REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te eşle ifadesini içeren 608 kelime bulundu...

ab-ı abisteni / ab-ı âbistenî

  • Nebatların beslenip büyümesi için zaruri olan su ve yağmur.
  • Gebeliğe sebep olan su, meni.

acc

  • Yüksek sesle haykırma,
  • Gürültü çıkarma. Deveyi döğme.

aciyy

  • (Çoğulu: Acâyâ) Anası öldüğünden, başka kimsenin sütüyle beslenen çocuk.
  • Anası sütünü vermeyip yemeği öğrettiği çocuk.

aded-i enfas / aded-i enfâs

  • Canlıların hayatları boyunca aldıkları nefeslerin sayısı.

aftabi / aftabî

  • Güneşlik, şemsiye, tente. (Farsça)
  • Güneşe ait, güneşle ilgili. (Farsça)

ahavat / ahavât / اخوات

  • (Tekili: Uht) Kızkardeşler.
  • Benzer şeyler.
  • Kardeşler.
  • Kızkardeşler. (Arapça)

ahenk

  • Seslerin arasındaki uygunluk. Düzgün tarz ve gidiş. (Farsça)

ahlaf / ahlâf

  • Halefler; meslek, san'at, ilim gibi benzer şeylerde, sonra gelenler.

ahram / ahrâm / احرام

  • Kutsal yerler. (Arapça)
  • Haremler. (Arapça)
  • Hanımlar, eşler. (Arapça)

ahval

  • (Tekili: Hâl) Dayılar. Annenin erkek kardeşleri.

ahvat

  • (Tekili: Uht) Kız kardeşler.

akfas

  • (Tekili: Kafas) Hamal küfeleri.
  • Kafesler.

akil-ül hevam / âkil-ül hevâm

  • Haşaratla beslenen.

akil-ül lahm / âkil-ül lahm

  • Etle beslenen, et yiyici.

akil-üs semek / âkil-üs semek

  • Balıkla beslenen. Balık yiyici.

akilü'l-lahm / âkilü'l-lâhm

  • Etle beslenen.

akilüllahm / âkilüllâhm

  • Etle beslenen, etobur.

aktivizm

  • Hakikatin, düşüncede kalmasından ziyade, hayat ve fiile intikalini ve bütün ilimlerin, cemiyetin gelişmesine hizmet etmesini isteyen ve böylece iradenin faaliyet ve tesirliliğini açıklayan felsefî bir meslek.

akvaryum

  • Lat. Su hayvanlarını veya bitkilerini besleyebilecek tarzda yapılmış camdan su kabı.

alevi / alevî

  • Hazreti Ali sevgisini meslek kabul eden.

alfabe

  • Bir lisandaki sesleri gösteren harflerin, belli bir sıraya göre dizilmiş takımı. (Fransızca)
  • Okuyup yazmayı yeni öğrenecekler için başlangıç kitabı. (Fransızca)
  • Bir işin başlangıcı. (Fransızca)

arais

  • (Tekili: Arûs) Gelinler.
  • Güneşler.
  • Gökler.

ararot

  • Ufak çocuklara yedirilen besleyici bir cins nişasta ki, Amerika'da hasıl olan bir kökten çıkarılır.

argo

  • Bir meslek veya topluluk sınıfı arasında kullanılan özel söz. (Fransızca)
  • Mc: Serserilerin ve külhanbeylerin kullandığı söz veya deyim. (Fransızca)

arif-i münevver / ârif-i münevver

  • Nurlanmış ve mesleğinin mütehassısı olmuş ve aklı ile beraber kalbi de nurlanmış âlim. Arif-i Billâh.

arş-ı rahman / arş-ı rahmân

  • Bütün yaratılmışları şefkat ve merhametle besleyip büyüten Allah'ın tasarruf dairesi, makamı.

arşu'r-rahman / arşu'r-râhmân

  • Bütün yaratılmışları şefkat ve merhametle besleyip büyüten Rahmân isminin tasarruf dairesi, makamı.

asbest

  • yun. Oldukça yumuşak ve ateşle hususiyeti değişmeyen lifli bir madde.

asda

  • (Tekili: Sadâ) Sadâlar, sesler.

asfiya

  • Sâfiyet, takvâ ve kemâlât sâhibi ve Peygambere (A.S.M.) vâris olup, onun meslek ve gayelerini ihyaya ve tatbike çalışan muhakkik zatlar.

ashab / ashâb

  • (Tekili: Eshâb) (Sahib) Arkadaş olanlar. Sahip olanlar, kullanma yetkisine sahip kişiler.
  • Halk, ahali.
  • Sahabeler, yani Peygamberimiz Hz. Muhammed'i (A.S.M.) görmüş ve mü'min olarak ona ve onun mesleğine bağlı kalmış olan zatlar. Bu kişiler, insanlık, doğruluk ve her türlü faz

asüfte

  • (Asügde) Ateşle islenmiş. (Farsça)
  • Hazırlanmış, hazır. (Farsça)

asvat / asvât

  • (Tekili: Savt) Sesler.
  • Sesler.
  • Savtlar, sesler.

ateş-baz / ateş-bâz

  • Ateşle oynayan. Hokkabaz. (Farsça)

ateşi / âteşî

  • Ateşle ilgili.

atfetmek

  • Meyletmek. Sevgi beslemek.
  • Gr: Mânâyı birbirine bağlamak.

atud / atûd

  • (Çoğulu: Atedân) Bir yaşında ve iyi beslenmiş oğlak.

avaz / âvâz

  • Ses, sada
  • Sesleniş.
  • Yüksek ses.

avaz ü niyaz / âvâz ü niyaz

  • Yüksek sesle dua, yalvarış.

avaz-ı pür-naz / âvâz-ı pür-naz

  • Çok nazlı sesler.

avil

  • Yüksek sesle ağlama. Acınma. Feryâd.
  • Meyletme.

ayil

  • Ailesi kalabalık olan.
  • Ailesini besleyen.
  • Aşırı.
  • Fakir.
  • Dengede olmayan terazi.

ba'ziyet

  • Bazılarına âit oluş. Herkese âit olmama. Herkesle alâkalı olmama. Bir şeyin bir kısmı ve bir miktarı.

bad-ı pürgu / bâd-ı pürgû

  • Devamlı sesler çıkaran, ıslık çalan rüzgar.

balistik

  • yun. Merminin ateşlendikten sonra hedefe varıncaya kadar uğradığı te'sirleri tedkik edip inceleyen ilim dalı.

barbaros

  • Hayreddin Paşa: (Mi: 1466-1546) Tarihin en büyük Denizcisi Hayreddin Paşa, kardeşleri ile İslâm âlemini birleştirmek, tek bir bayrak altında muhteşem imparatorluğumuzun himayesinde toplamak için çalıştı. Sonunda müstakil devleti ile, Osmanlı Devletine iltihak etti. Kaptan-ı Derya olarak Akdenizi bir

başaltı

  • t. Gemilerin baş tarafında tayfa ve er koğuşları.
  • Yağlı güreşlerde baş'ın altındaki derece.

baz

  • Yeniden, tekrar oynatan, oynayan, geri ve arka tarafa doğru... gibi manalara gelir. Kelimenin sonuna veya baş tarafına getirilerek kullanılan bir "ek" dir. Meselâ: Ateşbâz : Ateşle oynayan. (Farsça)

bazoka

  • (Bazuka) Tanklara karşı kullanılan bir çeşit silâhtır. Soba borusuna benzer, omuza konarak nişan alınıp ateşlenir.

bendeperver

  • Köle besleyici, adam besleyici. (Farsça)

benul-a'yan / benûl-a'yân

  • İslâm mîrâs hukûkunda; ölenin aynı ana ve babadan olan erkek ve kız kardeşlerinden her biri.

benul-ahyaf / benûl-ahyâf

  • İslâm mîrâs hukûkunda Eshâb-ı ferâiz adı verilen (Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde hisselerini, paylarını bildirdiği) kimselerden ana bir erkek ve kız kardeşler.

benul-allat / benûl-allât

  • İslâm mîrâs hukûkunda baba bir, ana ayrı kardeşler.

bezirgan / bezirgân

  • Mesleğini sadece kazanç için kullanan kimse, tüccar.

biraderi / biraderî

  • Kardeşle ilgili. Kardeşlik. (Farsça)

bugas

  • Leşle beslenen kuşlar, leş yiyen kuşlar.

buğzetme

  • Kin besleme, kötüleme.

bukalemun

  • Bulunduğu yerin rengine giren, fare büyüklüğünde, böcek yiyen bir hayvan. (Farsça)
  • Mc: Sık sık fikir ve kanaat veya meslek değiştiren. (Farsça)

burc

  • Güneşle dünya arasındaki hayâlî dilimlerin her biri.

çah-ı yusuf / çâh-ı yusuf

  • Hz. Yusufun (A.S.) kardeşleri tarafından atılmış olduğu kuyu.

çak

  • Yarık, çatlak, yırtmaç. (Farsça)
  • Kılıç, bıçak gibi şeylerin sesleri. (Farsça)
  • Sabah vakti beyazlığı. (Farsça)
  • Küçük pencere. (Farsça)
  • Hazır. Amâde. (Farsça)

çakçak

  • Parça parça, yırtık pırtık.
  • Kılıç ve emsâli şeylerin sesleri.

çalgı

  • Müzik âleti. Müzik, çalgı. (İslâm âlimleri insanda maddi, hayvâni hisler ve hevesler uyandıran müziğin haram olduğunu bildirmişlerdir.)

çark-ı felek

  • Bir makine veya dolaba benzetilen gökyüzü.
  • Mc: Tâlih, baht.
  • Yakıldığı zaman dönerek ateşler püskürten bir çeşit donanma fişeği.
  • Bir nevi sarmaşıklı nebat çiçeği.

cazgır

  • Yağlı güreşlerde pehlivanları seyircilere takdim edip dualarını okuyarak onları meydana çıkaran kimse.

cehennem

  • Allah yerine, tabiat, madde, sebepler vb. yaratılmış şeyleri ilâh kabul eden; Allah'a kul olacaklarına, arzularına ve heveslerine, başka insanlara ve mahlukata kul olanların işledikleri cürüm ve suçtan dolayı İlâhi adaletle ceza görecekleri yer. Cehennem'in varlığını bütün geçmiş peygamberler ve onl

cehir

  • (Cehr. den) (Çoğulu: Cüherâ) Yüksek sesle, bağırarak ve açık olarak söylenen.
  • Güzel, dikkate değer.

cehr

  • Görünmek, zâhir olmak.
  • Açıktan ve yüksek sesle olan söylemek veya okumak.
  • Tecvid'de: Harf hareke ile okunduğu zaman, mahreçte aralık kalmıyarak nefesin akmayıp, küllisi veya ekserisi hapsolmuş bir şekilde sesin çıkmasına denir.

cehri / cehrî

  • Aleni ve yüksek sesle vâki olan şey.
  • Açıktan, alenî olarak, yüksek sesle söylemek, okumak.
  • Açık sesle.

çerakese / çerâkese / چراكسه

  • Çerkesler. (Arapça)

çerakise

  • (Tekili: Çerkes) Çerkesler. Kafkasyada yerli bir kabilenin adı.

cevaz

  • Müsaadeli. Ruhsat, izin. Câiz olma.
  • Yol, tarik ve meslek.

cihar

  • (Cehr. den) Sesle, sadâ ile ve alenen söyleme ve okuma.

ciyef

  • (Tekili: Cife) Lâşeler, leşler. Cifeler.

cühera

  • (Tekili: Câhir) Yüksek sesle açık olarak söylenenler.

cümle ihvan / cümle ihvân

  • Bütün kardeşler.

dabh

  • Atların koşu esnasındaki nefeslerinin sesleridir ki, sahil denilen kişnemek değil, yemi ve sahibini gördüğü zaman yaptığı gibi hamhame denilen sesi de değil; hızlı nefes sesi olan bir harıltı ve hohlamadır. Denilmiştir ki: Dabh, bir at ve bir de köpek koşarken olur.

dalalet-pişe / dalâlet-pîşe

  • Sapıklığı ve inançsızlığı meslek edinmiş.

davda'

  • Meş'ale.
  • İnsan sesleri.

davmeran

  • Fesleğen denilen iyi kokulu çiçek.

decdece

  • Tavuğa "bilibili" diye seslenmek.

dellal / dellâl

  • İlân edici. Yüksek sesle bildiren.
  • Müşterileri çeken. Davet eden.
  • Hakka davet eden.
  • Yüksek sesle ilan eden, duyuran.

demdeme

  • Hiddetli söz. Avâz. Hoşa gitmeyen sesler. (Farsça)
  • Sinek vızıltısı. (Farsça)
  • Öğütmek. Sürte sürte ezmek. (Farsça)
  • Azab vermek, eziyet etmek. (Farsça)
  • Hile. (Farsça)
  • Davul. (Farsça)
  • şöhret, nam, ün. (Farsça)

demdeme-i nebat ve hava

  • Bitki ve havanın sesleri.

demdeme-i tesbih

  • Allah'ı tesbih etmenin coşkulu sesleri.

der tarik-ı acz-mendi / der tarîk-ı acz-mendi

  • Âcizliği kendine meslek edinenin gittiği yol.

desatir-i rabbaniye / desâtir-i rabbaniye

  • Besleyen, yetiştiren, verdiği nimetlerle varlıkları terbiye eden, idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah'ın düsturları, prensipleri.

deviyy

  • Nerden geldiği anlaşılamayan sesler, gürültüler, patırtılar.

efder

  • (Evder) Amca. Babanın erkek kardeşleri. (Farsça)
  • Yeğen. Amca, hala, teyze çocukları. (Farsça)

ehavat

  • Kardeşler; benzer şeyler.

ehevat / ehevât

  • (Tekili: Uht) Kız kardeşler.
  • Kadın arkadaşlar.
  • Benzer şeyler.
  • Kardeşler.

ehevatının ma-fi'z-zamirleri

  • Kardeşlerinin içinde gizli olan şeyler.

ehilla

  • Dostlar, kardeşler.

ehl-i adavet

  • Düşmanlık hissi besleyenler.

ehl-i adavet ve haset / ehl-i adâvet ve haset

  • Düşmanlık besleyenler ve kıskananlar.

ehl-i fen ve felsefe

  • Fen ve felsefe ilimlerini meslek edinenler.

ehl-i ihtisas

  • İhtisas sahibi olan kimseler. Bu kişiler yalnız kendi meslekleriyle uğraşırlar, çeşitli meslek ve meselelerle fikirlerini dağıtmazlar.

ehl-i ilhad

  • Doğru meslek ve dinden, Hak yolundan çıkıp bâtıl yola sapan, imansızlar, dinsizler. (Farsça)

ehl-i riyazat / ehl-i riyâzât

  • Az gıda ile nefsin heveslerini kırıp, ilim ve ibâdetle meşgul olanlar.

ehl-i tarikat ve hakikat

  • Tarikata mensup olanlar ve hakikat mesleğinde olanlar.

ekfa'

  • (Tekili: Küfv) Eşler, benzerler, denkler, eşitler, uygunlar, müsaviler, muadiller.

ekol

  • Bir fikir üzerine kurulu okul, meslek.
  • (Ecole) Fikir üzerinde işleyen bir nevi mekteb. (Fransızca)
  • Bir üstadın talebeleri. Bir üstadın mesleği, tarzı. (Fransızca)

ekolali

  • yun. Psk: Sesleri taklit etme, yansıtma. Çocuk dünyaya geldiği zaman çevresinde konuşulan dilin seslerini çıkaramaz. Kendine mahsus sesleri çıkarır. Çevrede konuşulan dilleri dinleye dinleye çevredeki sesleri taklid etmeye başlar, bu taklid edebildiği sesleri sık sık tekrar eder. Meselâ: ba, ba, ba

el-buğzu fillah

  • Allah için nefret ve düşmanlık beslemek.

el-emel

  • Ümitvar olma, ümit besleme.

elhan-ı tayyibe / elhân-ı tayyibe

  • Güzel nağmeler, güzel sesler.

elifba / elifbâ

  • Arap dilinin seslerini ve yazı sistemini gösteren harfler dizisi, Arap alfabesi.

eluf

  • Ülfeti fazla, herkesle konuşup görüşmeye alışık olan kimse.

emasil

  • (Tekili: Emsel) Benzerler, eşler, akranlar, müsaviler.
  • İtibarlı kimseler.

emsal / emsâl

  • Misaller, eşler, benzerler.

endad

  • (Tekili: Nidd) Benzerler. Emsâller.
  • Misiller. şerikler, eşler.
  • Eşler, benzerler.

enfas / enfâs / انفاس

  • (Tekili: Nefes) Nefesler. Soluklar.
  • Ruhlar. Canlar.
  • Cevherler.
  • Duâlar.
  • Nefesler, soluklar.
  • Nefesler.
  • Nefesler, soluklar. (Arapça)

enfas-ı hayriyye

  • Hayırlı nefesler.

enfas-ı ma'dude

  • Sayılı nefesler. İnsan hayatı. Miktarı muayyen olan ömür dakikaları.

enfas-ı ma'dude-i hayat / enfâs-ı ma'dude-i hayat

  • Hayatın sayılı nefesleri.

esas-ı meslek

  • Bir meslek ve metodun üzerine bina edildiği temel.

eslaf / eslâf

  • Selefler; meslek, san'at, ilim gibi benzer şeylerde önce gelenler.

esvat / esvât / اصوات

  • (Tekili: Savt) Sesler. Savtlar.
  • Sesler.
  • Sesler. (Arapça)

etrika

  • (Tekili: Tarik) Tarikler, yollar, caddeler.
  • Sebepler, vesileler, vasıtalar.
  • Maişeti te'min etmek için tutulan meslekler, geçinmek için yapılan işler.

eya

  • Acaba mânasına nidâdır. "Hey, ey" gibi çağırma, nidâ, seslenme edatı olarak da kullanılır. (Farsça)

eyyühe'l-münafık

  • 'Ey münafık' mânâsında bir seslenme ifadesi.

eyyühel-ihvan

  • Ey kardeşler, ey ihvân (meâlinde hitab).

ezan-ı muhammedi / ezân-ı muhammedî

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) tebliğ ettiği dinin ezanı; tevhidi ilân etmek amacıyla yüksek sesle yapılan kutsal davet.

ezan-ı muhammedi (a.s.m.) / ezan-ı muhammedî (a.s.m.)

  • Hz. Muhammed'in tebliğ ettiği dinin ezanı; tevhidi ilân etmek amacıyla yüksek sesle yapılan kutsal davet.

ezvac / ezvâc

  • Hanımlar, eşler.
  • Eşler.

ezvac-ı tahirat / ezvâc-ı tâhirât

  • Temiz eşler; Peygamber Efendimizin (a.s.m.) iffetli, mübarek hanımları.

felsefe

  • Yunanca (Philosophos)dan Arapçalaşmış. Feylesofların mesleği.
  • İlm-i hikmet.
  • Maddeyi, hayatı ve bunların çeşitli tezâhürlerini, sebeblerini, ilk unsurları ve gaye cihetinden inceleyen fikri çalışma ve bu çalışmaların neticelerini toplayan ilim.
  • Herkesin hususi fikri. M

fena fi'l-ihvan / fenâ fi'l-ihvân

  • Bütün varlığını kardeşlerinin mânevî şahsiyetinde yok etme.

fena fil'ihvan / fenâ fil'ihvân / فَنَا فِي الْاِخْوَانْ

  • Her hâlinde kardeşleriyle yetinme, onlarda fânî olma.

fenafilihvan / fenâfilihvan

  • (Fenâ fi-l-ihvân) Tefâni. Yani; kardeşlerin birbirinde fâni olması; kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyyât ve hissiyâtı ile fikren yaşaması. Samimi ihlâs üzerine müesses en yakın dostluk, en fedakâr ve en civanmert kardeşlik.
  • Kardeşlerin varlığında erime.

fenn-i iaşe / fenn-i iâşe

  • İnsanlar ve hayvanların besleniş ve yaşayışları hakkında bilgi veren ilim dalı.

feryad / feryâd

  • Bağırıp çağırma. Yüksek sesle medet istemek. Figan. (Farsça)
  • Yüksek sesle yardım isteme.

feryad u fizar / feryad u fîzar

  • Yüksek sesle bağırıp haykırmak, yardım istemek.

feryadüfizar / feryâdüfîzar

  • Yüksek sesle yardım isteme ve yalvarma.

fetişizm

  • Küçük putlara ve heykellere tapma âdeti. Putçuluk. Kadın resimlerine veya heykellere fazlaca sevgi beslemek hastalığı. (Fransızca)

fi'l-i kıyasi / fi'l-i kıyasî

  • Gr: Kurallı ve kaideli fiil. (İş'ten: işlemek; ateşten: Ateşlemek gibi)

fonograf

  • Eskiden seslerin kaydedilip dinlendiği cihaz.

gaiyye

  • Bir şeyin sebeb ve neticesini ileri süren felsefe mesleği.
  • Maksad ve gayeye âit. Son ile alâkalı. Gaye, maksad ve neticeye mensup ve müteallik. (Fr.: Finalizm)

gaytale

  • (Çoğulu: Gıytal) Sık bitmiş olan ağaç.
  • Seslerin karışması.

gayuran

  • (Tekili: Gayur) Çalışkanlar, gayretkeşler, gayretliler.

gıda

  • Besleyici madde. Vücuda lâzım olan yenecek ve içilecek şeyler.
  • Kuşluk vakti yenen yemek.
  • Zihni ve kalbi olgunlaştıracak Kur'an ve iman ilmi ve Allah'a ibadet ve taat.

gıda-bahş

  • Gıda veren, besleyen.

gıda-yı insaniye

  • İnsanlığın gıdası, beslenmesi.

gırajova ateşi

  • Tar: Eskiden kale müdafaalarında hücum edenlere karşı ve deniz savaşlarında düşman gemilerini tutuşturmak için kullanılan ve su ile sönmeyen bir cins ateş. Balmumu, kükürt, ispirto, kâfuru karmasından ibarettir. Bu ya doğrudan doğruya tutuşturulur veya buna batırılmış yuvarlak yün parçaları ateşlene

girgin

  • Her yere sokulan, herkesle görüşen, sokulgan.
  • Mensub, alâkalı, müteallik.

hacis

  • Tasa, keder, hüzün, gam.
  • Hâtıra. Kalb ve hissin en derin ve gizli sesleri.

hadane

  • Çocuk beslemek.

hadd

  • Gürültülü bir sesle çağıran.
  • Denizden gelen gürültülü dalga sesi.
  • Gürültü ile yıkılan.

hadesat

  • (Tekili: Hades) Hadesler. Pislikler.

halat

  • (Tekili: Hâle) Halalar. Babanın kız kardeşleri. Arabçada: Ananın kız kardeşleri. Teyzeler.

halef

  • Bir meslek veya konumda öncekilerin yerine geçenler.

hallac-ı mansur

  • Asıl adı Hüseyin olan bu zat, tasavvuf mesleğinde meşhurdur. Manevi istiğrak hallerinde hissettiklerini, şeriata zâhiren zıd düşen ifadelerle söylediği için, Hicri 306 senesinde idam edilmiştir.

hane-gi / hane-gî

  • Evcil, evde beslenen. Evde bulunanlardan, evdekilerden. (Farsça)

hanım sultan

  • Tar: Osmanlı hanedanında "sultan" nâmı verilen İmparatorluk prenseslerinin kızlarına verilen resmi ünvan.

harif / harîf / حریف

  • (Hırfet. den) Meslekdaş, san'at arkadaşı. Teklifsiz dost.
  • Herif, âdi insan.
  • Rakip. (Arapça)
  • Meslektaş. (Arapça)

harraka

  • Eskiden düşman gemilerini veya düşman şehirlerini ateşlemek için, yakıcı âletlerle donatılmış olan harp gemisi.

has kardeşler

  • Özel kardeşler; Üstadın çok değer verdiği, ilk sıradaki talebeler.

hasr-ı fikir

  • Bir şeye bütün fikrini vermek ve başka şeyle meşgul olmamak tarzı ve düsturu ile o şeyde veya meslekte mütehassıs ve muvaffak olmaya çalışmak. Bütün fikri çalışmayı bir şey üzerinde toplamak.

hasr-ı nazar

  • Sadece bir şeye bakıp dikkat etmek.
  • Yalnız bir mevzu veya meslek üzerinde çalışıp onda mütehassıs ve muvaffak olmaya çalışmak.

hatib-i umumi / hatîb-i umumî

  • Genele hitap eden, seslenen hatip.

hatif / hâtif / هَاتِفْ

  • Gayıptan haber veren cinnî.
  • Sesi işitilen ve kendisi görülmeyen, seslenici. Ses verici, çağırıcı.
  • Sesi işitilen fakat kendisi görülmeyen seslenici.

hatme-i enfas / hatme-i enfâs

  • Nefesleri tükenmek. Ölmek.

hatun

  • (Çoğulu: Havâtın) Kadın. Hanım.
  • Tar: Yüksek şahsiyetli kadınlara veya hakan eşlerine verilen ünvan.

havayic-i asliyye / havâyic-i asliyye

  • İhtiyaç eşyâları. Temel ihtiyâçlar. Bir kimsenin yiyecek giyecek ve ev gibi ihtiyaç duyduğu lüzumlu maddeler ve evde kullanılan eşyâ ve âletler, hizmetçiler, binecek vâsıtası, meslek kitapları (din kitapları) ve ödeyeceği borçları.

hayaliyyun mezhebi

  • Aslı olmayan ve hayalde tasavvur edilen şeyleri, gerçek olduğunu vehm edenlerin mesleği.

hayatperverane / hayatperverâne

  • Hayatı besler tarzda.

haylulet-i arz / haylûlet-i arz

  • Ay tutulması. Dünyanın güneşle ay arasına girerek güneş ışığına perde olması.
  • Ay tutulması, Dünyanın Güneşle ayın arasına girmesi.

hayse

  • Hurmayı yağla ve keşle karıştırmak.

hayşum

  • Geniz (burun) kovuğu. Nunlu sesler, gunne buradan çıkar. (Tecvidde bahsedilmiştir.)

hazelat

  • (Tekili: Hazele) Alçaklar, âdiler, kalleşler.

hazele

  • (Tekili: Hâzil) Alçaklar, kalleşler, yüzsüzler.

heca

  • (Hece) Dilin ve ağzın bir hareketi ile çıkan bir veya birkaç harf. Harflerin sesi. Harflerin seslendirilmesi.
  • Elif-bâ sırasına göre dizili harfler. Bir sözü harfleri ile söylemek.
  • Şekil. Kıyâfet.
  • Yemek.
  • Sükut etmek, susmak.

helyoterapi

  • Güneşle tedavi. (Fransızca)

hem-kün

  • Aynı cins işte çalışan, işleri ve meslekleri aynı olan. Meslekdâş. (Farsça)

hem-riş

  • Bacanak. İki kızkardeşle evlenen erkekler. (Farsça)

hemheme

  • Rüzgârın esmesi ile ağaç yapraklarından çıkan sesler.
  • Aslan bağırması.
  • Deve sesi.
  • Rüzgârın esmesi ile ağaç yapraklarından çıkan sesler.

hemkar / hemkâr / همكار

  • Meslektaş. (Farsça)

hemsen

  • Gizli sesle. Gizli ses. Savt-ı hafi.

hengame / hengâme

  • Seslerin birbirine karışmasından çıkan gürültü. Kavga, gürültü. Şamata. (Farsça)

hetf

  • Bir şeyi gizlice hatırlatmak. Seslenmek. Fısıldamak.

hevamm

  • Böcekler, haşereler. Pire, tahta kurusu, bit, örümcek, yılan gibi, kışın gizlenip yazın meydana çıkan, insan ve hayvanın vücudundan beslenerek yaşayan, insana zararı dokunan (parazit yaşayan) küçük canlılır.

hevatif / hevâtif

  • (Tekili: Hâtif) Hâtifler. Gayıptan işitilen sesler.
  • Nidâ eden melekler.
  • Seslenen görünmez cinler.

hevesat / hevesât / هوسات

  • Arzu ve nefsâni emeller. Boş, bâtıl ve günahlı şeylere dâir olan istekler. Hevesler. (Farsça)
  • Hevesler, gelip geçici arzu ve istekler.
  • Hevesler, geçici arzular, yasak istekler.
  • İstekler, hevesler. (Arapça)

hevesat-ı nefsaniye / hevesât-ı nefsâniye

  • Nefsin hevesleri, arzuları ve kötü istekleri.

hevesat-ı rezile / hevesât-ı rezile

  • Rezilce hevesler, günah ve çirkin olan arzular.

hevesat-ı süfliye / hevesât-ı süfliye

  • Alçak arzular, kötü hevesler.

hevesi / hevesî

  • Hevesle ilgili.

hevheve

  • Ağacın yapraklarının rüzgâr esmesi ile çıkardığı sesler. (Farsça)
  • Yaprakların sesleri.

heyzale

  • İnsan sesleri.
  • Cemaat, topluluk.
  • Çok asker.
  • Büyük deve.
  • Belinden aşağısı şişman olan kadın.

hezec

  • Gök gürültüsü.
  • Güzel sesle şarkı söylemek.

hezecat / hezecât

  • Ölçülü nağmeler, sesler.

hıbazet

  • Ekmek yapma mesleği, ekmekçilik.

hicabet

  • Kapıcılık. Perdecilik.
  • Teşrifatçılık, mabeyncilerin mesleği. Saray memurluğu.
  • Ortaçağ islâm devletlerinde vezirlik.
  • Kâbe perdeciliği.

hicir

  • Başkalarından üstün ve faziletli olan. Bir kimsenin sireti ve mesleği. Huy, âdet, tabiat.

hıdane / hıdâne

  • Çocuğu kucağa almak, besleyip büyütmek üzere yanında bulundurmak. İslâm nikâhının bozulmasından sonra (ayrılıkta), çocuğu, selâhiyetli (yetkili) olan kimsenin yâni başkası ile evli olmayan annenin belirli bir yaşa gelinceye (oğlan çocuğu yedi, kız ye tişkin oluncaya) kadar yanında alıkoyması ve terb

hıdk

  • Öç almak için kin besleme.

hıkd

  • Başkasından nefret etmek, kalbinde ona karşı kin, düşmanlık beslemek.

hımhım

  • Burundan konuşan. Sesleri burnundan çıkararak konuşan kimse.
  • Burnundan çıkan ses gibi boğuk.
  • Arap diyarında biten bir ot.
  • Çok siyah.

hiref / حرف

  • (Tekili: Hirfet) Meslekler, san'atlar.
  • Meslekler. (Arapça)

hirfet / حرفت

  • (Çoğulu: Hiref) Meslek, san'at.
  • Sanat, meslek.
  • Meslek. (Arapça)

hissiyat-ı mütevarise / hissiyat-ı mütevârise

  • Geçmiş ecdaddan yeni nesle intikal edip gelen hisler. (Hürmet ve hayâ hisleri gibi)
  • Nesilden nesile miras kalan, geçmişten gelerek yeni nesle geçen duygular.

hitab

  • Konuşma, seslenme.

hitab-ı amm / hitab-ı âmm

  • Genel sesleniş.

hitab-ı umumi

  • Umumi konuşma, seslenme.

hitabat / hitâbât

  • Hitâplar, seslenişler.

hitabat-ı ezeliye / hitâbât-ı ezeliye

  • Ezelî hitaplar; başlangıcı olmayan sonsuz varlığın sahibi Allah'tan gelen hitaplar, mesajlar, seslenişler.

hitabat-ı ilahiye / hitâbât-ı ilâhiye

  • İlâhî hitaplar, seslenişler.

hitaben / hitâben

  • Hitap ederek, seslenerek.

hitabet-i umumiye

  • Bütün toplumu muhatap alarak seslenme; kamuoyuna hitap etme.

hitap

  • Konuşma, nida, sesleniş.

hızane

  • Bir şeyi bir şeye ilâve etmek.
  • Fık: Hak ve salâhiyeti haiz olan kimsenin belirli müddet zarfında çocuğunu besleyip büyütmek ve terbiye etmek üzere yanında bulundurması.
  • Bir şeyi kucağına almak.

hokkabaz

  • Elçabukluğu ile birtakım şaşırtıcı oyunlar göstermeyi kendine meslek edinmiş kişi.
  • Mc: Başkalarını aldatarak yalan ve hile ile iş çeviren kimse.

hükema-i işrakiyyun / hükemâ-i işrakiyyun

  • İşrakiyye mesleğindeki feylesoflar.

hukukçu

  • Hukuk mütehassısı. Hukuku meslek edinen kimse. Avukat, müdde-i umumi "savcı" ve hâkim.

hümmeyat

  • (Tekili: Hümmâ) Hastalıktan dolayı vücutta meydana gelen şiddetli hararetler, ateşler.
  • Sıtmalar.
  • Nöbetli hastalıklar.

hurufiye

  • Fazlullah-ı Hurufi adında birinin kurduğu bâtıl bir meslektir. Harflerden kendilerince manalar çıkarıp, dine aykırı iddiaları olan bir dalâlet fırkasıdır.

hüsn-ü tedbir

  • İyi düşünülerek tutulan yol. Tefekkür ile tasmim etmek, ihtiyar olunacak meslek ve harekete karar vermek.
  • Bir kimseden bir haberi nakil ve rivâyet eylemek.
  • Bir şeye iyi muvaffak olmak için o işe muvafık ve hesaplı hareket etmek.

husumet-i gayr

  • Başkalarına düşmanlık besleme.

hütaf

  • Çağırma, seslenme.

iaşe / iâşe / اِعَاشَه

  • Geçindirmek. Beslemek. Yaşatmak. Diriltmek.
  • Besleme, yedirip içirme.
  • Geçindirme, besleme.
  • Besleme.

iaşe etmek / iâşe etmek

  • Beslemek.

iaşe ettiren / iâşe ettiren

  • Besleyen.

iaşe-i rabbaniye / iaşe-i rabbâniye

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın beslemesi, yedirip içirmesi.

iaşe-i rızki / iâşe-i rızkî

  • Rızıkla besleme.

iaşe-i umumi / iâşe-i umumî

  • Herkesi besleyip geçimini sağlama.

iaşe-i umumiye / iâşe-i umumiye

  • Bütün yaratıkları kapsayan besleme, rızıklandırma.

ibate ve iaşe

  • Barındırma ve besleme.

ichar

  • (Cehr. den) Sesle okuma.
  • Ortaya çıkarma, zuhur ettirme, meydana çıkarma, açıklama.

ifrat-ı adavet / ifrat-ı adâvet

  • Aşırı derecede düşmanlık besleme.

igrad

  • Yüksek ve güzel sesle şarkı söyleme.

igtiza

  • (Gızâ. dan) Beslenme, gıdalanma.

ihtilaf-ı meslek / ihtilâf-ı meslek

  • Mesleklerin farklılığı.

ihtisas

  • (Husus. dan) Kendine mahsus kılmak. Bir kimsenin dünyevi veya uhrevi, Kur'âni, İslâmi, imâni bir mesleğe, fen veya san'ata hasr-ı mesâi etmesi; yalnız onunla meşgul olması.
  • Gr: Mütekellim veya muhatab zamiri olan mübtedanın haberinin hükmünü bir isme âit (mahsus) kılma. Bu isim zamir

ihtizan

  • Birisini işinden alıkoyma.
  • Çocuğu besleme.

ihvan / ihvân / اخوان / اِخْوَانْ

  • ( kelimesinin cem'i) Kardeşler. Eş, dost.
  • Sâdık arkadaşlar.
  • Aynı mezheb veya tarikata mensub olanlar.
  • Kardeşler, arkadaşlar, aynı tarikata mensup olanlar.
  • Kardeşler.
  • Kardeşler.
  • Kardeşler.
  • Kardeşler.

ihvan-ı basafa / ihvan-ı bâsafa

  • Mevlevi tabirlerindendir. Saf, yani kalbinde gıll u gış bulunmayan kardeşler mânâsınadır.

ihvan-ı müslimin / ihvân-ı müslimîn

  • Müslüman kardeşler.

ihvan-ı tarikat

  • Bir tarikata mensup kardeşler.

ihvan-ı vatan / ihvân-ı vatan

  • Vatan kardeşleri.

ihve

  • Kardeşler. Arkadaşlar.

ıhve-i müteferrikin / ıhve-i müteferrikîn

  • Ana baba bir veya yalnız ana bir yahut da yalnız baba bir erkek kardeşler. (Müennesi: "Ahavat-ı müteferrikat'tır)

ikfa'

  • Edb: Sesleri birbirine yakın olan harflerle kafiye yapmak.

iktat

  • Alçak sesle kulağa fısıldama.

iktina'

  • Yığma, biriktirme.
  • Çalışarak kazanma.
  • Meslek edinme.
  • Tuzak kurup avlanma.
  • İmsak etme.
  • Sermâye verme.

ilmiye

  • Fıkıh ve şeriat ilimleri, iman ve Kur'an hakikatları ve tahkiki iman dersleri ile iştigal eden zatların mensub oldukları yol. Alimlerin mesleği.

imtina-i hakiki

  • Bir şeyin mümkün olmamasının aklen zaruri olması. (Meselâ: Bir kimse kendinden yaş bakımından büyük olan başka bir kimse hakkında: "Bu benim oğlumdur" diye iddia etse, dâvâsı dinlenmez. Çünkü, kendinden yaşça büyük bir adamın, kendisinin neslen oğlu olması aklen muhaldir.)

infak

  • Nafaka verme. Besleme. Geçindirme.
  • Harcayıp tüketme.
  • Fakir olma.
  • Nafaka verme, besleme, geçindirme.
  • Nafaka vererek geçindirme, besleme.

infak-ı muhtacin / infak-ı muhtacîn

  • Muhtaçları, yoksulları besleme.

inkaz

  • Kırma ve bozma.
  • Tuhaf sesler çıkarma. Küçük bir hayvanın veya böceğin kendine mahsus ses çıkarması.
  • Vücuttaki oynak yerlerden çıkan ses.

intikamkarane / intikamkârâne

  • İntikam besleyerek.

intisab / intisâb

  • Mensûb olma, bağlanma. Bir işe, bir mesleğe girme. Bir mürşîd-i kâmile (rehbere) bağlanma, talebe olma.

irtibab

  • Kokulu şeyler yapma.
  • Bir çocuğu büluğ çağına varıncaya kadar besleme.

irtigab

  • (Rağbet. den) Heveslendirme, isteklendirme, rağbet ettirme.

ırza-i gayr-i maderi / ırzâ-i gayr-i mâderî

  • Çocuğu hayvan sütüyle besleme.

ırza-i maderi / ırzâ-i mâderî

  • Çocuğu ana sütüyle besleme.

ısata

  • Seslenme, ses çıkarma.

islak

  • (Silk. den) Düzenleme, sıraya koyma.
  • Yola getirme.
  • Diziye geçirme.
  • Mesleğe sokma, sokulma.

ism-i vedud / ism-i vedûd

  • Allah'ın kullarını çok seven ve şefkat eden, Kendisine çok sevgi beslenildiğini bildiren ismi.

ispergam

  • Fesleğen çiçeği. (Farsça)
  • Gül. (Farsça)
  • Yeşillik. (Farsça)

isperhem

  • Fesleğen. (Farsça)

isr

  • Alâmet. Nişane.
  • Ayak izi.
  • Yol. Meslek.
  • Başlamak ve azimet etmek.

işrakiyye

  • İşrakiyyunların bâtıl ve hurafe mesleği.

istahrabat

  • Ateşe tapanların ünlü ateşlerinin bulunduğu yer.

ıstılah

  • Tabir, deyim. Belirli bir topluluğun, bir lafzı lügat mânasından çıkararak başka bir mânada kullanmaları.
  • Bir ilim veya mesleğe âid kelime. Terim. Erbab-ı ilim arasındaki ve herkesin anlamadığı kelime.
  • Muvafakat. Uygunluk. Barışmak. İttifak.

itikadperverlik

  • İnanç besleme. (Arapça - Farsça - Türkçe)

itizam-ı ma la yelzem / itizâm-ı mâ lâ yelzem / التزام ما لا یلزم

  • Abesle iştigal etmek.

ivec

  • Eğrilik, çarpıklık, yanlışlık.
  • Hakkı ve hakikatı eğri büğrü heveslerle tahrif etmek, gayr-i müstakim şekle getirmek.

izaa

  • (Izâat) Açığa vurma, belli ve âşikâr etme.
  • Yüksek sesle bildirme, ilân etme.
  • Radyo.

izaat

  • İlân etmek, açığa vurmak. Sesle neşriyat yapmak.

kabul-i adem

  • Kalben ademi kabul etmektir. Hakkı inkâr etmek, hatalı bir hüküm ve itikattır. Hak mesleği kabul etmeyip indi ve şahsi görüşünü ileri sürerek başka bir yolda gitmektir, bir iltizamdır. İmânın zıddına şahsi görüşüne tâbi olmak, bâtılı kabul etmektir.

kahkaha

  • Yüksek sesle ve çokça gülme.

kahkahazen

  • Kahkaha atan, fazlaca yüksek sesle gülen. (Farsça)

kalkale

  • Okurken harfi iki kere seslendirme.

kam-perver / kâm-perver

  • (Çoğulu: Kâmperverân) Emel besleyici.

kanun-u mübin-i rabbani / kanun-u mübîn-i rabbânî

  • Besleyen, yetiştiren, verdiği nimetlerle varlıkları terbiye eden, idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın apaçık kanunu.

kariyer

  • Bir insanın kendisini hasretmiş olduğu meslek. (Fransızca)
  • Bir meslekte alınan merhalelerin bütünü. (Fransızca)

karv

  • Ağaç kadeh.
  • Köpek yalağı.
  • Hurma ağacının kökü.
  • Uzun havuz.
  • Hayanın derisi inip büyümek.
  • Kast.
  • Etraflıca araştırmak, tetebbu.
  • Bir kimsenin mesleğine girmek, onun yoluna süluk etmek.

kasıf

  • Kasırga. Rastladığı şeyi kıran şiddetli rüzgâr.
  • Şiddetle seslenen. Çok gürleyen.

kazasker

  • İlmiye mesleğinin en yüksek mertebelerinden biri. Lügat mânası asker kadısı, ordu kadısı demektir. Osmanlılarda Kazaskerliğin ihdası Sultan I.Murat zamanındadır. İlk Kazasker de "Çandarlı Kara Halil"dir.

kebuter-baz / kebuter-bâz

  • Güvercin besleyen, yetiştiren, satan kimse. (Farsça)

kifat

  • Cem'olmuş, toplanmış, biriktirilmiş.
  • İçinde birşey toplanıp biriktirilen yer.
  • Hızlı uçmak, gitmek.
  • (Tekili: Küfv) Küfüvler, benzerler, eşler, denkler.

kine

  • Kin, garaz. Kalbde beslenen düşmanlık. (Farsça)

kinedar / kinedâr

  • Gizli düşmanlık besleyen.

kinever

  • Kin besleyen, hased eden, kinci. (Farsça)

komiser

  • Emniyet teşkilâtının meslek dereceleri içinde yer alan ve en az lise tahsilini yapmış, polis enstitüsünün orta ve yüksek kısmını tamamlamış üniformalı veya sivil memur. (Fransızca)

küfüvv-ü şer'i / küfüvv-ü şer'î

  • Şeriatın eşler arasında uygun gördüğü denklik; birbirine uygunluk.

kültür

  • Her türlü fikir, san'at ve âdet varlıklarının hepsi. (Fransızca)
  • Bir kimsenin umumi bilgi seviyesi. (Fransızca)
  • Terbiye. (Fransızca)
  • Ziraat. (Fransızca)
  • Tıb: Tecrübe veya ilâç yapmak için mikrop besleme ve çoğaltma. (Fransızca)

kumanya

  • ing. Bir gemi içinde bulunan kimselerin beslenmeleri için gemiye doldurulan erzak. Gemi zahiresi.
  • Eskiden piyade kayığının arka kısmındaki dolapçık.
  • Gemi kileri. Geminin erzak koymağa mahsus yeri.

künye

  • Bir kimsenin adı, soyadı, ülkesi, doğumu, mesleği gibi özelliklerini gösteren kayıt.

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

kutb

  • (Kutub) Dünyanın şimâl veya cenub uçları. (Güney ve kuzey taraflarının son kısımları.)
  • Elektrik cereyânını meydana getiren veya mıknatısın uçlarından her biri.
  • Dini bir meslek veya grubun başı. Bir çok müslümanların kendisine bağlandıkları azim ve büyük evliyaullahtan zamanın

lefaz

  • Dinleyenin anlayamadığı belirsiz sesler.

legat

  • Sesler kelâmla karışık olmak.

li-eb

  • Baba bir (kardeşler).

li-ebeveyn

  • Ana ve babaları bir olan kardeşler.

li-üm

  • Ana bir (kardeşler).

lian / liân

  • Lânetleşmek, erkeğin zevcesini (hanımını) zinâ etmekle suçlaması veya bu çocuk benden değildir demesi hâlinde dört şâhid getiremezse, zevcenin isteği üzerine eşlerin hâkim huzûruna çağrılarak usûlüne uygun (âyet-i kerîmedeki bildirildiği şekilde) kar şılıklı yemîn etmeleri ve lânetleşmeleri. Buna mu

maak

  • Meslek, mezheb.
  • Sığınacak yer.

maddiyunluk

  • Maddiyunların mesleği. Maddecilik. Hiçbir müsbet delile dayanmıyan ve sadece maddeye istinad eden ve ruhâniyatı ve mâneviyatı inkâr edenlerin bâtıl akideleri.

mahbubiyyet

  • Sevilen olmak. Mahbub olmaklık. Sevilecek hâlde bulunuş. (Cenab-ı Hakk'ın kullarını her çeşit nimetler ile besleyip yetiştirmesi ve ihtiyaçlarına cevap vermesi; onları sevdiğini ve mahbubiyyetini gösteriyor.)

mahmumane

  • Sayıklarcasına, sayıklıyarak. (Farsça)
  • Ateşler içinde, ateşli olarak. (Farsça)

mahmuz

  • (Mihmaz. dan) Binilen hayvanın sür'atini arttırmak maksadıyla dürtme için potin yahut çizmenin ökçesine takılan demirden yapılmış âlet.
  • Kovanların çerçevelerine peteği tesbit etmek için kullanılan mâden tekerlekçik.
  • Bir yapıyı veya duvarı, dıştan beslemek için kullanılan dest

mahrec

  • Çıkacak yer.
  • Ses ve harflerin ağızdan çıktıkları yer.
  • Mat: Bayağı kesirde çizginin altındaki sayı. (Payda)
  • Hususi bir meslek için adam yetiştirmeğe mahsus mekteb ve dâire. (Meselâ: Mekteb-i fünun-u harbiye zâbit mahrecidir.)
  • Tarik-i ilmiyede büyük bir pâyeye v

manzumat-ı şümusiye / manzumât-ı şümusiye

  • Güneşlerin sistemleri.

mataim / mataîm

  • (Tekili: Mıt'âm) Oburlar, doymakbilmez kimseler.
  • Başkalarını beslemeler.

materyalizm

  • Maneviyatı ve Allah'ı inkâr eden maddiyyunların mesleği. (Fransızca)

me'kel

  • Yeme içme, beslenme.

meakis / meâkis

  • Makesler, aynalar.

meclis-i ihvan / meclis-i ihvân / مَجْلِسِ اِخْوَانْ

  • Kardeşler meclisi.
  • Kardeşler meclisi.

medaric

  • (Tekili: Medrec ve Medrece) Merdivenler.
  • Meslekler, yollar.

medrec

  • (Çoğulu: Medâric) Basamaklı yol. Merdiven.
  • Meslek.
  • Tarikat.
  • Dar yol. Dağ yolu.

mefariş

  • (Tekili: Mefruş) Kadın eşler.

meharic-i huruf

  • Tecvidde: Ağızda harf seslerinin çıktığı yerler.

mehd

  • Beşik. Beslenilecek, büyüyecek yer.
  • Yeryüzü.
  • Yayıp döşemek.
  • Kâr kazanmak.
  • Hazırlanmak.

mektub-u rabbani / mektub-u rabbânî

  • Her şeyi terbiye edip besleyen Allah'ın birer mektup gibi yarattığı varlıklar.

mel'abe-i hevesat / mel'abe-i hevesât

  • Heveslerin oyun yeri.

menahic-i hükema / menahic-i hükemâ

  • Hakîmlerin, ilm-i kelâm âlimlerinin meslekleri ve gittikleri mânevi yollar.

menasim

  • (Tekili: Mensim) Yollar, tarikler, meslekler.
  • Alâmetler, izler, eserler, nişânlar.

menşe'

  • (Neş'et. den) Esas. Kök. Bir şeyin çıktığı, neş'et ettiği yer. Beslenip yetişilen yer.

merhamet-i mütekabile

  • Karşılıklı merhamet besleme.

mertus

  • Bir fesleğen çeşidi.

mesalik / mesâlik

  • (Tekili: Meslek) Meslekler. Tutulan yollar. Süluk edilen yollar.
  • Meslekler, tutulan yollar.
  • Meslekler, ekoller, yollar.

mesalik-i fukaha / mesalik-i fukahâ

  • Fıkıh âlimlerinin meslekleri, tuttukları yollar.

mesalik-i fukeha / mesâlik-i fukehâ

  • Fıkıhçıların, İslâm hukuku âlimlerinin meslekleri, metot ve yolları.

meşlah

  • Meşlehe. Maşlah. Altı üstü bir olan ve kol yerine yarıkları bulunan bir çeşit elbise.

meslek / مسلك

  • Yol, tarz. (Arapça)
  • Sistem. (Arapça)
  • Uğraşı, meslek. (Arapça)

meslek-i acz

  • Aczini Allah'a bildirme mesleği, yolu.

meslek-i ali / meslek-i âli

  • Yüce meslek.

meslek-i askeriye

  • Askerlik mesleği.

meslek-i batıla / meslek-i bâtıla

  • Bâtıl ve haktan uzak yol, yanlış meslek.

meslek-i dalalet / meslek-i dalâlet

  • Dalâlet yolu, sapıklık mesleği.

meslek-i ehl-i sünnet

  • Hz. Muhammed'in sünnetine uyan, onun yolundan giden Müslümanların mesleği, takip ettikleri yol.

meslek-i esas

  • Esas mesleği.

meslek-i felsefe

  • Felsefe mesleği, yolu.

meslek-i hakiki / meslek-i hakikî

  • Gerçek meslek, yol ve metot.

meslek-i hayat

  • Hayat mesleği, prensibi.

meslek-i ilmiye

  • İlim mesleği.

meslek-i müteassife

  • Sapık, azgın meslek.
  • Sapık meslek.

meslek-i nurani / meslek-i nuranî

  • Nurlu meslek, metod.

meslek-i sakim / meslek-i sakîm

  • Hasta meslek, hastalıklı yol.

meslek-i şirk

  • Şirk mesleği, yolu.

meslek-i tefekkür

  • Tefekkür mesleği, yolu.

meslek-i tevafukiye

  • Tevafuku, bilgi kaynağı olarak kabul eden meslek, yöntem.

meslek-i uhuvvet / مَسْلَكِ اُخُوَّتْ

  • Kardeşlik mesleği.
  • Kardeşlik mesleği.

meslek-i zındıka

  • Dinsizlik mesleği.

mesleki / meslekî

  • (Meslekiyye) Meslekle alâkalı. Mesleğe ait.

meşreb / مَشْرَبْ

  • Meslek, yol.

mezheb

  • Yol. Gidilen yol. Tutulan çığır.
  • Dinin esaslarında ve esas temel mes'elelerde bir olmakla beraber, teferruatta bazı muhtelif mes'eleler olması sebebiyle birbirinden az farklı müctehidlerin yolları. Müctehidlerden, kendilerine tâbi olunanların seçtikleri meslekleri. Füruatta Hanefi ve

michar

  • Yüksek sesle konuşan.

minhac / minhâc

  • Meslek. Yol. Açık ve belli yol. (Farsça)
  • Büyük ve işlek cadde. (Farsça)
  • Yol, meslek.
  • Yol, meslek, metod.

moda

  • Geçici yenilik. Elbise ve süslenmede geçici hevesler ve fantezi düşkünlüğü sebebiyle çıkartılan yeni tarz ve şekiller. Bunlar israfı artırır ve iktisada aykırıdır. (Fransızca)

mu'teberan

  • (Tekili: Mu'teber) Şerefli, haysiyetli ve itibarlı kimseler.
  • Bir yerin, bir mesleğin veya bir sınıfın ileri gelenleri. Hükmü geçip, inanılır olanlar.

mu'tedi / mu'tedî

  • Sesini yükselten. Yüksek sesle dua eden.
  • Haddini aşan, tecâvüz eden.
  • Zâlim.

mübagaze

  • (Bugz. dan) Kin besleme. Adavet etme. Düşmanlık yapma.

mücterin / mücterîn

  • Mesleğinde mâhir ve tecrübeli olan.

mugaddi / mugaddî / مُغَدّ۪ي

  • Besleyici.
  • (Mugazzi) Gıdalı, besleyici, gıdası çok, faydalı.
  • Gıdalı, besleyici.
  • Besleyici.

mugaddilik / mugaddîlik

  • Gıdalı olma, besleyicilik.

muganni / mugannî

  • Nağmeli ve çeşitli sesle okuyan, ahenkle okuyucu.
  • Hoş sesle öten.

mugarrid

  • Pek güzel öten kuş.
  • Yüksek sesle nefse hoş gelen şarkılar söyliyen.

mugtedi / mugtedî

  • (Gıda. dan) Gıda alan, gıdalanan. Beslenen.

muhabbetkarane / muhabbetkârâne

  • Sevgi besleyerek, muhabbetle.

muhabbettar

  • Sevgi besleyen.

muhabbetullah

  • Cenab-ı Hakk'a karşı beslenen ihlâslı sevgi.

muhasamet / muhâsamet

  • Karşılıklı düşmanlık besleme.
  • Düşmanlık besleme.

müheymin

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden); her mahlûkun (yaratılmışın) ömrünü, amelini, rızkını, ecelini, nefeslerini, sözlerini bilen, gören, onların bütün hallerinden haberdâr olan.

muhibban

  • (Muhibbin) Dostlar. Muhabbet edenler. Sevilenler. Sevgi besleyenler. Bir kimsenin taraflıları. (Farsça)

muhterik

  • Ateşle yanmış olan. Yanan.

mülaane / mülâane

  • Zevcesini (eşini) zinâ ile suçlayan erkeğin dört şâhit getirememesi hâlinde, zevcenin isteği üzerine eşlerin hâkim huzûruna çıkarak usûlüne uygun (âyet-i kerîmelerde bildirilen ifâdelerle) karşılıklı yemin etmeleri ve lânetleşmeleri.

mültemesat / mültemesât

  • (Tekili: Mültemes) Kayırılanlar, mültemesler, iltimaslılar.

mümaşat

  • Birlikte hoş geçinmek.
  • Bir maslahat yolunu takib etmek.
  • Meslek işlerinde tesviye, tervic ve idare etmek.
  • Karışmamak.
  • Başkalarının zarar vermeyen fikirlerine uyarcasına hareket etmek ve sulh u salâh üzere durmak. Uygunluk.

münada

  • (Nidâ. dan) Seslenilmiş, çağırılmış, nidâ edilmiş.

münadi / münâdi

  • Nidâ eden, seslenen, çağıran. Müezzin.
  • Nida eden, seslenen, çağıran.
  • Seslenen, çağıran.

münselik

  • (Silk. den) Bir yola girip orada giden. Bir tarikata girmiş. Bir meslek tutmuş.

mürebbeb

  • Büluğ yaşına kadar beslenip terbiye olunmuş.
  • Güzel kokularla hoş ve lâtif olmuş.

mürebbi / mürebbî

  • Terbiyeci, terbiye eden, yetiştiren, ders veren. Pedagog.
  • Besleyen.
  • Terbiye eden, Pedegog, çocuk terbiye eden.
  • Besleyen.
  • Terbiye eden, eğiten, yetiştiren.
  • Herşeyi terbiye ve idare eden, besleyip büyüten Allah.

mürebbib

  • Çocuğu büluğa erene kadar besleyen.

musaffir

  • Islık çalan, seslenen.

müşagabe

  • Demegoji; tartışma ve eleştiriyi meslek kabul edenlerin yolu.

musavvit

  • (Savt. dan) Seslenen, yüksek sesle çağıran.

müsbet milliyet

  • Olumlu, pozitif milliyet; başkasına düşmanlık beslemeyen milliyetçilik.

müsekken

  • Ateşle kızmış su.

müşemmes

  • (şems. den) Güneşlemiş, güneş görmüş. Çok güneşli.

müşide

  • Çağıran. Yüksek sesle şarkı söyleyen.

musika-i ilahiye / musika-i ilâhiye

  • İlâhî müzik, Allah'ın kâinata yerleştirdiği, Allah'ın ilhamıyla varlıkların çıkardığı tabii nâmeler ve sesler.

müstehzi / müstehzî

  • İstihza eden. Biriyle eğlenen. Herkesle eğlenmek isteyen.

müstenfik

  • Başkalarını beslemek için malını sarfeden.

müstenhic

  • Birinin mesleğine giren.

mutasavvıt

  • Ses çıkaran, seslenen, ses veren.

müteassıb

  • (Asab. dan) Taassub eden, taraftarlık eden.
  • Son derecede dinine ve milletine taraftarlık besleyen.

mütecahir

  • Yüksek sesle söyleyen.
  • Gizlemeyen. Aşikâre yapan. Açıktan günah işleyen.

mütedemdim

  • Sinek vızıltısı gibi sesler çıkaran.

mütegaddi

  • Gıdalanan, gıda alan. Beslenen.

mütehassıs

  • Bir işin hakikatını, içyüzünü çok iyi bilen. Bir meslekte mahir olan.
  • Has ve mahsus olan.
  • İhtisas sâhibi, uzman. Bir işin hakîkatini, iç yüzünü çok iyi bilen, bir ilim dalında veya meslekte mâhir olan.

mütehevvisane

  • Heveslenerek.

müterennim

  • (Renim. den) Terennüm eden, güzel sesle şarkı söyleyen. Güzel güzel konuşan.

müterennimane / müterennimâne

  • Güzel sesle şarkı söyler gibi. (Farsça)

müterennimin / müterennimîn

  • (Tekili: Müterennim) Güzel sesle yavaş yavaş şarkı söyliyenler.

müteşemmis

  • (Şems. den) Güneşlenen, güneşe çıkan.

na'ra

  • (Çoğulu: Na'rât) Yüksek sesle uzun uzun bağırma.
  • Tar: Eskiden yangına giderken ve dönerken kalabalık caddelerde, geçitlerde, dönemeçlerde, meydanlarda tulumbacıların içlerinden "naracı" adı verilen birinin bağırması yerinde kullanılır bir tâbirdir. Nâra atmakla yangın münasebetiyle s

na're

  • Nâra. Yüksek sesle uzun uzun bağırma. Çağırma. Haykırma.
  • Burun içinden çıkan ses.

na're-endaz / na're-endâz

  • Nâra atan. Yüksek sesle uzun uzun bağıran. (Farsça)

na'rezen

  • Nâra atan. Yüksek sesle uzun uzun bağıran. (Farsça)

nadi / nâdî / نادی

  • Seslenen, çağıran. (Arapça)

nagamat / nagamât

  • Nağmeler, âhenkler, güzel sesler.

nağamat / nağamât

  • Nağmeler, güzel sesler.

nağamat-ı emvac / nağamât-ı emvac

  • Dalgaların nağmeleri, hoş sesleri.

nahb

  • Yüksek sesle ağlama.
  • Önemli iş, mühim iş. Nezretmek, adamak.
  • Seri seyr.
  • Vakit, müddet. Ecel, ölüm, mevt.

nakik

  • Kurbağa, akrep ve tavuk sesleri.

nakl-i asvat

  • Seslerin nakli, iletimi.

nara / nâra

  • Yüksek sesle bağırma, haykırma.

nazar-ı şehvet ve heves

  • Şehvet ve hevesle bakma.

nebah

  • (Nibâh-Nübâh) Köpek havlaması.
  • Yılan seslenişi.
  • Keçi ve geyik inleyişi.

nebati ruh / nebâtî ruh

  • Her canlıda mevcud olan ve doğma, büyüme, beslenme, zararlı maddeleri dışarı atma, üreme ve ölme gibi canlılık hallerini yapan rûh.

nedaid

  • (Tekili: Nedid ve Nedide) Emsâller, akranlar, eşler.

nefis-perver

  • Nefsini çok sevip besleyen, nefsi isteklerine çok düşkün. (Farsça)

nefs-i pürheves

  • Heveslerinin peşinde koşan nefis.

neseb

  • Soy, şecere. Çocuğu ana ve babaya bağlayan kan bağı. Ekseriya baba yönünden olan yakınlık için kullanılır. Babalar ve yukarıya doğru büyük babalar ile oğullar ve aşağıya doğru oğullar arasındaki alâkaya amûdî yakınlık; erkek kardeşler ile bunların oğ ulları ve amca oğulları arasındaki alâkaya ufkî y

neşide

  • Manzume. Şiir.
  • Yüksek sesle okunan şiir.
  • Darb-ı mesel (atasözü) derecesinde kullanılan meşhur beyit veya mısrâ.

nevair

  • (Tekili: Naire) Ateşler, alevler.

nevh

  • Ağıt etmek.
  • Bağırıp çağırarak sesle ağlamak.

nevheves

  • (Çoğulu: Nevhevesân) Bir işe yeni olarak ve büyük bir hevesle başlayan. (Farsça)
  • Sık sık iş değiştiren. Hevesi çabuk geçen. (Farsça)

nida / nidâ / نِدَا

  • Nida etmek: Seslenmek.
  • Nidâ eylemek: Seslenmek, duyurmak.
  • Sesleniş.
  • Çağırma, seslenme, ses verme.
  • Ünlem.
  • Seslenme, ünleme, ünlem.
  • Seslenme.

nida'

  • Seslenmek, çağırmak, haykırmak, bağırmak. Ses vermek.
  • Gr: ünlem (!)

nida-i beliğ / nidâ-i belîğ

  • Düzgün, kusursuz, yerinde sesleniş.

nida-yı aşıkane ve müştakane / nidâ-yı âşıkane ve müştâkane

  • Büyük bir aşk ve iştiyakla seslenme.

nida-yı hak / nidâ-yı hak

  • Hakkın nidası, hakkın seslenişi.

nimetperverane / nimetperverâne

  • Nimetle besleyerek.

niran / nîran

  • (Tekili: Nur ve Nâr) Nurlar, ziyalar. Ateşler, nârlar.
  • Nurlar, ateşler.

niran-ı muhrika / nîrân-ı muhrika

  • Yakıcı ateşler.

niyar

  • (Tekili: Nâr) Ateşler.

niyere

  • (Tekili: Nâr) Ateşler.

nüfus / nüfûs

  • Nefesler.

nükte-i umumiye

  • Umuma ait, herkesle ilgili ince ve derin bir nokta, mânâ.

nüvah

  • Ölü için sesle ağlama.

nuzera

  • (Tekili: Nazir) Akranlar, eşler.

perde

  • Kapı, pencere gibi yerlere asılan veya iki yeri birbirinden ayıran, görünmeğe mâni olan şey. (Farsça)
  • Mc: Irz, namus, iffet. (Farsça)
  • Bir müzik parçasını meydana getiren seslerden herbirinin kalınlık veya incelik derecesi. (Farsça)
  • Bir sahne eserinin büyük bölümlerinden her biri. (Farsça)
  • Ekran, (Farsça)

perestar / perestâr / پرستار

  • Tapan. (Farsça)
  • Besleme. (Farsça)
  • Dalkavuk. (Farsça)

perestişkar / perestişkâr

  • İbâdet edercesine seven, çok ileri sevgi ve hürmet besleyen.

pervar

  • Besili, beslenmiş. (Farsça)

perver / پرور

  • (Pervar) "Besleyen, yetiştiren, velinimet, koruyan" mânâsında birleşik kelimeler yapılır. (Farsça)
  • Koruyan, besleyen, seven.
  • Yetiştiren, eğiten, büyüten, besleyen. (Farsça)

perveran / perverân

  • (Tekili: Perver) Yetiştirenler, besleyenler, koruyup terbiye eden kimseler. (Farsça)

perverde / ﭘََرْوَرْدَه

  • Terbiye görmüş, yetiştirilmiş, beslenmiş. (Farsça)
  • Beslenmiş, yetiştirilmiş.
  • Perverde etmek: Beslemek, gütmek.
  • Beslenmiş, korunmuş, sevilmiş.
  • Beslenen.

perverde eden

  • Besleyen.

perverde edilmek

  • Beslenmek, yetiştirilmek.

perverende

  • Besleyen, büyüten. Besleyici, büyütücü. (Farsça)
  • Terbiye edici, yetiştirici. (Farsça)

perveri / perverî

  • Büyütücülük, besleyicilik. Terbiye. (Farsça)

perveriş

  • Besleme, besleyiş. Beslenme. (Farsça)
  • Terbiye etme, yetiştirme, eğitme. Terbiye edilip yetiştirilme, eğitilme. (Farsça)
  • İlerleme, terakki. (Farsça)

perverişyab / perverişyâb

  • Beslenen. (Farsça)
  • Terbiye edilen, terbiye gören, eğitilen, yetiştirilen. (Farsça)

pestperde

  • Alçak ve hafif sesle. (Farsça)

pil-ban / pil-bân

  • Fil besleyen, filci. (Farsça)

pir / pîr

  • Yaşlı, ihtiyar. (Farsça)
  • Reis. (Farsça)
  • Bir tarikatın kurucusu. (Farsça)
  • Herhangi bir meslek ve san'atın başlatıcısı, te'sis edicisi. (Farsça)
  • Reis; herhangi bir meslek veya sanatın kurucusu, başlatıcısı.

pişdar

  • Öncü. Harpte ileriden düşmana gönderilen askerler. (Farsça)
  • Önde giden. Önayak olan. (Farsça)
  • San'at, meslek. (Farsça)
  • Kumandan. (Farsça)
  • Mc: Yüzsüz. Yüzsüzlükle iş beceren. (Farsça)

pişe / pîşe / پيشه

  • İş, kâr. Meşguliyet. (Farsça)
  • Alışkanlık, huy, âdet. (Farsça)
  • Meslek, san'at. (Farsça)
  • "Huy edinmiş, alışmış" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Hasenât-pişe : İyi şeyleri âdet edinmiş olan. (Farsça)
  • Meslek. (Farsça)
  • Sanat. (Farsça)
  • Huy. (Farsça)

pişegan / pişegân

  • (Tekili: Pişe) Meslekler, san'atlar. İşler. (Farsça)
  • Huylar, âdetler, tabiatlar. (Farsça)

pişekar / pîşekâr / پيشه كار

  • Sanatçı. (Farsça)
  • Meslek sahibi. (Farsça)
  • Ortaoyununda oyunu başlatan sanatçı. (Farsça)

protein

  • Lât. Tıb: Albüminli besleyici madde.

pürheves

  • Heveslerinin peşinde koşan.
  • Hevesle dolu.

rabb

  • Sâhib, mâlik, seyyid. Cenab-ı Hak (C.C.)
  • Besleyen, yetiştiren, terbiye eden. Müstahik. Hüdâvend.
  • Efendi, sahip.
  • Terbiye eden, besleyen.
  • Rab, Allah.

rabbena

  • Ey bizim Rabbimiz! Ey Sâhib-i Hâlikımız! Ey bizi terbiye edip besleyen sâhibimiz! (meâlinde).

rah

  • (Reh) Yol. Tarz. Usûl. Meslek. (Farsça)

rebib

  • (Çoğulu: Rebâib) Üvey oğul.
  • Evde beslenen koyun. (Müe: Rebibe)

reyhan / ریحان

  • Fesleğen, hoş ve güzel koku.
  • Hoş güzel koku.
  • Rızık ve maişet, rahmet.
  • Ekin yaprağı.
  • Fesleğen denilen kokulu bir ot.
  • Fesleğen. (Arapça)

reyhani / reyhanî

  • Fesleğen gibi ince nakışlı.
  • Divanî hat da denilen bir yazı tarzı.

rububiyet

  • Cenab-ı Hakk'ın her zaman her yerde her mahluka, muhtaç olduğu şeyleri vermesi, terbiye ve tedbir etmesi ve mâlikiyyeti ve besleyiciliği keyfiyyeti.
  • Artırmak. Ziyade kılmak.

rububiyet-i sani

  • Herşeyi mükemmel ve san'atlı bir şekilde yaratan Allah'ın bütün mahlûkatı besleyip terbiye etmesi, idaresi ve egemenliği altında bulundurması.

rudaa'

  • (Tekili: Radi) Süt emen çocuklar.
  • Süt kardeşler.

ruzaa'

  • (Tekili: Razi) Süt emen çocuklar.
  • Süt kardeşler.

sada-yı muhammedi / sadâ-yı muhammedî

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) dua için seslenmesi.

sahb

  • (Sahab) Figan, seslerin birbirine karışması, gürültü, patırtı.

sahir-pişe

  • Sihirbazlığı meslek edinmiş olan. (Farsça)

saime / sâime

  • Senenin yarısından fazla, meralarda, kırlarda sırf sütleri alınmak veya üreme ve beslenmeleri için otlatılan (koyun, keçi, sığır, manda, at ve deve cinsinden olan), ehlî hayvanlar.

şakik / şakîk

  • Ferâiz ilminde yâni mîrâs hukûkunda ana-baba bir erkek kardeşler (Benül-a'yân). Ana-baba bir kız kardeşe şakîka denir.

şakile

  • Yol. Tarik. Meslek.
  • Yaradılış. Tıynet. Seciye. Mizac. Bir kimsenin yaratılışının temel hususiyeti.

sallallahu teala aleyhi ve ala alihi ve eshabihi ve ezvacihi / sallâllahu teâlâ aleyhi ve alâ âlihi ve eshâbihi ve ezvâcihi

  • Allah onun, ailesinin, Sahabelerinin ve eşlerinin üzerine salât etsin, şanını yüceltsin.

san'at

  • Zanaat, ustalık; bir şey hakkındaki yöntemlerin tamamı; meslek kurallarının tümü.

sayha

  • Sesleniş, kükreyiş.

sayha-i ihya ve ikaz / sayha-i ihyâ ve ikaz

  • Hayat veren ve uyaran sesleniş.

sebat

  • Yerinden oynamamak, dayanmak. Kararlı olmak.
  • Sözde durmak, ahde vefâ etmek. İman ve İslâmiyete hizmette, Allah'a ibadet ve taatta sâbit ve berkarar olmak.
  • Bir meslekte, meşru bir kanaatte veya bir fikirde kararlı bulunmak, sağlamlık göstermek.

seceat / seceât

  • Sec'alar, kuşların çıkardıkları sesler.
  • Cıvıltılar, ritimli sesler.

şefkat

  • Başkasının kederiyle alâkalanmak, acıyarak sevmek. Yardıma, sevgiye muhtaç olanlara karşılıksız olarak merhamet ve sevgiyle yardıma koşmak. Karşılıksız, sâfi, ivazsız sevgi beslemek.

şefkat-i imaniye / şefkat-i imâniye

  • İmandan gelen ve başkalarına karşı beslenen şefkat ve merhamet.

sekban

  • Köpek besleyicisi. (Farsça)
  • Padişahın köpeklerini av yerine götüren seyman. (Farsça)
  • Vaktiyle Yeniçeri Ordusunda bir asker sınıfının ismi. (Farsça)
  • Köy düğününde silâhlı ve oyun yapan gençler kafilesi. (Türkçede seğmen denir.) (Farsça)

şems-i şumus

  • Güneşlerin güneşi.

şems-üş şümus

  • Güneşlerin güneşi. En büyük güneş. Çok seyyarelerin, etrafında döndüğü en büyük bir yıldız.

şemsi / şemsî / شمسى

  • Güneşe ait. Güneşle alâkalı.
  • Güneşle ilgili. (Arapça)
  • Güneş takvimi. (Arapça)

şemsü'ş-şumus

  • Güneşler güneşi.

şemsü'ş-şümus

  • Güneşlerin güneşi; Vega yıldızı.

şemsüşşümus / şemsüşşümûs

  • Güneşler güneşi.
  • Güneşlerin güneşi.

şevakil

  • (Tekili: Şâkile) Tarikler, yollar. Mezhebler, tarikatlar, meslekler. Şâkileler.

seyehan

  • Gezi, seyahat.
  • Gölgenin güneşle birlikte dönmesi.

şia

  • Şiiler, Hazreti Ali sevgisini meslek kabul edenler.

şiar / şiâr / شعار

  • Slogan. (Arapça)
  • İşaret. (Arapça)
  • Şiâr edinmek: Slogan haline getirmek, meslek edinmek. (Arapça)

şibak

  • (Tekili: Şebeke) Kafesler, şebekeler, ağlar, tuzaklar.

silk / سلك

  • Dizi. (Arapça)
  • İplik. (Arapça)
  • Meslek. (Arapça)

sırat-ı müstakim

  • En doğru yol, İslâmiyet yolu. Hak yolu. Allah'ın râzı olduğu en doğru yol. Peygamberlerin, evliya ve sâlihlerin, sıddıkinlerin gittikleri meslek.

siyer-i nebi

  • Mevzuu Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) hayatı, ahlâkı ve yaşayışı olan, O'nun gaye ve cihanı irşad eden mesleğinden bahseden kitap.

sofizm

  • Fls: Sofestaiye. Safsatacılık. Alemde hakikat olarak hiç bir şey tanımayan ve hakikatı araştırmaktan sarf-ı nazar ederek zevk ü safâ ve şiir gibi şeylerle eğlenmeği tercih eden bâtıl bir meslek. İnâdiye, indiye ve Lâedriye "Septizm" adlarıyla üç kısma ayrılırlar. (Mesail-i İlm-i Kelâm'dan) (Fransızca)

sofu

  • Tasavvuf mesleğinde olan.

sohbet-i ihvan

  • Din kardeşleri ile faydalı hakikatlar üzerine sohbet etmek.Resül-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm buyurmuştur ki: Üç şey müstesna, dünyada rahat yoktur:1- Tilâvet-i Kur'an2- Münacat-ı Rahman3- Sohbet-i İhvan.

staj

  • Mesleki bilgisini artırmak maksadıyla başka birinin nezareti altında yapılan çalışma. (Fransızca)

su-i maişet / sû-i maişet

  • Kötü beslenme.

şümul-ü hitab

  • Herkesi içine alan hitap ve sesleniş.

şumus

  • Güneşler.

şümus / şümûs

  • Güneşler.
  • (Tekili: şems) şemsler, güneşler.
  • Güneşler.
  • Güneşler.

şümus-u kur'aniye / şümûs-u kur'âniye

  • Kur'ân'ın güneşleri.

ta'bie

  • Karıştırmak.
  • Beslemek, terbiye etmek.
  • Hazırlamak.

ta'til

  • Çalışmağa ara vermek. Çalışmayı durdurmak. İzine başlamak.
  • Kesmek.
  • Muattal bırakmak.
  • Ziynetsiz etmek, süssüz yapmak.
  • Allah'ın sıfatlarını inkâr eden felsefecilerin mesleği.

ta'vil

  • İtimat etmek.
  • Sesle ağlamak.

taac'uc

  • Çeşitli seslerin birbirine karışması.

taaşşuk

  • Âşık olmak. Çok fazla derecede sevgi beslemek.

taayyüş

  • (Ayş. dan) Yaşamak. Geçinmek. Yaşama tarzı. Beslenmek.
  • Geçinme, beslenme, yaşama.

tadbib

  • Semiz etmek, beslemek.
  • Geri koymak.

tadmir

  • Atı semirince yulaf verip beslemek. (Kırk günde olur.)
  • İnce belli yapmak.

tagaddi / tagaddî / تغدی

  • (Gıda. dan) Gıdalanmak, beslenmek.
  • Sabah yemeği.
  • Gıdalanma, beslenme.
  • Gıda alma, beslenme.
  • Beslenme. (Arapça)
  • Tagaddî etmek: Beslenmek. (Arapça)

tagaddi-i hüceyrat / tagaddî-i hüceyrât

  • Hücrelerin gıda alması, beslenmesi.

tagaddiyat / tagaddiyât

  • (Tekili: Tagaddi) Gıdalanmalar, beslenmeler.

tagayyüz

  • Gayzlanma, kin besleme.
  • Kızma, hiddete gelme.

tagazzi / tagazzî / تغذی

  • (Çoğulu: Tagazziyât) Gıdalanma, beslenme.
  • Beslenme. (Arapça)
  • Tagazzî etmek: Beslenmek. (Arapça)

tagdiye

  • Sabah yemeği yedirmek.
  • Gıdalandırmak, beslemek. Beslenmek.

tağdiye / تغذیه

  • Besleme. (Arapça)
  • Tağdiye etmek: Beslemek. (Arapça)

tağziye / تغذیه

  • Besleme. (Arapça)
  • Beslenme. (Arapça)

tahabbüb

  • Sevgi göstermek, muhabbet beslemek. Bir kimseyi dost ittihaz etmek. Sevdirmeği istemek.

tahmis / تخميس

  • Beşleme. (Arapça)
  • Beş dizeye çıkarma. (Arapça)

taktaka

  • (Tıktıka) Taşlardan çıkan ses.
  • Hayvanların ayak sesleri veya bunları anlatmak için söylenen kelime.

takvit

  • Besleme. Tagaddi.

tangim

  • Avazlandırmak, seslendirmek.

tannaz

  • Herkesle eğlenip alay eden. Müstehzi.

tanz

  • Herkesle eğlenme. Alay etmek.

taraik

  • (Tekili: Tarikat) Tarikatlar, meslekler.

tarik / tarîk / طریق

  • Yol. Tarz, usûl.
  • Vâsıta. Meslek.
  • Bir maksada nâil olmak için icrâsı lâzım olan husus veya bu hususların hey'et-i mecmuası.
  • Yol. Meslek, tarz.
  • Yol. (Arapça)
  • Yöntem. (Arapça)
  • Meslek. (Arapça)
  • Tarikat. (Arapça)

tarik-i cehir / tarîk-i cehir

  • Açık olarak ve yüksek sesle zikir eden tarikat.

tarik-i cehri / tarîk-i cehrî

  • Açık olarak ve yüksek sesle zikir yapan tarikat. (Kadirî gibi)

tarik-i cehriye

  • Açık olarak ve yüksek sesle zikir eden tarikat.

tasavvuf

  • Dinin ruhsal hayatla ilgili yönünü konu edinen bilim veya meslek.

tasvit

  • (Savt. dan) Seslendirme, seslenme, ses çıkarma.

tatil

  • Çalışmaya ara vermek, izine başlamak, kesmek, Allah'ın sıfatlarını inkâr eden felsefecilerin mesleği.

tavla

  • Hayvan bağlanan ahır. (San'at Ansiklopedisinde "Tavla" maddesi: "Hayvanların tavlanması yani istirahat edip çalışacak kıvama gelmesi, kuvvet ve tâkat kazanması için beslendiği yer." şeklinde tarif edilmiştir.)

te'biye

  • Yüksek sesle okumak.

tebagguz

  • (Buğz. dan) Sevmeme. Kin besleme. Buğzetme.

tebaguz

  • (Çoğulu: Tebâguzât) (Buğz. dan) Sevişmeme, gizli kin tutup düşmanlık besleme.

tebayün-i mesalik

  • Mesleklerin farklılığı.

tecdi'

  • Bir kimseye iyileşmesin diye beddua etme.
  • Vücudun bir tarafını kesme.
  • Çocuğu zararlı şeylerle besleyip gelişmesini önleme.

tecvid-i huruf

  • Seslerin mahreçlendirilmesi. Harflerin düzgün olarak telâffuz edilmesi.

tefani / tefânî

  • Kardeşler arasında fani olmak.

tefnik

  • Nimetlendirmek.
  • Naz.
  • Beslemek.

tegaddi / tegaddî

  • Gıdalanma, beslenme.
  • Tegaddî etmek: Beslenmek.
  • Beslenme.

tegaddi eden

  • Gıdalanan, beslenen.

tegaddi etmek / tegaddî etmek

  • Gıdalanmak, beslenmek.

tegazzi / tegazzî

  • Tegazzî etmek: Beslenmek.

tehevvüs

  • Heveslenme.
  • Heveslenmek.
  • Yumuşak yerde ağır ağır yürümek.
  • Heveslenme.

tehevvüs-ü nemrudane / tehevvüs-ü nemrudâne

  • Nemrut gibi heveslenme.

tehevvüs-ü süfli / tehevvüs-ü süflî

  • Alçakça arzu ve heveslere kapılma.

tekavvüt

  • (Kut. dan) Beslenme, azıklanma. Geçinme.

telvih

  • Açıklamak.
  • Zâhir ve aşikâre kılmak.
  • Susuzluktan insanın çehresi bozulmak.
  • Bir şeyi ateşle kızdırmak. Güneş veya ateşin sıcaklığı bir nesnenin rengini değiştirmek.
  • Posa hâline getirmek.
  • Kocamak. Saç ağarması.
  • Almak.
  • İşaret etmek.

tenavül / tenâvül

  • Beslenme olayı.

teneffüs / تَنَفُّسْ

  • Nefeslenme.

tenfis

  • (Çoğulu: Tenfisât) (Nefes. den) Nefeslendirme, soluklandırma, ferahlandırma.

tenperver

  • Rahatına düşkün. Tembel. Vücudunu beslemek telâşesinde olan. (Farsça)

tenşiye

  • Beslemek, terbiye etmek.
  • Uzatmak.

terahhum

  • Merhamet etme, acıma. Şefkatte bulunma, esirgeyip besleme.

terbiyekarane / terbiyekârâne

  • Terbiye ederek, besleyip büyüterek.

terennüm / تَرَنُّمْ

  • Güzel güzel anlatma.
  • Yavaş ve güzel sesle şarkı söyleme.
  • Ötmek. Musikîleşmek.
  • Güzel güzel anlatma, yavaş ve güzel sesle şarkı söylemek.
  • Ahenkli ve güzel sesle söyleme.

terennümat

  • Terennümler, nameler, güzel, hoş sesler.

terennümat-ı hava / terennümât-ı hava

  • Havanın çıkardığı güzel ve tatlı sesler.

terkik

  • İnce ve nazikâne sesle anlatma, mânası kinaye yollu olma.
  • Tecvidde: Harfi ince okumak.
  • Bir kimseyi köle veya cariye etme.
  • Yumuşatma.
  • İnceltme.

terşih

  • (Çoğulu: Terşihât) Süzme, sızdırma.
  • Besleyip eğitme, terbiye etme.
  • Edb: Sözü özlü söyleme.
  • Tezyin etmek, süslemek.

terzik

  • Rızık verme, besleme. Rızık için verip yedirme. Nasibdâr kılmak.
  • Rızık verme, besleme.

teşemmüs

  • (Şems. den) Güneşleme, güneşe çıkma.
  • Güneş çarpması.

teşrik

  • Güneşlendirme. Güneşte kurutma.
  • Eti parçalayıp güneşte kurutma.
  • Doğu tarafına gitme.
  • Hz. İbrahim'e nisbet edilen ve yüksek sesle alınan tekbir.

teva'un

  • Davarın, beslenip semizlemek hususunda nihayet hududu bulması.

tevekkün

  • Musibet anında yüksek sesle bağırıp feryad etmek.

tevella

  • (Tevelli) Birisini dost edinme.
  • Bir işi üzerine alma.
  • Dönme, yönelme, i'raz etme.
  • Ehl-i Beyt'e tam sevgi.
  • Akrabalık. Karabet. Yakınlık beslemek.

tevlid

  • Çocuğu doğarken almak. Doğurmak. Doğurtmak.
  • Mc: Sebep olmak, vücuda getirmek.
  • Beslemek. Terbiye etmek.

teyyas

  • Teke besleyen ve teke tutan kişi.

tezkere

  • (Tezkire) Pusula.
  • Herhangi bir iş için izin verildiğini bildirmek üzere alınan resmî vesika.
  • Bazı meslek sahipleri için yazılan, o şahsın şahsî ve meslekî durumu hakkında bilgi. Biyografi.

tıga

  • Yüksek sesle gülme.

tiyatro

  • yun. Dram, komedi ve sair piyeslerin temsil edildiği yer.
  • Sahneye konulan oyun ve bu gibi temsilleri oynama san'atı.

turuk

  • (Tekili: Tarîk) Yollar, tarikler. Meslekler. Usuller.
  • Aygırlanmak.

ükule

  • Sürüden ayırıp beslenilen koyun.

ümidvar / ümidvâr

  • Ümitli. Ümit besleyen. (Farsça)

ümmü'l-mü'minin / ümmü'l-mü'minîn

  • Mü'minlerin Annesi; Hz. Peygamber'in (a.s.m.) eşlerine verilen ad.

umumi / umumî / umûmî

  • Umumî, herkese ait, herkesle ilgili, genel.
  • Herkesle alâkalı, herkese dâir.
  • Genel, herkesle ilgili.

umumiyet-i ihvan / umûmiyet-i ihvân / عُمُومِيَتِ اِخْوَانْ

  • Kardeşlerin geneli.
  • Kardeşlerin umumu.

utat

  • (Tekili: Ati) Serkeşler, âsiler.

va'va'

  • İnsan topluluğu.
  • Sesler.

vedud / vedûd

  • Çok şefkatli. Kendisine çok sevgi beslenen. Cenâb-ı Hak. (Vedud ismine mazhar olan muhakkıkin-i evliya: "Bütün kâinatın mâyesi, muhabbettir. Bütün mevcudatın harekâtı muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizab ve cezbe ve câzibe kanunları, muhabbettendir." demişler.)
  • Kullarını çok seven ve şefkat eden, Kendisine çok sevgi beslenen Allah.
  • Çok şefkatli, kendisine çok sevgi beslenen. Esmâ-i hüsnâdan.

vega'

  • Kavga gürültüsü. Harp yerinden çıkan sesler. Savt. Patırtı.

vela-perver

  • Dostluk gösteren, dostluk besleyen. (Farsça)

velayet-i kübra

  • Büyük velilik. Akrebiyet-i İlâhiyenin inkişafına bakan ve veraset-i nübüvvetten gelen gayet kısa, fakat yüksek olan ve tarikat berzahına uğramadan zâhirden hakikata geçen velilik mesleği. (Sahabeler gibi)

velvele-i istihsan / وَلْوَلَۀِ اِسْتِحْسَانْ

  • Güzellikleri pek çok dille bir arada haykıran sesler.
  • Beğenmenin yüksek sesle ifadesi.

velvele-i takdir ve istihsan

  • Takdirleri ve güzellikleri pek çok dille bir arada haykıran sesler.

velvele-i tekbir ve teşekkür

  • "Allahu Ekber" ve teşekkür sesleriyle yapılan şenlik.

velvele-i teşhir ve takdis

  • Güzellikleri sergilemek ve bütün eksikliklerden uzak görmeyi dile getiren sesler.

velvele-i zikir

  • Zikir sesleri.

verze

  • Meslek, san'at, iş. (Farsça)

vetair

  • (Tekili: Vetire) Meslekler, yollar.

vokal

  • İtl. Sesle anlatma.
  • İnsan sesinin müzikte kullanılması.
  • Gr: A, E, I, İ, O, Ö, U, Ü gibi sesli harfler.

ya vedud / yâ vedûd

  • Ey kullarını çok seven ve şefkat eden, kendisine çok sevgi beslenen Allah.

ya-i nidai / yâ-i nidâî

  • Arapçada birisine seslenmeyi ifade eden ve "Ey" anlamına gelen iki harfli kalıp.

yetim-hane / yetim-hâne

  • Yetim çocukların bakılıp beslendiği yer. (Farsça)

yusuf

  • Hz. Yakub'un (A.S.) oniki oğlundan en küçüğü idi. Babası kendisini çok severdi. Gördüğü bir rüyayı babası tabir ederek peygamber olacağını ve bütün kardeşlerinin kendisine itaat edeceklerini söyledi. Kardeşleri kendisini kıskandıkları için bir hile ile izini kaybetmek istediler ve bir kuyuya attılar

zar

  • İnleyen, sesle ağlayan. (Farsça)
  • Zayıf, dermansız. (Farsça)

zar zar

  • Hazin hazin, yanık yanık, (sesle) ağlıya ağlıya. (Farsça)

zemzeme

  • Nağme, hoş ses. Uzun uzadıya gürleyerek seslenmek. Geniz ve boğaz ile ezgili ses çıkarmak. Yavaş yavaş geniz ve boğazdan ses çıkararak türkü veya şarkı söylemek.
  • Cemaat.

zemzeme-i tevhid

  • Allah'ı birleyen ve her şeyin Ona ait olduğunu ilân eden coşkulu sesler.

zenberek

  • (Zenburek) Hareket ettirmeğe yarıyan yay. Saatin zenbereği. (Farsça)
  • Hayvan üzerinde taşınan ve ateşlenebilen küçük top. (Farsça)
  • Mc: Faaliyet ve harekete sebep olan şey. (Farsça)

zevcat / zevcât

  • (Tekili: Zevce) Zevceler. Karılar. Kadın eşler.
  • Zevceler, eşler.

zeydiyye fırkası

  • Hazret-i Ali'yi sevdiğini söyleyip, diğer Eshâb-ı kirâma düşmanlık besleyen, onlar hakkında kötü sözler söyleyen şîanın kollarından. On iki imâmın dördüncüsü olan Zeynelâbidîn'in oğlu Zeyd'e tâbi olan ve hazret-i Ali, Eshâbın en efdalidir (üstünüdür); bununla berâber Ebû Bekr, Ömer, Osman'ın (r.anhü

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın