REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BAŞLAR --> REKLAM ENGELLEMEYİ GERİ ALMA KODU BURADA BİTER -->

LUGGAT
OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK

{ lügât . lügat . لغت }

Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları 
ve detaylı açıklamaları ile birlikte.

Arama yapmak istediğiniz kelimeyi girip
karşılığını bulmak istediğiniz "OSMANLICA ARA" ya da "TÜRKÇE ARA" butonlarına tıklayın.
Türkçe - Osmanlıca Sözlük'te bir yer ifadesini içeren 425 kelime bulundu...

a'raf / a'râf

  • (Tekili: Arf) Sırt, tepe. Özel manası Cennetle Cehennem arası bir yer. (Arf, herhangi bir yüksek yer demektir ki, bu münâsebetle atın yelesine, horozun ibiğine arf denilmiştir.)
  • Cennetle cehennem arasında bulunan bir yer.

a'yan

  • (Tekili: Ayn) Gözler.
  • Bir yerin ileri gelenleri.
  • Meclis âzaları. Senato âzaları.
  • Muayyen ve müşahhas olan şeyler.
  • Altınlar.
  • Kaymakam.

abdurrahman bin avf

  • Aşere-i mübeşşereden ve çok fedakar olan Sahabelerdendir. İlk müslüman olan sekiz kişiden birisidir. Bütün ihya-yı din için olan muharebelerde çok fedakârlıkta bulunmuş, birisinde yirmibir yerinden yaralanmıştı. Bir gazada oniki dişini birden kaybetmişti. Medine'ye ve Habeşistan'a hicret edenlerdend

abir

  • (Ubur'dan) Bir yerden geçen, giden yolcu. Geçen.
  • Hz. İbrâhimin (A.S.) dedelerinden birisinin adı.

adem-i merkeziyyet

  • Bir idâri taksimattaki parçaların (vilâyet, belediye ve köy) muayyen hususlarda kendi kendilerine idare yetkileri. Bir yere bağlı olmaksızın veya bir yerden idare edilmeksizin olan muamele. Bütün kısım ve şubelerin kendi kendilerini idare tarzı.

akar

  • Köşk, yüksek bina.
  • Bâbil vilayetinde bir yer adı.
  • Dehşetli olmak. Yaralamak. Boğazlamak.
  • Korku ve dehşetten kişinin ayakları titreyip dövüşememesi.

aks

  • (Çoğulu: Ukus) Hilâf, muhâlif, zıd, ters.
  • Gölge gibi şeylerin bir yerde eser peydâ etmesi. Sesin veya ışık gibi şeylerin bir yere çarparak geri dönmesi.
  • Döndürmek.
  • Bir şeyin evvelini ahir ve âhirini evvel yapmak.
  • Devenin yularının ucunu ayağına bağlamak.
  • <

aks-i sada / aks-i sadâ

  • Sesin bir yere çarpıp geri gelmesi. Yankı. Çok evvelden söylenen bir hakikatın sonradan tekrar edilmesi.

ambargo

  • Bir para veya malın kullanılması veya başka bir yere götürülmesi ya da bir geminin bulunduğu limandan ayrılması yasağı.

amen

  • Bir yerde mukim olmak, ikamet etmek.

ar'ar

  • Arap diyârında bir yerin adı.
  • Bir oyun çeşidi.

arafat

  • Mekke'ye 12 mil yani takriben 20 km. uzaktaki bir yer. Hacca gidenler Zilhicce'nin 9. günü buraya gelerek bir müddet vakfe yaparlar.

ardiyye

  • Ticaret eşyasının saklandığı yer.
  • Böyle bir yerde saklanan eşya için ödenen ücret.

arzi / arzî

  • Genişliğine ait. Bir yerin enine ait.

as'as

  • (Çoğulu: Asâis) Bir yerin adı.
  • Kurt, zi'b.
  • Kirpi.

asayiş / âsâyiş

  • Bir yerin düzen ve güvenlik içinde bulunması durumu, güvenlik.

ashab-ı suffa / ashâb-ı suffa

  • Suffa ehli. Bunlar, Hz. Peygamberin (A.S.M.) mescidine bitişik üstü örtülü, etrafı açık bir yerde otururlardı ve orada yaşarlardı. Bu zatların yaşayışları ve hâlleri din hizmeti, hayatı bakımından büyük değer taşımaktadır. Bütün hayatları Peygamberimiz'in (A.S.M.) yanında bulunarak Kur'ânın en yükse

atmosfer

  • Dünyanın çevresini kuşatan 100 km. kalınlığında, çeşitli gazlardan meydana gelen gaz tabakası. Başka gök cisimlerini kuşatan gaz tabakalarına da atmosfer denir.
  • Bir yerdeki mânevi hava.
  • Basınç birimi. 0 derecede 76 cm. yükseklikteki bir civa sütununun 1 cm. karelik alan üzeri

ayin-han / âyin-han

  • Mevlevihâne ve semâhânelerde sema edilirken, yüksek bir yerde bulunan ve mutribhâne adı verilen mahfilde âyin okuyan kimse. (Farsça)

ayine-i iskender

  • Makedonya kralı Büyük İskender'in aynası. Rivayetlere göre, bu ayna Aristo tarafından yapılmış ve İskenderiye şehrinde yüksekçe bir yere konulmuştur. Bu sayede İskender, yüz fersah uzaklıktaki düşmanlarını aynada görürmüş.

azim / âzim

  • Bir yere gitmeğe karar veren. Bir iş hakkında kat'i karar ve niyet sahibi.

barograf

  • yun. Hava basıncını ölçen bir alet. (Bu alet vasıtasıyla bir yerin yüksekliği de ölçülür.)

basala

  • Tıb: Vücudun her hangi bir yerinde yaradılıştan olan kabartı.

be-hem

  • Hep. Beraber. Toplu. Bir yerde. Hep bir yere. (Farsça)

bedel-i nüzul / bedel-i nüzûl

  • Tar: Osmanlı İmparatorluğu devrinde askerlerin bir yere konaklamasında yapılacak olan masraflar için alınan vergi.

bedr

  • (Bedir) Dolunay. Ayın en parlak olduğu hâli.
  • Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere arasında bir yer ismi.
  • Bir şeyin tamam olması.
  • Sibâk ve sür'ât etmek.
  • Bir işin ansızın zâhir olması.
  • Tam ve münasib olan âzâ.
  • Dolu şey.
  • İyi hizmet ede

bedr muharebesi

  • Bedir, Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere arasında bir yer olup; Hz. Peygamber Efendimizin hicretinin ikinci senesi orada Kureyşîlere karşı kazandıkları muzafferiyetle meşhurdur. Bedir, bir ovanın kenarında olup Mescid-ül Gamame isminde bir câmi ve Bedir muharebesinde şehid olan sahabelerden 1

bekke

  • Mekke-i Mükerreme'nin eski ismi.
  • Bir yerde toplanmak. Bir yere cem'olmak.
  • İzdihamlık, kalabalık.

belkaa

  • Şam vilâyetinde bir yerin adı.
  • Kara ile ak alaca nesne.
  • Parlak nesne.

besa'

  • Yumuşak yer.
  • Benî Selim vilayetinde bir yerin adı.

besniyye

  • Alçak ve yumuşak yerde biten buğday.
  • Şam diyarında belli bir yerde yetişen buğdaya da derler.

beta'

  • İkamet. Bir yerde oturma.

bevk

  • Fenalık, düşmanlık, keder ve belâ meydana getirme.
  • Musibet, felâket.
  • İzinsiz ve habersiz olarak bir yere aniden çıkagelme.
  • Çalıp çırpma.
  • Yalan söz.
  • Boşboğaz (adam).
  • Şiddetli yağmur.

bevş

  • Her biri bir yerden gelmiş olan bir bölük cemaat.

beyda

  • Tehlikeli mevki.
  • Sahra, çöl.
  • Medine ile Mekke arasında bulunan düz bir yer.

beyrem

  • (Çoğulu: Beyârim) Marangoz rendesi.
  • Uzun ve sert taş.
  • Bir yeri kazmakta kullanılan kazma âleti.

beysan

  • Şam hududunda bir yerin adı.

beytutet / beytûtet

  • Geceleme, bir yerde geceyi geçirme.

boylam

  • Yer yüzünde bir yerin başlangıç dairesine olan uzaklığının açı cinsinden değeri. (Türkçe)

bücbuha / bücbûha

  • Bir yerin orta kısmı. Orta yer.

bücud

  • Bir yerde mukim olma, oturma. İkamet.

bügeyg

  • Koyun.
  • Besili erkek geyik.
  • Semiz keçi.
  • Bir yerin adı.

bühbuha

  • Bir yerin ortası, orta yer.

burcas

  • Hedef. Yüksek bir yerde bulunan nişangâh.

celib

  • Satmak için bir yerden toplanılan şeyler.
  • Esir, köle, cariye. Satılık esir.

celis

  • Ekseri bir yerde oturan. Arkadaş. Birlikte oturan.

cem'

  • (Çoğulu: Cümu) Hurmanın iyi olmayanı. Farklı şeyleri bir yere getirmek mânasına mastar.
  • Az olarak cemaat için isim olur.
  • Toplama. Bir yere getirme, biriktirme. Yığma.
  • Gr: Arabçada (ve tesniye olmayan dillerde) ikiden çok olan şeylere delâlet eden kelime. (Kitabın başı

cem'an

  • Bir yere toplamak suretiyle, toplanmış olarak.

cem'iyyet

  • (Cemiyet) Topluluk, birlik. Hey'et.
  • Bir yere cem' olma.
  • Mânevi birlik teşkil eden cemaat.
  • Huk: Kazanç paylaşmaktan başka bir maksadla, ikiden ziyade şahsın ilim ve mâlumâtlarını ve faaliyetlerini devamlı bir şekilde birleştirmek suretiyle bir esas nizamnameye müstenid

cemaat

  • Topluluk. Bir yere toplanmış insanlar. Takım, bölük.
  • Fık: Bir imama uyup namaz kılan müslümanların heyeti. Bir mezhebe tâbi bir heyet teşkil eden ahali.
  • Aralarındaki münasebetleri din, örf ve âdetlere göre tanzim eden, akrabalık, komşuluk, hemşehrilik gibi rabıtalarla birbiri

cenb

  • Yan taraf. Koltuk altının aşağısı.
  • Def'etmek, kovmak.
  • Müştak olmak.
  • Bir yere gitmek için bir yere inmek.
  • Birisinin sevdiğinden dolayı kararsız ve muztarib bulunmak.
  • Büyük ve çok olan.
  • Engin taraf.
  • Şetmetmek, söğmek.

çile

  • Eziyet. Sıkıntı. (Farsça)
  • İplik. (Farsça)
  • Yay kirişi. (Farsça)
  • Tas: Dervişlerin kapalı bir yere çekilerek ibadetle geçirdikleri kırk gün. (Farsça)
  • Dervişlerin, nefislerini terbiye ederek tasavvuf yolunda ilerliyebilmek için kırk gün tenhâ bir yerde riyâzet (nefsin istemediği şeyler) ve ibâdetle meşgul olmaları.
  • Dervişlerin bir yere çekilerek ibadetle geçirdikleri kırk gün.
  • Nefsi ıslah için bir yere kapanıp ibadet etmek.

ciyet

  • Bozulmuş, değişmiş olan su. Bir yere toplanıp birikmiş olan su.

cuhfe

  • Medine yakınında bir yerin adıdır ve Şam ehli orada ihram giyerler.

cumhur

  • Halk topluluğu. Hey'et, takım. Aynı kararı veya hükmü kabul edenler.
  • Âlimlerin çoğu, ekseriyeti.
  • Seçimle idare edilen devlet.
  • Bir yere toplanmış kum, toprak.

cürş

  • Yemen diyarında bir yerin adı.
  • Başı tırnakla taramak.

cüsve

  • Bir yere biriktirilmiş taş.

dabık

  • Bir yerin adı.

dağlama

  • Kızdırılmış mâdenle vücûdun bir yerini yakma.

dagr

  • şiddetle def'etmek.
  • Bir yere girmek.

dagt

  • Zahmet. Meşakkat.
  • Bir şeyi bir yere zorla sıkıştırmak. Sıkışmak.

daire-i hindiyye / dâire-i hindiyye

  • Namaz vakitlerinin tesbitinde kullanılan ve güneş gören düz bir yere çizilen dâire veya bu şekle uygun olarak yapılan âlet.

dar-ün nedve / dâr-ün nedve

  • Müslümanlıktan evvel, Kureyş kabilesinin münakaşalar için toplandığı bir yerin adı olup, Kusey ibn-i Kilâb tarafından kurulmuştur. (Sonradan Hz. Muhammed'e (A.S.M.) karşı bulunanların toplanmalarından dolayı fesat ve münafıkların toplandıkları yer mânâsına kullanılmaya başlanmıştır.)

darin

  • Bir yerin adı.

decn

  • Bol yağmur, rahmet.
  • Havanın bulutlu olması.
  • Bir yerde mukim olma. Bir yerde oturma.

dehdan

  • Develerin bir yere toplanması.

dehna

  • Ova, sahrâ. Çöl, geniş veya susuz ova.
  • Bir yer ismi.

dirkite

  • Acem diyarında bir oyun adıdır. (Bir yere gelip raks ederler.)

duhuliye

  • Eskiden, satılmak üzere şehir ve kasabalara getirilen her cins ticaret malından alınan vergi.
  • Bir yere girmek için verilen para.

dülce

  • (Delce) Gece vakti bir yere gitmek.

dumur

  • Bir uzvun maddi veya mânevi kabiliyetinin körelmesi. Gıdasızlıktan dolayı bir uzvun kuruyup kalması. Helâk. Körelmek.
  • Bir yere izinsiz gitmek.

ebab

  • Bir yere gitmek için hazır olmak.

ebb

  • (Çoğulu: Abâb) Kuru ot. Taze ot.
  • Mer'a, otlak, çayır.
  • Kavga etmek veya bir yerden gitmek için hazırlanmak.

ecil

  • İşini geriye bırakan, geciktiren.
  • Geciktirilen, geriye bırakılan şey.
  • Bir yerde birikip toplanmış su.

edvek

  • Devenin, misvak ağacını yemesi.
  • Bir yerde sâkin olmak.
  • Yaranın veremi sakin olmak.

ehil / اهل

  • Maharet sahibi. (Arapça)
  • Evcil. (Arapça)
  • Bir yerde ikamet eden. (Arapça)
  • Bir yere mensup. (Arapça)

ehl / اهل

  • Sahip, malik,
  • Maharetli, usta.
  • Bİr yerde oturan.
  • Karıkocadan herbiri.
  • Maharet sahibi. (Arapça)
  • Evcil. (Arapça)
  • Bir yerde ikamet eden. (Arapça)
  • Bir yere veya görüşe mensup. (Arapça)

emval-i gayr-i menkule

  • Bir yerden başka yere taşınamıyan, sabit olan mallar. (Dükkan, ev, tarla...gibi.)

emval-i menkule

  • Bir yerden başka yere taşınabilir, götürülebilir eşya ve mallar. (Masa, karyola, perde, çakı... gibi.)

enterne

  • Belirli bir yerde oturmağa mecbur edilen yahut gözaltına alınan kimse. (Fransızca)

ercan

  • Fars diyarında bir yerin adı.

eti

  • Bir kişinin bir yere su iletmek için yaptığı ark.
  • Sel.

ezan / ezân

  • Bildirmek. Namaz vakitlerini bildirmek, müslümanları namaza dâvet etmek (çağırmak) için yüksek bir yerde belli olan Arabca kelimeleri sırası ile okumak.

ezani saat / ezanî saat

  • Ezanın kendine göre ayarlandığı saat. Her hangi bir yerde güneşin tam gurub ettiği andan, sonraki gün aynı vakte kadar, 24 saat olmak üzere ayarlanmış saat.

feda'

  • Kurban.
  • Uğruna verme, gözden çıkarma.
  • Bir yere toplanmış arpa, buğday veya hurma.
  • Hurma ve üzüm kurutulan yer.

felil / felîl

  • Bir yere toplanmış kıl.
  • Devenin azısı.

feth

  • Açma, açılma.
  • Bir yeri savaşla ele geçirme.

gazze

  • Şam'ın doğusunda bir yerin adı. (Resullulah Efendimizin ceddi Hâşim'in kabri ordadır.)

gile / gîle

  • Bir kimseyi aldatıp bir yere götürüp öldürmek.

gusl

  • Boy abdesti. Cünüb olan her kadın ve erkeğin, hayz (âdet) ve nifası (lohusalık hâli) sona eren kadınların ağzı ve burnu ile birlikte, iğne ucu kadar kuru bir yer kalmayacak şekilde, bütün bedenini yıkaması.

guvta

  • Şam diyarında suyu çok olan ağaçlık bir yer.

habs

  • Hapis, alıkoyma, bir yere kapatıp dışarı çıkarmama. Salıvermeme.
  • Zaptetme, tutma.

hacc

  • Kasdetmek. Muârazada delil ve bürhan ile galip olmak.
  • Bir yere çok tereddütle varıp gelme.
  • Şâyan-ı tâzim bir şeye teveccüh.
  • Bir şeyden feragat etmek.
  • Fık: İslâmın şartlarından ve hâli vakti müsait olan her müslümana farz olan, Mekke-i Mükerreme'deki Kâbe-i Şer

hacer-ül esved

  • (El-Hacer-ül Esved) Kâbe'de bulunan meşhur siyah taş. Rengi siyah olduğundan "Esved" denmektedir. (İslâm Ansiklopedisi'ne göre: Kâbe'nin şark köşesinde olup, yerden bir buçuk metre yükseklikte kapıya yakın bir yerde yerleştirilmiş, üç büyük ve bir kaç tane de küçük parçadan müteşekkil ve gümüş bir h

hacir

  • Hicret eden. Bir yerden bire yere göçen.
  • Sayıklıyan.

hait

  • Bir yeri çevreleyen duvar. Tahta perde. Çit.

halvet

  • Yalnızlık, yalnız olarak kalma.
  • Yabancı bir kadınla yabancı bir erkeğin bir odada, kapalı bir yerde yalnız kalmaları.
  • Tasavvuf yolunda olgunlaşmak ve ilerlemek için belli bir müddet tenhâda kalma hali yalnız kalmak.

halvet ve inziva

  • Yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmama.

halvetgüzide

  • (Halvetgüzin) Halveti, tenha bir yeri seçmiş olan kimse. (Farsça)

halvetnişin

  • Yalnız başına bir yere çekilip ibadetle meşgul olanlar.

hane-gir

  • Bir yeri mekân sayan kimse. (Farsça)

hansir

  • (Çoğulu: Hanâsir) Yaramaz, boş, faydasız.
  • Bir yerden taşınan veya göçen kimseler, eşya ve elbiselerini yükletip gittiklerinde yerde kalan kıymetsiz şeyler.

hapis / حبس

  • Bir yere kapatma veya kapanma. (Arapça)

harc

  • Gider, sarfiyat, bir iş için kullanılan madde.
  • Vergi.
  • Çıkmak.
  • Yeni çıkan bulut.
  • Yemâme vilayetinde bir yer.
  • Ecir.
  • Buğday. (Dinimizde lüzumsuz harcamak, israf haramdır. Zillet ve fakirliğe sebeptir.)

harita

  • yun. Yeryüzünün veya bir parçasının belli bir ölçüye göre küçültülerek muvafık bir yere çizilen taslağı.
  • Dağarcık, kulplu kese.
  • Bir yerin coğrafî durumunu bildiren çizgiler.

hasanet

  • Bir yerin çok sağlam ve korunulacak tarzda olması.
  • Kadının kendisini haramdan koruması.

haşr

  • (Haşir) Toplanmak, bir yere birikmek.
  • Toplama, cem'etmek.
  • Kıyametten sonra bütün insanların bir yere toplanmaları. Allahın, ölüleri diriltip mahşere çıkarması. Kıyamet.
  • Bir tohumun içinden büyük ağaçlar çıktığı gibi, her bir insanın acb-üz zeneb denilen bir nevi çekir

hasr-ı nazar

  • Dikkati sadece bir yere yöneltme.

hasr-ı nazar etmek

  • Bakışı tek bir yere yöneltmek.

hava

  • (Hevâ) Hava. Dünyayı çeviren atmosfer. Cevv. Yer ile gök arası.
  • Hafif yel.
  • Bir binanın üzerine kat çıkma hakkı.
  • Bir yerin hâli ve sıhhat bakımından durumu.
  • Müzikte ezgili ses, sadâ.

havran

  • Şam diyarından bir yerin adı.
  • Balıkesir'in bir ilçesi.

hazıra / hâzıra

  • şehirli, medeni.
  • Bir yerde mukim olmuş, bir yere yerleşmiş.
  • Şehirli.
  • Bir yere yerleşmiş.
  • Medeni.

hebt

  • (Hübut) İniş. Aşağı inme.
  • Aşağı indirme. Bir yere inip konmak.
  • Nüzul, illet, maraz.
  • Zayıflama.
  • Bir memlekete birisini dâhil ettirmek.
  • Eksiltmek.
  • Kötü bir hale uğratmak.

hem-aşiyan

  • Bir yerde beraber bulunan, bir yuvada birlikte olan. (Farsça)

hercai / hercaî

  • (Hercâyî) Her yerde bulunur, kendine mahsus belirli bir yeri bulunmayan. Serseri, derbeder.
  • Kararsız, sebatsız, vefasız, dönek, mütelevvin.

hey'are

  • Bir yerde karar etmeyen kadın.

hicret

  • Bir yerden bir yere göç etmek. Kendi memleketini bırakıp başka memlekete taşınmak.
  • Hz. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Mekke'den Medine'ye hicret etmesi. İslâmiyetin ilk zuhurunda, şeref ve izzetleri zedelenen Mekke'deki putperest müşrikler daima Hz. Peygamber'e su-i kastlar tert
  • Bir yerden başka bir yere göç etmek.
  • Resûlullah efendimizin Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye göç etmesi.
  • Müslüman bir kimsenin, dînini korumak için, kâfir memleketinden, İslâm memleketine göç etmesi.
  • İslâm memleketinde fitne ve kötülük bulunan bir yerden iyi bir yere

hıkf

  • Kumun bir yere toplanıp yığılarak tepe gibi olması.

hillet

  • Bir yere konup istirahat eden cemaat.
  • Yorgunluk. Kırgınlık.
  • Boşanmış kadının iddet müddetinin sona ermesi.

hıncahınç

  • Ağzına kadar ve tıka basa dolu. Dopdolu. (Bu tabir bir yer veya taşıt için kullanılır.)

hıvel

  • Zeval.
  • Bir yerden başka yere intikal, tahavvül etmek.

hudur

  • Aşağı indirmek.
  • Bir yeri şişmek.

hükre

  • Cem'olmak, toplanmak, birikmek.
  • Yiyecek maddelerini, pahalanacak diye saklamak.
  • Azlığından bir yerde toplanan su.

hurfe

  • Bir yere toplanmış yemiş.
  • Baklet-ül hamkâ otu.

hurmet-i müsahere / hurmet-i müsâhere

  • Erkeğin herhangi bir kadın ile zinâ etmesi veya herhangi bir yerine unutarak ve yanılarak da olsa şehvetle (lezzet alarak) dokunması hâlinde, o kadının neseb (soy) ile ve süt ile olan anası ve kızları ile; kadının da o erkeğin oğlu ve babası ile evle nmesinin ebedî, sonsuz olarak haram, yasak olması

huşare

  • Bir yere giderken bırakılan faydasız şeyler.
  • Her şeyin kötüsü.

huzva

  • Bir yere toplanıp tepe gibi olan kum yığını.

i'tikaf / i'tikâf / اعتكاف

  • Bir yere çekilip tek başına ibadetle meşgul olmak.
  • Bir şeye devam etmek.
  • Ist: Bir yere çekilip yalnız ibadetle meşguliyet. Hususan Ramazanın son on gününde, mescidlerde ve buna benzer yerlerde kalıp, ibadet, ilm-i iman ve Kur'an, evrad ve ezkâr gibi ibadetlerle meşgul olmak. Böyle bir kimseye "Mu'tekif" denir.
  • Bir yere kapanma, köşesine çekilerek yaşama. (Arapça)

ibate

  • Bir yerde barındırma. Gece yatırma.

ibda'

  • İzhar etmek. Bir yerden diğer bir yere çıkmak.
  • Yaratmak. Nümunesiz şey yapmak.

ictina

  • Meyve toplamak. Meyve devşirmek. Bir yere toplamak.
  • Aldanmak.

idare-i örfiye

  • İcabında devletin bir yerde mülki idareye ait nizamları tatil ile kanunen kurduğu askerî idare. Örfi idâre, sıkıyönetim.

iddimac

  • Bir şeyin içine girmek. Bir yere girip gizlenmek.

iddirak

  • Akıl etme, idrak etme, anlama, fehmetme.
  • Bir yere toplanmak.
  • Birbirine yetişmek.

idgam

  • Gizlemek.
  • Bir şeyi bir yere koymak.
  • Tecvidde: Aynı cinsten olan harfleri birbirine katarak iki def'a okumak. Şeddeli okumak veya yazılmak.

idrac

  • Dercetmek. Dürmek.
  • Bir yazıyı bir yere koydurmak.

idrimac

  • Bir yere girip gizlenmek.

igal

  • Acele ile bir kimseyi bir yere sokma.
  • Uzaklara gitme.

igmad

  • Kınına sokma, kılıfına koyma.
  • Birçok şeyleri bir yere tıkma.

igsas

  • Sıkıştırma, tazyik etme.
  • Bir yer ahalisini sıkıntıya düşürme.

ıhdac

  • Doğan çocuğun bir yerinin eksik olması.

ıhdar

  • Kendini gözlemek.
  • Bir yerde durmak, ikâmet.

ihtican

  • Bir yerin etrafına duvar yapma, çit çekme.

ık'ad

  • Yüksek bir yere çıkarmak.
  • Oturtmak.

ikamet / ikâmet

  • Bir yerde kalmak. Oturmak.
  • Müezzinin kamet getirmesi.
  • Kâmet. Erkeklerin farz namaza başlamadan önce okuması sünnet olan ezâna benzer sözlerin ismi. Ezândan farkı fazla olarak "Hayyealelfelâh"dan sonra iki defâ "Namaz başladı" mânâsına olan "kad kâmet-issalâtü denir.
  • Oturmak, bir yerde kalmak.

ıklim

  • Bir yerin hava şartları. Memleket. Küre-i arzın kıt'a ve her bir memleketi.

iklim

  • Bir yerin hava durumu.

iktiva'

  • Dağlama. Kızgın demirle vücudun bir yerine dağ vurma.

illiyyin / illiyyîn

  • Yedinci kat gökte, arşın altında bulunan bir yer veya Cennet.
  • Mü'minlerin, öldükten sonra rûhlarının, nîmetler ve lezzetler içinde bulunduğu yer.

imaret / imâret

  • Bayındırlık; bir yerin ömür sürülür, yaşanır hâle getirimesi.

imsak vakti / imsâk vakti

  • Oruca başlama zamânı. Ufkun bir yerinde beyazlığın başladığı vakit. Bundan (6-10) dakika sonra beyazlık ufk üzerinde ip gibi yayılınca sabah namazının vakti başlar.

in'ikas / in'ikâs

  • Bir yere çarpıp geri dönme, aksetme.

insilal

  • Bir yere toplanma, üşüşme, hücum etme.

intikal

  • Bir yerden bir yere nakletmek. Tebdil-i mekân etmek.
  • Göçmek, geçmek.
  • Sirâyet. Bulaşmak.
  • Bir şeyin miras olarak kalması.
  • Bir mes'eleden diğer bir hususu veya neticeyi anlamak.

intikal eden

  • Bir yerden başka bir yere taşınan.

intikaz

  • Bozulma.
  • Çözülme, battal edilme.İNTİMA'Â : Birine mensub olma, intisâb etme. Bir kimseye bağlanma.
  • (Kuş) bir yerden uçup, başka bir yere konma.

intisab / intisâb / انتساب

  • (Nisbet. ten) Bir yere, bir kimseye mensub olmak. Mâiyyetine girmek. Bağlanmak.
  • Bir yere mensup olma. (Arapça)
  • Bir yere bağlanma, bir yerde çalışmaya başlama. (Arapça)

inziva / inzivâ

  • Bir köşeye çekilmek. Haramlardan ve günâhlardan korunmak, nefsini terbiye etmek ve sâdece Allahü teâlâyı anmak ve âhireti düşünmek için bir yerde yalnız kalma.
  • Yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmama.

inzivagah / inzivagâh

  • İnziva yeri, yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşanan yer.

irbab

  • Bir yerde mukim olma. Bir mevkide devamlı olarak kalma.

irfaş

  • Yeme içme ile uğraşma.
  • Bir yerde daimi oturma.

irman

  • Arzu, taleb, istek. (Farsça)
  • Dalkavuk. (Farsça)
  • Nedâmet, pişmanlık. (Farsça)
  • Dâvet edilmeden bir yere giden kimse. (Farsça)

irsaliye

  • Makbuz.
  • Her hangi bir yere gönderilen eşya veya malların listesi.

irtiba'

  • Bahar mevsiminde güzel bir yerde oturma.

irtifak

  • Bir yere dayanma.
  • (Kap) dolma.
  • İhtiyaç duyma.
  • Arkadaşlık etme.
  • Tıb: İki kemiğin hareketsiz kalmak üzere mafsallanması.

irtihal

  • Bir yerden başka yere göçmek, gitmek. Nakl-i mekân etmek.
  • Ölmek.

irtişaf

  • Emerek ve azar azar içme.
  • Tıb: Vücudun her hangi bir yerinde toplanan suyun, dışarı atılması.

isbat-ı vücud / isbât-ı vücûd

  • İsbât-ı vücûd etmek: Bir yerde bulunmak, varlığını göstermek.

ısda'

  • (Sadâ. dan) Yankı. Aks-i sada. Sesin bir yere çarpıp dönmesiyle duyulan ikinci ses.

ishal

  • Mülâyim ve düz bir yere varmak.
  • Tıb: Barsakların iltihabından soğuk algınlığından hâsıl olan sürgün, iç sürme.

iskan / iskân

  • Yerleştirmek. Bir yeri mesken yapıp oturmak.
  • Sâkin.

isna

  • Yukarı kaldırmak, yükseltmek.
  • Değerini yükseltme.
  • Ateş alevinin yükselmesi.
  • Bir sene bir yerde kalmak.

işraf

  • Yüksek bir yere çıkma. Yüksek bir yerden bakıp anlama.
  • (Hasta) ölüm döşeğinde olma.

isti'kaf / isti'kâf / اسعكاف

  • Bir yere kapanma. Bir yerde kendini hapsetme.
  • Bir yere kapanma. (Arapça)

isti'mar

  • Bir yeri imar etmek. Bir yerin mâmurluğunu istemek.
  • Müstemleke yapmak, sömürgeleştirmek. İstimlak etmek.

istida'

  • (Vedâ'. dan) Bakılmak üzere emaneten bir kimseye bir şey bırakmak. Bir malı emaneten bir yere bırakmak.

istifaname

  • Bir yerden ayrılıp çekilmeyi bildiren yazı. (Farsça)

istihkak-ı hars

  • Huk: Bir yerde ziraatçılık yapma hakkına sahib olma.

istihsan

  • Korunmak. Korumak, müdâfaa etmek, karşı koymak.
  • Sağlam bir yere kapanmak.

istikfal

  • Çekmecede, kasada veya kilitli bir yerde bulundurma.

istila / istilâ

  • Bir yeri kuvvet kullanarak ele geçirmek.

istinfaz

  • Bir yerin bütün her tarafını iyice öğrenebilmek için dikkatle bakma, inceleme.

istiska / istiskâ

  • Su isteme.
  • Yağmur duasına çıkma.
  • Vücudun bir yerinde su toplanması.

istitan

  • Vatan edinme, bir yerde yerleşme, yurt edinme.

ıstıyaf

  • Yaz mevsimini geçirmek, bir yerde yazlamak.

itikaf / îtikaf

  • Bir yere çekilip ibadet etmek.

izdiham

  • Kalabalık bir yerde halkın çok birikmesinden meydana gelen sıkıntı.

kararyab

  • Karar bulan. (Farsça)
  • Bir yerde oturup dinlenen. (Farsça)

katare

  • Kuyudan veya başka bir yerden damlayan su.

katl-i am / katl-i âm

  • Bir yerde çoklarının öldürülmesi. Herkesi kılıçtan geçirme. Toptan imha.

katliam / katliâm

  • Bir yerde bir anda çok kimsenin öldürülmesi.

kayd

  • Kelepçe, bağ.
  • Bağlamak.
  • Bir şeyi bir yere yazmak.
  • Deftere geçirmek.
  • Sınırlamak.
  • Şart.
  • Bağlanma, bağlayacak şey.
  • Bir yere yazma.
  • Sınırlama, belirtme.
  • Önem verme, unsurlama.

kaziye-i şartiyye-i muttasıla

  • Man: Mevzu ile mahmulü birer cümle olmakla, birinde bir şeyin üzerine olunan hüküm, diğerinde gösterilen şarta mütevakkıf olan kaziyyedir. (Eğer bir cisim ağır ise, bir yere yerleştirilmedikçe düşer gibi.)

kebkebe

  • Yüz üstüne düşürme.
  • Çukur bir yere döne döne düşme.

kebs

  • Çukur bir yeri doldurup düzeltme.
  • Bir cins hurma.
  • Misk hokkası.

kehrüba

  • Saman kapan. (Farsça)
  • Bir yere hızlıca sürüldüğü zaman, hafif şeyleri kendine çeken bergâmi taş. (Türkçede tahrif edilerek "Kehribâr" denilir.) (Farsça)

kemi'

  • Bir yerde ve bir döşekte beraber yatan kişi.
  • Düz yer.

keramet-i kevniye

  • Kudret-i Rabbaniyenin ihsanı ile letâfet kesbedip havada uçmak, uzun yolu kısa zamanda gitmek, bir mü'minin bir sıkıntısı hâlinde Cenab-ı Hakk'a dua edip ind-i İlâhîde makbul bir zâttan yardım istemekle, o zatın, izn-i İlâhi ile o muztar kimsenin imdadına yetişmesi, kale gibi muhkem bir yerde üzerin

kevr

  • Devretmek, dönmek.
  • Sarık sarmak. Tülbend sarmak.
  • Bir yerde toplanmış olan develer.
  • Çokluk, bolluk, ziyadelik.
  • Mukül dedikleri darı cinsi.

kıble saati

  • Herhangi bir yerde, güneşin kıble hizâsında bulunduğu andaki vakit. Güneşin hangi saatte kıble hizâsında bulunduğu hesâb edilir ve takvimlere yazılır. Bu saatler hergün değişmektedir.

kisal

  • Bir yerde oturup kalan ve gideceği yere geç giden.

kıss

  • Nasâra tâifesinin ulusu, reisi ve danişmendi.
  • Bir yerin adı.

kıtab

  • Karıştırmak.
  • Yüzünü pörtürmek.
  • Kaşlarını bir yere toplayan.

kıyas-ı istisnai / kıyas-ı istisnaî

  • Bir hükmün neticesinin aynı veya nakzı, mukaddemelerinden birinde bilfiil zikredilirse, ona kıyâs-ı istisnâi denilir. Başka bir tâbirle: Neticesi veya zıddı bizzat kendisinde zikredilen kıyas. "Eğer bu cisim ise, mutlaka bir yer tutar" gibi. Veya "Güneş doğmuş ise, gündüz olmuştur" gibi.

konak

  • Menzil, yolculukta gece vakti inilen yer.
  • Yolculukta bir yerde durma, dinlenme. İki menzil arasındaki yol.
  • Büyük ev, zengin ve mükellef ikâmetgâh.
  • Resmi dâire.

kübab

  • Bir yere toplanmış kum.

kudum

  • Uzak bir yerden, uzun bir yoldan gelme.
  • Ayak basma.Teşrif etme.

kufe / kûfe

  • Kızıl kum.
  • Kızıl kumlu bir yerin adı ki o sebebten "Kûfe" diye isim verilmiştir.

kume

  • Bir yere toplanmış olan şeyler.
  • Yüksek, yüce yer.

kümze

  • Bir yere toplanmış hurma.

kundak

  • Küçük çocukları sıkı bağlamaya yarıyan bezler takımı.
  • Yangın çıkarmak için bir yere sokulan, tutuşturulmuş yağlı bez çıkısı.

küsv

  • Bir yere yığılmış ve toplanmış nesne.
  • Az, kalil.

küvm

  • Bir yere toplanmış olan bir miktar deve.
  • Yükseklik, yücelik.

lahm

  • Et. Her şeyin içi ve üzeri.
  • Bir işi sağlam kılmak.
  • Kırık şeyi kuyumcunun yapıştırması. Lehimlemek.
  • Bir yerde ilişip kalmak.

lakit / lakît

  • Geçim sıkıntısı veya nâmus korkusu (zinâ ithamlarından kaçınmak) için terkedilmiş, bir yere bırakılmış çocuk.

lebed

  • Yünden yapılan keçe.
  • Bir yerde mukim olmak.
  • Bir şeye yapışmak.

lebs

  • Bir yerde eğlenip durma. Vakit geçirme.

leng

  • Topal, aksak. Yolcuların bir yerde iki gün kalması. (Farsça)
  • Tenasül organı. (Farsça)

levise / levîse

  • Çeşitli topluluklardan bir yere toplanmış olan kimseler.

lisan-ı mahalli / lisân-ı mahallî

  • Bir yere has dil, yerel dil.

lügeyza

  • Kertenkelenin bir yeri kazıp giderken bir tarafını da kazıp eğri çapraşık yollar yapması.

lukata

  • Yolda veya başka bir yerde bulunup da, sâhibi bilinmeyen mal.

ma'zil

  • Ayrı. Ayrı bir yer.
  • Uzak. Baid.

mahabis

  • (Tekili: Mahbus) Hapsedilmişler, mahbuslar. Bir yere kapatılmış olanlar.

mahalli / mahallî

  • Bir yere mahsus. Yerli.

mahbusin / mahbusîn

  • (Tekili: Mahbus) Hapsolunmuş kimseler. Bir yere kapatılmış olanlar.

me'huz

  • Ahzolunmuş. Çıkarılmış. Alınmış.
  • Ödünç olarak başka bir yerden alınmış.
  • Alınmış, çıkarılmış, tutulmuş.
  • Ödünç olarak başka bir yerden alınmış.

medi

  • (Çoğulu: Emdiye) Bir yerde birikip toplanmış su.

menası'

  • (Tekili: Minsa') Medine-i Münevvere'nin dışında meşhur bir yer.

menasik-ül hac

  • Hacı olmak için Mekke-i Mükerreme'ye gidenlerin Kâbe'yi ziyaret etme, Arafat'ta vakfeye durma, kurban kesme, ihram giyme, muayyen bir yerden bir yere kadar yürüme gibi yapılan ibadet rükünleri.

menbuz

  • Piç. Veled-i zinâ.
  • Hemen doğmasını müteakib bir yere atılmış çocuk.

menkul

  • Nakledilen. Akli olmayıp mukaddes kitapla bildirilen.
  • Bir yerden başka yere taşınmış olan. Taşınabilen.
  • Anlatılan.

mensubat / mensubât

  • (Tekili: Mensub) Bir yere mensub olanlar. Bir yerin adamları.

menzam

  • (Çoğulu: Menâzım) Çeşitli şeyleri bir yere dizmek.

merfuat / merfuât

  • Bir yerde kullanılmak için kaldırılan eski eşya.
  • Gr: Mazmum olan, zamme ile harekelenmiş kelimeler.

merkeziyyet

  • İşlek yerde, merkezde bulunmuş olmak.
  • Bütün işlerin bir yerden idare edilir olması, merkezleştirilmesi.

meş'ar-ül haram

  • Hac zamanında ziyaret edilecek muayyen yer. Cebel-i Kuzah, Müzdelife'de bir yerin ismi.

meş'ar-ül-haram / meş'ar-ül-harâm

  • Mekke-i mükerremede, Arafât ile Minâ arasında bulunan Müzdelife'nin sonunda Cebel-i kuzah yakınında bir yer. Meş'ar, şiâr (alâmet) yeri demektir. Meş'ar denmesi; ibâdet yeri olması; haram diye vasıflandırılması ise, hürmeti ve kıymeti sebebiyledir.

meşmeşiye

  • Tas: Âlem-i gaybdan veya âlem-i misalden bir âlem. Bazı evliyanın keşfen müşahede ettikleri bir yer.

mevarid

  • Gelecek yerler. Varacak yerler. Caddeler, yollar. Bir yere vasıl olacak yollar.

meyz

  • Ayırmak, birşeyi denklerinden üstün tutmak.
  • Bir yerden bir yere geçmek.

mıntaka

  • (Mıntıka) Muayyen bir yer. Havali. Taraf. Kısım. Kuşak. Kenar. Yeryüzünde bir kısım. Bölge.

misyon

  • Bir vazife ile bir yere gönderilen hey'et. (Fransızca)
  • Bir şahıs veyâ hey'ete verilen vazife. (Fransızca)

miz'ac

  • Bir yerde karar etmeyen kadın.

mu'teberan

  • (Tekili: Mu'teber) Şerefli, haysiyetli ve itibarlı kimseler.
  • Bir yerin, bir mesleğin veya bir sınıfın ileri gelenleri. Hükmü geçip, inanılır olanlar.

mu'tekif

  • İ'tikâf eden. Bir yere çekilip ibâdetle meşgûl olan.

mubasara

  • Görme yarışına çıkma. İki kişinin, "hangimiz evvel görüyor" diye bir yere bakması.

müdavim

  • Aralıksız devam eden. Devamlı olarak çalışan.
  • Bir yere devamlı olarak gidip gelen kimse.
  • Bir yere ve işleme devam eden.

müdavimin / müdavimîn

  • (Tekili: Müdavim) Müdavimler. Bir yere devamlı olarak gidip gelenler. Bir yere devam edenler. Bir işe aralıksız olarak çalışanlar.

müfarakat

  • Ayrılık. Bir yere bırakıp gitmek. Dostlarından ayrı düşmek.
  • Fık: Karı-kocanın talâk veya fesh ile birbirlerinden ayrılmaları.

mühacere

  • Bir yerden ayrılmak.
  • Başka yere intikal etmek.

muhacir

  • Göç eden, bir memleketten kalkıp, başka bir yere yerleşen.
  • Mc: Allah'ın yasak ettiğinden uzaklaşan.

muhafızin / muhafızîn

  • (Tekili: Muhafız) Muhafızlar, bekçiler. Bir yeri koruyup bekleyen kimseler.

muhaşşid

  • Tahşideden. Bir yere toplayan.

muhtevi / muhtevî

  • İhtivâ eden. Bir yere toplayan. İçine alan. Kaplayan.

mukarenet

  • (A, uzun okunur) Yakınlık. Ayrılmayıp musâhebe etmek.
  • Bitişmek. Birleşmek.
  • Uygunluk.
  • Bir yere gelmek.

mukim / mukîm

  • Doğduğu veya evlendiği veya hep kalmak niyyeti ile yerleştiği yerde oturan veya 104 km ve daha uzak bir yerde giriş çıkış günlerinden başka on beş gün veya daha fazla kalmaya niyet eden kimse. Mâlikî ve Şâfiî mezheblerinde dört gün kalmaya niyet eden ve kendi memleketine giren mukîm olur.
  • İkamet eden. Ayakta duran.
  • Okuyan.
  • Bir memlekette devamlı duran.
  • Fık: Vatanında veya vatanı sayılan bir yerde onbeş günden fazla kalan kimse. (18 saatlik uzağa gidene "Misâfir" denir.)
  • Esmâ-i İlâhiyyeden olup "Her şeyi ayakta tutan, devam ettiren ve kayyumiyet

mukmah

  • Başını kaldırıp gözünü bir yere dikip duran kişi.

mukmehun

  • Elleri boyunlarına bağlı veya boyunlarından zincir takılı olarak azab çekenler.
  • Başı yukarı kalkmış, gözleri bir yere dikilmiş ve etrafa bakamayan somurtmuş kimseler.

muktebes

  • İktibas olunmuş olan. Bir yerden alınan, bir kitab ve sâir yerden istifade ederek alınan.
  • Bir yerden alınan.

mülazimin / mülazimîn

  • (Tekili: Mülâzımân) (Mülâzım) Stajyerler. Bir yere maaşsız olarak gidip gelenler.
  • Bir kimseye sarılıp ondan ayrılmayanlar.
  • Teğmenler.

mülezzez

  • Bir yere biriktirilip toplanmış, yığılmış ve ulaştırılmış nesne.

mülhakat / ملحقات

  • Ekler. (Arapça)
  • Bir yere bağlı olan başka yerler. (Arapça)

mültehid

  • Bir yere sığınan kimse.

mün'akis

  • Akseden, geri dönmüş, bir yere çarpıp geri gelen.

müntakil

  • (Nakl. den) intikal eden, geçen. Bir yerden bir yere göç etmiş, taşınmış olan.
  • Miras kalmış.
  • Karine ile sözün gelişinden anlayan.

murahhas

  • Devlet veya herhangi bir teşekkül nâmına, salâhiyyetli olarak bir yere bir vazife ile gönderilen kimse.
  • Terhis edilen. İzin verilen. Tâlimat verilen kimse.
  • Devlet veya bir teşekkül adına yetkili olarak bir yere gönderilen kişi.

murahhil

  • (Rıhlet. den) Bir yerden diğer bir yere göçüren. Terhil eden.

müretteb

  • Tertib edilmiş, dizilmiş, yerli yerine konulmuş, sıralanmış.
  • Kasden uydurulmuş.
  • Tayin edilmiş. Bir şey, bir yer için ayrılmış.
  • Sonradan kurulmuş.

müsta'mir

  • İsti'mar eden, bir yere muhacir yerleştirerek orasını mâmur hâle getiren.
  • Müstemlekeci. Sömürgeci.

müstakarr

  • (Karar. dan) Karar bulan, bir yerde sabit ve sakin olan. Kararlı.
  • Karargâh. Durulan yer.

mutasayyif

  • Bir yerde yazlıyan.. Yaz mevsimini geçiren.

mutavattınin / mutavattınîn

  • Vatan yapanlar, bir yere yerleşenler.

mute harbi

  • Mute, Şam'a bağlı, Kudüs'e iki konak mesafede bir yerdi. Mute harbi müslümanlarla Rumlar arasında vuku bulan muharebelerin başlangıcıdır. Sebebi de Peygamber'in elçisinin öldürülmesidir. Resul-ü Ekrem Busrâ emiri Şürahbil bin Amr'e, ashâbından Hâris bin Umeyr ile bir mektub göndererek İslâma dâvet e

müteallik

  • Alâkalı. Bir yere bağlı, bir şeye mensub.

mütehabbis

  • Bir yere kapanan. Kendini hapseden.

mütehabbisane / mütehabbisâne

  • Bir yere kapanıp kendini hapsedene yakışır surette. (Farsça)

mütehallid

  • Bir yerde devamlı olarak kalan. Ebedi, sermedi.

mütehassın

  • (Hısn. dan) Kaleye veya istihkâmlı bir yere kapanmış.

mütehavvil

  • Bir halde durmayan, başka şekle girip değişen.
  • Bir yerden diğer yere nakleden, değişip tebdil olan.

mütemerkiz

  • Bir yere toplanmış, merkezleşmiş.

mütenakkıl

  • Bir yerden diğer bir yere nakleden, göçen.

müterahhil

  • (Rıhlet. den) Göç eden, hicret eden. Bir yerden diğer bir yere göçen. Yola çıkmış olan.

mütereddid

  • Kararsız, teredüdde kalan, karar veremeyen, cesaretsiz.
  • Bir yere gidip gelen.

mütereddidane / mütereddidâne

  • Kararsızlıkla. Tereddüd ederek. (Farsça)
  • Bir yere gidip gelerek. (Farsça)

mütereddidin / mütereddidîn

  • (Tekili: Mütereddid) Karar veremeyenler, tereddüt edenler, kararsız kişiler.
  • Bir yere gidip gelenler.

mütereddiye

  • Dağdan veya yüksek bir yerden düşmüş hayvan.

müteşetti

  • Kışı geçiren, bir yerde kışlıyan.

mütevattın

  • Bir yeri vatan edinmiş, tavattun etmiş, yurt tutmuş.

mutevattinin / mutevattinîn

  • Vatandaşlar; bir yeri vatan edinenler ve orada yerleşik olanlar.

müteveccih

  • Yönelmiş, dönmüş. Bir yere doğru yola çıkan.
  • Birisine karşı iyi düşünce ve sevgisi olmak. İhsan ve iltifat üzere olmak.
  • Pir-i fâni olmak.

müteveccihen / متوجها

  • Dönük olarak. (Arapça)
  • Bir yere gitmek üzere. (Arapça)

muzacea

  • Bir yerde beraber yatmak.

müzahame / müzâhame

  • Bir yere yığılarak fertlerin birbirine zahmet vermesi.

müzahamet

  • Birbirine zahmet verme. Kalabalıktan gelen sıkıntı, sıkıştırma.
  • Bir yere itişe kakışa hücum etme.

müzahemet / müzâhemet

  • Bir yere yığılıp sıkışma.

muzarebe

  • Vuruşmak. Cenk etmek.
  • Bir yerden diğer yere gidip seyretmek.

müzdelife

  • Mekke'de Arafat ile Mina arasında bulunan mukaddes bir yer.
  • Kâbede mukaddes bir yer.

nadi

  • Nidâ eden, haykıran, çağıran.
  • Halkın, meşveret gibi, birşey konuşmak üzere bir yere toplanmaları. Nitekim İslâmdan evvel Mekke'de Kureyş'in toplandığı meclis binasına "Darünnedve" denilirdi. Nâdi; orada ve o gibi yerlerde toplanan heyettir ki; bezm, meclis, mahfil, kongre tâbirleri g

nakal

  • Bir yerden naklolunduğunda bâki kalan ufak taşlar.
  • Devenin tabanına ârız olur bir hastalık.

nakiş

  • Parça parça ve dağınık olan eşyaların bir yerde veya bir çuval içinde toplanması.
  • Benzer, misil.

nakl

  • Bir yerden bir yere götürme. Taşıma.
  • Ev ya da yer değiştirme. Taşınma.
  • Duyduğu bir şeyi başkasına anlatmak, rivayet etmek.
  • Bir dilden başka dile çevirmek.
  • Bir şeyi başka bir yere götürmek, taşımak, yer değiştirmek.
  • Anlatmak, duyduğu bir şeyi başkasına hikâye etmek, rivâyet etmek.
  • Bir dilden başka dile çevirmek, terceme etmek.
  • Eski mest ve çizme.
  • Yırtık elbiseyi yamamak.

nakliyat-ı askeriye

  • Askerî kıt'aların; top, tüfek, cephane, teçhizat ve levazımatı ve her türlü seferî ihtiyaçlarıyla birlikte bir yerden kaldırıp başka bir yere gönderilmesi, nakledilmesi. Askerî nakliyat.

nasibe

  • (Çoğulu: Nesâib) Yollara dikilen işaret taşı. Bir yere dikilen taş.

nazh

  • Su çekme. Herhangi bir yer, çukur veya kuyudan bir şeyler çıkarma.

nazil / nâzil

  • (Nüzul. dan) Nüzul eden, inen, yukardan aşağıya inen, bir yere konan. Bir yerde konaklayan.
  • Yukarıdan aşağıya inen.
  • Bir yere konan, konaklayan.

nebve

  • Uzaklaşmak.
  • Ok hedefe varamamak.
  • Bir yerin havasının mizaca uygun olmaması.
  • Kılıncın vurulan şeye saplanmayıp geri sıçraması.
  • Pek çirkin ve kötü suretten gözün kaçması.

neceş

  • Değeri artırmak için almak.
  • Bir kumaşın pahasını artırmak.
  • Dağılmış şeyleri bir yere toplamak.
  • Örtmek, setretmek.

necran

  • Susuz.
  • Kapı ökçesi. ("süve" denir).
  • Yemen diyarında bir yerin adı.

nefr

  • Heyecan verici bir emirden dolayı bir yerden bir yere fırlayıp çıkmaktır. Ürkmek demek olan "Nüfur" da bu mânâdandır. Fakat "Nüfur" tek başına kaçıp kurtulmak için menfi bir harekette kullanıldığı hâlde; "nefr", düşmana karşı gaza için fırlayıp çıkmakta kullanılır. Ve böyle çıkıp toplanan cemaate "n

nefy

  • Sürgün etmek. Birisini kendi rızası olmadan, bir yerden başka bir yere nakletmek, sürmek.
  • Gr: Bir şeyin olmadığını ifade eden (olumsuzluk) edatı. Müsbetin zıddı, menfi olan. Bir şeyin yokluğunu veya olmadığını iddia.

neşt

  • Yılan sokmak ve ısırmak.
  • Bir yerden bir yere gitmek.
  • Çözmek.
  • Çıkarmak.
  • İpi bağlamak.

netl

  • Önüne çekmek.
  • Deve kuşu yumurtasının içini su ile doldurup bir yere gömmek.

neva

  • Bir yerden bir yere nakletmek.
  • Hıfzetmek, korumak.
  • Sohbet etmek.

nevt

  • (Çoğulu: Envât-Niyât) Bir yere asma. Kaldırma.

nokta-i istinad

  • Dayanma ve güvenme noktası. Kâinatta cereyan eden ve insana dehşet verip âciz bırakan hâdiseler karşısında insanın çok kuvvetli bir yere dayanmaya ve güvenmeye olan fıtri ihtiyacı.

nüfza

  • Bir yere saçılmış veya dökülmüş olan kan.

panayır

  • Yun. Yılda bir - iki defa muayyen bir yerde kurulan ve bir müddet devam eden büyük pazar.

pişhane

  • Balkon. (Farsça)
  • Bir yere gidileceği zaman önceden gönderilen çadır ve yol eşyası. (Farsça)

posta

  • İtl. Bir yere gelen veya bir yerden gönderilen mektup ve emânetlerin hepsi.
  • Bu emânetleri toplayan ve dağıtan idare ve onun yeri.
  • Belli zamanlarda sefer yapan ve çok zaman posta taşıyan vasıta.
  • Takım, kol.
  • Hizmet nöbetinde bulunan er.
  • Sefer.

rakım

  • Bir yerin deniz seviyesinden yükseklik derecesi. Kod.
  • Rakam yazan. Çizen. Tahrir eden, yazan.

rakka

  • Dere yanında olup sel geldiğinde üzerine yayılan arazi.
  • Bir yerin adı.

rakmiyyat

  • Medine yakınında bir yere nisbet edilen oklar.

ramile

  • Yelmek.
  • Şam vilâyetine bağlı bir yerin adı.

rekz-i alem

  • Bayrağı bir yere dikme.

rema

  • Bir yerde ikamet eylemek.
  • Ziyade olmak.
  • Riba, faiz.
  • Bir haberi zan ile anlayıp idrak etmek.

rikabdar / rikâbdar

  • Padişahların atla bir yere gidişleri sırasında özengiyi tutmak suretiyle ata binip inmelerine yardım eden kişi.

risalet

  • Birisini bir vazife ile bir yere göndermek.
  • Peygamberlik. Büyük kitapla gelen peygamberlik.
  • Elçilik.

rücun

  • Mahbus olmak, hapsolunmak.
  • Bir yere durmak.

sadha

  • Şarabın iyisi. Kendine nisbet olunan bir yerin adı.

safa

  • Gönül şenliği, eğlence.
  • Duru olmak, itmi'nan ve meserret üzere olmak. Temiz, sâfi olmak.
  • Hava açık ve ayaz olmak.
  • Mekke-i Mükerreme'de bir yerin ismi.

sagr

  • (Tekili: Sügur) Etrafı kale ile çevrili şehir.
  • Sahil şehri.
  • Tepe veya başka bir yerde mağara.
  • Ağız. Ön dişler.

şah

  • Pâdişah. İran veya Afgan hükümdarlarının nâmı. (Farsça)
  • Bir yere hâkim olan zât. Sâhip. (Farsça)
  • Asıl. (Farsça)
  • Atın ön ayaklarını yukarı kaldırarak durması. (Farsça)

sai

  • Çalışan.
  • Devletçe posta idaresinin kurulmasından evvel mektup ve emanet götürüp getiren kimseler.
  • Bir yere vâli olan.
  • Cemaat başı.
  • Yan yan giden.
  • Hızlı yürüyen.
  • Koğuculuk yapan.

saib

  • Bir yerle veya bir şeyle ilişiği ve alâkası olmayan.

sakin / sâkin

  • Hareketsiz, kendi hâlinde. Bir yerde oturan. Kararlı.
  • Gr: Harekesi olmayıp cezimli (sakin okunan) harf.
  • Bir yerde veya zamanda oturup yaşayan, bulunan.

sakinan

  • (Tekili: Sâkin) Bir yerde oturanlar. Sâkinler.

şakul

  • (Çekül) Geo: Bir yerin umumi hattını tâyin için kullanılan âlete denir. Bir ağır cismi ip ile yüksekten sarkıtmakla bir duvarın ne derece yatık, eğri veya doğru olduğu anlaşılması gibi.

savr

  • (Çoğulu: Savâri) Hamle yapmak.
  • Parçalamak, pâre pâre etmek.
  • Bir yerde toplanmış küçük hurma ağaçları.

saye

  • (Çoğulu: Sâyât) Koyun yatağı. Nişan için dikilen taş. Yolun tanınması için bir yere yığıp höyük yapılan taş.

sebt

  • Yazma, deftere geçirme, bir yere kaydetme.

seby

  • Harpte esir alınma.
  • Uzaklaştırma.
  • Bir yerden başka bir yere sürüp giderme.

sekenat / sekenât

  • Oturumlar; bir yerde kalıp ikamet etme halleri; Durgunluklar.

sekene

  • Sâkin olanlar, oturanlar. Bir yerde devamlı oturanlar.

selh

  • Soyma, deri soymak.
  • Her ayın son günü.
  • Bir yerden bir şeyi çıkarmak.

selk

  • Bir yerden haber getirmek.
  • Yumurtayı rafadan pişirmek. Bir kimseyi başı üstüne bırakmak.
  • Katı ve sert söylemek.
  • Çağırmak.

semire

  • Kaymağı çalkalayıp bir yere toplamadan evvel üstünde görünen yağ parçaları.

semsem

  • Tilki.
  • Bir yerin adı.

serahor

  • Osmanlı İmparatorluğunun ilk devirlerinde ordunun bir yerden başka bir yere hareketinde yolların yapılması ile beraber ağırlıkların nakil vesairesi veyahut memleket içinde zelzele, deprem gibi bir âfetin vukuuyla harap olan yerlerin hemen tamir edilmesi işlerinde kullanılanlara verilen addır.

sevakin

  • (Tekili: Sâkin) Bir yerde oturanlar, sakin olanlar.

şevk

  • Çok istek, şiddetli arzu.
  • Neş'e.
  • Bir şeyi bir yere şeye sağlamca bağlama.
  • Memnun. Şâduman.

seyyar

  • Bir yerde durmayıp yer değiştiren.
  • Gökte veyâ güneş etrâfında dolaşan yıldız. Gezegen.
  • Kervan, kafile.
  • Otomobil.

sidre

  • Bir ağaç, gökte mânevî bir yer.

sina

  • Musâ Peygamberin (A.S.) Allah (C.C.) kelâmına nâil olduğu, Süveyş ile Akabe Körfezi arasındaki bir yer ve bir dağ ismi. Cebel-i Musa veya Tur-u Sinâ da denir.
  • İbn-i Sinâ'nın ceddinin ismi.

şisı'

  • Büyük ve çok mal.
  • Dar yer. Bir yerin uç tarafı.
  • Nalın kayışı.
  • Bir malı dikkatle bekleyip koruyan.

siyy

  • Arz-ı Arabdan bir yer.
  • Çöl, sahra.
  • Benzer, misil.

şüf'a

  • Bir malı müşteriye, mal olduğu fiata satmak.
  • Huk: Satılmakta olan bir yerde hissesi bulunan veya oraya bitişik komşu olanın satılan şeyi almakta birinci derecede hakkı olması. Şüf'a sahibi kendinden habersiz satılan şeyi, dava ederse, bedelini ödeyerek müşteriden geri alabilir.
  • <

süftece

  • (Çoğulu: Süfâtic) İçi kovuk boş cisim.
  • Bir yerden bir yere armağan olarak gönderilen şey.
  • Yol korkusundan emin olmak için tâcirlere borç olarak verilen para.

şühus

  • Yüksek olmak.
  • Bir yerden bir yere gitmek.
  • Gözünü bir yere dikip hareket ettirmeden ve kapağını açıp yummadan durmak.
  • Bir hâdisenin meydana gelmesinden dolayı acı çekip kararsız olmak.

tadafür

  • Bir yere toplanmak.
  • Yardım etmek, muâvenet etmek.

tadamm

  • Bir yere cem'olmak, toplanmak.

tahallüd

  • (Huld. dan) Bir yerde devamlı kalmak. Devamlı olmak.

tahassun

  • Bir kaleye kapanmak. Korunmak. İstihkâma çekilmek. Tahkim edilmiş bir yere sığınmak.

tahavvüs

  • Bahadırlık, kahramanlık.
  • Sefer niyyetiyle bir yerde durmak.

tahcir

  • Bir yere taş koymak, taş yığmak.
  • Fık: Kimsenin girmemesi için arazinin etrafına taştan sınır yapmak.
  • Hayvanı dağlayıp nişanlamak.

tahkimat / tahkimât

  • Bir yeri düşmanın hücumuna karşı savunmak maksadıyla yapılmış düzenlemeler ve tesisler.
  • Ask: Bir yeri düşmanın hücumuna karşı sağlamlaştırmak.

takattur

  • Damla. Damlama. Damla damla akma.
  • Ud ağacı ile buhurlanma.
  • Vuruşmağa hazırlanma.
  • Bir kimse kendini bir yerden atma.
  • Ağacın dalı kopup düşme.
  • Bir adamı yanı üzere düşürmek. (Kamus'dan)

takbiz

  • Toplayıp bir yere getirmek.

tanzid

  • Bir yere toplayıp yığmak. İstif etme.

tarak

  • Bulutların bir yere toplanması.
  • Aynı cinsten olan şeylerden bazısı bazısının üstünde olması.

tarzim

  • Bir çok şeyi bir yere getirip, toplayıp bir yük yapmak.

tasayyuf

  • (Sayf. dan) Yazlıkta oturma, yazlama, bir yerde yaz mevsimini geçirme.

tatal

  • Görmek için yüksek bir yere çıkmak.

tavattun

  • Bir yeri vatan edinmek. Bir yerde yerleşmek.

tavtin

  • (Vatan. dan) Bir yerde yerleştirme. Yurtlandırma.
  • Birşeye bağlanıp onu neticelendirme. Makam tutunmak.
  • Gönlünü bağlamak.

tayyımekan / tayyımekân

  • Bir yerdeyken birdenbire başka yerde olmak.

teamül / teâmül

  • İş, muamele.
  • Bir yerde insanlar arasında olağan muamele.

teb'id

  • Uzaklaştırma. Bir yerden bir yere sürme, kovma.

tebrik

  • Gözlerini dike dike bir yere bakmak.
  • Günaha girmek.
  • Uzak bir yere sefer etmek.
  • Çetinlik, zorluk sebebi ile yorulmak.
  • Kadının süslenip püslenmesi.
  • Evi ziynetleyip süslemek.

tebuk

  • Hicaz'ın kuzey tarafında Medine-i Münevvere'den Şam'a giden yolun ortasında bir yerdir ve Peygamber Efendimizin son gazvesinin yeri olmakla meşhurdur. Tebuk'te Peygamberimiz tarafından yaptırılan bir duvar bir hurmalık ve bir de çeşme var olduğu rivayet edilir.

tecennüd

  • Bir yere toplanıp asker olmak.

tecmi'

  • Bir yere toplamak,
  • Cuma namazına gelmek.

teevvi

  • (İvâ. dan) Bir yerde yerleşme, yurt edinme. Oturacak yer edinme.

tefcir

  • Yerden su kaynatıp akıtma.
  • Drenaj, oluk vs. gibi su yolları yaparak, bir yerde birikmiş olan suları akıtma işi.
  • Yarmak.

tehabbüs

  • (Habs. den) Kendini bir yere kapama. Hapsetme.

tehacüm

  • Birbirine hücum etme.
  • Bir yere istekle, hızlıca toplanmak, üşüşmek.

tehcir

  • Yurdundan çıkarma, hicret ettirme, sürme.
  • Öğle vakti bir yere gitme.

tehezzuk

  • Bir yerde karar etmeyip çalkanmak.

tehviş

  • Karma karışık etme.
  • Bir yere toplama.

tekavüs / tekâvüs

  • Bir yere cem'olmak, yığılmak, toplanmak.
  • Sıkışmak.

tekennüf

  • Bir yere toplanmak.

telbid

  • Bir yere toplayıp yığmak.
  • İhramda olan kimsenin saçı dağılmasın diye başına sakız yapıştırması.

telebbüd

  • Birbiri üstüne yığılmak.
  • Bir yere gizlenip av gözlemek.

telfik

  • Birleştirme, ekleme. İstif.
  • Bir yere getirip ulaştırmak.

temerküz etme

  • Bir yere toplanma; merkezleşme, birikme.

temessül

  • Benzeşmek. Cisimlenmek.
  • Bir şeyin bir yerde suret ve mahiyetinin aksetmesi. Bir şekil ve surete girmek.
  • Bir kıssa veya atasözü söylemek.

temsir

  • (Mısır. dan) Bir yeri şehir haline getirme.
  • Taklil. Azaltma.

tenakkul

  • (Nukl. den) Bir yerden başka bir yere geçme.
  • Nakletme.
  • Bir makamdan başka makama intikal etme.

teracu'

  • (Rücu. dan) Bir yere veya bir kimseye dönme.
  • Birinden ayrılma.
  • Dönme, vazgeçme.

terahhul

  • (Çoğulu: Terahhulât) Göç etme. Bir yerden bir yere göçme.
  • Yola çıkma.
  • Menzile konma.

terettüb

  • Sıralanmak.
  • Gerekmek. Lâzım gelmek. Netice olarak çıkmak.
  • Bir yerde aslâ kımıldamak, bir vecih üzere sâbit ve pâyidar olup durmak.
  • Zuhura gelmek.
  • Muayen sebeblerin, muayyen ve mukannen olan neticeler vermesi.

tertib

  • (Çoğulu: Tertibât) Tanzim etme. Dizme, sıralama, düzene koymak.
  • Tedarik edip hazır ve müheyya kılmak.
  • Bir şeyi bir yere sabit ve pâyidar kılmak.
  • Mertebelere göre davranmak.
  • Hile ile aldatma.

terviz

  • Bir yeri çayır çimen yapmak.

tescih

  • (Eşek) dişiyle bir yerini tutup ısırmak.

teşelşül

  • (Çoğulu: Teşelşülât) Suyun yüksek bir yerden aşağı şarıltı ile dökülmesi, çağlayan oluşturması.
  • Soğuk su banyosu yapma, duş yapma.

teşetti

  • (Şitâ. dan) Kışlama. Kış mevsimi boyunca bir yerde oturma. Kışı geçirme.

tesrid

  • Davar boğazlandığında daha soğumadan bir yerini kesmek veya kırmak.

teşrif

  • Şereflendirmek. Yüksek yere çıkmak. Şeref vermek.
  • Bir yere buyurmak.
  • Onurlandırma, onur verme, bir yeri onurlandırma, şereflendirme.

teşyi'

  • Bir yerden ayrılıp gideni uğurlama, hürmet için biraz onunla birlikte gitme.

tetavvuf

  • Tavaf etme. Ziyaret maksadıyla bir şeyin veya bir yerin etrafını dolanma.

tevazzu'

  • Konulma, konulmuş. Bir şeyin bir yere konuşu.

tevdiat / tevdiât

  • Emânetler. Emânet bırakmalar. Emniyetli bir yere kıymetli bir şeyi teslim etmek.

tevhid-i kıble

  • Sadece bir yere müteveccih olmak. Bir kıbleden başka kıble kabul etmemek.
  • Mc: Sadece bir üstad kabul etmek.

tezafür

  • Birbirine yardımcı olma.
  • Bir yere toplanma.

tilhah

  • Devamlı olarak bir yerde durmak.

tübbet

  • Bir yerin adı. (İyi miskler ona nisbet olunup "Misk-i Tübbetî" derler)

tünu'

  • Mukim olmak, ikamet etmek, bir yerde oturmak.

turu'

  • Bir yerden bir yere gitmek.
  • Sonradan olmak.

vatan-ı hususiye

  • Özel bir yer, yurt.

virat

  • Zekât vermek korkusundan hile edip bir yere toplanmış koyunlarını ayırıp dağıtmak veya perâkende koyunlarını bir yere toplamak.

yelemlem

  • Deri.
  • Bir yerin adı. (Yemenliler ihramı orada giyerler.)

yesteur

  • Medine yakınında bir yer.
  • Deve sağrısına yapılan palas.
  • Belâ.
  • Bâtıl.
  • Misvak ağacı.

zabt

  • Sıkı tutma.
  • İdaresi altına alma, kendine mal etme.
  • Silah zoru ile bir yeri alma.
  • Anlama, kavrama.
  • Kaydetme, özetini yazma.

zagt

  • Bir şeyi bir yere zorla sokma, girdirme.

zıhar

  • İki şey arasında münasebet ve mutabakat meydana getirmek. İki şeyi birbirine mutabık eylemek. Arka arkaya, mukabil kılmak.
  • Karşılıklı yardımlaşmak.
  • Fık: Bir kocanın, karısını müebbeden mahremi olan birisinin bakması câiz olmayan bir yerine teşbih etmesi.Meselâ, bir adam karıs

 

Bağış Yapmak İçin Tıklayın