğraşan kimse.
mütefakkıhin / mütefakkıhîn
(Tekili: Mütefakkıh) Fıkıh âlimleri, fıkıh bilginleri. Fıkıhla uğraşan kimseler.
mütefettit
Parça parça olmuş olan. Ufak ufak parçalanan.
mütehazlık
Üstadlık dâvâsı eden, fakat üstad olmayan kimse.
mütemevvin
İyâline çok nafaka veren. Ailesine, çoluk çocuğuna iyi bakan.
mütenevvia
Çeşitli, türlü, birbirlerinden faklı.
müteradif
Birbirine bağlı, tâbi olan. Birbirinin ardınca giden.
Gr: Yazılışı ayrı, fakat mânası aynı olan kelime.
müterafik / مترافق
Refakat eden.
(Arapça)
Karışık, bir arada.
(Arapça)
mütevatirat
Mütevatir olanlar. Çoklarının bildiği ve duyduğu haberler, hususlar.
Man: Kizb üzerine ittifakları aklen muhal olan bir topluluk tarafından verilen haberle hüküm ve tasdik olunan kaziyeler.
mütevazi'
Gururlu olmayan, alçak gönüllü, kendi fakrını bilen.
Gösterişsiz.
müteveffık
Muvaffak olan, başaran.
müttefekun aleyh / مُتَّفَقٌ عَلَيْهْ
Üzerinde ittifak edilen.
müttefik / متفق
İttifak etmiş, birleşmiş.
İttifak eden. Birbiriyle aynı fikirde olan. Birleşmiş, anlaşmış olan.
Birlik olmuş, ittifak yapmış.
(Arapça)
müttefikane
İttifak ederek, birleşerek.
müvademe
Mülâzemet, uygunluk, muvâfakat.
müvaeme
Muvâfakat, uygunluk.
muvaffak / موفق
Başarılı.
(Arapça)
Muvaffak olmak:
Başarmak, başarılı olmak.
(Arapça)
muvaffakiyet / موفقيت
(Çoğulu: Muvaffakiyât) (Vefk. den) Allah'ın yardımıyla başarı gösterme.
Ele geçirme, başarma.
Başarı.
(Arapça)
Muvaffakiyet ihraz etmek:
Başarı göstermek.
(Arapça)
muvaffık
Muvaffak eden, başarı ihsan eden.
Muvaffak eden. Başarıya ulaştıran.
müvatat
Muvafakat, uygunluk.
Boyun eğmek, itaat etmek.
müvazea
Tevzi edişmek. Paylaşmak.
Danışmak, istişârede bulunmak müşavere etmek.
Muvafakat etmek, uygun olmak.
muzaffer
Kahraman. Gâlip gelmiş. Başarmış. Muvaffak olmuş. Zafer kazanmış, zafer kazanan.
muzafferen
Muzaffer olarak. Üstün gelerek, muvaffak olarak, galip olarak.
müzmak
Derviş.
Fakir kimse.
na-budmend
Yoksul, fakir.
(Farsça)
naçizane
Çok ehemmiyetsiz olarak. Pek ufak olarak.
(Farsça)
nafaka-i iddet
Fık: Kadının iddeti içinde muhtaç olduğu nafaka. Koca, boşadığı karısını iddeti bitinceye kadar infakla mükellef olduğu için bu müddet zarfındaki nafaka hakkında bu tâbir meydana gelmiştir.
nafaka-i makziyye
Fık: Hâkim tarafından takdir olunan nafaka.
nafakat
(Tekili: Nafaka) Nafakalar.
nakal
Bir yerden naklolunduğunda bâki kalan ufak taşlar.
Devenin tabanına ârız olur bir hastalık.
nakir
Bir insanın hem cins ve aslı.
Gayet fakir.
Bir nevi kara sinek.
Ağzı dar olan küçük kab.
Hurma çekirdeğinin arkasındaki beyaz çukur.
Kıymetsiz şey.
neam, la / neam, lâ
Evet, hayır. "doğru; fakat, meselenin içinde senin hatırına gelmeyen şu da var" manasındadır.
neam-la
Evet, hayır. " Doğru fakat, mes'elenin içinde senin hatırına gelmeyen şu da var." mânâsınadır.
necah
Zafer bulmak, murâda ermek, ihtiyaçlarını te'mine muvaffak olmak.
necid
Kahraman, bahadır.
Arabistan'da bir memleket ismi.
Münbit yer. Fitne ve nifak yeri olan memleket.
Arslan.
nefak
(Çoğulu: Enfâk) İki kapılı ev.
nefr
Heyecan verici bir emirden dolayı bir yerden bir yere fırlayıp çıkmaktır. Ürkmek demek olan "Nüfur" da bu mânâdandır. Fakat "Nüfur" tek başına kaçıp kurtulmak için menfi bir harekette kullanıldığı hâlde; "nefr", düşmana karşı gaza için fırlayıp çıkmakta kullanılır. Ve böyle çıkıp toplanan cemaate "n
nekahet devri
Hastalıktan yeni kalkmış fakat tamamıyla iyileşmemiş kimsenin hâli.
nezr kurbanı
Allah rızâsı için, bir koyun veya şu koyunu kurban etmek adağım olsun diyen zengin veya fakir kimsenin Kurban bayramında kesmesi gereken kurban.
nifaki / nifakî
Nifakla alâkalı.
nim-bedevi / nim-bedevî
Yarı bedevî, yerleşik fakat medeniyetten uzak yaşama tarzı.
nisab / nisâb
Dinde zenginlik ölçüsü. İslâm dîninde, zenginlik ile fakirlik arasındaki maddî sınır.
ömer
Resül-ü Ekrem'in (A.S.M.) ikinci halifesi, Aşere-i Mübeşşere'den ve sahabenin en büyüklerindendir. Çok âdil, âbid, zâhid ve merhametli idi. Fakirce yaşadı. Adaleti, şecaat ve cesareti, İlâ-yı Kelimetullah için fedakârlığı meşhurdur. Çok Hadis-i Şeriflerle medhedildi. Zamanında çok fütühat ve ilerlem
parçe
Ufak şey, küçük nesne, parça.
(Farsça)
pargi / pargî
Mutfak ve banyo sularının toplandığı çukur.
(Farsça)
Orospuluk.
(Farsça)
paş paş
Parça parça, ufak ufak.
(Farsça)
Dağınık.
(Farsça)
perişani / perişanî
Perişanlık, dağınıklık.
(Farsça)
Düzensizlik, bozgunluk.
(Farsça)
Yoksulluk, fakirlik.
(Farsça)
rabia-i adeviye
(Hi: 95 - 185) Basra'lı bir hatun. Bütün hayatını dine hizmet için vakfetmiş, zengin kimseler evlenmek teklifinde bulundukları halde; "Allah'ı anmaktan, dine hizmetten beni alıkor" fikri ile reddetmiş, fakirliği ve istiğnayı kabul edip dine hizmetten vaz geçmemiştir. Talebe okutmuş meşhur bir veliye
redane
Tentelerin kenarlarında açılan ufak deliklerin yırtılmaması için o deliklere geçirilen mâdeni halka.
refakat / refâkat / رفاقت
Eşlik.
(Arapça)
Refâkat etmek:
Eşlik etmek.
(Arapça)
Refakatinde:
Eşliğinde, beraberinde.
(Arapça)
rende
Tahtaların yüzlerini pürüzlerden kurtarıp dümdüz etmek için marangozların kullandıkları âlet.
(Farsça)
Mutfakta peynir, soğan, havuç gibi şeyleri ufalamak için kullanılan tenekeden veya ona benzer maddelerden yapılan âlet.
(Farsça)
revir
Alm. Okul, kışla gibi yerlerde ufak hastalıkları olanların yatırıldıkları hasta odası, ilk bakım yeri.
Bölge, mıntıka.
ribbiyyun
(Rabb. dan) Âlimler, fakihler.
Büyük topluluk.
rical-i gayb / ricâl-i gayb
Her devirde bulunan fakat herkesçe tanınıp bilinmeyen ve görülmeyen, dünyânın nizâmı ile vazîfeli mübârek, büyük zâtlar.
rimak
Nifak, ayrılık.
Darlık.
rize
Döküntü, kırıntı. Ufak parça.
(Farsça)
rize rize
Parça parça, ufak ufak.
(Farsça)
rüfka
(Çoğulu: Rifâk) Yoldaş olan, aynı fikirde olan cemaat.
ruh-u kemterane / ruh-u kemterâne
Âciz ve fakir olan kimsenin ruhu.
rumh
(Çoğulu: Rimah-Ermâh) Süngü. Mızrak. Saban kolu. Mc: Fakirlik.
rümh
(Çoğulu: Rimâh) Mızrak, kargı, süngü.
Mc: Yoksulluk, fakirlik.
rüsti / rüstî
Üstünlük, muvaffakıyet.
(Farsça)
Yiğitlik.
(Farsça)
Kuvvet.
(Farsça)
sa'd bin ebi vakkas
Aşere-i Mübeşşere'den ve ilk İslâm olanların yedincisidir. Peygamberimiz (A.S.M.) ile beraber bütün gazalarda bulundu. Müslüman olduğunda 17 yaşlarında idi. Hz. Ömer zamanında İran'a gönderilen ordunun başkumandanı oldu. Medayin şehrinin fethinde ve Kadsiye meydan muharebesinde muvaffak oldu. Kufe ş
şa'rani / şa'ranî
(Hi: 899-973) Dört hak mezhebin birleşen ve ayrılan tarafları hakkında mu'teber eserleri olan meşhur bir fakihtir. Mizan-ı Şaranî ismiyle bilinen eseri meşhurdur.
sadaka
Allah rızâsı için fakirlere verilen mal, para, ilim gibi insanın muhtaç olduğu her hangi bir şey. (Asr-ı Saâdette fukara-i müslimîn için toplanan zekâta dahi bu nâm verilirdi.)
Allahü teâlânın rızâsına niyet ederek ve karşılık beklemeden muhtâc olanlara, fakirlere, hibe edilen mal, para ve her türlü iyilikte, ihsânda bulunma.
Zekât.
Ganîmet.
Allah rızası için fakirlere verilen şey veya para.
sadaka-i fıtır
İhtiyâcı olan eşyâdan ve borçlarından fazla olarak, nisâb yâni dinde zenginlik ölçüsü miktarında malı, parası bulunan her hür müslümanın, Ramazân bayramının birinci günü sabâhı, fakirlere vermekle yükümlü oldukları belli miktarlardaki buğday, arpa, hurma veya kuru üzüm yahut kıymetleri kadar altın v
sadaka-i fıtr
Ramazan bayramından evvel fıtra olarak verilen sadaka. Zengin (nisaba mâlik) her müslümanın (ihtiyar, genç, çocuk ve hattâ bunak da olsa) fakirlere vermeye mükellef olduğu sadakadır, vâcibdir. Nisaba mâlik olan bir müslüman, hem kendi nefsi için, hem de çocukları, hizmetçisi için sadaka-i fıtır veri
şafak-alud / şafak-âlud
Şafak gibi, şafak renginde.
(Farsça)
şafak-gun / şafak-gûn
Şafak renkli, kızıl.
(Farsça)
sagir
Küçük, ufak. Büluğa ermemiş çocuk.
sağir
Küçük, ufak.
sahib-kıran
Her zaman muvaffak olan ve üstünlük kazanan hükümdar.
(Farsça)
sahur
Temcid yemeği. Ramazan'da şafaktan önce yenen yemekr.
said
Kolun, bilek ile dirseği arasındaki kısmı. Mirfak.
sail
(Sual. den) Dilenci.
Fakir.
Soran.
İsteyen.
Akan, seyelan eden.
saray-ı samedani / saray-ı samedânî
Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan fakat her şeyin Kendisine muhtaç olduğu Cenâb-ı Hakkın sarayı; kâinat.
şart
Bir işin veya hükmün yapılmasını îcâbettirmeyen, fakat yapılmaması ile de o iş veyâ hükmün meydana geldiği şey.
sayife
(Çoğulu: Sayifât) Ufak, yumuşak kum.
sazkari / sazkârî
Uygunluk, muvafakat.
(Farsça)
sebatkar / sebatkâr
Sağlam, yerinden oynamaz.
(Farsça)
Ahdine, vefakârlığına sâdık ve sağlam olan.
(Farsça)
sebeb
Vâsıta. Bir işte te'siri olmayan fakat o işin yapılmasını, vücûdunu, var olmasını îcâb ettiren şey.
sefalet
Fakirlik, yoksulluk. Fakirlikten gelen sıkıntı. Sefillik.
sefil / sefîl / سَفيِلْ
Sefâlet çeken, fakir.
selefiye
İtikadca Ehl-i Sünnet Mezhebi üzerinde olan Sahabe ve Tâbiîn'in gittikleri yol. Ve bu yolda giden fakihler, muhaddisler ve bu mezhebden olanlar.
Cenab-ı Hakk'ın varlığında ve diğer hususlarda Kur'an-ı Kerim aşikâr ne söylemiş ise aynen kabul edenler. Bunlara "Eseriyye" de denir.
şeraket
Şeriklik, ortaklık.
Arkadaşlık, refâkat.
seyr-i afaki / seyr-i âfâkî
Terbiye ve mâneviyatta tekâmül yollarında, hariç âlemden, âfaktan başlamak suretiyle bulunan delillerle tekâmül edip nefsini ıslâh ve imâni ve Kur'âni hakikatlarda terakki etmek usulü.
seyr-i ilallah
Allahü teâlâya doğru olan yolda ilerlemek, mânevî ilimde durmadan yükselmek. Seyr-i âfâkî (kötü hâllerden kurtulma) ve seyr-i enfüsî (iyi hâllerle süslenme) yi içine alan tasavvuf yolculuğu.
şiddet-i fakr
Fakirliğin şiddetli olması.
şiddet-i fakr ve istiğna
Şiddetli fakirlik ve tokgözlülük; çok fakir olmasına rağmen kimseden bir şey beklememe.
şikak
Nifak, ikilik, ittifaksızlık.
sikke-i samediyet
Allah'ın hiç birşeye muhtaç olmadığını, fakat herşeyin Kendisine muhtaç olduğunu gösteren mühür.
su'luk
(Çoğulu: Saâlik) Fakir.
Dilenci.
Serseri.
subh
Sabah vakti. Sabah. Tan vakti. Şafak zamanı.
subr
Her cismin tek kenarı ve yoğunluğu.
Ufak taşlı yer.
sübrut
(Çoğulu: Sebâriyet) Az.
Otsuz ve susuz yer.
Fakir adam.
şüceyre
Çalı, ufak ağaç.
sufrit
(Çoğulu: Safârit) Fakir.
şuhh
Mala düşkün olup, fakirlere vermeyi sevmemek, cimrilik etmek.
süleyman çelebi
İlk mevlid yazan ve bunda en çok muvaffak olan ehl-i velâyet bir zât olup, hicri 780'de Bursa'da vefat etmiştir. "Vesilet-ün Necât", meşhur mevlid kitabının esas adıdır.
sürdah
(Çoğulu: Serâdih) Semiz etli dişi deve.
Ufak otlar yetişen yumuşak yer.
surre
(Çoğulu: Surer) Para kesesi, para çıkını.
Hac zamanında İslâm Devletinin pâdişahı tarafından fakir ve muhtaçlara dağıtılması için Mekke ve Medineye her yıl gönderilen para ve sâir şeyler.
ta'biye
Askerleri bir arazide düşmana karşı tam tedbir ve nizam üzere yerleştirme.
Muharebe toplarının yeri, istihkâm parçası.
Muvaffakiyet için kullanılan vâsıtalar. ("Tabya" yanlıştır)
tabaka-i fukara
Fakirler sınıfı.
tabaka-i süfla / tabaka-i süflâ
Alt tabaka; fakir ve sosyal statüsü düşük tabaka.
tabh-hane
Lokanta, mutfak.
tafk
(Tafak) Bir işe başlamak, mülâzemet etmek, başlayıp devamda sebat etmek.
tahat
Ufak etmek. Ufalamak.
tahsib
Ufak taşları mescide veya başka yere döşemek.
taife-i fukara
Fakirler sınıfı, yoksullar grubu.
taktik
Asker kuvvetlerini harb meydanlarında düşmanı şaşırtarak kullanma. Bu işi tedkik eden ilim.
(Fransızca)
Mc: Bir işte muvaffakiyet için lüzum eden yolları kullanma.
(Fransızca)
taktir / taktîr
Nafakada (yeme-içme, giyme ve meskende) ihtiyaçlarından kısıp, çok mal ve para biriktirmek.
tandır
Ufak fırın.
Elleri ve ayakları ısıtmak için üstü kapalı küçük mangal.
Ufak fırın, ekmek pişirilen yer.
tarik-i acz ve fakr
Âcizlik ve fakirlik yolu.
tarik-i acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür / tarîk-i acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür
Acz, fakr, şefkat ve tefekkür yolu.
tarik-i acz-mendi / tarik-i acz-mendî
Fakr ve acizlik yolu.
tarik-i aczmendi / tarik-i aczmendî
Cenâb-ı Hakka karşı âcizliğini ve fakirliğini hissetme ve bunu bildirme yolu.
tasa'lük
Fakirlik göstermek.
tasadduk
Sadaka vermek. Allah rızası için fakirlere ve ihtiyacı olanlara, para veyahut ihtiyaca göre herhangi bir şey vermek.
Sadık ve gerçek olduğu tahakkuk etmek, meydana çıkmak. (İlmi olan kimse ilminden, malı olan kimse malından tasadduk etsin.) (Hadis meâli)
Sadaka vermek. Yâni Allahü teâlânın rızâsı için fakirlere ve ihtiyâcı olanlara para, mal vermek.
taşt
Lâkin, fakat, amma.
tasvir
Hiss ve mahsusata münhasır olan ifâde.
Bir şeyi söz veya yazı ile anlatmak. Resim yapmak.
Bir şeye şekil ve suret vermek. Resim.
Edb: Görebildiğimiz ve hissedebildiğimiz şeyleri bize gösterebilecek veya hariçte vücudu olmayan fakat hissedilen şeyleri duyurabilecek mel
tebrik
Bir kimseyi eriştiği bir iyilikten dolayı "Bârekellâh" diye sevincini bildirmek. Mübarekliğini, Cenab-ı Hakk'ın onu muvaffak kıldığını söyleyerek ta'ziz etmek.
tedbir
Bir şeyi te'min edecek veya def' edecek yol.
Cenab-ı Hakk'ın Hakîm ismine uygun hareket, riayet.
Bir şeyde muvaffakiyet için lâzım gelen hazırlık.
tefakkud
(Çoğulu: Tefakkudât) Arayıp sorma. Sorup soruşturma.
tefakkur
(Fakr. dan) Fakirleşme. Fukaralaşma.
tefaküh
(Fâkihe. den) Birbirlerine karşılıklı yemiş atma.
Mc: Şakalaşma.
tefarik / tefârik
Müteferrik olanlar. Tefrikalar. Ayırma ve seçmeler.
Taksitler. Ufak tefek şeyler. Ayrıca şeyler.
Küçük hediyelik eşya.
Ayırmalar, ufak şeyler.
tefarik-ul asa / tefarik-ul asâ
Bir atasözüdür. Bu darb-ı mesel hakkında meşhur Kamus Tercümesi'nde hülâsaten şu mâlumat var: "Arab'dan fakir bir kadının zaif ve gayet huysuz bir oğlu varmış. Yaptığı müteaddit kavgalarda meselâ bir defasında burnunu, bir defasında kulağını, bir defasında dudaklarını kesmişler. Her bir defasında da
tefettüt
(Fett. den) Ufalanma, ufak ufak parçalanma.
tefrika
Nifak. Ayrılık. Bozuşma.
Bir gazete veya dergide parça parça, bir önceki yazının devamı olarak çıkan uzun yazı.
Fırka fırka olmak.
Nifak, ayrılık, çözülme, dağılma.
teftis
Ufak ufak parçalama.
tenkih-ül menat
Menatın, yani illetin ayıklanması. Usul-ü Fıkhın kıyas bahsine ait bir ıstılahtır. Kıyasın dört rüknünden biri olan illetin, diğer benzeri hususiyetlerden ayıklanmasıdır. Şöyle ki: Şâri (Allah C.C.) bir hükmü bir sebebe bina eder. Fakat o illetle beraber hükme te'siri olmayan birçok özellikler de bu
tereb
Fakir olmak, fakirleşmek.
terebbüb
Fakirlik.
terk-i hükmi / terk-i hükmî
Dünyâyı hükmen terk etmek, (terk etmiş sayılmak) yâni her işte İslâmiyet'e uymak. Meselâ zekâtı İslâmiyet'in gösterdiği yere seve seve vermek, komşu, akrabâ, fakir ve ödünç istiyenin hakkını gözetmek ve başkalarının hakkına tecâvüz etmemek (saldırmam ak) ve malı zevk ve sefâya, eğlenceye vermemek.
tesauf
Muvâfakat etmek, uymak, anlaşmak.
tesekkün
(Sükûn. dan) Yatışma, sükûn bulma.
Miskin ve fakir olma.
tesennüm
Ufak olmak.
Yerden iki üç karış yüksek olmak.
Hörgüç üstüne binmek.
tevaffuk
(Vefk. den) Muvaffak olma, başarma.
tevatür / tevâtür
Yalan söylemez kimselerin ittifakla verdikleri kuvvetli haber.
tevatür-ü manevi / tevatür-ü mânevî
Mânevî nakiller ile gelen, mânâsı üzerinde ittifak sağlanan nakil.
tevfik-i rabbani / tevfik-i rabbânî
Her şeyin Rabbi olan Allah'ın yardımı, muvaffak kılması.
tevfikat-ı samedani / tevfikat-ı samedanî
Hiçbir şeye muhtaç olmayan, ama herşey Kendisine muhtaç olan Allah'ın yardımları, muvaffakiyet bahşetmesi.
teyessür
Kolaylıkla husule gelme.
Muvaffakiyet ve başarı ile bitme.
tıbbiye / طبيه
Tıp mektebi. Tıp fakültesi.
Tıp fakültesi, tıp okulu.
(Arapça)
tışe
Ufak çocuk.
töhmet
Birisine isnad edilen, fakat kat'iyyetle işleyip işlemediği belirsiz olan suç, kabahat.
İtham altında olma.
üftade
Düşmüş. Fakir, biçare.
(Farsça)
Âşık, tutkun.
(Farsça)
ukbe bin amir bin kays el-cüheni / ukbe bin amir bin kays el-cühenî
Ashab-ı Kiramın mümtaz fakihlerinden ve Kur'an-ı Kerim'i ezberleyip yazanlardandır. 55 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir. Mısır Valiliğinde bulunmuş ve orada Hicri 58 tarihinde vefat etmiştir.
ulema-i rüsum
Resmî, merasim âlimleri. Kendileri resmen âlim bilinen fakat hakiki âlim olmayan kimseler. (Zâhirî ulema da denir.)
üveys-el karani / üveys-el karanî
Hz. Ebu Bekir ve Ömer (R.A.) devirlerinde Medine-i Münevvere'de çok hürmet gören ve Tabiînin büyüklerinden olup hadis-i şerif ile medh ü senâsı yapılan büyük bir veli. Peygamberimiz (A.S.M.) zamanında yaşamış ise de vâlidesine çok hürmetinden dolayı Peygamberimizle görüşememiş, fakat ona bütün ruh u
vacib / vâcib
Allah ve resulü tarafından yerine getirilmesi kesin olarak emredilmiş olan şey (diğer bir mânası; delili farz ifade edecek derecede kesin olmayan, fakat hiç terk edilmeden yapılması istenen amel; vitir ve bayram namazları gibi.
Varlığı zorunlu olan.
vahdeddin
(Aslı: Vahîdüddin, fakat Türkçede Vahdeddin şeklinde telâffuz edilir.) Osmanlı Padişahlarının sonuncusu ve otuzaltıncısının adıdır. (Mi: 1861-1926) Zeki, dirayetli ve dindardı. Osmanlılar ve İslâm âlemi için bir felâket işareti olan Sevr Muahedesini imzalamadı. Osmanlı ordusu olarak emrine bırakılan
vahime kuvveti / vâhime kuvveti
His organları ile anlaşılamayan, fakat duyulanlardan çıkarılabilen mânâları anlayan iç kuvvet.
vakf
Mükellef (akıllı, müslüman ve ergenlik çağına erişmiş)kimsenin kendi mülkü olan mütekavvim (belli, kıymetli ve dayanıklı) malının menfaatini (faydasını) hiçbir şarta bağlamadan, müslüman veya zımmî (gayr-i müslim vatandaş), bütün veya belli fakirle re bırakması. Vakfın çoğulu evkâftır. Vakfe
vakıf / vâkıf
Mülkü olan belli ve kıymetli malının menfaatini bir şarta bağlamadan müslüman veya zımmî (gayr-i müslim vatandaş) bütün veya belli fakîrlere Allah rızâsı için terkeden kimse.
Bir işten haberi olan.
Arafât'ta vakfeye duran.
ve minallahi't-tevfik
Muvaffakiyet sadece Allah'tandır.
veffakakellah
Allah seni muvaffak etsin, başarılı kılsın.
veffakakümullah
Allah sizleri muvaffak etsin.
veffekakellah
Allah seni muvaffak eylesin.
vehtıyy
Ufak üzüm.
velayet-i kübra
Büyük velilik. Akrebiyet-i İlâhiyenin inkişafına bakan ve veraset-i nübüvvetten gelen gayet kısa, fakat yüksek olan ve tarikat berzahına uğramadan zâhirden hakikata geçen velilik mesleği. (Sahabeler gibi)
veli / velî / ولى
Sahip, malik, evliya, koruyucu, muhafaza eden, küçük çocukların durumundan sorumlu kişi, baba, ata.
Velâkin, fakat, amma.
Ama, fakat.
(Farsça)
velik
(Velikin) Amma, lâkin, fakat.
(Farsça)
za'f-ı fakr
Fakirliğin verdiği zayıflık.
zafer
Muvaffak olma, maksada erme. Bir çok uğraşmadan sonra maksada erişme.
Düşmanı yenme, üstün gelme. Başarma.
zafer-yab
Muzaffer olan, muvaffakiyet gösteren. Üstün gelen. Gayesine erişen.
(Farsça)
zann-ı kabul-ü cumhur
Bir hükmün doğruluğunu ekseri müçtehidlerin ve ehl-i reylerin zann derecesinde, yani kuvvetli ihtimal ile kabul etmeleri. (Ümmeti da'vetle teşri' edemez, fehmi şeriatten olur; lâkin şeriat olamaz. Müçtehid olabilir, fakat müşerri' olamaz.İcma' ile cumhurdur, sikke-i şer'i görür. Bir fikre davet etme
zekat / zekât
Nisab miktarı mala, paraya sahib olan Müslümanın kırkta birini fakirlere sadaka vermesi ve bu verilen sadaka. Ziyadeleşme, artma.
Temizlik. Taharet.
Zenginlerin kırkta bir oranında fakirlere yaptığı yardım.
zelle
Sürçme, sürçüp kayma.
Yanılma. Yanlış. Ufak suç.
zerrat
(Tekili: Zerre) Zerreler. Pek ufak parçalar. Moleküller.
zerre
(Çoğulu: Zerrat) Pek ufak parça.
Atom.
Çok küçük karınca.
Güneş ışığında görünen ufacık tozlar.
Küçük boylu adam.
zerrece
En ufak bir şekilde.
zevrakçe
Ufak kayık. Ufak sandal.
(Farsça)
En Çok Aranan Osmanlıca Kelimeler
kut'ül amare
ruhban
münib
lev
ram olmak
şegaf
tercüman-ı beliğ
inantab
terceme
tercüme
En Son Aranan Osmanlıca Kelimeler
TEKARÜM
Tehavvül
Vakı
Visâl
men talebe ve cedde, vecede
kubbe altı
havir
mısrı
zammet
alua
En Son Aranan Türkçe Kelimeler
fâk
anlaşılmayan
Nare
perişan
Huzur
Karar
fiilen
masura
Tahmil
malas