REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te bâg ifadesini içeren 1476 kelime bulundu...

a'razi / a'razî

  • Bir şeye zorunluluk sonucu bağlı olmayan, onun özünde bulunmayan şey, ilinek; hareket ve koku gibi.

abdulhamid ll

  • (mi: 1842-1918) 34' üncü Osmanlı Padişâhıdır. 33 yıl saltanatta kalmış olan bu şefkatli Sultan,İslâmiyete son derece bağlı idi. Yüksek bir siyaset adamı ve devlet işlerini bizzat takibeden bir zattı. Memlekette bolluk ve refahı te'min için çalıştı. (R.Aleyh)

abdullah ibn-i ömer

  • Bi'setten bir yıl önce doğdu. Hicri yetmişüç tarihinde Haccâc-ı Zalim'in emri ile şehid edildi (R.A.) Sahabe-i Kirâmın ileri gelenlerinden ve Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâmın çok bağlılarından ve dâima onun ahlâkını yaşamağa çalışanlardandı. Hz. Ömer Radıyallahü Anh'ın oğlu idi. Hilâfet ve Val

abkame

  • Anadolunun bazı doğu illerinde ve Bağdat'da yapılan, turşu veya salataya benzer bir çeşit yiyecek maddesi. (Farsça)
  • Ekşi hamurdan pişirilerek sirkeye konulan ve turşu olarak kullanılan bir gıda maddesi. (Farsça)

acil

  • Sonraya bırakılmış. Bir vâdeye bağlı.
  • Ahiret.

acilen / âcilen

  • Vakit gelince yapılmak üzere. Bir vâdeye veya bir şarta bağlı bulunarak.

adem-i merkeziyyet

  • Bir idâri taksimattaki parçaların (vilâyet, belediye ve köy) muayyen hususlarda kendi kendilerine idare yetkileri. Bir yere bağlı olmaksızın veya bir yerden idare edilmeksizin olan muamele. Bütün kısım ve şubelerin kendi kendilerini idare tarzı.

adem-i tahayyüz

  • Hacimsiz, yer ile bağlı olmamak.
  • Boşlukta yer kaplamamak. Mekândan münezzeh oluş. Yer ile bağlı olmamak. Hacmi olmayış.

adem-i takayyüd

  • Kayıtsızlık, bağlı olmama.
  • Kayıtsızlık. Bir şeye bağlı olmayış. Kıymet vermemek. Üzerine almamak.

afi / afî

  • Silen, silinmiş. Affeden, bağışlayan.
  • Affedilmiş, bağışlanmış.
  • Yalvaran.
  • Uzun saçlı.
  • Tencere altında artaya kalan.

afv / عفو

  • Bağışlama.
  • Bağışlamak. Kusur ve günâhı affetmek.
  • Bağışlama. Allahü teâlânın, ihsânı ile, âsî ve günâhkâr kullarının kusur ve günâhlarını bağışlaması.
  • Bir kimsenin, düşmanından veya suçludan intikâm almaya, karşılığını yapmaya gücü yettiği halde bir şey yapmaması, intikâm almaması.
  • Affetme, bağışlama.
  • Affetme, suçu bağışlama.
  • Bağışlama, af. (Arapça)

afv ü gufran / afv ü gufrân

  • Bağışlama ve yarlığama.

afv-i anil ceraha

  • Huk: Kendisine cinayet yapılmış olan kimsenin, yaralanmadan dolayı malik olduğu kısas, diyet veya hükümet-i adl; yani, ehl-i vukufca tayin edilen diyet hakkını caniye bağışlamasıdır.

agfer

  • Mağfiret eden, bağışlayan, afveden.

agser

  • Boz ve esmer renkli, çok tüylü abâ, kilim.
  • Kurbağa yosunu.
  • Karabatak kuşu.
  • Aşağılık ve âdi (adam).

agvas

  • (Tekili: Gavs) Yardım istemek için bağırmalar. İmdat istemeler.

ahfa / ahfâ

  • Kalbe bağlı duyguların en gizli, en kapalı olanıdır ki, Cenâb-ı Hak sıfat, şuûnat ve Zât'ına ait en gizli, en mahrem mânâları izin verdiği ölçüde bu duyguya hissettirir.

ahiret / âhiret

  • Bu dünyadan sonra gideceğimiz ebedi âlem. Âhiret, kıyamet koptuktan sonra, bütün varlıkların ve insanların devamlı kalacakları yerdir. Orada ölüm yoktur, hayat sonsuzdur; dinin emirlerine bağlı olanlar için cennet; dine bağlı olmıyanlar için de cehennem vardır. Âhirete inanmayan insan müslüman olama

ahşa'

  • (Tekili: Haşâ) Vücuttaki bağırsak, ciğer gibi organlar.
  • Mahaller, bölgeler, cihetler.

ahval-i siyasiye

  • Siyasetle bağlantılı haller ve gelişmeler.

aidiyet / âidiyet

  • Ait olma, bağlılık.

ajir

  • Göl, havuz. (Farsça)
  • Kalabalık, izdiham. (Farsça)
  • Bağırma, feryât. (Farsça)
  • Çekingen. (Farsça)
  • Akıllı, uyanık. (Farsça)
  • Amâde, hazır. (Farsça)

ajirak

  • Gürültü, ses. Bağırış. (Farsça)

akam

  • Yük bağladıkları ip.

akan

  • Deve ayağını bağladıkları ip.

akd / عقد

  • Anlaşma, sözleşme. Nikâh, hibe (bağış), vasiyet, alış-veriş gibi işlerde taraflardan birinin teklifi, diğerinin kabûlü ile gerçekleşen sözleşme.
  • Anlaşma, sözleşme.
  • Bağlama, düğümleme.
  • Anlaşma. Sözleşme.
  • Düğümleme. Düğümlenme. Bağ bağlama. Bağlanma.
  • Huk: Nikâh, hibe, vasiyet, bey' u şirâ gibi şer'î bir muameleyi iki tarafın iltizam ve taahhüd etmeleridir, icab ile kabulün irtibatından ibarettir. Böyle bir muameleye mün'akid denir. Bunun böyle vücuda gelmesi
  • Düğümleme, bağlama. (Arapça)
  • Nikah. (Arapça)
  • Kararlaştırma. (Arapça)
  • Kurma. (Arapça)
  • Akdedilmek: Yapılmak, uygulanmak, icra edilmek. (Arapça)
  • Akdetmek/eylemek: Yapmak, uygulamak, icra etmek, imzalamak, antlaşma yapmak, sözleşme yap (Arapça)

akl

  • Sürmek.
  • Ölmek.
  • İp ile bağlamak.

akrebe

  • Dişi akrep.
  • Çevik ve zeki cariye.
  • Ayakkabı bağcığı.
  • Kazan, tencere gibi eşyaları ateş üzerine asmağa yarayan "S" şeklindeki kanca.

aks

  • Boynuzu eğri ve kayık olmak.
  • Bağlamak.
  • Dövmek.
  • Saçlarının ucunu başının etrafına kadınlar gibi lif etmek.
  • Saçını kıvırcık göstermek.
  • Bahillik etmek.
  • (Çoğulu: Ukus) Hilâf, muhâlif, zıd, ters.
  • Gölge gibi şeylerin bir yerde eser peydâ etmesi. Sesin veya ışık gibi şeylerin bir yere çarparak geri dönmesi.
  • Döndürmek.
  • Bir şeyin evvelini ahir ve âhirini evvel yapmak.
  • Devenin yularının ucunu ayağına bağlamak.
  • <

aksab

  • (Tekili: Kusb) Kalın bağırsaklar.

aksam-ı ihsanat / aksâm-ı ihsânât

  • Bağışların kısımları.

alaka / alâka

  • İlişik, rabıta, merbutiyet.
  • Gönül bağlama, sevgi, münasebet, taalluk, irtibat, mâlikiyet. Tasarruf. Müdâhale hakkı. Hisse.
  • Edb: Bir kelimenin hakiki mânâsından mecâzi mânâsına nakledilmesinin sebebidir. (Temiz ahlâklı, güzel huylu kimselere melek denildiği gibi.)

alaka peyda etme / alâka peyda etme

  • Bağlantı kurma.

alaka-i sınıfi / alâka-i sınıfî

  • Sınıf bağı.

alamescid köyü

  • Afyon'un Sandıklı ilçesine bağlı bir köy.

alamet-i sadakat / alâmet-i sadakat

  • Bağlılık işareti.

albora

  • İtl. (Denizcilik) Serenlerin, direklerin üzerine kaldırılıp bağlanması.
  • Floka küreklerinin, selâmlamak için yukarı kaldırılması.
  • Dalyanlarda ağın yukarı alınması ile balığın toplanması.

alem-i imkan / âlem-i imkân

  • Kâinat; varlığı ile yokluğu eşit olan ve varlığı Allah'ın var etmesine bağlı olan âlem.

alem-i mümkinat / âlem-i mümkinat

  • Mümkin varlıklar âlemi; varlığı ile yokluğu eşit olup varlığı ancak Allah'ın var etmesine bağlı olanlar, yaratılanların tamamının oluşturduğu âlem.

amim-ül ihsan / amîm-ül ihsan

  • Bağışı, bahşişi, ihsanı bol ve umumi olan.

amir-i müstakil / âmir-i müstakil

  • Hiç kimseye bağlı olmayan ve istiklâl sahibi olan âmir, kumandan.
  • Bağımsız, hiçbir ortağı olmayan âmir, idareci.

amirz-kar / âmirz-kâr

  • Bağışlayan, affeden Allah. (Farsça)
  • Affeden, bağışlayan. (Farsça)

amirziş / âmirziş

  • Allah'ın afvetmesi, bağışlaması. (Farsça)
  • Bağışlama, afvetme. (Farsça)

amme nevaluhu / amme nevâluhu

  • "Allah'ın bağış ve ikramı bütün varlığı kaplamıştır".

amürz

  • Afveden, bağışlayıcı. (Farsça)

amürzende

  • Bağışlayan, afveden. (Farsça)

amürzgar / amürzgâr / âmürzgâr / آمرزگار

  • Affeden, bağışlayan. Günahları bağışlayan Allah. (Farsça)
  • Bağışlayıcı, Tanrı. (Farsça)

amürziş

  • Bağışlayış, afvediş. (Farsça)

amurziş / âmurziş / آمرزش

  • Bağışlama, affetme. (Farsça)

amürziş / âmürziş / آمرزش

  • Bağışlama. (Farsça)

anglikan

  • İngiliz kilisesine bağlı kimse.

anise

  • Sıkı bağlanmış. (Farsça)
  • Koyulaşmış, katılaşmış şey. (Kan ve mürekkeb gibi akıcı maddeler.) (Farsça)

araz

  • Bir şeye zorunluluk sonucu bağlı olmayan, onun özünde bulunmayan şey (ilinek.

ariyy

  • (Çoğulu: Erâri) Davar bağlanan yer ve ip.

armaz

  • Kurbağa yosunu.

arş

  • Bağ çardağı.
  • Gölgelik.
  • Kürsü, taht, yüce makam. En yüksek gök. Allahın kudret ve saltanatının tecelli yeri. (Arş kâinatı kaplar. Allah'ın kudreti ve ilmi de herşeyi kaplar.)
  • Fevkiyyet, ulviyyet.
  • Arş-ı Alâ, Arş-ı Rahman, Arş-ı İlâhi, Arş-ı Yezdan, Felek-i Eflâk

arten

  • Bir ot cinsidir ki, debbağlar onunla gön ve sahtiyan dibâgat ederler.

asabe

  • Baba tarafından akrabâ, hısım. Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde hisse (pay) takdîr edip bildirdiği vârislerden (Eshâb-ı ferâizden) sonra gelen ve belli bir payı olmayıp artan malı almaya hak kazanan, ölene erkek vâsıtasıyla bağlanan erkek akrabâ veya bâzı durumlarda bunlar gibi vâris olan kadınlar.

asabiyet-i kavmiye

  • Kavminin ve milletinin örf, âdet ve değerlerine körükörüne bağlılık, ırkçılık.

asal

  • (Çoğulu: Asâl) Davarın kuyruğu devrik olmak.
  • Bağırsak.

asar-ı ihsan / âsâr-ı ihsan

  • Bağış ve iyilik eserleri.

asar-ı lütuf ve merhamet / âsâr-ı lütuf ve merhamet

  • İyilik, bağış ve merhamet eserleri, neticeleri.

asb

  • Bağlamak.
  • Sağlam olarak dürmek.
  • İmâme, sarık.
  • Yemen'de yapılır bir nevi kumaş.
  • Firavun atı adı verilen bir deniz canavarının dişisi.
  • Kurumak.
  • Kızarmak.
  • Sarmaşık.
  • Sargı, bağ.
  • Mendil.

aşere-i mübeşşere

  • Hz. Peygamber'in (A.S.M.) kendilerine Cennetlik olduklarını müjdelediği sahabelerdir. Bu kişiler Allah'ın emirlerine bağlılıkta ve din hizmetindeki fedailikte Allah'ın rızasını tam kazanmışlardır. Bu zatlar şunlardır: Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Abdurrahman bin Avf, Hz. Ubeyde b

ashab / ashâb

  • (Tekili: Eshâb) (Sahib) Arkadaş olanlar. Sahip olanlar, kullanma yetkisine sahip kişiler.
  • Halk, ahali.
  • Sahabeler, yani Peygamberimiz Hz. Muhammed'i (A.S.M.) görmüş ve mü'min olarak ona ve onun mesleğine bağlı kalmış olan zatlar. Bu kişiler, insanlık, doğruluk ve her türlü faz

asi / âsî

  • İsyân eden, emre karşı gelen, itâatsizlik eden.
  • Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymayan, günâhkâr.
  • Hükûmete, devlete baş kaldıran. Bâgî.

asib

  • Dolmuş bağırsak.
  • Katı nesne, şedid.
  • Şiddetli sıcak, çok sıcaklık.
  • Talihsizlik.

aşiret / aşîret

  • Dil ve kültürü büyük ölçüde aynı türden olan, birçok boydan oluşan, yapısındaki aileler arasında sosyal, ekonomi, din, kan veya evlilik bağları bulunan göçebe veya yerleşik nitelikteki topluluk; oymak.

asm

  • Sargı.
  • Kırılmış kemiğe bağlanan ağaç.

ata / atâ / عطاء

  • Verme. Bağışlama. Bahşiş. Lütuf. İhsan.
  • İhsân, lütuf, bağış. Buna atiyye de denir.
  • Bağış, bahşiş, ihsan.
  • İhsan, lütuf, bağışlama.
  • Bağış, ihsan, bahşiş. (Arapça)

ata-ender / atâ-ender

  • Lütuf ve bağış içinde.

ata-yı mahz / atâ-yı mahz

  • Sâf, halis lütuf, bağış, Allah vergisi.

atan

  • (Çoğulu: Atân) Kovası el ile çekilen kuyu.
  • Kuyunun ve havuzun etrafında deve çekip duracak yer.
  • Su kenarı.
  • Kokmak.
  • Dibâgat etmek.

ataya / atâyâ / عطایا

  • Bağışlar, ihsanlar, bahşişler. (Arapça)

ataya-yı ilahi / atâyâ-yı ilâhî

  • Allah'ın bağış ve ihsanları.

ataya-yı rahmaniye / atâyâ-yı rahmâniye

  • Sonsuz merhamet sahibi Cenâb-ı Hakkın bağış ve hediyeleri.

atf / عطف

  • Bağlama. Bağ. Ekleme.
  • Meyletme.
  • Şefkat. Sevgi.
  • Eğilme.
  • İkiye bükme. İki kat eyleme.
  • Çevirme.
  • Geri döndürme.
  • Bir kimse üzerine tekrar hamle eylemek.
  • Gr: Bir kelimeyi diğer bir kelimeye harf-i atıf vasıtasiyle ilhak eylemek.
  • <
  • Bağlama, bağlaç; kendinden öncekiyle sonraki kelime veya cümle grubu arasındaki irtibatı kuran edat.
  • Atıf, bağlama, verme, yükleme.
  • Eğme, meyletme,
  • Bağlama.
  • Eğme. (Arapça)
  • Bağlaç. (Arapça)
  • Çevirme,yöneltme. (Arapça)
  • Atfetmek: Yöneltmek, vermek. (Arapça)

atfetmek

  • Meyletmek. Sevgi beslemek.
  • Gr: Mânâyı birbirine bağlamak.

atıf / âtıf / عاطف

  • Bağlanma, gönderilme.
  • Eğme, meyletme,
  • Bağlama.
  • Verme, yükleme, bağlama.
  • (Atf. dan) Yüzünü çeviren, bakan. Meyleden, yönelen.
  • Bağlaç.
  • Şefkat edici kimse. Merhametli, müşfik.
  • Yarış atlarının altıncısı.
  • Gr: İki kelimeyi birbirine bağlayan harf veya kelime.
  • Şefkatli. (Arapça)
  • Meyleden. (Arapça)
  • Bağlayan. (Arapça)

atiye

  • Hediye, bağış, ihsan.

atiyyat / atiyyât / عطيات

  • Bağışlar, ihsanlar. (Arapça)

atiyye

  • İhsan, lütuf, muhtaç olanlara yapılan bağış.

attat

  • Çok bağırıp çağıran, gürültücü adam.

atum / atûm

  • Su kaplumbağası.

avaze / âvâze / آوازه

  • Bağırma. (Farsça)
  • Ün. (Farsça)

avle

  • Bağırma, feryat.

ayn-ı münasebet

  • Tam bir bağlantı, ilişki.

azad

  • Serbest. Hür. Kimseye bağlı olmayan. Kölelikten kurtulmuş olan. (Farsça)
  • Dünya alâkasından kesilmiş. (Farsça)
  • Serbest fikirli. (Farsça)

azade

  • Bağlardan kurtulmuş. Serbest. Kayıtsız. Hür. Sâlim. Müberrâ. (Farsça)

azade-dil

  • Gönlü bir şeye bağlı olmayan. (Farsça)

azade-gan / azade-gân

  • (Tekili: Azâde) Azadeler. Bağımsız, serbest ve hür olanlar. (Farsça)

azame

  • Eskiden, büyük görünmesi için kadınların bağladıkları arkalık.

bab

  • Evlat sahibi erkek. Ata, ecdat. (Farsça)
  • Gemi halatlarının bağlandığı yer. (Farsça)
  • İnşaatta ağırlıkların bindirildiği direk. (Farsça)
  • Mânevi rehber, şeyh. (Farsça)
  • Bektaşi şeyhi. (Farsça)
  • Hayırhah ve muhterem. (Farsça)
  • Daha çok zencilerde olan bir hastalık cinsi.Aile reisi babadır. Babanın hayatt (Farsça)

babil / bâbil

  • Asurlular devrinde Irak'ta kurulan şehirlerden biri. Bağdat'ın aşağı tarafında bulunan ve büyücülüğünden dolayı, eski edebiyatımızda "Çeh-i Bâbil" olarak yer alan ve birçok dillerin meydana gelmesi bakımından da adı geçen "Bâbil Kulesi"nin bulunduğu ilkçağdan kalma bir şehir.

bağ / bâğ / باغ

  • Bahçe, bağ. (Farsça)

bag-ban

  • Bahçıvan, bağcı. Bahçe bekçisi. (Farsça)

bag-bani / bag-banî

  • Bahçıvanlık, bağcılık. Bağ bekçiliği. (Farsça)

bağ-çe

  • Küçük bağ, bahçe.

bag-van

  • Bahçıvan, bağcı. (Farsça)

bag-zar

  • Bağlık yer, bağ, bostan. (Farsça)

bagat

  • (Tekili: Bağ) Bağlar, üzüm bağları.

bagaya

  • (Tekili: Bagiyy) Fahişeler.

bağdadi / bağdadî

  • Bağdad şehrine mensub. Bağdad ahalisinden olan. Bağdadlı.
  • Dar, ensiz tahta pervazlarından yapılmış ve üstü sıvanmış bölme veya tavan.

baggal

  • (Bagl. dan) Katırcı.

bağıstan

  • Bağ, bahçe.

bağistan / bağistân

  • Bağ, bahçe.
  • Bağlık ve bahçelik yer. (Farsça)
  • Bağlık bahçelik yerler.

bahe

  • Kaplumbağa. (Farsça)

bahş / بخش / بَحْشْ

  • Bağış, ihsan.
  • Bağış. Verme. İhsan. (Farsça)
  • Bağış, verme.
  • Bağışlayan. (Farsça)
  • Bahş edilmek: (Farsça)
  • Bağışlanmak. (Farsça)
  • Verilmek. (Farsça)
  • Bahş etmek: (Farsça)
  • Bağışlamak. (Farsça)
  • Vermek. (Farsça)
  • İyilik, bağışlama.

bahş eden

  • Veren, bağışlayan.

bahşayende

  • Bağışlayıcı, afvedici. (Farsça)

bahşayiş / bahşâyiş / بخشایش

  • Bağışlayış. İhsan. İhsan etmek. Afv. Atiyye. (Farsça)
  • Bağışlama. (Farsça)
  • Bağış, ihsan. (Farsça)

bahşende

  • Bağışlayan, ihsan eden. Afveden. (Farsça)

bahşiş / بخشش

  • Bağış. (Farsça)
  • Bahşiş. (Farsça)

bahşude / bahşûde

  • Bağışlanmış, verilmiş. (Farsça)
  • Afvedilmiş. (Farsça)

ban

  • Dam, çatı.
  • Sorgun ağacı. Bey söğüdü.
  • yun. Sevgilinin boyu. Farsçada kelime sonuna gelerek, Türkçedeki "ci, cu" ekleri yerini tutan mânâda kullanılır. Meselâ: Bağban: Bağcı.

basur / bâsûr

  • (Çoğulu: Bevâsir) Tıb: Mayasıl. Kalın bağırsakta ve makadın etrafındaki siyah kan damarlarının şişmesi ve bazen iltihablanması sebebiyle, makadın içinde ve dışında meydana gelen memeler yüzünden makaddan kan ve cerahat gelmesi hastalığı.

batıniyye

  • Kur'an-ı Kerim'deki âyetlerin ve hadis-i şeriflerin zâhir ve âşikâr mânalarından ayrılarak, usûlsüz ve yanlış te'viller ile âyet ve hadislerin gizli ve sırlı mânalarını bulmak iddiasında olan sapık bir tarikat ve buna bağlı olanlar.Esasen âyet ve hadislerin ince, derin ve küllî mânalarını tefsir ve

bazubend / bâzubend

  • Pazvand. Kola bağlanan duâlı kağıt. (Farsça)

bekà-yı istiklaliyet / bekà-yı istiklâliyet

  • Bağımsızlığın devamını sağlamak.

beka-yı istiklaliyet-i islam / bekâ-yı istiklâliyet-i islâm

  • İslâmın bağımsızlığının devamı.

bend / بند

  • Bağ.
  • Bağlanan. Bağlanmış. (Farsça)
  • Bağ. Boğum. Mafsal. (Farsça)
  • Su bendi. Baraj. (Farsça)
  • Gam. Gussa. (Farsça)
  • Mekir. (Farsça)
  • Hile. (Farsça)
  • Mülâhaza. Fıkra. Madde. (Farsça)
  • Aldatmak. (Farsça)
  • Birisini emri altına almak, bendetmek. (Farsça)
  • Edb: Baştan sona kadar aynı vezinli bir çok parçalardan meydana (Farsça)
  • Bent, bağlanmış.
  • Bağ. (Farsça)
  • Zincir. (Farsça)
  • Boğum. (Farsça)
  • Bend, fıkra. (Farsça)
  • Baraj, su bendi. (Farsça)
  • Bend olmak: Bağlanmak. (Farsça)

bend-i ahenin / bend-i âhenin

  • Demir bağ. Demirden mânia.

bende

  • Bağlı, esir, köle, hizmetçi, kul.
  • Bağlanmış olan. Köle. Esir. Hizmetçi. Hizmetkâr. Kul. (Farsça)

bendegane / bendegâne

  • Hizmetçi gibi. Bağlanmışçasına.

bendide

  • Esir, köle. (Farsça)
  • Bağlı, bağlanmış. (Farsça)

ber

  • Üzere, üzerine, yukarı mânasına (ve Arabçadaki "Alâ" yerine edat-ı isti'lâdır) (Farsça)
  • Göğüs, sine, bağır, sadır. (Farsça)
  • Fayda. (Farsça)
  • Hamil. (Farsça)
  • Hıfz. (Farsça)
  • Yan. (Farsça)
  • Taraf. (Farsça)
  • Nâkil. Götürücü. (Farsça)
  • Meyve. (Farsça)
  • Yaprak. Varak. (Farsça)
  • Meme. (Farsça)
  • Genç kadın. (Farsça)
  • E (Farsça)

ber-bend

  • Ufak çocuğu annesinin sırtına bağlamağa yarıyan göğüs kuşağı. (Farsça)

berbere

  • Kızgınlık ânında söylenip çağırmak bağırmak.

besatin / besâtîn

  • Bostanlar, bağlar, bahçeler.

beste

  • Bağlanmış, bitiştirilmiş, bağlı. (Farsça)
  • Kapalı. Tutucu. Donmuş. (Farsça)
  • Bir nevi ipek kumaş. (Farsça)
  • Gr: "Besten" fiilinin ism-i mef'ulüdür. Kelimelerin başına veya sonuna getirilerek mürekkeb kelimeler (Birleşik kelimeler) yapılır. (Farsça)
  • Müzikte: Şarkının makam ve âhengi. (Farsça)
  • Bağlanmış, şarkı ahengi.

beste-dehan / beste-dehân

  • Dili bağlı. Ağzı kapalı, susan, sükût eden. (Farsça)

beste-gi / beste-gî

  • Bağlılık. Kapalılık. (Farsça)

bevc

  • Berk, şimşek.
  • Yorulma.
  • Bağırma, haykırma.

beylik

  • Merkeze tam bağlı olmayarak bir beyin yönetimi altındaki ülke, emirlik, emaret, mirlik.

beytüşşebab

  • Şırnak iline bağlı bir ilçe.

bi'at / bî'at

  • Sözleşme, söz verme, teslimiyet.
  • Devlet başkanı durumunda olan kimseye, senin başkanlığını, idâreciliğini kabûl ettim, iyi ve faydalı her sözüne itâat edeceğim, şeklinde söz vermek, bağlılığını bildirmek.

biat / bîat

  • Bağlılığını, itimadını bildirmek. Birisinin hakemliğini veya hükümdarlığını kabul etmek. El tutarak bağlılığını alenen izhar etmek. Bağlılığını tazelemek.
  • Rey vermek.
  • Bağlılık yemini.

biat-ı rıdvan

  • Kur'an-ı Kerim'in 48. Sûresi olan Fetih Sûresinde zikri geçen, Hz. Peygamber'e (A.S.M.) bağlılıklarını bildiren sahabelerin biatlarıdır. 1400 veya daha fazla olduğu bildirilir. Bu cemaata Ashab-ı Rıdvan da denir. (R.A.)

bicu gufran

  • Bağışlanma iste.

bigal

  • (Tekili: Bagl) Katırlar, esterler.

bil-ıtlak

  • Mutlak olarak. Hiçbir şeye bağlı olmaksızın.

bilvasıta

  • Vâsıta ile. Birisinin vâsıta olması, aracılığı ile.
  • Edb: Terci' ve terkib-i bentleri teşkil eden parçaları birbirine bağlayan beyit.

birr

  • İyilik, güzellik, hayır, anaya babaya itaat.
  • Dininde ibadetinde kuvvetli olan.
  • Bağışta bulunma.

bizatihi kaim / bizatihî kaim

  • Varlığı başka bir sebebe bağlı olmayan, kendi zâtıyla var olan.

borç

  • Geri verilmek niyetiyle ihtiyaç sahiplerine verilen para. Müslümanlıkta faizle borç vermek haramdır, günahtır. Borcunu ödiyemiyecek durumda onların borçlarını bağışlamak veya sonraya bırakmak sevaptır. Borcunu ödeyebilecek durumda olanlar da borçlarını zamanında ödemelidirler. Ödeyemiyecek olanlar d

boşamak

  • Nikâh bağını çözmek, evliliğe son vermek.

boşanmak

  • Eşi ile olan nikâh bağını bozmak. Eşinden ayrılmak. (Medeni kanun, boşama yetkisini mahkemeye bırakmıştır. İslâm dini evlenmeyi Allah'ın emirleri dahilinde karşılıklı rızaya bağlı hür bir sözleşme olarak gördüğünden kadınla erkek boşanma yetkisinin kimde olacağını da kararlaştırabilirler. İsterlerse (Türkçe)

bugat

  • (Tekili: Bâgî) Haksızlık edenler, âsiler, serkeş kimseler.

buğat / buğât

  • Bâğîler, âsîler. Haksız olarak devlete isyan eden, karşı gelenler. Bâğî'nin çokluk şeklidir.

buhnuk

  • Kadınların başlarına örtüp iki uçlarını çenesi altına bağladıkları bez. (Türkçe "destâr" derler)

bumbar

  • Koyun ve benzeri gibi hayvanların kalın bağırsağı. (Farsça)
  • İçine kıyma, pirinç vs. doldurulmuş bağırsakla yapılan bir cins yemek. (Farsça)

bumehen

  • (Bumehin) Deprem, zelzele, yer sarsıntısı. (Farsça)
  • Koyun bağırsağı. (Farsça)

bun

  • Nihâyet, dip. (Farsça)
  • Kolay, suhûletli. (Farsça)
  • Rahim. (Farsça)
  • Temizlenmiş olan koyun bağırsağı. (Farsça)

burjuva

  • Orta halli olup, ne çok zengin ve ne de çok fakir olan halk. Eskiden Avrupa'da köylü ve asilzade olmayıp şehirde yaşayan halka denirdi. Kendi başına işi ve malı olan, ücretle çalışmayan, ferde bağlı iş hayatını güden sınıftan olan. (Fransızca)

bürke

  • Martı.
  • Kurbağa.
  • Havuz.
  • Küçük göl.

ca'feri / ca'ferî

  • Şiilerden İmam-ı Ca'fer-i Sâdık Hazretlerine bağlı olduklarını iddia edenler.Bütün mânâsıyla İslâmiyet'e bağlı olup şeriatın emirlerine göre amel eden ve Âl-i Beyt'in büyük bir dinî şahsiyeti olan İmam-ı Ca'fer-i Sâdık Hazretlerine bağlılık iddiasının doğru olması için, o zat gibi olmağa ve Hz. Muha

caferiyye / câferiyye

  • Hazret-i Ali'nin torunlarından Ca'fer-i Sâdık'a bağlı olduklarını iddiâ eden, bozuk İmâmiyye fırkasının otuz ikinci kolu.

çağrışım

  • Psk: Bir idrakla kazanılan bir fikrin başka bir idrak (algı) ile kazanılan fikir arasında bağıntı kurulması, birinin diğerini hatıra getirmesidir. Bu bağıntı zaman ve mekânda yakınlık, benzerlik ve zıdlık sebebiyle kurulur. Sevap deyince günahın; abdest deyince namazın; Cennet deyince Cehennem'in de

çağz / چغز

  • Kurbağa. (Farsça)
  • Korku, havf. (Farsça)
  • Kapandığı halde hâlâ içinde cerahat bulunan yara. (Farsça)
  • Ah ü fizar. İnilti. (Farsça)
  • Kurbağa. (Farsça)

çamular

  • Himalaya dağlarına bağlı bir dağ silsilesi.
  • Himalaya dağlarına bağlı bir dağ silsilesi.

çamulari

  • Himalaya dağlarına bağlı bir dağ silsilesi.

can-bahş

  • Hayat bağışlayan, can veren. Sevgili. Cenâb-ı Hak. Allah. (Farsça)

canbahş

  • Can veren, hayat bağışlayan.

candade

  • Bir şeye candan bağlanmış. Can vermiş, candan bağlanan. (Farsça)

car / câr

  • Faydasız bağırıp çağırmayı ve gevezeliği ifade eder ve ekseriya mükerrer kullanılır.
  • (Harf-i cer) Başına geldiği ismin sonunu esre okutarak kendinden önceki fiilin mânâsını, başına geldiği isme çekip bağlayan harf.

çarmıh

  • Suçluyu bağlamak için kurulmuş haç şeklinde ağaç.

çarmih / çârmîh

  • Dört çivi. Birbiri üzerine dikey olarak konulmuş iki tahtadan meydana gelen, suçluları îdâm etmek için kullanılan haç şeklindeki darağacı. Bu cezâya çarptırılan kişi iki yana açılmış kollarından ve bağlanmış ayaklarından çivilenerek öldürülürdü.

cava

  • Endonezya'ya bağlı bir ada şehri.

cebire / cebîre

  • Kırık ve çıkığın iki yanına bağlanan tahtalar.

cehir

  • (Cehr. den) (Çoğulu: Cüherâ) Yüksek sesle, bağırarak ve açık olarak söylenen.
  • Güzel, dikkate değer.

cemiyet-i muhammedi / cemiyet-i muhammedî

  • Muhammed'in (a.s.m.) cemiyeti; Hz. Muhammed'e (a.s.m.) bağlı olan cemiyet, İslâm ümmeti.

cemiyet-i nakşiye

  • Nakşibendi tarîkatına bağlı topluluk.

cenab-ı vahibü'l-ataya / cenâb-ı vâhibü'l-atâyâ

  • Sayısız iyilik ve ihsanlar bağışlayan, hibe eden Allah.

çenber

  • Daire, def ve kalbur gibi şeylerin tahtadan olan dairesi. (Farsça)
  • Fıçı ve tekerlek gibi şeylere takviye edip, dağılmalarını önlemek için etrafını çevirecek tarzda geçirilen demir veya tahta halka. (Farsça)
  • Başa ve boyna bağlanan yemeni. (Farsça)
  • Esirlik, bağlılık, kölelik. (Farsça)
  • Geo: Bir düz (Farsça)

cerze

  • (Çoğulu: Cürüz) Yaş ot bağı.

cevad-ı mutlak

  • Şarta bağlı olmaksızın çok ihsanda bulunan, cömertlik eden Cenab-ı Allah.

ciar

  • Ucunu bir kazığa bağlayıp bir ucunu da beline bağlayıp kuyuya inilen ip.

cide

  • Batı Karadeniz bölgesinde Kastamonu vilâyetine bağlı bir ilçe.

cifne

  • (Çoğulu: Cifnân) On kişi doyabilecek kadar büyük çanak ve büyük tas.
  • Bağ çubuğu.

ciğer

  • Ciğer. Bağır. (Farsça)
  • Keder, sıkıntı, elem. (Farsça)
  • Avaz. (Farsça)

cihet-i irtibat

  • Bağlantı yönü.

cihet-i nazm ve irtibat

  • Diziliş ve bağlantı yönü.

cihet-i temas / cihet-i temâs

  • Bağlantı yönü.

cilaz

  • Kamçının ucuna bağlanan kayış.

cıvata

  • Arkası iri başlı ve ucu somun geçmek üzere yivli vida. Başlıca potrelleri, demir ve tahtaları birbirine bağlamaya yarar.

cum'a gecesi / cum'â gecesi

  • Perşembe'yi Cumâ'ya bağlayan gece.

cümle-i müste'nefe

  • Kendinden önceki cümleden bağımsız, müstakil cümle.

cun

  • Karnı ve kanadı kara olan bağırtlak kuşu cinsinden bir kuş.

da'bel

  • Kurbağa yumurtası.
  • Güçlü, kuvvetli deve.

dacir

  • Gamkin ve gönlü dar kimse.
  • Bağırgan dişi deve.
  • Kederlenmek, hüzünlenmek muztarib olmak.

dad-ı ezel / dâd-ı ezel

  • Ezelî bağış, lütuf ve ihsan.

dafadi

  • Kurbağa.

dahr

  • Kaplumbağa.
  • Dağbaşı.

daiye / dâiye

  • İnsanı bir şeye candan bağlamağa sürükleyen iç duygusu.
  • Mücib ve sebep.
  • Bâis olan husus, vakit ve zamanın bir hâleti.
  • Arzu, hırs.
  • Dava.
  • Bahane.

dalkavukluk

  • Kendisine çıkar ve yarar sağlayacak olan kimselere aşırı bağlılık.

damar-ı müteassıbane / damar-ı müteassıbâne

  • İnandığı şeylere körü körüne, katı bir şekilde bağlılık damarı.

damd

  • Yaranın üstüne bez bağlamak, merhem sürmek.

dar-üs selam / dâr-üs selâm

  • Cennet. Selâmet ve eminlik yeri.
  • Bağdatın eski ismi.

daru's-selam / dâru's-selâm

  • Selamet yurdu, cennet.
  • Bağdat şehrinin ünvanı.

darüsselam / dârüsselam / دارالسلام

  • Bağdat. (Arapça)
  • Cennet. (Arapça)

defadı'

  • (Tekili: Dıfda) Kurbağalar.

dehaz

  • Feryat, figan. Bağırıp çağırma. Yüksek sadâ ile medet isteme. (Farsça)

dehre

  • (Dahra) Testere gibi dişli ve eğri budama âleti. Bağ budamak için kullanılan testere gibi dişli olan bıçak. (Farsça)

delil-i fer'i / delîl-i fer'î

  • Aslî delîllere bağlı ve onlardan elde edilen ikinci derecede delîller. İstihsân, İstishâb, İstislâh, Örf ve âdet, Sahâbî (Peygamber efendimizin arkadaşlarının) kavli (sözü), fer'î delîllerden bâzısıdır.

deman

  • Heyecanlı. Hiddetli, hiddete kapılmış. (Farsça)
  • Vakit, zaman. An. (Farsça)
  • Bağırıp çağırma, feryat, figân. (Farsça)
  • Heybetli, güçlü, kuvvetli, azametli, cesim. (Farsça)
  • Kükremiş. (Farsça)

derece-i irtibat

  • İrtibat, bağlanma seviyesi.

derece-i sadakat / derece-i sadâkat / دَرَجَۀِ صَدَاقَتْ

  • Bağlılık derecesi.
  • Samîmî bağlılık derecesi.

derek

  • Urgan ucuna eklenip, kovanın kulpuna bağlanan ip parçası (urgan suya değmesin diye)
  • Kiriş uçlarında olan halka (yayın başlarına geçirirler.)

derviş / dervîş / درویش

  • Bir tarikata girmiş, onun yasa ve törelerine bağlı kimse.
  • Allahü teâlâdan başka şeyleri kalbinden çıkarıp bütün âzâsıyla İslâm dîninin emir ve yasaklarına uyan, dünyâ malına gönül bağlamayan kimse.
  • Yoksul. (Farsça)
  • Tarikat şeyhine bağlı mürit. (Farsça)

dest-beste

  • El bağlamış, eli bağlı. (Farsça)

deste

  • Tutam, bağ, demet, kabza. (Farsça)
  • Muin, mededkâr. (Farsça)
  • Süpürge. (Farsça)
  • Küstah. (Farsça)

deyn-i hal / deyn-i hâl

  • Huk: Herhangi bir vakte bağlı ve te'hir edilmeyen borç.

dı'il / dı'îl

  • Ölüme yakın olan hasta deve.
  • Kurbağa yumurtası.

dibg

  • Dibâgat etmek. Arınıp pâk olmak.

dıfda'

  • (Çoğulu: Defâdı') Kurbağa.

dıfdı'

  • (Çoğulu: Dafâdi) Kurbağa.

dihiş

  • Verme, veriş, bağışlama, ihsan, atiyye. (Farsça)

dıkak

  • Herşeyin ufalmışı, incesi, kırıntısı.
  • Şirden adı verilen bağırsak.

dil-bend

  • Gönül bağlıyan, seven. (Farsça)

dil-beste

  • Kalbi bağlı, âşık. (Farsça)

dilbend / دلبند

  • Gönül bağlanan, sevgili. (Farsça)

dilbeste / دلبسته

  • Gönlü bağlanmış, aşık. (Farsça)

dilsuhte / dilsûhte / دل سوخته

  • Bağrı yanık, gönlü yaralı. (Farsça)

dımad

  • Yara üstüne yapılan yakı ve bağlanan bez.

disam

  • Şişe ağzına konulan tıpa.
  • Yaraya bağlanan bez.
  • Kulak içine sokulan şey.
  • Yarık ve delik tıkamada kullanılan tıkaç.

dua-i mağfiret

  • Allah'ın bağışlaması için yapılan dua.

dürece

  • Süllem, merdiven.
  • Bağırtlak kuşu. (Kanatlarının içi siyah ve dışı boz olan bir kuş.)

düsür

  • (Tekili: Disar) Perçinler, halatlar, kenetler. Geminin tahtalarını birbirine bağlayan rabıtalar.

ebu tayyib el-mütenebbi

  • (Hi: 915 - 965) Kûfe'de doğdu. Bağdat'ta öldü. Büyük şairlerden olup, divanı vardır.

ebu-l muhtal

  • Katır, bağal.

ebva'

  • Medine-i Münevvere'ye bağlı olup, Mekke-i Mükerreme yolunda bir köyün adıdır. Medine'ye yirmiüç mil uzaklıktadır. Köyün üstünde dik ve kuru bir dağın adı da Ebvâ'dır. Bu köy iki şey ile meşhurdur. Biri: Peygamberimizin annesi Hz. Amine'nin kabri orada bulunmaktadır. İkincisi ise: Hicretin birinci se

ecel-i kaza / ecel-i kazâ

  • Kazây-ı muallak, kesin olmayıp sebebe bağlı kılınan ecel.

ecel-i muallak / ecel-i muallâk / اَجَلِ مُعَلَّقْ

  • Mânevî kader levhasında yazılı olan ve gerçekleşmesi bazı şartlara bağlı olan ecel.
  • Şarta bağlı ecel.

edille-i şer'iyye

  • Din bilgilerinin elde edilmesine esâs olan ve bunlara bağlı bulunan deliller.

efgan

  • Acı ile bağırıp çağırmalar. Feryatlar ve istimdat. (Farsça)

efik

  • Dibâgatı tamam olmamış deri.

efza'

  • (Tekili: Fezâ) Korku ile bağırıp çağırmalar.

ehl-i cebr

  • Cebriye Mezhebine bağlı olanlar.

ehl-i hal

  • İlâhî aşka bağlanmış, çoşkunluk ve vecd sahibi.

ehl-i ilim ve tarikat

  • İlim sahibi ve bir tarikata bağlı olan kimseler.

ehl-i sadakat / ehl-i sadâkat / اَهْلِ صَدَاقَتْ

  • Doğruluk ve bağlılıkta kusur etmeyenler.
  • Samîmî bağlı olanlar.

ehl-i sehavet ve ihsan / ehl-i sehâvet ve ihsan

  • Bağış, ikram sahibi ve cömert olanlar.

ehl-i takva ve vicdan / ehl-i takvâ ve vicdan

  • Allah'tan korkan, emirlerine bağlı olan dindar kimseler ve vicdan sahipleri.

ehl-i tasavvuf

  • Tasavvuf ehli; kalbi dünyanın gelip geçici işlerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlayan tarikat ehli kimseler.

ehl-i tevhid

  • Cenab-ı Hakk'ın birliğini bilip inanan ve sadece bir Allah'a bağlanıp ibadet eden kimse.

ehlitarikat

  • Tarikata bağlı olan.

eltafı

  • Lütufları, bağışları.

em'a / em'â / امعا

  • (Tekili: Miâ) Bağırsaklar.
  • Bağırsaklar. (Arapça)

em'a-i galiza / em'â-i galiza

  • Kalın bağırsaklar.

em'a-i rakika / em'â-i rakika

  • İnce bağırsaklar.

emperyalizm

  • Bir devletin, sınırlarını genişletme politikası. Sınırları genişletmekteki gaye, başka memleketlerin zenginlik kaynaklarını ele geçirme ve insanlarını kendi hesaplarına çalıştırmaktır. Bu maksat için çok defa silâhlı harp, hem masraflı, hem de hürriyet fikriyle bağdaşmadığından zamanımızda daha sins (Fransızca)

Emzik / Bibs / Kidful

  • About Page template By Adobe Dreamweaver CC
    sample

    Bibs Kauçuk Emzik


    Söz konusu emzik olunca, BIBS Colour gerçek bir klasik. Yaklaşık 40 yıldır Danimarka'da tasarlanıp üretilen BIBS Colour emzikler, %100 doğal kauçuk ucuyla, hava akışı sağlayan delikleri ve cilt tahrişini önlemek için geliştirilen hafif eğimli yapısı ile gerçek bir efsane! BIBS Colour, yuvarlak ve yumuşak kauçuk uç kısmı ile anne memesine en yakın forma sahip olduğundan, çocuklar tarafından kolay kabul ediliyor. Anne memesini taklit ederek, emiş sırasında hava akışı sağlıyor. Ultra hafif ve sağlam yapısı ile bebeğinizi yormuyor. BPA, PVC ve phthalates gibi zararlı maddeler içermiyor ve dünyaca geçerli EN 1400 standardına göre üretiliyor. Hiçbir emzik markasında göremeyeceğiniz kadar fazla renk çeşitine sahip olan BIBS Colour, klasikleşen zamansız tasarımı ve elegant duruşu ile tasarım ve işlevselliği birleştiriyor. BIBS Colour, bir emzikten beklenen tüm detaylara sahip olmasının yanısıra; bir emzikten beklenmeyen güzellikte tasarımı ile, tüm dünyada hem anneleri hem çocukları kendine hayran bırakıyor…

    https://www.kidnkind.com/bibs

sample

Kidful Bitkisel Boyalı Emzik Askısı


KIDFUL Emzik Askıları, çocuk ürünlerinde kullanıma uygun olan, en kaliteli %100 gerçek deriler kullanılarak EN 12586 standartlarına göre üretilir. KIDFUL'un organik serisinde kullanılan boyalar tamamen bitkiseldir ve kimyasal madde içermez. KIDFUL'un özel olarak üretilen metal klipsi kurşun ve krom içermez. Metal klipsin kıyafetlere zarar vermemesi için, klips içerisinde plastik aparatı bulunur. KIDFUL emzik askısını, güçlü lastik ve güçlü bağlantı yapısı ile, uzun seneler yıpranma sorunu yaşamadan kullanabilirsiniz...
https://www.kidnkind.com/kidful


Kidnkind Emzik Anne Bebek ve Tekstil Ürünleri Ticaret Limited Şirketi


Web sitesi :www.kidnkind.com

Telefon : 0(216) 606 21 06

(www.kidnkind.com)

enkal

  • İşkence âletleri. Bukağılar, kayıt ve kelepçeler.
  • Nefsin cismani alâkalara ve bedeni lezzetlere bağlanıp kalması.

enva-ı ihsan / envâ-ı ihsan

  • Bağışların türleri.

enva-ı ihsanat / envâ-ı ihsânât

  • İyiliklerin çeşitleri, bağışların türleri.

envar-ı vücud / envâr-ı vücud

  • Varlık nurları; Rabbiyle olan bağdan ortaya çıkan varlık nurları, ışıkları.

erba'in / erba'în

  • Kırk günlük riyâzet. Maddî bağları azaltıp, mânevî tarafı kuvvetlendirmek ve kalb aynasını parlatmak için, tasavvuf büyükleri tarafından konan usûllerden biri; kırk gün az yemek, az içmek, az konuşmak, çok ibâdet etmek. Buna çile de denir.

erta

  • Bir ağaç cinsidir ve yaprağıyla debbağlar sahtiyan boyarlar.

eş'ari / eş'arî

  • Ehl-i sünnet vel-cemâat yolunun iki büyük imâmından biri. Ebü'l-Hasen Ali bin İsmâil Eş'arî. 879 (H. 266) yılında Basra'da doğdu. 941 (H. 330) yılında Bağdâd'da vefât etti.
  • Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdını Ebü'l-Hasen Eş'arî hazretlerinin açıkladığı şekilde öğrenip inanan.

eşaire

  • (Tekili: Eş'ari) Dinde meşhur imam Eb-ul-Hasan-ül-Eş'arî'ye bağlı olan sünnet ehlinin bir kısmı.

esar

  • Esirlerin ellerini bağladıkları ince kayış.

esbabperest

  • Allah'ı unutarak sebeblere haddinden ziyade değer veren. Her şeyi bir sebebe bağlayıp, Allah'ın fâil ve her şeyin hâkimi olduğunu inkâr eden veya ona kıymet vermek istemeyen.

eşcar-ı bağ

  • Bahçenin, bağın ağaçları.

eshab-ı tercih / eshâb-ı tercîh

  • Hanefî mezhebinde, fıkıh âlimlerinin beşinci tabakası. Bunlar, ictihâd gücüne sâhib olmayan, sâdece bağlı oldukları mezhebdeki müctehidlerin ictihadları (verdikleri hükümleri) arasından delili kuvvetli olan ictihâdı seçen âlimlerdir.

esid

  • Ev önü.
  • Bağlanmış kapı.

esma-i mevsule / esmâ-i mevsule

  • Mânâsı kendisinden sonra gelen cümle içinde açıklanan ve bu cümleyi kendinden sonra gelen cümleye bağlayan kelimelerdir.

esma-i mevsule ve müpheme / esmâ-i mevsûle ve müpheme

  • Gr. ism-i mevsuller; mânâsı kapalı isimler; mânâsı kendisinden sonra gelen cümle ile açıklanan ve bir ismi başka bir cümleye bağlayan kelimedir.

esr

  • Esir etmek.
  • Muhkem bağlamak.
  • Takviye etmek.
  • Göbeğinde illeti olan.

estağfirullah

  • Allahü teâlâdan hatâ ve kusurlarımı bağışlamasını dilerim, mânâsına; mübârek, kıymetli bir söz.

etba / etbâ

  • Tâbî olanlar, bağlılar.

etba'

  • Tâbi olanlar, bağlı olanlar, emri altında bulunanlar.

etum

  • Su kaplumbağası.

eysar

  • Çadır eteğini kazığa bağlamakta kullanılan kısa ipler.
  • Ot.

eyyam-ı şer'iye / eyyâm-ı şer'iye

  • Kur'ân'daki ölçülere uyan günler; gökyüzünde her cismin kendi etrafında dönmesiyle gün, bağlı olduğu sistem etrafında dönmesiyle de yine ona ait sene oluşur. Meselâ Sirius yıldızının bir günü ise bin senedir.

ezimme

  • (Tekili: Zimam) Yularlar. Bağlar.

ezir

  • Haykırma, bağırma. (Farsça)

fa-yı atıf / fâ-yı atıf / fâ-yı âtıf / فَايِ عَاطِفْ

  • Arapçada kelimelerin başına gelen ve baştakî bir ifadeyle bağlantı kurulmasını ifade eden 'fâ' harfi.
  • Bağlaç olan fe harfi.

falaka

  • İki ucunda bir ipin iki uçları bağlı, bir sırıktan ibaret olan ceza âleti.

fart-ı merbutiyet

  • Aşırı bağlılık.

farz

  • Bir kimseyi bir vazifeye tayin etmek veya maaş bağlamak. Bir kimsenin kendi nefsine âid iken başkasına hibe ettiği muayyen bir şey. (Bunun zıddı "karz"dır.)
  • Takdir veya beyan eylemek.
  • Bir şeyi delmek, gedik açmak.
  • Bir dâvaya mevzu ve rükün kılınan husus.
  • Addet

fazl

  • Lütuf, ihsan, bağış.

fazl u ihsan / fazl u ihsân

  • Cömertlik ve bağışta bulunmak.

fekk-i rabıta / fekk-i râbıta

  • Alâkayı kesme. Bağı koparma.

fena-i nefs / fenâ-i nefs

  • İnsanın kendine ve başkalarına bağlılığının kalmaması. Benliği unutup, bırakması. Yâni Allahü teâlâdan başka hiç bir şeyi bilmemesi ve sevmemesi.

fenafillah / fenâfillâh

  • Allah'a, Onda fâni olacak seviyede bağlanma.

fenafirresul / fenâfirresûl

  • Resûlullaha (a.s.m.), onda fâni olacak seviyede bağlanma.

fenafişşeyh / fenâfişşeyh

  • Tarikatlerde müridin şeyhine, onda fâni olacak şekilde bağlanması.

ferah-bahş

  • Sevinç veren, sevindiren. Ferah bağışlayan. (Farsça)

feryad / feryâd / فریاد

  • Bağırıp çağırma. Yüksek sesle medet istemek. Figan. (Farsça)
  • Bağırıp çağırma.
  • Bağırma, çığlık. (Farsça)
  • İmdat isteme. (Farsça)
  • Feryâd etmek: Bağırmak, çığlık atmak (Farsça)

feryad eden

  • Bağıran.

feryad ü figan

  • Bağırıp çağırma, ağlayıp sızlama.

feryad u fizar / feryad u fîzar

  • Yüksek sesle bağırıp haykırmak, yardım istemek.

feryad-bahşa

  • Feryâd ettiren, bağırttıran. (Farsça)

feryad-ı matem

  • Matem hâlinde derin üzüntülerin bağırıp çağırarak dile getirilmesi.

feryat

  • Bağırma.

fesil

  • (Çoğulu: Efsâl-Fisâl) Adi, yaramaz kimse.
  • Bağ çubukları dikmek.

feyyaz-ı müteal / feyyâz-ı müteâl

  • Hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmadan çok bereket ve bolluk veren yüce Allah.

feyz

  • İhsan, bağış, kerem.

feyz-bahş

  • Feyiz ve bereket veren, feyiz bağışlayan. (Farsça)

fi'l-i ihtiyari / fi'l-i ihtiyâri

  • Yapılıp yapılmaması insanın kendi seçimine bağlı olan fiil.

fidam

  • (Feddâm) : Su kabının üzerine koydukları süzgeç.
  • Mecusilerin ağızlarını bağlamakta kullandıkları bez.

figan / figân / فغان

  • Ağlayıp sızlama, bağırıp çağırma. (Farsça)
  • Feryat etme, ah çekme. (Farsça)
  • Figân eylemek: Bağırmak, feryat etmek, inlemek. (Farsça)

figan-perver / figân-perver

  • Feryad ettiren, bağırtan. (Farsça)

fırka müteassıpları

  • Parti mutaassıpları, parti bağnazları.

fırka-i naciye / fırka-i nâciye

  • Kur'an-ı Kerim'e ve Sünnet-i Seniyeye sıkı sıkıya bağlı olup Ehl-i Sünnet ve Cemaat yolundan ayrılmayan müslümanlar. Bunlar kıyamete kadar lütf-u İlahî ile devam eder.

forsa

  • Buharlı gemilerin icadından evvel yelkenli gemilerde kürek çekmeğe mahkum harp esirleri. Bunlar, kaçmamaları için birer ayakları güvertelere çakılı bulunurlardı. Ayaklarından bağlı olmaları münasebetiyle bunlara payzen namı da verilirdi. Bununla birlikte payzen tabiri, daha çok cürüm ve cinayet erba

gabgab

  • (Çoğulu: Gebâgıb) Çifte gerdan çene altı. Şakak.

gabit / gabît

  • (Çoğulu: Gubut) Çukur yer.
  • Bir dere ismi.
  • Üstüne mıhfe bağlanan çok kuvvetli hayvan.

gaferahullah

  • Allah onu bağışlasın.

gaffar / gaffâr / غفار / غَفَّارْ

  • (Gufran. dan) Günahları örten, günahları bağışlayıcı. Mağfireti çok.
  • Kullarının günahlarını afveden Cenâb-ı Hak (C.C.)
  • Ne kadar çok ve büyük olursa olsun, dilediği kullarının her türlü suç ve günahını defalarca bağışlayan Allah.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Günah, kusur ve kabahatları çok bağışlayan.
  • Günahları affeden ve bağışlayan Allah.
  • Bağışlayıcı Tanrı. (Arapça)
  • Çok bağışlayan (Allah).

gafir-üz zenb

  • Günahları örtüp afveden, suçları bağışlayan Cenab-ı Hak (C.C.) (Farsça)

gafur / gafûr / غفور

  • Çok merhamet eden, günahları bağışlayan Allah.
  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kulların günâh, ayıb ve hatâlarını pek çok örtüp, bağışlayan.
  • Çok bağışlayan, çok affeden. (Allah'ın adlarından biri)
  • Bağışlayıcı. (Arapça)

gafurü'r-rahim / gafûrü'r-rahîm

  • Kullarının günahlarını çok bağışlayan ve kullarına özel rahmet, merhamet ve şefkat gösteren Allah.

galaka

  • Deri dibâgat ağacı.

galfak

  • Geniş, vâsi.
  • Yumuşak.
  • Su içinde yetişen yassı yapraklı bir ot.
  • Kurbağa yosunu.

galif

  • Gön ve deri dibâgat etmekte kullanılan bir ot.

gall

  • Girmek, sokmak, akmak.
  • Boynunu, elini zincir ile bağlamak.
  • Hâinlik yapmak. Hıyanet etmek.
  • Ganimet malından hırsızlık etmek.

gamgama

  • Haykırma. Muharebe edenlerin bağırtısı.
  • Kalb dinlendiğinde işitilen ses.
  • Sözü, belirsiz söylemek.
  • Kalbin bulunduğu yer.
  • Bağırtı, haykırış.

gatata

  • (Çoğulu: Gıtât) Bağırtlak cinsinden bir kuş.

gaylem

  • Kul, cariye.
  • Kablumbağanın erkeği.
  • Mevzi ismi.
  • Mugaylân ağacı.

gayr-ı menkul

  • Naklolunamayan, taşınamayan (tarla,bağ, ev gibi) mallar.

gayr-ı meş'ur

  • Şuursuz, bilinçsiz; şuurla bağlantısı olmayan, farkedilmeyen.

gazefe

  • Bağırtlak kuşu.

gazır

  • İyi dibâgat olunmamış deri.

gem vurmak

  • Mecaz yoluyla mâni olmak, zabtetmek, bağlamak yerinde kullanılan bir tabirdir.

gerden-bend

  • Boyuna bağlanan nesne, boyun bağı. (Farsça)
  • Gerdanlık. (Farsça)

gerden-beste

  • Boynu bağlı. İtâatli. Boyun eğmiş. (Farsça)

girih

  • Bağ, düğüm. (Farsça)

girih-bend

  • Bağcı, düğümcü. (Farsça)
  • Uçkur. (Farsça)

girih-küşa

  • Düğüm açan, bağı çözen. (Farsça)
  • Mc: Müşkülâtları yenen, zorlukları halleden. (Farsça)

gıriv / gırîv

  • Bağırma, feryat etme, çığlık atma, bağrışma. (Farsça)

gisu-bend / gîsu-bend

  • Saç örgüsü, saç bağı. (Farsça)
  • Altundan yapılmış kadın tarağı. (Farsça)

gisubend / gîsûbend / گيسوبند

  • Saç bağı. (Farsça)

gufran / gufrân / غفران

  • Mağfiret, bağış.
  • Bağışlama. (Arapça)

guk / gûk / غوک

  • Kurbağa. (Farsça)
  • Kurbağa. (Farsça)

gulgul

  • Bağrışıp çağrışma. Şamata, gürültü. Velvele.
  • Ağız tarafı dar olan bir kabdan akan suyun çıkardığı ses.

gulgule-i etfal

  • Çocukların gürültüsü, çocukların bağrışıp çağrışmaları.

gülistan-ı bağ-ı cinan / gülistan-ı bâğ-ı cinan

  • Cennetlerdeki bağların gül bahçeleri.

gürmih

  • Çivi. (Farsça)
  • Hayvan bağlanan büyük kazık. (Farsça)

gurrende

  • Hiddetle bağıran, şiddetle gürliyen. (Farsça)

guvas

  • Feryâd edip, "imdat!" diye bağırmak.

habail

  • (Tekili: Hibale) Ağ, tuzak, bağ, kement.

habis

  • Bağışlanan şey. Mukabilinde bir ücret istenmeyen şey. Parasız olarak verilen nesne.

hablü'l-metin-i islamiye / hablü'l-metin-i islâmiye

  • İslâmiyetin sağlam bağı, ipi.

hablü'l-metin-i milliyet / hablü'l-metîn-i milliyet

  • Kopmaz bir bağ ile insanları birbirine bağlayan milliyet, millî özellikler.

hadaik-ı hassa / hadaik-ı hâssa

  • Saray bahçeleri. Bunlar biri saray içinde, diğeri saray dışında olmak üzere iki kısımdı. Saray içindeki bahçe ve bostan işleriyle meşgul olanlara "Has Bahçe Bostancıları"; saray dışındakilere ise "Hassa Bostancıları" denilirdi. Saray dışı bahçe ve bostanların bazıları şunlardı: Kadıköy bağı, Davut P

hademe

  • Hizmetçiler, hâdimler.
  • (Çoğulu: Hıdâm) Halhal.
  • Devenin ayağını bağladıkları kayış.

hadreban

  • Feryadı şiddetli olan, çok fazla bağıran.

hakb

  • Devenin semerini karnına bağlamakta kullanılan ip.
  • Tutulmak.

hakile / hakîle

  • Uzun buğday.
  • Bağırsak içinde olan su.

hal'

  • Debbâğların dibâgat ettikleri derinin kazıntısı.
  • Vurmak.
  • Men etmek, engel olmak.
  • Hediye vermek, atâ etmek.
  • Cima etmek.

halbes

  • (Çoğulu: Halâbis) Bahadır, kahraman. Bir şeye sımsıkı bağlanıp ayrılmayan kişi.

halem

  • Helâk olmak.
  • Dibâgat yaparken derinin kurtlanması.

halid bin sinan

  • Benî Abes kabilesinin Bin-Bagis'ten ehl-i tevhid bir zat olup; Hz. Peygamber Efendimiz, bu zat hakkında: "O bir nebi idi, fakat onun kavmi onu zâyi etti" buyurmuşlardır. Kendisi Peygamberimizin zamanına yetişememiştir.

halidiyye / hâlidiyye

  • Evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Nakşibendiyye yolunun bir kolu olan Hâlidiyye yolu daha çok Anadolu, Irak ve Sûriye taraflarında yayılmıştır.

haliyye

  • Bağından boşanmış deve.
  • Yabancı bir yavru emziren deve.
  • Büyük gemi.
  • Arı kovanı.
  • Ahlâktan kinâyedir.
  • (Çoğulu: Haliyyât) Bekâr kadın, evlenmemiş kız.

hall ü akd

  • Çözme ve düğümleme. İdame etme. Müşkül mes'eleleri ve işleri halledip neticeye bağlama.

hall ü fasl

  • Çözme ve ayırma. Açıklayarak bitirme. Bir mes'eleyi müsbet bir neticeye bağlama.

hamail

  • (Tekili: Himâle) Tılsım, muska.
  • Kılıç kayışı, kılıcı bele bağlamaya yarayan kayış.

hanif

  • İslâmiyetten evvel Allah'ın birliğine inanan ve Hz. İbrahim'in (A.S.) dininden olanların vasfı.
  • İslâmiyete kuvvetle bağlı olan ve ilmiyle âmil olan kimse.
  • Eğri.
  • Eski kötü hallerinden vazgeçip hakka ve doğruluğa yönelen.
  • İslâmiyetten önce Allah'ın birliğine inanan ve Hz. İbrahim dinine bağlı olan kimse.

hannan-ı mennan / hannân-ı mennân

  • Rahmetlerin en hoş cilvesini kullarına bağışlayan ve sonsuz minnete lâyık olduğunu gösterecek şekilde kullarını nimetlendiren Allah.

hanzal

  • Zakkum. Zakkum ağacı. Ebu Cehil karpuzu denilen portakal büyüklüğünde mevyesi çok acı bir nebat. Karga kabağı diye de adlandırılır.

harf-i atıf

  • Gr: İki kelime veya cümleyi birbirine bağlayan harf. Vav ve fe gibi. Bunlar bir kelimeyi veya cümleyi diğer bir kelime veya cümle üzerine atıf ve rabtederler. Bu harflerden evvelkine: ma'tufun aleyh, sonrakine ise, ma'tuf denir.
  • Atıf harfi, bağlaç; (Ar. gr.) bir mânâ bütünlüğünü korumak için, kelime veya cümle grubu arasındaki irtibatı sağlayan harf, "vav" gibi.

hariciye / خارجيه

  • Dışa bağlı, dışarıya ilişkin. (Arapça)
  • Dışişleri bakanlığı. (Arapça)

harun

  • Musa Peygamber'in (A.S.) yardımcısı ve büyük kardeşi.
  • Bağdad Abbasî Halifelerinden Harun-ür Reşid.

haşa-i batın / haşâ-i batın

  • Bağırsaklar.

hatabahş

  • Kabahatleri affeden, kusurları bağışlayan. (Farsça)

hatar

  • Bir şeyin etrafını çevreleyen çember nev'inden şeyler.
  • Çadırın eteklerine bağlanan parça.

hatat

  • Bağırma, çağırma, feryâd etme.

hatem-i sadaret / hâtem-i sadaret

  • Padişahın sadrazamlarda bulunan mührü. Buna "hâtem-i vekâlet", "hâtem-i şerif" veya "mühr-i hümayun" da denilirdi. İlk zamanlar yüzük şeklinde idi ve parmağa takılırdı. Sonraları zincire bağlı olarak sadrazamlar, boyunlarına asarlardı. Bundan ayrılmak, vazifeden azledilmek demek olduğu için; mühürü

hatm-ı hacegan / hatm-ı hâcegân

  • Nakşibendiyye yolunda fâidesi, feyz ve bereketi çok olan bir vazîfe. Bu yolun veya ona bağlı kolun büyüğünün koyduğu evrâdın (Belli zikr ve duâların okunmasının) toplu veya yalnız olarak yerine getirilmesi.

hatt-ı münasebet

  • Bağlantı hattı, ilgi bağı.

hatt-ı muvasala

  • Bağlantı hattı.

havass-ı (hamse-i) batına / havass-ı (hamse-i) bâtına

  • Kalbe bağlı beş duyğu: Hiss-i müşterek (hayâl kuvveti), müdrike (akıl), vehim (vâhime), hâfıza, mutasarrıfa (meydana getirici hayal kuvveti).

havass-ı hamse-i batına / havass-ı hamse-i bâtına

  • Kalbe bağlı beş duygu; hayal, akıl, vehim, hafıza, mutasarrıfa.

havass-ı refia / havâss-ı refia

  • Tar: Eyüp Kadılığı eskiden Çatalca'ya kadar uzanır ve Çatalca'da kadının bir vekili bulunurdu. İkinci meşrutiyete kadar bütün mahkeme işleri, kadının tayin ettiği bir naib tarafından idare edilirdi. Meşrutiyet devrinde diğer kadılara yapıldığı gibi, Eyüp Kadılığına da maaş bağlandı. Şer'î ve nizamî

haviyye

  • (Çoğulu: Havâyâ) Yağlı bağırsak.
  • Bağırsak.
  • Deve palanı.

havsa

  • Bağır.
  • Bağırın yanındakiler.

havtel

  • Büluğa eren oğlan.
  • Bağırtlak yavrusu.

hayat-bahş

  • Hayat bağışlayan, hayat veren, zindelik veren. (Farsça)

hayati / hayatî

  • Hayata ve yaşamağa ait. Hayatla alâkalı. Hayat için mecburi olan.
  • Mc: Çok önemli bir şeyin bağlı bulunduğu başka bir şey. Temel.

hayt

  • İp. Kalın ip.
  • İplik. Bağ.
  • İki şeyi birbirine bağlayan.
  • Dikiş dikmek.
  • Tanyeri ağarması.
  • Bağ, ip.
  • İp, bağ.

hayt-ı ittisal

  • Bağlayan, birleştiren bağ.

hayt-ı münasebet

  • İlişki bağı.

hayt-ı nurani / hayt-ı nuranî

  • Nurlu bağlantı. Nurâni râbıta.

hayt-ı semavi / hayt-ı semâvî

  • Gökten inen bağ.

hayt-ı vasıl

  • Birleştirici bağ, irtibat bağı.

hayt-ı vuslat

  • Kavuşma bağı.

haytu'l-emel

  • Ümit ipi; ümit bağlayacak bir sebep.

hayy-ı murtabıt

  • Bağlı olan canlı.

hayy-ı murtabit

  • Aslına bağlı olan canlı.

hazaze

  • Tıb: Bulaşıcı, müzmin bir cilt hastalığı olup sonradan bağırsaklara geçerse öldürücü olur.

hazine-i ihsan ve kerem

  • İyilik ve bağış hazinesi.

hazk

  • Bağlamak.

hazm

  • Cem'etmek, toplamak.
  • Zaptetmek.
  • Kast etmek.
  • Bağlamak.
  • Yumuşak yüksek yer.
  • Sağlam re'y. Doğru ve kat'i karar.
  • Basiretle hareket etmek.

heb

  • (Vehb. den) Bağışla, lutfet (mânasına emir, duâ)

heb-lena / heb-lenâ

  • Bize lutfet. Bize ihsan et, bağışla.

hecace

  • (Çoğulu: Hecâcât) Kurbağa.

hedaya

  • (Tekili: Hediye) Hediyeler. Lütuf ve ihsanlar. Bağışlar.

hedhede

  • Bağırma, ötme.
  • Devenin bağırması, kuşun ötmesi.

hediye

  • Fakir veya zengin bir kimseye ikrâm için hîbe (bağış) olarak verilen veya gönderilen mal.
  • Parasız verilen, bağışlanan şey. Armağan.

heds

  • Sürmek.
  • Reddetmek.
  • Haykırıp bağırmak.

hemheme

  • Rüzgârın esmesi ile ağaç yapraklarından çıkan sesler.
  • Aslan bağırması.
  • Deve sesi.

herek

  • Asmaları, fidanları, fasulye gibi tırmanıcı nebatları bağlamak için yanlarına dikilen sırık, değnek.

hevakar / hevakâr

  • Günahlı işlere hevesli. Hevâ ve hevesine bağlı. (Farsça)

hevde

  • Bağırtlak kuşu.

heys

  • Atâ etmek, vermek, bağışlamak.
  • Hareket.

hibale / hibâle / حباله

  • (Çoğulu: Habâil) Maddi ve manevi şeylerde tuzak, ağ.
  • Kement, bağ.
  • Bağ. (Arapça)
  • Tuzak. (Arapça)

hibale-i izdivac

  • Evlilik bağı.

hibat

  • (Tekili: Hibe) Bağışlar, hibeler.

hibe / هبه

  • Bağışlamak. Parasız ve karşılıksız vermek. Bağışlanan şey.
  • Hal ve şân.
  • Bağış. Bir malı karşılıksız olarak başkasına verme. Hibe edilen mala hediye denir.
  • Bağışlama bağış.
  • Bağış.
  • Bağışlama, hibe. (Arapça)

hibe-name

  • Bir kimseye birşey hibe edip bağışlamak üzere yazılan kâğıt. (Farsça)

hibek

  • (Çoğulu: Hubük) Rüzgârın lâtif estiği zaman denizde veya kumda meydana getirdiği yol yol kırıntılar ve dalgacıklar. Saçların kıvırcıklığından hâsıl olan dalgalanmalar. Kelimenin aslı olan "habk" sıkı bağlayıp muhkem kılmak; ve kumaşı sıkı, sağlam ve üzerinde san'at eseri zahir olacak vecihle güzel b

hıbve

  • (Çoğulu: Hubâ) Gökyüzüne yayılmış büyük bulut.
  • Dizlerini büküp, mak'adı üzerine oturup, elleri dizleri altından bağlamak.
  • Bele takılan şey.

hicar

  • Aygır atın ön ayağını arka ayağının birisine sağlamak.
  • Devenin ayağını bileğinden semer ağacına bağladıkları ip.

hidam

  • (Tekili: Hizmet) Hizmetler. Vazifeler.
  • (Hademe) Devenin ayaklarına bağlanan halkalar, kayışlar. Ayak bilezikleri, ayak köstekleri.

hilmi / hilmî

  • Hilm'e ait ve hilm'e bağlı.

hırz-ı can

  • Bağrına basıp canı gibi korumak. Canı koruyan. Canını teslim ederek sığınmak.

hısım

  • Soyca ve evlenme neticesinde aralarında bağ bulunanların beheri. Akraba.

hıyata

  • Terzilik, dikiş dikme işi.
  • Tıb: Ameliyat esnasında kesilip yarılan yerin tekrar kaynaması için dikilmesi.
  • Ameliyatta dikiş için kullanılan bağırsak ve benzeri şeylerden yapılan iplik.

hiyerarşi

  • Mevkilerin, salâhiyeterin ve rütbelerin önem sırası. (Fransızca)
  • Sıra gözetilerek yapılan herhangi bir tasnif. (Fransızca)
  • Huk: Aynı teşkilâta bağlı kişiler arasında yukarıdan aşağıya bir kontrol imkânı veren ve bu suretle astı üste bağlayan alâka. (Fransızca)

hizam

  • Kolan ve bağırdak denilen nesne. (Beşikte çocuklara bağlarlar.)

hizan / hîzan

  • Kalkan, sıçrayan. (Farsça)
  • Bitlis vilâyetine bağlı bir kaza ismi. (Farsça)

hizb-ül kur'an

  • Kur'an Cemaatı. Kur'an'a ciddi ve samimi olarak bağlanıp, ona hizmet için mücahidane bir surette çalışan ve fenâlıklardan korunan müslümanların topluluğu ve cereyanı.
  • Kur'an'ın bir cüz'ünün dörtte biri.
  • Zikir ve dua için Kur'an'dan alınmış bir kısım âyetler.

hizbullah

  • Allah'a bağlı olan topluluk; Kur'ân ve iman hizmetinde bulunanlar.

homa

  • Denizli'nin Çivril ilçesine bağlı ve şimdiki ismi Gümüşsu olan bir kasaba.

horasan

  • İran'ın doğusunda bir memleket adı. (Farsça)
  • Erzurum vilâyetine bağlı bir kasaba adı. (Farsça)
  • Tuğla tozu ile kireçten yapılan bir nevi sağlam harç ismi. (Farsça)
  • Kelime mânası: Doğan güneş. (Farsça)

hubb

  • (Hibâb - Hibb - Mehabbet) Sevgi, muhabbet, bağlılık, dostluk. Bir şeyi birisine sevdirmek.
  • Hulus, lüzum ve sübut.
  • Muhafaza ve imsâk.

hubb-u ehl-i beyt

  • Ehl-i Beyt'e olan sevgi ve bağlılık. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) neslinden gelenleri, onun izinden gidenleri ve onun yolunda sâdık olup sebat edenleri sevmek. (Farsça)

hülagu / hülâgu

  • Mi: 1258' de Bağdadı zaptederek halkını kılıçtan geçirmiş, Abbasi Halifesi Musta'sımı ve bütün âile efradını öldürtmüştür. Cengiz Hanın torunu, Tülay Hanın oğludur. Tarihde en çok kan döken hükümdar olarak bilinir. Abbasi Devletini yıkan Moğol Başkumandanıdır.

hulusname

  • Yalnız muhabbet, alâka ve bağlılığı göstermek üzere sunulan mektub. (Farsça)

hurafecilik

  • Gerçekle bağdaşmayan iddialarda bulunma.

huran

  • Dimeşk eyaletine bağlı çok geniş bir bölgenin adı.

hurc

  • Meşinden veya çadır bezi gibi şeylerden yapılmış büyük heybe ve sandık. Meşinden yapılan bu heybe ve sandıklar arka taraflarındaki meşin kollarla hayvanların semerine bağlanır ve iki hurc bir hayvana yüklenirdi. Eski zamanın uzun yolculuklarında kullanılırdı. Eskiden İstanbulun meşhur yangınlarında

huruf-u atıf

  • Atıf harfleri, bağlaçlar; (Ar. gr.) mânâ bütünlüğünü korumak için, kelime veya cümle grubu arasındaki irtibatı sağlayan harfler; "vav, bel, fe" gibi.

huruş / hurûş

  • Coşma, bağırma.

hüsn-ü ta'lil

  • Edb: Herhangi bir hâdisenin hakiki sebebini saklayarak, güzel ve hayalî bir sebep göstermeye hüsn-ü ta'lil denir. Bu gösterilen sebep hakiki olmamalı, fakat güzel olmalıdır.Bağ-ı âlemde yüzün menendi bir gül isteyüp.Cüst ü cu idüp gezer gülzarı bülbül şah şah. (Fatih Sultan Mehmed)Bülbülün, gül bahç

huvar

  • Bağırış, çığlık, sayha, avaz.

hüzahiz

  • Bağırgan deve.
  • Keskin kılıç.
  • Çok su.
  • Fitne.

hüzn-ü gurubi / hüzn-ü gurubî

  • Sevilen ve bağlanılan herşeyin batıp gitmesinden ortaya çıkan hüzün.

i'kad

  • Düğümlemek. Bağlamak. Bend etmek.

i'lamat

  • (Tekili: İ'lam) Bir dâvânın mahkemece nasıl bir hükme bağlandığını gösteren resmî vesikalar.

i'nan

  • Büyü ile bağlanma.

i'tifa'

  • Bağış dileme, afvedilmesini isteme.

i'tikadat / i'tikadât

  • (Tekili: İ'tikad) İnanışlar. Bağlanışlar ve inançlar.

i'tikal

  • Sağmak için koyunun ayaklarını iki bacağı arasına alma.
  • Devenin dizini büküp bağlama.
  • Güreş yaparken rakibini sarmaya getirip yıkma.

i'timad

  • (İtimad) Güvenerek bağlanmak. Emniyet etmek. Bir şeye kalben güvenip dayanmak.

i'tiyaş

  • Geçinme. İdareli yaşama.İ'TİZA' : Bir kavim veya kimseye bağlı bulunma.

ianat / iânât / اعانات

  • Yardımlar, bağışlar. (Arapça)

iane / iâne / اعانه

  • Yardım, bağış. (Arapça)

iare-i mutlaka

  • Bir mülkün, bir eşyanın sâhibi tarafından hiç bir şart ve kayda bağlı kalmayarak başka birine ödünç verilmesi.

ibad

  • Devenin ayağını bağladıkları ip.

ibn-i ishak

  • (Ebu Abdullah Muhammed) Medine'de büyümüştür. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) hayatına dair vak'aları derin bir alâka ile toplamağa başladı. Daha sonra Mısır'a, oradan da Irak'a gitti. Hi: 151 veya 152 tarihinde Bağdat'ta vefat etti. Siyere dair iki eser vücuda getirmiştir.1. Kitab-ül Mübtedâ ve Kısâs-ul E

ibra / ibrâ

  • Bağışlanma, temize çıkma, aklanma.

ibrahim-vari

  • İbrâhim (A.S.) gibi. Fani, gelip geçici şeylere kalbini bağlamamak sureti ile. (Farsça)

iç il müderrisleri

  • İstanbul, Edirne ve Bursa'da ve bunlara bağlı yerlerde 150'şer akça ve daha fazla yevmiyeleri olan medrese müderrisleri. (Türkçe)

icar

  • Kadının başına bağladığı nesne.

icdaf

  • Bağırıp çağırma.

idade

  • Kol bağı.

idare fitili

  • Eskiden geceleyin yatak odalarını aydınlatmak için zeytinyağı konmuş küçük bir tabağın içinde yakılan bir çeşit fitilin adıdır. Küçük petrol lâmbalarına da idâre denildiği için bunların fitillerine de bu ad verilir.

iddet

  • Kocasının ölümüyle dul kalan veya talak (boşama) ve fesh (nikâhın bozulması) sebebiyle evlilik bağı çözülen kadının yeniden evlenebilmesi için beklemesi gereken zaman.

idealist

  • İdeal ve mefkûre sahibi. (Fransızca)
  • İdealizm felsefesine bağlı kimse. (Fransızca)

ifdal

  • (Fadl. dan) Lütuf ve bağış. İhsan.

iflat

  • Kement veya bağdan kurtulup kaçma.

iğreti

  • t. Ödünç, borç, kendi malı olmayan. Yerli ve sabit olmayan, muallak gibi duran.
  • Muvakkat, bağlı bulunmayan, geçici.
  • Fıtrî olmayan, sahte, sun'î.

igrik

  • Çok bağırıp böğüren (hayvan).

ihab

  • Verme, bağışlama.

ihbas

  • Eteğinde bir şey gizleme.
  • Hapsetme.
  • Vakfetme. Hayır yollarında mal ve hayvan bağışlama.

ihlas

  • (Hulus. dan) Kalbini safi etmek. İçten, samimi, riyasız sevgi. İçten gelen sevgi ile doğruluk ve bağlılık.
  • Sırf Allah emretmiş olduğu için ibadet etmek. Yapılan ibadet ve işlerde hiçbir karşılık ve menfaati, hakiki ve esas gaye etmeyerek yalnız ve yalnız Allah rızasını esas maksat ve

ihnak

  • (Hunk. dan) Kin bağlama. Gazaplandırma.

ihnet

  • Gazap, öfke. Hiddet.
  • Kalb katılığı.
  • Kin bağlamak.

ihsan / ihsân / احسان

  • İyilik, lütuf, bağışlamak.
  • Sahilik etmek, cömertlik yapmak.
  • Allah'ı görür gibi ibadet etmek.
  • Güzel bilmek. Güzel eylemek.
  • İyilik etme.
  • Bağış, bağışlama.
  • Sağlamlaştırma.
  • Bağış, ikram, lütuf.
  • Bağış. (Arapça)
  • İyilik. (Arapça)

ihsan eden

  • Bağışlayan, veren.

ihsan etmek

  • Bağışlamak.

ihsan-ı ilahi / ihsan-ı ilâhî

  • Allah'ın ihsanı, ikramı, bağışı.

ihsan-ı ilahiye / ihsan-ı ilâhiye

  • Allah'ın ihsanı, ikramı, bağışı.

ihsan-ı mahsus

  • Özel iyilik ve bağış.

ihsan-ı rabbani / ihsan-ı rabbânî

  • Herşeyi terbiye ve idare eden Allah'ın ihsanı, ikramı, bağışı.

ihsan-ı rahmani / ihsan-ı rahmânî

  • Bütün yarattıklarına karşı çok merhametli olan Allah'ın ikramı, bağışı.

ihsan-ı şahane / ihsan-ı şâhâne

  • Padişahın ihsanı, bağışı.

ihsanat / ihsânât

  • İyilikler, bağışlar, lütuflar.

ihsanat-ı hususiye-i rabbaniye / ihsanat-ı hususiye-i rabbâniye

  • Allah'ın terbiye ve idaresinin özel yardım ve bağışları.

ihsanat-ı ilahiye / ihsânât-ı ilâhiye

  • Allah'ın lûtuf ve bağışları.

ihsanat-ı külliye-i ilahiye / ihsânât-ı külliye-i ilâhiye

  • Allah'ın herşeyi kuşatan bağış ve iyilikleri.

ihsanat-ı mahsusa / ihsânât-ı mahsusa

  • Özel ihsanlar, yardımlar, bağışlar.

ihsanat-ı rabbaniye / ihsânât-ı rabbâniye

  • Allah'ın lütuf ve bağışları.

ihsanat-ı şahane / ihsânât-ı şahane

  • Padişahın bağış ve iyilikleri.

ihsanat-ı uhreviye / ihsânat-ı uhreviye

  • Ahiretteki ihsanlar, bağışlar.

ihsandide

  • (Çoğulu: İhsandidegân) İhsan görmüş, bağış almış. Birinin lütfunu görmüş, minnettar. (Farsça)

ihsanen

  • İhsan suretiyle. Bağışlayarak, lütuf ve iyilik ederek.

ihsanperver

  • Bağışta bulunmayı pek seven.

ihsanperverane / ihsanperverâne

  • Bağışta bulunmayı pek sever şekilde.

ihtirasat-ı dünyeviye / ihtirâsât-ı dünyeviye

  • Şiddetli arzu ve hırs ile dünyaya bağlılık.

ihtiyari / ihtiyarî / ihtiyârî / اختياری

  • Mecburi olmayan. İsteğe bağlı. Bir kimsenin isteğine bırakılmış olan.
  • İsteğe bağlı, iradeyle yapılan.
  • İsteğe bağlı, istemekle.
  • Kişisel seçime bağlı, isteğe bağlı. (Arapça)

ihtizam

  • Kemer takma, kuşak bağlama.

ıkal

  • İkl, bağ, bend.
  • Daha ziyade Arabların başlarına koyup sardıkları bağ, agel.

ikal / ikâl / عقال

  • Ayak bağı, ayak köstegi.
  • Bağ, bend.
  • Bağ.
  • Ayak bağı.
  • Bağ. (Arapça)
  • Köstek, pranga. (Arapça)

ikram

  • Ağırlamak. Hürmet etmek. Saygı göstermek.
  • İltifat olarak bir şeyler vermek.
  • Bağış.
  • Hesap dışı verilen şey veya yapılan indirme, tenzilât.
  • Allah'ın lütfu ve ihsanı. (İkramın izharı, yani Allah'ın lütfu ve ihsanı olan ikramın izharı tahdis-i nimettir. İnsanın ne
  • Bağış, iyilik.

ikram buyurma

  • İhsan etme, bağışlama.

ikram buyurulan

  • Bağışlanan, ihsan edilen.

ikram-ı rabbani / ikram-ı rabbânî

  • Herbir varlığa muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın bağış ve ihsanı.

ikram-ı sübhani / ikram-ı sübhânî

  • Her türlü kusur ve eksiklikten uzak olan Allah'ın bağış ve ihsanı.

ikramat / ikrâmât

  • (Tekili: İkram) İkramlar, hürmetler, bağışlar.
  • Bağışlar, ikramlar, ihsanlar.

ilama / ilâma

  • Isparta'nın Eğirdir ilçesine bağlı bir köydür.

ilcac

  • Feryad etme, bağırma.

ilel-i müteselsile

  • Zincir gibi birbirine bağlı olup devam eden sebepler, illetler.
  • Zincir gibi birbirine bağlı olup devam eden sebepler, illetler.

ilhani / ilhanî

  • İlhanlık. İlhanla alâkalı. İlhanın idare ettiği devlet şekli, imparatorluk. Bu idareye bağlı memleketler. İlhan olma hâli.

ilm-i kelam / ilm-i kelâm

  • Kelime-i şehâdeti ve buna bağlı olan îmânın altı temel bilgisini öğreten ilim.

ilm-i muhtar

  • Seçim serbestliği bulunan ve bağımsız hareket eden bir ilim sahibi.

iltihab-ı a'ver

  • Tıb: Körbağırsağın iltihabı.

iltiva-yi em'a / iltiva-yi em'â

  • Tıb: Bağırsağın kendi üzerine helezoni biçimde kıvrılması.

iltizam-ı hak

  • Hakka sarılma ve bağlanma.

iltizam-ı hikem

  • Hikmetlere sarılma, hikmetlere bağlılık.

iltizam-perverane

  • Bağlanarak, sarılarak.

imam-ı a'zam

  • (Hi: 80-150) Hanefi Mezhebinin imamı. Asıl ismi: Ebu Hanife Nu'man bin Sâbit'tir. Bağdatlı olup Abbasiler devrinde yaşamıştır. Fıkıh ilminin en ileri geleni olup, bu ilmin tedvin ve tervicinde çok büyük hizmet etmiştir. Böyle zâtların vicdan-ı umumiye nezdinde idareyi, hak ve adalette selâmet için,

imdad-ı vahidiyet / imdad-ı vâhidiyet

  • Her şeyin bir tek noktaya bağlanmasından gelen yardım ve destek.

imkan ve ihtimal dairesi / imkân ve ihtimâl dairesi

  • Olabilirlik, varlığı ile yokluğu eşit olan ve varlığı Allah'ın var etmesine bağlı olan daire.

imkani / imkânî

  • Varlığı ile yokluğu eşit olan, varlığı Allah'ın var etmesine bağlı olan.

imma

  • (Terdid edatıdır) "Ya, veya" diye tercüme edilir.. Şek, şüphe, ibahe, bağışlamak, hayret vermek mânâlarını da ifade eder.

imtisalen

  • Bağlı olarak, imtisal ederek, uyarak, tâbi olarak.

in'am / in'âm / انعام

  • Bağış, ihsan. (Arapça)
  • Bahşiş. (Arapça)

in'amat-ı rahmaniye / in'âmât-ı rahmâniye

  • Allah'ın sonsuz şefkat ve merhametiyle bağışladığı nimetler.

in'ikad / in'ikâd / انعقاد

  • Akdetme. Bağlanma.
  • Fık: İcab ve kabulün taraflarca eseri zâhir olup, meşru bağlılık ve alâkadarlık.
  • Kurulma. Toplanma.
  • Bağlanma. (Arapça)
  • Toplanma. (Arapça)

inabe / inâbe

  • Günahları terk ile Hakka dönüş. Hakka tâbi bir mürşide bağlanmak.
  • Bir büyüğe, evliyâ bir zâta intisab etmek, bağlanmak sûretiyle yapılan tövbe.

inadiyye

  • Eşyanın hakikatini inkâr etme felsefesine bağlılık.

inale

  • Kavuşturma, vâsıl etme, nâil etme, ulaştırma.
  • Yemin, kasem, and.
  • İhsanda bulunma, bağışta bulunma.

incibar

  • Kırılmış olan kemiğin bağlanıp tekrar kaynaması.

indab

  • (Nedeb. den) Yara iyileşip kabuk bağlama.

inikad / inîkad

  • Kurulma, gerçekleşme, bağlanma.

inkılabat-ı zamaniye / inkılâbât-ı zamaniye

  • Zamana bağlı olarak meydana gelen değişimler.

inkıyad / inkıyâd / انقياد

  • Boyun eğme, bağlanma.
  • Bağlanma, boyun eğme. (Arapça)

insidad-ı em'a / insidad-ı em'â

  • Tıb: Bağırsakların birbirine dolanması neticesinde tıkanması.

intikaz

  • Bozulma.
  • Çözülme, battal edilme.İNTİMA'Â : Birine mensub olma, intisâb etme. Bir kimseye bağlanma.
  • (Kuş) bir yerden uçup, başka bir yere konma.

intisab / intisâb / انتساب

  • (Nisbet. ten) Bir yere, bir kimseye mensub olmak. Mâiyyetine girmek. Bağlanmak.
  • Bağlanma, kapılanma.
  • Bağlanma, mensup olma.
  • Mensûb olma, bağlanma. Bir işe, bir mesleğe girme. Bir mürşîd-i kâmile (rehbere) bağlanma, talebe olma.
  • Bağlanma.
  • Bir yere mensup olma. (Arapça)
  • Bir yere bağlanma, bir yerde çalışmaya başlama. (Arapça)

intisab-ı imani / intisab-ı imanî

  • İman ederek Allah'a bağlanma.

intisab-ı ubudiyet

  • Kulluk bağı.

intisaben

  • Bağlanarak, mensup olarak.

intisap

  • Bağlanma, mensup olma.

intisap etme

  • Mensup olma, bağlanma.

intisap etmek

  • Bağlanmak, mensup olmak.

intitak

  • Kemer veya kuşak bağlama.

inzimam

  • Bağlanma.
  • Yular ile bağlanma.

ira

  • Bağış yapma, iyilikte bulunma.
  • Çakmaktan ateş çıkarma. Parlama.

ırak-ı arab / ırâk-ı arab

  • Arap Irak. Fırat ve Dicle nehirleri arasında kalan ve Bağdat'ın kuzeyine kadar uzanan topraklara Osmanlı İmparatorluğu zamanında verilen isim.

ıras

  • Devenin başını ayağına bağladıkları ip.

irca / ircâ

  • Geri döndürme, bağlama.

irfad

  • Yardım etme, bağışta bulunma. Hediye verme.

irhem yareb

  • Tıb: Bağırsak tıkanması veya dolanması.

irtam

  • Hatırlamak için parmağa iplik bağlama.

irtibat / irtibât / ارتباط / اِرْتِبَاطْ

  • Bağlanmak, raptedilmek. Muhabbet, dostluk ve alâkadarlık.
  • Düşmana karşı cenk için hudutta at sahibi olmak.
  • Bağ, ilişki.
  • Bağlılık, ilgi.
  • Bağlantı, ilişki, ilgi. (Arapça)
  • Bağlanma.

irtibat etme

  • Bağlı olma, bağlanma.

irtibat-ı ruhi / irtibat-ı ruhî

  • Ruhsal bağlanma, ruhsal münasebet.

irtikaz

  • (Rekz. den) Dikilme.
  • Bağlanma.
  • Tıb: Nabız atma.

ırzal

  • Bağcıların arslan korkusundan dolayı ağaçların üzerinde yaptıkları yatak.
  • Avcıların, yatağında topladıkları kuru ot.

ısabe

  • (Çoğulu: Asâib) Cemaat, topluluk.
  • Tıb: Yaraları sarmakta kullanılan bağ, yara bantı.
  • Başa sarılan ve şeâir-i İslâmiyeden olan sarık.

ısam

  • Göze çekilen sürme.
  • Kırba bağı.
  • Kırba örtüsü.

isar

  • Sargı, bağ.
  • Esirlik, kölelik.

isare

  • Esir etmek ve gezdirmek.
  • Bağ, bend.

işfak

  • Acıyarak sakınma. Şefkat ve inayet etme.
  • Sevme.
  • Sakınma ve korkma.
  • Azaltma.
  • Lütfetme, bağış, ihsan.

ıskalariya

  • Geminin üst kısmına çıkabilmek için iskele, yani merdiven teşkil etmek üzere çarmıhlara aykırı ve kazık bağı ile bağlanmış ince halatlar.

islamiyet

  • İslâmlık.
  • İslâm oluş. Teslimiyet, inkıyad, bağlılık, hakka tarafgirlik ve iltizamdır. (İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez; gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan yalnız kendine gece yapar. Münazarat)

ismah

  • Cömert ve eli açık olma.
  • İtâatli ve bağlı etme.

ısr

  • Ahd. Sözleşme. Yemin.
  • Kulakta küpe deliği.
  • Şiddetli ahkâm ve teklifler.
  • Altındakini yerinde tutan ağırlık, bağ.

isti'fa

  • Affını, azlini, bağışlanmasını istemek.
  • Kendisinin memuriyetten affını taleb etmek.

isti'naf

  • Önceki cümlelere bağlı olmayıp ilerdeki muhtemel sorulara cevap teşkil etme.

iştibak-ı tesanüd-ü nazm / iştibak-ı tesânüd-ü nazm

  • Bir ağ gibi birbirine bağlanıp dayanmış olan nazım, diziliş.

istibdad

  • Başlı başına olmak. Keyfî idare sistemi.
  • Zulüm ve tahakküm. İdaresi altındakilerin istemediği şeyleri yalnız kendi keyfine göre zorla ve zulümle yaptırmaya çalışmak. Kanun ve nizamlara bağlı olmayarak, çok defa da kanun namına kanunsuzluk yaparak, keyfi hükmünü icra ettirmek. Kimseyi

istidradi / istidrâdî

  • Bir sözde asıl gayeden bahsederken bağlantılı olarak ikinci derece başka konulardan bahsetmek.

ıstıfaf

  • Dizilme. Sıralanma. Saf bağlama.

istiğfar / istiğfâr

  • (Gufran. dan) Afv dilemek. Cenab-ı Hak'tan kusurlarının affedilmesini, günahlarının bağışlanmasını dilemek. Tevbe etmek. Yalvarmak. " Estağfirullâh" demek.
  • Mağfiret (bağışlanmak) istemek. Allahü teâlâdan kusurlarının ve günâhlarının affedilmesini bağışlanmasını dilemek. Tövbe etmek.

istiğna-yı istiklaliyet / istiğnâ-yı istiklâliyet

  • Minnetsiz ve tam bağımsızlık.

istihab

  • (Hibe. den) Hibe ve hediye olarak isteme. Bağış olarak arzulama.

istihkamat-ı muttasıla / istihkâmât-ı muttasıla

  • Bir birine bitişik ve bağlı olarak yapılmış olan sığınaklar olup, daha ziyade şehirlerin ve mühim mevkilerin etrafına yapılır.

istihmam

  • Bir kimse, bağlı olduğu cemâate ait işler için her türlü sıkıntıya düşme.
  • Ehemmiyet verme.

istiklal / istiklâl / استقلال / اِسْتِقْلَالْ

  • Bağımsızlık.
  • (Kıllet. den) Kendi başına olmak, kimseye bağlı olmayış, müstakil oluş.
  • Az bulma, kâfi görmeme.
  • Rey sahibi olup keyfi iş görme ve başkasının emrine ve fikrine tâbi olmaktan uzak kalma.
  • Bağımsızlık.
  • Bağımsızlık.
  • Bağımsızlık. (Arapça)
  • Bağımsız olma.

istiklal harbi / istiklâl harbi

  • Bağımsızlık, Kurtuluş Savaşı.

istiklal-i islam / istiklâl-i islâm

  • İslâmın bağımsızlığı.

istiklaldarane / istiklâldârâne

  • Bağımsızca.

istiklaliyet / istiklâliyet

  • Bağımsızlık.
  • Bağımsızlık.

istiklaliyet-i mutlaka / istiklâliyet-i mutlaka

  • Kesin ve sınırsız bağımsızlık.

istıktab

  • (Kutb. dan) Kutuplaşma, bir kutubun etrafında toplanma, bir kutuba bağlanma.

iştirat

  • (Şart. dan) Şarta bağlama, şarttlaşma.

itikadat-ı imaniye / itikadât-ı imaniye

  • İmanla bağlantılı inanışlar.

itlak

  • Bağlama, asma.

ittiba / ittibâ

  • Tâbi olma, bağlanma, uyma.

ittiba etme / ittibâ etme

  • Tâbi olma, bağlanma.

ittiba eyleme / ittibâ eyleme

  • Tâbi olma, bağlanma.

ittiba-ı sünnet-i muhammediye / ittibâ-ı sünnet-i muhammediye

  • Hz. Muhammed'in (a.s.m.) sünnetine bağlanma.

ittihab

  • (Hibe. den) Karşılıksız olarak verilen bir bağışı kabul etme.

ittisal / ittisâl

  • Ulaşmak. Bitişmek.
  • Birbirine dokunmak. Yakınlık. Bağlılık. Kavuşmak.
  • Bağlılık, bitişiklik.

izafe / izâfe

  • Bir şeyi bir kimseye veya bir şeye nisbet etmek, yakın etmek. İsnâd etmek. Katmak, katıştırmak.
  • Bir şey üzerine meylettirmek, havale olmak, bağlanmak.
  • Mal etmek.
  • Gr: İki isimden meydana gelen bağlılık tamlaması.
  • Katma, ilâve etme, bağlama.
  • Bağlama, yükleme.

izafet / izâfet / اضافت

  • Bir şeyi bir kimseye veya bir şeye nisbet etmek, yakın etmek. İsnâd etmek. Katmak, katıştırmak.
  • Bir şey üzerine meylettirmek, havale olmak, bağlanmak.
  • Mal etmek.
  • Gr: İki isimden meydana gelen bağlılık tamlaması.
  • İki şey arasındaki ilgi, bağ.
  • İsim tamlaması, isim takımı.
  • İlgi, bağ. (Arapça)
  • Tamlama. (Arapça)

izafet-i maklub

  • Ters çevrilmiş terkib. Muzaf-un ileyh ile muzafın yer değiştirmesi olup, böylece birleşik isim ve sıfatlar yapılır. Bu terkibler semâidir; işitilmekle öğrenilir, bir kaideye bağlı değildir. Her terkib bu şekle sokulmaz. Meselâ: Tâb-ı meh: Meh-tâb: Ay ışığı. Çeşm-i âhu: Ahu-çeşm: Ceylân gözlü. Nazar-

izafeten

  • İsnad etmek suretiyle, isnad ederek, ona bağlıyarak.

izafi / izafî / izâfî

  • İzafetle alâkalı, izafete dâir. Ona bağlamak suretiyle. Alâkalı göstererek.
  • Başka bir şeye göre olan; bağlı olduğu şeye göre değişen; rölatif.

izafiyye

  • Münasebet. Bağlı oluş. Alâkalılık.

izafiyyet

  • Alâka mahiyeti. Bağlılık.

jartiyer

  • Çorap bağı. (Fransızca)

ka'm

  • (Çoğulu: Kiâm) Devenin ağzını bağladıkları şey.
  • İçinde silah saklanan kap.
  • Bağlamak.
  • Öpmek.

kaat

  • Gadap, hiddet, öfke.
  • Darlık.
  • Yaşlı koyun.
  • Davar memesi.
  • Bağırma ve çığlık şiddeti.

kaba necaset / kaba necâset

  • İnsandan çıkınca abdesti veya guslü gerektiren her şey, eti yenmeyen hayvanların, (yarasa hâriç) ve yavrularının yüzülmüş, dabağlanmamış derisi, eti, pisliği ve bevli ile süt çocuğunun pisliği, bevli ve ağız dolusu kusmuğu, insanın ve bütün hayvanlar ın kanı ile şarab, leş, domuz eti ve kümes ve yük

kabil-i telif

  • Uygun olan, bağdaşan.

kabkaba-i ibil

  • Devenin bağırması.

kaburga

  • Göğüs kemiklerinin beheri. Göğüs kemiklerinin bel kemiğine bağlanmak suretiyle meydana getirdikleri şeklin bütünü.
  • Gemi, sandal, kayık gibi deniz nakil vasıtalarının hayvan kaburgasına benzeyen ve omurga üzerine kaldırılan eğri ağaçları.

kafs

  • Sıçramak.
  • Hafiflik.
  • Sevinç, neşat.
  • Hayvanın ayaklarını bağlamak.

kahhar / kahhâr

  • Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Düşmanlarından, cebbâr (kibirli, zorba, zâlim), inâdcı, nîmetlere nânkörlük edenleri öldürüp, onları zelîl (aşağı, hakîr) etmekle dünyâda kahreden, âhirette düşmanları olan kâfirlere ebedî; îmâ nlı ölen mü'minlere, af ve mağfiret etmezse (bağı

kaide-i rabt

  • Bağlama kaidesi, bağlama cümlesi.

kal'a-bend

  • Bir kale içinde yaşamağa mahkûm olmuş olan. Kal'aya bağlanmış. (Farsça)

kalb hastalığı

  • Kalbin Allahü teâlâdan başkasına bağlanması.

kalb huzuru / kalb huzûru

  • İç rahatlığı, gönül hoşluğu. Kalbin Allahü teâlâdan başkası ile olmaması; Allah'tan başkasına bağlanmaması.

kalb toparlanması

  • Kalbin Allahü teâlâdan başka şeylere bağlanmaktan kurtulması.

kalb-i bendeleri / kalb-i bendelerî

  • Size bağlı kalbim, sizin köleniz olan kalbim.

kalb-i selim / kalb-i selîm

  • Şek (şüphe) ve şirkten (Allahü teâlâya ortak koşmaktan), küfür ve nifâktan arınmış, dâimâ Allahü teâlâya bağlı kalb.

kalben terketme

  • Kalbini bağlamama.

kambahş / kâmbahş

  • Herkesin isteğini yerine getiren. (Farsça)
  • Bağışçı, ihsan edici. (Farsça)

kamit

  • Bağlanmış.
  • Tam olgun, kâmil.

kanun

  • Tabiat olaylarının bağlı olduğu değişmez kaide.

kanun-u kerem

  • Cömertlik, bağış ve ikram kanunu.

karabet-i nesebiye

  • Kan bağından gelen yakınlık.

karamil

  • Örülüp ucu sarkıtılan saç bağı.

karar

  • Değişmez hâle gelmek.
  • Sabit ve sakin olmak.
  • Ne az ne çok olan tam ölçü. Ölçülülük.
  • Gitmeyip kalmak.
  • Oturaklı yer. Sâkin olacak yer.
  • Anlaşılan ve sabit hâle gelen son karar sözü.
  • Mahkemece verilen son söz ve neticeye bağlama.
  • Dolanmak.

karargir / karargîr / قرارگير

  • Karara bağlanmış. Kararı verilmiş. (Farsça)
  • Karar verilmiş. (Arapça - Farsça)
  • Karargîr olmak: Karara bağlanmak. (Arapça - Farsça)

karf

  • Töhmet etmek, ayıplamak.
  • Ayıp isnad etmek.
  • Dibâgat olunmuş deriden yapılan dağarcık gibi bir kap.

kasatura

  • Askerlerin, bellerine bağlayıp taşıdıkları ve süngü gibi kullandıkları düz ve kısa kılıç.

kat'-ı intisap

  • Mensubiyet bağını kesme.

kat-ı sıla-i rahim

  • Hısım-akrabayı ve özellikle anne-babayı terk etme, bağlantıyı kesme.

katolik

  • Hıristiyanlardan bazılarınca Hz. İsa'nın (A.S.) vekili telâkki ettikleri papanın reisliği altında Hıristiyanlıkta bir mezheb ve bu mezhabe bağlı olanlar. (Fransızca)

kavaid-i usuliye / kavâid-i usuliye

  • Metod kuralları; ilmî disiplinlerle bağlantılı metod kuralları.

kavkal

  • Bağırtlak kuşunun erkeği.
  • Keklik.
  • Turaç kuşu.

kavl-i kadim / kavl-i kadîm

  • İmâm-ı Şâfiî'nin Bağdâd'daki ilk ictihâdlarına (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden çıkardığı hükümlere) verilen ad. Bunlara onun mezheb-i kadîmi de denir. İmâm-ı Şâfiî, kavl-i kâdimini el-Hucce adlı eserinde topladı. Mısır'a yerleşince, muhîtin (y örenin) örf ve âdetlerini de nazar-ı îtibâra (dik

kavm

  • (Kavim) Bir peygambere tâbi ve bağlı insan topluluğu. Aralarında dil, âdet, örf, kültür birliği olan cemâat, topluluk. Millet. Bir işe başlamak.
  • Pazar kurmak.
  • Müşteri ile anlaşmak.

kavz

  • (Çoğulu: Akvâz-Akâviz-Kızân) Küçük kum tepesi.
  • Düşmek.
  • Bağlamak.

kayd / قيد

  • Kelepçe, bağ.
  • Bağlamak.
  • Bir şeyi bir yere yazmak.
  • Deftere geçirmek.
  • Sınırlamak.
  • Şart.
  • Bağlanma, bağlayacak şey.
  • Bir yere yazma.
  • Sınırlama, belirtme.
  • Önem verme, unsurlama.
  • Yazma, bağ.
  • Bağ. (Arapça)
  • Zincir. (Arapça)
  • Kayıt. (Arapça)

kayd-ı esaret

  • Esaret zinciri, bağı.

kayd-ı istibdat

  • Baskı ve despotluk bağı, kelepçesi.

kayd-ı maddiyat

  • Maddi kayıt, bağ.

kaydetmek

  • Yazmak.
  • Bağlamak.
  • İlgilenmek, alâkalanmak.

kayıd / قَيْدْ

  • Bağ, sınırlama.

kayıt

  • Yazma, bağ.

kaynan

  • At ve deve ayaklarının ip bağlanacak ve bukağı vuracak yeri.

kaza-i muallak / kazâ-i muallak

  • Allahü teâlânın yaratılmasını şarta bağlı olarak takdîr ettiği ve şart meydana gelince yarattığı şeyler.

kaza-i mübrem / kazâ-i mübrem

  • Allahü teâlânın şarta bağlı olmaksızın yaratılmasını takdîr ettiği, yaratılması muhakkak olan şeyler.

kazabe

  • Kesinti. Bağ ağacından ve diğer ağaçtan kesilen parçalar.

kaziye-i şartiye

  • İki cümleden oluşan ve bir cümledeki hükmün diğer bir cümledeki şarta bağlı olduğu önerme.

kebl

  • Bağlamak.
  • Kovanın ağzını iki kat edip dikmek.

kefalet-i mutlaka

  • Huk: Bir kayıt ile bağlı olmıyan kefalet.

kefareten / kefâreten

  • Günahın bağışlanmasına vesile olarak, bedel olarak.

keffaret / keffâret

  • İşlenen bir hata veya günahın bağışlanmasına vesile olması için verilen sadaka veya tutulan oruç, karşılık.

keffaretü'z-zünub / keffaretü'z-zünûb

  • Günahlara keffaret, günahların bağışlanmasına vesile.
  • Günahlara keffaret, günahların bağışlanmasına vesile.

keffáretü'z-zünub / keffáretü'z-zünûb

  • Günahların bağışlanmasına vesile.

keffaretü'z-zünub / keffâretü'z-zünub / keffâretü'z-zünûb

  • Günahların bağışlanmasına vesile.
  • Günahlara kefaret, günahların bağışlanmasına vesile.

keffaretüzzünub / keffâretüzzünub

  • Günahlara keffaret, günahların bağışlanmasına vesile.

kelam-ı mecazi / kelâm-ı mecazî

  • Gerçek anlamında kullanılmayıp, aralarındaki ilgi, bağ ve benzerlikten dolayı başka anlamda kullanılan söz.

kemal-i imtisal / kemâl-i imtisâl

  • Eksiksiz bir şekilde bağlanma, boyun eğme.

kemal-i ittisal

  • Tam, sıkı bir bağlantı, ilişki.

kemal-i ittisal ve ittihad

  • Sıkı bir bağ, ilişki ve birlik.

kemal-i sadakat / kemâl-i sadakat / kemâl-i sadâkat / كَمَالِ صَدَاقَتْ

  • Tam ve mükemmel bağlılık; sağlam ve sarsılmaz kalbî bağlılık.
  • Tam bir bağlılık.

kemal-i sadakat ve ihlas / kemâl-i sadakat ve ihlâs

  • Tam ve mükemmel bağlılık ve samimiyet.

kemal-i teslim / kemâl-i teslim

  • Tam bir bağlılık, teslimiyet.

kemer

  • Yay gibi eğik olan yapı. (Farsça)
  • Bele bağlanan kuşak. (Farsça)
  • İç çamaşırın bele rastlayan kısmı. (Farsça)

kemerbend

  • Kemer bağı. (Farsça)
  • Kemeri takılmış. Belinde kemer olan. (Farsça)
  • Mc: Derviş. (Farsça)

kemerbeste

  • Kuşak bağlamış, hazırlanmış.
  • Kuşak bağlamış, hazır olmuş. Hazır olup emri bekler hâlde olan. (Farsça)

kemerbeste-i hizmet-i mevla / kemerbeste-i hizmet-i mevlâ

  • Allah'ın huzurunda, Onun emrine hazır şekilde el bağlamak.

kemerbeste-i ubudiyet / kemerbeste-i ubûdiyet

  • Cenab-ı Hakkın huzuruna çıkıp, kollarını önden bağlar şekilde, emre hazır vaziyette bekleyip, kulluğunu ifâde ve ilân etmek. (Namazdaki gibi)
  • Kulluk için el bağlayıp Allah'ın huzurunda durma.

kenet

  • (Esâsı: Kinet) İki sert cismi birbirine bağlamak için çakılan iki ucu kıvrık madeni parça.

keramat-ı kur'aniye / kerâmât-ı kur'âniye

  • Kur'ân'ın kerametleri; ikramları, bağışları.

keramet

  • Allah (C.C.) indinde makbul bir veli abdin (yâni, âdi beşeriyyetten bir derece tecerrüd edebilen zatların) lütf-u İlâhî ile gösterdiği büyük mârifet. Velâyet mertebelerinde yükselen bir abdin hilaf-ı âdet hâli.
  • Bağış, kerem.
  • İkram, ağırlama.

keramet-i sadakat

  • Doğruluk ve bağlılığın kerameti.

kerdese

  • Bağ, kayd.
  • Ayağı bağlı olan kimsenin yürüyüşü.

kereb

  • Kova bağladıkları ip.
  • Suyu yatıp ağızla içmek.
  • Hurma ağacının kökü.

keremkar / keremkâr

  • Lûtfeden, bağışlayan.
  • Kerem eden, ikram eden. Cömert, eli açık olan, bağışlayan. (Farsça)

kerh

  • Bağdat şehrinde bir mevziin adı.

kerm

  • (Çoğulu: Kürum) Bağ kütüğü. Asma, üzüm çubuğu.

kerram

  • Bağcı.

keşef

  • Kaplumbağa. (Farsça)

ketf

  • Omuz. Omuz kemiği.
  • Parça parça kesmek ve bağlamak.

keyfi / keyfî

  • Keyfe, arzuya bağlı. İsteğe âid ve müteallik.

kımat

  • Örtü, sargı. Sarılacak bez. Beşik bağırdağı.
  • Keserken koyunun ayağını bağlamada kullanılan ip.

kımt

  • Kamıştan yapılan evlerin kamışlarını bağladıkları ip.

kıtaf

  • Bağdan üzüm kesecek ve ağaçtan yemiş devşirecek vakit.

kıtb

  • (Çoğulu: Aktâb) Bağırsak.

koloni

  • Bir ülkenin, sınırları dışında işgal ettiği ve yönettiği ülkeye sıkı bağlarla bağlı arazi. (Fransızca)
  • Başka bir memlekete yerleşmeğe giden göçmen topluluğu veya bir topluluğun yerleştiği yer. (Fransızca)
  • Bir memlekette bulunan yabancılar topluluğu. (Fransızca)

kolordu

  • Üç tümen ve bağlı birliklerden meydana gelen büyük askerî birlik.

kompleks

  • Bir anda kavranamıyacak şekilde çeşitli sebeblerden, unsurlardan meydana gelmiş. (Fransızca)
  • Basit olmayan. Mürekkep. (Fransızca)
  • İnsanların davranışlarına, ruh hâllerine yön veren birbirine bağlı şuuraltı hayallerinin bütünü. (Fransızca)

konsolos

  • İtl. Yabancı ülkelerde yurttaşlarının haklarını korumak ve bağlı bulunduğu hükümete siyasî ve ticarî bilgileri vermekle vazifeli hariciye memuru.

kudsiyet

  • Kutsallık; Cenâb-ı Hakka mensup ve doğrudan Ona bağlı olma; Kur'ân gibi.

kuduri / kudurî

  • (Hi: 362 - 428) Bağdadlıdır. Ahmed İbn-i Muhammed Bağdâdi diye de anılır. Hanefi fıkıh âlimlerindendir. Bu zatın, fıkha dâir meşhur kitabının ismi de Kudurî'dir.

kulunç

  • Tıb: Şiddetli bağırsak ağrısı. Omuzlarda ve vücutta bir ağrı.

kundak

  • Küçük çocukları sıkı bağlamaya yarıyan bezler takımı.
  • Yangın çıkarmak için bir yere sokulan, tutuşturulmuş yağlı bez çıkısı.

kurre

  • Parlaklık. Tâzelik. Gözün parlak ve nurlu olması.
  • Ağlamaktan sonraki serinlik.
  • Dilşâd olmak.
  • Bir atımlık şey.
  • Kurbağa.

kürum

  • (Tekili: Kerm) Üzüm kütükleri. Bağ kütükleri.

kusb

  • (Çoğulu: Aksâb) Göden bağırsak denilen büyük bağırsak.

kusbe

  • (Çoğulu: Kuseb) Göden bağırsak.

kut'ül amare / kut-ül amare / كوتول امار

  • Kut'ül Amare ne demektir?

    Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na atanarak 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak 1916 tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi.

    İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vadi Muharebesi'nde 1.600, 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekildiler. Bu yenilgiden dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi.

    Kut'ül Amare zaferinin önemi

    Kût (kef ile) veya 1939’dan evvelki ismiyle Kûtülamâre, Irak’ta Dicle kenarında 375 bin nüfuslu bir şehir. Herkes onu, I. Cihan Harbinde İngilizlerle Türkler arasında cereyan eden muharebelerden tanır. Irak cephesindeki bu muharebeler, Çanakkale ile beraber Cihan Harbi’nde Türk tarafının yüz akı sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir.

    28 Nisan 1916’da General Townshend (1861-1924) kumandasındaki 13 bin kişilik İngiliz ve Hind askerlerinden müteşekkil tümenin bakiyesi, 143 günlük bir muhasaradan sonra Türklere teslim oldu. 7 ay evvel parlak bir şekilde başlayan Irak seferi, Basra’nın fethiyle ümit vermişti. Gereken destek verilmeden, tecrübeli asker Townshend’den Bağdad’a hücum etmesi istendi.

    Bağdad Fatihi olmayı umarken, 888 km. yürüdükten sonra 25 Kasım 1915’de Bağdad’a 2 gün mesafede Selmanpak’da miralay Nureddin Bey kumandasındaki Türk ordusuna yenilip müstahkem kalesi bulunan Kût’a geri çekildi. 2-3 hafta sonra takviye geleceğini umuyordu. Büyük bir hata yaparak, şehirdeki 6000 Arabı dışarı çıkarmadı. Hem bunları beslemek zorunda kaldı; hem de bunlar Türklere casusluk yaptı.

    Kût'a tramvayla asker sevkiyatı

    İş uzayınca, 6. ordu kumandanı Mareşal Goltz, Nureddin Bey’in yerine Enver Paşa’nın 2 yaş küçük amcası Halil Paşa’yı tayin etti. Kût’u kurtarmak için Aligarbi’de tahkimat yapan General Aylmer üzerine yürüdü. Aylmer önce nisbî üstünlük kazandıysa da, taarruzu 9 Mart’ta Kût’un 10 km yakınında Ali İhsan Bey tarafından püskürtüldü.

    Zamanla Kût’ta kıtlık baş gösterdi. Hergün vasati 8 İngiliz ve 28 Hindli ölüyordu. Hindliler, at eti yemeği reddediyordu. Hindistan’daki din adamlarından bunun için cevaz alındı. İngilizler şehri kurtarmak için büyük bir taarruza daha geçtiler. 22 Nisan’da bu da püskürtüldü. Kurtarma ümidi kırıldı. Goltz Paşa tifüsten öldü, Halil Paşa yerine geçti. Townshend, serbestçe Hindistan’a gitmesine izin verilmesi mukabilinde 1 milyon sterlin teklif etti. Reddedilince, cephaneliği yok ederek 281 subay ve 13 bin askerle teslim oldu. Kendisine hürmetkâr davranıldı. Adı ‘Lüks Esir’e çıktı. İstanbul’a gönderildi. Sonradan kendisine sahip çıkmayan memleketine küskün olarak ömrünü tamamladı.

    Böylece Kûtülamâre’de 3 muharebe olmuştur. İngilizlerin kaybı, esirlerle beraber 40 bin; Türklerinki 24 bindir. Amerikan istiklâl harbinde bile 7000 esir veren İngiltere, bu hezimete çok içerledi. Az zaman sonra Bağdad’ı, ardından da Musul’u ele geçirip, kayıpları telafi ettiler. Kût zaferi, bunu bir sene geciktirmekten öte işe yaramadı.

    Bu harbin kahramanlarından biri Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası olduğu için; diğer ikisi Nureddin ve Ali İhsan Paşalar ise cumhuriyet devrinde iktidar ile ters düştüğü için yakın tarih hafızasından ustaca silindi. 12 Eylül darbesinden sonra Ankara’da yaptırılan devlet mezarlığına da gömülmeyen yalnız bunlardır.

    Binlerce insanın kaybedildiği savaş iyi bir şey değil. Bir savaşın yıldönümünün kutlanması ne kadar doğru, bu bir yana, Türk-İslâm tarihinde dönüm noktası olan çığır açmış nice hâdise ve zafer varken, önce Çanakkale, ardından da bir Kûtülamâre efsanesi inşa edilmesi dikkate değer. Kahramanları, yeni rejime muhalif olduğu için, Kûtülamâre yıllarca pek hatırlanmadı. Gerçi her ikisi de sonu ağır mağlubiyetle biten bir maçın, başındaki iki güzel gol gibidir; skora tesiri yoktur. Hüküm neticeye göre verilir sözü meşhurdur. Buna şaşılmaz, biz bir lokal harbden onlarca bayram, yüzlerce kurtuluş günü çıkarmış bir milletiz.

    Neden böyle? Çünki bu ikisi, İttihatçıların yegâne zaferidir. Modernizmin tasavvur inşası böyle oluyor. Dini, hatta mezhebi kendi inşa edip, insanlara doğrusu budur dediği gibi; tarihi de kendisi tayin eder. Zihinlerde inşa edilen Yeni Osmanlı da, 1908 sonrasına aittir. İttihatçıların felâket yıllarını, gençlere ‘Osmanlı’ olarak sunar. Bu devrin okumuş yazmış takımı, itikadına bakılmadan, münevver, din âlimi olarak lanse eder. Böylece öncesi kolayca unutulur, unutturulur.

    Müşir İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Sakallı Nureddin Paşa (1873-1932), sert bir askerdi. Irak’ta paşa oldu. Temmuz 1920’de Ankara’ya katıldı. Fakat karakterini bilen M. Kemal Paşa, kendisine aktif vazife vermek istemedi. Merkez kumandanı iken Samsun’daki Rumları iç mıntıkalara sürgün ettiği esnada çocuk, ihtiyar, kadın demeden katliâma uğramasına göz yumdu. Bu, milletlerarası mesele oldu. Yunanlılar, bu sebeple Samsun’u bombaladı. Nureddin Paşa azledildi; M. Kemal sayesinde muhakemeden kurtuldu. Sonradan Kürtlerin de iç kısımlara göçürülmesini müdafaa edecektir. Batı cephesinde, kendisinden kıdemsiz İsmet Bey’in maiyetinde vazife kabul etti. İzmir’e girdi. Bazı kaynaklarda İzmir’i ateşe verdiği yazar. I. ordu kumandanı olarak bulunduğu İzmit’te, Sultan Vahîdeddin’in maarif ve dahiliye vekili gazeteci Ali Kemal Bey’i, sivil giydirdiği askerlere linç ettirdi; padişaha da aynısını yapacağını söyledi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesed, Lozan’a giden İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. M. Kemal’e gazi ve müşirlik unvanı verilmesine içerleyen Nureddin Paşa iyice muhalefet kanadına geçti. 1924’de Bursa’dan müstakil milletvekili seçildi. Asker olduğu gerekçesiyle seçim iptal edildi. İstifa edip, tekrar seçildi. Anayasa ve insan haklarına aykırılık cihetinden şapka kanununa muhalefet etti. Bu sebeple antikemalist kesimler tarafından kahraman olarak alkışlanır. Nutuk’ta da kendisine sayfalarca ağır ithamlarda bulunulur, ‘zaferin şerefine en az iştirake hakkı olanlardan biri’ diye anılır.

    Halil Kut (1882-1957), Enver Paşa’yı İttihatçıların arasına sokan adamdır. Sultan Hamid’i tevkife memur idi. Askerî tecrübesi çete takibinden ibaretken Libya’da bulundu. Yeğeni harbiye nazırı olunca, İran içine harekâta memur edildi. Irak’taki muvaffakiyeti üzerine paşa oldu. Bakü’yü işgal etti. İttihatçı olduğu için tutuklanacakken, kaçıp Ankara hareketine katıldı. Rusya ile Ankara arasında aracılık yaptı. Sonra kendisinden şüphelenilince, Almanya’ya kaçtı. Zaferden sonra memlekete dönüp köşesine çekildi. Politikaya karışmadı.

    Ali İhsan Sâbis (1882-1957), Sultan Hamid’i tahttan indiren Hareket Ordusu zâbitlerindendi. Çanakkale, Kafkasya’da bulundu. Irak’ta paşalığa terfi etti. İttihatçı olduğu için Malta’ya sürüldü. Kaçıp Ankara hareketine katıldı. I. batı cephesi kumandanı oldu. Cephe kumandanı İsmet Bey ile anlaşmadı; azledilip tekaüde sevkolundu. M. Kemal’e muhalif oldu. Nazileri öven yazılar yazdı. 1947’de devlet adamlarına yazdığı imzasız mektuplar sebebiyle 15 seneye mahkûm oldu. 1954’te DP’den milletvekili seçildi. Hatıraları, Nutuk’un antitezi gibidir.

kuta'

  • (Çoğulu: Kutâ-Kutevât) Atın arkalaşacak yeri.
  • Bağırtlak kuşu.

kutb

  • (Kutub) Dünyanın şimâl veya cenub uçları. (Güney ve kuzey taraflarının son kısımları.)
  • Elektrik cereyânını meydana getiren veya mıknatısın uçlarından her biri.
  • Dini bir meslek veya grubun başı. Bir çok müslümanların kendisine bağlandıkları azim ve büyük evliyaullahtan zamanın

kutb-u azam / kutb-u âzam

  • En büyük kutup; birçok Müslüman'ın kendisine bağlandıkları büyük evliyadan zamanın en büyük mürşidi.

kuva-yı milliye / kuvâ-yı milliye

  • İstiklâl Savaşında Anadolu'da kurulan hükümet ve buna bağlı askeri kuvvetler.

kuvvet-i irtibat

  • Güçlü bağlantı.

kuvvet-i nispet

  • Allah'a bağlı olmaktan kaynaklanan güç.

kuyud / kuyûd / قيود

  • Kayıtlar, bağlar.
  • Bağlar. (Arapça)
  • Kayıtlar. (Arapça)

ladini / lâdinî

  • Dinî olmayan, dinle bağlantısı bulunmayan.

lakpüşte

  • Kaplumbağa. (Farsça)

laşe

  • Cife. Kokmuş et parçası.
  • Fık: Karada yaşayıp boğazlanmaksızın ölen veya şer-i şerife uygun olmayan şekilde kesilen kanlı hayvan ve bunların tabaklanmamış (dibagat edilmemiş) derileri.
  • Yenilmesi şer'an haram olan ölmüş hayvan.
  • Zayıf ve cılız hayvan.
  • Mc: Kıyıda

latife

  • Hoş söz. Şaka. Mizah. Söz ile iltifat. İnsanın çok ince ve hassas olup kalbe bağlı bir duygusu. (Mukabili ciddiyettir)

latife-i rabbaniye

  • İnsanın kalbine bağlı ve bütün duygularının sultanı olan ince bir duygudur ki, İlâhî hakikatlar onunla hissedilip zevkedilir.

lebbeste

  • (Leb-beste) Ağzı bağlı. Susan, konuşmayan. (Farsça)

lebeb

  • (Çoğulu: Elbâb) Göğüste gerdanlık takılan yer.
  • Atın göğsüne yapılan sinebend.
  • Devenin ve sâir davarın göğsüne bağladıkları nesne.
  • Dağ eteğinde olan azıcık yumuşak kum.

leff-ü neşr

  • Sarıp bağlama ve çözüp yayma. Birkaç isim yazdıktan sonra onların her birine ait özellik veya görevleri ayrıca sıralama. Bu sıralama isimlerin sırasına uygun sırada olursa "mürettep" adını alır. Olmazsa "müşevveş" adını alır.

letb

  • Gitmek.
  • Devretmek.
  • Bir şeyden ayrılmayıp, ona bağlanmak.

lett

  • Bağlama.
  • Karıştırma.
  • Vurma, dövme, dayak atma.
  • Yanaşma, yaklaşma.

lezz

  • Bağlamak.

lisan-ı nahvi / lisan-ı nahvî

  • Arapçanın bir vasfı; intizam ve kaidelere, düsturlara bağlı belâgatlı dil.

lutf / lûtf

  • İyilik, bağış.

lutf-u dest-i manevi / lûtf-u dest-i mânevi

  • Mânevî elin bağışı, ihsanı.

lütf-u ihsan

  • Bağışın, ikramın güzelliği.

lütf-u irşad

  • İyilik ve bağışla doğru yola erdirme.

lütf-u rabbani / lütf-u rabbânî

  • Herbir varlığa muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah'ın ihsanı, bağışı.

lütf-u rahman / lütf-u rahmân

  • Rahmeti sonsuz, yarattıklarını esirgeyip koruyan, şefkat eden ve rızıklandıran Allah'ın iyilik ve bağışı.

lütf-u rububiyet

  • Herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah‘ın iyilik ve bağışı.

lutuf / lûtuf

  • İyilik, ihsan, bağış.

lütuf / lütûf

  • İyilik, ihsan, bağış.
  • Yardım, iyilik, bağış.

lütuf ve kerem-i binihaye / lütuf ve kerem-i bînihaye

  • Sonsuz cömertlik, ikram ve bağış.

lütufkar / lütufkâr

  • İyilik ve bağışta bulunan.

ma'fuv

  • Affedilen, bağışlanan.

ma'füvv

  • Suçu bağışlanmış, affolunmuş.
  • Muaf tutulan, istisna edilen.
  • Suçu afvedilmiş. Bağışlanmış.
  • İstisnâ edilmiş, müstesnâ kılınmış, ayrı tutulmuş.

ma'kid

  • Düğüm yeri. Bağ. Akdedilecek yer.

ma'kud

  • (U, uzun okunur) Akdolunmuş, bağlanmış, düğümlü, bağlı.
  • Bağlı, bağlanmış.

ma'nevi bağ / ma'nevî bağ

  • Herhangi bir şekilde, iki şey arasında zihinde kurulan irtibat, ilgi. Buna mânevî râbıta da denir.
  • Büyüklere hürmet, küçüklere şefkat, dînine bağlılık gibi mânevî değerler.

ma'tufun aleyh

  • Bir rabt edatı ile kendisine bağlı olan kelime (Farsça)

ma-i mevsule / mâ-i mevsule

  • Buna ism-i mevsul de denir. Kendinden sonra gelecek küçük cümleyi daha önce geçen cümleye bağlar. (Ketebtu mâ kultü: Söylediğimi yazdım, ne söyledimse yazdım) cümlesinde olduğu gibi.

maddiye

  • Maddeyle bağlantılı.

mafüvv / mâfüvv

  • Bağışlanmış.

mağfiret

  • Örtme; Allahü teâlânın, kullarının günâhlarını bağışlaması.
  • Bağışlama.

mağfiret-i ilahiye / mağfiret-i ilâhiye

  • Allah'ın bağışlaması.

mağfiret-i kamile / mağfiret-i kâmile

  • Tam bir bağışlayıcılık.

mağfur

  • Günahları bağışlanmış, ölmüş kimse, rahmetli olmuş.

maglul

  • Susuz kalmış. Su sıkıntısında bulunan.
  • Eli bağlı. Zincirle bağlanmış kimse.
  • Hapsedilmiş olan.

maglul-ül yed

  • Eli bağlı.

mağrifet

  • Allah'ın kullarını bağışlaması, yarlıgaması.

mags

  • Bağırsak ağrısı.

mah-ı gufran / mâh-ı gufrân

  • Günahların bağışlandığı ay.

mahall-i taalluk / mahall-i taallûk

  • Bağlantılı ve ilgili olduğu yer, bölge.

mahamil

  • Deve üzerine konan oturulacak sepetler. Mahmiller.
  • Kılınç bağ askıları.
  • İhtimâller.

mahatim

  • (Tekili: Mahtum) Bağlanmış ve kilitlenmiş şeyler.
  • Mühürlenmiş şeyler.

mahiyat-ı mümkinat / mâhiyât-ı mümkinât

  • Kâinattaki varlıkların mâhiyetleri; varlığıyla yokluğu eşit olan ve varlığı Cenâb-ı Hakkın var etmesine bağlı olan varlıkların temel özellikleri, asıl yapıları.

mahiyet-i mücerrede / mâhiyet-i mücerrede / مَاهِيَتْ مُجَرَّدَه

  • Bir şeyin ne olduğunun, kendi maddi vücudundan ve ona has kimliğinden bağımsız soyut hali.

mahkeme

  • (Hüküm. den) Dâvaların görülüp hükme, karara bağlandığı yer. İcra-yı adalet için çalışan resmî daire.
  • Hüküm verilen dâvâların görülüp, hükme (karâra) bağlandığı yer.
  • Davaların görülüp karara bağlandığı yer.
  • Davaların görülüp hükme bağlandığı yer.

mahrek-i senevi / mahrek-i senevî

  • Bir seyyarenin, bağlı olduğu kürenin etrafında dönmesiyle hâsıl olan farazî daire.

mahtum

  • Mühürlenmiş. Damgalanmış.
  • Kilitlenmiş.
  • Bağlanmış.

mahz-ı fazl

  • İyilik ve bağışın ta kendisi.

mak'ade

  • Kurbağa.

makalid-i inkıyad

  • İnkıyad, bağlılık kilitleri.

makbul

  • Ayağı bağlı olan.

makrut

  • Selem ağacının yaprağıyla dibâgat olan gön ve sahtiyan.

makud / mâkûd

  • Bağlı.

maliki / mâlikî

  • Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri olan Mâliki mezhebine tâbi olan, bağlı olan kimse.

maliye / ماليه

  • Devletin gelir ve gider işlerini takip eden bakanlık ve ona bağlı daireler. (Arapça)

maluliyet / mâlûliyet

  • Bir sebebe ve illete bağlı olarak meydana gelme.
  • Bir sebebe ve illete bağlı olma.

masarin / masarîn

  • Bağırsaklar.

masdar

  • Bir şeyin sudur ettiği (çıktığı) menba.
  • Gr: Fiilin şahsa ve zamana bağlı olmayan şekli, fiil kökü. Okumak, yazmak, kitabet, kıraat, ahz, almak... gibi. Masdar kelimesi.; ism-i mekândır, sudur etmek mânasına gelir. Fiilin mâna ve lâfız ciheti ile mebde' ve me'hazidir.

masfuf

  • (Masfufe) Saf bağlamış, dizilmiş. Sıra ile dizilmiş.

masvat

  • Çok bağıran.

matbaha-i kudret

  • Cenab-ı Hakk'ın âşikâr kuvvet ve kudreti ile bahçe, bağ, tarla ve bostan gibi yerlerde pişmiş gibi hazır gıda maddelerinin yetiştiği yer. Kudret mutbahı.

matlub-ı hakiki / matlûb-ı hakîkî

  • Gerçekte taleb olunacak, kavuşmak istenilecek ve gönül bağlanacak olan Allahü teâlâ. Hakîkî Matlûb.

matufun-aleyh / mâtufun-aleyh

  • Bir bağlama edâtı (bağlaç) ile kendisine bağlanan kelime, mânâ, maksat.

mavna

  • Limanlarda, şamandıralara bağlı olarak yükleme ve boşaltma yapan gemilerden, kıyılara römorkör yedeğinde yük götürüp getiren tekne.

mebsuten mütenasip / mebsûten mütenasip

  • Doğru orantı; birbirine bağlı olan ve biri arttığında öteki de artan iki büyüklük arasındaki nispet.

meclub / meclûb

  • Tutkun, aşırı bağlı.

meclup / meclûp

  • Tutkun, aşırı bağlı.

mecrur / mecrûr

  • Çekilen, sürüklenen; gr. başına geldiği câr harfiyle önündeki fiilin mânâsı kendine bağlanan ve daima esreli okunan kelime.

mecs

  • Ovmak. Dibagat etmek.

medbee

  • Kabaklık, kabağı çok olan yer.
  • Kul, abd.

medbug

  • Dibâgat olunmuş, tabaklanmış.

medine-i selam / medine-i selâm

  • Bağdat şehri.

medinetüsselam / medînetüsselam / مدینة السلام

  • Bağdat. (Arapça)

meftun olma

  • Tutulma, bağlanma.

meftuniyet / meftûniyet

  • Düşkünlük, aşırı bağlılık.

mek'um

  • Ağzı bağlı deve.

mekfuf

  • Kulplarından sıkıca bağlanıp heybe gibi asılmış.
  • Kilitlenmiş.
  • Heybe.
  • Dürülmüş, toplanmış.
  • Men olunmuş. Yasak edilmiş.

mektub-u sadakat-medar / mektub-u sadâkat-medâr

  • Sadâkate, bağlılığa kaynak olan mektup.

mektuf

  • İki eli arkasına bağlanmış olan.

mel'eme

  • Cem'etmek, toplamak.
  • Terbiye etmek, düzeltmek, ıslâh etmek.
  • Yara yırtığını bağlamak.

meleke-i feylesofane

  • Filozoflar gibi ilimle bağlantılı meleke elde etme.

men'e

  • Dibâgat için ısladıkları deri.

mencub

  • Dibâgat olunmuş deri.
  • Geniş kadeh.

menkabe / منقبه

  • Ünlü kişilerin yaşamlarına ilişkin ve çoğu gerçekle bağdaşmaz öyküler. (Arapça)

mennan / mennân

  • İhsan, bağış, nimeti çok olan ve çok veren, Allah.

mensub / mensûb / منصوب

  • Bağlı, üye.
  • Bağlı, ait, ilgili.
  • Nispet edilen, ait, bağlı. (Arapça)

mensubat / mensubât

  • Bağlılar, ilgililer.

mensubin / mensubîn

  • Mensup olanlar, bağlı olanlar.

mensubiyet / منصوبيت

  • Bağlılık, aitlik.
  • Mensup olmak, bağlı ve ait olmak.
  • Mensup olma, bağlı olma. (Arapça)

mensubiyyet

  • Mensubluluk, ilgili, bağlı oluş. Alâkalı bulunuş.

mensup

  • Bağlı.

mensup olmak

  • Bağlı olmak, üye olmak.

menut / menût / منوط

  • Asılı, muallâk.
  • Bağlı. Mütevakkıf. Merbut. Vâbeste.
  • Bir milletten olmayıp sonradan o millete dahil olmuş olan.
  • Bağlı. (Arapça)

merbat

  • Davar bağlayacak yer. Ahır, ağıl.
  • Manastır.
  • Tekke.

merbut / merbût / مربوط

  • Bağlı. Rabtedilmiş. Mensub. Ekli. Ulaşmış, bitişmiş, bitişik.
  • Bağlı.
  • Bağlı, irtibatlı.
  • Bağlı. (Arapça)

merbutan

  • Merbut olarak. Bağlanmış ve ekli olarak.

merbutat / merbutât

  • (Tekili: Merbut) Rabt olunup bağlanmış şeyler. Ekli ve bağlı şeyler.

merbutiyet / merbûtiyet / مربوطيت

  • Bağlılık.
  • Bağlılık.
  • Bağlılık. (Arapça)
  • Düşkünlük, aşırı ilgi. (Arapça)

merbutiyet-i kalbiye

  • Kalp bağlılığı.

merbutiyyet

  • Bağlılık.
  • Bağlılık. Mensub oluş. Mensubiyyet. Eklilik.

merci'-i resmi / merci'-i resmî

  • Bir idare veya memurun bağlı bulunduğu üst makam.

merci-i müteallik

  • Harf-i cerrin bağlandığı fiil.

merfud

  • İhsan edilmiş, armağan olarak verilmiş, bağışlanmış şey.

merhamet

  • Şefkat, acıma, bağışlama.

merhamet-i şahane

  • Mükemmel merhamet, bağış, ihsan.

merhun / مرهون

  • (Rehin. den) Rehin edilmiş olan. Ödünç alınan bir şeyi teminata bağlamak için, onun yerine verilen herhangi bir şey.
  • Belirli müddetle bir şeye bağlı olan.
  • Edb: Mânası diğer beyit ile tamamlanan beyit.
  • Rehinli, ipotekli. (Arapça)
  • Zamana bağlı, bir şeye bağlı. (Arapça)

merkez-i irtibat

  • Bağlantı merkezi.

mersus

  • Sağlam yapı. Birbirine kenetlenmiş, kurşun veya lehim ile birbirine bağlanmış sağlam yapı.

mes'elede müctehid

  • Mezheb reîsinin bildirmediği mes'eleler için, mezhebin usûl ve kâidelerine bağlı kalarak, dînî delillerden hüküm çıkaran âlimler.

meşdud

  • (Meşdude) Kuvvetlice bağlanmış olan. Sıkıca bağlı. Sıkı.

mesed

  • Hurma lifi.
  • Liften yapılan ip.
  • Deve kılından ve yününden yapılan urgan.
  • Yemen diyarında biten bir ağacın adı.
  • Bağ.

meşrut / meşrût

  • Şartlı. Şart ile bağlı.
  • Şarta bağlı.

meşrut olmak

  • Şarta bağlı olarak gelen, şart kılınan.

meşruta / meşrûta

  • Bir kimseye veya bir zümreye bırakılmış, bazı şartlara bağlı oluş.
  • Sahibi tarafından veresesine satılmamak şartiyle bırakılmış ev vesaire.
  • Şarta bağlanmış.

mest

  • Adamın elini deve karnında yavrunun yattığı yere sokması.
  • Bağırsak içinde iken sıvayıp çıkarmak.

mevat arazi / mevât arâzi

  • Ölü arâzi. Bir kimsenin mülkünde bulunmayan, mer'a, baltalık ve harman yeri olarak kimseye verilmemiş olan ve gür sesli bir kimsenin köy ve kasaba evlerinin son bulduğu yerden bağırıp sesi duyulmayacak derecede köy ve kasabadan uzak yâni tahmînen yarım saatlik uzaklıkta olan dağlık, taşlık, kıraç, o

mevhibe / موهبه

  • Bahşiş, ihsan, bağış.
  • Allah vergisi, ihsan, bağış, hediyesi.
  • İhsân, bağış, Allahü teâlânın kuluna ihsânı.
  • Bağış. (Arapça)

mevhub

  • (Çoğulu: Mevâhib) (Vehb. den) İhsan edilmiş, verilmiş, hibe olunmuş, bağışlanmış.
  • Fık: Karşılıksız olarak birine verilmiş.

mevhubat

  • (Tekili: Mevhub) Bağışlar, ihsanlar, bahşişler.

mevkuf

  • Durdurulan. Vakfedilen. Dâimi bir halde bırakılan.
  • Tevkif edilen. Tutulup hapsedilen.
  • Ait, bağlı.

mevkufiyyet

  • Maznunun hüküm giyinceye kadar hapsedilmesi. Hapsedilme hâli.
  • Bağlı olma.

mevlana / mevlânâ

  • "Efendimiz" mânâsına bir büyüğe karşı söylenen hürmet ve saygı ifâdesi.
  • Evliyânın büyüklerinden Celâleddîn Rûmî'nin ve Hâlid-i Bağdâdî'nin ve bâzı büyüklerin lakabı.

mevleviler / mevlevîler

  • Mevlevî tarikatına bağlı olanlar.

mia' / miâ'

  • (Çoğulu: Em'â) Bağırsak.

mia-i a'ver / miâ-i a'ver

  • Körbağırsak.

mia-i galiz / miâ-i galiz

  • Kalınbağırsak.

mia-i isna-aşer / miâ-i isnâ-aşer

  • Oniki parmak bağırsağı.

mia-i rakik / miâ-i rakik

  • İncebağırsak.

miai / miâî

  • (Miâiyye) Bağırsakla alâkalı.

miclat

  • Ağaç budamada ve bağ filizini kesmekte kullanılan demir.

mihmel

  • (Çoğulu: Mehâmil) Kılıç bağı.
  • Büyük mahfe.

mihre

  • Acemi ördekleri avlamak için su kenarlarına bağlanan ördek. (Farsça)

mikat

  • Bağırdak ipi, (oğlancıkları beşikte onunla bağlarlar.)
  • Kesilme ânında koyunun ayağını bağladıkları ip.

mikram

  • Çok ikram ve kerem eden. Bağışlayan, ihsan eden.

mim'siz medeniyetperest

  • Rezil ve aşağılık şeyleri hayat tarzı olarak kabul edip bağlananlar.

mirbat

  • Davar bağlanacak bağ.

mirzah

  • Üzüm çubuğunu yerden kaldırıp bağlayıp sardıkları ağaç.

mısvat

  • Çok haykıran, çok bağıran.
  • Ses kuvveti.

mişzeb

  • Dişli orak.
  • Bağcıların asma çubuğu kesecek âletleri.

miyanbeste

  • Bel bağlamış. (Farsça)
  • Mc: Hemen işe hazır. (Farsça)

mü'sad

  • Bağlanmış ve berkitilmiş nesne.

mu'tekid

  • İtikad eden, inançlı, dinine bağlı.
  • Bağlanmış.
  • İnanmış. Dindar. İtikad eden. Dini bütün olan.

mu'tekil

  • Sağmak için koyunun ayaklarını iki bacağı arasına çekip alan.
  • Devenin dizini büküp bağlıyan.
  • Güreşte rakibini sarmaya getirip yıkan.

muaf

  • Afvolunmuş. İstisna edilmiş, ayrı tutulmuş. Bağışlanmış. Serbest.

muafiyet / muâfiyet / معافيت

  • Muaf tutulma. (Arapça)
  • Bağışıklık. (Arapça)

muafiyyet

  • Bir hastalığa karşı aşı ile elde edilen hâl.
  • Afvolunmuş olma. Bağışlanmış olma.

muazale

  • Bir sözün mânasını başka sözle bağlayıp kelâmı arka arkaya getirme.
  • Kafiyeyi ayrılmıyacak şekilde mâkabliyle bağlama.
  • Sözde kelimeleri tekrarla kullanma.

mübagi / mübagî

  • İsyan etme. Ayaklanma. Bâgi olma.

mubend

  • Saç bağı. (Farsça)

mücanis

  • Aynı özelliği gösteren, bağdaşık, diğeriyle aynı cinsten olan.

mücenned

  • (Mücennet) Sıralanmış asker, saf bağlamış neferler.

müddei-yi umumi / müddei-yi umumî

  • Milletin umum haklarını korumak üzere muhakemede hazır bulunan vazifeli, hukuk tahsilini bitirmiş hükümet memuru. Adliye bakanlığına bağlı, icra kuvvetini birlik halinde temsil eylemek üzere teşekkül eden, adlî idare makamında bulunan şahıs. Savcı.

müdebbag

  • Tabaklanmış, dibâgat olunmuş.

müdebber

  • (Dübur. dan) Azat olması efendisinin ölümüne bağlı bulunan köle.
  • Düşünce ile hareket edilmiş.,
  • Âzâd olması yâni serbest bırakılıp, hürriyetine kavuşması, efendisinin vefâtına (ölümüne) bağlı kılınan köle. Böyle olan kadına müdebbere denir.

müdebbire

  • Azat olması, efendisinin ölümüne bağlı olan câriye.

müftekir / مفتقر

  • Yoksul. (Arapça)
  • Bağlı, muhtaç. (Arapça)

muhabbet-i hayat

  • Hayata olan bağlılık, sevgi.

muhsin

  • Yarattıklarına bağış ve iyiliklerde bulunan Allah.

muhsin-i kerim / muhsin-i kerîm

  • Yarattıklarına sonsuz bağış ve ikramda bulunan Allah.

muhtariyet

  • Özerklik, otonomi; bir topluluğun, bir kuruluşun ayrı bir yasaya bağlı olarak kendi kendini yönetme hakkı.

muhteba

  • Dizlerini yere dikip ellerini dizlerine kavuşturup oturan; dizlerini iple bağlayıp oturan kimse.

mukarren

  • Bağlanmış nesne.

mükatebe / mükâtebe

  • Yazışma. Mektuplaşma. Birbirine yazma.
  • Fık: Azâd edilmesi, bazı şartlara -mal kazanmak veya bir müddet hizmet etmek gibi neticeye- bağlı olan köle veya câriye ve bu azad hususunda yapılan mukavele.

mükatib / mükâtib

  • Mektup yazan. Mektuplaşan.
  • Fık: Köle veyâ câriyesinin azâd edilmesini bir kazanca veya bir müddete bağlayan efendi.

mukayyed / مقيد / مُقَيَّدْ

  • Kayıtlanmış, bağlanmış; mutlak olmayan, bir sıfat, hâl, gâye veya şarta bağlı olan lafız (söz).
  • Kayıtlı, bağlı, bağlanmış.
  • Bir işe önem veren.
  • Kaybolmuş, deftere geçmiş.
  • Kayıtlı. Serbest olmayan. Sınırlı. Bağlı.
  • Deftere geçmiş, kaydedilmiş olan. Bağlanmış. El veya ayağında zincir, kelepçe bulunan. Mevkuf olan.
  • Bir işe ehemmiyet veren. İşine önem verip bakan.
  • Kayıtlı, bağlı, sınırlı.
  • Bağlı, zincire vurulmuş. (Arapça)
  • Kayıtlı. (Arapça)
  • Bağlı.

mükelleb

  • Bağlı esir.

mukmehun

  • Elleri boyunlarına bağlı veya boyunlarından zincir takılı olarak azab çekenler.
  • Başı yukarı kalkmış, gözleri bir yere dikilmiş ve etrafa bakamayan somurtmuş kimseler.

muknia

  • Kurbağa yavrusunun, yumurtadan çıktığı ilk hâli.

muktezay-ı rahmet / muktezây-ı rahmet / مُقْتَضَايِ رَحْمَتْ

  • Bağışlama, şefkat etme, lutfetmenin gereği.

mülahafe

  • Mülâzemet, devamlı bir işle meşguliyet. Bir işe bağlılık.
  • İsrar etmek.

mülayemet

  • Lâtife etmek, şaka yapmak.
  • Sevinç izhar etmek.
  • Yumuşaklık. Uygunluk. Yumuşak huyluluk.
  • Bağırsakların yumuşaklığı.

mülazemet / mülâzemet

  • Devamlı bir işle meşguliyet.
  • Sımsıkı bir işe bağlılık.
  • Staj görme.
  • Gidip gelme.
  • Bağlanma, devam.

mülazım

  • Bir kimseye bağlı gibi olan.
  • Maaşsız acemilik hizmeti.
  • İlmiyyede: Medrese tahsilini bitirip icazet alan. Stajyer.
  • Eskiden askerlikte yüzbaşıdan aşağı rütbelerin derecesi, ünvanı.

mülhakat / ملحقات

  • (Tekili: Mülhak) Bir merkeze bağlı veya ait olan yerler.
  • Ekler, ilâveler, katmalar.
  • Ekler. (Arapça)
  • Bir yere bağlı olan başka yerler. (Arapça)

mültesik

  • (Lüsuk. dan) Birbirine bağlanmış. Yapışık, bitişik.

mültezim

  • Kabul edip bağlanan.

mülzim değil

  • Bağlayıcı değil; bağlayıcı olmadığı için uyulma zorunluluğu olmaz.

mümkinat / mümkinât

  • Varlığı ile yokluğu imkân dahilinde olup Allah'ın var etmesine bağlı olanlar.

mümkinat dairesi

  • Varlığı ile yokluğu imkân dahilinde olup Allah'ın var etmesine bağlı olan daire.

mümkün

  • Varlığı ile yokluğu eşit olan ve varlığı ancak Allah'ın var etmesine bağlı olan varlık.

mümkünat

  • Olması imkân dahilinde olan, varlığı Allah'ın var etmesine bağlı olan şeyler.

mümtesil

  • İmtisal eden, sıkı sıkıya bağlanan ve yerine getiren.

mün'akıd

  • İn'ikad eden, bağlanan, bağlanmış, düğümlenmiş.
  • Teşkil olunmuş, resmi olarak iki taraf arasında kabul olunmuş. Kurulan, ictima eden.

mün'akid

  • İki taraf arasında karara bağlanıp, kabul olunan, meydana gelen.

münadat

  • Bağrışma.

münasebat

  • (Tekili: Münasebet) Münasebetler, ilgiler. İki kişi veya hey'et arasındaki bağlar, ilişkiler. Alâkalar.

münasebat-ı dakika-i hafiye / münâsebât-ı dakika-i hafiye

  • Gizli ve ince münasebetler, bağlantılar.

münasebat-ı hafiyye / münâsebât-ı hafiyye

  • Gizli münasebetler, bağlantılar.

münasebat-ı hususiye / münasebât-ı hususiye

  • Özel münasebetler, bağlar.

münasebat-ı kelamiye / münâsebât-ı kelâmiye

  • İfadeler arasındaki ilişki ve bağlantılar.

münasebat-ı maneviye / münasebât-ı mâneviye

  • Mânevî bağlantı.

münasebat-ı meşhure / münâsebât-ı meşhûre

  • Meşhur ilgiler, bağlar.

münasebat-ı nahviye ve sarfiye / münasebât-ı nahviye ve sarfiye

  • Dilbilgisi kurallarına ait münasebetler; fiil çekimi ve cümle yapısı ile ilgili kurallara ait bağlar.

münasebat-ı rabbaniye / münasebât-ı rabbâniye

  • Rab olan Allah ile olan bağlantı, ilişki.

münasebat-ı şedide / münasebât-ı şedide

  • Kuvvetli bağlantılar.

münasebat-ı tevafukiye / münâsebât-ı tevafukiye

  • Birbirine uygun gelişmelerdeki bağlantılar, ilişkiler.

münasebat-ı tevafukıyet / münâsebât-ı tevafukıyet

  • Uygunluk arz eden münâsebetler, bağlantılar.

münasebet / münâsebet

  • İki şey arasındaki tenasüb, uygunluk, yakınlık, bağlılık, mensubiyet, yakışmak, vesile, alâka.
  • Bağlantı, ilişki.

münasebet-i adediye

  • Sayısal bağlantı, rakamsal ilişki.

münasebet-i hakikiye

  • Gerçek bağlantı, ilgi.

münasebet-i hayaliye

  • Hayalî münasebet, bağlantı.

münasebet-i intisabi / münasebet-i intisabî

  • Bağlanmaya dayalı ilişki.

münasebet-i makule / münasebet-i mâkule

  • Akla uygun bir bağ, ilgi, ilişki.

münasebet-i maneviye / münasebet-i mânevîye

  • Mânevi bağlantı, ilişki.

münasebet-i ruhiye

  • Ruhsal münasebet, bağlantı.

münasebetdar

  • Bağlantılı, alâkalı.

münasebettar / münâsebettar

  • İlgili, bağlantılı.

münasebettarane / münasebettarâne

  • Bağlantılı olarak.

münessim

  • Hayat veren, ruh veren. Allah.
  • Lâyık olana maaş bağlıyan kimse.
  • Köle âzâd eden.

münkatı'

  • (Kat'. dan) İnkıta eden, kesilmiş, kesilen. Aralıklı ve son bulan.
  • Arada bağ kalmıyan, ayrılmış.
  • Herkesten ayrılıp bir kişiye bağlı kalan.

munsabig

  • (Sıbg. dan) Boyanan, insibâg eden.

münsak

  • Gönderilmiş olan.
  • Birine bağlı olan ve peşinden giden.

münşid

  • (Neşide. den) İnşad eden, iyi şiir okuyan.
  • Bir şeyi zâyi edip " Varmı" diye bağıran.

muntalik

  • (Talâk. dan) Salıverilmiş, bırakılmış.
  • Bağsız.
  • Kederi, hüznü ve gamı olmıyan. Sevinçli, mesrur, neşeli.

müntesib

  • Bağlı, ilgili.

müntesibin / müntesibîn

  • Bağlananlar, ilgililer.
  • İntisab edenler, bağlananlar.

müntesip

  • Bağlanan, bağlı.

müptela / müptelâ

  • Bağımlı, düşkün.

müptela olan / müptelâ olan

  • Bağımlı olan.

murabata

  • Düşmanla karşılaşılacak yerlerde gözetip sebatla nöbet beklemek.
  • Mülâzemet etmek.
  • Bağlamak.

mürabata

  • Bağlamak.
  • Düşman gelecek yerleri gözleyip sakınmak.

murabbanişin

  • Bağdaş kurup oturan. (Farsça)

murabıt

  • Kalbini Allah'a bağlayan.
  • Düşmanla karşılaşılacak yerlerde gözetip nöbet bekleyen.
  • Bağlı.

murabıtin / murabıtîn

  • (Tekili: Murâbıt) Kalblerini Allah'a bağlayanlar.
  • Şeyhler, dervişler.

murakıb

  • Murakabe eden. Teftiş ve kontrol eden kimse.
  • Hıfzeden.
  • Allah'a (C.C.) bağlanmış olan.
  • Murakabe eden, koruyan.
  • Allah'a bağlanmış.

mürekkebat-ı müteşabike-i mütesaide-i kainat / mürekkebat-ı müteşâbike-i mütesâide-i kâinat

  • Kâinatta bir ağ gibi birbirine bağlanarak gittikçe genişleyen terkipler, bileşikler.

mürg-ab

  • Su kuşu. (Farsça)
  • Kurbağa. (Farsça)
  • Ördek. (Farsça)

mürgab / mürgâb / مرغاب

  • Ördek. (Farsça)
  • Kurbağa. (Farsça)

mürid / mürîd / مرید

  • İsteyen, tarikata girip şeyhe bağlanan.
  • Buyuran. (Arapça)
  • Şeyhe bağlı kişi, mürit. (Arapça)

murtabıt / murtâbıt

  • İrtibatlı, bağlı.
  • Birbirine bağlı, birbiriyle bağlantılı.

murtabit

  • Bağlı. İrtibatlı. Birbirine bitişik. Ekli.

mürtabit

  • Bağlı, bağlanmış.

mürtebit

  • (Murtabıt) Bağlı, birbirine bitişik, bağlantılı, beraber.
  • İrtibatlı, bağlantılı.

musahhar

  • Teshir edilmiş. Ele geçirilmiş. Fethedilmiş.
  • İstenilen hâle konulmuş.
  • Birine bağlanmış.

musahhir

  • Teshir eden. Elde eden. Zabt eden.
  • İstenilen hâle koyan.
  • Birine bağlayan.

müsakat

  • (Ka, uzun okunur) Meyvesinin bir kısmını almak şartiyle bir bağı veya ağaçları bir kimseye verme.

müsakat şirketi / müsâkât şirketi

  • Bağda üzüm, bahçelerde meyve ve bostanlarda sebze yetiştirmek için, toprak sâhibi ile çalışacak kimse arasında yapılan şirket, ortaklık.

müsbig

  • Tamamlayıcı, isbâğ edici.

müsebbebat / müsebbebât

  • Sebeplere bağlı olarak ortaya çıkan şeyler, neticeler, sonuçlar.

müselsel

  • (Silsile. den) Teselsül eden, birbirine bağlı olan, bir sırada devam eden. Zincir halkaları gibi bir sırada olan.
  • Edb: Bütün mısraları kafiyeli manzume.

müselselen

  • (Silsile. den) Birbirinin ardından, aralıksız. Teselsül ederek, zincirleme, birbirine bağlı olarak.

müşevvik-i imtisal

  • Dinin emirlerine sıkı sıkıya bağlanmaya ve yerine getirmeye teşvik eden unsur.

müşeyyea

  • Bir şeyin ardından bağırıp çağıran kadın.
  • Koyun sürüsünün ardına uyan koyun.

müshil

  • (Çoğulu: Müshilât) (Sehl. den) Kolaylaştıran.
  • Bağırsakları temizleyen. İshal veren. Kazuratı kolaylıkla dışarı attıran ilâç.

müshilat / müshilât

  • (Tekili: Müshil) İshal veren, bağırsakların temizlenmesine yardımcı olan ilâçlar.

muska

  • Şifâ âyet ve duâlarının yazılı olduğu, dürülüp bağlanmış rukye.

müsned

  • İsnad edilmiş, senede bağlanmış. "Müsned Hadis" senedi kesintisiz olarak Hz. Peygamber'e ulaşan hadistir.

müsta'fi

  • Bir işten isteği ile çekilen, istifa eden.
  • Suçunun bağışlanıp afvedilmesini isteyen.

müstagfir

  • (Gufran. dan) İstiğfar eden. Günahlarının örtülmesini, bağışlanmasını Allah'tan (C.C.) isteyen.

müstağfir / müstağfîr

  • İstiğfâr eden, Allahü teâlâdan günâhlarının bağışlanmasını isteyen.

müstağni-yi alelıtlak / müstağnî-yi alelıtlak

  • Her cihetle ve hiçbir kayda, şarta bağlı olmaksızın zengin olan ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah.

müştakan / müştâkan

  • Aşk ve iştiyakla bağlı olan dostlar.

müstakil / مستقل

  • Başlı başına, bağımsız.
  • Kendi başına, bağımsız.
  • Bağımsız. (Arapça)

müstakil-i bizzat

  • Kendi kendine; bağımsız.

müstakill

  • Kendini idare edebilen. Başlıbaşına. Bağımsız.

müstakillen / مستقلا

  • (Kıllet. den) Yalnız, ancak.
  • Başlı başına olarak, kendi başına, bağımsız olarak.
  • Bağımsız olarak, başlı başına.
  • Bağımsız olarak.
  • Bağımsız olarak, ayrıca. (Arapça)

mustasrih

  • Bağırıp ağlayan. Meded bekleyen.

müste'min

  • Eman dileyen. Emane, emniyete erişen, nâil olan. (Gerek müslim, gerek zimmî veya harbî olsun.) İstiman eden. Emin edilmiş.
  • Canının bağışlanması şartiyle teslim olan.
  • Tar: Osmanlı ülkesinde oturmalarına müsaade olunan yabancı devlet tebaası. Osmanlı devleti ile sulh halinde bu

müste'nife

  • Gr: Evvelki cümlelerle bağlı olmayıp ilerdeki veya mukadder olan suallere cevap teşkil eden cümle.
  • Yeni başlayan; önceki cümlelere bağlı olmayıp ilerideki muhtemel, sorulara cevap teşkil eden cümle.

müsteşfi'

  • Bağışlanmasını dileyen, affını isteyen. Şefaat için yalvaran.

müstetbeat-üt terakib

  • Sözdeki birbirine bağlı, işaretli mânalar.

müstetbeü't-terakip / müstetbeü't-terâkip

  • İşaret, telmih, remiz gibi asıl sözün etrafında bulunan birbirine bağlı ikinci derecedeki mânâlar; çağrışımlar.

mutaassıb

  • Tutucu, bağnaz, körü körüne bağlanan.
  • Bir şeyi müdafaada ifrat ve inat gösteren. Körü körüne inad ve israr eden. Aşırı derecede kendi tarafını tutan.
  • Din, millet ve vatanı hakkında çok sevgi, bağlılık ve gayret gösteren.

mutaassıp

  • Aşırı, sıkı sıkıya bağlı olan, tutucu.

mutasavvıf

  • Tasavvuf ehli olan, kalbi dünyanın gelip geçici işlerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlayan tarikat ehli kimse.

mute harbi

  • Mute, Şam'a bağlı, Kudüs'e iki konak mesafede bir yerdi. Mute harbi müslümanlarla Rumlar arasında vuku bulan muharebelerin başlangıcıdır. Sebebi de Peygamber'in elçisinin öldürülmesidir. Resul-ü Ekrem Busrâ emiri Şürahbil bin Amr'e, ashâbından Hâris bin Umeyr ile bir mektub göndererek İslâma dâvet e

müteallak

  • Bağlanılan yer, taalluk edilen yer, harfi cerin dayandığı, bağlandığı kelime.

müteallik

  • Asılı, bağlı.
  • Taalluk eden, ilgili, ilişiği olan.
  • Alâkalı. Bir yere bağlı, bir şeye mensub.

müteattıf

  • (Atf. dan) şefkat eden, bağışlayan, esirgeyen.

müteattıfane / müteattıfâne

  • Şefkat göstererek, bağışlayarak, esirgeyerek. (Farsça)

müteberri'

  • Bağışlayan, teberru eden. Bağışta bulunan.

mütecerrid

  • (Mücerred. den) Tek kalmış, tek başına olan.
  • Soyunan, tecerrüd eden, çıplak olan.
  • Bekâr. Evli olmıyan.
  • Tas: Dünya işlerinden vazgeçip Allah'a bağlanan.

mütedeyyin

  • Dindar, dinine bağlı.

mütehassir

  • Birbirine hasretle bağlanma.

mütekayyih

  • (Kayh. dan) İrinli. Cerahat bağlamış.

mütemessik

  • Temessük eden, sıkı sıkıya yapışan; bağlanan.

mütemetti'

  • (Mütu'. dan) Menfaatlenmiş, faydalanmış.
  • Umre ile hacc için ihram bağlanmış.
  • Kazanan, kâr eden.

mutemidane / mutemidâne

  • Bağlanarak, güvenerek. İtimâd etmek sureti ile. (Farsça)

müterabbi'

  • Bağdaş kurup rahatça oturmuş.

müteradif

  • Birbirine bağlı, tâbi olan. Birbirinin ardınca giden.
  • Gr: Yazılışı ayrı, fakat mânası aynı olan kelime.

mütesallip

  • Sarsılmaz seviyede birşeye (dine) bağlanan kimse.

mütesanid

  • Birbirine dayanıp kuvvet alan.
  • Kuvvetli itimat ile birbirine bağlı olan, tesanüd eden.

müteselsil

  • Zincirleme, birbirini izleyen, zincir gibi birbirine bağlı olan.

müteselsile

  • Zincirleme olarak, birbirine bağlı şekilde sıralanan.

müteselsilen

  • Birbirine bağlanmış sıra halinde, zincirleme şekilde.

mütevakkıf / متوقف / مُتَوَقِّفْ

  • Bir şeye bağlı olan, onunla iş görecek olan, ilerlemeyip duran.
  • Bekleyen, tevakkuf eden, duran, eğlenen.
  • Bağlı.
  • Bağlı olan.
  • Bağlı. (Arapça)
  • Bağlı olan.

mütezebbid

  • Kaymak bağlayan.
  • Köpüren, köpüklenen.

mütezehhid

  • (Çoğulu: Mütezehhidîn) Dine son derece bağlı olan.

mütezehhidin / mütezehhidîn

  • (Tekili: Mütezehhid) Zâhid olanlar, dine çok bağlı bulunanlar.

mutlak

  • Salıverilmiş. Itlak olunmuş. Serbest.
  • Kat'i. Şüphesiz.
  • Aslâ bir şarta bağlı olmayan. Yalnız, tek.

mutlak nezr

  • Şarta bağlı olmayan adak.

mutlak zuhur / mutlak zuhûr

  • Bir kayda bağlı olmayan zuhûr, akis. Bir şeyin bir başka şeyde görünmesi meselâ insanın aynada, Hakk'ın, velînin kalb aynasında tecellî etmesi böyledir.

mutlakıyyet-i idare

  • Bir kişinin arzu ve isteklerine bağlı olan idare sistemi.

müttehid-i bizzat

  • Bizzat müttehid, birleşik, tek vücut (ikisinin tek vücut olması dışarıdan bir vasıtaya bağlı değil).

muvahebe

  • Çok bağışlama.

muvakkat

  • Geçici belli bir vakte bağlı.

muvasala hattı

  • İki şey arasındaki bağ, ilişki, irtibat.

muvasat

  • Yardım, dostluk, muavenet, iyilik.
  • Ölen bir memurun ailesine maaş bağlama.

müvekked

  • Gereği gibi bağlanmış esir.

muy-bend

  • Saç bağı. (Farsça)

muzaf / muzâf

  • (Zayf. dan) Bağlı. Katılmış. İzâfe olmuş. Bağlanmış.
  • Gr: Başka bir isme katılmış ve onu tamamlamış olan isim.
  • "Evin kapısı" dediğimiz zaman; "kapı", "ev"i tamamlıyor. Bu muzâfdır.
  • Katılmış, bağlanmış, bağlı.
  • Bağlanmış.

muzafun ileyh

  • İsim tamlamasında (izâfet terkibinde) muzâfın (belirtenin) bağlı bulunduğu ismin hâli.Türkçede muzâf sonra gelir. "Evin kapısı" dediğimiz zaman, ev; muzâfun ileyh; kapı; muzâfdır.

muzafün ileyh

  • Muzafın bağlı bulunduğu isim.

na'ra

  • (Çoğulu: Na'rât) Yüksek sesle uzun uzun bağırma.
  • Tar: Eskiden yangına giderken ve dönerken kalabalık caddelerde, geçitlerde, dönemeçlerde, meydanlarda tulumbacıların içlerinden "naracı" adı verilen birinin bağırması yerinde kullanılır bir tâbirdir. Nâra atmakla yangın münasebetiyle s

na're

  • Nâra. Yüksek sesle uzun uzun bağırma. Çağırma. Haykırma.
  • Burun içinden çıkan ses.

na're-endaz / na're-endâz

  • Nâra atan. Yüksek sesle uzun uzun bağıran. (Farsça)

na'rezen

  • Nâra atan. Yüksek sesle uzun uzun bağıran. (Farsça)

nafile / nâfile

  • İsteğe bağlı ibadet, boş.

nahvi lisan / nahvî lisan

  • Kaidelere bağlı olan çok tertibli, ince ve geniş mânâlı lisan.

naik

  • Karga ötüşü veya horoz sesi.
  • Çobanın koyuna bağırması.

nak'

  • (Çoğulu: Nuk'-Enku) Su saklayacak yer.
  • Kuyu içinde olan su.
  • Deve kuşu avazı.
  • Feryâd etmek, bağırıp çağırmak.
  • Susuzluğu teskin etmek, susuzluğu gidermek.
  • Sıcak suda haşlama.
  • İlâç olarak çıkarılan su.
  • Suda ıslanma.
  • Toz.

nakaka

  • Kurbağaların çağrışıp ötmeleri.
  • Tavuğun yumurtladığında ötüp gıdaklaması.

nakik

  • Kurbağa, akrep ve tavuk sesleri.

naknaka

  • (Çoğulu: Nekanık) Kurbağanın ötmesi. Tavuğun gıdaklaması.
  • Ses.

nakş-bend

  • Kumaşların nakışlarını bağlayarak ipek tellerle tezgâhı hazırlayan. Nakış işleyen. (Farsça)
  • Ressam. (Farsça)

namus-u ikram

  • Bağış ve iyilik kanunu.

nara / nâra

  • Yüksek sesle bağırma, haykırma.
  • Bağırma.

nasik

  • Allah yolunda ibâdet eden, dine bağlı, zâhid.

natır

  • (Nâtur) Bekçi. Bağ ve bostan bekçisi.

nazar-ı tebei / nazar-ı tebeî

  • Dolaylı bakış, bir şeye bağlı kalarak başkalarına bakma.

nazm ve rapt

  • Dizme, tertip etme ve bağlama.

nehk

  • Eşek bağırışı.

nekre-i mevsule

  • İki kelime veya mânâyı birbirine bağlayan kelime.

nemek

  • Tuz. Milh. (Farsça)
  • Lezzet, tat. (Farsça)
  • Bağlılık, hak. (Farsça)

nemek-helal / nemek-helâl

  • Tuz hakkı tanıyan. Bağlı, sâdık kimse. (Farsça)

nemek-perver

  • Sâdık ve bağlı kimse. (Farsça)

neşat-bahş

  • Sevinç ve neşe bağışlayan. (Farsça)

neseb

  • Soy, şecere. Çocuğu ana ve babaya bağlayan kan bağı. Ekseriya baba yönünden olan yakınlık için kullanılır. Babalar ve yukarıya doğru büyük babalar ile oğullar ve aşağıya doğru oğullar arasındaki alâkaya amûdî yakınlık; erkek kardeşler ile bunların oğ ulları ve amca oğulları arasındaki alâkaya ufkî y

neşt

  • Yılan sokmak ve ısırmak.
  • Bir yerden bir yere gitmek.
  • Çözmek.
  • Çıkarmak.
  • İpi bağlamak.

nevafil

  • İsteğe bağlı ibadetler, nafileler.

nevahi-i kaza

  • bir kazâya bağlı olan nahiyeler.

nevh

  • Ağıt etmek.
  • Bağırıp çağırarak sesle ağlamak.

nezr-i muayyen

  • Hastam iyi olursa, Allah için şu kadar sadaka vermek ve sevâbını falan velîye bağışlamak adağım olsun diye bir şarta bağlanarak yapılan adak.

nezr-i mutlak

  • Şarta bağlı olmadan yapılan adak.

nicad

  • Kılıç bağı.

nida'

  • Seslenmek, çağırmak, haykırmak, bağırmak. Ses vermek.
  • Gr: ünlem (!)

nıkk

  • Kurbağa sesi.

nimmüstakil

  • Yarı bağımsız, yarı hür.

nisbet

  • Münasebet, yakınlık, bağlılık, ölçü.
  • Rağmen. İnat olarak. İnat olsun diye.
  • Soy bakımından bağlılık, mensub olma.
  • Tasavvufta velî bir zâtla mânevî irtibat, feyz alma, huzûr.
  • İlgi, bağlantı, oran.

nisbet-i hafiye

  • Gizli bağ.

nisbet-i kayyumiyet / nisbet-i kayyûmiyet

  • Varlıkların her zaman var olan Allah ile bağlantısı.

nisbet-i rabbaniye / nisbet-i rabbâniye / نِسْبَتِ رَبَّانِيَه

  • İlâhî bağ.
  • Rab'le olan bağ.

nisbet-i vatani / nisbet-i vatanî / نِسْبَتِ وَطِنِي

  • Vatan bağı.
  • Vatan bağı.

niseb / نِسَبْ

  • Bağlar.
  • Nisbetler, bağlar, alakalar.

niseb-i adediye

  • Sayısal orantılar, bağlantılar.

niyat

  • (Niyâta) Bir damar ismi (yürek onunla bağlıdır.)

nokta-i ittisal

  • Bağlantı noktası.

ölüm

  • Rûhun bedene olan bağlılığının sona ermesi, rûhun bedenden ayrılması, mevt.

örfiyat

  • Örf, âdet ve geleneğe bağlı olan şeyler.

ortodoks

  • Yun. İtalya'daki Papalığa bağlı olmayıp, İstanbul'daki Fener Patrikhanesine bağlı Hristiyan. Doğu kilisesine ve an'anelerine sıkı sıkıya bağlı Hristiyanların mezhebi.

pa-bend / pâ-bend

  • Ayak bağı. Köstek. Ayağa vurulan zincir.
  • Engel, mâni.

pa-beste / pâ-beste

  • Ayağı bağlı. Hareketsiz. (Farsça)

pabend / pâbend / پابند

  • Ayak bağı. (Farsça)

pabeste / pâbeste / پابسته

  • Ayağı bağlı. (Farsça)

paderikal

  • (Pâ-der-ikal) Ayağı köstekli, ayağı bağlı, hareketsiz. (Farsça)

palaheng

  • Yular, dizgin. (Farsça)
  • Av veya suçlu bağlanacak kement. (Farsça)
  • Kemer. (Farsça)
  • Tazı boynuna geçirilen ağaç halka. (Farsça)

palamar

  • Büyük gemileri karaya bağlamak yahut demir gomneye bedel lengere rabtetmek için kullanılan halat.
  • Büyük halat.
  • Vaktiyle muharebelerde silâh olarak kullanılan ve yük kaldırmak için kullanılan sırıklar. (Sanat Ansiklopedisi)

pars

  • Dine bağlı kimse. (Farsça)
  • Nâmuslu, iffetli, temiz ve doğru insan. (Farsça)
  • Fars milleti, İran kavmi. (Farsça)

paybend / pâybend / پایبند

  • Ayakbağı. (Farsça)
  • Mani, engel. (Farsça)
  • Köstek. (Farsça)
  • Ayak bağı. (Farsça)
  • Engel. (Farsça)

paybeste

  • Hareketsiz. Ayağı bağlı. (Farsça)

periz

  • Haykırma, bağırma. Feryâd. (Farsça)
  • Su kenarlarında yetişen yeşil saz, ot. (Farsça)

perva

  • Korku, çekinmek. (Farsça)
  • Alâka, ilgi, bağ. (Farsça)
  • Takat. (Farsça)
  • Durup dinlenmek. (Farsça)
  • Bilmek. (Farsça)
  • Vesvese. (Farsça)
  • Kayd. (Farsça)
  • Iztırab. (Farsça)
  • Terk, feragat. (Farsça)
  • Hayran, şaşmış. (Farsça)
  • Meyl, teveccüh, iltifat, kayırmak. (Farsça)
  • Gussalanmak. (Farsça)

peşkeş

  • (Pişkeş) Başkasının malını birine bağışlamak. Verilmemesi lâzım olan şeyi başkasına vermek. Karşılıksız vermek. (Farsça)

peyvend

  • Ulaşma, varma, vasıl olma. (Farsça)
  • Bağ, alâka. (Farsça)

rabit

  • Bağlı, bağlanmış, merbut.

rabıt-rabıta / râbıt-rabıta

  • Bağlayıcı, bitiştirici.
  • Nefsini ezip kendini Allah'a bağlamış.

rabıta / râbıta / رابطه / رابظه / رَابِطَه

  • Rabteden, bağlayan, bitiştiren.
  • Münasebet, alâka, bağlılık, yakınlık. İki şeyi birbirine bağlayan tertip.
  • Nefsini dünyadan men edip âhirete, Allah'a (C.C.) bağlanmak.
  • Tertip, sıra, düzen, usûl.
  • İki şeyi birbirine bağlayan nesne.
  • İlgi, münasebet, bağlılık, mensupluk.
  • Düzen, tertip.
  • Bağ.
  • Bir velînin şeklini, sûretini hayâline getirerek onun kalbindeki feyz (bereket) ve mârifetlere (ilimlere) kavuşma yolu. Kalbini büyüklerin kalbine bağlayarak onlardan feyz alma. Her şeyi unutarak, dünyâ işlerini düşünmeyerek, sevgi ve saygı ile bir velînin mübârek yüzünü hayâlinde veya gönlünde bulu
  • Bağ, ilgi, irtibat.
  • Bağ.
  • Bağ, ilişki, temas. (Arapça)
  • Sıra, düzen. (Arapça)
  • Bağ.

rabıta-i dini / rabıta-i dinî

  • Din bağı.

rabıta-i dini ve sınıfi ve vatani / rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî

  • Din, sınıf ve vatan bağı.

rabıta-i dini ve vatani ve sınıfi / rabıta-i dinî ve vatanî ve sınıfî

  • Din, vatan ve sınıf bağı.

rabıta-i diniye / râbıta-i diniye

  • Din bağı.

rabıta-i esas

  • Esas bağ.

rabıta-i hakikiye / râbıta-i hakikiye

  • Gerçek bir bağ, bağlantı.

rabıta-i hayat

  • Hayat bağı.

rabıta-i hayatiye

  • Hayatî öneme sahip olan ve hayat veren bağ.

rabıta-i iman

  • İman bağı, imanla ortaya çıkan bağ.
  • İman bağı, insanları hususan iman edenleri birbirine bağlayan iman.

rabıta-i islamiye / rabıta-i islâmiye

  • İslâm bağı.

rabıta-i ittifak

  • Birlik bağları.

rabıta-i ittihad

  • Birlik bağı.

rabıta-i ittisal

  • Bağlantı noktası.

rabıta-i kalbiye

  • Kalbî bağ, kalp bağı.

rabıta-i kudsiye

  • Mukaddes bağ.

rabıta-i metin

  • Sağlam, kuvvetli bağ.

rabıta-i milliye

  • Milliyet bağı.

rabıta-i nuraniye

  • Nurlu bağlantılar.

rabıta-i vahdet

  • Birlik bağı.

rabıta-yı dini, vatani, sınıfi / rabıta-yı dinî, vatanî, sınıfî

  • Din, vatan ve sınıf bağı.

rabıtabend

  • Rabtedici, bağlayıcı. (Farsça)

rabıtadar / râbıtadar / رابطه دار

  • Bağlantılı, ilintili. (Arapça - Farsça)

rabt / ربط / رَبْطْ

  • Bağlamak, bitiştirmek, bir şeye bağlamak.
  • Nizam vermek, intizam bulmak.
  • Gr: Cümleleri lüzumlu edatlarla birbirine bağlamak.
  • Bağlama.
  • Bağlama.
  • Bağlamak.
  • Bağlama. (Arapça)
  • Rabt edilmek: Bağlanmak, tutturulmak. (Arapça)
  • Rabt etmek: Bağlamak, tutturmak. (Arapça)
  • Rabt olunmak: Bağlanmak, tutturulmak, ilişkilendirilmek. (Arapça)
  • Bağlama.

rabt edatı

  • Gr: Bağlama edatı. Kelimeyi veya cümleyi birbirine bağlayan harf veya kelime. (Hem, ve... gibi)

rabt-ı kalb

  • Kalb bağlama, gönül bağlama.

rabten

  • Bağlayarak, ilâveten.

rabtiyye

  • Rabtiye.
  • Bağlayacak şey.

raci / râci

  • Geri dönen, bağlanan.

rag

  • Çimenlik, çayırlık, bahçelik, bağlık. (Farsça)
  • Dağ eteği. (Farsça)

rahim

  • (Rahmet. den) Rahmet edici, merhamet eyleyen. Rahmedici. Muhafaza eden, bağışlayan. Rahmet ve merhamet sahibi, şefkat eden, gufran sahibi. (Kur'an-ı Kerim'de bu isim 220 defa zikredilir.)

rahmet / رَحْمَتْ

  • Bağış, acıma, esirgeme.
  • Bağışlama, şefkat etme, lutfetme.
  • Esirgeme, bağışlama, şefkat etme.

raib

  • Göz bağlayıcı, büyücü.
  • Doldurucu.

raiyyet

  • Bir hükümdar idaresinde olanlar, birinin idaresine bağlı olanlar. Devletin idâresindeki umum insanlar.
  • Sürü. Otlatılan hayvan sürüsü.

ramile

  • Yelmek.
  • Şam vilâyetine bağlı bir yerin adı.

rapt

  • Bağlanma.

rapt etmek

  • Bağlamak.

rapt-ı kalb

  • Kalben bağlanma.

raptetmek

  • Bağlamak.
  • Bağlamak, tutturmak, ilişkilendirmek. (Arapça - Türkçe)

raptolunan

  • Bağlanan.

rebaz

  • Şehrin yarısı ve etrafı.
  • Her nesnenin eğlenecek ve duracak yeri.
  • Koyun ağılı.
  • "Göden bağırsak" denilen büyük bağırsak.

rebika

  • İp ile bağlanan davar.

renin

  • Bağırma, haykırma.
  • İnleme, inilti.

resen

  • (Çoğulu: Ersân) Atı veya davarı ip ile bağlamak.
  • İp, halat, urgan.

resenbend

  • Halat atmış, halatla bağlı. (Farsça)

resve

  • (Çoğulu: Rasa) Kadınların kollarına boncuktan veya inciden yaptıkları kolbağı.

retaim

  • (Tekili: Retime) Bir şeyi hatırlayabilmek için parmağa bağlanan iplikler.

retime

  • (Çoğulu: Retaim) Bir şeyi hatırlayabilmek için parmağa bağlanan iplik.

revabıt / revâbıt / روابط

  • (Tekili: Rabıta) Râbıtalar, bağlılıklar. Münasebetler.
  • Düzenler, sıralar, tertibler.
  • Bağlar.
  • Rabıtalar, bağlılıklar.
  • Bağlar, ilgiler, ilişkiler. (Arapça)

revabıt-ı hayat-ı içtimaiye

  • Toplum hayatını sağlayan bağlar.

revabıt-ı içtima / revâbıt-ı içtimâ

  • Bir araya getiren bağlar.

revabıt-ı kevniye / revâbıt-ı kevnîye

  • Kâinatla irtibatlı meseleler, kâinatla ilgili bağlar.

revabıt-ı kuvvet / revâbıt-ı kuvvet

  • Gücün (icranın) bağları, etkileri.

revabıt-ı nizam / revâbıt-ı nizam

  • Nizamın, düzenin bağları.

revan-bahş

  • Canlandırıcı, can bağışlayıcı. (Farsça)

rez

  • Bağ kütüğü, asma. (Farsça)

rezban

  • Bağ bekçisi, bağcı. (Farsça)

ribat

  • Bağ, bazı sinirler.
  • Sağlam yapı.
  • Han vesaire gibi konaklanacak yer.
  • (Çoğulu: Ribâtât) Han gibi konaklanacak yer. Tekke.
  • Bağ, ip.
  • Sağlam yapı.

rıbka

  • (Çoğulu: Ribak) Davar bağlamada kullanılan ip.

ribka

  • Kement. Kement bağı. İlmekli ip.

ric'i talak / ric'î talâk

  • Geri dönülebilen talâk (boşanma). Zevceye yaklaştıktan sonra sarîh (açık) veya işâretle, üç adedine veya bir ivâza (bedele, karşılığa) bağlı olmaksızın ve beynûnete yâni ayrılığa delâlet eden (gösteren) bir sıfatla sıfatlanmamış ve bir şeye teşbîh ed ilmemiş (benzetilmemiş), gerek sarîh (açık) lafız

rikase

  • Davar bağlanan yer.

rişte-i hürmet

  • Sevgi, hürmet bağı.

ritam

  • (Tekili: Retime) Bir şeyi hatırlayabilmek için parmağa bağlanan iplikler.

riva'

  • (Çoğulu: Erviye) Deve üstünde yük bağlanılan ip.

rücbe

  • Canavar avlamak için yapılan yer. (İçine iple et bağlarlar ki canavar gelip yapıştığı gibi üzerine düşer.)

rude

  • (Çoğulu: Rudegân) Bağırsak. (Farsça)

ruga'

  • Sada, ses.
  • Deve, sırtlan ve deve kuşunun bağırması.

ruhsat

  • İslâmiyet'in, meşakkat ve zarûret gibi sebeblere bağlı olarak, ibâdetlerde ve diğer işlerde tanıdığı izin ve kolaylık; azîmetin zıttı.

rukbi / rukbî

  • İki kişinin karşılıklı olarak, öldükten sonra sâhib olmaları şartıyla birinin malını diğerine bağışlaması yâni sen ölürsen evin benim olsun, ben ölürsem evim senin olsun şeklindeki hibe.

rükn-i ıraki / rükn-i ırâkî

  • Kâbe'nin Bağdâd'a karşı olan köşesi.

rüşd

  • Doğru yol bulup bağlanmak. Hak yolunda salabet, metanet ve kemal-i isabetle dosdoğru gitmek.
  • Hayra isabet etmek.
  • Büluğa ermek.
  • İstikamette olmak. Dinine ve malına zarar gelecek şeyi bilmek, doğru düşünmek.
  • Kişinin akıl ve idraki kavi ve tedbiri metin olmak.

sabikun-ı evvelun / sâbikûn-ı evvelûn

  • Dinlerini muhâfaza için yurtlarından ayrılan, Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme son derece bağlılık gösteren muhâcirlerden, iki kıbleye karşı namaz kılmış olanlar veya Bedr gazvesinde (harbinde) bulunanlar veya Hudeybiye'de Bîat-ür-Rıdvân'da bu lunanlar veya hicretten evvel müslüman olanlar yâ

sadakat / sadâkat / صداقت / صَدَاقَتْ

  • (Sıdk. dan) Dostluk. Bir kimseye Allah (C.C.) için kalbden bağlılık, kalbi ve samimi doğrulukla olan dostluk.
  • Dostlukta sebat, vefadarlık.
  • Bağlılık, doğruluk.
  • Dostluk; bir kimseye Allahü teâlâ için kalbden bağlılık; doğruluk. İnsana sadâkat yaraşır görse de ikrâh, Doğruların yardımcısıdır hazret-i Allah.
  • Bağlılık, dostluk, doğruluk.
  • Bağlılık. (Arapça)
  • Samîmî bağlılık.

sadakatçe

  • Bağlılık açısından.

sadakatkarane / sadakatkârâne / sadâkatkârâne

  • Sâdık ve bağlı bir tarzda.
  • Sadakat edercesine, bağlılığını gösterircesine.

sadakatmedar / sadâkatmedâr

  • Sadakat vesilesi, bağlılık sebebi.

sadakatsizlik

  • İçten bağlı olmama.

sade

  • (Sayd. dan) Mâzi fiilidir. "Avlandı" mânâsındadır. ( dan) "Bağır, ilân et" mânâsına emirdir. Meydan okumak, âciz bırakmak mealinde ve i'caz yoluna işaret eder "sâd" diye okunur.
  • Sadakat, sıdk gibi mânâlara da gelir.

sadık / sâdık / صادق / صَادِقْ

  • Doğru sözlü.
  • Bağlı.
  • Doğru, samimi, bağlı.
  • Yürekten bağlı olan. (Arapça)
  • Doğru. (Arapça)
  • Samîmî bağlı olan.

sadık kalmak

  • Bağlı kalmak.

sadik-ı ahmak / sadîk-ı ahmak

  • Çok bağlı ahmak dost.

sadıkane / sâdıkane

  • Doğruluk üzerine, samimiyetle, bağlılığını gösterircesine.

sadıkāne / sâdıkāne / صَادِقَانَه

  • Samîmî bağlı olarak.

sadıkıyet / sâdıkıyet

  • Doğruluk, bağlılık.

saduk / sadûk

  • Çok sadık, gayet bağlı.

safbeste

  • Saf bağlamış, sıra sıra dizilmiş.
  • Saf bağlamış, saf olmuş.
  • Saf bağlamış, saf tutmuş.

safbeste-i hareket

  • Harekete geçmek üzere saf bağlayıp hazır olan.
  • Harekete geçmek üzere saf bağlayıp hazır olan.

safed

  • (Çoğulu: Esfâd) Esirlerin eline ve ayağına bağlanan bağ.
  • Atâ, bahşiş, hediye.

saff-beste

  • Saf bağlamış, saf olmuş. (Farsça)

safh

  • Suç bağışlama, dostluk etme. Günah ve cürmü afveyleme.
  • Bir şeyin bir tarafı.
  • Bir şey içirme.
  • Yüz çevirme.
  • Suç bağışlama, affetme.
  • Bağışlama.

şafi'

  • (Şefaat. den) Şefaat eden. Bir kimsenin suçunun bağışlanması için vasıtalık eden.

safra

  • Sarı.
  • Karaciğere bağlı öd kesesi içindeki yeşilimsi sarı ve acı su ki, yağların hazmına hizmet eder.

şagrabiyye

  • (Çoğulu: Şegârib) Ayak bağlamak.

şagzebiyye

  • (Çoğulu: Şegâzib) Ayak bağlamak.

sahc

  • Bağırsağın yaş olup cerahat vermesi.
  • Kaşımak.
  • Tırmalamak.

sahha

  • Kulakları sağır eden şiddetli bağırış ve çığlık.

şakuli / şakulî

  • Şâkule bağlı, onunla alâkalı, onunla nisbeti olan şey. Geo: Düşey.

salabetli / salâbetli

  • Dâvâsına çok sağlam ve tavizsiz bağlı olan.

salah / salâh / صلاح

  • Bir şeyin en iyi hâli. Rahatlık, sulh, iyileşme, düzelme, iyilik. Dine olan bağlılık. Her hayra câmi faziletlerin toplanmasında hâsıl olan yüksek bir sıfat. (Mukabili fesad ve fücurdur)
  • Sâlih olmak, iyilik, dürüstlük; iyi huylarla süslenme, dînine bağlı olma.
  • Düzgünlük, yolunda gitme. (Arapça)
  • Barış. (Arapça)
  • Dine bağlılık. (Arapça)

salah-üd din

  • Salâhattin şeklinde yaygın olan bu kelime, "dine bağlı" mânasına gelir.

salavat

  • (Tekili: Salât) Namazlar.
  • Bütün dualar. İhtiyaçtan gelen ricalar.
  • Nimetten çıkan şükürler. İbadetler.
  • Hazret-i Muhammed'e (A.S.M.) memnuniyet ve bağlılık için yapılan dualar.
  • Nasârâ kilisesi.

salik / sâlik

  • Bir yola bağlı olan, bir yolu takip eden, bir tarikata girip hidayet yolunu takip eden, mürid.

salikan / sâlikân

  • (Tekili: Sâlik) Sâlikler. Bir tarikata girmiş veya bir şeyhe bağlanmış kimseler.

salk

  • Şiddetli ses.
  • Vurmak.
  • Hâmile kadının ağrısı tutup bağırması.

sallallahü aleyhi ve sellem

  • Peygamber efendimizin ism-i şerîfi anıldığı, işitildiği ve yazıldığında söylenen ve yazılan, Allahü teâlâdan, O'nun dünyâda ve âhirette her türlü iyiliğe ve üstünlüğe kavuşmasını istemekten ibâret olan hayır duâ, hürmet, saygı ve bağlılık ifâdesi. Bu na salât u selâm da denir.

samimiyet

  • İçten ve kalbden olan sevgi ve bağlılık.

sand

  • Bendetmek, bağlamak.

sarad

  • Yer bağırsağı.

sarha

  • Çağırmak, bağırmak, feryad etmek.

sarm

  • (Surm) Bağ kesmek. Meyve toplamak. Bir şeyi kökünden ayırmak.

sarr

  • Kesenin ağzını bağlamak.
  • Hıfzetmek.
  • Cem'etmek, toplamak.
  • Yukarı kaldırmak.
  • Zammetmek, artırmak.

şart

  • Biri diğerinin şartına bağlı olan iki cümleden ilki. Meselâ "Haber verirsen, gelirim" ifadesinde "Haber verirsen" şarttır, "gelirim" cezadır.
  • Bir kısım muamelelerde lüzumlu olan hüküm. Bir şeyin olması ona bağlı olan şey.
  • Kayıt. Bir iş için mutlaka lüzumlu olan husus.
  • Yemin.
  • Hal, vaziyet.
  • Gr: Biri diğerine bağlı olan iki cümle hakkında delâlet edilen; yâni mütevakkıf aleyhe delâlet eden diğer cümley

şartiyyet

  • Şartlılık. Şarta bağlı olmaklık.

şat'

  • Yerden yeni çıkan taze ekin yaprağı. Ekinlerin taze çıkan filizleri, yaprağı.
  • Su arkı.
  • Cima etmek.
  • Bağlayıp sağlamlaştırmak.

savt

  • Ses. Bağırmak.

sayha-i gurab / sayha-i gurâb

  • Karga bağırışı.

şebaman

  • Paça bağı.

sebk-i mevsul

  • Edb: Cümleleri bağlayarak birleştirme tarzı.

şecere-i rıdvan / şecere-i rıdvân

  • 628 (H.6) senesinde yapılan Hudeybiye andlaşmasından önce Medîneli müslümanların, altında Peygamber efendimize ve İslâm dînine bağlı kalacakları husûsunda bağlılık yemîni ettikleri ağaç.

seci'

  • Edb: Nesrin kafiyesidir. Seci'ler, ya cümlelerin sonunda yahut arasında bulunur. Sondaki seci'ler bir kelime vasıtasiyle birbirine bağlanır, onlara "Seci'-i mukayyed" denilir. Aradaki seci'ler ise yekdiğerlerine bağlı olmadıklarından onlara sec'i-i mutlak tâbir olunur. İçiçe olan seci'lere "Seci' en

şedar

  • Sözü şiir ile kesme.
  • Hayvan bağlanan yer.

şedd

  • Sıkı bağlama, sıkı bağlanma, sıkma.
  • Tasvir.

şedd-i rihal

  • Hayvana semer vurma. Yolculuk için hayvanın semerini bağlama.
  • Yolculuğa çıkma.

şeddad

  • Kâfir.
  • Çok eskiden Yemen'de Âd Kavminin hükümdarı Allah'a isyan ederek Cennet'e benzetmek iddiasiyle İrem bağını yaptırmış, bu bağdaki köşke girmeden kavmi ile yani taraftarlariyle birlikte gazaba uğramış, çarpılmış, yerin dibine geçmiştir.

şefaat / şefâat

  • Bağışlanmasını dileme, birine arka olma.
  • Peygamberlerin ve velilerin kıyamette günah-kâr müminlerin bağışlanması için Allah katında dilekte bulunmaları.
  • Günahların bağışlanması için, peygamberlerin ve Allah katında makbul kişilerin, Allah'ın izniyle aracılık yapması.

şefaat-i kübra

  • Büyük şefaat; günahlarımızın bağışlanması için Peygamber Efendimizin aracılık etmesi.

şefi' / şefî'

  • Şefâat eden, bir suçun, günâhın bağışlanması için vâsıta, aracı olan.

şefiü'l-müznibinin varisi / şefiü'l-müznibînin vârisi

  • Âhiret âleminde günahkârların bağışlanması için şefaatte bulunacak olan Hz. Muhammed'in (a.s.m.) mirasçısı.

sehay

  • Nâme üstüne nesne bağlamak.
  • Keşf etmek.
  • Kabuk soymak.

şehr-i rahmet ve mağfiret

  • Rahmet ve bağışlama ayı; Ramazan ayı.

selahif

  • (Tekili: Sulahfât) Kaplumbağalar.

selis

  • Kolay, yumuşak.
  • Boyun eğmiş, bağlı.

semai / semaî

  • İşitmekle öğrenilen. İşitmeğe dair ve müteallik.
  • Gr: Bir kaideye bağlı olmayan, işitilmekle öğrenilen.

semai müennes / semaî müennes

  • Bir kaideye bağlı olarak müennes işareti olmayıp kelimenin aslında müenneslik var gibi kabul edilen ve işitilmekle öğrenilen müennes kelime.

şematetkarane / şematetkârane

  • Kuru gürültü yapmak suretiyle, arsızca, gürültü ile bağırmak. (Farsça)

semit

  • Temiz pişirilmiş olan kebap.
  • Arınmış, temizlenmiş ve pâk olmuş.
  • Doldurulmuş bağırsak.
  • Birbiri üstüne yığılmış kiremit.
  • Bir kat sahtiyan.

şen'

  • Buğz ve adâvet etmek. Kin bağlamak. Düşmanlık yapmak.

senaf

  • Deve bağlanan ip.
  • Deve göğüsü.

serbend

  • Başa bağlanan veya sarılan şey. (Farsça)

serbeste

  • Başı bağlı. (Farsça)
  • Gizli, kapalı, örtülü. (Farsça)

şeriat-ı fıtriye

  • Allah'ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların bağlı olduğu anayasa, kanunlar mecmuası.

şerif

  • Şerefli, mübarek.
  • Peygamber neslinden ve Hazret-i Hüseyin soyundan olup İslâmiyete tam sadâkatla bağlı temiz kimse.

serupay

  • Tas: Dervişin, tarikat ve mevlevihâne ile bağını kesmek. (Farsça)

settar-ül uyub

  • Ayıpları, kusurları örten. Kusurları göstermeyen, günahları bağışlayan Allah (C.C.)

settarü'l-uyub / settârü'l-uyûb

  • Ayıpları, günahları örten, bağışlayan Allah.

sevk

  • Önüne katıp sürmek, ileri sürmek. Yollamak, göndermek.
  • Neticeye bağlamak.

şevk

  • Çok istek, şiddetli arzu.
  • Neş'e.
  • Bir şeyi bir yere şeye sağlamca bağlama.
  • Memnun. Şâduman.

seyyid-ül-istiğfar / seyyid-ül-istiğfâr

  • Duâ ve istiğfârların başı. İstiğfâr duâlarının büyüğü. Allahü teâlâdan günâhın bağışlanmasını istemek için yapılacak duâların en üstünü, en kıymetlisi.

sibak

  • (Sebk. den) Bir şeyin öncelik hali. Birisinden ileri geçmek. Bir şeyin geçmişi.
  • Bağ, bağlantı.
  • Bir şeyin üst tarafı, geçmişi.
  • Bağ, bağlantı, sözün gelişi.

sibak-ul kelam / sibak-ul kelâm

  • Sözün ilk halindeki bağlantısı, sözün evvelinde geçenden çıkan mânâ.

sibt

  • Palamutla dibağat olunmuş sığır derisi.

şiddet-i iltizam

  • Çok sıkı bağlılık.

şiddet-i ittisal

  • Güçlü bağ, irtibat.

şiddet-i rabıta

  • Tam, şiddetli bağlılık.

sıddık

  • Çok doğru ve bağlı.

sıddik / sıddîk

  • Çok sadık ve bağlı.
  • Çok samimi, çok bağlı, çok doğru.

sıddık-ı ekber

  • Hz. Peygambere bağlılıkta en ileride olan, Hz. Ebûbekir.

sıddıkin-i muhakkıkin / sıddıkîn-i muhakkıkîn

  • Allah'a bağlılıkta en önde olan ve hakikatleri araştıran âlimler.

sıddıkıyet

  • Allah'a olan bağlılığın en ileri derecede olması.

sıddıkiyet

  • Bağlılık.

sıdk

  • Doğruluk, doğru söz, samimilik, bağlılık.

sıfat-ı zatiyye / sıfat-ı zâtiyye

  • Allahü teâlânın zâtında (kendisinde) bulunup diğer varlıklarda bulunmayan, yalnız Allahü teâlâya mahsûs sıfatları. Bu sıfatların sonradan yaratılan varlıklarla hiçbir sûrette bağlantıları yoktur. Bu sıfatlara sıfat-ı Vücûdiyye ve sıfat-ı Ulûhiyyet de denir.

sihae

  • (Çoğulu: Sihâ-Eshiye) Nâme bağı.

sihirbaz / sihirbâz

  • Büyücü, büyü yapan, gözbağcı, sahir.

şıhne

  • Adâvet, düşmanlık.
  • Davar bağladıkları yer.

sihr

  • (Sihir) Büyü, gözbağıcılık, büyücülük, hilekârlık.
  • Aldatmak.
  • Haktan uzaklaşmak. Bâtıl şeyi hak diye göstermek.
  • Lâtif ve dakik olan şey. Büyü kadar te'siri olan şey.
  • Şiir ve güzel söz söyleme gibi, insanı meftun eden hüner.

sıhriyet / صهریت

  • Evlilikten doğan akrabalık, kan bağı. (Arapça)

sika'

  • (Çoğulu: Eskiye-Eskıyât-Esâk-Esâki) Su kurbağası.
  • Devenin burnuna bağladıkları nesne.
  • Kadınların örtündükleri peçe.

şikal

  • Devenin palanını bağlıyan ip.
  • Devenin ayağının bağlandığı ip, köstek.
  • El ve ayak zinciri.
  • Üç ayağı beyaz olan at.

sıkke

  • Bağlamak, sağlamlaştırmak, muhkem etmek.
  • Ulaştırmak.

sıla

  • Gr. sıla cümlesi; Arapça'da "ellezî=öyleki" gibi müphem isimlerle bir önceki cümleye bağlanan ve o cümleyi açıklayıcı olarak gelen cümle.

sıla-i rahim

  • Akrabalık bağı, yakınlarla bağ kurma.

silsile

  • Birbirine bağlanan, bir sıra meydana getiren şey. Zincir. Zincir gibi birbirine ekli ve bitişik olan.
  • Soy, sop.
  • Sıradağ.
  • Seri. Dizi.
  • Ard arda gelen şeylerin meydana getirdiği sıra.

silsile-i kur'an / silsile-i kur'ân

  • Kur'ân'daki tevafuklu ve bağlantılı ifadeler.

silsile-i nuraniye

  • Nurlu bağ, nesil.

sina'

  • Deve ayağına bağladıkları ip.

şinak

  • (Çoğulu: Eşnâk) Sivri başlı kimse.
  • Kırba bağladıkları ip.
  • Başı büyük olan at.
  • Kuş tuzağı.

sine-bend

  • Göğüs bağı, sütyen. (Farsça)

siper-i saika / siper-i sâika

  • Yıldırımdan korunmak için gemilerle, minarelere ve büyük binalara konan âlet. Paratoner.Gemilerde direklerin şapkalarına konulur ve üzerlerine, bir ucu denize kadar sarkıtılmış bakır tel bağlanır. Direkleriyle teknesi ağaç olmayan gemilerde tel yoktur. Telin gördüğü nakil hizmetini geminin demir kıs

sırar

  • Devenin sütü çok olsun ve yavrusu emmesin diye emziğinin dibine bağladıkları ip.

şiraze-bend

  • Şiraze bağlayan. (Farsça)
  • Düzenleyen, tanzim eden, düzen veren. (Farsça)

sistem

  • Bir bütün meydana getirecek şekilde, karşılıklı olarak birbirine bağlı unsurların hepsi. (Fransızca)
  • İlimde bir bütün meydana getirecek esasların hepsi. (Fransızca)
  • Bir nizâm dâiresinde çalışan takım. (Fransızca)
  • Proğramlı çalışmak. (Fransızca)
  • Manzume. (Fransızca)

sıyah

  • (Tekili: Sayha) Bağırmalar, çığlıklar, haykırışlar, feryadlar.

siyonist

  • (Kudüs'ün eski adı olan Sion. dan) Filistin'de bağımsız bir Yahudi devleti kurmak isteyen. Yahudi fikrinin taraftarı. Bir şeyi Yahudilerin gaye ve menfaatına göre değerlendiren. Yahudilik.
  • Yahudi dinine giren.

siz misiniz şu şanlı ecdadımızla bizi rapt eden rabıtamızın hadd-i evsatı?

  • Siz misiniz şu şanlı dedelerimizle bizim aramızdaki ortak bağ ve ortak nitelik.

sôfi / sôfî

  • Tasavvuf ehli. Kalbini gafletten (Allahü teâlâyı unutmaktan) ve mâsivâya (Allahü teâlâdan başka şeylere) bağlamaktan koruyan, nefsini Allahü teâlâya itâate kavuşturan, pâk ve temiz bir kalbe sâhip olan kimse, velî derviş.

sofra-i ihsan

  • Bağış, iyilik, lütuf sofrası.

softa

  • Bir inanışa körü körüne bağlanan kimse.

şüfea'

  • (Tekili: Şefi') Şefaatçiler. Şefaat edenler, bir suçun bağışlanması için aracılık yapanlar.

sufi meşrep / sufî meşrep

  • Tasavvufa bağlı olanın hareket tarzı, metodu.

sulahfat

  • (Çoğulu: Selâhif) Kaplumbağa.

sülehfat

  • (Çoğulu: Selâhıf) Kaplumbağa.

sultan reşad

  • (Mi: 1844-1918) Meşrutiyet devri Osmanlı Padişahıdır. Merhametli ve halim tabiatlı olan bu dindar ve abdestsiz gezmiyen padişah, Mevlevi Tarikatına bağlı idi. Boş vakitlerini Mesnevi okumakla geçirirdi.

süluk

  • (Silk. den) Belli bir gruba girme. Bir yolu takib etme. Bir tarikata bağlanma. Mânevi terakki mertebelerinde devam etme.

sümme

  • Sonra, ba'dehu gibi mânalara gelen bir zarftır. Bazan istiâre olarak "vav" mânâsına da kullanılır.
  • Harf-i atıftır. Sonraki mânayı evvelkiyle bağlar veya tertib, mühlet iktizasını ifade eder.

süryaniler / süryânîler

  • Hıristiyanlıktaki katolik mezhebine bağlı olan ve süryânî dili ile konuşan bir hıristiyan topluluğu.

süveyş

  • Akdeniz'le Kızıl Deniz'i birbirine bağlayan büyük kanal.

ta'kil

  • Devenin ayağına ip takıp bağlamak.

ta'lik

  • Asmak.
  • Geciktirmek.
  • Bağlanmak.
  • Bir cümlenin mazmununun husulünü diğer bir cümlenin mazmununun husulüne edat-ı şart ile rabt etmektir. Şu işi görürsen, şuna vâris olacaksın denilse, vâris olma, işin görülmesine bağlanmış olur. Buna ta'liki şart denir.
  • Muallak k
  • Asmak, geciktirmek, bağlamak, bir zamana bırakmak, Arap yazısının bir çeşidi.

ta'sib

  • İhata edip kaplamak, içine almak.
  • Bir kimsenin başına taç koymak.
  • Açlıktan dolayı karnını bağlamak.

taabbüdi / taabbüdî

  • İbadete ait olup emrolunduğu için yapılan. Sebeb ve illeti sadece emir olan, aklın muhakemesine bağlı olmayan. İbâdete âit ve müteallik.

taakkud

  • (Ukde. den) Bağlanma. Düğümlenme. Anlaşılmaz hâle gelme.

taalluk / taallûk

  • Bağlılık. Münasebet. Alâkalı oluş. Ait olma.
  • Dünya alâkası.
  • Sevme.
  • Bağlantılı olmak, ait olmak.
  • Bağlanmak, ilişme, ilişik olma.

taalluk etme / taallûk etme

  • Bağlantılı olma, ait olma.

taallukat-ı imaniye / taallûkat-ı imaniye

  • İmanla ilgili olanlar; imanî bağlar.

taalluku olma / taallûku olma

  • Bağlantısı olma, ilişkisi bulunma.

taassub

  • (Asab. dan) Bir şeye veya bir kimseye taraflı olma.
  • Din bakımından fazla salâbetli olma.
  • Kendi dinini çok üstün görmek.
  • Haksız yere husumet etmek.
  • Bir düşünüşe, bir inanışa körü körüne bağlanıp ondan başkasını düşünmemek hâli.
  • Aşırı derecede, körükörüne bağlılık.

taassub-u barid / taassub-u bârid

  • Soğuk taassup, bağnazlık.

taassub-u dini / taassub-u dinî

  • Dine şiddetle bağlılık, körükörüne bağlılık.

taassub-u mezhebi / taassub-u mezhebî

  • Bir mezhebe aşırı derecede bağlılık.

taassubat-ı kavmiye / taassubât-ı kavmiye

  • Kendi kavminin ve milletinin kurallarına sıkıca bağlılık.

taassup

  • Aşırı derecede, körü körüne bağlılık.

taattufat / taattufât

  • (Tekili: Taattuf) İhsanlar, lütuflar, bağışlar.

tabak

  • (Bak: Debbag)

tabakhane

  • Ham derilerin işlendiği yer. (Aslı: Debbağhane)

tabi / tâbi / تابع

  • Bağlanan.

tabi bulunma / tâbi bulunma

  • Bir şeye bağlı olma.

tabi eden / tâbi eden

  • Bağlı kılan, uyduran.

tabi olan / tâbi olan

  • Bağlanan, uyan.

tabiat

  • (Tabia) Yaratılış, huy, karakter.
  • Âlem ve içindekiler. Şeriat-ı fıtriyye. Hadiselerin ve varlıkların bağlı olduğu kanunlar. Allah, tabiatı yarattığı ve varlıkların nasıl hareket edeceğini kanunlariyle ve emirleriyle tayin ettiği halde Allah'ı inkâr edip tabiat yapıyor diyenler büyük

tabiler / tâbiler

  • Bir inanca ve dine bağlı olanlar.

tadabbür

  • Muhkem olmak, sağlamlaşmak.
  • Bağlanmak.

tadammüd

  • Yaraya merhem sürüp bezle bağlamak.

tadavvür

  • Çağırmak, bağırmak, feryad etmek.
  • İnlemek.
  • Açlık.

tadbir

  • Tabiatı muhkem olmak.
  • Nameyi iplikle bağlamak.

tadmid

  • Başına veya koluna merhem sürüp bez bağlamak.

tagzit

  • Çok sıkı bağlama. Tazyik etme, basınç yapma.

takaşşur

  • (Kışr. dan) Kabuk bağlama, kabuklanma.

takayyüd / تقيد

  • Bağlanma. Bağlı olmak. Kayıtlı bulunmak.
  • Çalışmak. Çabalamak. Uğraşmak.
  • Dikkatli davranmak.
  • Bağlanma.
  • Bağlanma. (Arapça)
  • Özen gösterme. (Arapça)

takıyye

  • Sakınmak, kendini koruyup, çekinmek.
  • Birinin bağlı olduğu mezhebi gizlemesi.

taklid / taklîd

  • İnanılacak şeylerde düşünmeden, anlamadan, yalnız başkasından işiterek, görerek inanma, îmân etme.
  • Amelde yâni yapılacak işlerde delîlini araştırmadan bir müctehidin ictihâdlarına (mezhebine) uyma, bağlanma.
  • Kendi mezhebine göre yapmasında harâc (meşakkat) veya zarûret buluna

takyid

  • (Kayd. dan) Kayıt ve şarta bağlanma. Şart koşma. Bağlama. Deftere yazmak.
  • Harfe nokta ve hareke koyma.
  • Sınırsız, genel bir mânâ ifade eden bir sözü, nitelik, durum, gaye bakımından belirli şartlara bağlı olarak bir mânâya gelecek şekilde sınırlama.
  • Sınırlama, bağlama.

takyidad / takyidâd

  • Sınırlamalar, bağlamalar.

tala'

  • (Çoğulu: Etlâ) Geyik buzağısı.
  • Çatal tırnaklı hayvanların yavrusu.
  • Buzağının ayağını bağladıkları ip.
  • Şahıs.

talac

  • Bağırma, feryad, çığlık. (Farsça)
  • Ses, sada. (Farsça)
  • Kavga. (Farsça)
  • Meş'ale. (Farsça)

talak / talâk

  • Nikâh bağını çözmek; nikâh akdini (sözleşmesini), belli sözlerle derhal veya geleceğe bağlı olarak sona erdirmek. Şer'î (dînî) nikâhta, boşama hakkı olanın, nikâhlı olduğu kişiyi boşaması.
  • Boşamak. Boşanmak.
  • Bağlı olan bir şeyi çözmek, ayırmak.
  • Nikâhlı karısını bırakmak.
  • Boşamak, boşanmak.
  • Bağlı olan bir şeyi çözmek, ayırmak.
  • Nikâhlı karısını bırakmak.

talak-ı bain / talâk-ı bâin

  • Boşanmada kullanılan sözleri söyler söylemez evliliği sona erdiren boşama. Zevceye yaklaşmadan önce veya yaklaştıktan sonra beynûneti yâni ayrılığı ifâde eden kinâyî yâni açık olmayan bir söz ile yapılan veya sarîh yâni açık bir söz ile yapılıp da aç ıkça veyâ işâretle üç adedine bağlı bulunan veya

talak-ı ric'i / talâk-ı ric'î

  • Geri dönülebilen talâk. Zevceye yaklaştıktan sonra, sarîh (açık) veya işâretle, üç adedine veya bir ivaza (bedele, karşılığa) bağlı olmaksızın ve beynûnete yâni ayrılığa delâlet eden (gösteren) bir sıfatla sıfatlanmamış ve bir şeye teşbîh edilmemiş (benzetilmemiş), gerek sarîh (açık), gerekse talâk-

tali

  • Tilavet eden, okuyan.
  • İkinci derecede. Sonradan gelen.
  • Man: Birbirine bağlı iki kaziyeden ikincisi. Meselâ: "Duman çıkıyorsa ateş vardır" sözünde "Ateş vardır" sözü tâli'dir.

talib-i dünya / tâlib-i dünya

  • Dünyayı isteyen, ona bağlanan.

taltifat / taltifât

  • (Tekili: Taltif) Taltifler, ihsanlar, lütuflar, bağışlar.

talve

  • Vahşi canavarların yavrusu.
  • Keçi bağladıkları ip parçası.

tantik

  • Bir kimsenin beline kuşak bağlamak.

tarz-ı münasebet

  • Münasebet ve bağlantı şekli.

tasavvuf

  • Kalbi dünyanın fâni işlerinden ayırıp Allah (C.C.) sevgisi ile bağlamak. Tarikat ehli olmak.

tasfid

  • Muhkem ve sağlam bağlamak.

tàtil

  • Cenab-ı Hakkın sıfatlarını inkâr etme, varlıkların Allah ile olan bağlarını kesme, yaratıcıyı kabul etmeme.

tavil-ün nicad

  • Kılıç bağı uzun.
  • Mc: Uzun boylu.

tavile

  • Birbiri ardına bağlanmış bir sıra hayvan. Hayvan katarı.
  • Tavla, ahır.
  • Çayıra salınan hayvanın ayağına bağladıkları tavla ipi.

tavla

  • Hayvan bağlanan ahır. (San'at Ansiklopedisinde "Tavla" maddesi: "Hayvanların tavlanması yani istirahat edip çalışacak kıvama gelmesi, kuvvet ve tâkat kazanması için beslendiği yer." şeklinde tarif edilmiştir.)

tavme

  • Tosbağanın dişisi.

tavtin

  • (Vatan. dan) Bir yerde yerleştirme. Yurtlandırma.
  • Birşeye bağlanıp onu neticelendirme. Makam tutunmak.
  • Gönlünü bağlamak.

taytava

  • Bağırtlak kuşuna benzeyen alaca bir kuş. (Yüzü beyaz, başı kara olur.)

tazmid

  • Merhemli bezi yaraya sarıp bağlama.

te'vil / te'vîl

  • Yorumlamak, açıklamak.
  • Ehl-i sünnet âlimlerinin, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemden ve Eshâb-ı kirâmdan bildirdikleri tefsirlere (açıklamalara) bağlı kalarak âyet-i kerîmeleri açıklamak veya bu şekilde yapılan açıklamalar ve îzâhlar.

te'zin

  • Ezan okutma.
  • Bağırıp ilân etme.

teakkud

  • Bağlanmak.

teakud

  • (Akd. den) Bağlaşma, akidleşme.

teassub

  • Haksız yere düşmanlık etmek, inadcılık etmek; kendi yanlış fikrine körü körüne bağlanıp başkalarının doğru fikrini kabûl etmeme.

teatuf

  • Birbirine şefkat, muhabbet ve sevgi göstermek.
  • Birbirine bağlanma.

teb'an

  • Bir şeye bağlı olarak; bir şeye bağlı olduğu şeyi dikkate alarak ikinci derecede bakmak.

tebaguz

  • (Çoğulu: Tebâguzât) (Buğz. dan) Sevişmeme, gizli kin tutup düşmanlık besleme.

tebean

  • Tabi olarak, uyarak, bağlı olarak.

teberru / teberrû / تبرع

  • Bağış, bir malın veya paranın karşılıksız olarak verilmesi.
  • Bağış.
  • Bağış. (Arapça)

teberru etme

  • Bağışta bulunma.

teberru etmek

  • Bağışlamak, karşılıksız olarak vermek.

teberru'

  • Bağış. Bir malın karşılıksız olarak verilmesi. Mecburiyet olmadığı hâlde birisine bir malı vermek. Hayırlı işlerde yardım ve ihsanda bulunmak.

teberruan / تبرعا

  • Teberru ederek, teberru suretiyle, bağışlayarak.
  • Bağışlayarak. (Arapça)

teberruat / teberruât / teberrûât / تبرعات

  • Bağışlar.
  • (Tekili: Teberru') Teberrular, bağışlar, bağışlamalar.
  • Bağışlar.
  • Bağışlar. (Arapça)

tecanüs

  • Bir cinsten olma.
  • Birbirine sıkı sıkı bağlılık, benzeyiş ve uygunluk.

tecdid-i biat / tecdid-i bîat / tecdîd-i bîat / تَجْد۪يدِ ب۪يعَتْ

  • Biatını, bağlılığını, itimadını tekrarlamak, yenilemek.
  • Bağlılık sözünü yenileme.
  • Bağlılığını yenileme.

tecmir

  • Buhur etmek.
  • Taş atmak.
  • Hapsetmek.
  • Aşağı sarkıtmamak.
  • Kadının saçını toplayıp bağlaması.

teellüfat / teellüfât

  • (Tekili: Teellüf) Hoş geçinmeler, alışmalar. Bağdaşmalar.

tefazzul

  • Üstünlük taslama, fazilet satma.
  • Bağışlama, iyilik.

tefellüt

  • Halâs olmak, kurtulmak.
  • Aniden bağından boşanmak.

tehattüm

  • Ömrün sonuna kadar bağlanma.

tehdir

  • Hastalıklı devenin bağırması.
  • Sözü boğaz içinden söylemek.

tehdiye

  • Hediye verme, bağışlama.

tekabkub

  • Bağırsaklarda gazların meydana getirdiği gurultu.

teleffüm

  • Yüzüne ve ağzına yaşmak bağlamak.

telepati

  • Birinin düşündüklerini veya uzakta geçen bir olayı hiçbir bağlantı olmadan algılama, uza duyum.

temas

  • İlişki ve bağ kurma.

temellül

  • (Millet. den) Bir milletin ferdi olma, milletlenme.
  • Bir dine bağlı olma.
  • (Melel ve Melâl. den) Hastalığın etkisiyle yatakta rahat yatamayıp, kımıldanıp durma.

tenad

  • Birbirine nidâ etmek, birbirine bağırışmak.

tenadüs

  • Birbirine lâkap koyup bağırışmak.

tenemmür

  • Birisini korkutmak için gürültü yapmak, gürültülü ses çıkarmak.
  • Uzun uzun bağırmak.
  • Kaplan huylu olmak. Kaplanlaşmak.

tenezzüh

  • Uzaklaşmak.
  • Gezinti. Bağ ve bahçe gibi yerlere gam ve kederi izale için çıkmak.
  • Kusur, pislik ve ayıptan uzak olmak.

teokrasi

  • (Theocratie) Din hükümlerine göre idare edilen ve dinî esaslara bağlı olan idare şekli. Allah namına papazlar idaresi. (Fransızca)

terabbu'

  • Bağdaş kurarak rahatça oturma.

teraküb

  • Birbirine bağlanıp kenetlenme.
  • Birbirinin üzerine binme.

terci'-i bend

  • Gazel şeklinde aynı vezinde yazılı manzumelerin "vâsıta" denilen bir beyti ile birbirine bağlanmış şekli. Vâsıta beyti tekerrür ederse terci-i bend; tebeddül ederse (değişirse) terkib-i bend olur. Bendlerin her birisine, terci-i bendlerde "terci'hâne"; terkib-i bendlerde "terkibhâne" denir. (Edb. L. (Farsça)

tercih bila müreccih / tercih bilâ müreccih

  • Tercih edici sebep olmaksızın tercih (seçim) yapılabilir. Yani, seçimi yapacak zat için mutlaka sebebin var olması gerekmez, hiçbir sebebe bağlı kalmadan da seçenekler arasından birini seçebilir.

tercih ehli / tercîh ehli

  • Hanefî mezhebinde, dînî hükümleri bildiren fıkıh âlimlerinin beşinci tabakasında bulunan ve ictihâd (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden dînî hüküm çıkarma) gücüne sâhib olmayan, sâdece bağlı oldukları mezhebin kavillerinden (sözlerinden) ve hüküml erinden sahîh ve evlâ (en iyi) olanı seçen mukall

terebbu'

  • Bağdaş kurup oturmak.
  • Dört bacaklı olmak.

terettüm

  • Bir şeyi unutturmamak için parmağa iplik bağlama.

terkib-i bend

  • Edb: Birkaç bendden meydana getirilmiş manzumenin hususan gazel şekli olup müteaddit manzumeler birer beytle birbirine bağlanmıştır.

tesbil

  • (Sebil. den) Bir şeyi Allah rızası için vakfetme, Allah yoluna bağlama.
  • Yolcu etme, yola çıkarma.
  • Yol gösterme.
  • Kesme.

teselsül / تَسَلْسُلْ

  • İddiâyla delilin birbirine bağlı olmasıyla ihtilâfın sürüp gitmesi.

teslim

  • Her şeyiyle Allah'a bağlanma.

teslim-i islami / teslim-i islâmî

  • İslâma teslim olma, bağlanma.

teslimiyet

  • Bağlılık, kendini Allah'ın iradesine bırakma.

tesmir

  • (Semer. den) İktisad ederek malın çoğalması.
  • Ağaçların çiçeklerini döküp yemiş bağlaması.

tesviye

  • Seviyelendirme. Düzleme. Beraber etme. İki şeyi müsavi etme.
  • Bir neticeye bağlama.

tevabi / tevâbi / tevâbî

  • Tabi olanlar, bağlı olanlar, uyanlar.
  • Bağlı olanlar, uyanlar.

tevabi'

  • (Tekili: Tabi') Maiyyet. Bir kimseye tâbi olanlar. İman ve İslâmiyet veya herhangi bir hususta birisine bağlı bulunanlar.
  • Uşaklar.
  • Bir merkeze bağlı olan yerler.
  • Gr: Evvelki kelimeye göre hareke alan kelimeler.

tevakkuf / تَوَقُّفْ

  • Bağlı olma.

tevakkuf etme

  • Bir şeye bağlı olmak.

tevbe etmek

  • Pişmanlık duyup bağışlanma dilemek.

tevbegah / tevbegâh

  • Tevbe etme ve bağışlanma yeri.

tevbekar / tevbekâr

  • Pişmanlık duyup bağışlanma dileyen.

tevehhuk

  • Boynuna kement bağlamak.

tevekkün

  • Musibet anında yüksek sesle bağırıp feryad etmek.

tevfik etme

  • Bağdaştırma.

tevhid / tevhîd

  • Allahü teâlânın bir olduğuna inanmak, O'na kimseyi ortak etmemek. Yâni Lâ ilâhe illallah (Allahü teâlâdan başka ibâdete lâyık bir ilâh yoktur. O'nun ortağı benzeri yoktur) sözünü, mânâsına inanarak söylemek.
  • Tasavvufta kalbi Allahü teâlâdan başka şeylere bağlılıktan kurtarmak.

tevkifi / tevkîfî

  • İslâmiyet'in bildirmesine bağlı olan ve değiştirilmesi câiz olmayan.

tezebbüd

  • Köpürme, köpüklenme. Kaymaklanma, kaymak bağlama.

tigbend / tîgbend

  • Kılıç kuşanan, kılıç bağlayan. (Farsça)

tıksar

  • Halka biçiminde taç.
  • Kaınların boyunlarına yaptıkları bağ.

tınab

  • (Çoğulu: Tunub) Kazığa bağlanan çadır ipi.

tiryaki

  • Tutkun, bağımlı.

tiryakilik

  • Bağımlılık.

tulk

  • Mutlak. Bağlı ve kayıtlı olmayan.

tür'a

  • (Çoğulu: Türa') Kapı. Derece.
  • Bağ ve bostan.
  • Kanal.
  • Suyun taştığı yer. Su arkının ağzı.

tura

  • (Aslı: Tuğra) t. Topuz gibi yapılmış mendil, kuşak gibi oyun âleti. Kös, davul, trampet gibi şeylere vurmaya mahsus ip veya çomak.
  • Kamçı, örme kırbaç.
  • Demet, bağ, paket.

ubudiyyet

  • Kulluk, kölelik, bağlılık, aşırı mensupluk.

uçbeyi

  • Hudutlardaki sancakbeyleri hakkında kullanılan bir tâbir idi. Orta çağlarda Türk Devletinin uçbeyleri yarı müstakil idiler. Bağlı bulundukları devletler zayıfladıkça istiklâl dereceleri artar, neticede müstakil devlet olarak ortaya çıkanlar olurdu. Akkoyunlular, Karakoyunlular ve nihayet Osmanlılar

ufuc

  • (Çoğulu: Afâc) Vurmak.
  • Göden bağırsağı denilen bağırsak.

uhuvvet

  • Kardeşlik, dostluk, bağlılık.

ukde

  • Düğüm, bağ.
  • Karışık ve müşkil iş. Zorluk, zor iş. Vâlilik ve halifelik için akdolunan biat.
  • Ağaçlık yer.
  • Pelteklik, kekemelik.
  • Arzu edip de ulaşamadığından dolayı içe dert olan şey.

ukle

  • Bağlamak.
  • Hile edip aldatmak.

ukud

  • (Tekili: Akid) Akidler. Şartlar, bağlar. İki tarafça kabul edilen şeyler.

ulcum

  • (Çoğulu: Alâcim) Erkek kurbağa.
  • Dağ keçisinin erkeği.
  • Deve kuşu.
  • Sağlam ve dayanıklı deve.
  • Çok su.
  • Gece karanlığı.

uluhiyet-i mutlaka / ulûhiyet-i mutlaka

  • Mutlak ilâhlık; hiçbir kayda ve şarta bağlı olmaksızın ilâh olma.

ulum-i akliyye / ulûm-i akliyye

  • Tecribî (deneye bağlı) ilimler. His organları ile duyularak, akıl ile incelenerek tecrübe ve hesab edilerek elde edilen ilimler.

ulum-u riyaziye / ulûm-u riyaziye

  • Matematikle bağlantılı ilimler.

ümid-i mutlak

  • Sınırsız ümid bağlama.

ümidbeste

  • Ümitlenmiş, ümit bağlamış. (Farsça)

ümmet / امت

  • Topluluk, cemâat. Bir peygambere inanan tâbi olan insanlar. Bir dîne bağlı topluluğun tamâmı.
  • Ümmet, bir peygambere bağlı olanlar. (Arapça)

üveysi / üveysî / اُوَيْس۪ي

  • (Üveysî tarzı) Veysel Karanî Hazretleri gibi sevdiği ve kendisine bağlı olduğu zatı görmeden ve gaybî olarak olan muhabbet ve bağlılık; ve bu muhabbetle bağlı olduğu zattan manevî feyz almak tarzı.
  • Veysel Karânî Hazretleri gibi sevdiği ve kendisine bağlı olduğu zâtı görmeden, gıyaben bağlanma, ders alma.
  • Hz. Veysel Karanî gibi bağlandığı zatı hiç görmediği halde ondan vasıtasız ders ve feyiz alma tarzı.

vabeste / vâbeste / وابسته

  • Bağlı, mütevakkıf, olması bir şeye bağlı olan. (Farsça)
  • Bağlı.
  • Bağlı.
  • Bağlı. (Farsça)

vabestegan / vâbestegân / وابستگان

  • Bağlılar. (Farsça)

vahdet-i vücud

  • Varlıkların tek asıldan çıkma inanışı.. Tasavvufî bir görüş. Varoluşun tek kaynağa bağlılığı.

vahib / vâhib

  • Bağış yapan, veren.
  • (Vâhibe) Bağışlayan, veren, ihsan eden, hibe eden.

vahib-i hayat / vâhib-i hayat

  • Hayat bağışlayan Allah.

vahib-ül ataya / vâhib-ül atâyâ

  • Hediyeler bağışlayan. Bağışlar ihsan eden. (Cenab-ı Hak (C.C.)

vahib-ül hayat / vâhib-ül hayat

  • Hayatı bağışlayan, hayat veren Allah (C.C.).

vakf

  • Mükellef (akıllı, müslüman ve ergenlik çağına erişmiş)kimsenin kendi mülkü olan mütekavvim (belli, kıymetli ve dayanıklı) malının menfaatini (faydasını) hiçbir şarta bağlamadan, müslüman veya zımmî (gayr-i müslim vatandaş), bütün veya belli fakirle re bırakması. Vakfın çoğulu evkâftır. Vakfe
  • Alıkoyma, bağış.

vakfetmek

  • Fık: Bir malı veya bir şeyi bir işe bağlayıp o yolda devamlı kılmak.
  • Bir şeyi karşılıksız olarak Allah yoluna vermek.

vakıa-i kalbiye-i hayaliye

  • Kalb ile bağlantılı hayalî vak'a, olay.

vakıf / vâkıf

  • Mülkü olan belli ve kıymetli malının menfaatini bir şarta bağlamadan müslüman veya zımmî (gayr-i müslim vatandaş) bütün veya belli fakîrlere Allah rızâsı için terkeden kimse.
  • Bir işten haberi olan.
  • Arafât'ta vakfeye duran.

vakvaka

  • Kurbağa, tavuk, kuş sesi veya köpek havlaması.

vasıta-i irtibat

  • İrtibat, bağlanma aracı, vesilesi.

vasiyyet

  • Bir kimsenin vefâtından sonra yapılmasını istediği şey veya sonraya bağlı olmak üzere bir malı veya menfeatini (faydayı) bir şahsa veya bir hayır işine teberrû' (bağış) yoluyla temlik etmek (sâhib ve mâlik kılmak). Vasiyet edene mûsî, vasiyet edilen şeye mûsâbih, kendisine vasiyet yapılan şahsa mûsâ

vasl / وصل

  • Âşığın sevdiğine kavuşması. Kavuşmak.
  • Birleştirmek, ulaştırmak.
  • Gr: Ulama, ekleme.
  • Edb: Sözü teşkil eden cümlelerin atıf ve rabt suretiyle birbirine bağlı olarak yazılması usulü ki, buna Sebk-i Mevsul da ta'bir edilir.
  • Bir kelimenin sonundaki harfi, bir sonrak
  • Ulaşma. (Arapça)
  • Kavuşma, vuslat. (Arapça)
  • Bağlama, ulama. (Arapça)

vav-ı atıf

  • Atıf vavı, kelimeyi veya cümleyi birbirine bağlayan Arapçadaki vav harfi.
  • Gr: Atıf vavı, kelimeyi veya cümleyi birbirine bağlayan vav harfi.

vav-ı haliye / vav-ı hâliye

  • Haller cümle olabilir. Eğer isim cümlesi olursa, başında bir "vav" bulunur. Ona Vav-ı hâliye denir. Bu vav, hâl'i zi-l-hâle bağlar. (Reeytuhu ve biyedihi kitâbün: Elinde bir kitap olduğu halde onu gördüm) cümlesindeki gibi.

vazifeşinas

  • Vazifesini, işini dikkatli yapan, işine bağlı kimse.

ve

  • Gr: "Dahi, de, hem, ile, berâber" mânâlarına bağlama edâtı.

vech-i irtibat

  • Bağlantı yönü.

veçh-i irtibat

  • Bağlantı, ilişki yönü.

vech-i nisbet

  • Bağ yönü, ilgi yönü.

vefl

  • Derinin dibagatla giden fazlalıkları.

vehb / وهب

  • Hibe. Bağış. Vergi.
  • Bağış, vergi. (Arapça)

vehhab / vehhâb / وهاب / وَهَّابْ

  • Çok fazla ihsan eden. Çok bağışlayan.
  • Çok fazla bağışlayan, ihsan eden, Allah'ın isimlerinden biri.
  • Çok ihsan eden, bağışlayan, Allah.
  • Çokça ve sürekli olarak ihsan eden ve bağışlayan Allah.
  • Çok bağışlayıcı Tanrı. (Arapça)
  • Çok hibe eden, fazlaca bağışlayan (Allah).

vehhab-ı rezzak / vehhâb-ı rezzâk

  • Çok bağışta bulunan ve bütün yaratılmışların rızkını veren; Allah.

vehhabi / vehhabî

  • Muhammed İbn-i Abdulvehhab nâmında birisinin sebeb olduğu İslâmî bazı mes'elelerde ifrat gösteren ve dört hak mezheb hâricinde bir mezhepten olan. Fıkıhta Hanbelî, itikadda İbn-i Teymiye'ye bağlıdırlar. Tarikatlarına Muhammediye ismi verirler.

vehhabiyet / vehhâbiyet / vehhâbîyet

  • Bağışlayıcılık.
  • Allahın bol bol ihsan etmesi ve bağışlaması.

vekad

  • Sığır bağladıkları ip.

velvele

  • Gürültü, patırtı. Birbirine karışık bağrışmalar. Şamata.

velvele-i gına / velvele-i gınâ

  • Şarkı bağırtısı.

velvele-i hayret

  • Hayret ve şaşkınlık bağırtısı, sesi.

velvele-i istiğrab

  • Garip karşılayarak bağırma, hayret feryadı.

vesak

  • Bağ. Rabıta. Yeminleşerek anlaşmak.
  • Sözleşme yeri.

vesile-i şefaat

  • Bağışlanma sebebi.

vika' / vikâ'

  • (Çoğulu: Evkiye) Kırba ve tulum ağzını bağladıkları nesne.

vişah

  • (Vüşâh) Eskiden kadınların mücevherlerle süsleyip boynundan ve koltukları altından bağladıkları enlice bez veya meşin parçası.

visak

  • Kuvvetli, kalın bağ.
  • Yeminle söz vermeler. Muahedeler.
  • Peyman.

vücud-u ebter

  • Kesik, sona ermiş varlık; kendisiyle Rabbi arasındaki bağı kesen varlık.

vücud-u münevver

  • Nurlanmış varlık; kendisiyle Rabbi arasında bağ kuran varlık.

vücud-u vücubi / vücud-u vücubî

  • Varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir şeye ve sebebe ihtiyacı olmayan ve diğer varlıkların var olması Kendisine bağlı olan, yokluğu düşünülemeyen varlık, Allah.

vühub

  • Çok fazla bağışta bulunan, çok bağışlayan.

vuslat

  • Erişmek, kavuşmak, gönlün devâmlı olarak ve kıl kadar istikâmet değiştirmeyerek Allahü teâlâya bağlı kalması.

vusuk

  • (Tekili: Visâk ve Vesâk) Bağlar, râbıtalar.
  • Sözleşme yerleri.
  • Andlaşmalar.

vüsuk

  • Bağlar, râbıtalar.
  • Anlaşma ve sözleşmeler.

yahbeste

  • Buz tutmuş, donmuş, buz bağlamış.

yemin

  • Sözü Allah'ı (C.C.) zikrederek kuvvetlendirmek. Kasem.
  • El tutuşarak, Allah'a bağlılıklarını bildirerek, Allah'a ve birbirlerine söz vererek ahitleşmek.
  • Mübarek.
  • Sağ taraf, sağ el.

yez

  • Bağ, bahçe, tarla vs. gibi arazilerin etrafına çekilen dikenli çalı. Çit. (Farsça)

za'k

  • Çağırmak, bağırmak.

zaaf-ı ittisal

  • Bir hadis veya haberi Peygamber Efendimizden (a.s.m.) aktaranların isim listesi demek olan seneddeki bağlantı zayıflığı.

zaan

  • Deve üstüne mahfe bağladıkları ip.

zabıta / zâbıta

  • Yurt içinde emniyet ve intizamı korumakla vazifeli devlet kuvveti, polis.
  • Fık: Bütün hususlara şâmil olmayıp yalnız bir hususa ve onun teferruatına şamil olan hususi kaideye denir. Kanun ve âdet, zabt ve idareye vesile olan bağ.

zabt

  • Zabt etmek. İdâresi altına almak.
  • Sıkıca tutmak. Kendine mal etmek.
  • Kavramak.
  • Kaydetmek. Hülâsasını yazmak.
  • Bağlamak.
  • Alma, tutma, bağlama.

zabturabt

  • Tutma ve bağlama, disiplin.

zahiri ulema / zâhirî ulema

  • Âyet ve hadislerin maksatlarına ulaşamayan ve sadece dış mânâlarına bağlı kalan âlimler.

zakv

  • Çağırıp bağırmak.

zat-ı baki-i hayy-ı kayyum / zât-ı bâki-i hayy-ı kayyûm

  • Varlığının sonu olmayan, hayatı ezelî ve ebedî olan ve bütün varlıkların ayakta durmaları, devam ve bekàları Kendine bağlı olan Zât; Allah.

zat-ı zülcelal ve'l-ikram / zât-ı zülcelâl ve'l-ikram

  • Sonsuz yücelik, haşmet sahibi olan, çok ihsan ve bağışta bulunan Allah.

zebl

  • İnce belli olmak.
  • Çiçeğin solması.
  • Deniz kaplumbağasının sırt kemiği.

zecre

  • Çağırmak, bağırmak, sayha.
  • Men'etmek, engel olmak.

zehadet

  • Dünyadan, yâni nefsanî, fani ve fena şeylerden çekinmek. Zâhidlik. Sıkı sıkıya dine bağlılık.

zeka / zekâ

  • Sebeb ile netîce arasındaki bağlılıkları bulmak, benzeyiş ve ayrılışları anlamak, yeni îcab ve vaziyetlere zihnin en iyi şekilde uyması.

zemare

  • Savt, ses, sayha, bağırış, çığlık.

zencir-bend

  • Zincire vurulmuş, zincirle bağlı mânasına gelir. Eskiden azılı katiller ve deliler, zincirle bağlandıkları için bu tâbir meydana gelmiştir. (Farsça)
  • Edb: Her mısranın son kelimesi, bir sonra gelen mısraın ilk kelimesini teşkil etmek şekliyle meydana getirilen manzumelere verilen addır. Divan (Farsça)

zerr

  • Düğmeyi iliklemek.
  • Birbirine pekitip bağlamak.

zevra'

  • Bağdat.
  • Dicle nehri.
  • Eğri ve eğilmiş nesne. Yay.
  • Derin kuyu.
  • Uzak yer.

zıar

  • Devenin ağzını bağlamak.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın