REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te caş ifadesini içeren 512 kelime bulundu...

abbasi / abbasî

  • Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) amcası Hz. Abbas'ın neslinden gelen veya aynı sülâleden gelenlerin kurdukları devlete mensup olan.

abdullah ibn-i abbas

  • Ashab-ı Kiram'ın fakih ve müctehidlerindendir. Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) amcasının oğludur. Ashâb-ı Kirâm arasında mümtaz bir mevki'e hâizdir. Sahih-i Buhari'de mezkûr olduğu üzere Resul-i Ekrem (A.S.M.), Abdullah hakkında : "İlâhi onu dinde fakih kıl ve kitabını ona öğret!" diye dua buyurmuştu. Bu

abeket

  • (Çoğulu: Abekât) Tâne, az şey.
  • Tuluk içinde kalan yağ bakiyyesi.
  • Ekmek parçası.
  • Yılan başı dedikleri ufacık akça boncuk.

ada

  • Etrafı su ile çevrili kara parçası.
  • Etrafı yollarla çevrili arsa ve binalar takımı.

adavetkarane / adavetkârane / adâvetkârâne

  • Düşmancasına.
  • Düşmancasına.

ahaveyn

  • İki kardeş.
  • İslam âlimlerinden olan Urfalı Vaiz Mahmud Kâmil efendinin babası Mustafa Kâmil Efendi ve amcası Urfalı Mehmed Efendi.

ahmakane

  • Ahmakçasına, ahmak olana yakışır şekilde. (Farsça)

akıbetendişane / âkıbetendişane

  • Sonu için kaygılanırcasına.

akurane / akurâne / akûrâne / عقورانه

  • Kuduzcasına, kudurmuşcasına, saldırırcasına. (Farsça)
  • Kudurmuşçasına. (Arapça - Farsça)

aliyy-ül murtaza

  • Esedullah, Aliyy-ibni Ebi Talib, Ebutturâb, İmâm-ı Ali isimleri ile de anılır.Hz. Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) amcası Ebu Tâlib'in oğlu olup Hicretten yirmiüç yıl önce doğmuş ve Bi'setin ikinci günü daha on yaşında iken imân etmiş, hiç putlara tapmamıştır. Bunun için mübârek ismi söylendiğinde, Kerrema

amal-i ma'sumane / âmâl-i ma'sumâne

  • Masumcasına emeller, arzular.

ammilgaraib / ammilgarâib

  • Garipliklerin amcası.

ammizade-i nebevi / ammizâde-i nebevî

  • Peygamber Efendimizin (a.s.m.) amcasının oğlu.

armatür

  • Lât. Fiz: Kuvvet akımını toplu bir hale koymak için mıknatısın kutupları arasına yerleştirilen demir parçası.
  • Kondansatördeki iki iletken yüzeyden her biri.

arsa

  • (Çoğulu: Arasât) Bina yapılacak boş arazi parçası. Üzerindeki binası yıkılmış veya yapıya tahsis olunmuş yer.

asammane

  • Sağırcasına.

aseli / aselî

  • Bal gibi sarı renkte olan.
  • Yahudilerin ayırdedilmek için, omuzbaşlarına taktıkları sarı kumaş parçası.
  • Eskiden kullanılan bir kumaş çeşidi.

aşeme

  • Kuru ekmek parçası.
  • Büyük azı dişi.

ashame

  • Peygamberimizin zamanında Müslümanlığı kabul eden Habeş Necaşisinin ismi.

aşir

  • Onda bir. On kısma taksim edilen bir şeyin herbir parçası.
  • Kur'an-ı Kerimin on cüz'ünden herbiri veya on âyetlik bir parçası.
  • Dost, yardımcı, yardak.
  • Koca.
  • Kabile.
  • Kötülükte yardımcılık eden.
  • Sahip.
  • Toz.

aşk-ı kimyevi / aşk-ı kimyevî

  • Fıtrî meyil ve alâka. Kimyevî unsurlar arasında birbirlerine karşı olan cazibe ve birleşme meyelanları ki; birer İlâhi emir ve kanunlardır.Fransızcası: Affinite (afinite) dir.

aşüfte

  • Sevgiden kendinden geçen. Çıldırırcasına seven. (Farsça)
  • İffetsiz kadın. (Farsça)

ateş-pare

  • Ateş parçası. Ateş gibi. (Farsça)
  • Mc: Çok zeki, çok akıllı. (Farsça)
  • Durup dinlenmeyen. (Farsça)

ateşpare / âteşpâre

  • Ateş parçası.
  • Ateş parçası.

atom

  • yun. Maddenin bölünemez en küçük parçası manasında eski çağ felsefesinde kullanılan bir tâbir, günümüze kadar gelmiş ve ilmî tabir olarak kalmıştır. Atom, maddenin bölünmez bir parçası değil, kendisi de daha küçük parçalardan yaratılmış çok küçük bir âlemdir. Dünyada, kâinatta ve atom âleminde hep a

avrupaperest

  • Avrupayı taparcasına seven.

ayişne

  • (Ayişte) Casus, ajan. (Farsça)
  • Dalkavuk. (Farsça)

ayn

  • (Çoğulu: A'yan-A'yun-Uyûn) Göz.
  • Pınar, kaynak. Çeşme.
  • Tıpkısı, tâ kendisi.
  • Zât.
  • Eşyanın hakikatı.
  • Kavmin şereflisi.
  • Diz.
  • Altın.
  • Nazar değme.
  • Casus.
  • Her şeyin en iyisi.
  • Muayene etmek.

azebe

  • Kocası olmayan kadın.

azer / âzer

  • Ateş. (Farsça)
  • Şemsî senenin dokuzuncu ayı. Kasım. Her şemsî ayın dokuzuncu günü. (Farsça)
  • Mecusilere göre güneşe memur meleğin adı. (Farsça)
  • Hz. İbrahim'in (A.S.) babasının veya amcasının ismi. (Farsça)
  • İbrâhim aleyhisselâmın amcası ve üvey babası.

ba'z

  • Bir kısmı, bir parçası, bazısı.
  • Bir şeyin bir bölümü,bir parçası, bazısı.

bad'a

  • (Çoğulu: Bida') Et parçası.

bahtiyarane

  • Bahtiyarcasına, mutlucasına, mesut olana yakışacak şekilde. (Farsça)

balapervazane / bâlâpervazâne

  • Yüksekten uçarcasına.

bayzar

  • Sövme, sövüp sayma.
  • Rahmin başlangıcındaki et parçası.

behim

  • Düz siyah şey.
  • Alacasız hayvan.
  • Dik, pürüzsüz ses.

bendegane / bendegâne

  • Hizmetçi gibi. Bağlanmışçasına.

benika

  • (Çoğulu: Benâyık) Elbisenin koltukaltı parçası.

berzah

  • İki şey arasındaki mesafe, aralık.
  • Can sıkıcı.
  • İnce uzun kara parçası.
  • Dünya.
  • Ruhların kıyamete kadar bulunacakları yer.

bidakarane / bidâkârâne

  • Dinde olmayanı dine sokarcasına.

bive

  • Dul kadın, kocasız kadın. (Farsça)

bivegi / bivegî

  • Dulluk. Kocasız kadının hâli. (Farsça)

buk'a

  • Yer parçası, ülke.
  • Boş ve ıssız yer.
  • Sağlam ve büyük bina.
  • Benek leke.

bükse

  • Kiremit parçası.
  • Saksı.

buzra

  • Üst dudağın ortasından dışarı taşan et parçası.

cahil

  • Tecrübesiz. Bilgisiz. Genç. Toy.
  • Allah'ı unutmuş olan. Gafil. (Dünya ve kâinatta Allah'ın bunca eserleri sergilenip dururken bunların sanatkârını ve yaratıcısını tanımamak cahilliğin en akılsızcasıdır.)

caiz / câiz

  • Sakıncasız, doğru, geçerli.

çaşit

  • Casus.

casusi / câsûsî / جاسوسى

  • Casusluk, ajanlık. (Arapça - Farsça)

cebbarane / cebbârâne

  • Cebbarcasına. Cebbar olana yakışacak tarzda.
  • Cebbârcasına, zorbalıkla.

cellale

  • Necaset yiyen sığır.

cemre

  • (Çoğulu: Cimâr) Şiddetli karanlık.
  • Ateşli kömür parçası, kor.
  • İlkbaharda suya, yere, havaya düştüğü söylenen sıcaklık.
  • Hacıların Mina Vâdisinde şeytan taşlamaları.

cesaset

  • Tecessüs, casusluk. Merak.

cessas / cessâs

  • Casusluk eden.

cevasis / cevâsis

  • (Tekili: Casus) Casuslar. Gizli şeyleri araştıranlar. Gizlilikleri öğrenip bilenler.
  • Casuslar, ajanlar.

cevasis-i fünun / cevâsis-i fünun

  • Casus gibi davranan fenler; gizli şeyleri araştıran fenler.

cevher-i ferd / جَوْهَرِ فَرْدْ

  • Maddenin bölünemeyen en küçük parçası.

cez

  • Cezire, ada. Her tarafı su ile çevrilmiş olan kara parçası. (Farsça)

cezbekarane / cezbekârâne

  • Cezbeye tutulmuşçasına.

cezire

  • Ada. Dört tarafı su ile çevrilmiş toprak parçası. (Üç tarafı su ile çevrili kara parçasına yarımada denir.)

cezme

  • Kamçı.
  • Ağaç parçası.
  • İp parçası.

ciğerpare / ciğerpâre

  • Ciğer parçası, sevgili yavru.

cigerpare / cigerpâre / جگرپاره

  • Ciğer parçası. (Farsça)
  • Evlat. (Farsça)

cihanpesendane / cihanpesendâne

  • Dünyaya meydan okurcasına.

cilf

  • Boş küp.
  • Kırılmış, ufanmış köpek esfeli. Arı kovanı.
  • Kuru ekmek parçası. Kuru ekmek kenarı.
  • Yüzülüp karnı çıkmış ve başı ile ayağı kesilmiş koyun.
  • Her nesnenin parçası.
  • Hoyrat, kaba. Ayak takımından.

çirk

  • Kir, pas, pislik, murdarlık, necaset.
  • Yarada olan irin ve kan.

cüz

  • Kısım, parça. Bir şeyin bir parçası.
  • Kitab forması.
  • Küllün mukabili.
  • Kur'ân-ı Kerim'in otuzda bir parçası.
  • Kanaat. İktifâ eylemek.
  • Düğümü sağlam yapmak. Bir şeyi pekiştirip muhkem kılmak.
  • Kız evlâdı.

cüz-i layetecezza / cüz-i lâyetecezzâ

  • Bir daha bölünmeyen en küçük parça. En küçük cisim parçası. Tecezzisi kabil olmayan. Atom. Yani parçalansa, maddîlikten çıkıp kanun-u İlâhî ile bir nevi kuvvete inkılâb eder.

cüz-ü hakikat-ı imaniye

  • İman hakikatinin bir parçası, iman esaslarının biri.

cüz-ü layetecezza / cüz-ü lâyetecezzâ

  • Bir daha bölünemeyen en küçük parça, en küçük cisim parçası, atom.

cüz-ü tamm

  • Bütün. Bir şeyin, temel vasıflarının tamamını toplayan parçası. Parçalandığı vakit ana vasfını ve asliyetini kaybeden şey.

cüz-ün layetecezza / cüz-ün lâyetecezzâ

  • Maddenin yapı özelliğini taşıyan en küçük parçası, atom, zerre.

cüzeyre

  • Küçük ada, adacık. Etrafı su ile çevrili küçük kara parçası.

cüzve

  • (Cezve-Cizve) (Çoğulu: Cezey-Cizey) Kalın ağaç parçası.
  • Ateş közü.

dahis

  • Hayvanların tırnak diplerindeki et parçası. Dolama hastalığı.

demne

  • Fırın ve ocak bacası. (Farsça)

denaet-karane / denaet-kârâne

  • Alçakçasına, alçakça. (Farsça)

dendan-ı seadet / dendân-ı seâdet

  • Peygamber efendimizin Uhud muhârebesinde şehîd olan, kırılan mübârek dişinin bir parçası.

denes

  • (Çoğulu: Ednâs) Kir, pas, pislik, murdarlık, necaset.

derek

  • Urgan ucuna eklenip, kovanın kulpuna bağlanan ip parçası (urgan suya değmesin diye)
  • Kiriş uçlarında olan halka (yayın başlarına geçirirler.)

desisekarane / desisekârâne

  • Hilekârcasına. Desise ve hile edene yakışır surette. (Farsça)
  • Aldatırcasına, hile yaparak.

devr

  • Casus, hafiye. (Farsça)

dil

  • t. Lisan, zeban.
  • Ağızdaki tat alma duygusu ve konuşma uzvu.
  • İnsanların konuştukları lehçelerin her birisi. Lügat.
  • Muhtelif âlât ve edevâtın uzunca ve yassı, ekseriya oynak kısımları.
  • Coğ: Denizin içine uzanmış üstü düz mumluk, uzunca kara parçası.
  • Mc:

dilirane / dilirâne

  • Mertçesine, yiğitçesine, bahadırcasına. (Farsça)

dıram

  • Ateşin alevlenmesi.
  • Ateşin alevi.
  • Odun parçası, tahta parçası (tezcek ateş tutuşup alevlenir.)

düble

  • Beyaz helva parçası.
  • Büyük lokma.

dünyaperest / dünyâperest

  • Taparcasına dünyaya yönelen.

durendişane / dûrendişâne

  • İlerisi için kaygılanırcasına.

ebhas

  • Gözlerinin üstünde veya altında bir miktar yumruca et parçası olan kişi.

eblehane / eblehâne

  • Ahmakçasına.
  • Ahmakçasına. Eblehçesine. (Farsça)

ebu leheb

  • (Ebi Leheb) Asıl adı: Abduluzza'dır. Güneş gibi, âlemleri aydınlatan Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm'ın nurundan gözünü kapadı ve küfre hizmete çalıştı, iman etmedi. Peygamberimizin amcası idi. Karısı ve oğulları sırf düşmanlık için çalıştılar. Adı "Alev babası" mânasında olan "Ebu Leheb" kaldı

ebu talib

  • (...-619) Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) amcasıdır.

ebu türab / ebû türâb

  • Peygamber efendimizin amcasının oğlu, dâmâdı, Cennet'le müjdelenen on kişinin ve dört büyük halîfenin dördüncüsü, Allahü teâlânın arslanı hazret-i Ali'nin "Toprağın babası" mânâsına gelen lakabı.

ecemm

  • Mızraksız adam.
  • Boynuzsuz koyun.
  • Etli kemik.
  • Bacasız ev.

ekulane / ekulâne

  • Oburcasına. (Farsça)

elhasıl / elhâsıl

  • Hasılı, sözün özü, kelâmın lübbü, neticesi, kısası, kısacası. Hülasa-i kelâm, netice-i kelâm, filcümle.
  • Kısacası, özetle.

elkıssa / القصه

  • Kısacası, sonuç olarak. (Arapça)

elmas-pare

  • Elmas parçası.
  • Mc: Çok güzel.

enişe

  • Hafiye, gizli polis. (Farsça)
  • Casus. Gizli haberler öğrenerek veya sırları çözerek düşmanlara haber veren kimse. (Farsça)
  • Dalkavuk, yaltakçı. (Farsça)

erkan / erkân

  • Bir şeyin bir parçasını veya bütününü meydana getiren şeyler, esaslar. Rüknün çoğuludur.

esbab-perest

  • Sebeplere taparcasına değer veren.

esir / esîr / اَث۪يرْ

  • Maddenin en küçük parçası.

fa'alane / fa'alâne

  • Hiç durmazcasına çalışarak. Daima çalışır surette. (Farsça)

faheka

  • Vurulduğu yerden kan çıkartan kılıç ve neşter parçası.

fazalat

  • Necasetler, kazuratlar, murdarlıklar, pislikler.

felice / felîce

  • Kaftan ve bez parçası.

fena fiş-şeyh / fenâ fiş-şeyh

  • Tasavvuf ilminde talebenin velî olan hocasının arzû ve isteklerine tâbi olması, irâdesini isteğini onun eline bırakması. Ölü yıkayıcının elindeki meyyit (ölü) gibi olması. Ona hiç bir işinde muhâlefet etmemesi.

feşga

  • Pamuk parçası.

fesit / fesît

  • Tırnak kesintisi, tırnak parçası.

fidre

  • Et parçası.

fidye-i necat

  • Bir kimsenin esirlikten veya başına gelen bir belâdan kurtulmak için, kendisi veya kendi namına başkası tarafından mecburen verilen para vesaire hakkında kullanılan bir tabirdir. Tabirin karşılığı, can kurtarma akçası demektir.

fıkra / فقره

  • Yazı parçası.

filo

  • Birkaç savaş gemisinden mürekkep donanma parçası. Donanmanın bir kısım ve bölüğü.

firezdek

  • (Çoğulu: Ferâzık) Hamur yuvarlağı, hamur parçası.

fıskıye

  • Suyu muhtelif şekillerde yukarıya doğru fışkırtan ve ekseriya havuzların ortasında yapılan borunun üzerindeki aletin adıdır. Buna, Arapçası olan fevvare denildiği gibi, Türkçe olan fışkırak da denilir.

fitil

  • Eskiden ağırlık ölçüsü olarak kullanılan dirhemin kesirlerinden biri. Dirhemin dörtte birine: denk; dengin dörtte birine: Kırat; Kıratın dörtte birine: Fitil denilir.
  • Eski Fitilli tüfeklerin namlusundaki baruta ateş vermek için kullanılan kükürtlü ip veya kaytan parçası.
  • Topa

frenkmeşrebane / frenkmeşrebâne

  • Avrupa ahlâkını örnek alırcasına.

fütat

  • Parçalanmış ve dağılmış olan şey.
  • Her nesnenin ufağı, parçası.

gafilane / gafilâne

  • Umursamazca, duyarsızcasına.

gafletkarane / gafletkârâne

  • Umursamazca, duyarsızcasına.

gait

  • Necaset, neces, insan pisliği.
  • Çukur yer. Düz ve geniş yer.
  • İnsan pisliği, necaset,
  • Çukur yer, düz ve geniş yer.

gasıbane

  • Zorla alırcasına.

gazanferane / gazanferâne

  • Arslancasına, arslan gibi. (Farsça)

gıfare

  • Kat kat bulut.
  • Başa örtülen bez parçası.
  • Yama.

giran-guşane / giran-guşâne

  • Sağırcasına. (Farsça)

gudekane / gudekâne

  • Çocukçasına.

guh

  • Pislik, necâset. (Farsça)

güher-pare

  • Mücevher parçası. (Farsça)

gülgonce / گل غنجه

  • Gül goncası. (Farsça)

gülve

  • Fırın bacası. (Farsça)

habes

  • (Tekili: Habis) Kötüler. Alçaklar. Pisler.
  • Necaset denilen ve maddeten pis şeyler (Necis veya necaset-i hakikiye de denir.)

hacet-mendane / hâcet-mendâne

  • Muhtaçcasına, ihtiyaçlı olarak. (Farsça)

hadaka

  • Elmas.
  • Her görüp beğendiğini aldırmak için kocasına teklif eden kadın.

hades

  • Yeni olmak. Eskiden olmayıp sonradan görülmek.
  • Taze. Yiğit. Genç.
  • Fık: Abdest almayı icabettiren hal. Bazı ibadetlerin yapılmasına mâni olan ve necaset-i hükmiye sayılan hal.
  • Pislik.

hafiye / خَفِيَه

  • Saklı ve gizli şeyleri araştıran.
  • Casus.
  • Polis.
  • Gizli çalışan, casus.
  • Câsûs.

hafiyelik

  • Casusluk.

haifane

  • Korkakcasına, ödlekçesine.

haifen

  • Korkarak, korkakçasına.

hakıb

  • Karnı guruldayan kişi.
  • Necaseti şedit kişi.

hakikat-i kerimane / hakikat-i kerîmâne

  • İkram sahibi olana yakışırcasına olan gerçek ve doğru.

hakkalyakin / hakkalyakîn

  • Kendisi yaşamışcasına en yüksek seviyede bilme.

hamza

  • Abdulmuttalib'in oğlu olup, Resulüllah'ın (A.S.M.) amcasıdır. Önceleri, İslâm dinine karşı olanlarla beraberdi. Ebucehil'in İslâm düşmanlığını çok ileri götürmesi karşısında, imana girip Ebucehil ve din düşmanlarına karşı çıktı ve İslâm'a büyük hizmetleri oldu. Uhud Gazası'nda 57 yaşında iken şehid

hani'

  • Karısını boşamış koca veya kocasından boşanmış kadın.

harisane / harîsane

  • Hırslıcasına. Çok haris olarak. Hırslılara mahsus bir tavırla. (Farsça)

harita

  • yun. Yeryüzünün veya bir parçasının belli bir ölçüye göre küçültülerek muvafık bir yere çizilen taslağı.
  • Dağarcık, kulplu kese.

hasa'

  • Saman parçası.
  • Hurma kabı.

hasat / hasât

  • Küçük taş parçası. Çakıl.
  • Tıb: Sidik yolunda taş peyda olmak.

haşeb-pare

  • Tahta parçası. Yonga. (Farsça)

hasıl / hâsıl / حاصل

  • Ortaya çıkan, var olan. (Arapça)
  • Hâsılı: Kısacası, sonuç olarak. (Arapça)
  • Hasıl etmek: Meydana getirmek, ortaya çıkarmak. (Arapça)
  • Hâsıl olmak: Ortaya çıkmak, var olmak. (Arapça)

hasılı kelam / hâsılı kelâm

  • (Hâsıl-ı kelâm) Sözün kısacası, sözün kısası.

hasmane

  • Düşmancasına. Düşman gibi. Hasma mahsus halde. (Farsça)

hasudane / hasûdâne

  • Kıskanırcasına.

hasva'

  • Toprak parçası.

hatibane

  • Hatibcesine. Güzel ve akıcı söz söyleyenlere yakışırcasına. Nutuk atarcasına. (Farsça)

hazef-pare

  • Çanak çömlek parçası, kırığı. (Farsça)

hazef-rize / hazef-rîze

  • Çanak çömlek parçası. (Farsça)

hazırane / hâzırâne

  • Hazırcasına.

hebre

  • (Çoğulu: Heberât) Et parçası.

hedy

  • Cenab-ı Hakk'ın rızası için veya ihramda iken yapılması yasak olan herhangi bir fiili işlemekten dolayı kusurunu affettirmek ricasiyle, keffaret olarak Harem-i Şerif'e götürülen veya kendisi veya parası gönderilen kurban.

herşefe

  • Bez veya aba parçası. (Su az olduğu zamanda yerden onunla yağmur suyunu alıp bir kabın içine sıkarlar.)
  • Çok yaşamış, ihtiyar, kuru kadın.
  • Çok eski olan kova.

hevaperestane / hevâperestâne

  • Yasak arzuların peşinde koşarcasına.
  • Nefsin arzu ve isteklerinin peşinde olurcasına.

heyzüm-pare / heyzüm-pâre

  • Odun parçası. (Farsça)

hezeyanvari / hezeyanvârî

  • Saçmalarcasına.

hiba

  • Bahşiş.
  • Kadına kocasından kalan hisse.
  • Vergi.

hibbe

  • (Çoğulu: Hibeb) Yırtık ve eski kumaş parçası. Paçavra.

hilekarane / hilekârane

  • Hilekârcasına, hile yapanlar gibi. (Farsça)

himayetkarane / himayetkârâne

  • Korurcasına.

hınzıb

  • Kokmuş et parçası. Bir lâkap.

hırka

  • Bez parçası. Bezden mâmul elbise.
  • Tas: Mânen dünya zevk u safâsından çekilip kendini ibadete verenlerin elbisesine hırka-i tecrîd denir.

hıyre-serane

  • Alıkçasına, sersemcesine. (Farsça)

hızve

  • Kadının, kocası yanında hürmetli, izzetli ve mertebeli olması.

hizye

  • Uzun kesilmiş et parçası.

hoca-i dana / hoca-i dânâ

  • Âlimlerin hocası, çok büyük âlim kimse.

hoca-i kainat / hoca-i kâinat

  • Kâinatın hocası, efendisi.

hubüs

  • Necaset, çirkinlik.

hubze

  • Ekmek parçası. Bir parça ekmek.
  • Kül pidesi.

hücre

  • Odacık, göz.
  • Dokuların, organların en küçük parçası, hücre.

hucze

  • (Çoğulu: Hucez) Kuşak yeri.
  • Ateşli odun parçası.

hulasa-i kelam / hulâsa-i kelâm / خلاصهء كلام

  • Kısacası, sözün kısası.

hulle

  • Ağır, pahalı.
  • Belden aşağı ve belden yukarı olan iki parçadan ibâret olan elbise.
  • Cennet elbisesi.
  • Fık: Üç defa kocasının boşadığı bir kadının dördüncü defa eski kocasına nikâh düşebilmesi için başka birine nikâhlanması. Müslim bir erkek karısını üç talak ile boşarsa,

humre

  • (Çoğulu: Humur) Küçük seccade.
  • Namaz kılacak yer.
  • Küçük hasır parçası.
  • Güzelleşmek için kadınların yüzlerine sürdükleri şey.

hürriyet-i hayvani / hürriyet-i hayvanî

  • Hayvancasına serbestlik. Hayvanlara yakışan bir serbestiyet.

huşş

  • (Çoğulu: Huşuş) Hâcet mevzii; helâ, tuvâlet.
  • Necâset mahreci.

hüşyarane

  • Akıllıcasına. (Farsça)

ibik

  • Horozun başındaki kırmızımsı bir renkte uzanmış et parçası.

icazdarane / icâzdârâne

  • Az sözle çok mânâ anlatırcasına.

icazet alma / icâzet alma

  • Eski medrese usûlüne göre bir öğrencinin hocasından öğrendiği ilimler hakkında yeterlilik belgesi alması.

icazet vermek

  • Medrese usulüne göre okuttuğu dersi bitiren talebeye hocası tarafından izin verilmesi. Bu tasdikan verilen mühürlü kâğıda "icazetname", icazet vermiş olan müderrise de "muciz" denilirdi.

icazkarane / îcâzkârâne

  • Benzerini yapmakta insanı âciz bırakırcasına.

iddet

  • Bekleme müddeti.
  • Sayılmış. Madud.
  • Cemaat.
  • Hıfz.
  • Fık: Kocasından ayrılan kadının, başkası ile evlenebilmesi için, üç defa hayız görüp temiz oluncaya kadar geçen zaman. (Kocasından boşanırsa 100 gün, kocası ölürse 130 gün.)
  • Kocasının ölümüyle dul kalan veya talak (boşama) ve fesh (nikâhın bozulması) sebebiyle evlilik bağı çözülen kadının yeniden evlenebilmesi için beklemesi gereken zaman.
  • Bekleme süresi. İslâm hukukunda kocasından boşanan bir kadının 100 gün, kocası ölen bir kadının 130 gün bekleme müddeti. Bu müddet geçmeden başkasıyla evlenemez.
  • Kocası ölen kadının bekleme süresi.

iddet-i haml

  • Fık: Çocuk doğurmakla biten iddet. Kocası ölen veya boşanan gebe kadının, çocuğun doğmasını beklemesi demektir.

iddet-i vefat

  • Fık: Ölüm neticesinde icab eden iddet. Kocası ölen kadın hür ise 130 gün, cariye ise 65 gün iddet bekler.

ihtila'

  • (Kadın) Nikâhı bozdurma. Kadın mehrinden vazgeçip veya çok para vererek kocasından boşanması.

ihtilalkarane / ihtilâlkârâne

  • İhtilâl yaparcasına.

ıkyan

  • Halis iyi altın.
  • İnci parçası.

ilticakarane / ilticâkârâne

  • Sığınırcasına.

iltizamkarane / iltizamkârâne

  • Taraf tutarcasına.

insaniyetkarane / insaniyetkârâne

  • İnsanlığa yakışırcasına, insanca.

intibahkarane / intibâhkârâne

  • Uyanmışçasına.

intikamkarane / intikamkârâne

  • İntikam alırcasına.

işe

  • Orman, sık ağaçlık. (Farsça)
  • Câsus, hafiye. (Farsça)

istiğrabkarane / istiğrâbkârâne

  • Yadırgarcasına.

istilakarane / istilâkârâne

  • Kaplarcasına.

istinca / istincâ

  • Önden ve arkadan necâset çıkınca bu yerleri yıkamak, temizlemek.

istira'

  • İki tâne odun parçasını birbirine sürte sürte tutuşturma.
  • Çakmak taşında ateş çıkartma.

istirhamkar / istirhamkâr / استرحامكار

  • Yalvarırcasına. (Arapça - Farsça)

isyankarane / isyânkârâne

  • Başkaldırırcasına.

itminankarane / itminânkârâne

  • Tatmin olurcasına.

ittihamkarane / ittihamkârâne

  • Suçlarcasına.

ittisafkarane / ittisâfkârâne

  • Sıfatlanırcasına.

izar / izâr

  • Kefenin baştan ayağa kadar olan ve genişliği bir metreyi bulan parçası.

iztiba / iztibâ

  • Hac ve ömre ibâdetlerinde erkeklerin giydikleri dikişsiz iki parçadan meydana gelen ihramın üst parçasının bir ucunu sağ koltuk altına alıp diğer ucunu sol omuz üzerine atmak.

kabes

  • Ateş parçası.
  • Ateş şulesi.
  • Öğretmek.
  • Öğrenmek.

kahharane

  • Kahharcasına. Kahredercesine.

kalb

  • Gönül. Yürek denilen, et parçasına yerleştirilmiş nûrânî ve mânevî kuvvet.
  • Tasavvuf yolunda birinci mertebe.

kalb-i hakiki / kalb-i hakîkî

  • Yürek denilen et parçasında bulunan mânevî kuvvet.

kalem

  • (Çoğulu: Aklâm) Kamış. Yazı için ucu inceltilen bir nevi ince ve sert kamış.
  • Yazı yazmak için kullanılan her türlü âlet.
  • İfâde. Üslub.
  • Mâden, taş ve tahta üzerinde oymak için ucu sivri çelik âlet.
  • İnce boya, fırçası.
  • Yazı enva'ı.
  • Resim. Nakış.<

kalusane / kâlusane

  • Akılsızcasına, ahmakçasına. (Farsça)

kasırat-üt tarf

  • Kocasından başkasına aslâ bakmayan. (Cennet kadınlarının bir vasfı) Huriler.

kassam

  • Hayrı çok olan kimse.
  • Yorulmuş, kendini bırakmış, mahzun kişi.
  • Büyük hurma salkımı.
  • Büyük et parçası.

katile

  • Su silmede kullanılan bez parçası.

kayd

  • Bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi her bir parçası.

kazaa

  • Bulut parçası.

kazaret

  • Murdarlık, necâset, pislik, pis olma hâli.

ke'enlemyekün / كأن لم یكن

  • Olmamışçasına, yok sayarak. (Arapça)

kefen-i farz

  • Erkek veya kadının vefât ettiğinde sarılarak örtüldüğü bezlerden bir parçası. Buna kefen-i zarûret (lâzım olan kefen) de denir.

kefen-i sünnet

  • Vefât eden erkek için üç, kadın için beş parça olan bez parçası.

kenud

  • Çok küfran-ı nimet eden kimse. Çok levm ve küfreden cahud.
  • Birşey yetiştirilemiyen verimsiz arazi.
  • Kocasının hukukuna ve iyiliklerine küfran eden nankör kadın.
  • Yemeğini misafirden sakınarak yalnızca yiyen cimri.
  • Kölesini, uşağını çok döven kimse.

keşf-i raz / keşf-i râz

  • Gizli bir şeyi meydana çıkarmak, açıklamak. (Farsça)
  • Sır toplamak, casusluk etmek. (Farsça)

keşiş

  • Papaz. Manastır rahibi. (Arabçası: Kıssis) (Farsça)

kindarane

  • Kinci olarak, kindarcasına. (Farsça)

kinnar

  • Bez ve keten parçası.

kırta'be

  • Bez parçası.

kışbar

  • Ağaç parçası.

kısde

  • (Çoğulu: Kusad) Bir şey kırıldığında herbir parçası.

kısm

  • Parçalara ayrılmış şeyin her parçası, çeşit.

kısme

  • Kırık parçası.
  • Misvak parçası.

kisre

  • (Çoğulu: Kiser) Ekmek parçası.
  • Parçalanmış olan şeyin bir parçası.

kıst

  • Pay. Hisse. Nasib. Kısım. Mizan. Rızık. Kısım kısım verilen bir hediyenin, borcun her defada verilen bir parçası. Tartı ve ölçüde doğruluk. Adalet etmek.

kıt'a

  • (Çoğulu: Kıtat) Dünyanın kara parçalarından her biri.
  • Memleket. Ülke.
  • Mat: Bir dairenin bir yayı ile onun çapı arasındaki kısım.
  • Tıb: Kesik organın vücudda kalan parçası.
  • Ask: Çok kalabalık olmayan askerî kuvvet.
  • Edb: En az iki beyitten yapılmış manzum
  • Kara parçası.
  • En az iki beyitten meydana gelmiş olan nazım parçası.

kıta / kıtâ

  • Kara parçası, şiir parçası.

kıtfir

  • Zeliha'nın kocası olan Mısır azizinin ismi.

kiyfe

  • Bez parçası.

kizyun

  • Toprak parçası.

kor

  • t. Her tarafı iyice yanıp içine kadar ateş hâline gelmiş kömür veya odun parçası.
  • Askeriyede kolordu.

koy

  • Küçük körfez. Karanın içine girmiş, rüzgârdan saklı deniz parçası. Deniz koyuna benzer, çevresi mahfuz yer. Köşe, bucak.

kuhpare

  • Kuvvetli at. (Farsça)
  • Dağ parçası. (Farsça)

kundak

  • Bebek sargısı, yangın çıkaran ateş parçası.

kürre

  • Deve ve koyun terslerinin parçası.

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

kutr

  • Taraf. Canib.
  • Nahiye. Mahal. Arzın veya semânın bir ciheti.
  • Çap.
  • Bölük. Bölge.
  • Geo: Dairenin merkezinden geçip onu iki müsavi kısma bölen doğru parçası, çap.

kuza'

  • Hırka parçası.

lahiyane / lâhiyâne

  • Eğlenircesine, oynarcasına.

lahiyane ta'zib

  • Oyun olsun diye zahmet vermek. Oynarcasına azab vermek. (Farsça)

lahme

  • Et parçası.

laht

  • Bir şeyin parçası, cüz'ü. (Farsça)

laşe

  • Cife. Kokmuş et parçası.
  • Fık: Karada yaşayıp boğazlanmaksızın ölen veya şer-i şerife uygun olmayan şekilde kesilen kanlı hayvan ve bunların tabaklanmamış (dibagat edilmemiş) derileri.
  • Yenilmesi şer'an haram olan ölmüş hayvan.
  • Zayıf ve cılız hayvan.
  • Mc: Kıyıda

lebeke

  • Şerit parçası.

ledünn

  • (İlm-i ledünn) Garib bir ilim ismidir. Ona vakıf olan, mesturat ve hafâyayı, gizlilikleri münkeşif bir halde göreceği gibi, esrar-ı İlâhiyyeye de ıttıla' kesbeder. Bu ilm-i şerifin hocası ve sultanı Fahr-i Kâinat Aleyhi Ekmelüttahiyyât vessalâvât Efendimiz Hz. leridir. Bu ilmin ehli ise, Enbiyâ-ı iz

lefüt

  • Evvelki kocasından çocuğu olan ve daima çocuğuna iltifat eden evli kadın.

leht

  • Bir bütünün cüz'ü. Bir şeyin parçası. (Farsça)

lengane / lengâne

  • Topalcasına. Topallıyarak. (Farsça)

lezzet-i şeytaniye / لَذَّتِ شَيْطَانِيَه

  • Şeytancasına bir lezzet.

lifafe / lifâfe

  • Kefenin bir parçası.

ma'sumane / ma'sumâne

  • Günahsızcasına, suçsuz olarak.

ma'tuhane

  • Bunakçasına, bunamışçasına.

maddeperest

  • Maddeye taparcasına düşkün olan.

mağlata-i şeytaniye / mağlâta-i şeytaniye

  • Şeytanın aldatmacası.

magrurane

  • Gururlanarak. Kendini beğenircesine. Kibirlenerek. Güvenilmesi boş olan şeye güvenip kendini aldatırcasına. (Farsça)

magşiyane

  • Bayılmış gibi, baygıncasına. (Farsça)

mahmumane

  • Sayıklarcasına, sayıklıyarak. (Farsça)
  • Ateşler içinde, ateşli olarak. (Farsça)

mahmurane

  • Baygın bir şekilde. Mahmurcasına. (Farsça)

mahpare / mâhpâre / ماه پاره

  • Pek güzel kimse. (Farsça)
  • Ay parçası. (Farsça)
  • Ay parçası. (Farsça)
  • Çok güzel. (Farsça)

mahrumane

  • Mahrumcasına. Bahtsız ve nasipsizcesine.

mahule

  • Kocası ölmüş kadın.

manşet

  • Bir gazetede ilk sayfanın en üst kısmındaki büyük puntolu başlık. (Fransızca)
  • Bir gömleğin kol kısmına geçirilen ve elbisenin kolundan dışarı çıkan kumaş parçası. (Fransızca)

mecelle

  • Mecmua. Fikir topluluğu. Risale. Kitab. Hikmetli sahife.
  • Fıkıh kitabının muâmelât kısmının toplu bir parcası.
  • İslâm Hukukuna dâir bir mecmua.

meczubane / meczûbane

  • Cezbeye kapılmışcasına.

meftihane / meftihâne

  • Yeni bir kitaba veya yeni bir derse başlarken, talebelere hocası tarafından verilen başlama ziyafeti.

meftuhane

  • Başlangıç için verilen ziyâfet. Bir kitabı okumaya veya yeni bir derse başlarken, talebelere hocası tarafından verilen başlama ziyafeti. (Farsça)

meftunane

  • Meftuncasına, kendinden geçmiş olarak, tutkuncasına. Şaşarak, hayrancasına.

mehpare / مه پاره

  • Ay parçası. (Farsça)
  • Çok güzel kimse. (Farsça)
  • Ay parçası. (Farsça)
  • Güzel yüzlü. (Farsça)

merze

  • Hamur parçası.

meş'umane / meş'umâne

  • Kötü bir şekilde. Bedbahtcasına. (Farsça)

mesfiyy

  • Üç kez karısı ölmüş adam. (Üç kez kocası ölmüş kadına "mesfiye" derler.)

mesiha

  • (Çoğulu: Mesâyih) Gümüş parçası.
  • İyi ve yeni yay.

mestane

  • Sarhoşcasına. Sarhoş bir kimseye yakışır surette.

meşumane / meşûmâne

  • Uğursuzcasına.

metruke

  • (Terk. den) (Erkekten) boşanmış.
  • Kocası tarafından bırakılmış kadın.

mezbuhane

  • Boğazlanırcasına, boğazlanan bir hayvan gibi.

mıkbes

  • (Çoğulu: Mekâbis) Ateş parçası.

mimha

  • Meni silmeye mahsus bez parçası.

mindil

  • (Çoğulu: Menâdil) Peşkir. Mendil. Bez parçası.

misvak

  • Kullanılması pek çok faydalı olan ve Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ehemmiyetle tavsiye ettiği, diş fırçası vazifesini de gören, hoş kokulu ve meyvesiz bir ağacın dallarından kesilip kullanılan parça.

molekül

  • Kim: Vasıflarını kaybetmemek şartıyla ayrılabilen herhangi bir maddenin en küçük cüz'ü, parçası. (Fransızca)

mu'tezile

  • Hicrî ikinci asırda Vâsıl bin Atâ tarafından kurulan ve aklı, nakilden yâni dînî delillerden önde tutan bozuk fırka. "Büyük günâh işleyen kimse ne kâfirdir, ne de mü'mindir, iki menzile (yer) arasında bir menzilededir (yerdedir)" diyen Vâsıl bin Atâ, hocası Hasen-ül-Basrî'nin ders halkasından ayrıld

mualleka

  • (Çoğulu: Muallekat) Askılar. Henüz karar verilmemiş olanlar.
  • Kocası kaybolan kadın.
  • İslâmiyet'ten evvel Arabların meşhur edib ve şâirlerinin Kâbe duvarına astıkları yazılar ve şiirler.

muavenetkarane / muâvenetkârâne

  • Yardımcı olurcasına.

mübalağacuyane / mübalağacuyâne / mübâlağacûyâne

  • Haddini aşar dercede izah edercesine. Mübâlağa yaparcasına. (Farsça)
  • Mübâlağa arayan. (Farsça)
  • Abartırcasına.

mübalağakarane / mübâlağakârâne

  • Abartırcasına.

mübarezekarane / mübarezekârâne

  • Karşı koyarcasına.

mücasere

  • (Bak: MÜCASERET)

mucizane / mûcizane

  • Aciz bırakırcasına.

müctenibane / müctenibâne

  • Kaçınırcasına, sakınırcasına.

müdara

  • Dost gibi görünme. Yüze gülme.
  • Başkalarının fikirlerine uyarcasına hareket etmek.
  • Sulh ve salâh üzere bulunmak. (Meşru bir surette ve iyi bir netice için yapılan müdârâ memduhtur. Fena bir netice için ise, kötüdür; İslâmlığa yakışmaz, İslâm onu men'eder.)

mudga

  • Et parçası, bir çiğnem et.
  • Et parçası; embriyo; döllenmiş hücrenin, bütün organlar oluşuncaya kadar geçirdiği dönem.
  • Et parçası.

muhakkikane / muhakkikâne

  • Araştırırcasına.

muhakkirane / muhakkirâne

  • Tahkir edercesine. Hakarette bulunurcasına. (Farsça)

muhalaa / muhâlaa

  • Kadının mal karşılığı kocasına kendini boşattırması.

muhalefetkarane / muhâlefetkârâne

  • Zıt ve aykırı davranırcasına.

muharrisane / muharrisâne

  • Hırslandırırcasına. (Farsça)

muhatabane / muhatabâne

  • Doğrudan kendisine hitap olunurcasına.

muhayyibane / muhayyibâne

  • Mahrum ve yoksun bırakırcasına. (Farsça)

mühmelane / mühmelâne

  • Önem ve ehemmiyet vermeksizin, başdan savarcasına. (Farsça)

muhtazırane

  • Can çekişiyormuşcasına.

muhteli'

  • Kocasından boşanan kadın. İhtilâ eden kadın.

muhtelisane / muhtelisâne

  • Çalarcasına. Çalıp çırparcasına. (Farsça)

mukaddirane / mukaddirâne

  • Takdir edercesine, kıymetini bilircesine, kıymetine göre sıralarcasına. Mukaddire yakışır hâlde. (Farsça)

mukallidane / mukallidâne

  • Benzetmeğe, taklide özenircesine. Taklid edercesine. Benzemeğe çalışırcasına. (Farsça)

muktir

  • Dar hâlli, durumu sıkıntılı.
  • Kocasını nafaka bakımından sıkıştıran kadın.

mülhemane

  • İlham alarak, ilham olunurcasına.

mültekımane

  • Yutarcasına. (Farsça)

mülzimane

  • Sözde susturmağa zorlıyarak. Sustururcasına.

mümaşat

  • Birlikte hoş geçinmek.
  • Bir maslahat yolunu takib etmek.
  • Meslek işlerinde tesviye, tervic ve idare etmek.
  • Karışmamak.
  • Başkalarının zarar vermeyen fikirlerine uyarcasına hareket etmek ve sulh u salâh üzere durmak. Uygunluk.

müntakimane / müntakimâne

  • Cezalandırırcasına, öç alırcasına. (Farsça)

müraiyane / müraiyâne

  • İki yüzlülüğe yakışır surette, münafıkçasına. (Farsça)

mürehhibane / mürehhibâne

  • Korkuturcasına. (Farsça)

mürtedane

  • Dinden çıkarcasına.

musahhariyet

  • Emir altındaymışcasına.

musalahakarane / musâlâhakârâne

  • Barışarak, barışırcasına.

müsebbihane

  • Tesbih ederek, Allahı anarcasına.

müskitane / müskitâne

  • Sustururcasına. Susturma suretiyle. (Farsça)

müstebidane / müstebîdane

  • Diktatör gibi, baskı yaparcasına.

müsteshilane / müsteshilâne

  • Kolay sayarcasına. (Farsça)

müsteskal

  • (Sıklet. den) İstiskal edilen. Soğuk muamelede bulunulan. Kendisine kovarcasına muamele yapılan.

müsteskıl

  • (Sıklet. den) İstiskal eden. Birine karşı kovarcasına muamelede bulunan.

mutaassıbane

  • Kendi tarafını aşırı tutarcasına.

müteaccibane

  • Şaşıp kalırcasına.

mütecasir

  • (Çoğulu: Mütecasirîn) (Cesaret. den.) Küstah, cür'et gösteren, tecasür eden.

mütecasirane / mütecasirâne

  • Cür'et göstererek, küstahçasına. (Farsça)

mütecasirin / mütecasirîn

  • (Tekili: Mütecasir) Cür'et edenler, cesaretlenenler, küstahlar.

mütecavizane / mütecâvizane

  • Tecavüz edercesine, saldırırcasına.

mütecenninane / mütecenninâne

  • Çıldırmışcasına, delicesine, mecnuncasına, delirerek. (Farsça)

mütecessis

  • Meraklı, gizli şeyleri öğrenmeğe çalışan.
  • Casusluk eden, yoklayıp haber eriştiren.

mütedafiane / mütedafiâne

  • Düşmanı defedercesine. İtişir kakışırcasına. (Farsça)

mütedelliyane

  • Nazlanırcasına. (Farsça)

mütegabiyane

  • Ahmakçasına, eblehçesine. (Farsça)

mütegallibane / mütegallibâne

  • Zorbacasına, zâlimlere yakışır surette. (Farsça)

mütegayyirane / mütegayyirâne

  • Değişmiş olarak. Bozulmuşcasına. (Farsça)

mütehafitane / mütehafitâne

  • Birşeye istekle saldırırcasına. (Farsça)

mütehamikane

  • Ahmakçasına, eblehçesine. (Farsça)

mütehammik

  • (Humk. dan) Ahmak gibi konuşan veya ahmakçasına hareketlerde bulunan. Ahmaklaşan.

mütehaşiyane / mütehaşiyâne

  • Çekingenlikle, sakınganlıkla, kaçınırcasına. (Farsça)

mütehavvifane / mütehavvifâne

  • Korkarak, havfederek, korkarcasına. (Farsça)

mütekerrihane / mütekerrihâne

  • Tiksinircesine. Surat asarcasına. (Farsça)

mütemayilane / mütemayilâne

  • Mütemayil olarak. Temayül ederek. Taraftarcasına. (Farsça)

mütemellık

  • (Melık. dan) Alçakçasına yalvaran, yaltaklanan.

mütemellıkane

  • Yaltaklanarak. Alçakcasına yalvararak. (Farsça)

müteşacirane / müteşacirâne

  • Birbirlerine sopayla vururcasına. (Farsça)

mütesanidane / mütesânidane

  • Dayanırcasına.

mütevehhimane / mütevehhimâne

  • Vehimlenircesine, evhamlanırcasına. (Farsça)

mütezellilane / mütezellilâne

  • Zelil olarak, alçaklara yakışır surette, alçakçasına. Kendi hiçliğini bilir surette, kusur ve aczini anlamakla. (Farsça)

mutezirane / mutezirâne

  • Özür dileyerek. Kusurunu kabul edip yalvarırcasına. (Farsça)

müz'a

  • Bir miktar et parçası.
  • Bardağın dibinde kalan su artığı.

müzeyyel

  • (Zeyl. den) Zeyli, ilâvesi olan.
  • Altına cevabı yazılıp geri gönderilen tezkere.
  • Eklentisi olan. Ekleme parçası olan.

müzga

  • Et parçası.

müzne

  • Yağmurlu bulut.
  • Beyaz bulut parçası.

na-kesane / na-kesâne

  • Alçakçasına. (Farsça)
  • Cimrilik ve tamahkârlıkla. (Farsça)

na-merdane / nâ-merdâne

  • Namerdcesine, alçakçasına. (Farsça)

nahur / nâhûr

  • İbrâhim aleyhisselâmın amcası ve üvey babası olan Âzer'in asıl ismi.

nahza

  • Et parçası.

naimane / naimâne

  • Uyur gibi, uyuklayarak, uyurcasına. (Farsça)

namusşikenane / nâmusşikenâne

  • Namusu kırarcasına.

nanpare

  • Ekmek parçası. Bir lokma ekmek. (Farsça)
  • Geçime yarayan iş. (Farsça)

naşize / nâşize

  • Kocasının hanesinden, izni olmaksızın çıkıp kendisini kocasından haksız yere men'eden kadın. Bu çıkış hakikaten olabileceği gibi, hükmen de olabilir.
  • Kabarmış, şişmiş.
  • Kocasının izni olmaksızın evinden kaçan ve kendisini beyinden haksız yere men eden kadın.
  • Kocasına üstünlük taslayan kadın.

nebre

  • Demir parçası.

necaset / necâset

  • Aslı îtibâriyle veya sonradan meydana gelen bir sebeble pis olan şeyler. Namaza mâni olup olmama yönünden; hafif necâset ve kaba necâset, görülüp görülmeme yönünden; mer'î (görülen) ve gayr-i mer'î (görülmeyen) ve akıcı olup olmama yönünden; mâî (akı cı) ve câmid (katı) olmak üzere kısımlara ayrılır

necaset-i galiza

  • Pisliği hakkında şer'î bir delil mevcut olup hilâfına başka bir delil bulunmayan necasettir. ( Lâşe gibi)

necaset-i kalile

  • Katı şeylerden ise miskalden; sıvı ise el ayası sahasından geniş olan necaset, namaza mânidir. Bu miktardan fazlası necaset-i galizadır.

neces

  • Murdarlık, pislik, necâset.

necis

  • Pis, necasetli, murdar.
  • Şifa bulmaz dert.

nedametkarane / nedâmetkârâne

  • Pişman olurcasına.

nefis-perest

  • Şeriat kanunlarına aykırı olarak, ahlâk kaidesini tanımadan nefsinin isteklerine uyan. Nefsine taparcasına düşkün olan.

nemed-pare / nemed-pâre

  • Keçe parçası. (Farsça)

neypare

  • Kamış parçası. (Farsça)

nicaşi / nicâşi

  • (Bak: NECAŞİ)

nidre

  • Et parçası.

nigal / nigâl

  • Ateşli kömür parçası. (Farsça)

nikal / nikâl

  • Ateşli kömür parçası. (Farsça)

nitak-ı ka'be-i ulya / nitâk-ı ka'be-i ulyâ

  • Yüce Kâbe'nin örtüsü (Burada Kâbe örtüsü nutaka benzetilmiştir. Nutak ise, hanımların vücudun ortasına gelecek şekilde taktıkları ikiye bölünmüş bir elbise veya elbisenin bir parçasıdır ve yere kadar serbestçe sarkıtılır.).

nübele

  • (Çoğulu: Nübel) İstincâ taşı.
  • Kesek parçası.

nüfase

  • Diş arasında kalan yemek parçası.

nukbe

  • (Çoğulu: Nukab) Yol.
  • Yırtık, delik.
  • Paçasız don.
  • Levn, renk.
  • Pas.

nüşuz / nüşûz

  • Kocasına kötü muamelede bulunma, geçimsizlik.
  • Kadının kocasına kafa tutup isyan edici bir durum almasıdır. Güya kendisini yüksek sayıp itaatını kaldırmış olur.
  • Kadının kocasına itaat etmemesi.

nüşuze

  • Kadının, kocasından nefret edip kaçması.
  • Fık: Kocasına karşı üstünlük iddia eden kadın.

organ

  • t. Uzuv. Canlılarda belli bir vazifeyi yapmak için bir arada yaratılmış nesiclerin teşkil ettiği vücud parçası. (El, ayak, baş, göz.. gibi)
  • Bir fikre, bir gayeye hizmet için çalışan.
  • Âlet.

orhan gazi

  • (Mi: 1288 - 1359) Osmanlı Devletinin kurucusu olan Babası Osman Gazi vefat edince (1326) Onun yerine tahta geçti. Onu yetiştiren, Hocası Şeyh Edebâli idi. Genç yaşta gazi akıncılar arasına karıştı, çok cesur ve atılgandı. Akıncı Gaziler onun oğlu Süleyman Paşa kumandasında Rumeli'ye geçtiler. Türbes

pare

  • Cüz, parça. Kesinti. (Farsça)
  • Para. Kuruşun kırkta biri. (Farsça)
  • Kur'an-ı Kerim'in otuz kısmından bir kısmı, bir cüz'ü. (Farsça)
  • Sayı, bölük. (Farsça)
  • "Parça" mânâsına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Meh-pâre : Ay parçası. (Farsça)
  • Güzel. Yek-pâre : Tek parça, bir parça. (Farsça)

parsel

  • Bir maksatla ayrılarak sınırlandırılmış arazi parçası. (Fransızca)

perde

  • Kapı, pencere gibi yerlere asılan veya iki yeri birbirinden ayıran, görünmeğe mâni olan şey. (Farsça)
  • Mc: Irz, namus, iffet. (Farsça)
  • Bir müzik parçasını meydana getiren seslerden herbirinin kalınlık veya incelik derecesi. (Farsça)
  • Bir sahne eserinin büyük bölümlerinden her biri. (Farsça)
  • Ekran, (Farsça)

perde-birunane / perde-bîrûnâne

  • Edepsizce, edep ve haya perdesini yırtarcasına.

perdebirunane / perdebirunâne / perdebirûnâne

  • Sıkılmadan, utanmazcasına. Perdeyi kaldırırcasına. Edebsizce. (Farsça)
  • Edep perdesini yırtarcasına, hayasızca.

perest

  • (Çoğulu: Perestân) Tapan, tapınan, taparcasına seven. (Farsça)
  • Taparcasına düşkün.

perestan

  • (Tekili: Perest) Tapanlar, tapınanlar, taparcasına sevenler. (Farsça)

perestide / perestîde / پرستيده

  • Tapınılan. (Farsça)
  • Taparcasına sevilen, sevgili. (Farsça)

perestiş / پرستش

  • Tapınma. (Farsça)
  • Taparcasına sevme. (Farsça)

perestişkar / perestişkâr / پرستشكار

  • Tapan. (Farsça)
  • Taparcasına seven. (Farsça)

perestişkarane / perestişkârâne / پرستشكارانه

  • Taparcasına.
  • Taparcasına.
  • Taparcasına. (Farsça)

racihane / râcihane

  • Üstün olurcasına.

rakk

  • Kitap, sahife.
  • Kâğıt yerine kullanılan ince deri parçası.
  • Tomar.
  • Yama.

rekabetkarane / rekabetkârâne

  • Yarışırcasına.

ribze

  • Deveye katran sürmede kullanılan yün parçası.

ric'i / ric'î

  • Geri dönmeye ait ve mensub.
  • Üç talakla boşanmamış kadın. Tekrar kocasına dönmesi mümkün olan. Buna talak-ı ric'î denir.

ricakar / ricakâr / رجاكار

  • Ricası, yalvarırcasına. (Arapça - Farsça)

riyakarane / riyâkârâne

  • Gösteriş yaparcasına.

rızam

  • Büyük kaya parçası.

rü'be

  • (Çoğulu: Rüâb) Ağaç parçası.

ruk'a

  • (Çoğulu: Rıka'-Ruka') Kısa mektub.
  • Üzerine yazı yazılan kâğıt veya deri parçası.
  • Dilekçe.
  • Yama.

rükn

  • Bir şeyin bir parçasını veya bütününü meydana getiren şey.
  • Namazın içindeki farz.
  • Kâbe'nin dört köşesinden her birine verilen isim.

rümme

  • (Çoğulu: Rumem-Rumam) Eskimiş urgan parçası.

safvan

  • (Safvâ) Yumuşak, düz ve kaygan taş veya kaya parçası.
  • Çok soğuk ve açık olan gün.

sahabetkarane / sahâbetkârâne

  • Sahip çıkarcasına, korurcasına.

şahm-pare / şahm-pâre

  • İç yağın bir parçası. Bir kısım iç yağı. (Farsça)
  • Yağ parçası.

şahmpare / şahmpâre

  • İçyağı parçası.

said bin zeyd

  • Hz. Ömer'in (R.A.) amcasının oğluydu. Aşere-i Mübeşşere'den ve Ashabın ileri gelenlerindendi. Vazifeli olarak Habeşistan'a hicret edenlerdendi. Şam'ın fethine ve bir çok mühim muharebelere iştirak etti. Hicri 51 yılında vefat etti.

şakife

  • (Çoğulu: Şukuf) Su dökülmemiş saksı parçası.

san'atperverane

  • San'atkârcasına, san'atkârlığına çok kıymet vererek. (Farsça)

sarıkane / sârıkane

  • Hırsız gibi, hırsızcasına. (Farsça)
  • Hırsızcasına.

sebibe

  • (Çoğulu: Sebâib) Atın alın kılı, yele ve kuyruğu.
  • İnce keten bezi parçası.

sebih

  • Kuş yeleğinin kopup düşeni.
  • Pamuk ve yün atıldıktan sonra dürüp eğirmek için koydukları bez parçası.

sefahetkarane / sefâhetkârâne

  • Akılsızca, haram eğlencelere dalarcasına.

şehbaz-ı edvar-pervaz / şehbâz-ı edvar-pervaz

  • Her devirde uçarcasına hâkimiyetini kuran.

semapare

  • Gök parçası. (Farsça)

şems-pare

  • Güneş parçası. (Farsça)
  • Mc: Çok parlak. (Farsça)

sengpare

  • Taş parçası. (Farsça)

şeriha

  • (Çoğulu: Şerâih) Vücuttan kopmayarak ayrılmış olan et parçası.
  • Et dilimi.

şerit

  • Dar, uzun dokuma parçası.

serkeşane

  • Baş kaldırırcasına.

şetibe

  • Uzununa kesilmiş olan sahtiyan parçası.

şık / شق

  • İkiye bölünmüş bir şeyin her parçası. (Arapça)

şıkk

  • İkiye bölünmüş bir şeyin bir parçası.
  • Bir işin iki yönünden her biri.

şiraze

  • Kitap ciltlerinin iki ucuna konulan ve yaprakları muntazam tutan, ibrişimden örülmüş ince şerit. (Farsça)
  • Pehlivan kispetinin paçası. (Farsça)
  • Mc: Düzen, nizam, esas. (Farsça)

sırme

  • (Çoğulu: Sırm) Bulut parçası.
  • Deve ve koyun sürüsü.

siyasetkarane / siyasetkârane

  • Siyaset yaparcasına.

sofestaicesine

  • Sofistler gibi, safsata ve kelime oyunlarıyla kabul ettirmeye çalışırcasına.

su'rur

  • Ağaç sakızı parçası.

şukka

  • Parça. Kâğıt veya kumaş parçası.
  • Küçük tezkere.

sur

  • Keş parçası.

sure-i casiye / sûre-i câsiye

  • Kur'ân-ı Kerimin 45. sûresi olan Câsiye Sûresi.

ta'biye

  • Askerleri bir arazide düşmana karşı tam tedbir ve nizam üzere yerleştirme.
  • Muharebe toplarının yeri, istihkâm parçası.
  • Muvaffakiyet için kullanılan vâsıtalar. ("Tabya" yanlıştır)

taharet / tahâret

  • Temizlik. Nezafet. Temizlenmek.
  • Fık: Habes, necaset denilen maddeten en pis şeylerin veya hades denilen şer'î bir mâninin zevalidir.
  • Necâset denilen yâni maddeten pis olan şeylerden ve hades denilen hükmî ve mânevî pisliklerden (abdestsizlik, cünüplük, kadınlar için hayz ve nifas hâllerinden) su ile abdest alarak, su yoksa, toprak ve toprak cinsinden şeylerle teyemmün ederek yapıl an temizlik. Temiz olana tâhir, temizleyiciye de

tahassüs

  • İyi bir haber duyup memnun olmak. Kalben ve ruhen hislenmek, hissetmek.
  • Casuslamak.
  • Aratmak.

tahkirkarane / tahkirkârâne

  • Aşağılarcasına.

tahrifdarane / tahrifdârâne

  • Bozarak, bozarcasına.

tahye

  • Bulut parçası.

taksit / taksît / تقسيط

  • Borç parçası, taksit. (Arapça)

takvadarane / takvâdârâne

  • Günahlardan sakınırcasına.

talak-ı bayin / talâk-ı bâyin

  • Zevcenin iddet müddeti (üç temizlenme vakti) bitmeden tekrar kocasına dönmehakkı bulunmayan talâk.

talia

  • Casus.
  • Nişancı. Asker önünden giden tabur.
  • Rehber, kılavuz; kafilenin önünde giden.

talve

  • Vahşi canavarların yavrusu.
  • Keçi bağladıkları ip parçası.

tarafdarane

  • Taraf tutarcasına.

tasvir

  • Bir şeyin şeklini çıkarma, resmini yapma.
  • Resim yaparcasına güzel tarif etme, tanımlama.

teba'ul

  • Kadının kocasıyla konuşup görüşmesi.

tecessüs / تَجَسُّسْ

  • Casusluk etme, gizlice araştırma.
  • Câsûsluk etme, gizlice araştırma.

tecessüs eden

  • Casusluk yapan, gizlice araştıran.

tecessüs etmek

  • Casusluk yapmak, gizlice araştırmak.

tekellüfkarane / tekellüfkârâne

  • Gösterişe kapılırcasına.

temellukkarane / temellukkârâne

  • Yaltaklanırcasına.

tencis

  • (Necâset. den) Pisleme, murdarlaştırma, pis etme.

teremmül

  • Dul kalma. (Kadının) kocası ölme.

tesellikarane / tesellikârâne

  • Teselli olurcasına.

tesellüb

  • Soyunma.
  • Kocası ölen kadının, zinetli elbisesini çıkarıp, matem elbisesini giymesi. (Bu iyi bir âdet değildir.)

tevhim

  • Bir nesneye gönül vermek.
  • Hâmile olmak ricâsını etmek.

tibr

  • Altın parçası. Altın ve gümüş tozu.

tıfl

  • Küçük çocuk.
  • Her şeyin cüz ve parçası.
  • Batmaya yakın güneş.
  • Kıvılcım.
  • Küçük çocuk. Her şeyin cüz ve parçası. Batmaya yakın güneş..

tıflane / tıflâne

  • Çocukçasına, çocuk gibi. Çocuğa yakışır surette. (Farsça)

tivele

  • Bir kadına kocası buğzedip (gizli düşmanlık edip) kendisinden soğuduktan sonra, kadının, kocasının sevgisini tekrar celbetmek (çekmek) için mutlak te'sir edeceğine inanarak sihir yapması.

tufulane / tufulâne

  • Çocukçasına. (Farsça)

tuhrube

  • (Tahrebe-Tıhrıbe) Bez parçası.
  • Bulut parçası.

tuhrure

  • (Çoğulu: Tahârir) Bulut parçası.

tuhur

  • (Çoğulu: Tahârir) Bulut parçası.

türkistan

  • Türklerin anayurdu olan ve Hive, Fergana, Taşkent, Buhara, Semerkant ve Kırgız şehirlerini içine alan büyük bölge.Doğu Türkistan bugün Çin'de, Güney Türkistan ise Afganistan'da, büyük parçası olan Batı Türkistan ise Rusya'da kalmaktadır. (Farsça)

tuvt

  • Lüle ağzına takılan pamuk parçası.
  • Pamuk.
  • Uzun.

ud

  • Meşhur bir sazın adı.
  • Bir hoş kokulu buhur.
  • Ağaç parçası.
  • Budak.

ukabeyn

  • İşkence veya asmak için dikilen iki tane dar ağacı.
  • Kovayı muhafaza etmek için kuyu içinde olan yumru taş.
  • Kuyu duvarı arasına koyulan saksı parçası.
  • Havuz içinde akan suyun yolu.
  • Büyük ilim.

ümmiyane

  • Bir şey bilmiyormuşçasına. Ümmilere yakışır halde. Okur yazar olmadan. (Farsça)

ünsiyetkarane / ünsiyetkârâne

  • Birbirine alışmışçasına.

unsur / عُنْصُرْ

  • Asıl, esas, birleşik maddelerin her bir parçası, asıl madde.

üstad-ı küll / üstâd-ı küll / اُسْتَادِ كُلْ

  • Herşeyin üstadı, hocası (Allah).

üstad-ül beşer

  • Beşerin bütün insanlığın üstadı, hocası, daha bilgili ve ârif. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselam.

üstadü'l-beşer

  • Bütün insanlığın üstadı, hocası; Hazret-i Muhammed (a.s.m.).

üstühanpare / üstühanpâre

  • Kemik parçası.

utye

  • Pamuk parçası.
  • Yanmış bez parçası.

üveysi / üveysî

  • Üstâdı, hocası olsun olmasın, hayatta veya vefât etmiş bir büyüğün rûhâniyetinden istifâde ederek, terbiye görerek yetişen, olgunlaşan kimse. Bu şekilde yetişme yoluna üveysîlik denir.

vahid / vâhid

  • Bir, tek, biricik. Eşi, benzeri, cüz'ü, parçası olmayan Allah (C.C.) Ferid.

varak-pare / varak-pâre

  • Yaprak parçası, kağıt parçası.

varaka

  • Yaprak, kâğıt parçası.

varakpare / varakpâre / ورق پاره

  • Kâğıt parçası. (Farsça)
  • Küçük yaprak. Yaprak parçası. (Farsça)
  • Ehemmiyetsiz yazı, tezkere. (Farsça)
  • Kağıt parçası.
  • Kağıt parçası. (Arapça - Farsça)
  • Pusula, not. (Arapça - Farsça)

vasl

  • Kavuşma. Allahü teâlâya kavuşma; velî olma. Vasl olanlar reisidir, o hocasının pîridir. Mektûbât ki eseridir, câna can katar efendim.
  • Birleştirme. İlm ile, irfân ile, sâhib olan Sıla'ya İki temel bilgiyi vasl eden bir araya Dalıp uçsuz bucaksız, o muazzam deryâya Ve bu zikr deryâsınd

vath

  • Kuşların burnuna ve ayağına necasetten veya balçıktan yapışıp kalan nesne.

vef'a

  • Kav ettikleri bez parçası.
  • Şişe ağzını tıpamada kullanılan bez parçası.

velhasıl

  • Sözün kısası, özü, kısacası.
  • Kısacası.

veşize

  • (Çoğulu: Veşâyız) Kırık kemik parçası.

vezn-i mahsus

  • Özgül ağırlık. Bir cismin bir santimetre küp hacmindeki parçasının ağırlığı.
  • Edb: Nazmın veya kelimenin belli kalıplarından her biri. Nazmın ahenk ölçüsü.

virdü'l-ekber

  • En büyük vird, dua; Yirmi Dokuzuncu Lem'a ve Âyetü'l-Kübrâ'nın Arapçası.

vişah

  • (Vüşâh) Eskiden kadınların mücevherlerle süsleyip boynundan ve koltukları altından bağladıkları enlice bez veya meşin parçası.

yahpare

  • Buz parçası. (Farsça)

yekpare

  • Tek parçadan meydana gelen. Bütün. Parçasız.

zat-üz-zevc / zât-üz-zevc

  • Kocası olan kadın.

zecirkarane / zecirkârâne

  • Zorlarcasına.

zeff

  • Kişinin nikâhlısını kocasına teslim etmek.

zefif

  • Çabuk davranan. Çevik.
  • Deve kuşunun yelmesi.
  • Gelini kocasına göndermek.
  • Hızla gitmek.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın