REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te bula ifadesini içeren 287 kelime bulundu...

abd-i gubar

  • Günahkâr kul; toz ve çamura bulanmış gibi günahlarla kirlenmiş kul anlamında bir ifade.

adva

  • Hastalık başkasına bulaşmak.

agaşte

  • Bulaşmış. (Farsça)

ageste

  • Islanmış, ıslak. (Farsça)
  • Bulaşmış. (Farsça)

ağişte / âğişte / آغشته

  • Bulaşmış, bulanık. (Farsça)

ahir / âhir

  • Biten. Hitam bulan. Sonra gelen. Son. Sonraki.

ahlakıyyun / ahlâkıyyun

  • Ahlâk ilmi ile uğraşan âlimler; bunlar iki kısımdır. Bir kısmı ahlâk-ı hasene olan İslam ahlâkını telkin eder, diğer kısmı ise, dine tâbi olmayan ve hakiki ahlâkı bulamamış olanlardır.

akademi

  • yun. Yüksek mekteb.
  • Âlimler, edebiyatçılar heyeti.
  • Eflatun'un vaktiyle talebesine ders verdiği yer.
  • Çıplak modelden yapılan insan resmi.
  • Belli bir ilmin gelişme ve ilerlemesini te'min maksadı ile müşterek tetebbularda veya serbest tedrisatta bulunan salâhiyetl

akılcılık

  • (Rasyonalizm) fels. İnsanın, akılla gerçeğe uygun bilgiyi bulabileceğini, aklın doğru kabul ettiği bilginin şübhe götürmez kesinlikte doğru olduğunu kabul ettiği felsefe. Tenkitçi felsefe, deneyci felsefe, psikoloji ve sosyoloji bu felsefenin aşırı iddialarını çürütmüştür. Bugünkü ilim adamları herş

akliyyun

  • (Rasyonalistler) Herşeyin hakikatını akıl ile bulma iddiasında olan, hadiseleri yalnız akıl ile araştırıp hakikat ve hikmetlerini tam bulamayıp, aklına güvenip dine tâbi olmayan filozoflar ve onların yolunda kalarak dalâlete gidenler. Bunlar iki kola ayrılır. Uluhiyeti ve vahyi inkâr eden birinci kı

alayiş / âlâyiş / آلایش

  • Bulaşıklık, bulaşma. (Farsça)
  • Debdebe, tantana, gösteriş. (Farsça)
  • Bulaşma. (Farsça)
  • Gösteriş. (Farsça)

alud / âlûd / آلود

  • (Alude) Karışmış, karışık, mülevves. Bulaşmış. (Farsça)
  • Bulaşık, karışık.
  • Bulanmış, bulaşmış. (Farsça)

alude / âlûde / آلوده

  • Bulaşmış, karışmış.
  • Bulanmış, bulaşmış. (Farsça)

alude-daman / alude-dâmân

  • Eteği bulaşık, iffetsiz kadın. (Farsça)

alude-gan / alude-gân

  • (Tekili: Alude) Suçlular, kabahatliler. Bulaşıklar, bulaşmışlar. (Farsça)

alude-gi / alude-gî

  • Dalmış, garkolmuş. Bulaşıklık. (Farsça)

aludegi / âlûdegî / آلودگى

  • Bulaşma, bulaşıklık. (Farsça)

ardhale

  • Bulamaç adı verilen yemek. (Farsça)

ardtule / ardtûle

  • Bulamaç denilen yemek. (Farsça)

arız / ârız / عارض

  • Gelip çatan, bulaşan, yapışan.
  • Bulaşan.

arız olma / ârız olma

  • İlişme, bulaşma; birşeyin aslından olmayıp o şeye dışarıdan gelip ilişme; sonradan ortaya çıkıp bulaşma, ilişme ortaya çıkma.

aside

  • Bulamaç adı verilen yemek.

atk

  • Bulaşmak.
  • Kurumak.

ba'seret

  • Dikkatle teftiş etme.
  • Keşif ve istihrac etme.
  • Perâkende edip dağıtma.
  • İnkılâb. Karıştırma. Bulandırma.
  • Meydana çıkma.
  • Kirli leke.

badir

  • Hemen yapmak isteyen.
  • Birdenbire vuku bulan.
  • Dolunay.
  • Büyümüş (çocuk).
  • Olgun (meyva).

baliğ / bâliğ

  • Erişmiş, vâsıl olmuş, son mertebeyi bulan.
  • Yekûn.

bedg

  • Bulaşmak.

beraet / berâet

  • Temize çıkma. Temizlik, münezzehiyet. Bulaşık ve giriftâr olmama. Âri olma.
  • Huk: Bir davânın neticesinde suçsuz olduğu anlaşılma.

berrak

  • Nurlu, pek parlak.
  • Bulanık olmayan, duru, açık, saf.

besise

  • Bir çeşit yemek.
  • Yağ ve undan yapılan bir çeşit bulamaç.
  • Ayrılık, nifak, iftira, ihtilaf.

beyan

  • İzah. Açıklama. Anlatma. Açık söyleme.
  • Öğretme.
  • Fesahat ve belâgat.
  • Edb: Belâgat ilminin hakikat, mecaz, kinâye, teşbih, istiâre gibi bahislerini öğreten kısmı.
  • Söz olsun, iş olsun; vukû' bulan şeyden murad ne olduğunu o şey ile alâkası ve münâsebeti bulunan b

cankurtaran

  • t. Ölüm tehlikesinde olanları kurtarmak için kullanılan vasıta.
  • Hasta ve yaralıları hastahaneye taşıyan otomobil. Ambulans.

çare-saz / çâre-sâz

  • Çâre bulan. (Farsça)

çaresaz / çâresâz / چاره ساز

  • Çare bulan. (Farsça)
  • Çâresâz olmak: Çare bulmak. (Farsça)

cebr-i mafat / cebr-i mâfat

  • Kaybedilen bir şeyin yerine başka bir şey bularak, onunla avunma.

cemel vak'ası

  • Müslümanlar arasında vuku bulan elem verici ilk muharebedir. Peygamber Efendimizin (A.S.M.) Zevcesi Hz. Aişe (R.A.) ile Aşere-i Mübeşşereden Talha ve Zübeyr'in (R.A.) Hz. Ali'ye (R.A.) karşı kıyamlarından doğmuştur. Bu harpte Hz. Aişe ile Talha ve Zübeyr'in maiyetinde otuzbin; ve Hz. Ali'nin refakat

çepel

  • Kirli, bulaşık, karışık, çamurlu.

cerbeze-alud / cerbeze-âlûd

  • Cerbezeye bulaşmış, kapılmış.

cinayet-i sariye / cinayet-i sâriye

  • Bulaşıcı, salgın cinayet.

cumhur-u muhakkıkin / cumhûr-u muhakkıkîn

  • Hakikati araştırıp bulan kişilerden oluşan seçkin topluluk.

cüzam

  • (Cüzzam) Hansel basilinin (mikrobunun) sebep olduğu bulaşıcı bir deri hastalığı.

dahn

  • Fesâd.
  • Bulanıklık.

dalalet-alud / dalâlet-âlûd

  • Hak yoldan sapmış, sapkınlık bulaşmış.

dehş

  • Bulanıklık, karanlık. Zulümat. (Farsça)
  • Bir işe başlama. (Farsça)

dest-alay

  • Bulaşık el, bulaşmış el. (Farsça)

deva-saz

  • Çâre bulan, ilâç tertip eden. (Farsça)

düsme

  • Toz bulaşmış olan nesne.
  • Adi, alçak kimse.

eblak

  • Rengârenk.
  • Alaca bulaca.
  • Alacalı at.

edken

  • Bulanık,
  • Rengi siyaha yakın olan.

eflah

  • Çok felah bulan, kurtulan, selâmete çıkan. Taleb ettiği şeye, arzusuna vasıl olan.

ehlihakikat / ehlihakîkat

  • Hakikatı bulan kimseler.

ekder

  • Bulanık.
  • Bozrenkli.

el-hannas / el-hannâs

  • Fırsatını bulamayınca gizlenen, bulunca vesvese vermek için gelen sinsi şeytan.

emraz-ı sariye / emraz-ı sâriye

  • Geçici, bulaşıcı, sâri hastalıklar.

enlem

  • (Arz dairesi) t. Yer yüzünde herhangi bir noktanın ekvatora olan uzaklığının açı cinsinden değeri. Dünyanın büyüklüğü X. yy. başlarında Sincar sahrasında ve Kûfe civarında bir meridyenin uzunluğunu ölçmek suretiyle bulan Musa Oğulları nâmıyla tanınan Muhammed, Ahmed ve Hasan isimlerindeki üç kardeş

ethal

  • Kâbe-i Şerif yakınında bir dağın adı.
  • Bulanık su veya şerbet.

faiz

  • (Fevz. den) Dilediğine eren. Başaran. Korktuğundan kurtulan. Üstün gelen. Necat bulan.
  • Kapının üstündeki eşik.

falih

  • İsteğine kavuşan. Kurtulan. Felâh bulan.
  • Toprak süren. Çiftçi.

fasık-ı mahrum / fâsık-ı mahrum

  • Günah işlemeye hazır olduğu halde buna fırsat bulamayan.
  • Günah işlemeye hazır olduğu halde fırsat bulamayan.

felah-yab

  • Kurtulan, kurtuluşa eren, felah bulan. (Farsça)

fena-i etemm / fenâ-i etemm

  • Tam fenâ. Evliyâlık makamlarının sonu, velînin ben diyecek yer bulamamasıdır.

fenapezir / fenapezîr

  • Fena bulan, yok olan. Fenayâb da aynı mânada kullanılır. (Farsça)

ferid

  • Kutup gibi mürşidlerin gözetimi dışında doğrudan Kur'ân ve sünnetle gayba eren ve hakikati bulan kimse.

fetret

  • İki peygamber arasındaki bulanık zaman.

fetva emini

  • Şeyhülislâm kapısındaki Fetvahane'nin başında bulunan zata verilen ünvandır. Şeyhülislâma sorulan şer'i meselelerin fetvalarını hazırlamak, istida ile vukubulan suallere cevap vermek ve şer'iyye mahkemelerinden verilen ilâmları tetkik etmek vazifeleriyle mükellefti. Maiyyetinde Fetvaemini muavini, İ

feyz-yab

  • Bollaşan, feyiz bulan. Feyze nâil olan. (Farsça)

fi'l-i şeni'

  • Irza vuku bulan tasallut hakkında kullanılan bir tabirdir. Bununla birlikte, mutlaka cima' manâsına değildir.

firkateyn

  • Buharın icadından evvel kullanılan harp gemilerindendir. Bu gemiler, güvertelerinin altında bir batarya topu hâvi olup hızlı giderlerdi. Bu gemilerin üç direkleri vardı ve içlerinde mürettebatının binbeşyüzü bulanları da vardı.

fursat-yab / fursat-yâb

  • Eline fırsat geçen, fırsat bulan. (Farsça)

gabes

  • Karanlık gece.
  • Biraz bulanık renkte olan beyazlık.

gaseyan

  • Mide bulantısı. Kusmak.

gerd-alude / gerd-âlûde

  • Toza toprağa bulaşmış, tozlu topraklı. (Farsça)
  • Mc: Maddiyatı olan kimse, paralı, zengin. (Farsça)

gird-alud

  • Toz toprak içinde kalmış, toza bulanmış. (Farsça)

gubar-alud / gubar-âlud

  • Tozlanmış, toza bulanmış. tozlu. (Farsça)

hadis-i meşhur / hadîs-i meşhûr

  • İlk zamanda bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan, yâni bir kimsenin Resûl-i ekremden, o kimseden de, çok kimselerin ve bunlardan dahî, başka kimselerin işittiği hadîs-i şerîfler.

halavetyab

  • Zevk bulan, halâvet bulan. (Farsça)

halelpezir / halelpezîr

  • Bozulan, Halel bulan. Eksik. Fesad kabul eden. Bozuk. (Farsça)

hallal / hallâl

  • Halleden, çare bulan, çözen.

harika / harîka

  • Acı, sızı.
  • Bulâmaç. Yulaf lâpası.

haririye

  • Un ve süt ile yapılan bulamaç.

hasa'

  • Bulamaç aşı.
  • Kavun.

hatreme

  • Sütlü bulamaç.

hayber

  • Arap Yarımadasında Hicaz bölgesinin doğu sınırında ve Medine-i Münevvere'nin 170 km. kuzeyinde bir kasabadır. Evleri, yüksek bir kayanın üzerinde kurulmuş olan bir kalenin etrafında bulunur. Hicretin yedinci senesinde vuku bulan Hayber Gazası ile meşhur olmuştur. Aynı sene içinde Hz. Resulullah Efen

hayim

  • Suyu, tahmin ettiği yerlerde arayıp bulamamak.
  • Susuz, atşân.

hazaze

  • Tıb: Bulaşıcı, müzmin bir cilt hastalığı olup sonradan bağırsaklara geçerse öldürücü olur.

hazzal

  • Ehline ve ailesine sarfedecek birşey bulamayan fakir.

hırt

  • Erkek keklik.
  • Hastalıktan dolayı, kesilmiş gibi parça parça olan bulaşık süt.

hoşafın yağı kesilmek

  • Ist: Bozulmak, bir cevap bulamamak, mahcup olmak.

hun-alud

  • Kana bulanmış. (Farsça)

hunalud / hûnâlûd / خون آلود

  • Kanlı, kana bulanmış. (Farsça)

hunin / hunîn

  • Kana bulanmış, kanlı. (Farsça)

hurdegir / hurdegîr / خرده گير

  • Kusur bulan. (Farsça)

hüsran / hüsrân

  • Zarar, umduğunu bulamama acısı.

huz ma safa, da' ma keder / huz mâ safâ, da' mâ keder

  • "Güzel ve duru olanı al, çirkin ve bulanık olanı bırak".

ifakat-yaft

  • Sıhhat bulan, iyileşen, hastalıktan kalkan. (Farsça)

ihrak

  • Ateşe atmak. Yakmak. Yandırmak.
  • Bulamaç yapmak.

ihtilas-i vakt

  • İşlerin arasında vakit bulabilme.

ikdirar

  • Bulanma, bulanık olma.

ikdirar-ı ma' / ikdirar-ı mâ'

  • Suyun bulanması.

ikrah-ı gayr-i mülci / ikrah-ı gayr-i mülcî

  • Huk: Eskiden döğme ve hapis gibi yalnız keder ve elemi icab ettiren şeylerle vuku bulan ikrah.

ilel-i sariye / ilel-i sâriye

  • Tıb: Bulaşıcı hastalıklar. Sâri illetler.

inticas

  • Bulaşma, murdar olma.

intiha-pezir

  • Sona eren, nihâyet bulan. (Farsça)

intikal

  • Bir yerden bir yere nakletmek. Tebdil-i mekân etmek.
  • Göçmek, geçmek.
  • Sirâyet. Bulaşmak.
  • Bir şeyin miras olarak kalması.
  • Bir mes'eleden diğer bir hususu veya neticeyi anlamak.

ishab

  • Çok söylemek.
  • Türlü şeylerden renk değiştirmek.
  • Bir şeye fazla tama' etmek.
  • Kuyu kazıp suyu bulamamak.
  • Zehirlenme veya hastalıktan dolayı renk değişmesi.
  • Kuzu, anasını emmek.
  • Duvarı başı boş salıvermek.

istihsan edici

  • Beğenen, güzel bulan.

istihsancı

  • Güzel bulan, beğenen.

istika'

  • Olacak veya vuku bulacak diye endişelenme.

istincas

  • Bulaşma veya bulaştırma.

istisvaben

  • Beğenerek, doğru bularak, mâkul görerek.

ıtk-ı muallak

  • Bir şarta talik suretiyle vuku bulan ıtkdır. Bir kimsenin kölesine "şu işi yaparsan hürsün" demesi gibi ki, köle o işi yapınca azad olur.

ıtk-ı müneccez

  • Bir şarta muallak veya bir zamana muzaf olmaksızın derhal vuku bulan ıtkdır. Bir kimsenin memluküne hitaben "seni azad ettim." demesi gibi ki, onunla köle derhal hürriyetine kavuşur.

izar / izâr

  • Kefenin baştan ayağa kadar olan ve genişliği bir metreyi bulan parçası.

kabakulak

  • Tıb: Daha ziyade tükrük bezlerini şişiren bulaşıcı ve ateşli bir hastalık.

karantina

  • İtl. Bulaşıcı bir hastalığın yaygın olduğu bir ülkeden gelen kişileri, gemileri veya malları geçici olarak tecrit etme şeklinde alınan tedbir.
  • Hastahanede yatması gereken hastaların kayıt ve kabul işlerinin yapıldığı yer.
  • Bir bulaşıcı hastalığın yayılmasını önlemek üzere hast

kararyab

  • Karar bulan. (Farsça)
  • Bir yerde oturup dinlenen. (Farsça)

kaşif / kâşif

  • Keşfeden, bulan, meydana çıkaran.

kazaz

  • Ufak taş.
  • Döşek üstünde olan toprak.
  • Toz toprak bulaşmaz nesne.

keddere

  • Bulandırdı (meâlinde fiil).

keden

  • Toprak suyu çekip, yerinde bulanıklık kalmak.

keder / كدر

  • Tasa, kaygı, can sıkıntısı. Bulantı. Gam.
  • Üzüntü. (Arapça)
  • Bulanıklık. (Arapça)

keduret

  • Bulanıklık.
  • Gam, tasa, keder.

kesafet

  • Bulanıklık. Kir. Açık veya berrak olmamak.
  • Kalınlık, yoğunluk, kesiflik, koyuluk. Şeffaf olmamak.

kesir-ül vuku'

  • Sık sık olan, çok vuku bulan.

kesirü'l-vuku / kesîrü'l-vuku

  • Çok ve sık vuku bulan.

keşşaf

  • Keşfeden, açan, bulan.

küduret / küdûret / كدورت

  • (Keder. den) Bulanıklık.
  • Koyuluk, kesiflik.
  • Kaygı. Tasa. Kederlilik.
  • Bulanıklık.
  • Bulanıklık. (Arapça)
  • Tasa. (Arapça)

küduretli / küdûretli

  • Bulanık, yoğun.
  • Bulanık.

lagm

  • İnanmayacak söz söylemek.
  • Bulaşmak.

lath

  • Her şeyin azı.
  • Bulaşmak ve karışmak.
  • Birine iftira atmak.

lebbeyk

  • Hac, umre veya her ikisini yapmak üzere niyyet ederken yâni ihrâma girerken başlayıp, Mina'da Cemre-i akabede (büyük cemrede) şeytan taşlanırken atılan ilk taşla söylemesi son bulan mübârek sözler: Lebbeyk Allahümme lebbeyk, lebbeyk lâ şerîke leke lebbeyk innelhamde venni'mete leke vel-mülke

lehide / lehîde

  • Koyu olan bulamaç.

levs

  • Pislik, murdarlık. Kir.
  • Zor. Kuvvet.
  • Tam olmayan, zayıf beyyine.
  • Bir şeyi ağızda öte beri gevelemek.
  • Deprenmek.
  • Bulaştırmak ve karıştırmak. Bulaşıklık.
  • Cerâhet, yara.

lezzet-yab / lezzet-yâb

  • Lezzet bulan, tad bulan, lezzetlenen. (Farsça)

ma-i mükedder / mâ-i mükedder

  • Bulanık su.

macin / mâcin

  • Sapık îtikâdını başkasına bulaştırmak çabasında olan.

mahsul

  • Husul bulan. Hâsıl olan.
  • Elde edilen şeyler.
  • Toprak ve hayvanlardan elde edilen şey.

maraz-ı sari / maraz-ı sârî

  • Tıb: Bulaşıcı hastalık.

matemalud / mâtemâlûd

  • Matemli, hüzne bulanmış, üzüntüye boğulmuş.

matita / matîta

  • (Çoğulu: Metâyıt) Havuz dibinde kalan balçıklı bulanık su.

mence

  • (Mencâ) Kurtulacak yer. Necat bulacak yer.
  • Necat bulma. Kurtulma.

merhemsay / merhemsây

  • Merhem süren. Çare ve deva bulan. (Farsça)

merhemsaz / merhemsâz

  • Çare bulan. Merhemci, ilâç yapan. (Farsça)

meşhur hadis / meşhûr hadîs

  • İslâm'ın ilk asrında bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan, yâni bir kimsenin Resûl-i ekremden, o kimseden de, çok kimselerin ve bunlardan dahî, başka kimselerin işittiği hadîs-i şerîfler.

meyd

  • Deprenmek. Sallanmak.
  • Ziyaret etmek.
  • Hareket etmek.
  • Kırağı çalmak.
  • Meyletmek.
  • Neşv ü nemâ bulmak.
  • Başı dönüp midesi bulanmak.

mirtal

  • Bulaşmak.

mu'di / mu'dî

  • Sirâyet edici, bulaşıcı, sâri.

mübdi / مبدع

  • Yenilik getiren, yeni bir şey bulan. (Arapça)

mucid

  • Yeni bir şey icad eden, meydana getiren, bulan.
  • Yaratan. Yoktan var eden.

müfik / müfîk

  • İyileşen, ifâkat bulan hasta.

müflih

  • İflâh olan, selâmet bulan. Kurtulan. Felâha eren.

müflihane

  • Selâmete çıkarak. Felâh bularak. (Farsça)

müfteris

  • Fırsat bilen. Fırsat bulan.

mugre

  • Bulanıklık.

muhakkik

  • Hakikatı araştırıp bulan. İç yüzüne inceliyerek vakıf olan.
  • Hakikat âlimi. Hakikatlara hakkı ile vakıf ve ehl-i tahkik olan büyük İslâm âlimi.

muhakkikin / muhakkikîn

  • Hakikatı bulup meydana çıkaranlar.
  • İç yüzünü araştırıp bulan büyük İslâm âlimleri ve velileri. Hakikat araştıran, hak âlimleri.

muhtac / muhtâc

  • İhtiyacı olan. Akşam evinde yiyeceğini bulamayacak derecede fakir olan. Bir şey kendine lâzım olan kimse. Bir eksiğini tamamlamak isteyen. Fakir.
  • İhtiyâc sâhibi. Akşam evinde yiyecek bulamayacak derecede fakîr kimse.

muhteri'

  • Misli görülmedik bir şey icâd eden. İcâd eden. Yeni bir şey bulan. Yeni bir şey meydana getiren.
  • Uydurma şeyler ortaya atan. Müfteri.

mükedder

  • Kederli. Sıkıntılı.
  • Tekdir edilmiş. Azarlanmış.
  • Bulandırılmış. Bulanık.

mükeddir

  • (Keder. den) Keder ve hüzün veren.
  • Bulandıran.

müktefi / müktefî

  • (Kifâyet. den) İktifâ eden, kanaat edici olan. Kâfi ve yeter bulan.

mülabeset / mülâbeset

  • Karışma, bulaşma.

mülemma'

  • (Lem'. den) Parlak. Revnekdar.
  • Bulaşmış, sıvanmış.
  • Karışık dilde söylenmiş manzume.
  • Renk renk olan.

mülevves

  • Kirli, pis, bulaşık.
  • Kirli. Pis. Bulaşık. Bulaştırılmış.
  • Alıkoyulup sonraya bırakılmış veya durdurulmuş olan.
  • Tazelenmek için suda ıslatılmış şey.
  • Karışık, intizamsız.

münkatı'

  • (Kat'. dan) İnkıta eden, kesilmiş, kesilen. Aralıklı ve son bulan.
  • Arada bağ kalmıyan, ayrılmış.
  • Herkesten ayrılıp bir kişiye bağlı kalan.

münkati'

  • Kesilen, kesik arkası gelmeyen, son bulan, süreksiz.

müşk-alud / müşk-âlud

  • Miske bulanmış. (Farsça)

müstahsin

  • Beğenen, iyi gören, iyi bulan.
  • Beğenen, güzel bulan.

müstahsinane

  • Beğenerek, güzel bularak.

müstakarr

  • (Karar. dan) Karar bulan, bir yerde sabit ve sakin olan. Kararlı.
  • Karargâh. Durulan yer.

müsterih

  • (Rahat. dan) İstirahat eden, rahat bulan.

mutatarrik

  • Yol bulan, geçen.

mute harbi

  • Mute, Şam'a bağlı, Kudüs'e iki konak mesafede bir yerdi. Mute harbi müslümanlarla Rumlar arasında vuku bulan muharebelerin başlangıcıdır. Sebebi de Peygamber'in elçisinin öldürülmesidir. Resul-ü Ekrem Busrâ emiri Şürahbil bin Amr'e, ashâbından Hâris bin Umeyr ile bir mektub göndererek İslâma dâvet e

mütecessid

  • Cesed şekline giren, tecessüd eden, vücud bulan.

mütefelsif

  • Filozoflaşmış, felsefe ile fikri bulanmış.

mütefeyyiz

  • (Feyz. den) Feyizlenen. Bolluğa kavuşan, bereket bulan.

mütehallis

  • (Hulus. dan) Kurtulan, halâs bulan.
  • İkinci olarak başka bir ad takınan. Mahlâs alan.

mütehassıl

  • (Husul. den) Husule gelen, hasıl olan, vücut bulan, meydana gelen.

mütekarrir

  • (Karar. dan) Kararlaşan, takarrür eden. Yerleşip kuvvet bulan.

mütekavvi

  • (Kuvvet. den) Kuvvetlenen, kuvvet bulan. Kuvvetlenmiş.

mütekeddir

  • (Çoğulu: Mütekeddirîn) (Keder. den) Kederli, hüzünlü. Kederlenen, tekeddür eden.
  • Bulanık.

mütekeddirane / mütekeddirâne

  • Kederli ve hüzünlü bir hâlde. (Farsça)
  • Bulanarak. (Farsça)

mütekeddirin / mütekeddirîn

  • (Tekili: Mütekeddir) Kederlenenler, kederli ve hüzünlü olan kimseler.
  • Bulanık şeyler.

mütelattıh

  • Bulaşan, bulaşık olan (yağ, çamur v.s.)

mütelebbis

  • Giyinmiş, elbiseli.
  • Karışık, başkasına bulaşmış, karışmış olan.

mütereffih

  • (Refh. den) Rahat bir şekilde ve bolluk içinde yaşıyan. Refah bulan.

mütereffihin / mütereffihîn

  • (Tekili: Mütereffih) Refah bulanlar. Rahat ve bolluk içinde yaşıyanlar.

müterekkin

  • Mânen kuvvet bulan.
  • Erkândan olan.

müteşeffi

  • (Şifa. dan) Şifa bulan, iyileşen.
  • Öcünü, intikamını alarak rahatlaşan.

mütesekkin

  • Teskin edici, yatıştırıcı. Yatışan, teskin olan, sükunet bulan.

müteselli / mütesellî / متسلى / مُتَسَلّ۪ي

  • Teselli bulmuş olan, teselli bulan.
  • Teselli bulan.
  • Tesellî bulan.
  • Teselli bulan, avunan. (Arapça)
  • Müteselli olmak: Teselli bulmak, avunmak. (Arapça)
  • Teselli bulan.

mutmainne

  • İtmînân bulan, rahatlayan, huzur ve sükûna kavuşan.
  • İslâmiyet'in emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınarak ve Allahü teâlâyı zikrederek itminana huzur ve sükûna kavuşan, şüphe ve tereddütlerden kurtulan nefis.

naci

  • Kurtulan. Necat bulan.
  • (Mi: 1849-1892) Muallim Naci diye meşhur olan bir İstanbul'lu şâir. Lügat-ı Naci'yi "Fetva" kelimesine kadar hazırlamıştır.

natef

  • Bulaşmak.
  • Fâsid olmak, bozulmak.

nazh

  • Bulaşmak.

necaset-i gayr-i mer'iye

  • Câmid, bir hacmi olmayan veya bulaştığı yerde görülmeyen herhangi bir pis maddedir. Görünmez halde olan pisliktir. (İdrar gibi)

necire

  • Bulamaç aşı.
  • Kızgın taş ile kızdırılmış su.
  • Kârgir duvar.
  • Tahtadan veya ağaçtan olan sofa.
  • Çulhaların beze sürdükleri haşil.

neciyyullah

  • Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) bir ismi. (Devamlı Cenab-ı Hakk'a karşı teveccühle meşgul ve münacatla, İlâhî feyizlerle inşirah bulan meâlindedir.)

nevm-alud / nevm-âlud

  • Uykulu, uykuya bulaşmış, uyumuş.

nihayet-pezir

  • Son bulan. Nihâyet bulur olan.

nimmanzur

  • Yarı görülen. Bulanık olarak görülen. (Farsça)

nüzhet

  • İç açıklığı, safa, eğlenme, gönül ferahlığı. (Farsça)
  • Temizlik, paklık. (Farsça)
  • Karışık, bulaşık ve kalabalık yerlerden uzak olmak. Buud. (Farsça)

peziray-hitam

  • Sona eren, biten, hitam bulan.

ragid

  • Süt bulamacı.

ragife

  • Sütlü bulamaç.

raic

  • Revaçta olan, sürümü olan. Rağbet bulan.

rampacı

  • Eski deniz muharebelerinde yakından dövüşerek zabtedilmek istenilen bir düşman gemisine hücumla borda bordaya gelindiği sırada düşman gemisindeki askerlerin vuku bulacak hücumunu menetmek için güverteye yayılan silâhendazlar.

rebike

  • Hurmayı yağla ve keş ile karıştırıp hamur ederek yapılan bir yemek.
  • Öğünmüş keşi, un ve yağ ile karıştırıp yapılan yemek.
  • Bulamaç aşı.

rehyab

  • Yolunu bulabilen, girebilen. (Farsça)

renak

  • Mastar.
  • Suyun bulanık olması.
  • Kederli olmak, mükedder olmak.

renk

  • Bulanık su.

resse

  • Avcıların gizleneceği yer.
  • Hastalığın başkasına bulaşması.

rism

  • Kırmak.
  • Bulaştırmak.

ruhsat

  • (Çoğulu: Ruhas-Ruhsat) İzin, müsaade.
  • Genişlik.
  • Kolaylık.
  • Fık: Kulların özürlerine mebni, kendilerine bir suhulet ve müsaade olmak üzere, ikinci derecede meşru' kılınan şeydir. Sefer halinde Ramazan-ı Şerif orucunun tutulmaması gibi. Vuku' bulan ikraha mebni, birisini

rüstem

  • Şark edebiyatında kuvvet ve cesaret timsali olarak şöhret bulan Zaloğlu Rüstem, İran'ın efsanevî ünlü kahramanı.

rüstem-i sistani / rüstem-i sistanî

  • Şark edebiyatında kuvvet ve cesaret timsali olarak şöhret bulan Zaloğlu Rüstem.

saadet-meab / saâdet-meâb

  • Saâdet sâhibi. Saâdet bulan. (Farsça)

saadet-resan / saâdet-resan

  • Saâdete ulaştıran. Saâdet bulan. (Farsça)

sari / sârî / ساری / سَار۪ي

  • (Sâriye) Sirayet eden, bulaşıcı, geçici olan. Genişleyip başkasına da geçmeğe, yayılmağa müstaid olan.
  • Bulaşan, bulaşıcı.
  • Bulaşıcı.
  • Bulaşıcı. (Arapça)
  • Bulaşıcı.

sari illet / sârî illet / سَار۪ي عِلَّتْ

  • Bulaşıcı hastalık.

sariye / sârîye / سَارِيَه

  • Bulaşıcı.

sebel

  • Tıb: Bulanık görme hastalığı.
  • Göze inen perde.
  • Buluttan çıkıp da henüz yere ulaşmamış yağmur.
  • Buğday başı.

seces

  • Bozuk ve bulanık su.

sehine

  • Bulamaç aşı.

şehvet-alud / şehvet-âlûd

  • Şehvetli, şehvete bulaşmış.

şeref-pezir

  • Şeref ve itibar bulan. (Farsça)

şeref-yab

  • Şeref bulan, şeref kazanan. (Farsça)

şerefyab / şerefyâb

  • Şeref bulan, şeref kazanan.

sermele

  • Yemeği sakalına döküp ellerini bulaştıra bulaştıra yemek.

seyyiat-alud / seyyiat-âlûd

  • Kötülüklere karışmış, fenalıklara bulaşmış.

şifapezir

  • İyileşebilir, şifa bulabilir, geçebilir. (Farsça)

şifayab / şifâyâb / شفایاب

  • Şifa bulan. (Arapça - Farsça)
  • Şifâyâb olmak: Şifa bulmak, iyileşmek. (Arapça - Farsça)

sıffin / sıffîn

  • Hazret-i Ali (R.A.) ile Hazret-i Muaviye (R.A.) arasında vuku bulan muharebelere meydan olmakla şöhret bulmuştur. Sıffîn muharebesinde Hazret-i Ali'nin maiyyetinde 120.000 Hazret-i Muaviye'nin maiyyetinde 90.000 kişi vardı. Hazret-i Ömer'in (R.A.) oğlu Hz. Abdullah da şehid olanların arasında idi. S

sirayet / sirâyet / سرایت / سِرَايَتْ

  • Yayılmak, bulaşmak, geçmek.
  • Geçme, bulaşma, yayılma.
  • Bulaşma, yayılma.
  • Bulaşma, geçme. (Arapça)
  • Sirâyet etmek: Geçmek, bulaşmak. (Arapça)
  • Bulaşma.

sirayet eden

  • Bulaşan, yayılan.

sirayet etme

  • Geçme, bulaşma.

şirk-alud / şirk-âlud / şirk-âlûd

  • Şirk karışık, sapıtmış. Şirk bulaşmış. Cenâb-ı Hak'tan gaflet edip başkasından meded bekler surette. (Farsça)
  • Şirk, inkâr bulaşmış.

şirkalud / şirkâlûd

  • Şirk bulaşmış.

sükunetyab / sükûnetyâb

  • Durgunlaşan, sükûnet bulan, duran. (Farsça)

suretyab / suretyâb

  • Şekil bulan, suretlenen, meydana gelen. (Farsça)

ta'bid

  • Mükerrem etmek.
  • Katran bulaştırmak.
  • Hizmet etmek.
  • Zelil etmek.
  • Zelil etmek, kepaze yapmak.

ta'kir

  • Suyu bulanık etmek.

ta'zir

  • Kusur ve özür etme.
  • Aslı olmayan özürler beyan etme.
  • Necis bulaştırmak.

taba'

  • Bulaşmak.
  • Kir.
  • Demirin paslanması.

tadammuh

  • Bulaşmak.

tagbir

  • (Çoğulu: Tagbirât) (Gubar. dan) Toza bulaştırma.
  • Gücendirme, muğber etme.

tağlit

  • Yanıltma, bulandırma.

tahtieci

  • "Doğru bir tanedir, fazla olmaz" diyerek muhataplarının görüşlerini hatâlı bulan kimselere metodoloji ilminde Tahtieci denir.

takyir

  • Zifte bulaştırmak.

talh

  • Necis bulaşmak, pislik bulaşmak.
  • Havuz dibinde kalan tortu.
  • Kene böceği.

taltih

  • Bulaştırma, bulaşık etme.

tark

  • Vurmak.
  • Dövmek.
  • Yünü ve pamuğu ağaçla vurmak.
  • Bulanık su.
  • İçine deve bevlettiğinden dolayı pislenmiş olan yağmur suyu.
  • Vücuttaki gevşeklik.

tasviben

  • Doğru bularak, tasvib ederek, münâsib görerek.

taun / tâun

  • Vebâ denen dehşetli bir bulaşıcı hastalık. Bu hastalıkta lenf bezlerinde hâsıl olan yumruların herbiri.
  • Tehlikeli ve bulaşıcı veba hastalığı.

tayh

  • Bulaşmak.
  • Hafiflik.

tekdir / tekdîr / تكدیر

  • Azarlamak.
  • Kederlenme.
  • Bulanık etme.
  • Mektebde talebeye verilen ve siciline geçirilen bir ceza. Ta'zir.
  • Azarlama. (Arapça)
  • Bulandırma. (Arapça)

tekeddür

  • Bulanık olma.
  • Kederlenme.
  • Bulanma.
  • Bulanıklık, kederlenme.

telattuh

  • Bulaşma, bulaşık olma.

telbine

  • Sütlü bulamaç aşı.
  • Arpa suyu.

televvüs

  • Kirlenmek. Pislenmek. Bulaşıp murdar olmak.

telvis

  • (Çoğulu: Telvisât) Kirletmek. Bulaştırmak. Pisletmek.
  • Mc: Bozmak, berbat etmek.

temrih

  • Hafifçe sürme. Uğuşturma.
  • Bulaştırmak.

tenazzuh

  • Bulaşmak.

terye

  • Az gizli.
  • Kadınların hayızdan arınıp guslettikten sonra sarılık ve bulantıdan gördüğü nesneler.

teselli-yab / teselli-yâb

  • Avunan, avutulan, teselli bulan. (Farsça)

teşevvüş

  • Karma karışık olma.
  • Bulanıklık, karışıklık.
  • Karışıklık, bulanıklık.

teşevvüşat / teşevvüşât

  • Bulanıklıklar.

teşevvüşat-ı akliye

  • Akılın karmakarışık olması, bulanması.

teşhit

  • Kana bulaştırmak.

teşviş

  • Karıştırma. Karma karışık etme. Bulandırma.
  • Karıştırma, bulandırma.

tetrib

  • Toza toprağa bulaştırma.

tinnin / tinnîn

  • Büyük yılan, ejder, ejderha.
  • Koz: Gökte yedi burc boyunca uzanan hafif beyazlık.
  • Ejderha burcu. Semânın şimal yarım küresinde Küçük Ayı burcunu etrafından saran, kıvrılıp bir yıldız dörtgeni ile nihayet bulan bir burç.

tire / tîre / تيره

  • Karanlık. Bulanık. (Farsça)
  • Karanlık. (Farsça)
  • Bulanık. (Farsça)
  • Koyu. (Farsça)

tiregi / tiregî

  • Karalık. Bulanıklık. (Farsça)

tiregun

  • Bulanık renkli, kara renkli. Rengi bulanık. (Farsça)

vak'a

  • Hâdise. Olup geçen şey. Mes'ele.
  • Birini bir defada yere düşürmek.
  • Muharebe.
  • Vuku bulan.

vaki / vâki

  • Vuku bulan, olan.
  • Olağan, olmuş, mevcut.

veba

  • Bulaşıcı hastalık.

vedi / vedî

  • İdrârdan sonra çıkan, yapışkan, beyaz ve bulanık koyu sıvı.

yab / yâb / یاب

  • "Yaften: Bulmak" mastarından emir kökü olup, birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şifayab : Şifa bulan, iyileşen. (Farsça)
  • Bulan. (Farsça)

yabende

  • Bulan, bulucu. (Farsça)
  • Keşfeden, kâşif. (Farsça)

yabnak

  • Bulan, bulucu. (Farsça)

zafir

  • Zafer bulan. Zafere erişen.

zail / zâil / زَائِلْ

  • Geçici, son bulan.
  • Son bulan.

zaile / zâile / زَائِلَه

  • Son bulan.

zevail

  • (Tekili: Zail) Zeval bulanlar. Zail olan şeyler.
  • Mc: Yıldızlar.

zeval-alud / zevâl-âlûd

  • Son bulmayla bulaşık.

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın