REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te erli ifadesini içeren 796 kelime bulundu...

adaptasyon

  • Tatbik etme işi. Bir şeyin bir başkasına göre ayarlanması. Bir canlının, yaşadığı muhite uyması işi. (Fransızca)
  • Yabancı dilde yazılmış bir eseri yerli adlar ile ve yerli hayata uydurarak çevirme. (Fransızca)

adem-i hikmet

  • Hikmetsizlik; her şeyin bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde olmaması.

adem-i ihtilaf / adem-i ihtilâf

  • Birlik. Beraberlik. Uyuşma. Anlaşma.

adl

  • Hakkaniyet. Adâlet üzere oluş. Cevr ve zulüm etmeyip nefislerde ve akıllarda istikameti kaim ve mâlum olan emir ve hâleti icra etmek. Doğruluk.
  • Her şeyi yerli yerince yapmak, beraber etmek.
  • Meyletmek.

agah / âgâh

  • Haberli, uyanık.

ahali

  • (Tekili: Ehl) Halk, umum, nâs.
  • Bir memleketin yerlileri, bir memlekette oturanlar, yaşayanlar.

ahkam-ı ezeli / ahkâm-ı ezelî

  • Bütün zamanlarda geçerli olan ezelî hükümler, esaslar.

ahzen

  • Çok hüzünlü kederli. En tasalı, daha gamlı.

akik / akîk

  • Çoğunlukla kırmızı renkte olan değerli bir süs taşı.
  • Değerli bir taş cinsi.

alim

  • Üzüntülü, kederli, ıztırab çeken.

amit

  • (Çoğulu: Amâmit) Zarif, çeri, değerli kimse.

arak-dar

  • Terli. (Farsça)

arakdar / arakdâr / عرقدار

  • Terli. (Arapça - Farsça)

arakriz

  • Terliyen, ter döken. (Farsça)

areng

  • Dirsek. (Farsça)
  • Dert, keder. (Farsça)
  • Hile, dubârâ. (Farsça)
  • Tarz, tavır, üslüb. (Farsça)
  • Vali, hakim. (Farsça)
  • Zannolunur ki, galiba, öyledir, benzer gibi bir yakınlık ve benzerlik ifâde eder. (Farsça)

armani / armanî

  • Müteessif, kederli, üzüntülü. Pişman, nâdim. (Farsça)

asabiyet-i kavmiye

  • Vatanperverlik. Menfi milliyetçilik, Asabiyet-i câhiliye, asabiyet-i milliye, asabiyet-i nev'iyye gibi tabirler de aynı mânayı ifâde eder..

ashab-ı meş'eme

  • Uğursuz, şerli kişiler, kötüler.

asi / âsi

  • Doktor, cerrah, tabib. (Farsça)
  • Kederli, hüzünlü. (Farsça)

aşina

  • Mâlumatlı, haberli olan. Arif. Bilgili. Mâlik. Tanıdık. Yabancı olmayan. (Farsça)
  • Yüzücü. (Farsça)

asiye / âsiye

  • Kederli, hüzünlü kadın.
  • Sütun, kolon, direk.
  • Hz. Musa'yı (A.S.) Nil nehrinden çıkararak büyütüp yetiştiren kadın. Firavunun zevcesinin ismi.

askeri / askerî

  • Askere veya askerliğe ait, askere mahsus.

asl-ı nübüvvet

  • Peygamberliğin aslı, temeli.

ast

  • Alt.
  • Birinin emri altında olan kimse, mâdun.
  • Askerlikte rütbe veya kıdemce küçük olan asker.

aşti-sazi / aştî-sâzî

  • Barışseverlik, sulhseverlik. (Farsça)

atik

  • Berrak, saf, temiz, karışmamış, değerli.

atil

  • Şerli, şerir, yaramaz kişi.

avarız-ı divaniye

  • Tanzimat-ı Hayriye'den önce geçerli olan kanunlara göre alınan vergiler.

ayat-ı mübareke / âyât-ı mübareke

  • Mübarek, değerli âyetler.

ayniyye / عينيه

  • Taşınabilir değerli eşya. (Arapça)
  • Göz hastalıkları bölümü. (Arapça)

aytemus / aytemûs

  • (Çoğulu: Atâmıs) Bütün vücut organları yerli yerince ve tam olarak yaratılmış olan.

aziz / azîz / عزیز

  • Çok değerli, izzetli.
  • Allah'ın isimlerinden biri. Değerli.
  • Ermiş, velî.
  • Değerli, saygın. (Arapça)

azizan / azîzan / عزیزان

  • Değerliler. (Arapça - Farsça)

ba-haber / bâ-haber

  • Haberi olan, haberli.
  • Zeki, akıllı.
  • İhtiyatlı, tedbirli.

ba-haberan / bâ-haberan

  • (Tekili: Bâ-haber) Haberliler, haberi olanlar. Akıllı, zeki, ihtiyatlı kimseler.

bab-ı seraskeri / bab-ı seraskerî

  • Osmanlı Devletinde askerlik işleriyle uğraşan bakanlık; askeriyenin başı.

baha-dar

  • Pahalı değerli, kıymetli. (Farsça)

bahaber / bâhaber / باخبر

  • Haberli, haberdar. (Farsça - Arapça)

bakaya

  • Askerlik için son yoklaması yapıldıktan sonra istenildiklerinde gelmeyen kişiler.

bayram-ı şerif

  • Şerefli, değerli bayram.

beca na-beca / becâ nâ-becâ

  • Yerli yersiz. (Farsça)

bedavet / bedâvet

  • Bedevilik, göçerlik.

bedbini / bedbinî

  • Bedbinlik, kötümserlik, ümitsizlik, fenâ görürlük. (Farsça)

bedel-i nakdi / bedel-i nakdî

  • Eskiden fiili askerlik hizmeti yerine belli bir miktarda para verilmesi usülü idi.

bedestan

  • Değerli, kıymetli kumaşlar, silâhlar ve mücevherler vs. alış-verişine mahsus üstü örtülü ve mahfuz çarşı. (Farsça)

bejman

  • Yırtık, dökük, pejmürde, dağınık. (Farsça)
  • Hüzünlü, kederli, üzgün, yaslı. (Farsça)

belagat-ı kur'aniye / belâgat-ı kur'âniye

  • Kur'ân belâğatı, Kur'ân'ın güzel ve yerli yerinde ve muhatabın hâline uygun anlatımı.

beledi / beledî

  • (Beled. den) şehir veya kasaba ahalisinden olan, şehirli.
  • Şehir ve kasabaya ait.
  • Belediye İdaresine mensub.
  • Mahallî, yerli.

beraberi / beraberî

  • Eşitlik, müsavilik, beraberlik. (Farsça)

berahin-i nübüvvet / berâhin-i nübüvvet

  • Peygamberlik delilleri.

beriberi

  • (Seylanca) Asya'nın güneydoğusu ile Okyanusya, Senegal ve Brezilya'nın yerli halklarında görülen ve B vitamini eksikliğinde vücuda gelen bir hastalık.

bes / بس

  • Yeterli. (Farsça)
  • Çok. (Farsça)

beşem

  • Kederli, hüzünlü, yaslı. (Farsça)
  • Hazmı güç olan şey. (Farsça)

besend / بسند

  • Yeterli. (Farsça)

besende / بسنده

  • Yeterli. (Farsça)

bevh

  • Lânet etme, beddua etme, söğme.
  • Haberli olma.
  • Düşünme.

beyt-i kıymettari / beyt-i kıymettârî

  • Değerli beyit; şiirde iki mısradan oluşan bölüm.

bezadi / bezadî

  • Mavimsi bir cins değerli taş. Küçük yakut.

bezesten

  • Değerli eşyanın satıldığı kapalıçarşı. (Farsça)

bezv

  • Beraberlik.
  • Denk, eşit, misil.

bi'set / بعثت

  • Peygamberlikle gönderilme.

bi'set-i ahmediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) peygamber olarak gelişi, peygamberliğinin başlangıcı.

bi'set-i muhammediye

  • Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamberlikle görevlendirilmesi.

bi'set-i nebeviyye

  • Peygamberin, peygamberlikle gönderilişi.

bi'set-i nübüvvet

  • Peygamberliğin gelişi, başlangıcı.

bi-baha / bî-baha

  • Bahasız, Çok değerli.

bibaha / bîbahâ / بى بها

  • Çok değerli, paha biçilmez. (Farsça)

bicad

  • Yakuttan daha az değerli kırmızı bir taş. (Farsça)
  • Kırmızı dudak. (Farsça)

bidayet-i nübüvvet / bidâyet-i nübüvvet

  • Peygamberliğin başlangıcı.

biş-baha

  • Pahalı, fiatı yüksek, değerli, kıymetli. (Farsça)

biset / bîset

  • Gönderme, peygamberliğin başlangıcı.

boşboğaz

  • Yerli yersiz mutlaka bir şey söylemeden içi rahat etmiyen. Saklanması gereken şeyleri söyleyiveren, sır saklamayan. (Türkçe)
  • Yerli yersiz konuşan.

bü'bü'

  • Her nesnenin aslı.
  • İzzet, kerem.
  • Zeyrek akıllı, zarif kişi.
  • Hâkim, seyyid.
  • Gözbebeği.
  • Mc: Çok kıymetli ve değerli olan şey.

burhan-ı nübüvvet

  • Peygamberlik delili.

bürhan-ı nübüvvet

  • Peygamberliğin hak olduğunu isbat eden bürhan ve delil. (Bürhan-ı risalet de aynı mânâdadır.)

büzürgmeniş

  • Yüksek fikirli, fikirleri değerli olan. (Farsça)

çağdışı

  • Askerliğe alınma çağı dışında.
  • Çağın fikirlerine felsefesine uymayan. Bu mânada bazı kimselerin kelimeyi hakaret olarak kullanmaları dar görüşlülüğün ve cehaletin neticesidir. Çünkü çağın insanlık için zararlı öyle fikirleri ve felsefeleri vardır ki, gelecek devirler bunu anladıkları

çağrışım

  • Psk: Bir idrakla kazanılan bir fikrin başka bir idrak (algı) ile kazanılan fikir arasında bağıntı kurulması, birinin diğerini hatıra getirmesidir. Bu bağıntı zaman ve mekânda yakınlık, benzerlik ve zıdlık sebebiyle kurulur. Sevap deyince günahın; abdest deyince namazın; Cennet deyince Cehennem'in de

cahb

  • (Çoğulu: Echibe) Ebücehil karpuzu.
  • Korkudan dolayı kederli olmak.

cahil-i eçhel

  • En cahilden daha cahil, katmerli cahil.

caiz / câiz

  • Sakıncasız, doğru, geçerli.

cari / cârî / جارِ / جَار۪ي

  • Geçerli, yürürlükte.
  • Geçerli, yürürlükte. (Arapça)
  • Geçerli.

cari olmak / câri olmak

  • Geçerli olmak.

cazibe kanunu

  • Madde âleminde geçerli olan Cenab-ı Hakk'ın tekvini bir kanunudur. Bu kanuna göre iki madde birbirini aralarındaki mesafe ile ters orantılı; kütle ve miktarlarıyla orantılı olarak çeker.

cehl-i mürekkeb

  • Bilmediği halde kendini bilmiş sayma; katmerli cehalet.

cenab-ı hakim-i rahim / cenâb-ı hakîm-i rahîm

  • Her şeyi hikmetle ve yerli yerinde yaratan, yarattıklarına sonsuz şefkat gösteren Allah.

cennet-i ittihad

  • Birlik, beraberlik cenneti.

çerakise

  • (Tekili: Çerkes) Çerkesler. Kafkasyada yerli bir kabilenin adı.

ceriz

  • Tasalı kimse. Hüzünlü, kederli olan kişi.

cevahir / cevâhir

  • Cevherler, çok değerli olan şeyler.
  • Değerli taşlar.

cevahir-i nüfus

  • Nefisler cevherleri, değerli cevherler olan insanlar.

cevher

  • Değerli taş; değerli mesele.

cevherbaha / cevherbahâ

  • Mücevher gibi değerli.

cevheri / cevherî / جوهری

  • Mücevherle ilgili. (Arapça)
  • Mücevherli. (Arapça)
  • Öz ile ilgili. (Arapça)

ciğer-dar / ciğer-dâr

  • Yürekli, ciğerli, cesâretli. (Farsça)

cihan-değer

  • Dünya, âlem değerinde, çok değerli.

cihan-kıymet

  • Cihan kıymetinde, çok değerli.

cihankıymet / cihânkıymet

  • Dünya kadar değerli.

cihetü'l-vahdet-i nübüvvet

  • Peygamberlik müessesesinin birlik yönü, bütün peygamberlerin ortak niteliği.

çile

  • Dervişlerin, nefislerini terbiye ederek tasavvuf yolunda ilerliyebilmek için kırk gün tenhâ bir yerde riyâzet (nefsin istemediği şeyler) ve ibâdetle meşgul olmaları.

cinas-ı muharref

  • Edb: Yalnız harflerde beraberlik, harekelerde ayrılık bulunan cinâs. (merd, mürd gibi.)

cud ve sehavet-i mutlaka / cûd ve sehavet-i mutlaka

  • Sınırsız cömertlik ve ikramseverlik.

da'va-yı nübüvvet / da'vâ-yı nübüvvet

  • Peygamberlik dava etmek. Peygamber olduğunu ilân etmek.

dağidar

  • Üzüntülü, kederli.

daire-i askeriye

  • Askerlik dairesi.

daire-i nübüvvet

  • Peygamberlik dairesi.

danende

  • Bilgin, bilen, Haberli. (Farsça)

dar'

  • Men'etmek, engel olmak.
  • Ansızın haberli olmak.
  • Eğrilik.

dava-yı nübüvvet / dâvâ-yı nübüvvet

  • Peygamberlik iddiası.

dava-yı risalet / dâvâ-yı risalet

  • Peygamberlik dâvâsı.

delail-i nübüvvet / delâil-i nübüvvet

  • Peygamberliğin hak olduğuna dair olan deliller.
  • Peygamberlik delilleri.

delail-i nübüvvet-i ahmediye / delâil-i nübüvvet-i ahmediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) peygamberliğinin delilleri.

delalet eylemek / delâlet eylemek

  • Rehberlik yapmak, göstermek.

delil-i nübüvvet

  • Peygamberlik delili.

dellal-ı nübüvveti / dellâl-ı nübüvveti

  • Peygamberliğin ilâncısı.

dellallık / dellâllık

  • İlân edicilik, rehberlik.

deneycilik

  • (Ampirizm) Fels: İnsan zihninde mevcut her bilginin ve her düşüncenin kaynağı tecrübe (deney) olduğunu iddia eden felsefi görüş. Bu görüş, tecrübenin ehemmiyetini belirtirken aklın ve dinin rolünü inkâr ediyor. Tecrübe maddi dünyayı anlamak için gerekli ama, yeterli değildir. Tecrübe görüneni ve müş

derdnak

  • Dertli, kederli, kaygılı, tasalı. (Farsça)

dervişane / dervişâne

  • Dervişe yakışır halde, saflık ve kalenderlikle. Müstağni ve fakir bir surette. (Farsça)

desatir-i ekseri / desatir-i ekserî

  • Pek çok ortamda ve şartlar altında geçerli olan kanun ve kurallar.

desatir-i külliye

  • Her yerde ve konumda geçerli olan genel kurallar, prensipler, kanunlar; evrensel kanunlar.

dest-i damen-i kerimane / dest-i dâmen-i kerîmâne

  • Değerli, yüce el ve etek.

dest-i lukman-ı hazakat / dest-i lukman-ı hazâkat

  • Hz. Lokman'ın (a.s.) hastalıkları tedavideki marifet ve hünerli eli.

destur

  • İzin, müsaade. Şerlilerden kurtulmak için söylenen söz. (Farsça)
  • Allah'ın inayeti. (Farsça)

dil-teng

  • Sıkıntılı, kederli, gönlü darda olan. (Farsça)

din-i hakkın cevheri

  • Hak din olan İslâmın en değerli cevheri ve özü; iman.

divan-ı nübüvvet

  • Peygamberlik divanı, makamı.

dua-yı makbule

  • Kabul görmüş, geçerli dua.

dümdar

  • Askerlikte arttaki emniyeti te'minle vazifeli, geriden gelen ve askeri tâkib eden birlik. Ordunun geriden emniyet kuvveti. (Farsça)
  • Mc: Son zamanlarda gelen büyük evliyâullah. (Farsça)

dürer-i ahkam / dürer-i ahkâm

  • İnci tanesi gibi çok değerli hükümler, esaslar.

dürr-i yetim

  • Yetim inci, inci gibi değerli yetim.

düstur-u cüz'i / düstur-u cüz'î

  • Bireysel kural; cüz'î ve sınırlı bir alanda geçerli olan kanun.

düstur-u nübüvvet

  • Peygamberliğin prensibi, kuralı.

eazz / اعز

  • Çok değerli. (Arapça)

edat

  • Tek başına bir anlam ifade etmeyen, kullanıldığı kelimelerle sebep, sonuç, vasıta benzerlik vb. bakımlardan ilişkisi olan kelime (dahi, gibi, için vs.).

ef'al-i hakime / ef'âl-i hakîme

  • Hikmetli fiiller; bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde olan işler, faaliyetler.

effaf

  • Çok of! çeken. Sıkıntılı, muztarib ve kederli kimse. Elemli, gamlı, tasalı adam.

ehadis-i müteşabihe / ehâdîs-i müteşabihe

  • Çok mânâlara gelebilen ve bu mânâların arasında benzerlik olduğu için mânâları birbirine karıştırılan hadisler.

ehemmiyet

  • Mühim olma, ağırlık, değerlilik, dikkate değer olma, dikkat ve ihtimam, kıymet, nazar-ı dikkati çekme.

ehliyet-i eda / ehliyet-i edâ

  • Şahsın dînen geçerli olacak şekilde iş yapabilmeye elverişli olması.

ehliyyet / اهليت

  • Yeterlik. Bir işin ehli olduğuna dâir vesika. İktidar. Liyâkat. İstihkak. Meharet ve mensubiyet.
  • Yeterlik, ustalık, yetki.
  • Beceri sahipliği, yeterlilik, yetki. (Arapça)
  • Yeterlilik belgesi. (Arapça)

ehven-üş şer

  • Ehven-i şerreyn de denir. İki şerli işin veya şeyin daha az zararlısı.

eimme-i erbaa

  • Dört imâm. Müslümanların en büyük ve yüksek âlimleri ve müctehidlerinden hak mezheb müessisleri olan ve ehl-i imâna rehberlik eden büyük imâmlar. İsimleri şöyle sıralanabilir: İmâm A'zam Ebu Hanife, İmâm-ı Şâfii, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Ahmed ibn-i Hanbel. (R.A.)

eimme-i verese

  • Peygamberlik varisi olan imamlar.

ekrem / اكرم

  • En değerli.

elem-zede

  • Acılı. Kederli. Dertli. (Farsça)

elemzede-gan / elemzede-gân

  • (Tekili: Elemzede) Elemliler, kederliler, dertliler. (Farsça)

elmas

  • Değerli bir taş.

elmas-ı akide

  • Elmas gibi değerli olan itikad, inanç.

eltaf

  • (Tekili: Lutf) Lütuflar, iyi muameleler, iyilikler, iyilikseverlikler. Nezaketler, nazik davranmalar. Okşamalar.

emn-ül-azl

  • Peygamberlere mahsûs sıfatlardan biri. Peygamberlerin peygamberlikten azl edilmemesi, atılmaması.

emreş

  • Şerli, kötü kimse.

emtia

  • Değerli mallar.

Emzik / Bibs / Kidful

  • About Page template By Adobe Dreamweaver CC
    sample

    Bibs Kauçuk Emzik


    Söz konusu emzik olunca, BIBS Colour gerçek bir klasik. Yaklaşık 40 yıldır Danimarka'da tasarlanıp üretilen BIBS Colour emzikler, %100 doğal kauçuk ucuyla, hava akışı sağlayan delikleri ve cilt tahrişini önlemek için geliştirilen hafif eğimli yapısı ile gerçek bir efsane! BIBS Colour, yuvarlak ve yumuşak kauçuk uç kısmı ile anne memesine en yakın forma sahip olduğundan, çocuklar tarafından kolay kabul ediliyor. Anne memesini taklit ederek, emiş sırasında hava akışı sağlıyor. Ultra hafif ve sağlam yapısı ile bebeğinizi yormuyor. BPA, PVC ve phthalates gibi zararlı maddeler içermiyor ve dünyaca geçerli EN 1400 standardına göre üretiliyor. Hiçbir emzik markasında göremeyeceğiniz kadar fazla renk çeşitine sahip olan BIBS Colour, klasikleşen zamansız tasarımı ve elegant duruşu ile tasarım ve işlevselliği birleştiriyor. BIBS Colour, bir emzikten beklenen tüm detaylara sahip olmasının yanısıra; bir emzikten beklenmeyen güzellikte tasarımı ile, tüm dünyada hem anneleri hem çocukları kendine hayran bırakıyor…

    https://www.kidnkind.com/bibs

sample

Kidful Bitkisel Boyalı Emzik Askısı


KIDFUL Emzik Askıları, çocuk ürünlerinde kullanıma uygun olan, en kaliteli %100 gerçek deriler kullanılarak EN 12586 standartlarına göre üretilir. KIDFUL'un organik serisinde kullanılan boyalar tamamen bitkiseldir ve kimyasal madde içermez. KIDFUL'un özel olarak üretilen metal klipsi kurşun ve krom içermez. Metal klipsin kıyafetlere zarar vermemesi için, klips içerisinde plastik aparatı bulunur. KIDFUL emzik askısını, güçlü lastik ve güçlü bağlantı yapısı ile, uzun seneler yıpranma sorunu yaşamadan kullanabilirsiniz...
https://www.kidnkind.com/kidful


Kidnkind Emzik Anne Bebek ve Tekstil Ürünleri Ticaret Limited Şirketi


Web sitesi :www.kidnkind.com

Telefon : 0(216) 606 21 06

(www.kidnkind.com)

endişnak

  • Endişeli, kederli, meyus, sıkıntılı, düşünceli. (Farsça)

enduh-nak / enduh-nâk

  • Kederli, sıkıntılı, gamlı, üzüntülü. (Farsça)

enfal-i ganimet / enfâl-i ganimet

  • Ganimet malları; ele geçen değerli şeyler.

enfes-i asar / enfes-i âsâr

  • Eserlerin en nefisi, eserler içinde en değerli olanı.

ercmend / ارجمند

  • Değerli, saygın. (Farsça)

ercümend / ارجمند

  • Değerli, saygın. (Farsça)

erkan-ı harp / erkân-ı harp

  • Askerlik ilminde uzman kimse, kurmay.

erzani / erzânî / ارزانى

  • Ucuzluk. (Farsça)
  • Liyakat, yeterlilik. (Farsça)

eş'iya

  • (A.S.) Beni-İsrail peygamberlerindendir. (M.Ö. 759-700) tarihlerine kadar Beni-İsrail arasında peygamberlik yapmış, birçok mucizeler göstermiştir. Zamanının padişahı tarafından takib ettirilerek bir ağaç oyuğunda gizli olduğu halde, ağaçla beraber biçki ile kesilerek şehid edilmiştir. 66 babdan ibar

esas-ı kafi / esâs-ı kâfi

  • Yeterli esas, yeterli temel taşı.

esatiz / esatîz

  • (Tekili: Esâtîze) : (Üstaz) Usta başıları. Bir işin tedbirinde, öğretilmesinde önderlik edenler.

esdaf-ı ayat / esdâf-ı âyât

  • Ayetlerin sadefleri; inci kabuğu gibi değerli olan mahfazaları.

eşerr

  • Çok fazla sevinmek.
  • Tekebbürlük etmek, gururlanmak.
  • Çok şerli. En kötü ve şerli.

eşerr-i nas / eşerr-i nâs

  • İnsanların en şerlisi, nasın en kötüsü.

esif

  • Kederli, esefli, tasalı, gamlı.

eşirra / eşirrâ

  • Çok şerliler. Çok kötü insanlar. Çok şerli mahluklar.
  • Şerliler, kötüler.

eşrar / eşrâr

  • Tahribçiler. Kötülük edenler.
  • Kötü şeyler. şerliler.
  • Şerli ve kötü kimseler.
  • Şerliler, kötüler.
  • Şerliler, kötüler.

eşrar-ı arzin / eşrâr-ı arzîn

  • Yeryüzünün şerlileri, kötüleri.

esyan

  • Kederli, gamlı, tasalı, kaygılı, hüzünlü, üzüntülü.

fahir / fâhir / فاخر

  • Değerli. (Arapça)
  • Şerefli, onurlu. (Arapça)

fahr-i risalet / fahr-i risâlet / فَخْرِ رِسَالَتْ

  • Peygamberliğin övünç kaynağı olan Peygamberimiz (a.s.m.).
  • Peygamberlik makamının kendisiyle övündüğü zat (Hz. Muhammed asm).

faik / fâik

  • Üstün, üstünde. Diğerinden daha değerli ve üstün. Her şeyin güzide ve a'lâsı. Âli.
  • Başın boyun ile bitiştiği yer.

familya

  • Aile. Soy. Zevce. Kadın. Eş. (Fransızca)
  • Aynı cinsten olan nebat grubu. Aynı soydan veya cinsten olan. Aralarında benzerlik bulunan grup. (Fransızca)

fatır-ı hakim-i zülcelal / fâtır-ı hakîm-i zülcelâl

  • Sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan ve her şeyi bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde benzersiz yaratan Allah.

fazıl / fâzıl

  • Faziletli, üstün, değerli.

fec'

  • Bir kimsenin, musibetten dolayı elemli olması.
  • İncinmek.
  • Tasalı olmak, kederli ve hüzünlü oluş.

feda / fedâ

  • Değerli nesi varsa verme.

fekih

  • Mütekebbir, gururlu ve şerli kimse.

fenn-i askeri / fenn-i askerî

  • Askerlik ilmi.

fenn-i askeriye

  • Askerlik bilimi.

ferd-i ferid / ferd-i ferîd

  • Benzeri daha hiç gelmemiş.
  • Hz. Muhammed (A.S.M.)
  • Asrın en yüksek ve en değerli Zâtı. Asırda bir gelen büyük veli.

ferid-i kevn ü zaman / ferîd-i kevn ü zaman

  • Bütün varlıkların en değerlisi ve bütün zamanlarda biricik ve tek olan.

ferman-ı risalet / fermân-ı risalet

  • Peygamberlik fermânı, buyruğu; Hz. Muhammed'in (a.s.m.) bütün cin ve insanlara tebliğ ettiği Kur'ân-ı Kerim.

feyfa-neverd

  • Çöl yolcusu. Çöllerde yol alıp ilerliyen. (Farsça)

feyz-i sohbet-i nübüvvet / فَيْضِ صُحْبَتِ نُبُوَّتْ

  • Peygamberlik sohbetinin manevi zevki, bereketi.

filahet

  • Çiftçilik, tarla işleri, rençberlik, çift sürmek.

fütuhatlı

  • Fetihli, zaferli, başarılı.

gam-gin / gam-gîn

  • Gamlı, kederli.

gamgin / gamgîn

  • Gamlı, kederli.

gamin / gamîn

  • Tasalı, hüzünlü, kederli, gamlı. (Farsça)

gamm-alud

  • Kederli, gamlı, hüzünlü, kaygı veren. (Farsça)

gamm-dide / gamm-dîde

  • Kederli, tasalı, gamlı, hüzünlü.

gamm-gin / gamm-gîn

  • Kederli, hüzünlü, gamlı. (Farsça)

gamm-nak

  • Gamlı, kederli.

gamm-nisar

  • Hüzün veren, kederli eden. (Farsça)

gamm-penah

  • Tasalı yer, kederli yer. Kederin, tasanın sığındığı yer. (Farsça)

gamm-zede

  • Kederli, hüzünlü, gamlı, tasalı. (Farsça)

gamnak / gamnâk / غمناک

  • Gamlı, kederli.
  • Kederli, üzgün. (Arapça - Farsça)

ganimet

  • Savaşta düşmandan ele geçirilen değerli şeyler; büyük nimet.

gevherin / gevherîn

  • Mücevher gibi. (Farsça)
  • Mücevherli. (Farsça)

gına

  • Zenginlik. Yeterlik.
  • Tok gözlülük.
  • Mülâki olmak. Bir kimseye dostluğunda devamlı olmak.
  • Bıkma, usanç.
  • Şarkı söylemek. Teganni etmek.

girami / girâmî / گرامى

  • Değerli, kıymetli, saygın, sayın. (Farsça)

giran-destmaye

  • Zengin, gani. Sermayesi ve malı mülkü çok olan. (Farsça)
  • Mârifetli, mahâretli, hünerli. (Farsça)

giran-maye

  • Kıymetli ve değerli olan şey. (Farsça)

giranbeha / giranbehâ / گران بها

  • Değerli, kıymetli. (Farsça)

girankıymet / گران قيمت

  • Kıymetli, değerli, pahalı. (Farsça - Arapça)

giranmaye / girânmâye / گران مایه

  • Değerli. (Farsça)

giriban-çak / girîban-çâk

  • Yakası yırtık. (Farsça)
  • Mc: Kederli, hüzünlü, üzüntülü. (Farsça)

gussadar / gussadâr

  • Kederli, tasalı. Kaygılı. Gussalı. (Farsça)

gussanak / gussanâk

  • Kederli, hüzünlü, tasalı, kaygılı. (Farsça)

haberdar / haberdâr / خبردار

  • Haberli, bilgili, vâkıf.
  • Haberli, vâkıf, bir mes'eleden haberi olan.
  • Haberli.
  • Haberli. (Arapça - Farsça)

habir / habîr / خبير

  • Haberli. Haberdar. Agâh. Âlim. Arif-i billâh.
  • Herşeyi bilen Allah (C.C.)
  • Haberli.
  • Haberli. (Arapça)

habt

  • Yanlış hareket.
  • Maktulün kanının heder olması.
  • Bozma, ibtâl etme, muteberliğini kaybettirme.
  • Bir bahis veya münazarada karşısındakinin hatasını isbat ile onu ilzam edip susturma.

hadd-i kifaye

  • Kifâyet derecesi, yeterlik derecesi.

hadisat-ı risalet / hâdisât-ı risalet

  • Peygamberlikle ilgili hâdiseler, olaylar.

haffaf

  • Ayakkabı, terlik vb. gibi şeyler yapan ve satan. Kavaf.

haib

  • Mahrum. Ümidsiz. Kederli. Me'yus. Bi-behre olan.

hak-i pa-yi ekremi / hâk-i pâ-yi ekremî

  • Mübarek, değerli ayağın tozu.

hakikat-i amme / hakikat-i âmme

  • Umûmi, her yerde geçerli olan gerçek.

hakikat-i risalet

  • Peygamberlik, elçilik gerçeği.

hakim-i bimisal / hâkim-i bîmisâl

  • Hikmet sahibi; herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve yerli yerinde yaratan ve eşi, benzeri olmayan Allah.

hakim-i hakem-i hakim-i zülcelali ve'l-cemal / hâkim-i hakem-i hakîm-i zülcelâli ve'l-cemâl

  • Herşeyin hâkimi, her varlığın küllî hükmünü veren, her şeyi hikmetle ve yerli yerinde yaratan, sonsuz büyüklük ve güzellik sahibi.

hakim-i kerim / hakîm-i kerîm

  • Herşeyi hikmetle belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan ve sonsuz cömertlik ve ikram sahibi Allah.

hakim-i mutlak / hâkim-i mutlak

  • Herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah.

hakimiyet / hâkimiyet

  • Hikmetlilik; Allah'ın herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratma sıfatı ve tecellîsi.

hakimiyet-i ilahiye / hâkimiyet-i ilâhiye

  • Allah'ın her şeyi belli bir amaç ve fayda doğrultusunda yerli yerinde yaratması.

hakimiyet-i mutlaka / hâkimiyet-i mutlaka

  • Nitelik ve niceliğe bakmaksızın her zaman ve zeminde geçerliliği olan bir egemenlik.

halık-ı hakim-i alim / hâlık-ı hakîm-i alîm

  • Her şeyi hakkıyla bilen, ilmi herşeyi kuşatan ve yarattığı herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah.

halim selim

  • Yumuşak huylu ve sağlam karakterli kişi.

hallak-ı hakim / hallâk-ı hakîm

  • Herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Yaratıcı.

hamide

  • Kambur, eğrilmiş, kemerli. (Farsça)

harbiye nazırı

  • Askerlik işleriyle alâkalı dairenin başında bulunan memura verilen ünvandır. Kuva-yı Milliyenin Anadolu'da kurduğu hükümette "Milli Müdafaa Vekili" adını taşıyan bu ünvan, Osmanlı Hükümetine 1908 Temmuz inkılâbı arifesinde kurulan Said Paşa kabinesiyle girmiştir. Ondan evvel "Serasker" adını taşıyor

harmel

  • Üzerlik otu.

hasib / hasîb / حسيب

  • Muhterem, itibarlı, değerli ve soyu temiz kimse. şahsi meziyet sâhibi insan.
  • Muhâsebeci.
  • Değerli. (Arapça)
  • Muhasebeci. (Arapça)

hatem-i divan-ı nübüvvet / hâtem-i divan-ı nübüvvet

  • Peygamberlik meclisinin mührü olan Peygamberimiz.

hatem-i nübüvvet / hâtem-i nübüvvet

  • Peygamberlik mührü.

hatem-i risalet / hâtem-i risalet

  • Peygamberlik zincirinin sonu, mührü.

hatır-ı na-şad / hatır-ı nâ-şâd

  • Tasalı ve kederli gönül.

hatn

  • Beraberlik, misil, denk olma, eşitlik.

hatt-ı fazılane / hatt-ı fâzılâne

  • Faziletli, değerli yazınız.

hayat-ı askeriye

  • Askerlik hayatı.

hayat-ı askeriyye

  • Askerlik hayatı.

haybet-zede

  • Sıkıntıya uğrayan, kedere düşen, kederli olan. (Farsça)

hayr-hahi / hayr-hahî

  • İyilikseverlik, hayırhahlık. (Farsça)

hazine-i cevahir

  • Cevherlerden, değerli taşlardan oluşan hazine.

hazine-i hümayun

  • Hazine-i Hümayun'da bulunan savaş eşyasından bir kısmının manevî değeri büyüktü. Diğer kısmının ise maddî değeri fazla idi. (Savaşlarda ele geçirilen kıymetli ganimet, padişahlardan kalmış olan değerli eşyalar gibi.)

haziyy

  • Mertebeli, değerli kişi.
  • Yarış atlarının sekizincisi.

hazret-i resul-i ekrem

  • Allah'ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

hazret-i resul-ü ekrem

  • Allah'ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

hem-desti / hem-destî

  • Berâberlik, birlik. (Farsça)
  • Ortaklık, şeriklik. (Farsça)

hendeme

  • Bir şeyi yerli yerince yapmak.

hikmet

  • Herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması.
  • Nübüvvet (peygamberlik).
  • Faydalı ilim.
  • Edeb, ahlâk ve nasîhat ile ilgili güzel sözler.
  • Gizli sebep, fâide.
  • Fıkıh ilmi, helâl ve harâmı bildiren din ilmi.
  • İlm-i Ledünnî, mânevî ilim.
  • Peygamber efendimizin sünneti.

hikmet-i alem / hikmet-i âlem

  • Âlemin hikmeti, herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması.

hikmet-i amme-i kainat / hikmet-i âmme-i kâinat

  • Bütün kâinatta geçerli olan hikmet.

hikmet-i bahire / hikmet-i bâhire

  • Ap açık hikmet; bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde olmanın ap açık oluşu.

hikmet-i basire / hikmet-i basîre

  • Her şeyi gören hikmet; herşeyi belli bir gayeye göre yerli yerinde yapan Allah'ın hikmeti.

hikmet-i ebediye

  • Allah'ın sonsuz hikmeti; herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratması.

hikmet-i ezeliye / hikmet-i ezelîye

  • Allah'ın ezelî hikmeti, herşeyi yerli yerinde ve bir gaye ve faydaya yönelik yapması.

hikmet-i ilahi / hikmet-i ilâhî

  • Allah'ın herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratması.

hikmet-i ilahiye / hikmet-i ilâhiye

  • Allah'ın her şeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratması.

hikmet-i intizam

  • Kâinatta var olan düzenin bir gaye ve faydaya yönelik olarak, mânâlı ve tam yerli yerinde olması.

hikmet-i kainat / hikmet-i kâinat

  • Kâinatın yaratılmasındaki hikmet; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması.

hikmet-i mutlaka

  • Sınırsız hikmet; yaratılıştaki gaye, herşeyin yerli yerinde ve anlamlı oluşu.

hikmet-i rabbani / hikmet-i rabbânî

  • Kâinatın Rabbi olan Allah tarafından herşeyin belirli gayelere yönelik olarak anlamlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılması.

hikmet-i rabbaniye / hikmet-i rabbâniye

  • Allah'ın her şeyi terbiye ederek, muhtaç olduğu şeyleri verip bir fayda ve gayeye yönelik olarak, anlamlı ve yerli yerinde yaratması.

hikmet-i risalet

  • Peygamberliğin hikmeti.

hikmet-i tamme / hikmet-i tâmme

  • Tam ve mükemmel hikmet; eksiksiz ve yerli yerinde iş.

hikmetin desatiri / hikmetin desâtiri

  • Herbir şeyi belirli gaye ve faydalara yönelik olarak tam yerli yerine yerleştiren ilmin kanunları, düsturları.

hikmetle

  • Bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde.

hikmettar

  • Herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yapan.

hil'at-i fahire / hil'at-i fâhire

  • Çok kıymetli ve değerli olan kaftan.

hil'at-i hass-ül has

  • Tar: En değerli kumaştan yapılan hil'atler için kullanılan bir tâbirdir. Bu türlü kaftanlar şeyh-ül İslâm, sadrazam ve Mekke şerifi gibi en yüksek derecedeki devlet memurlarına giydirilirdi.

hil'at-i risalet

  • Peygamberlik elbisesi.

hilafet-i nübüvvet / hilâfet-i nübüvvet

  • Peygamberimizden sonra devam eden peygamberlik varisliği, vekilliği; tebliğ görevi.

hisse senedi

  • Sermayesi paylara bölünebilen ticaret şirketlerinde, ortalıkdan doğan hakları ve sermaye payını temsil eden değerli evrak.

hıyar

  • Hayırlılar.
  • (Çoğulu: Hıyârât) Huk: Bir işi yapıp yapmamada serbestlik. Genel olarak bir anlaşmadan vaz geçme. Hususi bir sözleşmenin fesh veya tasdiki. Muhayyerlik. Kendisinde böyle muhayyerlik bulunan kimse, yaptığı bir akdi diğer tarafın rızasına hâcet kalmaksızın bozabilir.
  • Bir işi yapıp yapmamakta serbestlik, İslâm hukukunda alış-veriş hususunda muhayyerlik.
  • Hayırlılar, iyiler.

hıyar-ı ayb

  • Bir şeyde mevcud olan bir kusurun akitten sonra meydana çıkmasından dolayı âkitlerden biri için sabit olan muhayyerliktir.

hıyar-ı rü'yet

  • Bir şey hakkında görülmeden yapılan bir akitten dolayı, âkitlerden biri için görüldüğü zaman sabit olan muhayyerliktir.

hıyar-ı vasf

  • Bir akitte vücudu şart kılınan veya örfen meşhud bulunan mergub bir vasfın mevcud olmaması sebebiyle âkitlerden biri için sabit olan muhayyerliktir. (Sağılır diye satılan bir ineğin, sütten kesilmiş olması gibi.)

hıyarat

  • (Tekili: Hıyâr) İslâm hukukunda alışveriş meselelerine ait muhayyerlik hususları.

hizmet-i askeriye

  • Askerlik hizmeti.
  • Askerlik hizmeti. Askerlik vazifesi.

hizmet-i vataniye / خدمت وطنيه

  • Askerlik.
  • Vatan hizmeti, vatan borcu.

hüccet-i risalet

  • Peygamberlik delili.

hükm-ü nübüvvet

  • Peygamberlik hükmü.

hulle

  • Değerli elbise.

hünermend

  • Hüner sahibi, hünerli, marifetli. (Farsça)

hünermendi / hünermendî

  • Hünerlilik, mârifetlilik. (Farsça)

hünerpişe

  • Mahâretli, mârifetli, hünerli. (Farsça)

hünerver / هُنَرْوَرْ

  • Hünerli.
  • Hünerli.

hünerveran / hünerverân

  • (Tekili: Hünerver) Mârifetli, hünerli kimseler.

hurf

  • Üzerlik tohumu.

hüzn-alud

  • Kederli. Hüzünlü. Gamlı. (Farsça)

huzur-u resul-i ekrem

  • Allah'ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed'in (a.s.m.) bizzat huzuru.

icazet alma / icâzet alma

  • Eski medrese usûlüne göre bir öğrencinin hocasından öğrendiği ilimler hakkında yeterlilik belgesi alması.

icmali / icmâlî / اجمالى

  • Derli toplu, özet halinde. (Arapça)

idare-i askeriye

  • Askerlik işleriyle meşgul olan idare.

iddia-yı nübüvvet

  • Peygamberlik iddiası.

ifrit / ifrît

  • Cinlerin azgın, en zararlı, şerli, korkunç ve kuvvetli cinsi.

iğreti

  • t. Ödünç, borç, kendi malı olmayan. Yerli ve sabit olmayan, muallak gibi duran.
  • Muvakkat, bağlı bulunmayan, geçici.
  • Fıtrî olmayan, sahte, sun'î.

igtimam

  • Tasalanmak. Kederli olmak.

ikamet / ikâmet

  • İmamlık, halifelik, önderlik.

iki imam

  • Her dönemde bulunan ve manevî açıdan önderlik konumunda bulunan iki şahıs.

iksir

  • Çok te'sirli, her derde devâ sayılan mevhum cisim. Bir şeyin olmasına veya hastanın iyileşmesine sebeb olan ehemmiyetli madde.
  • Tıb: Oldukça şekerli ve kolayca alınabilen bir ilâç.
  • Eski kimyada: (Bazılarının söylediğine göre) kıymetsiz madenleri ve sair şeyleri altuna tebdile

iktifaen / iktifâen

  • Yetinerek, yeterli görerek.

iktiras

  • Bir işe ehemmiyet verme, bir şeyi mühimseme.
  • Kederli ve hüzünlü olma.

ilmiye rütbeleri

  • İlmiye denilen ulema sınıfına mahsus rütbeler. Rütbeler, aşağıdan üste doğru şöyle idi: Müderrislik, kibar-ı müderrisîn, mahreç mevleviyeti, bilâd-ı hamse mevleviyeti, Haremeyn-iş şerifeyn mevleviyeti, İstanbul kadılığı, Anadolu ve Rumeli kazaskerliği.

iltibas / iltibâs / التباس

  • Benzerlik. (Arapça)

imamet / imâmet

  • İmamlık, önderlik.
  • İmâmlık, reislik, başkanlık, rehberlik.

imdad-ı risaletpenahi / imdâd-ı risaletpenâhî

  • Peygamberlik sahibi olan Hz. Muhammed'in (a.s.m.) yardımı, imdadı.

intizam

  • Düzgünlük, düzen, yerli yerindelik.

intizam-ı hikmet

  • Hikmetin düzenlemesi; herbir şeyin bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde olmasındaki düzenlilik.

ipotek

  • Bir borcun ödeneceği zamana kadar borçlunun alacaklıya vermiş olduğu değerli şey. Rehin. (Fransızca)

irhas / irhâs

  • Bir peygamberden, peygamberliği bildirilmeden önce meydana gelen hârikulâde (olağanüstü) haller.

irhasat / irhâsât

  • Hayırlı işlerle uğraşmak.
  • Sağlam şey.
  • Ist: Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) nübüvvetinden evvel zuhur eden hârikulâde haller ki, bunlar peygamberliğine delil teşkil eden hâdiselerdendir.
  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) peygamberliğinden evvel meydana gelen ve peygamber olacağına işaret eden harika hâller, belirtiler.
  • Efendimizin peygamberlikten önceki harika hâlleri.

irhasat-ı ahmediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) peygamberliğinden evvel meydana gelen ve peygamber olacağına işaret eden harika haller, belirtiler.

irşad / irşâd

  • Yol gösterme, rehberlik etme. İnsanları, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına ve Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uymaya, her zaman Allahü teâlâyı anmaya, O'nu unutmamaya, kalbde O'ndan başkasının sevgisine yer vermemeye çağırmak, Allahü te âlânın râzı olduğu yolu göstermek.

irşad-ı feth-i keşif / irşâd-ı feth-i keşif

  • Keşif ve fetih yolunu gösterme, keşfe başlarken rehberlik etme.

irşad-ı gaybi / irşad-ı gaybî

  • Gaybî irşad; gelecekteki hâdiselere işaret etmek suretiyle rehberlik yapma.

irsiyet

  • Verâset. Aile ve soydan geçen benzerlik.

işaret-i ahmediye

  • Hz. Muhammed'in peygamberliğine olan işaret.

isbat-ı sani-i vahid ve nübüvvet ve haşir ve adalet / isbat-ı sâni-i vahid ve nübüvvet ve haşir ve adalet

  • Herşeyi en mükemmel san'atla yaratan Allah'ın birliğinin, peygamberliğin, âhiret ve Mahkeme-i Kübrânın, adalet ve kulluğun ispatı.

ıslahat-ı askeriye

  • Askerlikte yapılan ıslahatlar. Askerî ıslahat.

islam-ı mecazi / islâm-ı mecâzî

  • Nefsin, itminâna gelmeden yâni Allahü teâlânın rızâsına uygun hareket etmeye başlamadan önce, kişide bulunan ve Cennet'e girmek için yeterli olan İslâmiyet.

ism-i hakim / ism-i hakîm

  • Her şeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan mânâsında Allah'ın Hakîm ismi.

ismet

  • Günahsızlık, mâsumluk. Günahlardan kaçınmak melekesine sâhib olmak. Suçsuzluk.
  • Peygamberlik vasıflarından birisidir. Peygamberler (A.S.), hiç bir zaman gizli, âşikâr herhangi bir ma'siyete yaklaşmazlar; bütün kusur ve hatâlardan ve şâibelerden müberrâdırlar.

isna aşeriyye / isnâ aşeriyye

  • Şiîliğin kollarından biri. Hazret-i Ali'nin halîfe olması açıkça emr olunmuştu, Eshâb (Peygamber efendimizin arkadaşları) bu emri yerine getirmediği için kâfir oldu diyen, Peygamber efendimizin vefâtından sonra hazret-i Ali ve sırasıyla onun iki oğlu ile torunlarını meşrû (geçerli) imâm kabûl eden v

ispat-ı nübüvvet

  • Peygamberliğin ispatı.

istiarat / istiârât

  • İstiareler; hakiki mânâ ile mecâzî mânâ arasındaki benzerlikten dolayı bir kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir kelime için kullanma san'atı.

istiare / istiâre

  • Hakiki mânâ ile mecâzi mânâ arasındaki benzerlikten dolayı bir kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir kelime için kullanma san'atı; "arslan" kelimesini "cesur adam" için kullanmak gibi.

iştibah / iştibâh

  • Şüphelenme, benzerlik.

istibdal

  • (Bidl ve Bedel. den) Değiştirmek, değiştirilmek.
  • Bir vakfı mülk ile mübadele etmek.
  • Birşey verip yerine başka şey istemek.
  • Askerliği biten erlere tezkere verip yenilerini almak.

istihkam / istihkâm

  • Sağlamlık. Metin olmak. Kuvvetli ve dayanıklı olmak.
  • Askerlikte: Düşmana karşı, hücumlarını savmak için hazırlanmış bulunan siper, askeri yapılar. İstihkâm işi ile uğraşan asker sınıfı.
  • Kuvvet ve metanet vermek.

istikra / istikrâ

  • Birey veya olayları tek tek inceleyerek onlardaki ortak vasıfları tesbit etmek sûretiyle çıkartılan genel sonuç; tümevarım, endüksiyon; yani peygamberleri tek tek araştırıp "peygamberliğin sebebi olan küllî esaslar"ı tespit etmek bir istikra işlemidir. İşte bu esaslar Peygamber Efendimizde en mükemm

istinkaf / istinkâf / استنكاف

  • Çekimserlik, uzak durma.
  • Çekimserlik. (Arapça)
  • İstinkâf etmek: Çekimser kalmak. (Arapça)

istinkaf-ı manidar / istinkâf-ı mânidar

  • Anlamlı çekimserlik.

ittifakıyet-i avra / ittifakıyet-i avrâ

  • Tek gözü kör olan ittifak, beraberlik; arkasında hükmeden İlâhî kudret görülmediği için sadece maddî güce sahip olduğu sanılan birlik ve beraberlik.

ittihad

  • Birlik, beraberlik.

ittihad-ı millet / ittihâd-ı millet

  • Milletin birliği; aynı topraklar üzerinde yaşayan ve aralarında din, dil, duygu, ortak tarih, ülkü, gelenek ve görenek birliği olan insan topluluğunun birlik ve beraberliği.

ıttıla'

  • (Tulu. dan) Haberli olmak. Öğrenmek. Haberi, malumatı bulunma.
  • Yukarıdan aşağı bakmak.

ıttılaat

  • (Tekili: Ittılâ') Bilmeler, ıttılâlar, öğrenmeler, haberli olmalar.

iyas

  • Yeis hali. Ümidsizlik ve kederli oluş.

kabet

  • Kederli ve ıztırablı olma.

kabr-i şerif

  • Şerefli, değerli kabir, mezar.

kad / kâd

  • Mahzun olma, hüzünlü ve kederli olma.

kademran

  • Adım atan, ilerliyen. (Farsça)

kadir-şinas

  • Kıymet ve değerden anlayan. Değerli kimseleri tanıyabilen. (Farsça)

kafi / kâfi / كافى / كافي / kâfî / كَاف۪ي

  • Yeterli.
  • Yeterli. (Arapça)
  • Yeterli.
  • Yeterli.

kafi gelme / kâfi gelme

  • Yeterli gelme.

kafi ve vafi / kâfi ve vâfi

  • Yeterli.

kafiye

  • Mısra sonralarında ses bezerlikleri.

kaht-ı recul

  • (Kaht-ı rical) Adam kıtlığı. Değerli devlet ve siyaset adamlarının yokluğu.

kalb ilmi

  • Evliyâdan bir zâtın rehberliğinde kazanılan ilim.

kalb-i na-şad / kalb-i nâ-şâd

  • Hüzünlü gönül, kederli kalb.

kalenderi / kalenderî

  • Feylesofluk; kalenderlik; dervişlik; serserilik. (Farsça)
  • Edb: Halk edebiyatı tâbirlerindendir. Halk şâirleri "mef'ulü, mefaîlü, mefaîlü, feûlün" vezninde tanzim ettikleri gazele bu adı verirler. (Farsça)

kalib aleyhisselam / kâlib aleyhisselâm

  • İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Yâkûb aleyhisselâmın on iki oğlundan Şem'ûn'un neslindendir. Babasının ismi Yuknâ'dır. Kendisine Yûşâ aleyhisselâmdan sonra peygamberlik verildi. Mûsâ aleyhisselâma bildirilen dînin emir ve yasaklarını ins anlara tebliğ etti (bildirdi).

kanatir

  • (Tekili: Kantara) Taştan yapılan kemerli büyük köprüler. Kantarlar.

kanıt

  • Ümidi tamamen sönmüş. Ye'se düşmüş, ümitsiz, kederli, hüzünlü.

kantara

  • Taştan yapılan, kemerli büyük köprü.

kanun-u askeri / kanun-u askerî

  • Askerlik kanunu.

kanun-u askeriye

  • Askerlik kanunu.

kanun-u edebi / kanun-u edebî

  • Edebiyatta geçerli olan kanun.

kanun-u hafiziyet / kanun-u hafîziyet

  • Allah'ın bütün kâinatta geçerli olan muhafaza edicilik kanunu.

kanun-u kader-i ilahi / kanun-u kader-i ilâhî

  • Allah'ın meydana gelecek hadiseleri gerçekleşmeden önce sonsuz ilmiyle belirlediği ve bütün kâinatta geçerli olan kanunlar.

kanun-u külli / kanun-u küllî

  • Herşeyde geçerli kanun.

karar / قرار

  • Durma. (Arapça)
  • Devamlılık. (Arapça)
  • Yeterli ölçü. (Arapça)

karm

  • (Çoğulu: Kurum) Değerli insan. Kıymetli insan.

kartak

  • (Çoğulu: Karâtit) Kadife.
  • Terlik.
  • Etekli kaftan.

kaside-i mübarek

  • Mübarek, değerli kaside, şiir.

kaside-i mübareke

  • Mübarek, değerli kaside, şiir.

kategori

  • Aralarında herhangi bir bakımdan alâka veya benzerlik bulunan şeylerin hepsi.
  • Zümre, grup.

katın

  • (Çoğulu: Kuttân) Oturan, yerli. Ev halkı.

kavaf

  • Kundura ve terlik gibi ayakkabıları hazır olarak satan.

kavaid-i külliye-i muntazama

  • Her yerde geçerli olan küllî ve muntazam kaideler.

kayseri / kayserî

  • Hükümdarlık, imparatorluk, kayserlik. (Farsça)

kayyime

  • Müstakim, âdil. Çok değerli.

kazak

  • Her kavmin askerliğe, akın ve çapula ayrılmış efradı.
  • Çarlık Rusyasında ayrıca bir sınıf teşkil eden sipahiye benzer süvari askeri.

kazasker

  • İlmiye mesleğinin en yüksek mertebelerinden biri. Lügat mânası asker kadısı, ordu kadısı demektir. Osmanlılarda Kazaskerliğin ihdası Sultan I.Murat zamanındadır. İlk Kazasker de "Çandarlı Kara Halil"dir.

kebse

  • Beraberlik, eşitlik, müsavat.
  • Ebucehil karpuzu.

kedernak / kedernâk / كدرناک

  • Keder verici, kederli.
  • Üzüntülü, kederli. (Arapça - Farsça)

kefaet

  • Denklik. Denk olmak. Beraberlik. Bir şeye yeterlik. Küfüv oluş.
  • Fık: Evlenen erkeğin, alacağı kadına neseb, diyanet, hürriyet ve mal hususlarında müsâvi ve daha üstün olması hususu. (Bunun en mühimmi de diyânet noktasındadır.)

kefaf

  • Ancak yaşayabilecek kadar olan rızık.
  • Misil, miktar.
  • Berâberlik.

kefen-i kifaye / kefen-i kifâye

  • Fakir veya çok borçlu olarak vefât etmiş erkek ve kadın için yeterli sayılan ve bedeni örtecek kadar olan kefen.

kehribar / kehribâr / كَهْرِبَارْ

  • Birşeye hızlı bir şekilde sürüldüğü zaman hafif şeyleri kendine çeken değerli bir taş.
  • Elektriklenme kuvvetine sahip olan değerli bir taş.

kelam-ı mecazi / kelâm-ı mecazî

  • Gerçek anlamında kullanılmayıp, aralarındaki ilgi, bağ ve benzerlikten dolayı başka anlamda kullanılan söz.

kelamın kuyudat ve keyfiyatı / kelâmın kuyudat ve keyfiyatı

  • Kelâmın küllünü meydana getiren harf, kelime gibi parçalarıyla, bunların sarf ve nahiv yönünden hususiyetleri. Meselâ: Müzekkerlik - müenneslik, mârifelik - nekrelik, mübtedâ - haber, sıfat - mevsuf gibi.

kelimat-ı hikmet

  • Hikmetin kelimeleri; Allah'ın her bir varlığı belirli gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde yaratma sıfatının kelimeleri, sözleri.

kelime-i beyza

  • Parlak, değerli söz.

kemalat-ı nübüvvet / kemâlât-ı nübüvvet

  • Peygamberliğe âit üstünlükler olup, evliyâlığın çok yüksek makamlarından biri.

kenz-i i'caz-ı risalet / kenz-i i'câz-ı risalet

  • Peygamberlik mu'cizesinin hazinesi.

kesb-i şer

  • Şerli bir işi işlemek veya o işe âlet olmak yahut da tarafdar olmak.
  • Şerli bir işi işleme.

kesret mertebesi

  • Çokluk özelliğinin geçerli olduğu derece.

kevden

  • (Çoğulu: Kevâdân) Semerli at.
  • Akılsız, ahmak, düşüncesiz.

kıbt

  • Mısır'ın eski yerli halkı.

kıbti / kıbtî

  • Mısır'a ilk yerleşen insanlar. Mısır'ın yerli halkına verilen ad.

kifa

  • Bir parça veya iki bez (ki birbirine dikip çadır eteğini yaparlar.)
  • Eşitlik, beraberlik, müsâvât.

kifayet / kifâyet / كفایت

  • Yeterlik.
  • Yeterli olma.
  • Yeterli olma. (Arapça)
  • Yararlılık. (Arapça)

kifayet derecesinde

  • Yeterli derecede.

kifayet etme / kifâyet etme

  • Yeterli olma.

kifayet-i ilmiye

  • İlmî yeterlilik.

kifayetle

  • Yeterli düzeyde.

kırat / kırât

  • Değerli metallerin ölçülmesinde kullanılan ağırlık birimi.

kitab-ı hikmet

  • Hikmet kitabı; her şeyin belirli fayda ve gayelere yönelik olarak tam yerli yerinde olduğunu bildiren kitap.

kıyadet

  • Kumandanlık, seraskerlik. Kumanda.

kıyas-ı hadsi-i hafi / kıyas-ı hadsî-i hafî

  • Gizli olan hükmün illetine (sebebine) güçlü bir sezgi ile (zihnin hemen intikali olan hads ile) ulaşmak sûretiyle yapılan kıyas; yani peygamberlik sebebi olan bütün peygamberlerdeki esasların Peygamber Efendimizdeki (a.s.m.) esaslar ile kıyaslanmasıdır ki, zihin bu esasların Peygamber Efendimizde da

kıyemiyyat

  • (Tekili: Kıyemî) Değerli nesneler, az bulunan pahalı şeyler.

kıymet-dar / kıymet-dâr

  • Değerli, kıymetli, pahalı. (Farsça)

kıymetdar / kıymetdâr / قيمتدار

  • Kıymetli, değerli.
  • Kıymetli, değerli.
  • Değerli. (Arapça - Farsça)

kıymetli

  • Değerli.

kıymetli olmak

  • Değerli olmak.

kıymettar / kıymettâr

  • Kıymetli, değerli.

kıymettarlık

  • Kıymetlilik, değerlilik.

küduret / küdûret

  • (Keder. den) Bulanıklık.
  • Koyuluk, kesiflik.
  • Kaygı. Tasa. Kederlilik.
  • Koyuluk, kederlilik.

Kulleteyn

  • Alıntı:
    "iki kulle" (yaklaşık 13 ton) su. Durağan suyun temiz ("tahir") sayılabilmesi için Şafii mezhebine göre bu kadar olması yeterliydi. Daha az olamazdı. Bu kadar oldu mu, içinde ne bulunursa bulunsun "temiz"di artık. "pislik"lerle dolu bile olsa...

    Turan Dursun, Kulleteyn,
    Akyüz Kitabevi, 1990


kurb-i nübüvvet

  • Nübüvvet (peygamberlik) yoluna âit yakınlık.

kurum

  • (Tekili: Karm) Değerli insanlar. Kıymetli ve değeri büyük kişiler.

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

kuttan

  • (Tekili: Katın) Yerliler, oturanlar, sâkinler.

laceverd

  • Lacivert.
  • Koyu mavi renkte değerli bir süs taşı.

ladini / lâdini

  • Dinle alâkası olmayan, din dışı; lâiklik, sekülerlik.

lehif / lehîf

  • (Lehfân) Mahzun, hüzünlü, üzüntülü, kederli.

levha-i mübareke

  • Mübarek, değerli levha.

lezzet-i kafi / lezzet-i kâfi

  • Yeterli lezzet.

lisan-ı nübüvvet / lisân-ı nübüvvet / لِسَانِ نُبُوَّتْ

  • Peygamberlik dili.
  • Peygamberlik dili.

lisan-ı risalet

  • Peygamberlik dili.

liyakatmend

  • (Çoğulu: Liyâkatmendân) Değerli, liyâkatli. (Farsça)
  • Faziletli. (Farsça)

liyakatmendan / liyakatmendân

  • (Tekili: Liyâkatmend) Değerli, liyâkatli kimseler, faziletli kişiler. (Farsça)

lojistik

  • Ask: Askerlik san'atının ve seferi orduların iaşe, muhabere ve sevkiyat şartları, hareket ve harb kabiliyeti bakımından en etkili durumda bulundurulması için lâzım gelen çalışmalara aid kısım.

ma'iyyet

  • Berâberlik. Her an Allahü teâlâ ile berâber olma. Huzur, cem'iyyet, vilâyet-i Hâssa-i Muhammedî de denir.

ma'mulat-ı dahiliye / ma'mulât-ı dâhiliye

  • Dâhilî mamulat. Memlekette yerli olarak yapılan şeyler.

ma'rifetperver

  • Hünerli, marifetli. (Farsça)

maalkifaye / maalkifâye

  • Yeterli olmakla birlikte.
  • Yeterli olmakla beraber.

magmum

  • Gamlı. Kederli. Tasalı. Sıkıntılı.
  • Bulutlu. Kapalı.

mağmum / mağmûm / مغموم

  • Gamlı, kederli.
  • Gamlı, kederli. (Arapça)

magmumane / magmumâne

  • Kederlice. Gamlı olarak.
  • Mübhem olarak.

magmumiyet

  • Kederli, gamlı olma.
  • Hava bulutlu ve kapalı olma.

mahalli / mahallî / محلى

  • Bir yere mahsus. Yerli.
  • Yerel. (Arapça)
  • Yerli. (Arapça)

mahir / mâhir

  • Becerikli, hünerli, san'atkâr.
  • Maharetli, hünerli, becerikli.

mahiyet-i nübüvvet

  • Peygamberliğin mahiyeti, niteliği.

mahra

  • Değerli ve itibarlı insan.
  • Uygun, münâsib ve elverişli şey.

mahyere

  • Muhayyerlik, beğenip seçmede serbestlik.

mahzun

  • Tasalı. Kederli. Hüzünlü. Gamlı.

mahzunane

  • Kederlice, düşünceli, üzgünce. (Farsça)

mahzuniyet

  • Mahzunluk. Kederli ve kaygılı oluş. Üzüntülü olma.

maiyet-i hassa

  • Özel beraberlik.

maiyet-i mahsusa

  • Özel beraberlik.

maiyyet / معيت

  • Beraberlik, arkadaşlık, bir büyük memurun emrinde bulunma.
  • Beraberlik. Arkadaşlık.
  • Yüksek rütbeli bir kimsenin emri altında bulunan hey'et.
  • Yan. Nezd.
  • Birlik, beraberlik, yanında bulunma. (Arapça)

makam-ı mualla-yı nübüvvet / makam-ı muallâ-yı nübüvvet

  • Peygamberliğin yüce makamı.

makam-ı nübüvvet

  • Peygamberlik makamı.

makbul / makbûl

  • Kabul gören, geçerli.
  • Kabul edilen, geçerli.

makbuliyet / makbûliyet

  • Kabul edilebilirlik, geçerlilik.

mal / mâl

  • Bir kimsenin eli altında bulunan değerli şey.

malzeme-i mübareke

  • Bereketli, değerli malzeme.

mana-yı şerif / mânâ-yı şerif

  • Değerli ve şerefli anlam.

mavzer

  • Alm. Mavzer adında bir Alman'ın yaptığı çaplı harp tüfeği. Askerlikte kullanılan bir silâh.

mazbut / mazbût / مضبوط

  • Zabtolunmuş, elegeçirilmiş.
  • Sağlam.
  • Yazılmış. Kaydedilmiş. Hatırda tutulmuş. Derli toplu.
  • Muhâfazalı. Korunmuş.
  • Belli, belirtilmiş.
  • Tutulan, derli toplu.
  • Zaptedilmiş. (Arapça)
  • Kayda geçirilmiş. (Arapça)
  • Derli toplu. (Arapça)
  • Sağlam. (Arapça)

me'lum

  • Kederli. Eleme, derde tutulmuş.

me'yus

  • Ümidsiz. Kederli. Ye'se düşmüş. Ümidi kesik.

mecaz-ı mürsel

  • Edb: Kelimenin asıl mânâsıyla mecazî mânâsı arasında benzerlik bulunmasından başka bir alâka bulunmasıyla olan mecazdır.

medar-ı nübüvvet

  • Peygamberliğin sebebi, dayanak noktası.

medeniyet

  • Adaletseverlik, insanca iyi ve ferah yaşayış. Şehirlilik. Yaşayışta, içtimaî münâsebetlerde, ilim, fenn ve san'atta tekâmül etmiş cemiyetlerin hâli.
  • İslâmiyetin emirlerine göre, usulü dâiresinde yaşayış.

meftur

  • Füturlu, kederli, üzgün, bezgin.

mehir

  • Nikâh bedeli; nikâh esnasında belirlenen ve erkek tarafından kadına verilmesi gereken mal, değerli eşya veya para.

mehire / mehîre

  • Usta, mâhir, hünerli.
  • Hür olan kadın.
  • Nikâh bedeli çok olan kadın.

mekdur

  • Kederlenmiş, kederli.

mekrubiyet

  • Kederli, hüzünlü ve tasalı olma.

mekzum

  • Kederli, hüzünlü, tasalı, üzüntülü, gamlı.

melhuf

  • Hasrette kalan.
  • Kederli, tasalı.
  • İmdad bekleyen.

melhufan / melhufân

  • (Tekili: Melhuf) Kederliler, tasalılar, kaygılılar, üzüntülüler.
  • Hasrette kalanlar.

melil / melîl

  • Kül içinde pişirilen ekmek.
  • Hararet, sıcaklık.
  • Üzgün, kederli. Melul.

mell

  • Küsmek, darılmak.
  • Yorgunluk.
  • Kakma, dürtmek.
  • Mahzun olmak, kederli olmak.
  • Hamuru külün içinde pişirmek.

menasıb-ı seyfiye

  • Askerlik hizmetleri.

menba-ı risalet

  • Peygamberlik kaynağı.

mencud

  • Kederli, tasalı, gamlı.

mer'i / mer'î / مرئى

  • Yürürlükte, geçerli. (Arapça)

mercan

  • Denizde geniş resif meydana getiren ve mercanlar takımının örneği olan hayvan ve bunun kalkerli yatağından çıkarılan çoğu kırmızı renkte ve ince dal şeklinde bir madde. Bu madde boncuk gibi süs eşyası olarak kullanılır. Mercanlar ancak 40 metre kadar derinlikte yaşayabilirler.

merdi / merdî

  • Erlik, erkeklik. (Farsça)
  • Merdlik, cesurluk, yiğitlik. (Farsça)
  • İnsanlık, hamiyet. (Farsça)

merid / merîd

  • Katı, yoğun. Güçlü, kuvvetli kimse.
  • Süt içinde ıslatılıp yumuşatılan hurma.
  • Baş kaldıran. Sadece fesadlık çıkaran. İnatçı. Şerli. Haddini aşmakta, azgınlıkta ve günahkârlıkta çok ileri gitmiş olan.

mert

  • Üstün karakterli.

mertebe-i risalet

  • Peygamberlik mertebesi, derecesi.

mesalik-i nübüvvet

  • Peygamberlik misyonunu ispat eden yollar.

meslek-i askeriye

  • Askerlik mesleği.

meta / metâ

  • Ticarî değer, değerli mal.

mezc-i ittihad

  • İttihadın verdiği imtizac. Kuvvetli birlik ve beraberlik.

mezcu ittihad

  • Kuvvetli birlik ve beraberlik.

meziyet-i zatiye / meziyet-i zâtiye

  • Bir şeyin veya bir kişinin bizzat kendisinde bulunan meziyet ve değerli özellik.

mihmandar-ı kerim

  • Dünya misafirhanesinde kullarına yardım ve in'am eden Rabbimiz, Allah (C.C.).
  • Müslümanlara dünya misafirhanesinde rehberlik eden, Hazret-i Peygamber (A.S.M.)

mihmannevazlık

  • Misavirseverlik. (Farsça - Türkçe)

mihmanperveri / mihmanperverî

  • Misafirperverlik, misafir ağırlayıcılık. (Farsça)

miktar-ı kafi / miktar-ı kâfi

  • Yeterli miktarda.

millet

  • Din, dil ve târih berâberliği bulunan insan cemâati, topluluğu, kavim.
  • Din; kullarının dünyâda ve âhirette râhat ve huzûra kavuşmaları için Allahü teâlânın peygamberleri vâsıtasıyla gösterdiği yol.
  • Bir dinden olanların topluluğu. Din, dil ve târih beraberliği bulunan insan cemaatı. Sınıf. Topluluk.
  • Bir sülâleden gelenlerin hepsi.
  • Maddi, mânevi bir unsurdan sayılıp beraber yaşayanların hepsi.

milliyet

  • Ümmet. Aralarında din, dil ve tarih birliği olan topluluktaki hâl. Millet olma. Aralarında maddi mânevi birlik ve beraberlik râbıtaları bulunan topluluktaki vasıf.

mirac-ı şerif

  • Değerli Miraç gecesi.

misbah-ı nübüvvet / misbâh-ı nübüvvet

  • Peygamberlik lambası, ışığı, kandili.

misliyet / مِثْلِيَتْ

  • Benzerlik, misliyet.
  • Benzeri ve misli olmak. Benzerlik.
  • Benzerlik, eşlik.
  • Denklik, benzerlik.

mu'cizat / mu'cizât

  • Mûcizeler. Allahü teâlânın peygamberlerine, peygamberliklerini isbât etmeleri için ihsân etmiş olduğu hârikulâde yâni âdet dışı (olağan üstü) hâller. Mûcize kelimesinin çokluk şeklidir.

mu'cize

  • Peygamberlerden aleyhimüsselâm peygamberliklerine delil olarak Allahü teâlânın izniyle meydana gelen hârikulâde (olağanüstü) haller.

mu'cize-i nübüvvet

  • Peygamberlik mu'cizesi.

mu'cize-i risalet

  • Peygamberlik mu'cizesi.

mü'si / mü'sî

  • Kederli kimseyi avutan, gamlı kimseye teselli veren.

mu'teberiyet

  • Yürürlükte olma, geçerlilik.
  • Muteberlik, güvenirlik.

muadelat

  • (Tekili: Muâdele) (Adl. den) Beraberlikler, musâvilikler.

muadele

  • Müsâvilik, eşitlik. İki şey arasında mikdarca, vasıfca beraberlik.
  • Karşılıklı anlayış.
  • Adâlet.
  • Mc: Anlaşılmaz iş. Muammâ.

muanber / معنبر

  • Hoş kokulu, amberli. (Arapça)

muavvezetan / muavvezetân

  • (Muavvezeteyn) Kur'ân-ı Kerim'in son iki suresi. (Dâima okunacak gâyet lüzumlu dersleri verdiği ve her çeşit şerli işlerden Allah'a sığınmayı tavsiye ve emrettiği için bu isim verilmiştir.)

muazzez / معزز

  • Değerli, aziz. (Arapça)

mucez / mûcez / موجز

  • Derli toplu, özlü. (Arapça)

müctemi' / مجتمع

  • Derli toplu. (Arapça)

müellem

  • Elemli, kederli.

müfelfel

  • Biberli.

müftera hadis / müfterâ hadîs

  • Peygamberlik iddiâsında bulunan Müseylemet-ül-Kezzâb'ın ve ondan sonra gelen münâfıkların (kalbi ile inanmayıp, sözleriyle inandık diyenlerin), zındıkların (kâfirlerin), müslüman görünen dinsizlerin uydurma sözleri.

muhalib

  • Süt sağan.
  • Devrin hayır ve şerli işlerini tecrübe eden.

mühr-i nübüvvet

  • Peygamberlik mührü; Peygamber efendimizin mübârek sırtı ortasında, sol küreğine yakın kalbi hizâsında bulunan nübüvvet mührü. Gümüş teninde, letâfet vardı, İrice Mühr-i nübüvvet vardı. Sırtında idi, Mühr-i nübüvvet, Sağ tarafına yakındı elbet. Bildirdi bize edenler ta'rîf, Bir büyük ben idi, mühr-i

mühr-ü nübüvvet

  • Peygamberlik mühürü. Peygamberimiz Hz. Muhammedin (A.S.M.) iki omuzu arasındaki (sırtındaki) peygamberlik işareti.

muhtezin

  • Kederli, hüzünlü, mahzun, mükedder.

mukaddem

  • Zaman ve mekân cihetiyle daha evvel olan.
  • Askerin ön tarafına sevkedilen karakol.
  • Değerli, üstün.
  • Küçükten büyüğe sunulan, takdim edilen.

mükafat / mükâfat

  • (Kifâyet. den) Bir hizmet veya muvaffakiyete ve iyiliğe karşı verilen karşılık.
  • Berâberlik.
  • Takdirnâme.

mükafee / mükâfee

  • Beraberlik, eşitlik, müsavat.

mükedder / مكدر / مُكَدَّرْ

  • Kederli. Sıkıntılı.
  • Tekdir edilmiş. Azarlanmış.
  • Bulandırılmış. Bulanık.
  • Kederli, acılı.
  • Kederli. (Arapça)
  • Kederli.

mükedderane / mükedderâne

  • Kederli olarak.

mükellefiyet-i askeriye

  • Askerî yükümlülük, askerlikteki zorunlu görev.

mükterib

  • (İktirâb. dan) Kederli, hüzünlü, gamlı.

mülazım

  • Bir kimseye bağlı gibi olan.
  • Maaşsız acemilik hizmeti.
  • İlmiyyede: Medrese tahsilini bitirip icazet alan. Stajyer.
  • Eskiden askerlikte yüzbaşıdan aşağı rütbelerin derecesi, ünvanı.

mültehif

  • Alevli.
  • Mc: Çok üzgün ve kederli olan.

mümaselet / mümâselet / مماثلت

  • Misil olma, benzerlik.
  • Benzerlik.
  • Benzerlik. (Arapça)

münaggas

  • (Gussa. dan) Kederli, gussalı.

münevveriyet

  • Nurlu oluş, münevverlik. Aydınlık.

münfail

  • İnfiâl eden. Te'sir ile harekete geçen.
  • Muztarib, kederli ve muğber olan. Bir şeyden canı sıkılan. Alınmış, gücenmiş.

münfis

  • Ağır, pahalı, değerli.

muntazam

  • Düzenli. Tertibli. İntizamlı. Düzgün sıralanmış. Her şeyin yerli yerinde olması. Derli toplu olma.

murafakat

  • Beraberlik, arkadaşlık.

murassa / murassâ / مرصع

  • Değerli mücevherlerle süslenmiş şey.
  • Süslü, mücevherli.
  • Değerli taşlarla süslenmiş. (Arapça)

murassaatlı

  • Değerli taşlarla süslenmiş.

müreccim

  • Sözü tam söyleyip yerli yerince edâ ve beyân eden.

müretteb

  • Tertib edilmiş, dizilmiş, yerli yerine konulmuş, sıralanmış.
  • Kasden uydurulmuş.
  • Tayin edilmiş. Bir şey, bir yer için ayrılmış.
  • Sonradan kurulmuş.

mürevvic

  • Geçerli kılan, değer veren.

mürtaki

  • İlerliyen, terakki eden. Yükselen, yukarı çıkan.

mürtekiz

  • (Rekz. den) Yerli yerinde sağlamca duran.

mürüvvet

  • İyilikseverlik, cömertlik.

mürüvvetkarane / mürüvvetkârâne

  • İyilikle, iyilikseverlikle.

müsabega

  • Tamamlamak, yerli yerince etmek.

müşabehet / müşâbehet / مشابهت

  • Benzerlik.
  • Benzerlik. (Arapça)

müsavat

  • Denklik, beraberlik. Müsavilik, eşitlik. Aynı hâl ve derecede olmak. Aynı haklara sahip olmak.

müserrec

  • (Serc. den) Eyerlenmiş, eyerli, eyer vurulmuş.

müşerref

  • Şerefli, değerli.

müseyleme

  • (Adı: Müseylemet-ül-kezzâb olan) Yalancı Müseyleme, Arabistan'da Asr-ı Saadette Yemame'li bir yalancı, peygamberlik iddia ederek maskara olmuş, Hicri onbirinci yılda öldürülmüştür.

müseylime

  • Peygamberlik dâvâ eden yalancının adı.

müstahfız

  • Tar: Yeniçeriliğin kaldırılmasından evvel, kale, hisar ve memleket muhafazasında bulunan kimseler hakkında kullanılan bir tabirdi. İlk zamanlardaki müstahfızlık, daim hizmet hâlinde olduğu için kendilerine timar verilirdi. Sonraki müstahfızlık ise, harp gibi lüzum görüldüğü zaman askerlik hizmetine

müstemend

  • Gamlı, kederli, mahzun.
  • Şikâyet eden.

müsteş'ar

  • (şuur. dan) Bildirilen, haberli.

müstmend

  • (Çoğulu: Müstmendân) Kederli, hüzünlü, mahzun. Zavallı, miskin, biçâre. (Farsça)

müstmendan / müstmendân

  • (Tekili: Müstmend) Hüzünlü, kederli ve mahzun kimseler, üzgün kişiler. Zavallılar, miskinler, biçareler. (Farsça)

mutahhem

  • Hilkati yerli yerine tamam olup noksan olmayan.
  • Yuvarlak.

muteber / mûteber / معتبر

  • Geçerli, itibar edilen.
  • Geçerli.
  • İtibarlı. (Arapça)
  • Geçerli. (Arapça)

müteellim

  • Acıyan, elemli ve kederli olan.

mütehazzin

  • Hüzünlü, kederli. Üzülen, mahzun olan.

mütekeddir / متكدر

  • (Çoğulu: Mütekeddirîn) (Keder. den) Kederli, hüzünlü. Kederlenen, tekeddür eden.
  • Bulanık.
  • Kederli. (Arapça)

mütekeddirane / mütekeddirâne

  • Kederli ve hüzünlü bir hâlde. (Farsça)
  • Bulanarak. (Farsça)

mütekeddirin / mütekeddirîn

  • (Tekili: Mütekeddir) Kederlenenler, kederli ve hüzünlü olan kimseler.
  • Bulanık şeyler.

mütelehhifin / mütelehhifîn

  • (Tekili: Mütelehhif) Hasret çekenler, yanıp yakılanlar. Kederli, tasalı olanlar.

mütereşşih

  • (Reşh. den) Terliyen. Ter gibi sızan.

mutlak adalet / mutlak adâlet

  • Bir şeyi yerli yerine koymak. Kendi mülkünde olanı kullanmak.

muttali'

  • Haberli. Bilgisi olan. Bir yüksek yerden bakarak görüp anlayan. Vâkıf. Derk eden.

muvazzaf

  • Vazifeli. Bir işle meşgul.
  • İlk yapılan askerlik hizmeti.

muzaaf / muzâaf

  • Katmerli, kat kat.

muzafferiyet

  • Üstünlük, muzafferlik, düşmana üstün gelme.

müzamele

  • Beraberlik, muâdele.

na-dide

  • Az bulunur, çok değerli. Az görülen, görülmemiş. (Farsça)

na-şad

  • Sevinçli olmayan, mahzun, tasalı, kederli. (Farsça)

na-şadi / na-şadî

  • Hüzünlü ve kederli oluş, gamlılık. (Farsça)

nadide / nâdide

  • Az bulunur, değerli.

nafiz / nâfiz

  • Sahîh, geçerli. Başkasının hakkı bulunmayan. Başkasının hakkını tealluk etmeyen.

nafiziyet

  • Sözü geçerlik, nâfizlik.

nags

  • Kederli, gamlı olmak.

nak

  • Nisbet edatı olarak kelimelere eklenir, sıfat meydana getirilir. Meselâ: Gam-nâk : Gamlı, kederli. (Farsça)

nakdine

  • Hazır ve peşin para.
  • Kıymetli ve değerli mal.

nakkaş-ı hakim / nakkaş-ı hakîm

  • Varlıkları sanatlı nakışlarla donatan ve her şeyi hikmetle, yerli yerinde yaratan Allah.

nazar ve teveccüh-ü fazılane / nazar ve teveccüh-ü fâzılâne

  • Faziletli, değerli teveccüh ve bakış.

nazar-ı nübüvvet / نَظَرِ نُبُوَّتْ

  • Peygamberlik bakışı.
  • Peygamberlik bakışı.

nazd

  • Her şeyi yerli yerine koymak.

naziat

  • Hz. Azrâil'in (A.S.) avenesi olan bir taife melâike ki; şerli ve kötü ruhlu insanların canlarını şiddetle alırlar.
  • Nez'edenler. Çekip koparanlar.

nazid

  • (Nazide) Tertibli, nizamlı, yerli yerinde.
  • Minder yastık vs. gibi ev eşyası.

necare

  • Dülgerlik, neccarlık.

nefais / nefâis / نفائس

  • (Tekili: Nefise) Değerli, güzel ve beğenilir şeyler.
  • Değerli ve nefis eserler. (Arapça)

nefaset

  • Beğenilir olmak, kıymetlilik, değerlilik, çok güzellik, pek iyilik. Nefis ve mergub olmak.

nevadir / nevâdir / نوادر

  • Nadir olan değerli eşyalar. (Arapça)

nevmidane / nevmidâne

  • Ümitsizce, kederli ve ümidsiz olarak. (Farsça)

nikar / nikâr

  • Tasavvuf yolunda ilerliyenlerin birbirlerine emr-i ma'rûf nehy-i anil-münker yapmaları yâni Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmeleri.

nikbinlik

  • İyimserlik; güzel görme, işin iyi tarafını görme.

nizamat-ı külliye / nizâmât-ı külliye

  • Kapsamlı ve her yerde geçerli olan düzenler.

nizamiye

  • İlk askerlik devresi.
  • Bu nevi askerlik işleriyle uğraşan daire.
  • Tanzimat ordusunun asıl silâh altında bulunan kısmı.

nokta-i nübüvvet

  • Peygamberlik noktası, konusu.

nübüvvet / نبوت / نُبُوَّتْ

  • (Nebi. den) Peygamberlik, nebi olmak, nebilik. Allah'ın (C.C.) emriyle vazifeli olarak insanları doğru yola çağırmak.
  • Peygamberlik, elçilik.
  • Peygamberlik.
  • Peygamberlik; insanları Allahü teâlânın beğendiği yola kavuşturmak, onlara doğru yolu göstermek için Allahü teâlâ tarafından seçilmiş kimselere verilen peygamberlik vazîfesi.
  • Nebilik, peygamberlik.
  • Peygamberlik.
  • Peygamberlik. (Arapça)
  • Peygamberlik.

nübüvvet da'va etmek

  • Peygamber olduğunu bildirip doğruluğunu isbat için deliller göstermek, peygamberliğini ileri sürmek.

nübüvvet-i ahmediye

  • Efendimiz Hz. Muhammed'in (a.s.m.) Peygamberliği.

nübüvvet-i ahmediyye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) peygamberliği.

nübüvvet-i muhammed

  • Hz. Muhammed'in peygamberliği.

nübüvvet-i muhammediye

  • Hz. Muhammed'in peygamberliği.

nübüvvet-i museviye / nübüvvet-i mûseviye

  • Hz. Musa'nın (a.s.) peygamberliği.

nübüvvet-i mutlaka

  • Genel olarak peygamberlik.

nübüvvet-i mutlakanın mebhasi

  • Mutlak peygamberlik; peygamberliğin insanlık için zorunluluğunu ispat eden bölüm.

nübüvvetdarane / nübüvvetdârâne

  • Peygamberlik şeklinde.

nübüvvettarane / nübüvvettârâne

  • Peygamberlik şeklinde, peygambere yakışır bir şekilde.

nur-ı nübüvvet / nûr-ı nübüvvet

  • Peygamberlik nûru.

nur-u a'zam-ı nübüvvet / نُورُ اَعْظَمِ نُبُوَّتْ

  • En büyük peygamberlik nuru.

nur-u azam-ı nübüvvet / nur-u âzam-ı nübüvvet

  • Peygamberliğin en büyük nuru.

nur-u muteber

  • Geçerli, itibar edilen nur.

nur-u nübüvvet

  • Peygamberlik nuru.

nur-u risalet

  • Peygamberlik nuru.

ömr-ü makbul

  • Makbul, değerli ömür.

örf-ü ulema

  • Âlimler arasında geçerli olan, âlimler arasındaki gelenek.

özür

  • Geçerli bahane, kusur, eksiklik.

pederi / pederî

  • Babalık, pederlik. (Farsça)

pejman

  • Pişman, nâdim. (Farsça)
  • Kederli, hüzünlü. (Farsça)

perişan

  • Dağınık, karışık. (Farsça)
  • Bozuk, tertibsiz, düzensiz. (Farsça)
  • Kederli, hüzünlü, kaygılı. (Farsça)

peygamberi / peygamberî

  • Peygamberlik. (Farsça)
  • Peygamberle alâkalı. (Farsça)

pişdarlık / pîşdârlık

  • Öncülük, liderlik.

piyade / piyâde / پياده

  • Yaya, yürüyen. (Farsça)
  • Askerlikte piyade sınıfy. (Farsça)
  • Satranç taşlarından paytak. (Farsça)

pür-şer beşer / پُرْ شَرْ بَشَرْ

  • Çok şerli insan.

pürşer

  • Çok şerli, kötü.
  • Çok şerli, kötülüklerle dolu.

pürşer beşer

  • Çok şerli insan.

rabb-i hakim / rabb-i hakîm

  • Herşeyi hikmetle belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan ve herbir varlığın her türlü ihtiyacını karşılayıp idare eden Allah.

rabb-i muhtar-ı hakim / rabb-i muhtar-ı hakîm

  • Herbir varlığın her türlü ihtiyacını karşılayan, dilediğini dilediği gibi yapan, herşeyi belirli maksat ve faydalara uygun ve tam yerli yerinde yaratan Allah.

rad

  • Cömert, eli açık, faziletli, üstün, değerli. (Farsça)

raht-ı hümayun

  • Padişahın mücevherli eyer takımı.

recület

  • Erlik, erkeklik.

refakat

  • Arkadaşlık, beraberlik.

refakat-i maneviye / refakat-i mâneviye

  • Mânevî arkadaşlık, beraberlik.

rehberi / rehberî

  • Kılavuzluk, rehberlik.

rehnümuni / rehnümunî

  • Kılavuzluk, rehberlik. (Farsça)

renak

  • Mastar.
  • Suyun bulanık olması.
  • Kederli olmak, mükedder olmak.

rencidegi / rencidegî

  • İncinip hatırı kırılmış olma. (Farsça)
  • Dertlilik, kederlilik. (Farsça)

resul-i ekrem / resûl-i ekrem

  • Allah'ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.).
  • Allah'ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

resul-i kerim / resul-i kerîm

  • Allah'ın çok şerefli ve değerli elçisi Hz. Muhammed (a.s.m.).

resul-u ekrem

  • Allah'ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

resul-ü ekrem

  • Allah'ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

resul-ü ekrem (a.s.m.)

  • Allah'ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.).

revac

  • Sürüm, geçerlik, itibarda olma, herkesçe aranılma.
  • Sürüm. Kıymet, değer, geçerlik, makbuliyet.
  • Geçerlik, değer, sürüm.

revani

  • Değerli, rağbetli revaçlı. (Farsça)
  • Tepside pişirilen irmik veya undan bir tatlı çeşidi. (Farsça)

rindan / rindân

  • Kalenderlik. (Farsça)
  • Rindler. (Farsça)

rindi / rindî

  • Kalenderlik, rindlik, aldırışsızlık. (Farsça)

risalet / risâlet / رِسَالَتْ

  • Peygamberlik.
  • Elçilik, habercilik.
  • Peygamberlik.
  • Birisini bir vazife ile bir yere göndermek.
  • Peygamberlik. Büyük kitapla gelen peygamberlik.
  • Elçilik.
  • Resullük, peygamberlik.
  • Peygamberlik, resûllük.Fahr-i âlem girdi çün kırk yaşına Kondu pes, risâlet tâcı başına.
  • Peygamberlik.

risalet ve't-tenzil

  • Peygamberlik ve Cenâb-ı Allah'ın peygamberlere vahiy yoluyla kitaplar indirmesi.

risalet-i ahmediye / risâlet-i ahmediye

  • Peygamberimiz Hz. Muhammed'in peygamberliği.

risalet-i muhammediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) peygamberliği.

risaletpenahi

  • Peygamberlik kendisinde noktalanan Peygamberimiz.

rütbe-i risalet

  • Peygamberlik rütbesi.

rüteb-i askeriye

  • Askerlik rütbeleri.

şaban-ı şerif / şâbân-ı şerif

  • Hicri ayların sekizincisi ve mübarek üç ayların ikincisi olan değerli ve şerefli Şâban ayı.

sadberk

  • Yüz yapraklı, katmerli.

sadidel

  • Yaprağı katmerli olan gül.

sadreyn

  • Rumeli ve Anadolu kazaskerliği.

sadtuy

  • Çok katlı, yüz katmerli.

şahid-i kafi / şâhid-i kâfi

  • Yeterli seviyede şahitlik.

şahs-ı şerir / şahs-ı şerîr

  • Şerli şahıs.

se'met

  • Kederli olmak. Melül olmak.
  • Bıkmak, usanmak.

şebahet / şebâhet / شباهت

  • Benzerlik. (Arapça)

sebeb-i kafi / sebeb-i kâfi

  • Yeterli sebep.

sebeb-i kıymet

  • Değerli oluş sebebi.

şecere-i risalet

  • Peygamberlik ağacı, Hz. Âdem'den gelen peygamberlik zinciri.

şecere-i tuba-i nübüvvet / şecere-i tûbâ-i nübüvvet

  • Peygamberliğin nurlu ağacı.

sehale

  • Altın, gümüş gibi değerli maddelerin kırıntıları.

sehavetperverane / sehâvetperverâne

  • Cömerliği severcesine.

sekenat / sekenât

  • Sekeneler, oturanlar, yerliler.

sekene

  • Oturan, yerli.

şekerpare

  • Çok tatlı ve şekerli olan bir kayısı cinsi. (Farsça)
  • Bir nakış çeşiti. (Farsça)
  • Bir cins tatlı. (Farsça)

şekil

  • (Şekl) Biçim, dış görünüş. Çehre. Tarz. Formül.
  • Şebih ve misil.
  • Hey'et.
  • Suret. Surette benzerlik.
  • Bir adamın tab' ve hevasına muvafık olan şey.
  • Muhtelif, müşkil işlerin her biri.
  • Birşeyin gerek hissedilen ve gerek mevhum sureti.
  • Geo: Bi

şekkerin / şekkerîn

  • Şekerli, tatlı. (Farsça)

selit

  • Kahredici, galebe edici.
  • Susam yağı.
  • Kötü sözlü şerli kimse. Ağzı bozuk.
  • Zeytinyağı.

sema-i risalet / semâ-i risalet

  • Peygamberlik semâsı, göğü.

sema-yı risalet / semâ-yı risalet

  • Peygamberlik semâsı, göğü.

semahat / سماحت

  • İyilikseverlik, yardımseverlik.
  • Cömertlik. İyilik severlik. El açıklığı.
  • İyilikseverlik. (Arapça)

semin / semîn / ثمين

  • (Semine) Çok değerli, pahalı, kıymetli.
  • Değerli. (Arapça)

şems-i nübüvvet / شَمْسِ نُبُوَّتْ

  • Peygamberlik güneşi.
  • Peygamberlik güneşi.

şems-i risalet

  • Peygamberlik güneşi.

sencide

  • Ölçülmüş, tartılmış, değerli. (Farsça)
  • Tam yerinde söylenmiş söz. (Farsça)

seng

  • Taş, hacer. (Farsça)
  • Vezin. Tartı ve temkin. (Farsça)
  • Sıklet. (Farsça)
  • Beraberlik. (Farsça)
  • Ağırlık. (Farsça)

şeraret / şerâret / شرارت

  • Şerlilik, kötülük, fenalık.
  • Kıvılcım.
  • Şerlilik, kötülük.
  • Şerlilik, kötülük.
  • Kötülük, şerlilik. (Arapça)

şeref

  • Yükseklik, yücelik. Büyüklük.
  • İnsanlar arasında geçerli ve makbul olma. Büyük bir makam sâhibi olma.
  • Cenab-ı Hakka itâat ve ubudiyyeti ve yüksek hizmeti ile çok ihsanına mazhar olma.
  • İftihâr, övünme.
  • Yükseklik, büyüklük, yüksek mertebe. İnsanlar arasında geçerli ve makbûl olma. Cenâb-ı Hakk'a itâat ve yüksek hizmeti ile çok ihsâna mazhâr olma, iftihâr.

şerh-i sadr

  • Peygamber efendimizin çocukluğunda ve peygamberliği sırasında (mîrâc gecesinde) mübârek göğsünün açılarak kalbinin çıkarılması ve yıkanıp ilim, hikmet ve mârifet ile doldurulduktan sonra yerine konması hâdisesi.
  • Göğsün yâni kalbin ilâhî nûr, ilim, hikmet ve mârifet ve sekîne (ferahlı

şerir / şerîr / شَر۪يرْ

  • Şerli. Şer işleyen. Kötülük yapan. Kötü.
  • Şerli, kötü.
  • Şerliler, kötüler.
  • Şerli.

şerirler

  • Şerliler, kötüler.

şerur / şerûr

  • Çok şerli.
  • Çok şerli, kötü.
  • Çok şerli, pek kötü.

serveri / serverî

  • Başlık, başkanlık, serverlik, reislik. Ululuk. (Farsça)

seva

  • Beraber olma. Beraberlik. Denk, müsavi.

sevaiye

  • Yaramaz olmak.
  • Kederli ve gamkin olmak.

seviyye

  • Müsavilik, birlik, beraberlik.
  • Düzlük, doğruluk.

seyfi / seyfî

  • (Seyfiye) Askerliğe ait, kılıçla alâkalı.
  • Kılıç şeklinde.

sıddikiyet / sıddîkiyet

  • Sadâkat ve doğrulukta en ileri oluş. Çok sâdık olma hâli. Velilik mertebesinin nihâyeti. Peygamberlik mertebesinin bidâyeti olan makam.
  • Aşere-i Mübeşşere'nin birincisi ve ilk halife olan Hz. Ebubekir'in (R.A.) nâmı ve sıfatıdır.
  • Çok doğru olup, hiç yalan söylememek.

sıdk-ı enbiya

  • Peygamberliğin doğruluğu.

sıdk-ı nübüvvet

  • Peygamberliğin doğruluğu.

sıdk-ı nübüvvetine

  • Peygamberliğinin doğruluğuna, sıdkına.

şikar

  • Mc: Değerli, kıymetli.

şikestebal / şikestebâl

  • Kanadı kırık, kırık kanatlı. (Farsça)
  • Mc: Kederli, üzgün. (Farsça)

şikestedil

  • Gönlü kırık, mahzun, kederli, hüzünlü. (Farsça)

silk

  • Çöğenler adı verilen havuç.
  • Pancar.
  • Kurt, zi'b.
  • Şerli, ahlâksız kadın.

silsile-i nübüvvet

  • Peygamberlik zinciri.

silsile-i nübüvvet ve diyanet

  • Din ve peygamberlik zinciri.

sipahi

  • Ask: Osmanlı askerlik teşkilâtında "Timar" namiyle öşür ve rüsumunu aldıkları araziye mukabil, harp zamanlarında kendi hayvanları ve kanunen götürmeğe mecbur oldukları silâhlı askerlerle birlikte sefere iştirak eden bir sınıf süvari askeri. Bunlar akıncılık, çapulculuk ve karakol hizmetlerini ifa ed

şirar

  • Ateş kıvılcımları.
  • Şerirler. Şerli kimseler.

siyadet

  • Efendilik, liderlik.

sohbet

  • Berâberlik. İnsanın derece bakımından kendinin üstünde veya altında yahut akranı ile bir araya gelip, Allahü teâlânın ve Peygamber efendimizin beğendiği, hoşnud olduğu şeyleri konuşması.

şuaat / şuâât

  • Işınlar, ışık hüzmeleri; Hz. Muhammed'in (a.s.m.) peygamberliğinin isbatına dair bir eser olup, 1921 yılında Üstad Said Nursî tarafından telif edilmiştir.

sugvar

  • Kederli, acılı. (Farsça)

şükr

  • Verilen nîmetleri yerli yerinde kullanma. Allahü teâlâya, verdiği nîmetlerle isyân etmeme. Nîmetleri kullanırken sâhibini unutmama. Görülen iyiliğe karşı teşekkür. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyma.

süleyman

  • Beni İsrail Peygamberlerindendir. Davud (A.S.) ın oğludur. Babasının vasiyyeti üzerine Beyt-ül Makdisi yedi senede inşa ettirdi. Kudüste büyük bir hükümet sarayı yaptırdı. Şark ve garb melikleri kendisine itaate geldiler. Kırk sene hem peygamberlik, hem padişahlık yaptı. Beni İsrailden Yahuda ve Bün

sulhperverlik

  • Barışseverlik.

sultan-ı adil / sultan-ı âdil

  • Her işini sınırsız bir adaletle ve yerli yerinde yapan Sultan; Allah.

summaki

  • Gayet sert, değerli ve parlak olan bir taş.

sümret

  • Esmerlik, karayağızlık.

şurub

  • Sulu ve şekerli ilaç.

şurup

  • Sulu ve şekerli içecek.

sütuh

  • Yorgun, bezgin. (Farsça)
  • Sıkıntılı, kederli. (Farsça)
  • Beceriksiz. (Farsça)

şuunat-ı askeriye / şuûnât-ı askeriye

  • Askerliğe ait işler, faaliyetler.

şuurdarane / şuurdârâne

  • Haberli ve iyice tanıyarak. Kendinden haberi olarak. Bilerek, bilir gibi. (Farsça)

taadül

  • Beraberlik, eşitlik.

tac

  • Hükümdarların başlarına giydikleri mücevherli ve kıymetli taşlarla süslü başlık.
  • Müslümanların, Peygamberimizin sünnetine uygun olarak veya onu temsilen başlarına sardıkları örtü; sarık, imame.
  • Gelinlerin başlarına koydukları cevahirli süslü başlık.
  • Kuşların başındaki
  • Hükümdarların başlarına giydikleri değerli taşlarla işlenmiş giyecek.

tafralık

  • Kendini olduğundan değerli gösterme, yüksekten atma.

tagşiş

  • (Gışş. dan) Karıştırmak saflığını gidermek. Değerli bir şeyi değeri olmayan şeylerle karıştırmak.
  • Aklı gidermek.
  • Hayran etmek.

tahaddi vakti / tahaddî vakti

  • Meydan okuma ve ihtiyaç vakti (inanmayanlara peygamberliğin ispatı, inananlar için imanın güçlendirilmesi vaktinde gösterilen mu'cizeler).

taht-ı silah / taht-ı silâh

  • Silâh altı, askerlik görevine alınma.

tahyib

  • (Haybet. den) Eli boş, kederli ve mahrum kılma.

tamam-ı kerem ve sehavet / tamam-ı kerem ve sehâvet

  • Tam bir ikramseverlik ve cömertlik.

tasdik-i nübüvvet

  • Peygamberliğin kabulü, tasdiki.

tatrim

  • Tamamlamak.
  • Ata tâlim ettirip hünerli ve iyi huylu yapmak.

teadül

  • (Çoğulu: Teâdülât) (Adl. den) Birbirine denk gelme. Eşitlik, denklik, beraberlik.

tebliğ-i risalet / tebliğ-i risâlet / تَبْلِيغِ رِسَالَتْ

  • Peygamberliğin tebliği, ilânı.
  • Peygamberlik yoluyla dinin ulaştırılması, bildirilmesi.

tedavül

  • Elden ele dolaşma.
  • Kullanma.
  • Sürüm.
  • Geçerlilik.

teessür

  • Kederli ve üzüntülü olarak içlenmek. Üzülmek.
  • Te'sir altında kalmak.
  • Kederlenmek.

tefsir-i şerif

  • Şerefli ve değerli tefsir.

tekafü' / tekâfü'

  • Beraberlik, eşitlik, müsâvilik.

televvün / تلون

  • Yanardönerlik. (Arapça)

telh-kam / telh-kâm

  • "Damağı acı": Kederli, dertli. (Farsça)

tenebbi

  • (Nübüvvet. den) Peygamberlik iddiasına kalkışma, peygamberlik dâvasında bulunma.

tenebbü'

  • (Nübüvvet. den) Peygamberlik iddiasına kalkışma.

teng

  • Dar, sıkıntılı, melul, kederli. (Farsça)
  • Kıtlık. (Farsça)

tengis

  • (Nags. dan) Hayatını tasalı, kederli kılmak.

terhis / ترخيص

  • İzin verme. (Arapça)
  • Askerlik süresi dolanı serbest bırakma. (Arapça)

terhisat-ı askeriye

  • Askerlikten terhis etmeler.

tertil

  • Muvafık ve yerli yerinde, güzel, uygun ve lâtif konuşmak.
  • Düşüne düşüne, yavaş yavaş, anlayarak okumak. Beyan eylemek ve âşikâr kılmak.
  • Kur'an-ı Kerim'i usul ve kaidesine göre, acele etmeksizin dura dura anlaya anlaya okumaktır. Kur'an-ı Kerim tertil üzere nâzil olmuştur.

tervic

  • Revaç vermek. Değerini arttırmak.
  • Müsait karşılamak. Kabul ettirip, geçerli kılmak.
  • Kabul ettirme, geçerli kılma.
  • Revaç verme, değerini artırma, geçerli kılma.

teşabüh / teşâbüh

  • Birbirine benzeme, benzerlik.

teşabüh-ü asar / teşabüh-ü âsâr

  • Eserlerin birbirine benzemesi; varlıklardaki benzerlik.

teselli / tesellî

  • Avunma. Kederli ve gamlı olan bir kimseyi söz ve nasihatle ferahlandırma.
  • Kederli ve gamlı olan bir kimseyi söz ve nasihatle rahatlatmak.

tesis-i ahkam-ı risalet / tesis-i ahkâm-ı risalet

  • Peygamberlik makâmının hükümlerinin tesisi, uygulamaya konulması.

teşvif

  • Tezyin etmek, süslemek.
  • Haberli olmak, anlamak, muttali olmak.
  • Bakmak, nazar etmek.

tinnü

  • Beraberlik, eşitlik.

tuhfe

  • Hediye, armağan, değerli şey.

tur-i sina / tûr-i sînâ

  • Tûr dağı. Allahü teâlânın Mûsâ aleyhisselâmı peygamberlikle müjdelediği ve sonra Tevrât'ı indirdiği, Kızıldeniz'in kuzeyinde, Asya ve Afrika kıtalarının arasındaki Sinâ yarımadasının güney kısmında yer alan dağ.

turan

  • Eski İranlılar tarafından Türkistan ve Tataristan taraflarına verilen isimdir. Turan, eskidenberi Türklerin oturduğu yerlere denirdi. "Türk" ile "Tur" kelimeleri arasındaki benzerlik de bu iki ismin bir asıldan ibaret olduğunu gösteriyor.

uhuvvetkarane / uhuvvetkârane

  • Kardeşçesine, kardeş gibi olarak. Birlik, beraberlik ve karşılıklı sevgi ile. (Farsça)

ulum-u mühimme / ulûm-u mühimme

  • Önemli ve değerli ilimler.

umur-u askeriye

  • Askerlik işleri.

üss

  • Esas, asıl. Kök, temel.
  • Askerlikte herhangi bir düşman hücumuna karşı esas dayanak olmak üzere önceden hazırlanmış yer.
  • Harb gemilerinin, noksanlıklarını tamamladıkları yer.
  • Mat: Bir sayının hangi kuvvete çıkarıldığını gösteren sayı.

üstad-ı aziz / üstad-ı azîz

  • Çok değerli Üstad.

usul-ü arabiye

  • Arapça gramerinde geçerli olan temel kurallar.

usulü'd-din allameleri / usûlü'd-din allâmeleri

  • Kelâm âlimleri, mütekellimler; Allah'ın zât ve sıfatlarından, peygamberlik, âhiret ve inançla ilgili diğer meselelerden İslâmî esaslar dâiresinde bahseden âlimler.

üsvet

  • Beraberlik.
  • Halka reis olmak.
  • Dert ortağı. Sâdık arkadaş. Manevî tabib.
  • Nümune ve örnek tutulacak olan insan.

vafi / vâfi / vâfî / وَاف۪ي

  • Yeterli.
  • Yeterli.

vahdet / وحدت

  • Teklik. (Arapça)
  • Birlik, beraberlik. (Arapça)

vahdet-i islam / vahdet-i islâm

  • İslâmın birliği, beraberliği.

vakıf-ı ahval / vâkıf-ı ahval

  • Durumdan haberli olan, işlere vâkıf bulunan.

varak-pare-i fazılane / varak-pâre-i fâzılâne

  • Sizin çok değerli yaprak parçanız, kağıt parçanız.

vatanperverlik

  • Vatanseverlik.

vazife-i nübüvvet

  • Peygamberlik vazifesi.

vazife-i risalet

  • Peygamberlik vazifesi.

vazife-i risalet ve davet / vazife-i risalet ve dâvet

  • Peygamberlik ve davet görevi.

veciz

  • Kısa, öz, derli toplu. Muhtasar olup mufassal olmayan.
  • Az sözle çok mâna ifâdesi.

vekaletname / vekâletnâme

  • Birisine vekillik verildiğini isbat eden ve ekseriya noterlikçe tanzim edilmiş bulunan yazılı kâğıt. (Farsça)

vekayi-i risalet-meabiye / vekâyi-i risalet-meâbiye

  • Resul-i Ekrem Efendimizin (a.s.m.) peygamberliğine ait olaylar, hadiseler.

veraset-i nübüvvet / verâset-i nübüvvet / وَرَاثَتِ نُبُوَّتْ

  • Peygamberliğin mîrâsına vâris olma (ilim ehli olma).

verese-i nübüvvet / وَرَثَۀِ نُبُوَّتْ

  • Peygamberliğin mîrâsına vâris olanlar (ilim ehli olanlar).

vez'

  • (Çoğulu: Evzâ) Hapsetmek.
  • Engel olmak, men'etmek.
  • Islah etmek, yerli yerince etmek, düzeltmek.
  • Topluluk, cemaat.

vezaif-i nübüvvet / vezâif-i nübüvvet

  • Peygamberlik görevleri.

viran

  • Yıkık, harap. (Farsça)
  • Mc: Kederli, üzgün, gamlı. (Farsça)

voyvoda

  • Reis, subaşı, ağa gibi çeşitli mânalara gelen bir tabirdir.Voyvodalık Osmanlılarda Milâdi onyedinci asırda başlamıştır. Eyalet valileri ve sancak mutasarrıfları uhdelerine tevcih olunan eyalet ve sancakların mülhak kazalarına halkın isteğiyle yerlilerin ileri gelenlerinden birini voyvoda tayin ederl

vücud-u kıymetdar

  • Değerli vücut, kıymetli varlık.

vücud-u muhterem

  • Saygıdeğer ve hürmete lâyık varlık; değerli şahsiyet.

vücud-u müteşabihat ve müşkilat / vücud-u müteşabihat ve müşkilât

  • Kur'ân'da müteşâbih ve müşkillerin bulunması (birbirleriyle benzerlik içinde birden fazla mânâya gelen ve anlaşılması zor olan kapalı ifadelerin bulunması).

vücud-u nübüvvet

  • Peygamberliğin varlığı.

vücum

  • Tiksinme, iğrenme.
  • Darılma, küsüp susma.
  • Göğüse vurma.
  • Kederli olma.

vüs'at / وسعت

  • Genişlik. (Arapça)
  • Kapasite. (Arapça)
  • Parasal yeterlik. (Arapça)
  • Genlik. (Arapça)

ya hakim / yâ hakîm

  • Ey herşeyi belirli maksat ve gayelere uygun olarak faydalı ve tam yerli yerinde yaratan, hikmet sahibi Allah.

yais

  • (Ye's. den) Ümitsiz, kederli, me'yus.

yaver-i ekrem / yâver-i ekrem

  • Çok değerli, yüksek rütbeli memur.

yaveri / yâverî

  • Yâverlik, yardımcılık. (Farsça)

yekzeban

  • Söz birliği. Ağız birliği. Sözde beraberlik.
  • Aynı dili konuşan. Bir dilde.

zahir hamiyetperverlik / zâhir hamiyetperverlik

  • Sözde hamiyetperverlik; sadece sözde kalan vatan ve milleti koruma sevigisi.

zarib

  • (Çoğulu: Zırâb) Bir ucu keskin yerli taş.
  • Küçük tepe.

zat-ı hakim / zât-ı hakîm

  • Herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Zât, Allah.

zat-ı peygamberi / zât-ı peygamberî

  • Peygamberlik görevini ifa eden zât; Hz. Peygamber efendimizin (a.s.m.) kendisi.

zer'

  • Ölçmek.
  • Kederli ve tasalı olmak.
  • Kalb.
  • El yaymak.
  • Kudret, kuvvet, tâkat.

zevat-ı kiram

  • Muhterem ve değerli zâtlar, büyük şahsiyetler.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın